Günlük arşivler: 26 Mayıs 2016

KORE DOSYASI /// PROF. DR. BERİL DEDEOĞLU : Kuzey Kore Vakası


Prof. Dr. BERİL DEDEOĞLU

Kuzey Kore ile ilgili yayınlanan haberlerde, genel olarak, bir bıyık altı gülümseme oluyor. “Delidir, ne yapsa yeridir” türünden yorumları haklı kılacak fazlasıyla uygulama olduğu da doğru. Çok değil, daha beş yıl önce Kuzey Kore lideri Kim Jong-il’in ölümü ardından gözyaşı akıtmayanlar için tutuklama kararları çıkarıldığı, dün gibi hafızalarımızda.

Kuzey Kore’nin çok özel bir ülke olduğuna kuşku yok. Bir yandan kendilerince tanımladıkları “komünist” rejim çerçevesinde her an elektriksiz, susuz kalarak yaşayacağını bilen ve bunun da doğal olduğunu sanan yurttaşlar var; öte yandan bu yurttaşları temsil ettiğini iddia eden hükümette, Güney Kore ile birleşmeyi öngören “entegrasyon” bakanlığı var. Güney’de bildiğimiz kadarıyla, duş alma, bilgisayarı çalıştırma, pizza ısmarlama falan gibi sorunlar bulunmuyor. İki ayrı dünya var, ama en dışa kapalı olanında bu iki dünyayı birleştirme bakanlığı kurulmuş.

Olabilir; belki Kuzey Kore’de Güney ile birleşmek, bir tür Almanya’nın birleşme modeli gibi yeni bir aşamaya imza atmak ya da Güney’i de komünist yapmak düşünülüyordur. Olur ya, bölgesinde model falan da olmak istiyor diye düşünülebilir.

Düşünebilir düşünmesine de keşke Kuzey Kore bize biraz delil verseydi. Keşke bu ülke, milli gelirini elektrik kesintilerini bertaraf etmek yerine silahlanmaya harcamasaydı.

Savaşa hazır ülke

Bilgiler muhtelif, zira “komünist” bir ülke olmasının gereği, Kuzey Kore’den doğrudan bilgi alınması kolay değil. Bununla birlikte, kamuoyunda paylaşılan haberler şöyle ve epeyce dehşet verici.

İddialara göre K. Kore’nin 10 atom bombası, 200 savaş tankı, 40 denizaltısı, 1.852 savaş uçağı, 5 bin kadar tankı, 11 bin hava savunma silahı, 10 bin kadar güdümlü tank savar füzesi ve uzun menzilli balistik füzeleri bulunuyor. Olur da bir savaş olursa diye önlem almaktan da çekinmeyen K. Kore, yine iddialara göre 100 gün sürecek bir savaş için yakıt ve mühimmat önlemlerini almış.

Kısacası Kuzey Kore savaşa epeyce hazır.

Hal böyle olunca, iki gün önce ülkenin Punggye-ri bölgesinde meydana gelen 5 büyüklüğündeki yer sarsıntısı sonrası yapılan açıklama, herkese inandırıcı geldi. Açıklama, K. Kore’nin başarılı bir hidrojen bombası deneyi gerçekleştirdiği yolundaydı.

2006 yılından beri aynı bölgede üç kez nükleer deneme yapıldığı ve bunların da depreme yol açtığı düşünülüyor; ancak ülke dışa kapalı olduğundan bilgiler teyit edilemiyor.

‘Eskiyi’ koruyan ülke

K. Kore hakkındaki bilgiler büyük ölçüde G. Kore’den ve bu ülkede bulunan 30 bin kadar ABD askeri varlığından alınıyor. Sadece Rusya, Çin, Laos, Küba ve İsviçre ile diplomatik ilişkisi olan K. Kore’nin bunların dışında kalan her ülkeyi düşman gördüğü ileri sürülebilir. Ancak K. Kore, esas itibarıyla önemli bir görev üstleniyor.

K. Kore, Çin için bir anlamda “Rusya’nın İran’ı” durumunda. Her an nükleer savaşa hazır çılgın bir ülke görünümü vererek bir yandan Rusya ile Çin arasında tampon oluşturup Rusya’nın Çin üzerinde oluşturabileceği baskıyı dengeliyor, öte yandan ABD’nin G. Kore ve Japonya’daki askeri varlığını artırmasını sağlıyor. Dolayısıyla K. Kore, eskiden olduğu gibi, Rusya-ABD dengesinde Çin’in “dengenin dengeleyicisi” olmasını sağlayan bir siyaset güdüyor.

Ülke eski sisteme göre yönetiliyor, yaptıkları da yine eski sistemin politikaları olarak vuku buluyorsa, K. Kore’nin “iki kutuplu” sistem isteyenlerin kovasına su taşıdığı söylenebilir. Ayrıca bu ülke, esas gerilimin Ortadoğu’da değil, Asya’nın Pasifik bölgesinde olduğunu hatırlatıyor.

GÖÇMEN DOSYASI : Kuzey tokluktan patlar, güney açlıktan kırılırken göçü önlemek mü mkün mü ?


Kuzey tokluktan patlar, gney alktan krlrken g nlemek mmkn m.pdf

KÜRESEL SERVİSLER DOSYASI : Küresel Düzen ve Güç Dengeleri


Prof. Dr. İBRAHİM KALIN

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü

Dünya 2016’ya iyi haberlerle girmedi. 2015’in kriz ve kaos ortamı bu yıl da devam edeceğe benziyor. Dünya ölçeğinde ve bölgesel olarak meşru ve adil bir güç dengesi kuruluncaya kadar bu krizler büyüyüp derinleşecek ve belki de bunlara yenileri eklenecek. Bu krizleri yönetmek ve bir güç dengesi kurmak için büyük devletlere önemli bir sorumluluk düşüyor. Bunların da başında hiç şüphesiz Suriye krizi geliyor.

Beşinci yılına giren Suriye savaşı, Ortadoğu’daki barış ve istikrarı ağır tahribata uğrattı. Savaşın doğurduğu mülteci krizi Avrupa kıyılarına uzandı ve geçen Eylül ayında Aylan Kürdi bebeğin kıyıya vuran bedeni bir anda krizi manşetlere taşıdı. Aradan geçen zaman zarfında medyanın heyecanı dindi ama Ege ve Akdeniz’in sularında boğulan mülteci sayısı maalesef artmaya devam ediyor. Suriye savaşının beslediği mezhep gerginliği, tehlikeli boyutlara ulaşmış durumda.

Aylarca süren Cenevre ve Viyana görüşmelerinden sonra 2554 sayılı Birleşmiş Milletler kararı, Suriye için bir siyasi geçiş planı öneriyor. Fakat Rusya-İran-Suriye hattı ve onların emrindeki milis güçler, Esed rejimini ayakta tutabilmek için elinden geleni yapıyor. Doğu Akdeniz ve Suriye için yıkımdan başka bir şey getirmeyecek olan bu çaba, Suriye çözümünde umutları da gölgeliyor. Bu noktada uluslararası toplumun Rusya ve İran’ın çözüm imkanını ortadan kaldırmasına müsaade etmemesi gerekiyor. Bu ittifakın Suriye’deki ana hedefi muhalifler ve siviller. DAİŞ’le savaş, işin bahanesi.

Güç, Adalet ve Meşruiyet

Suriye krizi, cari küresel sistemin hasarlı ve kırılgan yapısını açıkça ortaya koyuyor. Kaotik düzenin temel sorunu, güç, adalet ve meşruiyet kavramlarının net bir şekilde tanımlanmamış olmasından kaynaklanıyor. “Ne tür bir güç?”, “Ne kadar adil?” ve “Nasıl bir meşruiyet?” sorularını doğru bir şekilde cevaplamadan, siyasi, ekonomik ve askeri manada gücün meşru kullanımını teminat altına almak ve suiistimalini önlemek mümkün değil. 21. Yüzyılın temel çatışma ve kriz alanları, bu sorulara verilen eksik, yanlı ve adil olmayan cevaplarla doğrudan irtibatlı.

1648 Westphalia Antlaşması ile ortaya çıkan uluslararası düzen, iki temel prensibe dayanıyordu: Uluslar (ulus-devletler) birbirlerinin egemenlik haklarına tecavüz etmeyecek ve herkes tarafından kabul edilen güç dengesi, devletlerin güç kullanımında aşırıya gitmesini engelleyecekti. Adil ve işlevsel bir sistemin belkemiğini bu iki prensibin oluşturması bekleniyordu.

Fakat işin pratiği böyle olmadı. Avrupa, 17’inci yüzyıldan bu yana pek çok kanlı savaşa sahne oldu. 19’uncu yüzyıl Avrupa emperyalizmini iki dünya savaşı takip etti. Avrupa devletlerinin sınır tanımayan hırsları,Osmanlı İmparatorluğunu da Birinci Dünya Savaşı’nın içine çekti. Osmanlı’nın parçalanması ve yıkılması sürecinin ardından ortaya çıkan yapı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı, Avrupalı güçlerin istedikleri şekilde dizayn edebilecekleri bir kriz ve kaos coğrafyasına dönüştürdü. İkinci Dünya Savaşının sebep olduğu yıkım, herkesin malumu. Bugün Suriye savaşı üzerinden yürütülen güç mücadelesinin ve vekalet savaşlarının temel hedefi de Ortadoğu’da sürekli kriz üreten kaotik bir yapı inşa etmek.

Güç dengeleri ve dağılımı açısından baktığımızda meselenin özü şudur: Bazı ulus-devletler kontrolsüz bir biçimde güçleniyor ve bu gücü istismar ediyorlar. Buna karşılık diğer devletler kendilerini tehdit altında hissediyor ve vekalet savaşları yahut doğrudan müdahale yöntemleriyle mukabelede bulunuyor. Adil bir güç dağılımının olmadığı her krizde faturayı halk ödüyor.Rusya ve İran’ın Suriye üzerinden güç projeksiyonunda bulunma çabası, bölgedeki fay hatlarını hızla ve derinden tahrip ediyor.

Doğal Sınırlara Geri Çekilmek

Burada elbette başka unsurlar da var. Rusya’nın Çeçenistan ve Gürcistan’dan sonra Ukrayna ve Suriye’de ortaya koyduğu güç gösterisi, “istediğimi yaparım çünkü müeyyidesi yok” tavrından kaynaklanıyor ve uluslararası sistemdeki stratejik denge boşluğunu teyit ediyor. Nükleer görüşmelerin yolunda gitmesi ile cesaretlenen İran ise Suriye, Irak ve Lübnan’da desteklediği siyasi gruplar ve milis güçler üzerinden nüfuz alanını sürekli genişletmeye çalışan agresif bir politika yürütüyor. İran’ın hedeflerinden birisi kendisini dünyadaki bütün Şii Müslümanların lideri olarak konumlandırmak. Haliyle, İran’ın bölgeyi istikrarsızlaştıran agresif politikaları Arabistan’ın da tepkisini çekiyor. Bu son derece tehlikeli bir gidişat. Zira ne İran Şia İslamını, ne de Suudi Arabistan Sünni İslamı temsil ediyor. Bu tür kategorik ayrımlar, zaten pek çok yapısal sorunla boğuşan İslam dünyasını bölüp parçalamaktan başka bir işe yaramaz. Burada herkesin büyük bir sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerekiyor.

Rusya-İran-Suriye ittifakı, Obama yönetiminin Suriye politikasının yarattığı boşluğu kendi lehine çevirmek için her tür riski göze almış durumda. Suriye yerle bir olurken, Lübnan’dan Irak’a, Yemen’den Pakistan’a kadar çok geniş bir coğrafyada çatışma ve gerilim ortamı giderek daha fazla maliyet üretiyor. Suudi Arabistan ile İran arasında yaşanan idam krizini ve ardından gelen diplomatik kopuşu, bu arkaplanı akılda tutarak değerlendirmek gerekiyor.

Suud-İran çatışması, iki ülke arasında yaşanan bir diplomatik krizin ötesine geçme potansiyeline sahip. Bu, Ortadoğu ve İslam dünyası için son derece tehlikeli bir gelişme. Bazılarına göre Pandoranın kutusu çoktan açıldı ve cin şişeden çıktı. Fakat bu krizi ihata etmek ve sınırlandırmak için atılması gereken adımlar var. Herkesin kendi doğal güç ve etki sınırına geri çekilmesi, yeni kriz ve çatışmaların önlenmesinde kilit bir rol oynayabilir.

Küresel düzenin adil ve meşru bir güç dağılımına ihtiyacı var. Bütün milletlerin kendilerini güvende hissettiği, sınırların korunduğu, güç unsurlarının kontrol altına alındığı ve ortak coğrafya tasavvuruyla hareket edilen bir ortamda yeni çatışmaların önüne geçmek mümkün olacaktır. Bunun için küresel ve bölgesel güçlerin taşıdığı sorumluluğu yerine getirmesi gerekiyor.

LATİN AMERİKA DOSYASI /// H. HÜMEYRA ŞAHİN : Latin Amerika’da neler oluyor ???


H. HÜMEYRA ŞAHİN

Latin Amerika’nın tarihi hem Kolomb öncesi, hem de sonrası bakımından oldukça trajik. Bir anlamda güç ve iktidar ilişkilerinin, sömürgeciliğin, isyanın, savaşların, direnişin resmi, o uzak kıta. Marquez’i, Galeano’yu, Neruda’yı, Borges’i doğuran, dünya edebiyatına kazandıran da bu derin acılar değil mi zaten!…

Kolomb’un kıtayı keşfinden önce var olan uygarlıklar, neredeyse tarihin konusu olmaktan çıkarılmış. Sömürgeciliğin etkileri burada başlamış, uygarlıkların hafızası silinmiş, Maya, Aztek, İnka gibi medeniyet tecrübelerine dair kayıtlar yok edilmiş. Şimdi bu uygarlıkların izini ancak arkeolojik kalıntılardan takip edebiliyoruz. ‘Pre-colomb’ müzeleri, Orta ve Güney Amerika’da bu kayıp tarihi bize yeniden hatırlatan yaygın bir müze konsepti. Yaklaşık M.Ö. 1000’lerden itibaren kalıntılara rastlıyoruz bu müzelerde.

Amerika kıtasındaki en eski fosil izine M.Ö. 30.000-40.000 yıllarında rastlansa da, ancak M.Ö 5000’lerde tarımın yapıldığına dair kayıtlar var. 1.200’lerden itibaren ise, uygarlık kalıntılarının izini sürebiliyoruz. İnka, Maya ve Aztek’lerin izleri, euro-centrik tarih bakışını yalanlayıp, tarihin başka türlü de yazılacağını gösteriyor bize.

Amerika kıtası için Kolomb bir dönüm noktası. Kolomb’un keşfi ile kıtanın kaderi değişiyor. 300 bin İspanyol kıtaya yerleşiyor, milyonlarca yerlinin ölümü karşılığında tabii… Sonra yavaş yavaş diğer Avrupa halkları göç etmeye başlıyor.
Kolomb’dan önce yeni keşifler için okyanusa açılan Müslüman, Afrikalı, hatta Çinli ve Japon denizciler olduğu biliniyor. Bu noktada insan merak ediyor; Acaba yerli Amerika halkları da, kendileri dışında bir dünya keşfetmek için denizlere açılma teşebbüsünde bulunmuş muydu? Bu konuda küçük bilgi kırıntıları var elimizde; X. İnka İmparatoru Túpac Inca Yupanqui’nin Pasifik Okyanusu’na açıldığı, bu seyahatte Galapagos’u fethettiği iddia ediliyor.

Ya da tarihin havını tersine tarayarak acaba kıta Kolomb tarafından değil de, Müslümanlar ya da Çinliler tarafından keşfedilse ve sonraki ilişkiler bu keşif üzerinden şekillenseydi, dünya bugün nasıl olurdu? Kuşkusuz bunlar tarihi tersten okuma fantezileri. Gerçek olansa, Kolomb öncesi dönemde, yok edilmiş medeniyetlerin varlığı ve Kolomb sonrası sömürgeciliğin kıtayı istilası…

Kolomb sonrası sömürge etkileri, Avrupa’dan yeni göçlerle kalıcı hale geliyor. 17.yy’dan itibaren, 20 milyon Avrupalı kıtaya göç ediyor. Bu dönem boyunca ‘sömürge’ kelimesinin kapsadığı bir tarihi tecrübe yaşanıyor kıtada. Bundan sonra ise, Kuzey Amerika ile hiç bitmeyen mücadele başlıyor; Latin Amerika, Birleşik Devletler’in ‘arka bahçesi’ haline geliyor. 19.yy itibarıyla Birleşik Devletler, Monroe Doktrini’ne göre, Avrupa’dan Amerika kıtasına gelip sömürgecilik teşebbüsünde bulunan her hareketi düşmanlık olarak kabul ediyor. Ve Latin Amerika üzerinden elini hiç çekmiyor. Latin Amerika’daki bağımsızlık girişimleri, dikta rejimleri, askeri darbeler hep Amerika’nın siyaseten etkin olduğu süreçler.

Birleşik Devletler’de bugün yine en çetin siyasi söylemler Latin Amerika üzerinden kuruluyor; en son başkan adayı Trump, Latin Amerikalı göçmenlere açtığı savaşla gündemde. Hulasa Güney Amerika toprakları, dünyada öteki olmanın kaderini en uzun ve derin biçimde yaşayan coğrafyalardan…

LİBYA DOSYASI /// Libya’da İstikrar Arayışı : BM Girişimi ve Faiz Serrac Hükümeti


Libya’da stikrar Aray – BM Giriimi ve Faiz Serrac Hkmeti.pdf

KONFERANS DUYURUSU : Ermeni Meselesinde Tarihsel ve Güncel Sorun lar /// 28.05.2016 /// ANKARA


Değerli Arkadaşlar,

28 Mayıs 2016 Çarşamba günü saat 14:00’de TESAV (Türkiye Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı)’nda (adres aşağıdadır) "Ermeni Meselesinde Tarihsel ve Güncel Sorunlar" konulu konferans sunacağım.

TESAV Başkanı katılımcılara kitaplarımı ücretsiz sunacak.

Zamanı olanları görmekten mutluluk duyacağım.

Selamlar ve saygılar.

Ömer Lütfi Taşçıoğlu

TESAV

Ahmet Rasim Sokağı. No:10/2

Çankaya/ANKARA

Tel:4388181

TARİH : KLÂSİK DÖNEMDE OSMANLI EKONOMİSİ


KLSK DNEMDE OSMANLI EKONOMS.pdf

HRANT DİNK DOSYASI /// Reşat Altay : Bana bilgi verilmedi


Dink davasında savunma yapmaya başlayan dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Raşat Altay, Dink cinayetiyle ilgili cinayetten önce veya sonra kendisine bilgi verilmediğini iddia etti.

Dink cinayeti davasında sanıkların savunmaları alınıyor. Dönemin Trabzon İl Emniyet Müdürü Reşat Altay, savunma yapıyor.

Altay, 2006 yılında Trabzon’da göreve geldiğini ve hiçbir birimden kendisine Dink cinayeti tasarısıyla ilgili bilgi verilmediğini söyledi. Altay, Erhan Tuncel’in Yardımcı İstihbarat Elemanı olan Erhan Tuncel’in elemanlıktan çıkartılmasıyla ilgili olarak “Bana kimse Erhan Tuncel’in Dink cinayeti tasarısını yapan gruptan bilgi getirdiğini söylemedi” dedi.

Altay, savunmasında özetle şunları söyledi:

“Göreve gelirken Trabzon’un hassas bir şehir olarak gündemdeydi. Göreve geldiğimde bütün şube müdürlerinden brifing aldım. İstihbarat Şube Müdürü Engin Dinç’ti. Bana Dink cinayeti tasarısıyla ilgili hiçbir bilgi vermedi.”

“Engin Dinç, ‘Memduh’ kod adlı Yardımcı İstihbarat Elemanı olarak çok agresif olduğunu, buluşmalara gelmediğini, başka kurumlarla çalıştığını, sürekli para istediğini ve istenmeyen olaylara bulaşabileceğini söyledi. Yardımcı İstihabrat Elemanı’nın sağ aşırı faaliyetler içinde olan gruplarla ilişkili olduğunu söyledi. Yardımcı İstihbarat Elemanı kazanmak zordur. İstihbarat Büromuz sayıca da azdı. Gerekirse ben görüşeyim sorun neyse çözelim dedim. Dinç, siz zahmet etmeyin ben görüşürüm dedi. Altı yedi ay sonra bu kez yeni İstihbarat Şube Müdürü Faruk Sarı, aynı elemanla ilgili yardımcı istihbarat elemanlığından çıkartılması için yanıma geldi. Dosyasında hiçbir şey olmadığını söylediler. Ben de üst yazı yazarak İstihbarat Daire Başkanlığına yazdım. Oradan da uyarı gelmedi. Normalde 10-15 gün sürerdi ama 3-4 gün sonra hemen çıkarttılar.”

“İki tane F3 istihbarat raporunda imzam var. Bu görüşmelerde bilgi alınmadığı için F4 raporu düzenlenmemiş. Ben de üst yazımda raporların tek bir sayfa olduğunu belirterek raporları imzaladım.”

“Dink cinayetinden hemen sonra kentte bir karakola Ogün Samast’ın babası televizyonlardaki kişinin kendi oğlu olduğuna dair ihbarda bulunmuş. Yanıma çağırttım ve görüştüm. Yasin Hayal ve arkadaşlarıyla yakın ilişki içinde olduğunu söyledi. Görüşme sırasında şube müdürlerimden birisi Yasin Hayal’i tanıyoruz Mc Donalds bombalamasının faili dedi. Başsavcılığa bilgi verdim. Yasin Hayal’in adını ilk o zaman duydum. Emir verdim Hayal ve arkadaşları yakalandı.”

“Dink cinayetinden hemen sonra İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah beni aradı. Birini yakaladıklarını ve Yardımcı İstihbarat Elemanı olduğunu söylüyor. Trabzon’a çalıştığını söyledi. Muhittin Zenit’in ilişkide olduğunu ve İstanbul’a gelmesi gerektiğini söyledi. Zenit, Bayburt’ta görevliydi. Kendisini aradım Erzurum’da babasının yanında olduğunu söyledi. İstanbul’a gitmesi gerektiğini söyledim. Cerrah’ın yanında Ramazan Akyürek vardı. Onunla da görüştüm. Yasin Hayal ve arkadaşlarıyla ilgili bilgi vermedi. Ankara’da İl Emniyet Müdürleri toplantısında da İçişleri Bakanı’na da bilgi verdim. Görevden alındığımı söylediler."

“İstihbarat Şube Müdürlüğünün bilgisayarlarının arıza olduğu gerekçesiyle forum düzenlenerek İstihbarat Daire Başkanlığı’na gönderildiğinden haberim yoktu. İl Emniyet Müdürü olarak bu konuda bana bilgi verilmesi gerekiyordu.”

Altay’a savunması sırasında Mahkeme Başkanı, üyeler, duruşma savcısı ve Dink ailesi avukatları tarafından da sorular soruldu.

Altay’ın sorulara verdiği cevaplar ise şöyle;

“Trabzon’da görev yaptığımda İstihbarat Şubesi’nin eleman sayısı çok azdı. Sadece iki tane yardımcı istihbarat elemanı vardı.

“Yardımcı İstihbarat Elemanı Erhan Tuncel’in hiçbir bilgi vermediğini söylediler. Bilgi getirdiği söylenseydi dosyasına bakardım. Dosyasında bir şey yok dediler.

İstihbarat şube müdürü en gücen duymam gereken insan iki müdür benzer beyanlarda bulunuyor.”

“Yönetmelik, yardımcı istihbarat elemanı olan bu tür kişilerin, böylesi sorunlar halinde çıkartılması gerektiğini söyler. Mutlak karar merci İstihabrat Daire Başkanlığıdır. Oradan uyarıcı bir bilgi gelmedi. İstihbarat Şube Müdürü’ne itibar etmekten başka elimden bir şey gelmedi.

“Ahmet İlhan Güler’le telefon görüşmesi yaptığımda, Faruk Sarı’nın, Ramazan Akyürk tarafından müdüre bilgi vermeyin dediklerini söylediğini öğrendim.”

“Dink her gün gündemdeydi. Duruşmaları olayı geçiyordu, gazetelerde Dink’le ilgili açıklamalar yapılıyor. Çok özel gayretle takip edilesi gerekirdi. Bir tetikçi bulunuyor sonra vazgeçiliyor başka tetikçi bulunuyor ama devlet arşivlerinde bir şey yok. Birilerinden gizlenmesi gayreti var. Ben iyi niyetli bir memurum. İstanbul’u arar uyarırdım. Bu işle ilgili bilgisi olan insanlar hiç kimseye bilgi vermemişler”

Dink davasında mahkeme öğlen arası verdi. Aranın ardından Altay’ın savunmasının alınmasına devam edilecek.

RUSYA & FSB DOSYASI : RUSYA UKRAYNALI KADIN PİLOTU İKİ İSTİHBARATÇI İLE TAKAS ETTİ


Rusya Ukraynalı kadın pilotu iki istihbaratçı ile takas etti. Rusya. Ukrayna ordusunun tek kadın pilotu olan Nadejda Savçenko’yu Ukrayna’da tutuklu bulunan Rus istihbarat elemanı Evgeniy Yerofeyev ve Aleksandr Aleksandrov’a karşılık serbest bıraktı.

Rusya Ukraynalı kadın pilotu iki istihbaratçı ile takas etti. Rusya. Ukrayna ordusunun tek kadın pilotu olan Nadejda Savçenko’yu Ukrayna’da tutuklu bulunan Rus istihbarat elemanı Evgeniy Yerofeyev ve Aleksandr Aleksandrov’a karşılık serbest bıraktı.

Ukrayna’nın doğusunda Rusya yanlısı ayrılıkçılar tarafından rehin alınarak Rusya’ya kaçırılan ve 22 yıl hapis cezasına çarptırılan Ukrayna ordusunun tek kadın pilotu ve milletvekili Nadejda Savçenko Ukrayna’ya döndü.

Savçenko’yu taşıyan Ukrayna Devlet Başkanlığı uçağı, Rusya’nın Rostov şehrinden havalanarak saat 14.54’te Ukrayna’nın başkenti Kiev’deki Borispol Havalimanı’na indi.

Savçenko ve Ukrayna’da tutuklu iki Rus istihbarat elemanı Evgeniy Yerofeyev ve Aleksandr Aleksandrov aynı anlarda karşılıklı olarak ülkelerine gönderildi.

Savçenko’yu karşılamaya ailesi ve milletvekilleri geldi.

Nadejda Savçenko, havalimanı çıkışında, "Artık özgür olduğumu söylemek istiyorum" dedi.

Bu arada Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Savçenko için af imzaladığı açıklandı. Ukrayna’nın doğusunda Rusya yanlısı ayrılıkçılara yönelik operasyonlara gönüllü katılan,Ukrayna ordusunun tek kadın pilotu Üsteğmen Nadejda Savçenko, 2014’te sözde Lugansk Halk Cumhuriyeti ayrılıkçılarınca rehin alınarak Rusya’ya kaçırılmıştı. Ukrayna’nın doğusundaki Rus gazetecileri öldürmekle suçlanan Savçenko, Rusya’da mahkemeye çıkarılmıştı.

Rus Mahkemesi, 21 Mart’ta başlayan, 22 Mart’ta sona eren karar duruşmasında Ukrayna Milletvekili ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Üyesi Savçenko’yu 22 yıl hapis ve Rusya sınırını yasa dışı geçmekten 30 bin ruble para cezasına mahkum etmişti. Daha önce mahkemenin tutumunu protesto etmek için açlık grevine başlayan Savçenko, kararın açıklanmasından ardından 6 Nisan’da ölüm orucuna başlamıştı.

Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroşenko, Savçenko’dan açlık grevine geçici olarak son vermesini istemiş, Nadejda Savçenko isteği olumlu karşılamıştı.

Poroşenko, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yaptığı telefon görüşmesinin ardından, Nadejda Savçenko’nun serbest kalmasını sağlayacak plan üzerinde anlaşmaya vardıklarını açıklamıştı. Bu gelişmelerin ardından Ukrayna’da tutuklanan Rus askeri istihbarat mensupları Evgeniy Yerofeyev ve Aleksandr Aleksandrov’un Rusya’da hapis cezasına çarptırılan Ukraynalı pilot ve milletvekili Nadejda Savçenko ile takas edilebileceği öne sürülmüştü.

Yerofeyev ve Aleksandrov 16 Mayıs 2015’te Ukrayna’nın doğusunda Lugansk bölgesinde Sçastye kasabası yakınlarında Ukrayna askeri birliklerine saldırdıkları gerekçesiyle tutuklanmıştı. Yerofeyev ve Aleksandrov, 18 Nisan’da çıkarıldıkları mahkemece on dörder yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.

Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroşenko da Nadejda Savçenko’nun Ukrayna’ya sağ salim dönmesi için takas yolunu kullanabileceğini bildirmişti. Poroşenko daha sonra Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yaptığı görüşmede, Savçenko’nun iadesini istemişti. Bu görüşmede her iki devlet başkanının Rus istihbarat elemanları ile Savçenko’nun değişimi konusunda mutabakata vardığı öne sürülmüştü.

Mayıs ayı içerisinde Savçenko’nun iadesiyle ilgili süreç başlamış, Ukrayna ve Rusya adalet bakanlıkları arasında başvurular yapılmıştı. Avukat Valentin Rıbin, bugün Evgeniy Yerofeyev ve Aleksandr Aleksandrov’un affedilmesi için Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroşenko’ya dilekçe verildiğini açıklamıştı.

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI : Rusya, IŞİD’e kimyasal sevkiyat yapan Türk şirketlerini açıkladı


Rusya, beş Türk şirketinin IŞİD’e el yapımı patlayıcı üretiminde kullanılan maddeler gönderdiğini iddia etti; şirketlerin isimlerini Birleşmiş Milletler’e sundu.

Rusya’nın BM Daimi Temsilcisi Vitaliy Çurkin’in iddiasına göre bazı Türk şirketleri IŞİD’e patlayıcı üretiminde kullanılan maddeler sevk etti. Çurkin’in, bu şirketlerin isimlerini Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne bir mektupla ilettiği bildirildi.

Rusya BM Daimi Temsilcisi’nin mektubunda geçen Türk şirketleri:

  • Gültaş Kimya
  • Marikem Kimyevi ve Endüstriyel Ürünler
  • Metkim
  • Ekim Gübre
  • Diversey Kimya

Analiz Türkiye’yi işaret ediyor

Rus haber ajansı Sputnik‘in haberine göre, Rus diplomat, “Irak’ın Tikrit ve Suriye’nin Kobani bölgelerinde IŞİD militanları tarafından kullanılan patlayıcı karışımlardaki temel kimyasal maddeler üzerinde, üretici firmaların tespit edilmesi ve bu maddelerin diğer ülkelere satış koşullarının öğrenilmesi için yapılan analiz, söz konusu maddelerin ya Türkiye’de üretildiğini ya da üçüncü ülkeler üzerinden yeniden ihraç hakkı bulunmaksızın Türkiye’ye gönderildiğini gösteriyor” ifadelerini kullandı.

Suriye’ye amonyum nitrat sevkiyatı 7 kat arttı

Adı geçen şirketlerin IŞİD‘e gönderdikleri kimyasal maddelerin türlerine de mektubunda yer veren Çurkin, Türk şirketleri tarafından IŞİD’e sevk edilen kimyasal maddeler arasında alüminyum tozu, amonyum nitrat, granül karbamit ve hidrojen peroksit bulunduğunu ifade etti. Çurkin, Türkiye’den Suriye’ye yapılan amonyum nitrat sevkiyatının 7 kat arttığına da dikkat çekti.

IŞİD’in ürettiği el yapımı patlayıcıların ayırt edici özelliği ne?

Diğer yandan, IŞİD’in Ortadoğu’daki uzmanları tarafından üretilen el yapımı patlayıcıların (EYP) ayırt edici özelliğine dikkat çeken Rus diplomat, “Bu patlayıcıları diğerlerin ayıran özellik, ABD’li Microchip Technology firmasına ait ‘mikrokontrolör’, İsviçreli ST Microelectronics şirketi tarafından üretilen ‘transistör’ ve Nokia 105 RM-908 tipi cep telefonlarının kullanılması” dedi.

Rusya, Türkiye’nin Şam Cephesi ve IŞİD militanlarına silah ve yardım gönderdiğine dair elinde belgeler olduğunu iddia etmiş, iddia ettiği kanıtları 1 Nisan 2016 tarihinde BM Güvenlik Konseyi’ne sunmuştu.

Rusya’nın BM Daimi Temsilcisi Vitaliy Çurkin, Türkiye’nin Suriye’de IŞİD’in kontrolü altında bulunan bölgelere yasadışı yollardan silah ve mühimmat gönderdiğine ilişkin belgeleri BM Güvenlik Konseyi’ne sunmuştu. Güvenlik Konseyi’ne sunulan belgelerde, “Türkiye, IŞİD’in ana silah ve askeri teknoloji tedarikçisi durumunda. Bu amaç doğrultusunda yasadışı örgütleri kullanan Türkiye’de tüm bu organizasyonu idare eden Milli İstihbarat Teşkilatı. Sevkiyat, arabalarla ve insani yardım konvoylarıyla gerçekleştiriliyor” denmişti.

Kasım 2015’ten Ocak 2016’nın sonuna kadarki dönemde Suriye’deki militanlara yapılan silah ve askeri ekipman sevkiyatına ilişkin bilgilere yer verilen belgede, “Türk istihbarat mensupları, Ocak ayının ortasında Şam Cephesi militanlarına 7,62 mm ve 12,7 mm kalibreli silahlar ve RPG-7 roketatarları tedarik etti. 25 Ocak’ta ise İnsan Hak ve Özgürlüklerini Koruma Vakfı, IŞİD militanlarına yaklaşık 55 tonluk gıda ve malzeme gönderilmesine sponsor oldu. Sevkiyatların ana sponsoru Beşar Vakfı oldu” ifadeleri kullanılmıştı. (Odatv)

“MİT, vakıflara kaynak aktarıyor” iddiası

Raporun devamında, “Silah, askeri ekipman ve yardım tedarikinde en etkin olan kuruluş olan Beşar Vakfı, Bayırbucak ve Kızıltepe Türkmenlerine 50 konvoy gönderdi. Vakfın ana finansman kaynakları, resmi olarak özel ve tüzel kişilerin yaptığı bağışlar olarak görülüyor ancak özel ve tüzel kişi görüntüsü altında Milli İstihbarat Teşkilatı’ndan kaynak aktarılıyor. Hükümetin yardımıyla vakıf, Türkiye ve yurtdışındaki bankalarda hesap açıyor” bilgisine yer verilmişti.

IŞİD ve diğer terör örgütlerine yapılan sevkiyatların bir diğer önemli sponsoru olduğu belirtilen İyilikler Vakfı’nın ise 25 konvoyluk sevkiyat gerçekleştirdiği kaydedilmişti.

2 Milyon dolarlık kimyasal madde gönderildi iddiası

Rusya’nın sunduğu belgede, Reyhanlı, Azez, Kamışlı ve Cerablus’taki sınır hattı üzerinden Suriye’deki teröristlere patlayıcı madde ve kimyasal madde gönderildiği de iddia edilmişti. Buna göre, 2015 yılı içinde 2 bin 500 ton amonyum nitrat (788,7 bin dolar), 456 ton potasyum nitrat (468,7 bin dolar), 75 ton alüminyum tozu (496,5 bin dolar), sodyum nitrat (19,4 bin dolar), gliserin (102,5 bin dolar) ve nitrik asit (34 bin dolar) örgüt militanlarına ulaştırıldı.

TARİH : KÂTİP ÇELEBİ (1609-1657)


A. Hayatı ve Yetişmesi

On yedinci yüzyıl Osmanlı bilim dünyasının en önemli simalarından biri olan Kâtip Çelebi hakkında günümüze kadar çok şey yazılmış ve söylenmiştir. Şüphesiz bu birikim, onun hayatını ve ilmî kişiliğini ortaya koymak açısından son derece önemlidir. Ancak bir yazarın kendisi hakkında, eserlerinde verdiği bilgileri göz önünde bulundurmak daha sağlıklı kanaatler ortaya konulmasına yardımcı olduğundan, Kâtip Çelebi’yi öncelikli olarak Süllemü’l-Vusûl ve Mîzânü’l-Hakk adlı eserlerinde verdiği otobiyografisi ışığında incelemekte fayda vardır.

Kâtip Çelebi Süllemü’l-Vusûl’da kendisini şöyle takdim etmiştir: “Doğum ve neş’et mahalli İstanbul olan Abdullah oğlu Mustafayım. Mezheben Hanefî ve meşreben İşrâkiyim.[1] Beldemiz ulemâsı arasında Kâtip Çelebi, Divan mensuplarınca Hacı Halife diye anılırım”. Kâtip Çelebi bu takdimden sonra annesini kaynak göstererek Şubat 1609’da doğduğunu belirtmiştir. Devamla babasının Enderun’da silahdâr olduğunu ve dolayısıyla zaman zaman seferlere katıldığını, çok dürüst, dindar, ilme ve ilim adamlarına saygılı bir kişi olması nedeniyle de daha küçüklüğünden itibaren onun yetişmesi için büyük titizlik gösterdiğini, beş altı yaşlarındayken Kur’an ve tecvid öğretmesi için Kırımlı İmam İsa Halife’yi kendisine hoca tuttuğunu kaydetmiştir. Kâtip Çelebi kendi ifadelerine göre, daha sonra İmam İlyas Hoca’dan Arapçanın gramerini okumuş, Hattat Böğrü Ahmed Çelebi’den de hüsn-i hat (güzel yazı) dersleri almıştır. 1623 yılında babası aracılığıyla dîvan kalemlerinden Anadolu muhasebesi kalemine katip olmuş, burada hesap kurallarını ve siyâkat yazısını öğrenmiştir. 1624 yılında babası ile birlikte Abaza Mahmut isyanını bastırmak için düzenlenen Tercan Seferi’ne, daha sonra 1625’de yine babasıyla Bağdat Seferi’ne katılarak savaş ortamını gözlemleme imkanı bulmuştur. Bu sefer dönüşünde, hem babasını hem de amcasını kaybeden Kâtip Çelebi oldukça meşakkatli bir yolculuktan sonra önce Diyarbakır’a gelmiş, orada baba dostu Mehmed Halife’nin yardımlarıyla bir müddet yine maliye dairelerinde çalışmıştır.[2]

1628-1629’da İstanbul’a geçmiş olan Kâtip Çelebi, meşhur Kadızâde Mehmed Efendi (ö.1635)’nin derslerine devam etmeye başlamış, ancak fazla bir zaman geçmeden 1629’da tekrar Hüsrev Paşa ile Hemedân ve Bağdat seferlerine katılmıştır. Bu seferlerden İstanbul’a dönünce (1631) yine Kadızâde’nin derslerine devam etmiştir. Ondan Tefsir, İhyâ-ı Ulûm, Mevâkıf Şerhi, Dürer ve Tarikat-ı Muhammediye okumuştur. Hocasının derslerini sathî ve aklî ilimler semtine uğramamış olarak niteleyen Kâtip Çelebi, Kadızâde’nin tefsir okurken aklî ilimlerle ilgili yerlere geldikçe “Kâdî burada felsefîlik eylemiş” deyip:

“Kelâm-ı felsefe fülse değer mi?
Ana sarraf-ı keyyis baş eğer mi?
Mantıkîler ölür ise gam değil
Zira onlar ehl-i imandan değil”[3]

dediğini naklederek, hocasının mantık ve felsefeye olan karşıtlığını örneklendirmek istemiştir. Kâtip Çelebi bu nedenle kendisinin “Kişi bilmediği nesnenin düşmanıdır” sözünü atasözü gibi kullandığını belirterek hocasının bu tavrını benimsemediğini dile getirmiştir.[4]

Bu vesile ile hocası hakkında kısaca bilgi veren Kâtip Çelebi’nin anlattıkları, dönemin düşünce hayatına ve kendi üzerindeki etkisine ışık tutması açısından önemlidir.

İfadelerine göre dinî hoşgörüsüzlüğüyle tanınan ve daha sonra kendi adıyla anılacak bir vaiz sınıfının ortaya çıkmasına neden olan hocası Kadızâde, o dönemde raks ve devir gibi bazı meseleleri tekrar gündeme getirerek Halvetîlerin, Mevlevîlerin ve mezarlık bekçilerinin düşmanlığını kazanmış, tasavvuf ve tarikatlara düşmanlığı nedeniyle zındıklıkla itham edilmiş, Regaip, Berat ve Kadir gecesi namazları gibi bazı konuları tartışmaya açmıştır. Ayrıca hocasının, “aykırı davran, tanınırsın” sözünü kendisine bir tarz olarak benimsemiş olduğunu, bu sayede padişahlarca da tanınarak herkese üstünlük kurduğunu ve işlerini kolayca hallettiğini belirtmiştir. Hocasının bu yapmacık tavrını bazı ahmakların ciddiye alarak ona uyduklarını, neticede insanların taassupla kuru kavgalara tutulduklarını anlatan Kâtip Çelebi, başta ilim adamları olmak üzere Müslüman Osmanlı halkına her fırsatta itidali tavsiye ettiğini kaydetmiştir.[5]

Söz konusu taassubun aklî ilimlerin kötülenip yalnız naklî ilimlere değer verilmesi sebebiyle ortaya çıktığını savunan Kâtip Çelebi, bu görüşünü “Uçmaya iki kanat lazımdır. Makûlât ve meşruât iki kanat yerindedir” gibi bir teşbihle ifade etmiştir. Taassub ile sağduyu arasında bir denge kurulması gerektiğine dikkat çekmiş[6] olan Kâtip Çelebi, bu tavrını eserlerinde güzel bir şekilde sergilemiştir.

Kâtip Çelebi, işte böyle bir tartışma ortamı ve bazı ilmî çalışmalar içerisinde olduğu bir sırada 1633’de Sadrazam Tabanı Yassı Mehmed Paşa kumandasında düzenlenen İran Seferi’ne katılmak üzere derslerine bir kez daha ara vermiştir. Sefer esnasında Halep’te kışlamakta olan ordudan ayrılarak Hicaz’a geçmiş ve hac vazifesini yerine getirmiştir. Halep’ten Diyarbakır’a dönüldüğünde, yörenin ilim adamlarıyla görüşme fırsatı bulmuş olan Kâtip Çelebi, buradayken 1634’de IV. Murad’ın Revan Seferi’ne katılma durumunda kalmıştır. 1635’de bu seferden İstanbul’a döndükten sonra ise kalan ömrünü ilim öğrenmek ve öğrenci yetiştirmekle geçirmeye karar verdiğini “Küçük cihaddan büyük cihada döndük (yani savaştan bilgiye döndük)” sözüyle dile getirmiştir.[7]

Revan seferi dönüşü Halep’te sahaf dükkanlarını dolaşıp gördüğü kitapları kaydettiğini, İstanbul’a döndüğünde bir miras vesilesiyle elde ettiği paranın büyük kısmını kitaba harcadığını, daha sonra bunları okumaya koyulduğunu, özellikle de kişisel ilgi ve merakı nedeniyle tarih, tabakât ve vefeyât kitaplarıyla hayli meşgul olduğunu belirten Kâtip Çelebi, daha önce verdiği kararı sebebiyle IV. Murad’ın 1638’deki Bağdat Seferi’ne katılmamıştır. O sırada, ilmî birikim ve saygınlığıyla meşhur olmuş olan A’rec Mustafa Efendi’nin Beydâvî Tefsiri derslerine devam etmiştir. Daha önce aklî ve naklî ilimlere dair derslerine katıldığı âlimlere nispetle çok engin bir birikime sahip olduğu için A’rec Mustafa Efendi’yi kendisine üstat edindiğini belirtmiştir. Otobiyografisinde hem aklî hem de naklî ilimlerde kendisinden çok şey kazandığını belirten Kâtip Çelebi, onu ufkunu açan önemli bir kişi olarak zikretmiştir.[8]

Ayrıca Ayasofya dersiâmı Kürt Abdullah Efendi ve Süleymaniye dersiâmı Keçi Mehmed Efendi’nin derslerine katılmıştır (1639-1640). Kâtip Çelebi, naklî ilimlerde çok derinlikli olarak nitelendirdiği Keçi Mehmed Efendi’nin, derslerde zaman zaman felsefî meselelerle karşılaştıkça “bizim bildiğimiz değil, bilir varsa söylesin” dediğini belirterek insaf ettiğini, Kadızâde gibi bilmediğini zem ve reddetmediğini belirtmiştir. Daha sonra Vaiz Veli Efendi’den mantık, belâgat (meâni-beyan) ve hadis usûlü dersleri almıştır. 1645’deki Girit Seferi nedeniyle önceden beri var olduğunu belirttiği harita, hey’et, hesab ve hendese merakı nüksetmiş, bu alanda yazılmış eserlerin tamamını incelemiştir. Bu arada uzun müddet çalışmış olduğu dîvan kaleminde “halifelik” makamına yükselemediği için istifa ederek köşesine çekilmiş, başta coğrafya ve tarih alanlarında olmak üzere eserler kaleme almaya başlamış, bir yandan da öğrenci yetiştirmiştir. Aynı zamanda yine A’rec Mustafa Efendi’den Şerh-i Adûd, Şerhu Eşkâli’t-Te’sîs, Şerh-i Çağminî, Arûz-i Endülüsî ve Zîc-i Uluğ Bey’i (geometri ve astronomi) okumuştur.[9]

Kâtip Çelebi, 1648’de divan kaleminin ikinci halifeliğine atanmışsa da geçim kaygısıyla haftanın sadece bir iki günü buraya devam etmiş, vaktinin büyük bir kısmını eserlerini yazmakla geçirmiştir.[10]

Burada önemli olduğu için belirtmekte yarar gördüğümüz bir husus da Kâtip Çelebi’nin Batıda yapılan çalışmalara olan ilgisidir. Kanaatimizce bu ilgi, onun 1645 yılından sonra coğrafya ve kozmoğrofyada yoğunlaşmasının bir sonucudur.

Oldukça meraklı ve meraklarını gidermek için her imkanı değerlendiren yapısına uygun olarak Kâtip Çelebi, muhtemelen bu yoğunluğuyla daha dışa dönük bir ruh haline girmiş ve incelemelerini sadece Müslüman yazarların eserleriyle sınırlı tutmamıştır. Bir Fransız rahibi iken Müslüman olmuş olan Şeyh Mehmed İhlâsî’den yardım alarak Latince yazılmış Atlas Minor adlı coğrafya eserini okuyup incelemesi, daha sonra onu Levâmiu’n-Nûr fî Zulumât-i Atlas Minor adıyla Osmanlı Türkçesine kazandırmış olması[11] bahsetmeye çalıştığımız ruh halini örneklemesi bakımından son derece önemlidir. Eserlerini tanıtırken belirteceğimiz üzere bu çeviri, Kâtip Çelebi’nin doğu coğrafyacılığına ait bilgiler ile Batı coğrafyacılığına ait yeni bilgileri biraraya getirerek kaleme aldığı ünlü coğrafya eseri Cihannümâ’sının da alt yapısını oluşturmuştur.

XVII. yüzyılın bu büyük aydını, genel kabul görmüş olan 6 Ekim 1657 tarihinde[12] vefatına kadar yorucu ve aralıksız bir çalışma hayatı geçirmiş, sanki o kısacık ömrüne çok şeyler sığdırmaya çalışmıştır.

B. İlmî Kişiliği

XVI. yüzyıl ortalarından itibaren medrese programlarından matematik ve felsefe gibi derslerin çıkarılmış bulunması, bilim hayatının gerilemesine ve düşünce hayatının durgunlaşmasına yol açmıştı. Zamanın Müslümanları, daha ilk dönemlerden itibaren Helenistik Batı ve Doğudan, İran, Türkistan, Hindistan ve hatta Çin’den gelen kültürel akımlara ve etkilerine açık olmuş olan İslam medeniyetinin, artık kendi kendine yeterli bir hale gelmiş olduğuna inanır olmuşlardı. Onlara göre İslam’ın parlak dünyasının, barbarlık ve inançsızlık karanlığı içerisindeki Frenk Avrupası’ndan öğreneceği birşeyler olamazdı. Avrupalıların kayda değer başarıları sadece savaş sanatları alanındaydı ki, ele geçirilen silah ve gemilerin, esirlerin ve mühtedîlerin yardımıyla bunlar incelenebilir ve öğrenilebilirdi. Avrupa’nın lisan, edebiyat, sanat ve felsefelerinin kendileri için önemli veya uygun olabileceği fikri akıllarından bile geçmiyordu. Avrupalılara karşı zaferler kazanıldıkça kuvvetlenen bu görüş, Avrupa’nın Rönesans ve Reformasyon hareketleriyle değişmiş, ilerlemiş ve kuvvetlenmiş olmasına rağmen aynen sürdürülmüştü. Dışa açık olmak bir tarafa Osmanlı aydını bu dönemde kendi içerisinde düşünce ve din alanındaki farklılıklara karşı dahî hoşgörüsüz ve tutucu bir görüntü sergiliyordu.[13]

İşte böyle bir ortamda yetişen Kâtip Çelebi, çağının taassubu içerisinden sıyrılıp çıkmış, iki gruba ayrılmış bazı çağdaşlarının toplumu birbirine düşürebilecek bir kavga haline getirdikleri konular üzerinde, her iki tarafın da hatalarını belirterek doğru yolu göstermeye çalışmış bir aydındır. İfrat ve tefrit noktalarında hocalarını ve devrinin halk tarafından otorite kabul edilmiş âlimlerini eleştirmekten kaçınmamıştır. Ayrıca devletin bozulan idaresi hakkında düşündüklerini, kimseden çekinmeksizin açık bir dille ifade etmiştir. Özellikle Düstûru’l-Amel ve Mîzânü’l-Hakk adlı eserlerinde hem gruplar arası çekişmeleri, toplumun yanlış anlama ve uygulamalarını hem de devlet idaresindeki bozuklukları büyük bir rahatlıkla eleştirdiği görülmektedir. Şüphesiz onun bu rahat tavrı, aydın bir kişi olarak sorumluluğunu yerine getirdiğine olan inancından kaynaklanmıştır.

Kâtip Çelebi’nin, çok istediği dîvan kalemi başhalifelik makamına ulaşamamış olmasına rağmen idareciler ve toplum nazarında bu derece itibar kazanması, dîvan kalemindeki görevi esnasında her fırsatı değerlendirmesi ile istifasından sonra on yıl kadar büyük bir azimle kendi kendini yetiştirmesinin bir sonucudur. Çünkü o, zamanın örgün öğretim kurumları olan medreselerde yetişme imkanı bulamamış, daha genç yaşta idarî bir görev alarak yoğun bir iş hayatı içerisine girmiştir. Ancak hiçbir şey onun öğrenme azmini kıramamıştır. Bu azim ve hevesini “on sene kadar zaman gece-gündüz (ilimle) iştigal edip, nice kitaplar görmek ve ekser fünûnu tetebbu etmek müyesser oldu. Gehî (bazen) bir kitabı görmeye şevk düşüp gurûb-i şemsden tulûa dek şem’a (mum) yanardı, kelal ve melal (usanç) gelmezdi” şeklinde ifade etmiştir.[14]

İşte bunun içindir ki Kâtip Çelebi’nin ilmî bir kariyer elde etmedeki çabası takdire şayandır. Hayatı ile ilgili bilgileri şöyle bir süzgeçten geçirdiğimizde görmekteyiz ki o, sürekli olarak bilmediklerini, merak ettiklerini öğrenme uğraşısında olmuş, yaşının hayli ilerlemiş olmasına rağmen zamanının bilim adamlarından dersler almaya çalışmış, katıldığı seferlerde ordunun konakladığı her yerde kitapçı dükkanlarını dolaşarak ilmî çalışmalardan haberdar olmaya özen göstermiş, yörenin âlimleriyle görüşüp bilgilerinden yararlanmaya gayret etmiştir. Eserlerinin altyapısını genel olarak işte bu ziyaretlerde elde ettiği bilgi, gözlem ve materyaller oluşturmuştur.

Kâtip Çelebi, Türkçe ve Arapça yazılmış eserleri kaynak olarak kullanmakla yetinmemiştir. Batı kaynaklarından da yararlanmak gibi zamanının ilim adamlarına nispetle sıra dışılık olarak nitelendirilebilecek bir ilmî tavır ve hür düşünceye sahip olmuştur. Öyle ki, Bernard Lewis bu yönüyle Kâtip Çelebi’yi XVI. ve XVII. yüzyıllarda Avrupa üzerine kalem oynatan Hezârfen Hüseyin (ö. 1103/1691) ve Müneccimbaşı Ahmed B. Lütfullah (ö. 1113/1702) ile birlikte başlıca üç Osmanlı yazarından biri olarak saymıştır.[15]

Kâtip Çelebi yararlandığı eserlerde kişilerin görüşlerinden ve ayrıntılardan ziyade bizzat olaylar ve fikrî temelleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu metodunu, ders verdiği öğrencilerine Yahya Efendi ile aralarında geçen bir görüşmeyi naklederek aşılamaya çalışmış olan Kâtip Çelebi, Mîzânu’l-Hakk’ta şu ifadeleri kullanmıştır: “Merhum Yahya Efendi ders der misiniz ve hâşiyeler mütâlaa eder misiniz? der idi. Fakir dahî, ‘ders okurlar (veririm) lâkin hâşiye iltizâmı nâdir olur’der idim. Zîra âdâb-ı fakîr her kesrete canib-i vahdetten dühûl ve ihâta-i külliyat ile zabt-ı usûl idi. Cüz’iyyatla takayyüd ve cerbeze semtine iltifat tadayyu-ı evkât olmak üzere karar verilmiş idi”.[16] Görüldüğü gibi meselelere küllî kaidelerden bakmayı (tümdengelimi) esas kabul edip, ayrıntılarla uğraşmayı vakit kaybı olarak değerlendiren Kâtip Çelebi, zannediyoruz bu anlayış ve metodu sayesinde çok sayıda ilim dalıyla ilgilenebilme imkanı bulmuştur. Çok yönlülüğünü ise “Yek fenle kanaate uluvv-i himmet rızâ vermedi” sözüyle dile getirmiş, biraz da gösterdiği gayretle övünmüştür.

Ancak şu var ki, Kâtip Çelebi’nin özellikle hikmet denilen felsefeye duyduğu ilgi onun ilmî kişiliğinin oluşmasında etkin rol oynamıştır. Bu nedenle Mîzânü’l-Hakk’ın daha giriş kısmında, aklî ilimlerin gerekli olduğu konusunu ele almıştır. Burada aklî ilimlerin dince yasak olduğunu söylemiş olan kişileri bilgisiz ve ahmak olmakla itham etmiştir. Doğruya ve gerçekleştirilmek istenen amaçlara ulaşmak için bütün ilim dallarının birer araç olduğunu belirterek oldukça pragmatist bir düşünce yapısına sahip olduğunu göstermiştir. Bu tutumunu hikmet ile şeriat ilimleri (aklî-naklî) arasında kurulması gereken dengeye işaret ederken daha da netleştirmiştir: “Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarından merhum cennet mekân Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye dek hikmet ile şeriat ilimlerini uzlaştıran gerçek araştırıcılar ün kazanmışlardı. Ebulfeth Sultan Mehmed Han, Medâris-i Semâniye’yi yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış ve Hâşiye-i Tecrîd ile Şerh-i Mevâkıf derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp Hidâye ve Ekmel derslerini okutmayı uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı ne Hidâye kaldı ne de Ekmel. Bununla Rum’da ilim pazarına kesat gelip bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu. Ekrâd diyarının (Doğu Anadolu) kıyısında köşesinde yer yer kanuna göre ders gören öğrencilerin mübtedîleri (daha başlangıçta olanları) Rum’a gelip büyük tafra satar oldular. Zamanımızda bazı kabiliyetliler onları görüp hikmet öğrenmek istediler. Hakir dahî müzâkere ve ders okutma sırasında yeteneği ve eğilimi olan öğrencileri, Sokrat’ın Eflatun’u heveslendirdiği gibi, varlıkların gerçeğini araştıran bilimi öğrenmeleri için heveslendirdim, bu risalede de hepsine nasihat olsun diye birkaç madde alıp söyledim. Tâki mutlak ilim namına olanı olabildiğince öğrenmeye çalışsınlar, elbette bir mahalde lazım olur. İlmin zararı olmaz. Kötüleyip inkar eylemeyeler. Zira bir şeyi inkar ol nesneden uzak ve yoksun kalmaya sebeptir.”[17]

Kâtip Çelebi’nin, yine eserinin sonundaki tenbihler içerisinde aklî ve naklî ilimleri bir kuşun iki kanadına benzeterek üzerinde durmuş olması, bu konu üzerinde hassas olduğunu gösteren bir diğer örnektir.

Ne var ki Kâtip Çelebi, sergilediği bütün bu makul tavrına, inanılmaz öğrenme azmine ve son derece önemli eserler vücuda getirmiş olmasına rağmen ilmiye sınıfından olmadığı için zamanının medrese mensuplarınca kıskanılmış, “ketebeden Mustafa Çelebi” (ilmiyeden değil Kâtiplerden anlamında) unvanından başka bir unvana layık görülmemiştir. O da maalesef birçok büyük beyin gibi ancak vefatından sonra değerlenebilmiştir.

Türk tarihiyle ilgilenen yerli yabancı bütün araştırmacıların ilk akıllarına gelen başlıca Osmanlı bilgin ve aydınlarından olan Kâtip Çelebi, kendisinden sonra gelenleri de etkilemiştir. Örneğin Osmanlı döneminin büyük tarihçilerinden Nâimâ (ö. 1716), eserinin birçok bölümünde ondan alıntılarda bulunmuş; Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi (ö. 1787), Süllemü’l-Vusûl adlı biyografik eserine zeyl mahiyetinde meşhur eseri Mecelletü’n-Nisâb’ı kaleme almıştır. Bibliyografik eseri Keşfü’z-Zünûn’un, yazıldığından günümüze ilim aleminde gördüğü ilgi ise anlatılamayacak ölçüdedir.

Kâtip Çelebi farklı içerik ve türde kaleme aldığı eserlerinde, zamanının ağdalı anlatımını benimsemeyerek süs ve seciden uzak, yalın bir anlatımı tercih etmiştir. Bu açıdan onun, insanlar tarafından kolay anlaşılabilir ve eserlerinden azami ölçüde yararlanılabilir bir yazar olma kaygısı taşıdığını söylemek mümkündür. Bu üslubu Osmanlı toplumunun dili dışında Arapça ve Farsça yazmış olduğu birkaç eseri için de geçerlidir.

Esasında bu dillerle eser yazmış olması belirttiğimiz kaygısıyla çelişir gibi gözükmektedir. Hatta yabancı dilde yazması ilk bakışta kabul görmediği ilmiye sınıfına karşı bir isbat-ı rüşt ve onlara karşı prestij kazanma gayreti olarak da algılanabilir. Ancak Arapça yazmış olduğu Keşfü’z-Zünûn, Süllemü’l-Vusûl ve Fezleketü’t-Tevârih gibi eserlerin tarihî, biyografik ve bibliyografik malzemelerini büyük oranda Arapça kaynakların oluşturması, Kâtip Çelebi’nin böyle bir beklentiden ziyade şartlara uygun ilmî bir tercih yaptığının göstergesidir.

C. Eserleri

Kâtip Çelebi tarih, coğrafya, sosyoloji, atlas, felsefe, astronomi, matematik, hadis, fıkıh, tefsir gibi çok çeşitli ilim dallarıyla ilgilenmiş olması sebebiyle birçok konuda eser kaleme almıştır. Eserleri, her biri kendi devrinde olduğu gibi günümüzde de kaynak olma özelliğini korumaktadırlar.

Ona ait olduğu tespit edilmiş başlıca eserleri şunlardır:

1. Fezleketü Akvâli’l-Ahyâr Fî İlmi’t-Târih ve’l-Ahbâr

Târîh-i Kebîr adıyla da anılmış[18] olan eserden, Türkçe Fezleke’nin önsözünde Fezleketü’t- Tevârih olarak bahsedilmiştir.[19] Bu tarih kitabı, Kâtip Çelebi’nin kaleme almış olduğu ilk eseridir. İki cilt olarak tasarlanmış olan kitabın yazımı 1641 yılında tamamlanmıştır.[20]

Yaratılıştan yazarın yaşadığı zamana kadar gelen ve Arapça yazılmış olan eserde, Mustafa Cenâbî (ö. 1590)’nin eserinden özetle alınan seksen iki hükümdar sülalesi yüz elliye çıkarılmıştır.

Eser, bir mukaddime, üç bölüm ve bir hatimeden oluşmuştur. Kâtip Çelebi dört fasla ayırdığı mukaddimede sırasıyla eserinin içeriğini; tarih ilminin manası, konusu ve faydasını; yararlandığı kaynakları; tarihçinin bilmesi gereken kuralları belirtmiştir. Ne yazık ki, burada alfabetik olarak sıraladığı 1300 kadar eserin ismini içeren fasıl eserin günümüze ulaşan nüshasında eksiktir.

Eserin ilk bölümü yaratılışın başlangıcı, peygamberler, Hulefâ-i Râşidîn Dönemi, İslâm’dan önceki ve sonraki hükümdarlar, zorbalar, Hâricîler ve yalancı peygamberler konularını; ikinci bölümü yeryüzünün durumunu, iklimlerini, fersah, mil vb. ölçüleri, çeşitli kavimler ve Arap kabilelerini, isim, lakap, künye, nesep ve vefeyât kurallarını; üçüncü bölümü dehr, karn, asır, sene, ay, hafta, gün ve saat gibi zaman dilimlerini, Türkî, Kıbtî, Rûmî vb. tarihlerini, Farsî ve Celâlî takvimlerini, hicretin başlangıcından eserin yazılış tarihine kadar geçen olayların kronolojisini içermektedir.

Eserin Osmanlı tarihine ayrılmış olan 197a-250b varakları arasında ise kuruluştan 1641 yılına kadar meydana gelen olaylar sıralanmış, IV. Mehmed’e (1687) kadar padişahlar, vezîriâzamlar, şehyulislamlar, kazaskerler, İstanbul kadıları ile diğer vezirler, beylerbeyiler, padişahların hocaları, nâkibü’l-eşraflar ve diğer bazı yüksek rütbeli devlet adamlarının isimleri verilmiştir. Bu kısma ayrıca önemli olaylar için düşürülmüş manzum tarihlerle bazı vesika suretleri, derkenar olarak da bazı önemli olaylar eklenmiştir.[21]

Genel tarih eseri ve daha çok derleme bir çalışma olması nedeniyle yazarın dil kullanımı ve konuları işleyiş üslubu noktalarındaki özgünlüğünü tespit etmek hayli güçtür. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Kâtip Çelebi’nin eserde kullandığı Arapça oldukça sadedir. Bunu bilinçli olarak tercih etmiş olabileceği gibi yazarlarının çoğu Arap olan tarih kaynaklarından alıntı yapması da bunda etkili olmuştur denebilir. Çünkü bu kaynakların çoğunluğu edebî anlatımı ön plana çıkarmak yerine, aynı konuda ne kadar rivayet varsa gerek senetlerinde gerekse haberlerin içeriklerindeki farklılıklarıyla birlikte bunları aktarma amacı taşıyan eserlerdir. Arap tarzı tarihçilik olarak nitelenen bu tarz tarih yazımı, daha önce belirttiğimiz gibi rivayetlerin senetleri kısaltılarak ya da tamamen vazgeçilerek Osmanlı tarihçilerinden bazılarınca kullanılmıştır. Cenâbî bu tarz tarih yazımının ilk örneği olarak kabul edilmiş, onun tarih eseri el-Aylamu’z-Zâhir’i kullandığı belli başlı eserler arasında sayan Kâtip Çelebi de bir nevi takipçisi olarak yorumlanmıştır.[22]

Kâtip Çelebi tefsir, hadis ve diğer genel tarih eserlerinden de faydalanmakla birlikte, İranlı tarihçilerden Hamdullah el-Müstevfî (ö. 1350)’nin Tarih-i Güzîde’si ile Gaffârî (ö. 1567)’nin Cihânârâ’sına, Âlî (ö.1599)’nin Künhü’l-Ahbâr’ına ve Mirhond (ö. 1498)’un Ravzatu’s-Safâ fî Sireti’l- Enbiyâ ve’l-Mülûk ve’l-Hulefâ’sına da sıkça başvurmuştur. Osmanlı Devleti’nin tarihi kısmında yine Cenâbî’yi esas almakla birlikte Neşrî (ö. 1520), Âşıkpaşazâde (ö. 1484’ten sonra) ve Hoca Sadeddin (ö. 1599)’den de istifade etmiş olduğu görülmektedir. Kâtip Çelebi Sultan III. Murad (1574-1595)’dan itibaren ise kaynak göstermemiştir. Ancak kendi zamanından önceki bu dönem için Mustafa Sâfî Efendi (ö. 1616) ve Peçevî (ö. 1650)’den istifade etmiş olabileceği üzerinde durulmaktadır.[23]

Fezleketü’t-Tevârih, bir tarih kaynağı olmaktan çok tarihin anlam ve mahiyetini, tarihçinin bilmesi gereken hususları içermesi ve bir bibliyografya denemesi olması bakımından son derece önemlidir.

Gerçekten bir tarihçinin bilmesi gereken kronoloji, etnoloji, takvim, biyografi, ensâb, tarihî coğrafya gibi yardımcı ilimler hakkında bilgi veren eser, bu alanda bir taslak görünümündedir. Nitekim Kâtip Çelebi’nin daha sonra tarihe ve tarihî coğrafyaya dair yazdığı eserlerin hep bu mihraktan hareketle kaleme alındığı görülmektedir.[24]

Bütün bu özelliklerine ve yazarın yaşadığı dönemler hakkında orijinal bilgiler sunmasına rağmen[25] eser, temel bir tarih kaynağı kimliği kazanamamış gözükmektedir. Şüphesiz bunda etkin faktör eserin dilinin Arapça oluşudur. Kâtip Çelebi bu durumu farketmiş olacak ki, Arapça Fezleketü’t- Tevârih’in bir zeyli niteliğinde olan Türkçe Fezlekesi’nin mukaddimesinde, eserini ana dili Türkçe olan Osmanlı halkının anlaması için Türkçe yazdığını belirtmiştir.[26]

Eserin müellif hattı olan tek nüshası Bayezid Kütüphanesi 10318 numarada kayıtlıdır.[27]

2. Türkçe Fezleke

Arapça Fezleke’nin zeylidir. 1592 yılından başlamak üzere klasik İslam tarihi yazıcılığı geleneğine uyularak olaylar yıl sırasına göre anlatılmış ve her yılın sonunda vefat eden vezir, âlim, şeyh, şair ve ünlü kişilerin kısa kısa biyografilerine yer verilmiştir. Eser 1654 yılı başlarında sona ermektedir.[28] Günümüze birçok yazma nüshası ulaşmış olan eserin müellif nüshası Âtıf Efendi Kütüphanesi’ndedir (nr. 1914). Eser, İstanbul Cerîde-i Havâdis matbaasınca da 1286 ve 1287 yıllarında iki cilt halinde basılmıştır.

3. Takvîmü’t-Tevârih

Arapça Fezleke’nin fihristi niteliğinde olan eser, iki ay içerisinde hazırlanmış 1648 sonlarında Şeyhülislam Abdurrahim Efendi aracılığıyla Sadrazam Koca Mehmed Paşa’ya sunulmuştur. Kâtip Çelebi bu kronolojik eserinin beğenilmesiyle divan kalemi ikinci halifeliğine yükseltilmiştir.[29]

Türk tarihinde ilk ve gerçek anlamda kronolojik bir eser olarak kabul edilen Takvîmü’t-Tevârih’in, Kâtip Çelebi’nin bıraktığı tarihten itibaren de Şeyhî Mehmed Efendi (1649-1731 yılları arası), İbrahim Müteferrika (1732-1733 yılları arası) ve Ali Suavi (1734-1860 yılları arası) tarafından zeyilleri yapılmıştır.[30]

4. Tuhfetü’l-Kibâr fî Esfâri’l-Bihâr (Deniz Seferlerinde Büyüklerin Armağanı)

Osmanlı denizcilik tarihi hakkında bilgi veren önemli eserlerdendir. Osmanlıların ilk devirlerinden itibaren 1656 yılı başlarına kadar düzenlenmiş deniz seferlerine değinen eserde, tersaneler, donanmalar ve derya halleri üzerinde durulmuş, birtakım hatalar nedeniyle maruz kalınan yenilgilerin sebepleri ve alınacak tedbirler belirtilmiş, öğütler verilmiştir. İlk olarak 1729’da İbrahim Müteferrika tarafından basılmış olan eser, Orhan Şaik Gökyay tarafından da sadeleştirilerek yayımlanmıştır (İstanbul 1979).

5. Cihannümâ (Dünya Aynası)

Osmanlı ülkelerinin ilk sistematik coğrafya kitabı olma özelliğini taşımaktadır. İslam kaynaklarında yer almayan Batı coğrafyacılığı ile ilgili bilgilerin, Doğu coğrafyacılığına ait bilgilerle birleştirilmesiyle oluşmuş genel coğrafya kitabıdır. Yazıldığı zamandan itibaren büyük ilgi görmüştür.

Günümüze ulaşan çeşitli nüshalarından anlaşıldığına göre Cihannümâ, kaynak niteliğindeki malzemesi ve planları itibarıyla değişik tarihlerde iki defa kaleme alınmış, ancak her ikisi de tamamlanamadan bırakılmıştır.[31] 1654 yılı sonlarında yazımına başlanılmış olan ikinci Cihannümâ, bir mukaddime ve iki bölümden meydana gelmektedir. Mukaddimesinde eserin yazımında yararlanılan kaynaklar verilmiş, coğrafyanın tanımı, kısımları, amacı ve yararları, yeryüzü, kutuplar, iklimler, mesafe ölçüleri, yönler, rüzgarlar, kara ve deniz haritaları ve bunların yapılmasında karşılaşılan zorluklar gibi hususlar üzerinde durulmuştur. Birinci bölümde sular bahsi (denizlerin oluşumu, derinlikleri, hareketleri, fırtına ve tayfunlar, tuzluluk ve deniz seferleri vs.), ikinci bölümde de karalar bahsi (kıtalar, ülkeler, idârî birimler, yönetim şekilleri, insan toplulukarının ahlak, âdet ve dinleri vs.) yer almaktadır.[32]

Kâtip Çelebi’nin şiddetli arzusuna rağmen eserini haritalarla yeterince zenginleştiremediği üzüntüsünü, bir asır sonra eseri basmaya kalkışan İbrahim Müteferrika, elli kadar harita ekleyerek gidermeye çalışmıştır. Ancak Müteferrika, eserin tamamını değil sadece Asya’yı anlatan bölümünü neşredebilmiştir (1732).

6. Keşfü’z-Zünûn an Esâmi’l-Kütüb-i ve’l-Fünûn

(Kitap İsimleri ve İlimler Hakkındaki Şüphelerin Kaldırılması)

İslam dünyasında kendi dönemine kadar her konuda yazılmış eserler ve bu eserlerin yazarları hakkında kısa bilgiler veren büyük bir bibliyografya sözlüğü niteliğinde olan eser, Doğuda ve Batıda önemli bir başvuru kitabı olarak kabul görmüştür.

“Şark ilim hazinesinin anahtarı” olarak nitelenen esere çok sayıda zeyl yazılmıştır. Ancak kendisi de netice itibariyle Arap müellif İbn Nedim (ö. 1010) ve Osmanlı müellifi Taşköprülüzâde (ö. 1561)’nin bu nitelikte yazmış oldukları eserlerin bir nevî tamamlayıcısı sayılır. Kâtip Çelebi eserini kaleme alış gayesini ve metodunu Mîzânu’l-Hakk’ta şu ifadelerle belirtmiştir: “ve kitapların adları, bu zamana gelince görülüp okunmuş olan tarih ve tabakât kitapları yerlerine geçirildikten başka doğrudan elden geçen kitaphanelerin nice bin cilt kitabı ve yirmi yıldan beri sahafların akıtıp getirdiği kitapların hepsi yerlerine yazılıp Mevzûâtü’l-Ulûm kitaplarında yazılı olan üç yüzden ziyade ilim konusu da harf sırasıyla yerine geçirildikten sonra nice bahisler ve garip meseleler yazıldı ki bununla bütün ilimler ve kitaplar hakkında topluca bilgi edinilir. Keşfü’z-Zünûn an Esâmi’l-Kütüb-i ve’l-Fünûn adı konup eski müsveddesini gören bilginler beyaz etmemi istediler. Bundan dolayı “hâ” harfine varıncayadeğin birinci cilt beyaza çekilip zamanın bilginlerine sunulmuştu. Beğenip alkışladılar.”[33]

Kâtip Çelebi’nin ifadelerinden anlaşılacağı üzere Keşfü’z-Zünûn, Osmanlı dönemi tarih literatüründe eserleri müstakil olarak ele alan ve bunları alfabetik olarak sıralayan ilk bibliyografik çalışmadır. Daha önce, Taşkörülüzâde’nin Mevzûâtü’l-Ulûm adlı ilimler tarihi eseri gibi birtakım eserlerde kısmen bu tarz bir bibliyografya sunumu olmuştur. Ancak yıllar süren bir gayretle 15.000’e yakın eseri tek bir kitap halinde ortaya koyma orijini Osmanlı bilim tarihi içerisinde ilk kez Kâtip Çelebi’ye nasip olmuştur.

Eserin çeşitli bölümlere ayrılmış olan giriş kısmından, ilmin önemi, değeri, bölümlenmesi ve tarihi üzerinde durulmuş, sırası geldikçe bütün ilimlerin adları, tarifleri ve konuları verilmiştir.

Kâtip Çelebi bu eserini, içeriği gereği Arapça yazmıştır. Çünkü sıraladığı kitap isimlerinin ve bunların tayin ve tarifleri için başlarında irat olunan cümlelerin tamamına yakını Arapçadır.[34] Arapça oluşu yönüyle eser, Arap dünyası ilim çevrelerince daha çok tanınmakta ve kaynak olarak kullanılmaktadır. İlk olarak Alman şarkiyatçı Gustav Leberecht Flügel (1802-1870) tarafından 1835-1858 tarihlerinde Latince tercümesiyle birlikte neşredilmiş olan eser[35] ülkemizde ise ancak 1941 yılında basılmış olup[36] henüz Türkçe bir tercümesi bulunmamaktadır.

7. Tarih-i Frengi Çevirisi

Johann Carion (1499-1537)’un Chronik adlı Latince vekâyinâmesinin çevirisi olan eserin bir kısmı 1862-1863 yılları arasında Tasvîr-i Efkâr gazetesinde dizi halinde yayımlanmıştır.

8. Tarih-i Kostantıniyye ve Kayâsire (Ravnaku’s-Saltana)

Kâtip Çelebi’nin bir kitâb-ı kebîrden çeviri ve seçme yoluyla meydana getirdiği risâle olup, 1579 yılına kadar doğuda geçen olayları içermektedir.[37]

9. İrşâdü’l-Hayârâ ilâ Tarihi’l-Yunan ve’r-Rûm ve’n-Nasârâ

İsmi “Şaşkınlar İçin Yunanlıların, Romalıların ve Hıristiyanların Tarihine Dair Kılavuz” anlamına gelen bu eser 1655 yılında tamamlanmıştır. Müslümanlarca daha önce yazılmış tarih kitaplarında, Avrupa ülkelerinin toplum ve devlet teşkilatları hakkında taassub sebebiyle verilen yalan yanlış bilgileri düzeltmek ve Müslümanları onlar hakkında doğru bir şekilde bilgilendirmek amacıyla yazılmıştır.

10.Düstûru’l-Amel lilslâhi’l-Halel (Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar)

Kâtip Çelebi’nin devlet felsefesine dair görüşlerinin bir özeti olan eser, düşünce hayatımız yönünden üzerinde önemle durulması gereken iki eserinden biridir. Osmanlı Devleti’nin bozulan maliyesinin düzeltilmesine çareler bulmak üzere oluşturulmuş kurulda yer almış olan yazar, görüşlerini bu eserde rapor etmiştir. Raporunun okunmayıp hasıraltı edileceğini önceden tahmin ettiğini belirtmiştir. Ancak o, bir aydın olarak görevinin her şeye rağmen devleti ve milleti için yararlı olanı çekinmeden söylemek olduğuna inanmıştır.[38]

Bir mukaddime, üç bölüm ve sonuç kısımlarından oluşan rapor niteliğindeki bu eserde, daha Kanunî zamanında başlayan malî ve siyasî bozulmaları düzeltmek için birtakım tedbir ve çözümler önermiş, bir siyaset bilimci ve sosyolog edasıyla kendine göre bir siyaset ve toplum teorisi ortaya koymuştur. Bu yönüyle Düstûru’l-Amel’in, tarihimizde yazılmış olan siyasetnameler ve ıslahat layıhaları arasında önemli bir yeri vardır.

Kâtip Çelebi’nin devletin içerisinde bulunduğu durumu sebep-sonuç ilişkisi bağlamında ortaya koyması ve geçirdiği evreleri organizmacı bir yaklaşımla anlatması,[39] onun bir İbn Haldun (ö. 1406) takipçisi olduğunu gösterir. Ancak Kâtip Çelebi, devletlerin hayatını doğma, gelişme, duraklama, gerileme ve yıkılma evrelerine ayıran bu tarih felsefesini kabul etmekle beraber, yerinde ve zamanında alınacak önlemlerle beklenen sonun uzatılabileceğini, en azından bu evrelerin daha rahat ve uyumlu geçirilebileceğini savunmakla İbn Haldun’un mutlak kaderciliğinden ayrılmıştır.

Günümüze birçok nüshası ulaşmış olan Düstûru’l-Amel, ilk olarak 1863’te Tasvîr-i Efkâr’ın 122-127. sayılarında kısım kısım yayımlanmış, aynı yıl Ayn Ali Efendi’nin Kavânîn-i Âl-i Osman’ı ile birlikte basılmıştır. Orhan Şaik Gökyay tarafından sadeleştirilerek yayımlanmış olan eser (Ankara 1982), W.F.A. Behrnauer tarafından da Almancaya çevrilmiştir.

11.Levâmiu’n-Nûr fî Zulumât-i Atlas Minor

Kâtip Çelebi’nin coğrafya alanındaki ikinci önemli eseri olarak kabul edilir. Latince yazılmış Atlas Minor’un çevirisidir. Daha önce de belirtildiği gibi eseri Şeyh Mehmed İhlâsî’nin yardımıyla Osmanlı Türkçesine kazandırmış olan Kâtip Çelebi, Cihannümâ’sının özellikle Avrupa ile ilgili kısımlarında bu eseri esas almıştır. Zaten eserin Asya, Afrika ve Amerika bölümleri fazla ayrıntılı değildir.

Müellif nüshası, Nuruosmaniye Kütüphanesi 2998 numarada kayıtlıdır.

12.İlhâmü’l-Mukaddes min Feyzi’l-Akdes

Heyet (Astronomi) ilmiyle meşgul olduğu sırada, zihnini kurcalayan üç meseleyi fıkhî bir problem haline dönüştürerek ele aldığı bir risaledir. Kaleme almasına etki eden bir diğer husus, gündüz ile gecenin süreleri arasında büyük fark olan memleketlerde namaz ve oruç vakitlerinin nasıl belirleneceği konusunda Şeyhülislam Bahâî Efendi’den istemiş olduğu fetvaya karşılık alamayışıdır.

Kâtip Çelebi’nin eserde ele aldığı diğer iki konu ise dünyanın bir noktasında güneşin aynı yönden doğup batmasının mümkün olup olmadığı ile Mekke’den başka her ne tarafa dönülse kıble olabilecek bir memleketin bulunup bulunmadığı konularıdır. Eserde ayrıca okuyucunun anlamasını kolaylaştırmak amacıyla gerekli gördüğü birtakım heyet terimlerini açıklamıştır.

Eserin günümüze ulaşmış birçok nüshası bulunmaktadır.

13.Tuhfetü’l-Ahyâr fi’l-Hikem ve’l-Emsâl ve’l-Eş’âr

Türkçe, Arapça ve Farsça yazılmış çeşitli kitaplarda yer alan aile ve memleket idaresine dair menkıbelerden, kuşlar, hayvanlar ve otlara ilişkin merak uyandıran bilgilerden, hikaye, fıkra, atasözleri ve şiirlerden derlemiş olduğu bir eserdir.[40] Alfabetik olarak düzenlenmiş olan eser bir ansiklopedi niteliğindedir.

14.Dürer-i Müntesire ve Gurer-i Münteşire

Biyografik eserini meydana getirmek için vefeyât ve tabakât kitaplarını incelediği sırada, birbirleriyle ilgilerini düşünmeksizin, ilgisini çeken bazı konular hakkında kaleme aldığı bir mecmuadır.

15.Recmu’r-Racîm bi’s-Sin ve’l-Cim (Soru Cevap Yoluyla Şeytan’ı Taşlama)

1653-54 yıllarında, Şeyhülislamların yazmalarından derlediği bir eserdir. Onların içinden çıkılması hayli güç birtakım fıkhî konular hakkında verdikleri fetvalarından derlenen[41] bu eser günümüze ulaşmamıştır.

16.Muhammediye Şerhi

Ali Kuşçu’nun (ö. 1474) Fatih Sultan Mehmed’e ithaf ettiği er-Risâletü’l-Muhammediyye adlı aritmetik kitabının, cebir ve mukabele bölümüne kadar olan kısmının şerhidir. Kâtip Çelebi, talebesi Mevlâna Mahmud’un ricası üzerine başladığı bu şerhi, 1648 sıralarında onun vefatı üzerine belirttiğimiz bahiste bırakmış ve temize çekmemiştir. Hüsnü’l-Hediyye adını verdiği bu şerh günümüze ulaşmamıştır.[42]

17.Câmiu’l-Mütûn min Celli’l-Fünûn

Çeşitli konulara ait okuduğu veya okuttuğu 27 eserin özet ve şerhlerinden meydana gelmiş bir kitaptır.

18.Beyzâvî Tefsiri Şerhi

Bu şerh muhtemelen tamamlanmamış ve kaybolmuştur.

19.Süllemü’l-Vusûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl

Arapça olarak kaleme alınmış olan eser, alfabetik olarak düzenlenmiş bir biyografi kitabıdır. İki bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde, kendi isimleriyle tanınmış meşhur kişiler; ikinci bölümde ise nesep, künye ve lakaplarıyla tanınan kişiler sıralanmıştır. Tarzı gereği oldukça sade bir anlatıma sahip olan eser, Keşfu’z-Zünûn’da adı geçen kitapların yazarlarına ait bir indeks görünümündedir. Yazarın otobiyografisinin yer alması onu önemli kılan başka bir husustur. Müsvedde halinde kalmış olan esere, Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi (ö. 1787) tarafından 1762 tarihine kadar gelen bir zeyl yapılmıştır.[43]

Müellif hattı olan tek nüshası Şehit Ali Paşa Kütüphanesi 1877 numarada kayıtlıdır.

20.Mizânü’l-Hakk fî İhtiyâri’l-Ehakk

Kâtip Çelebi, “En Doğruyu Seçmede Hak Terazisi” anlamına gelen bu son eserini 1656’da kaleme almaya başladığını belirtmiştir. Yaşadığı dönemin âlimleri arasında şiddetli tartışma ve kavgalara neden olmuş birtakım konuları, uzlaştırmacı bir tavırla ele alarak toplumun huzurunu bozan bu hali sona erdirmek istemiştir. Tartışmalı konuları anlatırken sergilediği bilge tavrı, zamanının âlim kabul edilen kişilerine nispetle onun ne kadar kıvrak bir zeka ve ileri görüşlülüğe sahip olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Aklî ilimlerin gerekliliği hakkında bir mukaddime ile başlayan eser, raks, devir, tütün, afyon, kahve, tagannî, bidat, rüşvet, musâfaha, Yezid’e lanet okuma, Firavun’un imanı, baş eğerek selam verme gibi tartışmalara sebep olmuş birçok konuyu içermektedir. Eserde ağırlıklı olarak insanların farklı düşünce ve kanaatlere sahip olmasının normal olduğu vurgulanmaya çalışılmış, daima hoşgörülü olunması tavsiye edilmiştir.

Eser, Şinasi tarafından önce Tasvîr-i Efkâr’da kısım kısım yayımlandıktan sonra, 1864, 1869 ve 1888 yıllarında olmak üzere üç kez basılmıştır. Çok sayıda nüshası bulunmaktadır.[44]

Görüldüğü üzere Kâtip Çelebi, birçoğu özgün olmayıp derleme, çeviri veya şerh niteliğinde de olsa ilgilendiği hemen her ilim dalında bir eser bırakmıştır. Bütün eserlerini mensubu bulunduğu dinin ve devletin insanlarına hizmet amacıyla kaleme almış olduğu rahatlıkla anlaşılan Kâtip Çelebi, Osmanlı bilim tarihinin bilge kişiliklerinden biri olmuştur. Eserlerinde zaman zaman görülen bilgi hataları, inanılmaz çabasıyla ulaştığı bu kişiliğine gölge düşürecek nitelikte değillerdir.

Sonuç olarak Kâtip Çelebi hakkında, yaşının hayli ileri zamanlarında dersler almasına bakarak bilmediklerini öğrenmeye karşı doyumsuz; gelirinin ve elde ettiği mirasların çoğunu kitaplara harcamasına ve ikinci halifeliğe getirildikten sonra da bunun geliriyle yetinip başka bir şey talep etmemesine bakarak maddeye karşı gözü tok; her gittiği yerde ilim adamlarıyla görüşmeye çalışmasına, kitapçı kitapçı dolaşmasına bakarak araştırmacı ve günümüzün deyimiyle kitap kurdu; Osmanlı ulemasının o zamana kadar batıdaki çalışmalara ilgisiz olmalarına bakarak Batı kaynaklarından yararlanmayı düşünecek kadar ufku geniş ve hür düşünceli; zamanının kendi ilmî mantığına ve araştırmalarından edindiği kanaatlere uymayan meselelerini çekinmeden gündeme getirmesine bakarak her türlü taassuba karşı; hocası Kadızâde Mehmed Efendi’nin mantık ve felsefe karşıtlığını “kişi bilmediği nesnenin düşmanıdır” sözüyle onaylamamasına bakarak cehalete karşı tahammülsüz; kendisine muhalif kişilerin memuriyetteki yükselişini engellemelerine ve sosyal çevresinde itibarını zedelemeye yönelik hilelerine aldırış etmeden mücadele etmesine bakarak haksızlığa tahammülü olmayan; ilmine güvenen, mücadeleci, vakur, seçkin ve gayretli bir Osmanlı aydını olduğunu söylemek gerekir.

Eyüp BAŞ

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 80-89

KIBRIS DOSYASI : KIBRIS BUNALIMI VE BARIŞ HAREKÂTI (1963-1974)


1960’dan 1963’e

Bin dokuz yüz elli dokuzun ilk günlerinde Yunan Dışişleri Bakanı “Türkiye Yunanistan Dostluk Antlaşması, çerçevesinde ilerlemeler kaydedildiğini, bu bağlamda, “ülkesinin Enosis talebini ileri sürmesinin söz konusu olmadığını” bildiren beyanda bulundu. Bu aslında 1829’dan beri Megali-İdea felsefesi doğrultusunda sürdürülen politikanın reddi anlamına geliyordu.

Şubat ayının ilk haftasında Zurich’de buluşan Türk ve Yunan Dışişleri Bakanları Kıbrıs’da bağımsız bir Cumhuriyetin kurulması konusunda anlaşmaya vardılar. 11 Şubat günü hazırlanan metin Adnan Menderes ile Konstantin Karamanlis tarafından imzalandı.[1] Bu metin şu belgelerden oluşuyordu.

a. Zurıch’de imzalanan belgelerin içerik ve anlamını açıklayan “Centilmenler Antlaşması”,

b. Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal çerçevesini ortaya koyan yirmi yedi madde ve bir ekden oluşan “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Temel Yapısı Anlaşması”

c. Bir yanda Kıbrıs Cumhuriyeti, öte yanda ise Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin yer aldığı dört maddelik “Garanti Antlaşması”

d. Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye ve Yunanistan arasında “İttifak Antlaşması”.[2]

19 Şubat’da Kıbrıs Rum ve Türk taraflarının da, onayı alınarak Londra Antlaşması imzalandı.[3] Bu şekilde toplumsal temele dayanan Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu.[4]

Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 28 Şubat’da TBMM’de yaptığı konuşmada, antlaşmalarla Türkiye’nin dört temel isteğinin gerçekleştiğini belirtti. Zorlu’ya göre bu istekler şunlardır:

1. Kıbrıs’ın ne surete olursa olsun, yabancı bir devlete ilhak edilmemesi,

2. Kıbrıs’ta yaşayan Türk Cemaatinin gelişmesinin önlenmemesi ve onun Ada’da bir azınlık muamelesine tabi tutulmaması,

3. Ada’nın, Türkiye’nin güvenliği için taşıdığı önem göz önüne alınarak savunmasının sağlanması ve Türkiye’nin de, bu oluşuma katılması,

4. İngiltere’nin üsse sahip olmasının Türkiye için de, yararlı olduğu inancıyla mevcudiyetinin devamı.[5]

“Kıbrıs Türk’tür Partisi” ve “Kıbrıs Türk Kurumlan Federasyonu” bir bildiri yayınlayarak Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya teşekkür ettiler.[6]

Dr. Fazıl Küçük, 25 Kasım’da Cumhurbaşkanlığı Muavinliği’ne seçilirken.[7] 14 Aralık da Makarios Cumhurbaşkanı oldu.[8]

Antlaşmalar gereği altı yüz elli kişilik Türk ve dokuz yüz elli kişilik Yunan askeri birliği 16 Ağustos’da Ada’ya çıktı[9] ve Kıbrıs Cumhuriyeti, resmen bağımsız bir devlet olarak kuruldu.

Enosis yemini eden ve bu uğurda yıllarca mücadele veren Makarios ve Kıbrıs Rumları mevcut durumu kabul edemediler. Öyle ki Cikko Manastırı’nda 15 Ağustos 1962’de yaptığı konuşmada; “sekiz asırdan beridir, Kıbrıs’ın yönetimi ilk kez Yunanlılar’ın eline geçmiştir.

Kıbrıs Rumları EOKA Kahramanları tarafından başlatılan işi tamamlamak için çalışmalıdırlar. Mücadele şimdi yeni bir biçimde sürmektedir. Hedefimize ulaşıncaya kadar da, sürecektir”[10] diyen Makarıos, bu konudaki düşüncesini net bir şekilde ortaya koydu.

18 Ekim 1962 günü düzenlenen “Ohi Günü”nde EOKA militanı Dragos’un heykeli açıldı.[11] Durumu kabullenemeyen DR. Fazıl Küçük, Cumhurbaşkanı’nın Enosis yanlısı tavır ve konuşmalarının Anayasa’ya aykırı olduğunu söyledi.[12]

Türk ve Rum toplumları arasında ortaya çıkan ihtilâf konularından biri de, Türk Belediyeleri meselesidir. Uzun yıllar devam ede gelen terör olayları yüzünden fiilen kurulmuş olan Türk belediyelerine hukuki nitelik kazandıran karar 2 Ocak 1963’de kabul edildi ise de, Bakanlar Kurulu kararı tanımadığını ilan etti [13] ve Yüksek Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Bununla da yetinmeyen Rumlar, 25 Ocak’da Türk kesiminin elektriğini kesti.[14]

5 Ağustos günü, Zurıch ve Londra Antlaşmalarını emrivaki ile imzaladığını, Anayasa’nın tadilinin kaçınılmaz olduğunu söyleyen Makarıos,[15] 30 Kasım’da Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne on üç maddeden oluşan bir Anayasa değişikliği paketi sundu.[16] Bunlar arasında Cumhurbaşkanı ve Muavini’nin veto yetkisinin kaldırılması ile belediyelerin birleştirilmesi gibi T.C. Hükümetleri ile Ada Türkleri’nin hassasiyetle durduğu konular vardı.[17] 1974 Rum-Yunan Juntası’nın önemli ismi Nıkhos Sampson’a göre, daha o gün Ada, iki kesim arasında taksim edilmişti.[18] Neticede Türkiye, 16 Aralık’da teklifi protesto etti.[19] Makarıos ise Türkiye’nin verdiği notayı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin içişlerine müdahale sayarak iade etti.[20]

Kanlı Noel

İki toplum arasında gerginliğin giderek tırmandığı bu dönemde beklenen gelişme 21 Aralık gecesi gerçekleşti. Saat; 02.30’da Lefkoşa’nın Türk mahallelerinde görev yapan Rum polisi bir Türk kadınının üzerine aramaya kalkışınca, kızgın bir kalabalık toplandı. Bunun üzerine ateş açan Rum kolluk görevlileri, kadın ve yanındaki erkek arkadaşını vurdular.[21] Ertesi gün aynı zamanda EOKA militanı olduğu bilinen bazı Rum milisler, Lefkoşa Türk Lisesi ile Girne Kapı’daki Atatürk heykelini makineli silâhlarla taradılar.[22] Bu kritik dönemde Kıbrıs Radyosu’na konuşan Makarıos, Garanti Antlaşması’nın geçerliliğini yitirdiğini söyledi.[23] Lefkoşa’nın Tahtakale Semti’nde yaşayan sekiz yüz Türk Rum tazyikine dayanamayıp, Atatürk İlkokulu’na sağındı.[24] 15 Temmuz 1974 Darbesi’nden hemen sonra Cumhurbaşkanlığı’na getirilen Nıkhos Sampson,, emri altındaki çetecilerle Küçükkaymaklı’ya saldırdı. Bu esnada bir grup Kıbrıslı Türk mücahit, Rum aileleri toplayarak; “bu silahsız sivillere yapılmış iyi niyet gösterisidir” diyerek bunların zarar görmeden Rum hatlarına varmaları için eşlik etti.[25] Aynı gün saat; 15.00’de Başbakan İsmet İnönü liderliğinde Genelkurmay Başkanlığı binasında yapılan toplantıda Kıbrıs meselesi ele alındı. “Sükuneti sağlamak ve Ada’da asayişi iade etmek için ellerindeki tüm imkânları kullanacaklarını” söyleyen İnönü, ABD., Yunanistan ve İngiltere’nin harekete geçmesi gerektiğini belirtti.[26] Saat: 17.00’de geçici bir atekes sağlandıysa da, Nıkhos Sampson’un başlattığı saldırı sonunda Ada, yeniden karıştı. 24 Aralık günü Lefkoşa’nın Kumsal mahallesinde Türk Alayı’nda doktor olarak görev yapan Binbaşı Nihat İlhan’ın eşi ve üç çocuğu vahşice katledildi.[27]

İş, artık iyice çığırından çıkmıştı. Yaşanılan olayların iç savaş olduğu ve bunun bir plan çerçevesinde yapıldığından kuşku yoktu. Tarihe Akritas Planı diye geçen bu menfur program 21 Nisan 1966 günlü Patris Gazetesi’nde yayınlandı. Özetle şöyleydi:

1. Zurıch ve Londra Antlaşmalarının Kıbrıs sorununu çözmediğini Dünya kamuoyuna yaymak,

2. Anayasa’nın değiştirilmesinin şart olduğuna herkesi inandırmak,

3. Buraya kadar olan dönemde başarı kazanılınca, Türkler’e anayasa değişiklik önerilerini bildirmek,

4. Türkiye’nin Kıbrıs’la ilişkisini sağlayan Garantörlük Antlaşması’nı ortadan kaldıracak girişimlerde bulunmak,

5. Türkler, bu önerileri kabul etmedikleri takdirde silâhlı bir olup-bitti ile antlaşmaları ortadan kaldırmak,

6. Bütün bunları, 1965’de yapılması öngörülen genel seçimlerden önce gerçekleştirmek.[28] 25 Aralık gecesi Rum milisler ağır makineli ve havan topu gibi silâhlarla Lefkoşa’nın Türk kesimine saldırdılar. Sampson ve adamları ise Küçükkaymaklı’ya girip katliam yaptılar.

İnönü başkanlığında toplanan kriz masası, İngiltere ve Yunanistan’ı uyarma kararı aldı.[29] Saat; 14.00’de Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar çatışmaların durdurulması için Ada üzerinde uyarı uçuşları yaptı.[30] Aynı anda Kıbrıs Türk Alayı Garnizon’dan çıkarak, Gönyeli’de üstlendi.[31] Makarıos ile Temsilciler Meclisi Başkanı Glofkos Klerides ve Savunma Bakanı Osman Örek, Lefkoşa’daki İngiliz Yüksek Komiseri’nin bürosunda buluşarak ateş-kes için antlaşmaya vardılar.

Makarıos bütün olup-bitene rağmen Yunanistan Dışişleri Bakanı Sofoklıs Venizelos’dan yardım talep etti ve hiç ummadığı bir cevap aldı; “Yunanistan’ı sizin hatalarınız için savaşa sokmayacağım”

Yunanistan tarafından da yalnız bırakılan Makarıos, 26 Aralık’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni olağanüstü toplantıya çağırdı. Ona göre; “Türkiye, Kıbrıs’ın toprak bütünlüğüne karşı kuvvet kullanma tehdidi ile saldırgan eylemlerde bulunmaktadır”.[32] Aynı gün Ayvasıl köyü’nde yaşayan Türkler topluca öldürüldü ve gizlice açılan çukurlara gömüldü.[33] Bu arada General Young, Türk ve İnlgiliz alaylarının başına getirildi ve bugün dahi hala aynı adlı anılan Yeşil Hat çizildi.[34]

Kıbrıs Radyosu’nun Rumlar tarafından ele geçirilmesi ile seslerini Dünya’ya duyuramayan Ada Türkleri, 28 Aralık’da Bayrak Radyosu’nu kurdular. Orta dalga 200 m. üzerinden yayına başlayan Radyo, 30 Aralık günü, mevcut Kıbrıs Hükümeti’nin meşruiyetini yitirdiğini ilân etti.[35] Bunun üzerine harekete geçen Başpiskopos Makarıos, 1 Ocak 1964 günü Kıbrıs Rum Radyosu’na yaptığı açıklamada Garanti Antlaşmalarını feshettiğini açıkladı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı bu açıklamalarından dolayı Makarıos’u uyardı. Bunun üzerinde birkaç saat sonra yani demeç veren Başpiskopos; “Garanti Antlaşmaları’nı feshetmek için girişimlerde bulunacağını anlatmak istediğini” söyledi.[36]

İngiltere’nin talebi üzerine 15 Ocak’da Londra’da başlayan konferansı Kıbrıs Türk Heyeti adına Rauf Denktaş katıldı ve taksim tezini savundu.[37] Rum tarafı ise ısrarla Garanti ve İttifak Antlaşmalarının reddini, Türk ve Yunan Alaylarının Ada’yı terk etmesini istiyordu. Neticede görüşmeler hiçbir netice alınamadan kesildi.[38] İki gün sonra Lefkoşa’nın simgelerinden Bayraktar Camii bombalandı ve iç savaş yeniden başladı. Bunun üzerine Türkiye 13 Şubat’ta B.M. Güvenlik Konseyi’ne başvurdu. 26 Şubat günü başlayan görüşmeler 4 Mart’ta sona erdi. Konseyin kararları şu unsurları içeriyordu:

1. Üye devletlerden Kıbrıs’a durumu kötüleştirecek veya Dünya sulhünü tehlikeye düşürecek her tür hareketten sakınmaları,

2. Kıbrıs hükümetinden, şiddet ve kan dökülmesini önleyecek her tür tedbiri alması,

3. Kıbrıs’taki toplulardan ve liderlerinden, barışı korumak için azami gayret göstermeleri gerekmektedir.[39]

Bu kararın Türk tarafını rencide eden bir yönü vardır ki, yıllar boyu sürecek olan Kıbrıs sorununun temelini oluşturacaktır. O da, Rum Yönetiminin Kıbrıs Hükümeti olarak kabulüdür. Bu gelişmeden cesaret alan Rumlar, Türk Cemaat Meclisi’ni bombaladılar.[40] Aynı gün Türk köyleri ablukaya alındı. 16 Mart’da toplanan TBMM hükümete gerektiğinden askerî müdahalede bulunma yetkisi verdi. Bir gün sonra B.M. Barışgücü resmen kuruldu. Bu arada Türk tarafının görüşlerini anlatmak için New York’a giden Denktaş’ın Ada’ya dönüşü Makarıos tarafından yasaklandı.

4 Nisan’da ise Türkiye ile olan İttifak Antlaşması’nın feshedildiği açıklandı. Türkiye, bu tek taraflı kararı tanımadığını bildirirken, Yunan Başbakanı, Makarıos’a destek verdi.[41]

Haziran ayı başında İsmet İnönü Hükümeti Kıbrıs’a müdahaleye karar verdi. Türk askeri Mersin ve çevresinde gemilere binmeye başladı. Türk çıkartması kesindi. Bir kısım gemilerin denize açılmaya başladığı sırada ABD Başkanı Johnson’un sert bir dille kaleme alınmış mesajı İnönü’ye ulaştı.

Türkiye’yi şok eden mektupta şu görüşlere yer verilmişti. “Askerî yardım alanında Türkiye ile ABD. arasında mevcut iki taraflı antlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye’yle aramızda mevcut 1947 tarihli antlaşmanın 14. maddesi gereğince, askerî yardımın veriliş amaçlarından başka maksatlarla kullanılması için, Hükümetinizin, Birleşik Devletler’in onayını alması gerekmektedir. Bu koşullar altında ABD tarafından sağlanmış olan askerî malzemenin kullanılmasına razı olunamayacağını size bildirmek isterim”.[42]

Bu mektuptan bir hafta sonra, 13 Haziran günü İnönü cevap mesajını gönderdi. İnönü’nün tepkisi en az Johnson’unki kadar sertti.[43]

21 Haziran’da Yunan Başbakanı Papandreu İsmet İnönü ve Johnson arasında Washington’da yapılan görüşmelerden netice alınamadı. Ama Türk Başbakanı’nın gazetecilere verdiği demeçte kullandığı cümleler hayli sarsıcı idi. İnönü bu görüşmede; “Biz Türkler, bağlandığımız ülkeye inancımız yıkılıncaya kadar tam bir yakınlık içinde bulunuruz. Ama inancımız bir kere yıkıldı mı, güvenimizi kazanmak kolay değildir. Unutulmamalıdır ki, yeni bir Dünya kurulur, Türkiye de, oradaki yerini alır.[44]

Aecheson Planı

Albay Grivas, 9 Haziran’da Ada’ya geldi ve Yunan Genel Kurmayı tarafından Başkomutanlığa atandı. Savaş artık nerede ise kaçınılmaz hale geldi. Bu sırada ABD tarafından görevlendirilen eski Dışişleri Bakanlarından Dean Aecheson görüş alış-verişine başladı. 15 Temmuz’da hazırladığı plânı taraflara sundu.

Buna göre;

1. Karpas’da Ada’nın %5’ini oluşturan bir bölge üs olarak Türkiye’ye verilecek, buna karşılık Türk tarafı Enosis’i kabul edecek,

2. Kıbrıs, altı yerel bölgeye ayrılacak, bunlardan ikisi Türk denetiminde bırakılacak,

3. Meıs Adası Türkiye’ye verilecek,

4. Kıbrıslı Türklere azınlık hakları tanınacak.[45]

Bu planın taraflarca reddedilmesi üzerine ikinci bir öneride bulunuldu. Buna göre;

1. 200 milkarelik bir bölge, 50 yıl için Türkiye’ye kiraya verilecek,

2. Türkler’e azınlık hakları verilecek,

3. Ada, Yunanistan’a bırakılıp, Türklerin hakları ABD. garantörlüğüne bırakılacak.

Türkiye yeni planı prensipde reddederken Makarıos’da, “Enosisi kayıtsız-şartsız sağlanmaması, nedeniyle kabul etmedi.[46]

Savaş Yeniden Başlıyor

Diplomatik ortamın kaosa girdiğini gören Albay Grivas 5 Ağustos’da Mansura ve Boğaz’a, ardından Selçuklu ve Alevkaya’ya saldırdı. Onbinin üzerinde bir kuvvetle, tank ve topçu desteğini alan Rumlar, bu köyleri ele geçirdi. Türk mücahitler ise Erenköy’e çekildi. Otuz kilometrelik cepheyi savunan beşyüz üniversiteli ile ikiyüz köylü mücahit, Erenköy’’e son savunmalarını yaparken, 7 Ağustos’da Türk jetleri hava taarruzunda bulundu.[47] Türk Hükümeti’nin gösterdiği kararlı tavra rağmen Makarıos; “Türk Hava Kuvvetleri yarım saat içinde Ada’yı terk etmezse tüm Kıbrıs Türkleri’nin öldürülmesini emredeceğim” diyerek tehditler savurdu.[48]

Tarihe Dillirga Savaşları olarak geçen bu olaylar 9-10 Ağustos gecesi B.M. Güvelik Konseyi’nin çağrısı ile sona erdi. Türk tarafı hava akını sırasında düşen ve şehit olan hava pilot Yüzbaşı Cengiz Topel dahil, mücahitlerden on üç şehit, dört kayıp, otuz iki yaralı verdi. Bu harekât Rumlar’a ise elli üç ölü ve yüz yirmi beş yaralıya mal oldu.

Askerî açıdan mağlubiyete uğrayan Makarıos, Türkleri iktisaî ablukaya aldı. Üretimden kopan otuz binden fazla Türk, çadırlarda, okullarda ve Kızılay çadırlarında yaşamaya mahkum edildi. Aralarında kereste, taş, kum, tel, telefon, akaryakıt, çizme, haki kumaş, eldiven, çorap, palto ve plastik borunun da, bulunduğu otuz sekiz kalem malın Türklere ulaşması engellendi.[49] Kıbrıslı araştırmacı- yazar Sabahattin İsmail, o günleri şu sözlerle anlatmaktadır; “Türkiye’den gelen tayınlı günler… Kızılay’ın işaretini taşıyan kamyonlar göründü mü, herkes koşardı. Her aileye bir torba un verilirdi; ekmek yapmaları için Biraz şeker, nohut, bakla.

1963 Aralığında başlayan saldırılardan sonra, içine düştüğümüz sefil yaşam böyleydi.[50]

Bu arada B.M. Güvenlik Konseyi tarafından arabulucu olarak atanan Ekvator Galo Plaza Ada ile ilgili bir plan hazırlayarak 26 Mart 1965’de B.M. gündemine getirdi. Ancak Türkiye tarafından derhal reddedildi. Çünkü rapor, Kıbrıs Türkleri’nin Rum hakimiyetini kabul etmesi, Türkler’in Ada’dan göçünün kolaylaştırılması, Rumca’nın resmi dil haline getirilmesi gibi teklifleri ihtiva ediyordu.[51]

Öte yandan Yunan Başbakanı Yorgo Papandreu’nun Yunanistan’daki komünistlerle işbirliğine gitmesi ve orduda geniş çaplı tasfiye hareketine girişmesi, iktidardan düşmesine sebep oldu. Albay Papadopoulos, hükümet darbesi ile yönetimi ele geçirdi (21 Nisan 1967).

Yunanistan ve Makarıos Enosis’de Diretiyor

Yunan juntasının desteğini alan Rum Temsilciler Meclisi 26 Haziran 1967’de enosis kararı aldı. Buna göre;

“1- Ne tür güçlüklerle karşılaşılırsa, karşılaşılsın, tüm Elen Dünyası’nın desteği ile yürümekte olan savaşım, nihaî başarıya kadar durmayacaktır.

2- Kıbrıs Rum halkı ile anavatan arasındaki gönül birliğinin ve ulusal uğraşının başarısı için kaçınılmaz bir koşul olan Yunan-Kıbrıs sıkı işbirliğinin güçlenmesi için eldeki tüm vasıtalar kullanılacaktır”.[52]

Bununla da yetinmeyen Makarıos, zaman içinde sayıları onbini bulan Yunan askeri’nin R.M.M.O. (Rum Millî Muhafız Ordusu)’na katılmasına ilişkin bir karar aldı.

21 Temmuz’da seçim yasasını değiştireceklerini ilân edildi. Bu duruma göre Türk milletvekilleri yeniden seçilemeyecekti. Direnişe geçen Türkler, 24 Temmuz’da kendi yasama meclislerini kurdular. 26 Temmuz’da alınan kararları onayıp, Resmî Gazete’de yayınlayan Dr. Fazıl Küçük, duruma hukukî zemin hazırladı.[53]

11 Temmuz 1967’de yasa geçiren Rum Temsilciler Meclisi, R.M.M.O.’ya illegal olarak komuta eden Yunan subaylarına yasal statü sağladı.[54] Bu yasa Bakanlar Kurulu’na, Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı olmayan birini Ordu Komutanlığı’na atama yetkisi veriyordu. Buna göre Yunanlı subay ya da erler R.M.M.O.’da çalışabilecek, ancak herhangi bir disiplin suçundan dolayı Kıbrıs askerî mahkemelerinde yargılanamayacaktı.

Alınan bu kardan kısa bir süre sonra Ankara’da sürgünde bulunan Denktaş, Ekim ayının son haftasında, Nejat Konuk ve İbrahim Erol’la birlikte Türkiye’den ayrıldı. 30 Ekim günü Dışkarpas’da Ada’ya çıkan Denktaş ve arkadaşları R.M.M.O. tarafından yakalandı.[55]

1967 Olayları

Rum askerî birliklerinin başına geçen Grivas, 15 Kasım 1967’de Geçitkale ve Boğaziçi köylerine saldırdı.

B.M. Barış Gücü askerlerinin gözlerin önünde yirmisekiz köylüyü öldürüp, ihtiyarları ateşe atan R.M.M.O. ve Makarıos bölgede alenen katliam yaptılar.

16 Kasım günü toplanan TBMM, 435 üyeden 432’sinin oyu ile Ada’ya müdahale ve hattâ gerekirse Yunanistan’la savaş kararı aldı.[56] Alınan kararın akabinde Türk Donanması İskenderun’da çıkarma hazırlıklarına başladı. T.C. Hükümeti 17 Kasım’da Yunan Hükümeti ile diğer müttefiklerine Türkiye’nin kararını bildirdi. Ayrıca çıkarmanın durdurulması için “yirmibin Yunan askerinin, der-hal Ada’yı terk etmesini, Grivas’ın Ada’dan çıkarılmasını, can ve mal kaybı için tazminat ödenmesini” istedi.[57] Türk jetleri Ada üzerinde ihtar uçuşlarına başladı. ABD Başkanı Johnson, Cyrus Vance’i arabulucu olarak gönderdi. Bu sırada Türk Hükümeti ikinci bir muhtıra verdi. Bu notada şu hükümler yer alıyordu:

1. Türkiye ve Yunanistan 16 Ağustos 1960 Lefkoşa Antlaşması gereğince, Kıbrıs’ın muhtariyet, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı kabul edecektir.

2. Ada’daki iki cemaatle birlikte, Türkiye ve Yunanistan’ın rızası olmadan Ada’nın statüsünde ve 1960 Lefkoşa Antlaşması’nda hiçbir değişiklik yapılmayacaktır.

3. Taraflar, Antlaşmalar dışı Kıbrıslı olmayan askerî kuvvetlerinin Kıbrıs’tan çekilmesini kabul ederler. Çekilme azami iki ay içinde tamamlanmış olacaktır.

4. Tarafların bu hususlara uydukları, önce Yunanistan, daha sonra Türkiye tarafından ilân olunacaktır.

5. Grıvas bir daha Ada’ya dönmemek üzere geri çekilmiş olacaktır.

6. EOKA teşkilâtı tamamen dağıtılacaktır.

7. Antlaşmalar dışı olarak Ada’ya sokulan bütün silâh, cephane ve mühimmat çekilecektir.

8. BM Barış Gücü’ndeki asker sayısı arttırılacaktır.

9. Boğaziçi ve Geçitkale köylerinde yapılan saldırılarda işlenen cinayetlerin hesabı sorulacak, ölenlerin yakınlarına tazminat verilecektir.

10.Kıbrıslı Türkler’in Ada içinde veya dışında seyahat serbestliği olacak, ticaret serbestisi tanınacak, işleyecekleri suçlardan sadece Türk Cemaati’ne karşı sorumlu bulunacaklardır.

11.Mevcut buhranın giderilmesi için Yunanistan, bugün kabul ettiği şartları yerine getirmez ve zaman zaman Ada’daki Makarıos idaresi Türkiye’ye ve Türklere baskıda bulunursa, T.C. Hükümeti hiç kimseye danışmadan Kıbrıs’a fiilî müdahalede bulunacak ve istediği şartlar tahakkuk edinceye kadar, Ada’yı askerî yönden kontrol altında bulunduracaktır”.[58]

Türkiye’nin ileri sürdüğü bu şartları kabul eden Yunanistan Dışişleri Bakanı Panaıotıs Pippinellis 2 Aralık’da yaptığı açıklamada Kıbrıs’taki kuvvetlerini çekeceklerini, buna mukabil Türkiye’nin de savaş hazırlıklarını durduracağını belirtti.[59]

Geçici Tür Yönetimi Dönemi

28 Aralık 1967’de T.C. Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Zeki Kuneralp, Suat Bilge ve Kıbrıs Türk ileri gelenleri bir araya gelerek Geçici Türk Yönetimi’ni kurdular.

Cumhurbaşkanı muavini ile üç Cumhuriyet Meclisi Milletvekilini, Cemaat Meclisi Başkanı ile icraa heyetinin belli miktardaki üyesini, T.M.T. (Türk Mukavemet Teşkilâtı)’nı ve bir tarafsız maliyeciyi ihtiva edecek şekilde organize edildi. Geçici Türk Yönetimi Başkanlığı’na Dr. Fazıl Küçük getirildi. Başbakan ve yardımcısı dışında on bir kişilik Yürütme Kurulu, Bakanlar Kurulu olarak görev aldı.

13 Nisan 1968’de Ada’ya dönen Denktaş 1973’de yapılan seçimler sonunda Cumhurbaşkanı Muavinliği ve Türk Yönetimi Başkanlığı’na getirildi.[60]

Kıbrıs’ta Rum-Yunan Darbesi

Grivas’ın ölümü üzerine alınan bir kararla EOKA-B karargâhı, Yunan Kontenjan Alayı Kışlası’na taşındı.[61] Bu durumdan rahatsız olan Makarıos ile Yunan ordusu arasıda sürtüşme başladı. 2 Temmuz 1974’de Yunan Cumhurbaşkanı General Ghizikis’e bir mektup yollayan Makarıos, kendisinin, “Vali değil, devlet başkanı olduğunu” hatırlattı[62] ve EOKA-B militanlarının önemli bir bölümünün yakalanması için harekete geçti. 15 Temmuz’da duruma el koyan R.M.M.O. milislerine bağlı tanklar Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na taarruz ettiler ve Nıkhos Sampson’u Cumhurbaşkanlığı’na getirdiler.[63] Yunan kaynakları tarafından Apollon Harekatı olarak adlandırılan darbe, Türkiye’de tepki ile karşılandı. Darbeyi Afyon’da öğrenen Başbakan Bülent Ecevit; “şu anda, Afyon’un şu meydanından bütün Dünya’ya yakın-uzak komşularımıza söylüyorum; kimse Kıbrıs’da Türkler’in haklarına el sürmeye kalkmasın!” diyerek ilk uyarıda bulundu.[64] 16 Temmuz gecesi saat: 02.30’da toplanan MGK., Başbakan’a İngiltere ile görüşmeler ve harbe hazırlık konusunda tam yetki verdi.[65] Rauf Denktaş ise; “Adolf Hitler, İsrael’e Cumhurbaşkanı olamazsa, Nıkhos Sampson’un da böyle bir göreve getirilmesi kabul edilemez” diyerek protestoda bulundu.[66]

17 Temmuz’da Londra’ya giden Ecevit, İngiliz Başbakanı Harold Wilson ve Dışişleri Bakanı James Callaghan ile durum değerlendirmesi yaptı. Ancak istenilen netice alınamadı. Aynı gün olağan-üstü toplanan TBMM; Kıbrıs sorununu görüştü.

19 Temmuz sabahının erken saatlerinde Genel Kurmay Başkanlığı’na ulaştırılan Bakanlar Kurulu kararında; “Türk Silâhlı Kuvvetleri, Kıbrıs’ta denize çıkışı olan bir bölgeyi elde etmek ve Ada’daki Türk toplumunun güvenliğini sağlamak üzere yarın Kıbrıs’a çıkacaktır” deniyordu.[67]

Aynı gün toplanan B.M. Güvenlik Konseyi’nde konuşan devrik Cumhurbaşkanı Makarıos; “darbe, Yunanistan’daki askerî rejim tarafından planlanmış ve R.M.M.O.’nda görev yapan Yunan subayları tarafından gerçekleştirilmiştir.

Yunanistan’daki askerî rejim, Kıbrıs’ın bağımsızlığını acımasızca katletmiş, kendi diktatörlük sistemini Kıbrıs’a yaymıştır” diyerek Yunanistan’ı suçladı.[68]

Birinci Barış Harekâtı

20 Temmuz saat: 04.00’de Türk Silâhlı Kuvvetleri genel alarm verdi. Adana, Antalya, Konya askerî havaalanlarından kalkan jetler saat: 05.25’de Lefkoşa’ya ulaştılar ve bir süre sonra ilk paraşütçüler Ada’ya inmeye başladı.[69] Denktaş, o anı şu cümlelerle anlatır; “gecikmeyle de olsa evvela derinden top sesleri gelmeye başladı, sonra arkasından uçakların paraşütçüleri indirmeye başladıkları görüldü. O an, etrafımda olanların kapanıp, toprağı öptüklerine ve şükürler olsun dediklerine tanık oldum!”.[70] Ecevit ise Ankara Radyosu’nda yaptığı açıklamasında; “biz savaş için değil, barış için; yalnız Türklere değil, Rumlar’a da barışı getirmek için Ada’ya geliyoruz” diyordu.[71] Saat: 08.50’de Girne’nin on kilometre batısındaki Pladini Plajı’na çıkarma gemileri kapak attı. Yunanitan’da toplanan Bakanlar Kurulu savaş kararı aldı. Kıbrıs Rum Dışişleri Bakanlığı da, B.M. Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırdı.[72] Toplanan Konsey, 353 sayılı kararla tarafları ateşkese ve Ada’daki bütün yabancı kuvvetleri geri çekilmeye çağırdı.[73]

22 Temmuz günü saat: 13.00’de Girne, Türk Kuvvetlerinin eline geçti.[74] Saat: 16.00’da Türkiye, Güvenlik Konseyi’nin ateşkes kararına uymayı kabul etti.[75] Ertesi gün Nıkhos Sampson istifa etmek zorunda kaldı, yerine Meclis Başkanı Glafkos Klerides getirildi. Yunanistan’da iktidarı elinde tutan junta, bir tebliğ yayınlayarak, ülke idaresini sivillere bıraktığını ilân etti.[76]

Girne-Lefkoşa arasında dar bir şerit ele geçirilmiş, Rum-Yunan ikilisi askerî açıdan tam anlamı ile mağlup olmuştu.

Cenevre Konferansı 25 Temmuz’da Türk Dışişleri Bakanı Turan Güneş, James Callaghan ve Yunan Dışişleri Bakanı Yorgo Mavros’un katılımı ile başladı.[77] 30 Temmuz’da üzerinde anlaşmaya varılan metin Dünya kamuoyuna duyuruldu. Buna göre;

1. Ada’da bir güvenlik bölgesinin kurulması,

2. Rum-Yunan işgalindeki Türk bölgelerinin derhal boşaltılması,

3. Tutsak durumundaki asker-sivil personelin derhal mübadele edilmesi,

4. Ada’da barışın sağlanması ile Anayasa’ya uygun bir hükümetin yeniden kurulmasının sağlanması,

5. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Rum ve Türk olmak üzere iki otonom idarenin mevcudiyetinin kabulü gerekmektedir.[78]

6. İkinci Barış Harekâtı

7. 8 Ağustos’da başlayan ikinci tur görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü Rum tarafı daha önce kabul ettiği antlaşma şartlarını uygulamaya sokmuyordu. ABD Dışişleri Bakanı Hery Kissinger ile yeni bir plan hazırlamıştı. Buna göre; “konferansa iki gün ara verilecek, işgal edilen Türk köyleri boşaltılacak, Federasyon önerisi kabul edilecek ve Türk birliklerinin ilerlemesi durdurulacaktı”.[79] Ancak bundan da netice alınamadı. Neticede 14 Ağustos günü saat: 04.30’da Türk kuvvetleri “parola: zafer” “hedef: Şahin Hattı, sloganı ile harekete geçti. İlk etapta Lefkoşa Havaalanı ele geçirildi.

8. İnsanlık tarihinin en büyük katliamlarından biri bu sırada yapıldı.

9. Bir gurup EOKA-B mensubu Rum militan Mağusa’nın kuzey-batısındaki Atlılar Köyü’ne giderek yetmiş beş kişiyi öldürerek, topluca bir çukura gömdüler.[80]

10.Türk birlikleri yeniden savaşa başlaması üzerine Yunanistan ve İngiltere tarafından toplantıya çağırılan B.M. Güvenlik Konseyi kabul ettiği 357 sayılı kararla; tarafları ateşkese davet etti.

11.Bu sırada Yunanistan’da kurulan Konstantin Karamanlis Hükümeti, açıklama yaparak, NATO’nun askerî kanadından çekildiğini bildirdi.

12.B.M. Güvenlik Konseyi, ardı-ardına 358, 359 ve 360 numaralı kararları duyurdu. Konu yine, ateşkesti.[81] Türk birlikleri ise Güzelyurt ve Mağusa’ya girmişti. Başbakan Ecevit, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin hedefine ulaştığını belirterek, ateşkes kararına uyulacağını ilân etti.[82] Ecevit’e göre, ikinci harekâtla, “coğrafi esasa dayalı iki muhtar devletten kurulu federal Kıbrıs Devleti’nin temelleri atılmıştı”

13.1963 Aralığında kanlı bir şekilde başlayan macera, Türkiye ve Kıbrıs Türkleri açısından artık bitmişti.

Yrd. Doç. Dr. Galip ALÇITEPE

C.B.Ü., Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölüm Başkanı / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 116-122

TARİH : KIPÇAK DİLİ VE EDEBİYATI


A. Kıpçaklar

Müslüman yazarlar tarafından “Kıpçak”, Avrupalılarca genellikle “Kuman” adı ile anılan kavimler birliği, aslında sonradan birleşen iki ayrı Türk kavmidir. Adını solgun ve sarımtırak renklerinden aldıkları tahmin edilen ve eski tarihleri karanlık olan Kumanlar 1017’de Karahıtayların baskısı ile Batı’ya doğru göç ederek 1050’de Doğu Avrupa’ya yerleşmiş bulunuyorlardı. Karadeniz’in kuzeyini işgal eden Kumanlar, zamanla buradaki Peçenek ve Oğuz-Türk kabilelerinin kalıntıları ile birleşmişlerdir. Bu arada Ruslar, evlenme yoluyla akrabalık meydana getirerek anılan bu Türk kavimlerinin tam anlamıyla birleşmelerini önlemeye çalışmışlardır. Rusların ve Bizansların kışkırtmaları sonucu Kumanlar, Peçeneklerle savaşarak onları yenmişlerdir. 1103 yılında da Ruslar Kumanları ağır bir yenilgiye uğratmışlardır. Bu ağır yenilgi sonucunda dağılan Kumanlar, yerlerini doğudan gelen yeni bir Türk kavmi olan Kıpçaklara terk etmişlerdir. Kıpçak adı altında birleşen bu Türk kavimleri bundan sonra da Avrupalı yazarlarca Kuman adı ile anılmışlardır. XII. yüzyıldan beri Kuman ve Kıpçak adları aynı halkı göstermektedir.

Kıpçakların rehberliği altında büyük bir güçlü birlik ortaya çıkmıştır. Ancak bunlar çok geniş bir sahaya yayıldıkları hâlde siyasî bir birlik olarak ortaya çıkamamışlardır. Tarihte bir Kıpçak devleti görülmemektedir. Zamanla birleşerek birçok etkili akın yapan Kıpçak kavimleri bir idare ve bir merkez altında toplanamamışlardır. Bunun nedenini çok yayılmalarında aramak gerekmektedir. Orta Asya’dan Tuna boylarına kadar yayılan Kıpçakların Orta Asya’daki hâkimiyeti Cengiz’e kadar devam ettiği gibi, yayıldıkları ve hâkim oldukları diğer bölgelerdeki hükümranlıklarına da Moğol akınları son vermiştir. XIII. yüzyılın ortalarına doğru Moğol akınlarının artması, Kıpçakların daha da yayılıp dağılmalarına neden olmuştur. Önemli bir kısmı Macaristan başta olmak üzere Bulgaristan, Romanya, Gürcistan ve Rusya’ya girmiş, zamanla tamamen kaybolmuşlardır. Bugün Kıpçak adı Deşt-i Kıpçak gibi eski coğrafî adlarda ve bazı Türk kavimlerinin kabile adlarında kalmıştır.

Kıpçakların, Mısır’daki Memlûk Sultanlığı’nda da önemli rolleri olmuştur. Daha önce de belirtildiği gibi Kıpçaklar kavim olarak çok yayılmışlar ve dağılmışlardır. Fakat Mısır’a kadar gitmelerinin nedeni başkadır. Zaruret zamanlarında pek çok Kıpçak çocuğunun köle olarak satılması neticesinde Kıpçaklar bilhassa XIII. ve XIV. yüzyıllarda bütün Ön-Asya’ya ve Mısır’a yayılmışlardır. Bunlar arasında yükselip kumandanlık, hatta sultanlık makamlarına kadar gelenler bulunmaktadır. Bunların en tanınmışı Sultan Baybars’tır.[1]

B. Kıpçakça

Kıpçak Türkçesi, Orta Dönem Türkçesinin batı grubuna giren eski bir şivedir. Kıpçaklar kendilerinden önce Doğu Karadeniz’e göç eden kavimleri de bünyelerinde toplayarak Batı Türkçesinin kuzey kanadını teşkil etmişlerdir. Bunlardan elimizde eser olarak yalnızca Codex Cumanicus adlı dil malzemesi kalabilmiştir.

Bunun dışında Kıpçakça asıl gelişmesini, vatanından epeyce uzakta, aslında Batı Türkçesinin kuzey grubunu teşkil ettiği hâlde, güney grubunun yayıldığı sahadan daha da güneyde Mısır’da ve bugün Yakın ve Orta-Doğu denilen ülkelerde göstermiştir. Buna neden olan göç, çoğunluğunu çocuk ve gençlerin teşkil ettiği köle kafileleri şeklinde olmuştur. Ancak bu bölgeye gelip yerleşen Türkler, sadece bu kölelerden ibaret olmamıştır. Türkmenler, hatta Altınordu ve Harezm bölgesinden gelenler de dilde farklılık meydana getirecek kadar önemli bir yekûn tutmuşlardır. Bütün bu Türk boyları zamanla kuzeyde devam ettiremedikleri devlet ve medeniyeti bu yabancı diyar ve muhitte meydana getirebilmişlerdir.

Memlûk devletinde,[2] Türk sultanlarının başta bulunmaları ve hâkimiyetin Türklerin elinde olması nedeniyle Türkçeye ilgi artmış ve Araplara Türkçeyi öğretmek için kitaplar yazılmıştır. Ayrıca, başka sahalarda yazılan Türkçe eserler de itinalı bir şekilde istinsah ettirilmiş, Arapça ve Farsçadan çeşitli konularda eserler Türkçeye çevrilmiştir.[3]

Memlûk-Kıpçak eserlerinin dili, Türk dili tarihinde ayrı bir yer tutmaktadır.

Göç şeklinde gelip yerleşen Türklerin muhtelif boylardan olması, bu sahada meydana getirilen eserlerin dillerinin de değişik olmasına neden olmuştur.

1. Halası Kun, Memlûk-Kıpçak eserlerinde kullanılan dili üç grupta toplamıştır:[4]

2. Asıl Memlûk-Kıpçakçası,

3. Asıl Oğuzca,

4. Oğuz-Kıpçak karışımı bir dil.

Janos Eckmann da buna benzer bir tasnif yapmıştır.[5]

C. Kıpçak edebiyatı Eserleri

I. Codex Comanicus

Anonim bir eser olup İtalyan tüccarlar ve Fransiskan tarikatına mensup Alman rahipler tarafından yazıldığı tahmin edilmektedir. Eserin yazıldığı yer ve tarih de kesin olarak bilinmemektedir.

Tek yazması Venedik’te Saint Marcus kütüphanesinde bulunmaktadır. Eser, sonradan bir cilt hâline getirilen, birbirinden ayrı iki defterden teşekkül etmiştir. Birinci kısma İtalyan kısmı, ikincisine de Alman kısmı denilmektedir. 55 yapraktan meydana gelen İtalyan kısmı, biri alfabe sırası diğeri konulara göre tasnif edilmiş iki sözlükten meydana gelmektedir. 27 yaprak olan Alman kısmı ise, karışık bir şekilde, Almanca-Kıpçakça ve Lâtince-Kıpçakça lügatleri ihtiva etmektedir. Bu bölümde dinî metinler, ata sözleri ve bilmeceler bulunmaktadır.

Eserden ilk defa M.J. KLAPROTH bazı parçalar neşretmiş (1828), daha sonra da KONT GEZA KUUN eserin tamamını Lâtince tercüme ve izahlarla yayımlamıştır (1880). Son olarak Danimarkalı türkolog K. GRÖNBECKH tarafından bir cilt faksimile (1936), bir cilt de lügat olmak üzere (1942) iki cilt olarak tam istifade edilebilir bir şekilde yayımlamıştır. RADLOFF, W. BANG ve T. KOWALSKİ gibi türkologlar da eser üzerinde çeşitli araştırmalar yapmışlardır.[6]

II. Lügatler-Gramerler

1. Kitâbü’l-İdrâk li Lisâni’l-Etrâk

Türkçeyi öğretmek maksadı ile yazılan eserin müellifi, Ebû Hayyan adlı Berberî asıllı bir Arap dilcisidir.

Türk diline büyük bir ilgi duyan Ebû Hayyan, Mısır’da Türk dilinin kazandığı önemi görünce, Araplara Türkçeyi öğretmek maksadıyla bilhassa Mısır’da konuşulan Türk şiveleri üzerine 4 kitap yazmıştır.[7] Türkçenin bilinen ilk grameri olup Ebû Hayyan tarafından Türk dili ile ilgili olarak yazılan dört eserden biri olan El-İdrâk, 20 Ramazan 712’de (18 Aralık 1312) Kahire’de tamamlanmıştır. Eser, alfabe sırasına göre biri lügat, diğeri de gramer olmak üzere iki kısımdan meydana gelmiştir.

El-İdrâk’in iki yazmasının varlığı bilinmektedir:

a. İstanbul Bayezid Genel Kitaplığı, Veliyüddin Efendi Bölümü 2896 numarada kayıtlı olan yazma, 15 Şubat 1335 tarihinde bilinmeyen birisi tarafından istinsah edilmiştir. Tamamı 132 sayfadır.

b. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Arapça Yazmalar kısmı 3856 numarada kayıtlı olan yazma, 1402 yılında Ahmed ibni Şafii adında bir kişi tarafından Lazkiye’de istinsah edilmiş olup 97 yapraktan müteşekkildir.[8]

Ebû Hayyan’ın bu önemli eseri ilk önce Selanikli Mustafa Bey tarafından Veliyyüddin Efendi yazmasına dayanılarak İstanbul’da 1891 yılında yayımlanmıştır. 213 sayfa tutan bu yayın, tek yazmaya dayandırıldığı için eksiktir ve istifadeye elverişli değildir.[9]

Daha sonra elde edilen yazmayı da göz önünde bulunduran Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, eseri 1931 yılında yayımlamıştır.[10]

El-İdrâk’in Veliyyüddin Efendi’deki yazmasının haşiyelerine bilinmeyen birisi tarafından eklenen küçük bir lügatçe 1936 yılında Veled İzbudak tarafından El-İdrâk Haşiyesi adı ile yayımlanmıştır.[11]

2. Kitâb-ı Mecmû-ı Tercümân-ı Türkî ve Acemî ve Mugalî

Araplara Türkçeyi öğretmek için yazılan eserlerden biri de Kitâb-ı Mecmû-ı Tercümân-ı Türkî ve Acemî ve Mugalî’dir. Houtsma’ya göre Leiden yazması 28 ocak 1245’te yazılmıştır. Houtsma baskısını göz önünde bulunduran sonraki yazarlar da bu tarihi tekrarlamışlardır. Ancak Barbara Flemning, bu tarihin 1343 olarak düzeltilmesi gerektiğini ortaya koymuştur.[12] Halil bin Muhammed bin Yusuf el-Konevî adlı Konyalı bir Türk tarafından istinsah edilen bu eserin yazması Hollanda’nın Leiden Akademi Kütüphanesinde bulunmaktadır. Her sayfasında 13 satır bulunan ve 76 yapraktan ibaret olan yazmada kısmen kırmızı kısmen de siyah mürekkep kullanılmıştır. Eser, biri Arapça- Türkçe sözlük (63 yaprak), ikincisi Moğolca-Farsça sözlük (13 yaprak) olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Yazmanın Moğolca bölümünü N. Poppe işleyip yayımlamıştır.[13]

Bu yazma baş tarafındaki kayıttan anlaşıldığına göre, Kadı Mevlânâ Kemâlüddin adında birinin kütüphanesi için hazırlanmıştır. Eser, kelime çeşitlerine göre hazırlanmış bir sözlük-gramer olup yaklaşık olarak 2000 kelime içermektedir.

Kitâb-ı Mecmû-ı Tercümân-ı Türkî ve Acemî ve Mugalî’nin birinci kısmı Hollandalı müsteşriklerden Utrecht Üniversitesi Doğu Dilleri profesörlüğünde bulunmuş olan Martin Theodor Houtsma tarafından işlenerek yayımlanmıştır.[14] Bu yayın, ön söz, gramer özeti, Arap harflerine göre yapılmış bir dizin ile 57 sayfa tutan Arap harfleriyle yazılmış metinden ibarettir. Kitâb-ı Mecmû-ı Tercümân-ı Türkî ve Acemî ve Mugalî’nin birinci kısmı daha sonra A.K. Kurışjanov tarafından yayımlanmıştır.[15] 234 sayfalık bu çalışmada Houtsma’nın yayınındaki Arap harfli orijinal yazma esas alınmıştır. Prof. Dr. Hasan Eren’in Kurışjanov’un çalışması ile ilgili olarak bir eleştiri yazısı vardır.[16]

Eser, Prof. Dr. Recep Toparlı, Prof. Dr. M. Sadi Çögenli ve Doç. Dr. Nevzat Hafız Yanık tarafından yeniden hazırlanmış ve Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanmıştır.[17]

3. Et-Tuhfetü’z-Zekiyye fi’l-Lügati’t-Türkiyye

Kıpçak şivesi ile yazıldığı mukaddimesinde belirtilen bu eserin müellifi bilinmemektedir. Baş ve son taraflarındaki ilave kayıtlardan Mısır’da yazıldığı anlaşılan eserin yazılış tarihi de belli değildir. Ancak, eserde bulunan bir kayıttan hareket edilerek 1425 yılından önce yazıldığı tahmin edilmektedir.

Eser, biri gramer diğeri de lügat olmak üzere iki kısmdan meydana gelmekte olup 78 sahife kadar tutan Arapça-Kıpçakça lügat kısmında, Arapça kelimeler alfabe sırasına göre düzenlenmiş ve karşılarında da Türkçeleri verilmiştir. 39a-91a yaprakları arasını kapsayan ikinci kısım ise, gramer şekillerine göre tanzim edilen bir lügat ihtiva etmektedir.

Eserin tek yazması İstanbul Bayezid Genel Kitaplığı Veliyyüddin Efendi Bölümünde 3902 numara ile kayıtlı olup 91 yapraktan meydana gelmektedir. Yazmada birkaç yaprağın eksikliği de sezilmektedir.

Eserin tıpkı basımı T. Halası Kun tarafından 1942 yılında Budapeşte’de yayımlanmıştır.[18] Besim Atalay da eseri Türkçeye çevirerek 1945 yılında tekrar yayımlamıştır.[19] Agah Sırrı Levend, Şemseddin Sami’nin bu eseri çevirip müsvedde olarak bir deftere yazdığını, fakat bu çevirinin basılıp yayımlanmadığını söylemektedir.[20]

4. Kitâbü Bülgatü’l-Müştak fî Lügati’t-Türk ve’l-Kıfçak

Cemâleddin Ebû Muhammed et-Türkî tarafından yazılan eserin yazıldığı tarih bilinmemekte olup eserdeki bir kayıttan 1451 yılından önce yazıldığı anlaşılmaktadır.

Eserin tek yazması Paris Bibliotheque Nationale’de bulunmaktadır.[21] 88 yaprak olan bu yazmanın 7a-21a arası isimler; 21a-88b arası fiillerden meydana gelmekte olup eser, Arapça-Türkçe bir sözlük niteliğindedir. Ancak bu yazmanın eksik olduğu sezilmektedir.

Ananıasz Zajaczkowski eserin isimler kısmını 1938,[22] fiiller kısmını da 1954 yılında Varşova’da yayımlamıştır.[23]

İsimler kısmı 1958 yılında tıpkı basım yoluyla yeniden yayımlanmıştır.[24]

5. El-Kavâninü’l-Külliye Li-Zabtı’l-Lügati’t-Türkiyye

Bu eser, içerdiği kelime hazinesi ve yazılış amacının Türkçemiz açısından büyüklüğü bakımından son derece önemli ve değerlidir.

Eser bir gramer kitabı olup fiil bahsi diğer gramerlere oranla daha geniş tutulmuştur.

XV. yüzyıl başlarında Kahire’de yazıldığı anlaşılan bu eserin tek yazması İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi Şehit Ali Paşa bölümünde 2659 numara ile kayıtlı olup 169 sayfadır. Bu yazma, 1928 yılında Fuad KÖPRÜLÜ’nün ön sözü ile Kilisli Rifat Bilge tarafından orijinal biçimiyle Türkiyat Enstitüsü’nce yayımlanmıştır.[25]

Kilisli Rifat Bilge bu yayımında herhangi bir yoruma girmeden metni olduğu gibi vermiş, ancak kendisince açıklamaya gerek gördüğü yerleri sayfaların sonunda dipnotlarla gösterme yoluna gitmiştir.

Macar S. Telegdi, Kilisli Rıfat’ın yayınını esas alarak eserin bazı gramer özelliklerini ve fihristini Almanca olarak yayımlamıştır.[26]

Eserin gramer özellikleri ile ilgili olarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Türkân Aksu tarafından bir çalışma yapılmıştır.[27]

Eser, Prof. Dr. Recep Toparlı, Prof. Dr. M. Sadi Çögenli ve Doç. Dr. Nevzat Hafız Yanık tarafından hazırlanarak Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanmıştır.[28]

6. Ed-Dürretü’l-Mudiyye fi’l-Lügati’t-Türkiyye

Memlûkler döneminde (1250-1517), Türkçeyi öğretmek amacıyla sözlük türünde kaleme alınan eserlerden biri de Ed-Dürretü’l-Mudiyye Fi’l-Lügati’t-Türkiyye’dir. “Türk Dilinin parlayan incisi” anlamına gelen bu eserin yazması Floransa’daki Medicea Bibliotheca Laurenziana’da Orient 130 numara ile kayıtlıdır. Türk Dili ve Edebiyatı sahasındaki değerli çalışmalarıyla tanınan Ananiasz Zajaczkowski, 1963 Eylül’ünde Venedik’te toplanan Milletlerarası II. Türk Sanatları Kongresi’ne katılmak üzere İtalya’ya gittiğinde, Şark el yazmalarını incelerken bu eseri tespit etmiştir.[29]

Zajaczkowski tarafından tespit edilen bu yazma, her sayfasında 15-16 satır bulunan 24 yapraktan meydana gelmektedir. Arapça metinde genellikle siyah, bunların altında yer alan Türkçe metinde ise kırmızı mürekkep kullanılmıştır. Eser, 21.5×15 cm. ölçülerindedir.

Yazmanın kâğıdı kalın koyu sarı ve fligranlıdır. Fligranlar, kullanılan kağıdın İtalyan kökenli olduğunu göstermektedir. Cilt yarı deri olup Avrupaî tarzda yapılmıştır.

Yazmanın müstensihi; (24a)’da bulunan bir kayıttan da anlaşıldığına göre Hüsrev b. Abdullah’tır.

Eser, 24 bölümdür. Adını bilmediğimiz müellif, bu bölümlerden birincisi için kısım, ikincisi için bab, diğerleri için de fasl başlıklarını kullanmıştır.

Zajaczkowski, Dürretü’l-Mudiyye’yi işleyerek yayımlamıştır.[30] Türk erkek ve kadın adları ile ilgili olan 22 ve 23. bölümler her nedense Zajaczkowski’nin yazılarında yer almamıştır. Dürretü’l-Mudiyye ile ilgili yazılarında Zajaczkowski, eserin dil özelliklerine işaret ederek Arap harfli metni kendi yorumuyla vermiştir. Eserin içerdiği kelimeleri “Sözlük” başlığı altında sıraladıktan sonra da orijinal metnin fotoğraflarını yazılarının sonlarına eklemiştir.

Eser, Prof. Dr. Recep Toparlı tarafından Türk Dil Kurumu Türkiye Türkçesi ve Tarihî Devirler Yazı Dilleri Gramerleri Projesi için yayımlanmak üzere hazırlanmıştır.[31]

III. Fıkıh Kitapları

1. Kitâb fi’l-Fıkh

Arapça bir fıkıh kitabından satır altı olarak çevrilen eserin tek yazması İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi Ayasofya bölümünde 1360 numara ile kayıtlıdır. Tamamı 266 yaprak olan bu yazmanın son tarafı eksik olduğu için çevireni, müstensihi, istinsah tarihi ile istinsah yeri hakkında bilgi elde edilememiştir.

Üzerinde herhangi bir araştırma ve inceleme yapılmamış olan eserin dil özelliklerini esas alan bir çalışma Doç. Dr. Recep Toparlı tarafından 1993 yılında yayımlanmıştır.[32]

2. Kitâb fi’l-Fıkh bi’l-Lisani’t-Türkî

Çeşitli fıkıh kitaplarından toplanan fetvalardan meydana gelen bu eserin müellifi, telif edildiği yer ve telif tarihi bilinmemektedir. Ancak, 1421 yılında vefat eden Sultan Tatar’ın hazinesinde bulunmasından anlaşılacağı üzere, 1421 yılından daha önce yazılmıştır.

Tek yazması İstanbul Millet Kütüphanesi Feyzullah Efendi bölümünde 1046 numara ile kayıtlı olup, 429 yapraktan meydana gelmektedir. Eser üzerinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde iki adet bitirme tezi yapılmıştır.[33]

Mehmet Emin Ağar, eseri doktora çalışması olarak hazırlamıştır.[34]

3. Kitâb-ı Mukaddime-i Ebû’l-Leysi’s-Semerkandî

Dinî konulardan oluşan bu eserin Arapçasının yazarı Ebû’l-Leys, Hanefi mezhebinin büyük fıkıh bilginlerinden biridir. Kansu Gavri için çevrilen eser, sonundaki ibareden anlaşıldığına göre Esenbay b. Sudun tarafından istinsah edilmiştir.

Arapçadan yapılan bir satır altı çevirisi olan eserin Memlûk Kıpçakçası özelliklerini ihtiva eden yazması İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi Ayasofya bölümünde 1451 numara ile kayıtlı olup 47 yapraktan ibarettir.

Ananıasz Zajackowski 1959 yılında eserin önce kısa bir dil analizini, sözlüğünü, Arap ve Latin harfleriyle yazılmış metnini,[35] daha sonra da 1962 yılında faksimilesini yayımlamıştır.[36]

Gönül Berberoğlu, eserin metin ve indeksini 1976 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde bitirme tezi olarak hazırlamıştır.[37]

Yrd. Doç. Dr. Recep Toparlı, eser üzerindeki çalışmasını 1987 yılında yayımlamıştır.[38]

4. İrşâdü’l-Mülûk ve’s-Selâtîn

Melik ve sultanlara yol göstermek amacı ile Arapçadan satır altı olarak çevrilen eserin Arapça metninin yazarı bilinmemektedir. Bu metin, İskenderiye’de saltanat süren Seyfi Bacman’ın isteği üzerine yazılmıştır.

Arapçadan çeviriyi kimin yaptığı da tespit edilememiştir. Eserin sonundaki ibare, yazmanın Berke İbn-i Berâküz İbn-i Kandûn İbn-i Ögü tarafından istinsah edildiğini ortaya koymaktadır.

İstinsahı 789/1387 yılında İskenderiye şehrinde tamamlanan eserin müstensihi olan Berke Fakih, Kutb’un Hüsrev ü Şirin’ini 1383 yılında istinsah etmiş, ayrıca eserin sonuna kendisinden bir manzume de eklemiştir.[39]

Eser, fıkha ait çeşitli konuları içermekte olup giriş, 29 kitap, 56 bap ve 93 fasıldan oluşmaktadır. Ayrıca 49 meseleyi ihtiva eden bir bölüm de sona eklenmiştir.

İrşâdü’l-Mülûk’un tek yazmaası İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi Ayasofya bölümünde 1016 numara ile kayıtlı olup 498 yapraktan ibarettir.

1981 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Recep Toparlı tarafından doktora tezi olarak hazırlanıp 1992 yılında Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanan eserin dili, Memlûk-Kıpçak özelliklerini tam manasıyla ihtiva etmektedir.[40]

IV. Okçulukla İlgili Kitap

1. Kitâb fî İlmi’n-Nüşşâb

Sultan Meliküddin Zahir Berkuk’un kölesi iken sonradan yakınları arasına katılan Mahdum Tolu Bey’in isteği üzerine Arapçadan çevrilen bu eserin iki yazmasının varlığı bilinmektedir. Bunlardan birincisi, İstanbul Bayezid Genel Kitaplığı Veliyüddin Efendi bölümünde 3716 numara ile kayıtlı olan yazmanın 1b-66a yaprakları arasında bulunmaktadır. Bu yazmanın müstensihi, sonundaki ibareden anlaşıldığına göre Hüseyin b. Ahmed el-Erzurumî’dir.

Eserin ikinci yazması Paris Bibliotheque Nationale Türkçe Yazmalar kısmında 197 numara ile kayıtlı olan yazmanın içinde bulunmaktadır.

Bir giriş kısmı ve beş baptan meydana gelen Paris yazması Ananıasz Zajackowski tarafından 1956 yılında Varşova’da yayımlanmıştır.[41]

İstanbul yazmasını içine alan yazmanın tamamı 1944 yılında Nureddin Büngül tarafından Konya’da yayımlanmıştır.[42] Bu yazma üzerinde ayrıca İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde de Aysel Altınay tarafından 1961 yılında bir bitirme çalışması yapılmıştır.[43]

Recep Şirin, eseri Riyazâti’l-Hayl ile birlikte ele alarak yüksek lisans olarak hazırlamıştır.[44]

V. At ve Atçılıkla İlgili Kitaplar

1. Kitâb fî Riyâzâtı’l-Hayl

At kullanma ilmine dair olan bu eser, Farsçadan çevrilmiş olup mütercimi, çeviri yeri ve tarihi bilinmemektedir.

Bu kıymetli dil yadigârının iki yazmasının varlığı bilinmektedir. Birincisi, İstanbul Bayezid Genel Kitaplığı Veliyyüddin Efendi bölümünde 3176 numara ile kayıtlı olan yazmanın 66b-102b yaprakları arasında bulunmaktadır. Bu yazma iki baptan meydana gelmektedir. İkincisine oranla daha uzun olan birinci bap 69a-97b içindeki dört faslıyla atın niteliklerini, at hastalıklarını ve bunların tedavilerini içermektedir. 97b-102b arasında yer alan ikinci bapta ise at terbiyesinden bahsedilmiştir.

Eserin ikinci yazması Paris Bibliotheque Nationale’de 197 numara ile kayıtlı olan yazmanın 63a- 99b yaprakları arasında bulunmaktadır.

Eser üzerinde herhangi bir bilimsel çalışma yapılmamış olup İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde iki bitirme tezi hazırlanmıştır.[45]

2. Münyetü’l-Guzât

Binicilik ve atıcılığa dair Arapça bir eserden çevrilen Münyetü’l-Guzât’ın mütercimi ile tercüme edildiği yer ve tarih bilinmemektedir.

Halife el-Mu’tedid Billah’ın mîr-âhuru Muhammed b. Yakup b. Ali Hazzam adlı kişinin el- furûsiyye fî remyi’l-cihad adlı eserinin üçüncü faslının tercümesi olan eseri çeviren, kendisini bu işe sevk eden nedenleri açıklarken; sultanın yakınlarından olan Timur Bey’in, kendisinde küçük bir silah kitabı olduğunu, onun Türkçeye çevrilmesiyle Türklerin ondan faydalanacağını ve çevirene de sevap olacağını söylediğini, kendisinin de kabul edip bu çeviriyi yaptığını ifade etmektedir.

Eser, binicilik ve atıcılığa dair altı feni ihtiva etmektedir. Bilinen tek yazma yazması Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi’nde 3468 numarada kayıtlı olup bu yazmada 4. ve 5. fenler bulunmamaktadır. Yazma, 115 yapraktır. Üzerinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde iki adet bitirme tezi yapılan eser[46] Ananıasz Zajackowski tarafından 1970 yılında yayımlanmıştır.[47] Bu yayın, transkripsiyonlu metin ve tıpkı basımdan ibarettir.

Mustafa Uğurlu eseri Kültür Bakanlığı yayınları arasında yayımlamıştır.[48]

3. Baytaratu’l-Vâzıh

Baytarat adlı Arapça bir kitaptan, Memlûklerin hizmetinde padişah nedimi olan Tolu Bey’in emri ile Türkçeye çevrilen bu eser, hastalıkları ayrı ayrı nitelendirmek için kurallar ortaya koyması, onların ilâçları için pratik nasihatler vermesi ve baytarlığa ait değişik ilâç, hastalık ve tecrübelerin anlatması ile İslâm tıbbına ait eserlerin az bulunanlarındandır.

Bir giriş kısmı ile at hastalıkları ile ilgili 4 baptan meydana gelen eseri çeviren bilinmemektedir.

Eserin iki yazmanın varlığı bilinmektedir. Birinci yazma, İstanbul Topkapı Sarayı Revan Köşkü kütüphanesinde 1695 numara ile kayıtlı olup 67 sayfadır. 44 sayfa olan ikinci yazma Paris Bibliotheque Nationale’de bulunmaktadır.

Saadet Çağatay’ın kısa bir dil analizi yaparak ilim alemine tanıttığı[49] eser üzerinde Mehmet Emin Ağar bir yüksek lisans çalışması yapmıştır.[50]

VI. Edebî Eser

1. Kitâb Gülistân Bi’t-T ürkî

Büyük İran edibi Sadi’nin Gülistan adlı eserinin Türkçeye bilinen ilk çevirisidir. Kelime hazinesi ve gramer özellikleri ile çok önemli olan bu eseri Saraylı Seyf çevirmiş, ancak kendisinden de bazı şeyler ekleyerek eseri çeviri görünümünden çıkarmaya çalışmıştır.

Saraylı Seyf, Gülistan Tercümesi’ni Bathas Bey’in isteği üzerine yapmış ve 1 Şevval 793/1 Eylül 1391 tarihinde tamamlamıştır. Eserin tek yazması Hollanda’nın Leiden Akademisi Kütüphanesi’nde 1553 numara ile kayıtlı bulunmaktadır.

Kitabın asıl çeviri kısmı 355 sayfa tutmaktadır ki belki Farsça Gülistan’ın hacminden büyüktür. Eserin tıpkı basımı, bir ön söz ile birlikte 1954 yılında Dr. Feridun Nafiz Uzluk tarafından yayımlanmıştır.[51]

Ali Fehmi Karamanlıoğlu Gülistan Tercümesi’ni doçentlik tezi olarak 1967 yılında hazırlamıştır. Bu çalışma, 1978 yılında Milli Eğitim Bakanlığı yayınları arasında yayımlanmıştır.[52]

Macar Türkoloğu A. Bodrogligeti eseri 1969 yılında Budapeşte’de yayımlamıştır.[53]

Gülistan Tercümesi ayrıca Prof. Dr. Emir Nadjib tarafından 1975 yılında Alma-Ata’da iki cilt olarak yayımlanmıştır.[54]

Prof. Dr. Recep TOPARLI

Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 814-821

TARİH : KLASİK DÖNEM ANADOLU SANAYİİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME (1500-1605)


Osmanlı Devleti’nin kurumlarının en mükemmel şekline ulaştığı klasik dönem olarak tabir edilen XVI. yüzyıl, hemen her sahada olduğu gibi sanayi alanında da zirvenin yaşandığı bir dönemdir. Askeri ve siyasi olarak Osmanlı Devleti’nin varlık mücadelesinde önemli bir yere sahip olan Anadolu, sanayi alanında da devletin ihtiyaçlarına belli oranda cevap verebilecek nitelikteydi. Kuruluşundan yıkılışına değin stratejik konumu münasebetiyle sürekli savaşmak zorunda kalan Osmanlı, devlet insiyatifini savaş sanayisinin gelişimi noktasında kullanmıştır. Top ve gülle dökümü, barut imali ve hatta gemi inşası için İstanbul’daki üretimin yetersiz kaldığı durumlarda Anadolu’da küçümsenemeyecek bir faaliyet göze çarpmaktaydı.

Dönemin önemli sanayi kollarından olan dokuma sanayisi Anadolu’da yerel ihtiyacın ötesinde İstanbul’un ihtiyaçlarına da cevap verebilecek nitelikteydi. Hatta Anadolu’dan gerek Batı ülkelerine ve gerekse doğuya bu sanayi kolundan mamul madde ihracı yapılmaktaydı. Deri sanayisinin de, hayvancılığın yoğun olarak yapıldığı Anadolu’da önemli bir yere sahip olduğunu ifade etmek gerekir. Yerel ihtiyacın yanı sıra İstanbul’un ihtiyaç duyduğu deri de Anadolu’dan temin edilmekteydi. Tesadüf edilen diğer sanayi kolları daha ziyade bölgesel ihtiyacı karşılamaya yönelik, ancak üretim fazlası olduğu zamanlarda ihracına izin verilen küçük işletmeler şeklindeydi.

Bu çerçevede konu ele alınıp incelediğinde, Anadolu sanayisi hakkında genel bir düşüncenin oluşabileceği kanaatindeyiz.

1. Savaş Sanayisi

Osmanlı Türklerinin geleneksel silahı olan ok ve yay, ateşli silahlar bulunmuş olmasına rağmen XVI. yüzyılda da önemini kısmen muhafaza etmekteydi. Oldukça düzgün ve zarif bir şekilde tasarlanan Osmanlı yaylarının uzunluğu 80-120 cm. arasında değişmekteydi. Yay akağaçtan yapılır, kabza ve uç kısımları öküz ve manda boynuzlarından alınan kemiklerle kaplanırdı. Yayların iki ucundaki kemiklere takılan kirişse, sığır ve özellikle öküz sinirinden yapılırdı.[1] Anadolu’nun bir çok şehrinde rastlayabileceğimiz kirişhanelerin daha ziyade bu amaca hizmet ettiği söylenebilir. Bu dönemde kılıcın da yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir. Ancak ehemmiyetine binaen daha ziyade tekamül eden harp teknolojisi üzerinde durulacaktır ki bunu da top ve gülle dökümü, barut imali ve gemi inşası şeklinde sıralayabiliriz.

1.1. Top ve Gülle Dökümü

Osmanlı devletinde top dökümü büyük oranda İstanbul’da Tophane-i Amire’de gerçekleştirmekteydi. İhtiyaç durumunda ise Edirne, Avlonya, Semendire, Novaberdâ, İşkodra, Belgrat, Budin, Mısır, Basra, Erzurum, Birecik ve Van tophanelerinde de top dökümü yapılmaktaydı.[2] Erzurum ve Birecik Tophaneleri için bilgilerimiz son derece sınırlıdır ancak, Van Tophanesinde sınırlı sayıda top dökülmesine karşın gülle ve fındık dökümünde oldukça aktif olduğu gözlenmektedir.

1.1.1. Erzurum Tophanesi

Erzurum’da 1576 tarihinde taş ve topraktan yapılmış bir tophanenin yağmur ve kardan dolayı harap olduğunu ve yerine yeniden kârgir bir binanın yapılmış olduğunu görmekteyiz. Özellikle İran seferlerinin bir kısım mühimmatının hazırlandığı Erzurum’daki tophanede kısmen top dökümü yapılmaktaydı.[3]

1.1.2. Birecik Tophanesi

Osmanlıların doğudaki top döktükleri merkezlerden birisi de Birecik’tir. Topçular katibi Hasan’a göre IV. Murad’ın Bağdat seferinde kullanılacak topların dökülmesi ve iki adet balyemez ile diğer büyük çaplı bazı topların dökümü burada gerçekleştirilmişti. Dökülecek topların kalıpları İstanbul’da hazırlanmış ve Kağıthane’den döküm için toprak götürülmüştü. Burada dökülen toplar ise Bayram Paşa vasıtasıyla Musul’a sevk edilmişti.

1.1.3. Van Tophanesi

Arşiv kayıtlarında varlığına 1565 yılından itibaren rastlanan Van Tophanesi, Van Kalesinin ve eyalete bağlı diğer kalelerin darpzen ve top ihtiyacını temin etmek için kurulmuştur. 1565 tarihinde Erciş ve Ahlat kaleleri için ihtiyaç duyulan 50 adet darpzenin Van Tophanesi’nde döküldüğünü görmekteyiz. Bu darpzenler için gerekli olan 40 kantar kalay, Amid kalesindeki miri mahzenlerden; toprak, Hizan’dan; ardıç otu, gemi ile Ahtamar adasından; demir, Kiğı madeninden ve lazım olan kereste de bedeli mukabilinde halktan karşılanmıştır.

1578 yılında başlayan İran harpleri sebebiyle topa ihtiyaç duyulmuş ve buna mukabil Van beylerbeyine gönderilen 1578 tarihli hükümde, İstanbul’dan gönderilen üstat topçular vasıtasıyla, kırık topların da eritilerek yeni topların dökülmesi ve ihtiyaç duyulan mahallere dağıtılması istenmiştir.[4] Ayrıca İstanbul’dan gönderilen top üstatlarının, civardaki topçu neferlerinin de yardımıyla Diyarbekir ve Şehrizol şehirlerinde de top döktükleri görülmektedir.[5]

Top ve tüfeklerde kullanılan çeşitli çaplardaki yuvarlak ve fındıkların dökümü için demire ihtiyaç duyulması, dökümhanelerin demir madenleri kurulmasını zorunlu kılmıştır. Van’da dökülen yuvarlak ve fındıklar için demir Kiğı’dan ve 1574 sonrası Van bölgesinden, kurşun ise Hakkari’deki kurşun madenlerinden temin edilmiştir.[6] Bilecik Madeninde de önemli ölçüde yuvarlak dökümü yapılmaktaydı. Anadolu kethüdasına gönderilen 1568 tarihli hükümde Birecik Madeni’nde üretilen on altı, on dört ve on bir vukıyyelik atar top yuvarlaklarının sayısı on beş bine eriştikten sonra, kalan yuvarlakların topçu başı tarafından gönderilen kalıba göre işletilmesi istenmiştir.[7]

1.2. Barut İmali

Barut üretimi önemli düzeyde İstanbul’daki Baruthane-i Âmire’de gerçekleştirilmekteydi. Ancak barutun temel hammaddesi olan güherçilenin Anadolu’nun hemen her yerinde sıklıkla rastlanan bir maden olması, barut üretiminin yaygın olarak Anadolu’da da yapılmasına imkan sağlamıştır. Lazkiye, Göynük,[8] Kayseri, Niğde, Larende,[9] Kiğı, Mazgird, Tekman,[10] Erciş, Ahlat,[11] Malatya, İçel,[12] Erzurum, Erzincan, Tercan, Kemah, Oltu ve Kars[13] tespit edebildiğimiz önemli güherçile üretim merkezleridir. Ancak bu madenlerin tamamında barut üretiminin yapıldığı söylenemez. 1571 yılında Van, Erciş, Ahlat ve Adilcevaz madenlerinden çıkarılan güherçile ve Hakkari madenlerinden çıkarılan kükürt Van’da barut üretimini mümkün kılmıştır.[14]

1571 tarihinde Kiğı, Mazgird ve Tekman kazalarından çıkarılan güherçile, Erzurum kalesinde siyah barut imali için kullanılmaktaydı.[15] 1576 yılında Diyarbakır’da barut işlendiğini tespit edebiliyoruz.[16] Erzurum beylerbeyine gönderilen 1577 tarihli bir hükümden Erzurum’da işlenen güherçilenin barut imali için Oltu’ya sevk edildiği anlaşılmaktadır.[17] Elimizdeki bilgiler esas alındığında barut imal edilen yerlerin daha ziyade Anadolu’nun doğusunda yoğunlaştığı görülmektedir. Bunda madenlerin niteliği kadar, bölgenin stratejik konumunun da önemli bir etken olduğu düşünülebilir.

1.3. Gemi İnşası

Osmanlı denizcilik tarihinde kuruluştan XVII. yüzyıla kadar olan dönemde kürekli gemilerin İnşa edildiği görülmektedir. Yelkenli gemi inşası ancak XVII. yüzyıldan sonra mümkün olmuştur. XVI. yüzyılda inşa edilen gemilerinin en önemli kısmını kadırgalar teşkil etmekteydi ve bunlar tamamen Osmanlı gemi teknolojisinin bir ürünüydü.[18] Anadolu’da bulunan tersanelerde de çektiri tipi, kadırga ve benzeri küçük tonajlı gemiler inşa edilmekteydi.

1.3.1. Sinop Tersanesi

Sinop, Karadeniz kıyısındaki tek doğal liman olması ve gemi inşası için lüzumlu kaynaklara sahip bulunması hasebiyle tersane için ideal bir yerdi. Başta kereste olmak üzere kendir, zift, üstüpü Sinop ve civarından temin edilmekteydi.

Osmanlı İmparatorluğu, Sinop’taki tersaneyi Candaroğulları’ndan devralmış ve XVI. yüzyılda da ihtiyacı olan bir çok harp gemisini burada yaptırmıştı. Nitekim Sinop Tersanesi’nde inşa edilen gemiler arasında 1566’da 15 kadırga, 3 mavna, 1571’de 25 kadırga yer almaktaydı. İnşa edilen gemi çeşit ve miktarlarından Sinop Tersanesi’nin Galata ve Gelibolu’dan sonra üçüncü büyük tersane olduğu anlaşılmaktadır.

1.3.2. İzmit Tersanesi

Osmanlılar tarafından fethinden çok önceleri de tersanesi bulunan İzmit civarında elverişli ormanların bulunması her dönemde gemi inşasını teşvik etmiştir.

İzmit Tersanesi, gemi tezgahları ve kereste mahzenleri olan bir tersane idi. İzmit’te Hünkar Sarayı yakınında bulunan tersane, XVI. yüzyılda zaman zaman tamir geçirmişti. Mesela 1554’teki genel tamirden sonra, 1566’da yıkılan 4 kapısı ile bazı duvarları yeniden inşa edilmiştir.[19]

1.3.3. Birecik Tersanesi

Birecik Tersanesi’nin kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber XVI. asrın ilk yarısında faaliyette olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 1522 senesinde 2 sandal inşa edilen Birecik Tersanesi’nde 1571’de 250’si askeri, 150’si zahire gemisi olmak üzere 400 gemi inşa edilmiştir.

1.3.3. Samsun Tersanesi

Sinop’tan sonra Karadeniz’in en fazla gemi inşa edilen ve bilhassa kendir teli dokunan dokunan tersansesi Samsun’da idi. İnebahtı mağlubiyetinden sonra (1571), burada 5 kadırga yapılmıştı.

Ayrıca Anadolu’da ihtiyaç durumunda Trabzon, Sakarya, Kemer, Silivri, Biga, Antalya, Alanya[20] ve Van’da da gemi inşası yapılmaktaydı. Erzurum hazinesi defterdarına gönderilen 993 tarihli hükümde; Van’da yapılacak on gemi için elli kantar demire ihtiyaç duyulduğu bunun mevcut ise Erzurum’daki hisardan, değil ise Kiğı Madeni’nden karşılanması istenmiştir.[21]

2. Dokuma Sanayisi

2.1. Pamuklu DokumaSanayii

Anadolu’nun bir çok şehrinde pamuk üretimi yoğun olarak yapılmasına rağmen, buralarda pamuklu dokuma yapıldığına dair vesikalarımız bir hayli sınırlıdır. Ancak daha sonra boyahaneler mevzuunda değinileceği üzere, Anadolu’nun irili ufaklı hemen her şehrinde kumaşların boyama işlemlerinin gerçekleştirildiği boyahanelere rastlamak mümkündür. Bu da bize dokuma işleminin küçük çapta da olsa bu şehirlerde yapıldığı izlenimini vermektedir.

Pamuk üretiminin bugün olduğu gibi XVI. yüzyılda da Ege bölgesinde önemli oranlarda yapıldığı ve pamuklu dokumanın inkişaf ettiğini söyleyebiliriz. Örneğin Manisa pazarına getirilen pamuğun alıcıları arasında ilgili meslek erbabı haricinde pamuğu iplik haline getiren ve evlerindeki tezgahlarda dokuyan kadınlar da bulunmakta idi. Manisa cüllahları ve çuhaları pamuk ipliğini işleyerek, bogasi (ince pamuklu kumaş), astarlı alaca (pamuklu-ipek karışımı veya renkli çizgili pamuklu kumaş), tülbent, bez, makrama (bir çeşit örtü), gömleklik gibi kumaşları imal etmekteydiler. Manisa’da bilhassa, alaca ve bogasi imalatının XVI. asırda oldukça yaygın ve meşhur olduğu, ayrıca bu asırda kızıllı Manisa kuşağının da imal edildiği görülmektedir.[22]

XVI. yüzyılda Tersane-i Amire’nin yelken bezi, esir gömleği ve tente bezi ihtiyacını karşılamak için Manisa yakınlarındaki Menemen ve Akhisar kazalarında sipariş üzere dokuma yapılmaktaydı. 1564-1571 yılları arasında bu iki kazadan İstanbul’a toplam 778.165 zira bez gönderilmiş, buna karşılık 2.962.604 akça masraf yapılmıştı.[23] Bu rakamlar bölgedeki pamuk dokumacılığının ne denli yoğun olduğu noktasında bize fikir vermektedir. Bölgenin pamuk dokumacılığında bir diğer önemli şehri Denizli’dir. Burada dokunan kumaşlar gerek Selçuklu ve Beylikler, gerekse Osmanlı Devlet ricali tarafından tercih edilen mamüllerdi. Menderes Ovası’nda yetiştirilen pamuğun kaliteli olmasının yanı sıra, kumaşların boyanması için gerekli olan boya hammaddesinin bölgeden temin ediliyor olması sektörün gelişmesine yardımcı olmuştur.[24]

XVI. yüzyılda pamuk üretiminin yoğun olarak yapıldığı şehirlerden bir tanesi de Diyarbakır’dır. Diyarbakır’da dokumacılardan alınan vergi, tezgah sayısına göre alınan maktu bir vergi olmayıp, dokunan kumaşların damgalanması sırasında alınan damga vergisiydi; bir çift bezden 2 karaca akça alınmaktaydı.[25] Anadolu pamuklu dokumacılığı hakkındaki bilgilerimiz maalesef bu kadarla sınırlıdır.

2.2. İpekli Dokuma Sanayii

XIII. yüzyıl Selçuklu sanatı içinde tesadüf edilen Anadolu ipekli dokumacılığı, XVI. yüzyılda Anadolu’daki diğer uygulamalı sanat türlerinde olduğu gibi gelişiminin en üst noktasına ulaşmıştır. Önceleri Anadolu’nun çeşitli şehrinde mevcut olan ipek dokumacılığı, XVI. yüzyılda büyük merkezlere; İstanbul ve Bursa’ya kaymaya başlamıştır.[26] Bu dönemde Bursa İpekçiliğinin inkişafını en iyi ifade eden örnek şüphesiz 1514 Çaldıran Seferi sonrası alınan ganaim defterinde; I. Selim’in Tebriz’de Heşti-bihişt sarayından aldığı eşyalar arasında Bursa kumaşından yapılmış doksan elbisenin kaydına rastlamasıdır.[27]

XVI. yüzyılda Bursa’da dokunan kumaşların şöhreti Lehistan, Macaristan, İtalya ve hatta Fransa’ya kadar yayılmıştı.[28] Bir taraftan memleket içinde ipekli kumaşlara fazla ihtiyaç olması, diğer taraftan dış ülkelerden kumaş almaya gelenlerin çoğalması, büyük ölçüde bir ipekli dokumacılığın kurulmasını mümkün kılmıştır. 1500 tarihinde yalnız Bursa’da 1.000 ipekli kumaş dokuyan tezgah vardı. Bu tezgahların bir kişilik, küçük birer ev dokumacılığı şeklinde çalıştıkları zannedilmemelidir. O tarihlerde 50-60 tezgah sahibi büyük sermayedarlar bulunmaktaydı.[29]

Böylesi büyük gelişme göstermiş olan ipekli kumaş dokumacılığını, mamüllerin çözgü tellerinin sayısı esas alınarak dört grupta incelemek mümkündür:

Kemhalar

Elbise yapmak için kullanılan bu çeşit kumaşlar, kalite bakımından en ağır olanları teşkil eder. Kemhalar daha ziyade erkek kıyafeti olarak tercih edilmiştir. Bursa’da dokunan ilk ipekli kumaşlar bunlar olsa gerektir. Bursa’nın yanı sıra Anadolu’da Amasya’da da kemha dokunmuştur.[30]

Atlas ve Kutnular

Kemhalardan sonra sıklık ve kalınlık itibariyle ikinci sırada yer alır. Bu kumaşların ortak özellikleri daima parlak ve göz alıcı olmalarıdır. Bunlar daha ziyade kadınlar tarafından kullanılmış ve zaman içinde kadınların daha süslü giyinme arzusuna uygun olarak çeşitleri alabildiğine artmıştır.[31]

Kadifeler

Osmanlı Türklerinin ipekli dokumacılık hayatında kadife dokumacılığı başlı başına bir fasıl teşkil eder. Türkler kadife dokumayı diğer kumaşlardan üstün tutmuşlardır. Denilebilir ki bu işte elde edilen başarı bütün yüzyıllar boyunca devam etmiş, komşu memleketlerin rekabeti kadifelerde görülmemiştir. Türk kilim geleneğinin devamı olarak önceleri desenli olan kadifeler, sonraları düz olarak da dokunmuştur. Kullanıldıkları yerlere göre kadifeleri Elbiselik ve Mobilyalık kadifeler olarak ikiye ayırmak mümkündür. Elbise yapmaya yarayan kadifeler aynı zamanda yorgan ve yatak yüzleri içinde kullanılmıştır.[32]

Taftalar ve Valeler

Çözgü tellerinin azlığına göre ayrı bir kısımda toplanan taftalar ve valeler daha hafif ipekli kumaşlardır. Tafta kumaşlar dokunduktan sonra pişirilmezler. Valelerin pişirilmesi aradaki farkı belirler. Yelken bezi olacak taftaların telleri birkaç katlı bükülmek suretiyle istenilen kalınlıkta dokunurdu. Sert dokunuşlu olan taftalar, kadın elbiseleri yapmak, sedirleri örtmek, perde ve çadırlar yapmak için de sıkça kullanılmıştır.[33]

Anadolu’da Bursa’nın yanı sıra Mardin’de de vale işlendiğini görüyoruz. Mardin’de ipek işleyen tezgahlardan ayda 4 karaca akçe vergi alınmaktaydı.[34]

2.3. Yünlü Dokuma

Küçük baş hayvancılığın çok yaygın bir şekilde yapıldığı XVI. yüzyıl Anadolu’sunda gelişmiş bir yünlü dokumacılıkdan bahsetmek maalesef mümkün değildir. Muhtemelen yünlü dokuma ancak kişisel ihtiyaçları karşılayacak düzeyde, küçük el tezgahlarında yapılmaktaydı.

Osmanlı piyasasında yünlü kumaşlara duyulan ilgi Avrupa’dan ve özellikle Londra’dan bu tür kumaşların Osmanlı piyasasına girmesine imkan sağlamıştır. Bir yünlü çeşidi olan meşhur Londra çukasının Venedikli tacirler tarafından Manisa’ya getirilip satıldığına dair kayıtlar mevcuttur. Ancak Manisa’da da, büyük miktarda olmasa bile çuka dokumacılığı yapılmaktaydı. 1615 tarihli bir hükümden anlaşıldığına göre, Manisa civarında hasıl olan yapağı eski zamanlardan beri Müslüman ve Yahudiler tarafından işlenip, çuka ve velense haline getirilmekteydi. Ayrıca çuka imalatı ile meşgul olan Selanik Yahudilerinin bir bölümünün şartların elverişli olması sebebiyle Manisa ve civar şehirlere göçüp, sanatlarını icra ettikleri görülmektedir.[35]

Anadolu’da yünün yaygın olarak keçe imalinde de kullanıldığı görülmektedir. Özellikle Ankara’da keçecilerin gerekli miktarda yünü temin edemedikleri için gerek kendi aralarında gerekse farklı meslek gruplarıyla ihtilafa düştükleri mevcut kayıtlardan anlaşılmaktadır.[36]

Dokumacılığın gelişme kaydettiği Bursa, Amasya, Denizli ve Mardin gibi şehirlerde yünlü dokuma yapıldığına dair elimizde herhangi bir kayıt mevcut değildir.

2.4. Sof Dokumacılığı

Ankara’da yetişen tiftik keçilerinin uzun kılları, sof dokumacılığının hammaddesini teşkil etmekteydi. Tiftik ipliğinin sof kumaşı haline gelinceye kadar tabi tutulduğu işlemlerinher biri, sof dokuyucuları, sof yuyucuları, sof boyacıları ve sof perdahcıları (cendereciler) gibi farklı meslek grupları tarafından tatbik edilirdi. Bunlardan sof boyacıları ve cendereciler yalnız Ankara’da dokunan sofları değil, Tosya, Kastamonu, Çankırı, Sivrihisar, Kalecik gibi sof üretimi yapılan yerlerin soflarını da işleme tabi tutmaktaydılar.[37] Ankara’da yoğun üretim sonucu elde edilen sof kumaşları ülke içinde başta İstanbul olmak üzere, Halep, Bursa, Şam gibi çeşitli şehirlerde, fakat büyük kısmıyla Venedik, Lehistan gibi Avrupa ülkelerine satılmaktaydı.[38]

Sof dokumacılığının yapıldığı şehirlerden özellikle Tosya, Ankara’ya rakip olabilecek derecede sektörde ilerlemişti. Hatta kentte tiftik ticaretine bağlı olarak mütevazi de olsa bir bedesten bulunmaktaydı.[39] Anadolu’nun doğusunda sadece Mardin’in Kal’atü’l-İmra köyünde sof dokumacılığı yapıldığına ilişkin bilgilere ulaşmak mümkün olmaktadır. Ancak XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu bölgede sofun ticari rağbetten düşmesiyle halkın sof yerine börk işlediği görülmektedir.[40]

2.5. Dokunan Kumaşların Boyanması

XVI. yüzyıl Anadolu’sunda her çeşit iplik ve dokunan kumaşların boyama işlemleri boyahanelerde gerçekleştirilmekteydi. Osmanlı belgelerinde sıklıkla tesadüf edilen boyahanelerin fiziki görünüşü hakkında çok az şey bilinmektedir. Tokat boyahanesinde maaşlı boyacı, yıkayıcı ve katiplerin çalıştığı tespit edilebilmektedir. Ayrıca Ankara boyahanesinin tek bir binada çalışan ustaların kendi kazan ve araçlarının bulunduğu, bir tür kooperatifi andırdığı anlaşılıyor.[41] Ancak Tahrir Defterlerinde kayıtlı boyahanelere ilişkin vergi gelirlerini gösteren rakamlar, boyahanelerin işlem hacmi ve buna bağlı olarak şehirdeki dokuma sanayisinin durumu hakkında bize bilgi vermektedir. Önemli düzeyde vergi gelirine sahip boyahanelerin durumunu yıllara göre Tablo 1’deki gibi tetkik etmek mümkündür.

Tablo 1: XVI. Yüzyıl Anadolu’sunda Boyahane Gelirleri

Şehirler Vergi Gelirleri

1515-1544 1545-1574 1575-1605

Adana [42] 25.000 35.000 –

Adilcevaz 12.000 12.000 21.168

Ahlat [43] 9.000 6.000 24.000

Aksaray [44] 10.800 (Kanuni) 10.800 (Kanuni) –

Ankara [45] 52.333 53.000 –

Antakya [46] 8.200 5.000 –

Bayburt [47] 32.000 – –

Birecik [48] 4.500 – 10.000

Bitlis [49] – 24.000 50.000

Diyarbakır [50] 150.000 213.000 –

Erzurum [51] 5.000 10.000 80.000

Harput [52] 58.000 80.000 –

Kayseri [53] 30.000 45.000 45.000

Konya [54] 15.000 15.000 –

Malatya [55] 24.000 35.000 –

Mardin [56] 85.000 113.000* –

(*) 1540 yılı Mardin, Karadere köyüyle birlikte.

Tablo 1’den de anlaşılacağı üzere genel olarak boyahane gelirleri XVI. yüzyıl boyunca sürekli artış eğilimi içinde olmuştur. Bu da dokuma sanayisinin gelişimini göstermesi açısından önemlidir.

3. Deri Sanayisi

Dönemin önemli sanayi kollarından olan dericiliğin hemen hemen Anadolu’nun bütün şehirlerinde mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Hayvanlardan elde edilen deriler debbağhanelerde işlenmekte; ayakkabı, giyim eşyası ve hayvan koşumlarının yapımına elverişli hale getirilmekteydi.

Deri işlemek için suya fazlaca ihtiyaç duyulması debbağhanelerin akarsu kenarlarına kurulmasını zorunlu kılmıştır. Örneğin Manisa’da debbağheler suyun bol olduğu Serabad ve Akbaldır vadilerinde yoğunlaşmıştır. Deri işlemede önemli olan bir diğer metaa olan palamut harç maddesi olarak, kuyuda bekletilen derinin pişmesine yardımcı olurdu. Yaygın bir kullanımı olmayan sumak yaprağı da palamutla aynı işlevi görmekteydi. Batı Anadolu palamutları içerdikleri aktif madde açısında oldukça zengindi ve bölge debbağlarının ihtiyacı karşılandıktan sonra İstanbul’a gönderildi.[57] Bitkisel maddelerle tabaklanan deri dışında şapla işlenen deriler de vardı. Ancak şap pek tercih edilmediği için bazen debbağlar bir şap madeni mülteziminden resmi fiyatlarla şap almak zorunda bırakılırlardı. 1579 tarihinde Burdur debbağları almaları gereken miktardan daha fazla şap almaları için şap mültezimleri tarafından baskıya uğradıklarından merkeze şikayette bulunmuşlardır.[58]

Bir sicil kaydından anlaşıldığına göre Manisa debbağları eskiden beri her hafta 30 adet büyük iri sahtiyan, âlâ, evsat, ve edna olmak üzere 120 adet oğlak sahtiyanı, 30 adet sarı meşin ve 70 adet de gön imal etmekteydiler.[59] Ankara debbağları, koyun derisinde 50 deride 2 akçe, keçi derisinde ise 50 deride 3 akçe ücret ödemekteydiler.[60] Bu rakamlar bütün Anadolu için geçerli olmasa da, bir fikir vermesi açısından önemlidir.

Tapu tahrir defterlerinden elde edilen debbağhanelere ilişkin rakamlar, Anadolu’daki deri sanayisinin büyüklüğü noktasında bize fikir verecektir.

Tablo 2: XVI. Yüzyıl Anadolu’sunda Debbağhane Gelirleri

Şehirler Vergi Gelirleri (Akçe)

1515-1534 1535-1554 1555-1575

Antakya [61] 2.000 1.000 1.200

Antep [62] 3.600 6.000 6.000

Bergama [63] 8.000 8.000 –

Bitlis [64] – 6.000 –

Hasankeyf [65] – – 12.200

Harput [66] 1.000 – 2.160

Karaman [67] 2.000 2.000 2.000

Kınık [68] 2.100 2.700 –

Mardin [69] 6.000 13.500 –

Siirt [70] – 4.500 –

Urfa [71] 5.000 –

Üzeyr [72] 2.000 –

Tablo 2’den anlaşıldığına göre XVI. yüzyıl boyunca debbağhane gelirlerinde statik bir durum gözlenmektedir. Önemli bir artış veya azalmadan söz etmek mümkün değildir.

4. Yağ Sanayisi

XVI. yüzyılda bitkilerden yağ elde edilmesi ve bunların çeşitli sanayi dallarında kullanılmasının yanı sıra, hayvansal yağların da sektörde önemli bir yere sahip olduğunu görmekteyiz. Elde edilen bitkisel yağlarla birlikte hayvanlardan elde edilen iç yağları özellikle sabun ve mum yapımında kullanılmaktaydı. Konuyla ilgili tahrir defterlerinde yer alan kayıtlar Anadolu’daki yağ sanayisine bağlı olarak gelişen diğer sanayi kolları hakkında da bize bilgi sunmaktadır.

4.1. Tahin İmali

Batı Anadolu’da susam üretimine bağlı olarak tahin imali yapan tahunhanelerin bir hayli yaygın olduğu gözlenmektedir. Bölgede yetiştirilen susamdan elde edilen yağ ile çöven bitkisinin kurutulmuş ve dövülmüş olanının karıştırılmasından elde edilen tahin, şeker ve pekmezle karıştırılarak helva yapılırdı. Muğla ve çevre kasabalarda bulunan tahunhanelerden işlem kapasitesi en fazla olanı 1517 yılında 10.500 akçe ile Çine tahunhanesiydi.[73] Aslında tahrirlerdeki rakamlar esas alındığında, Muğla ve çevre kasabalardaki tahunhane gelirleri Ege Bölgesi’ndeki diğer şehirlerle kıyaslandığında oldukça mütevazi kalmaktadır. Tahunhanelerin bir babından (ünite) 300 akçe vergi alındığı düşünülecek olursa vereceğimiz rakamların ne denli gelişmiş bir sektöre delalet ettiği anlaşılacaktır.

Ayasuluğ’da 1512’de 47.034, 1529 ve 1575 yıllarında 45.000 akçe[74]; Bergama’da 1522’de 50.000 akçe[75]; Aydın livasında yer alan Birgi ve çevresindeki tahunhanelerde 40.000 akçe[76]; Denizli’de 1520’de 15.000, 1530’da 17.500 akçe[77]; İzmir’de 1575-6 yılında 26.500 akçe[78]; Sart’ta 1572-3 yılında 19.000 akçe, aynı yıl, Mud’da 20.000 akçe, Aydın livasına tabi Gözhisar ve Sultanhisar’da 44.666 akçe[79]; ve yine Tire’de XVI. yüzyılın ortalarında 38.393 akçelik[80] tahunhane gelirine rastlamaktadır. Orta Anadolu’da Konya ve Larende (Karaman) tahunhanelerinin gelirleri bezirhane ve mumhane ile birlikte verildiğinden meblağı hakkında bir şey söyleyemiyoruz.

4.2. Sabun İmali

Daha ziyade Anadolu’nun batı bölgelerinde zeytin üretimine bağlı olarak gelişen bir diğer sanayi kolunu sabun imalinin yapıldığı sabunhaneler teşkil etmekteydi. Kütahya, Uşak, Mud, Silifke, Ereğli, Karahisar-ı Sahib ve Larende’de sabunhanelerin varlığını tespit edebiliyoruz. Ancak bu gelir kalemi defterlere şemhane, tahunhane ve bezirhanelerle birlikte kaydedilmediği için meblağı hakkında bir şey söyleyemiyoruz.[81] Zeytinyağının yanı sıra kasaplardan elde edilen hayvansal yağlardan da sabun imal edildiği Ankara’ya ait sicil kayıtlarından anlaşılmaktadır.[82] Anadolu’nun diğer büyük şehirlerinde de kasaphanelerin işlem hacmine bağlı olarak bu tarz bir üretimin mevcut olduğu düşünülebilir.

4.3. Mum İmali

Dönemin en önemli aydınlatma aracı olan mum, hayvansal yağlardan elde edilebildiği gibi, bal mumundan da imal edilmekteydi. Sicillerden anlaşıldığına göre Ankara’da mumcular kasaplardan elde ettikleri yağı mum imalinde kullanmakta idiler. Ancak mum üretiminin daha yaygın oranda bal mumundan yapıldığı anlaşılmaktadır; İzmir kadısına gönderilen 981 tarihli hükümde, İstanbul’da mum imali için gerekli olan bal mumunun bu bölgeden temin edilerek gönderilmesi istenmiştir.[83] Muğla ve Balat’ta tesis edilen mumhanelerde hammadde olarak bal mumu kullanılmaktaydı. Yine Trabzon Şemhane Resmi Kanunnamesi’nde, hariçten bal mumu geldiğinde Trabzon’da bir batmanı 45 akçeye alınmakta, işlenip mum olduktan sonra teraziye girip satılan mumun batmanı 84 akçeye, teraziye girmeyen ve mürde tabir edilen mumların batmanı da 108 akçeye satıldığı kayıtlıdır.[84]

XVI. Yüzyıl Anadolu’sunda şehirlerden dışarı çok gerekmedikçe mum ihracının yasak olduğu düşünülecek olursa, her şehrin kendi ihtiyacını karşılayacak düzeyde mum üretimi yaptığı tahmin olunabilir. Tahrir defterlerinde genellikle şemhane ismiyle kaydedilmiş olan mumhanelere Anadolu’nun bir çok şehirde rastlamak mümkündür. Mumhane gelirinin şehirlere göre dağılımı ise şöyledir: Diyarbakır’da 1568’de 40.000 akçe[85]; Harput’ta 1518’de 30.000, 1566 yılında 34.900 akçe[86]; Bursa’da 1530’da 16.666 akçe[87]; Milas’da 1562-3’de 11.000 akçe; Muğla’da 1562-3’de 10.000 akçe; Ankara’da 1523-1570 yılları arası 7.000 akçe; Bitlis’te 1540’da 6.000 akçe ve Kastamonu’da 1582’de 5.000 akçelik[88] mumhane geliri tespit edilebilmektedir. Diğer şehirlerdeki mumhane gelirleri ya çok az olduklarından veya diğer vergilerle birlikte gösterildiklerinden dolayı değerlendirmeye alınmamıştır.

4.4. Beziryağı İmali

Boya sanayisinde kullanılan bezir yağı bezirhanelerde imal edilmekteydi. Tahrir Defterlerinde kaydına rastladığımız bezirhaneler, bozahane, meyhane ve tahunhane gibi diğer vergi kalemleriyle birlikte verildiği için meblağı hakkında bir şey söyleyemiyoruz. Ancak Aksaray, Aladağ, Ereğli, İznikmid, Konya ve Larende şehirlerinde bezirhanelerin mevcut olduğunu tespit edilebilmektedir.[89]

5. İçki Sanayisi

5.1. Boza İmali

Mısırdan imal edilen ve içerdiği alkol oranı son derece düşük olan bozanın Müslümanlar tarafından tüketilmesinde sakınca görülmemiştir. Bu nedenle kayıtlarda Anadolu’nun bir çok şehrinde boza imali yapılan bozhanelere rastlamak mümkün olmaktadır.

Bursa’da 1530 yılında 78.333 akçe; Konya’da 1518, 1538 yıllarında 9.000 akçe ve Kayseri’de 1520 yılında 4.000 akçe[90] bozahane gelirine rastlamaktadır. Ayrıca miktarı hakkında bir şey söyleyememekle birlikte Aksaray, Ankara, Bergama, Biga, Bitlis, Erzurum, Kastamonu, Manisa, Mardin ve daha Anadolu’nun bir çok şehrinde bozahanelerin mevcudiyetini tespit edilebiliyoruz.

5.2. Şarap İmali

Bu dönemde köylüler elde yetiştirdikleri üzümden elde ettikleri şıraları meyhanelere getirip satmakta idiler. Burada şarap haline getirilen üzüm şıraları kanunnameye göre her ne fiyattan alınırsa iki katı bedelle satılmaktaydı.[91] Meyhanelerde satılan şarabın alkollü olması ve İslam dinine göre haram sayılması, bu içkinin daha ziyade gayr-ı Müslimler tarafından tüketildiği izlenimini uyandırmaktadır.

Anadolu’da meyhanelerin sayısı şaşırtıcı derecede çoktur. Burada yalnızca belli büyüklükte bazı meyhaneleri vermekle yetineceğiz. Adana’da XVI. yüzyılın ortalarında 30.000 akçe; Adilcevaz’da 1540 yılında 9.000 akçe; Ankara’da bozahane geliri ile birlikte 200.000 akçe (bunun büyük bölümünü meyhane gelirinin teşkil ettiği tahmin olunabilir)[92]; Antakya’da 1527’de 9.000, 1552’de 6.000 akçe[93]; Bitlis’te 1605’de 50.000 akçe[94]; Çorum’da bozahane ile birlikte 10.000 akçe[95]; Kayseri’de 1500’de 25.200, 1520’de 30.000 akçe[96]; Kemah’ta 1516’da 5.000, 1568’de 10.000 ve yine 1591’de 10.000 akçe[97]; Konya’da 1518 ve 1538 ‘de 32.000 akçe; Maraş’ta 1927-8’de 20.000 akçe[98] ve yine bu dönem içinde Van’da yıllık geliri 48.000 akçe[99] olan meyhane geliri bulunmaktaydı.

Anadolu’da Müslüman nüfus gayr-ı Müslim nüfustan daha fazla olmasına rağmen meyhanelerin bozahanelere göre bir hayli yüksek olması şaşırtıcıdır. Muhtemelen boza Müslümanlar arasında yaygın olarak tüketilen bir içki değildi.

6. Darphaneler

Osmanlılarda para basım yeri için yaygın olarak darphane adı kullanılmıştır. Darphaneler maden yataklarına yakın yerleşim merkezlerinde ve ticari ve idari önemi olan şehirlerde kurulmuştur.[100] Amasya’ya tabi Gümüş kasabasında isminden de anlaşılacağı üzere gümüş madeni çıkarılmaktaydı. Açıklayıcı bir bilgi olmamasına rağmen 1520 ve 1576 yıllarında Amasya şehri padişah haslarına kaydedilmiş 50.000 akçelik geliri olan darphanede işlenen gümüşün bu madenden sağlandığını anlaşılmaktadır.[101] Diğer Anadolu şehirlerinde tesadüf edilen darphanelerin de gümüş madenlerine yakın bölgelerde kuruldukları anlaşılmaktadır.

Tahrir defterlerinden elde ettiğimiz rakamlar Darphanelerin işlem hacmini göstermesi açısından önemlidir. Bursa Darphanesi 1530’da 50.000 akçe; Diyarbakır Darphanesi 1518 yılında 90.000 akçe[102]; Harput Darphanesi 1523’de 60.000 akçe[103]; Mardin Darphanesi 1526’da 50.000 akçe[104] ve yine Ruha Darphanesi 1523’de 50.000 akçelik[105] gelire sahipti. Ayrıca Erzurum beylerbeyine gönderilen 1578 tarihli hükümden Erzurum Darphanesi’nde 331950 akçe ve 2857 altın kesildiği anlaşılmaktadır.[106] Diyarbakır ve Erzurum darphaneleri istisna olarak kabul edilirse diğer

Darphanelere ait rakamların neredeyse aynı olduğu görülecektir. Bu durum gümüş madenlerinin kapasitesinden ziyade, devletin üretim miktarı için belirlediği standartlarla ilgili olsa gerektir.

7. Değirmenler

Anadolu’nun hemen her yerinde tesadüf edilebilen değirmenler dönemin önemli sanayi kollarından biridir. Genellikle tahılın öğütülerek un haline getirildiği değirmenler muhtemelen hayvanların ihtiyacı olan yemin imalinde de kullanılmaktaydı.

Pek çok irili ufaklı akarsuların bulunduğu Anadolu’da su ile çalışan değirmenlerin sayısı bir hayli fazladır. Ayrıca dink adı verilen, su ve hayvan gücüyle çalışan değirmenler de ekseriyetle çeltiğin kabuğundan ayrılması, susam ve zeytin yağının çıkarılması gibi işlerde kullanılmakta idi.[107]

Su ile çalışan değirmenlerden çalışma sürelerine göre alınacak resim miktarı Kanunname-i Ali Osman’da açıkça belirtilmiştir; bütün yıl çalışanlardan Bursa müdd’ü ile bir müdd buğday ve bir müdd arpa veya 60 akçe, altı ay çalışanlardan 30 akçe, üç ay çalışan ve su gelince yürüyen sel değirmenlerinden ise, çalıştığı süre kadar resim alınması kanun gereğiydi.[108]

Debisi tamamen iklim koşullarına bağlı olan ve yağışın miktarına göre büyüklükleri değişen akarsular üzerinde bulunan değirmenleri belli bir tasnif içinde değerlendirmek hem zor hem de yanıltıcı olacaktır. Çünkü genellikle tek taşlı olan bu değirmenler akarsuyun gücüne göre altı ay veya üç ay çalışmakta, hatta iklimin kurak olduğu zamanlarda suyun gücü değirmeni çalıştırma noktasında yetersiz olduğundan atıl kalmakta idi. Bu nedenle nispeten daha istikrarlı olan şehir gelirleri arasına kaydedilen değirmenlere ilişkin birkaç rakam vermekle yetineceğiz. XVI. yüzyılda; Ahlat’da 15 adet değirmenden 810 akçe; Bitlis’te 9 adet değirmenden 540 akçe; Harput’ta 44 adet değirmenden 2.640 akçe; İznikmid’de 32 adet değirmenden 1535 akçe; Manisa’da 8 adet değirmenden 380 akçe; Samsun’da 45 adet değirmenden 4795 akçe vergi geliri sağlanmaktaydı.[109]

Muhtemelen Anadolu’nun bir çok bölgesinde değirmenlerin temel ünitesini teşkil eden değirmen taşları da imal edilmekteydi. Örneğin Karasi Sancağı’nın Edremit nahiyesine tabi iki köyde resm-i senk-i asiyab adıyla değirmen taşı üretiminin vergilendirildiğini görmekteyiz. Bu vergi her 10 akçe’de 1 akçe alınmak suretiyle %10’luk bir oranda tahsil edilmekteydi.[110]

Ümit KOÇ

Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 771-780

TARİH : KLASİK DÖNEM OSMANLI HUKUK DÜŞÜNCESİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ


1. Giriş

Osmanlı Hukuku’nun mahiyeti ve yapısı, Hukuk Tarihi ve İslâm Hukuku disiplinleri için çok önemli bir araştırma konusudur. Osmanlı Hukuku’nun, bu disiplinler için en büyük katkısı şüphesiz Mecelle’nin hazırlanışıdır. Böylelikle fıkıh, Müslüman devletlerin tarihinde ilk defa modern anlamda bir pozitif hukuk mevzuatı olarak yürürlüğe girmiştir. Ancak Osmanlı Devleti’nin klasik döneminde de İslâm Hukuku açısından önemli gelişmeleri görmek mümkündür. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman zamanında Hanefi mezhebinin, hukukî muamelelerde resmi mezhep olarak kabul edilmesi buna bir örnek olarak verilebilir.

Osmanlı Hukuku şer‘î ve örfî hükümlerden oluşan bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla bu hukuk bir yanda fıkha, bir yandan da sultana dayanmaktadır. Osmanlı hukuk düşüncesinin temel özellikleri, bu iki otoritenin birbirleriyle olan farklı ilişkilerinin açılımı ile ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmada fıkıh ve sultanın iradesi arasında ortaya çıkan bu karşılıklı ilişkiler çerçevesinde klasik dönem Osmanlı hukuk düşüncesinin temel özellikleri ortaya konmaya çalışılacaktır.

2. Osmanlıların İlk Kanunu

Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlı bir uç beyliği iken, Selçukluların yıkılması ile İlhanlı idaresi altına girmiş ve daha sonra bağımsızlığını kazanmıştır. Osmanlı Devleti’nin kurulduğu dönem, Anadolu’da, özellikle siyasal açıdan tam bir kargaşanın yaşandığı zaman dilimine rast gelir. Selçuklu sultanları, Kösedağ Savaşı’ndan (1243) sonra İlhanlılara vergi vermeye ve ülke üzerindeki otoritelerini gittikçe kaybetmeye başlamışlardır. Bir vali kadar bile önemi kalmayan son Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesud’un ölümüyle (1308) ülke idaresi İlhanlı valilerine kalmıştır. Bu valilerle beylikler arasında sürekli olarak siyasî çatışmalar görülüyordu. İlhanlılar Doğu ve Orta Anadolu’da tam bir hakimiyet tesis etmelerine rağmen, Batı ve Güney Anadolu’daki beylikler çoğu zaman başlarına buyruk hareket etmişlerdir.[1] Bu karışık dönemde bütün ülkede var olan siyasî istikrarsızlık, tabii olarak beyliklere de yansımış olmalıdır. Yani beyliklerin her yönüyle tam bir devlet tecrübesine sahip olmadıkları iddia edilebilir. Bu çerçevede Selçuklu devlet tecrübesinin her alanda tam anlamıyla Osmanlılara intikal ettiğini söylemek kolay değildir. Yine çok önemli bir nokta olarak, Osmanlı Beyliği’nin tarih sahnesine çıktığı yıllarda Anadolu’nun İlhanlı hakimiyetinde bulunması, Selçukluların yanında bir de İlhanlı devlet geleneklerinin etkisine işarettir. Bu etkiyi özellikle “yasa” düşüncesinde göreceğiz.

Beylikler dönemiyle ilgili olarak konumuz açısından önemli olan soru, beyliklerin kendilerine ait hukuklarının olup olmadığıdır. Kaynaklarda beyliklere ait hususî bir hukukun olduğuna dair bilgiye rastlayamadık. Şüphesiz beyliklerin, özellikle devlet işlerinde bağlı kaldıkları töreleri vardı.[2]

Beyliklerin, bu kısa ömürlerinde yeni bir hukuk oluşturmak yerine Selçukluların uygulamalarını takip ettikleri anlaşılmaktadır. Selçuklu uygulamasında olduğu gibi[3] beyliklerde de her şehirde bir “kadı”nın olduğunu görüyoruz.[4] Kadılar, örfî hukukun yanında, şer‘î hukukun da uygulayıcısıdırlar ve bu noktada beylerin yeni herhangi bir emrine gerek görülmemiştir. Dolayısıyla Osmanlı Beyliği’nin hüküm sürdüğü coğrafyada da İslâm Hukuku’nun, geçmişten gelerek, kesilmeyen bir süreklilikte kadılar tarafından uygulandığını söyleyebiliriz. Beyler veya sultanlar, gerekli görülen yerlerde örfî kanunlar çıkararak, zaman içerisinde Osmanlı Hukuku’nun oluşmasını sağlamışlardır.

Tarih kitapları, bu şekilde konulan ilk kanunu bize nakletmektedirler. Aşıkpaşazâde bu olayı şöyle anlatır:

Kadı konuldu. Şubaşı konuldu. Pazar kuruldu ve hutbe okundu. Bu halk kanun ister oldular. Germiyan’dan birisi geldi. “Bu pazarın vergisini bana satın” dedi. Halk, “Osman Han’a git”, diye cevap verdi. O adam, Han’a gidip sözünü söyledi. Osman Gazi sordu: “Vergi nedir? ” Adam dedi ki: “Pazara ne gelse ben ondan para alırım.” Osman Gazi: “Senin bu pazara gelenlerde alacağın var mı ki para istersin”, dedi. O adam: “Han’ım! Bu türedir. Bütün memleketlerde vardır ki padişah olanlar alır”, dedi. Osman Gazi sordu: “Tanrı mı buyurdu, yoksa beğler kendileri mi yaptı?” O adam yine: “Türedir hanım! Ezelden kalmıştır,” diye cevap verdi. Osman Gazi çok öfkelendi: “Bir kimsenin kazandığı başkasının olur mu? Kendi malı olur. Ben onun malına ne koydum ki bana akça ver diyeyim? Bire kişi! Var, git: Artık bana bu sözü söyleme ki sana ziyanım dokunur” dedi. Bunun üzerine halk dedi ki: “Han’ım! Bu pazarı bekleyenlere âdettir ki bir nesnecik vereler.” Osman Gazi, “Madem böyle diyorsunuz öyleyse bir yük getirip satan herkes iki akça versin. Satamayan bir şey vermesin. Kim bu kanunumu bozarsa Allah onun dinini de, dünyasını da bozsun.”[5]

Bu metinden konumuzla ilgili olarak iki önemli sonuç çıkarabiliriz. Birincisi, Osman Gazi’nin, vergi düzenlemeleri konusunda yeterli bilgisi yoktur. Hatta çok naiv bir yaklaşımla, bunu adeta haksız bir kazanç olarak görmekte ve öfkelenmektedir. Bunun önemli bir sebebi, ülkede var olan siyasî karışıklıktır. Osmanlı Beyliği, her ne kadar İlhanlılara bağlı bir beylik olsa da, muhtemelen Anadolu’nun batı ucunda pek çok konuda merkezi denetimden uzak kendi başına hüküm sürmekteydi. Bir diğer sebep olarak da beylerin iyi eğitim almış bir vali ya da sultan değil de, bir aşiret reisi olmaları düşünülebilir. İyi bir eğitim almamalarının belki en önemli işareti, çoğunun Türkçeden başka dil bilmemeleridir.[6] Dolayısıyla, ülkenin siyasî açıdan büyük bir kargaşa içinde olduğu bu dönemde, kendi beyliklerinin siyasî istiklal ve istikballerini düşünen bu beylerin hukukî ve iktisadî bazı konuları bilmemesi normal karşılanabilir.

Bu metinden çıkaracağımız ikinci bir sonuç ise, Osman Gazi’deki “Tanrı buyruğu” düşüncesidir. Osman Gazi eğitimli bir bey değildir ama bir konunun Tanrı tarafından emredilmesi durumunda onun mutlaka uygulanması gerektiği bilincine sahip bir dindardır. Bu da, Osmanlı sultanlarının zihninde, Tanrı buyruğunun nasıl bir rol oynadığını göstermesi bakımından önemlidir.

3. Tanrı Buyruğu Düşüncesi

Osmanlı Devleti’nin esas olarak İslâm Hukuku’nu uyguladığında şüphe yoktur. Zira Anadolu topraklarında, yukarıda bahsettiğimiz gibi, Selçuklulardan beri kadılar aracılığı ile bu hukuk uygulanıyordu ve bu uygulama Osmanlı sultanları tarafından da devam ettirilmiştir.

Tanrı buyruğunu uygulamak, İslâm Hukuku’nu uygulamak demektir. Osman Gazi, kendisine gelen vergi teklifi karşısında bunun “Tanrı buyruğu” olup olmadığını sormaktadır. Eğer bu şey Tanrı buyruğu ise kesin olarak uygulanacak demektir. İslâm dünyasında sultan ruhanî otoriteden ayrı, dünyevî bir otorite şeklinde algılanmadığı için dini (özelde fıkhı) kendilerine rakip görmemişler, aksine bağlı kalmaya çalışmışlardır. Timur, benimsediği ve uyguladığı kuralların başında dine bağlılığı sayar. “Tanrı dinini (Müslümanlığı), şeriatını dünyaya yaymayı amaç edindim. Her zaman, her yerde İslâmiyet’i tuttum.”[7] Sultanların hepsinin bunu samimiyetle yapıp yapmadıkları şüphesiz bilinemez. Ama kesin olan husus, fıkhın Müslüman devletlerde hukukun temelini ve iskeletini oluşturduğudur.

Kadılar, önlerine gelen hukukî meseleleri fıkıh kitaplarına bakarak karara bağlıyorlardı. Buna mecburdular zira resmen uygulamakla zorunda oldukları yazılı bir hukuk kodu mevcut değildi. Aşiretlerin törelerinin hukukun bütün alanlarını kapsadığı düşünülemeyeceği gibi, aşiret merkezinden uzak bölgelerde de bunların bilinip tatbiki mümkün değildir.

Osmanlı Devleti’nde Fatih Sultan Mehmed’le birlikte kanunnâmelerin hazırlanmaya başlanmasından sonra, bu kanunnâmelerin her hukukî meseleyi ele almamasından dolayı kadılar, fıkıh kitaplarına müracaatı sürdürmüşlerdir. Osmanlı kadılarının adeta resmi bir kod gibi başuçlarında bulundurdukları iki eser Molla Hüsrev’in (ö. 1480) Dürerü’l-Hükkâm’ı[8] ile İbrahim Halebî’nin (ö. 1549) Mülteka’l-Ebhur’udur.[9] Mülteka, 1648 ve 1687 tarihli fermanlarla, kadıların resmen uygulamaları gereken bir kod hüviyetini kazanmıştır.[10] Ancak yine de bunun Mecelle gibi resmi bir kod olmadığı aşikardır.

Kanunnâmelerin hazırlanışında da İslâm Hukuku’nun esas alındığı konusunda şüphe yoktur. İslâm Hukuku’na uymadığı düşünülen bazı hükümler, bu kanaati değiştirmeye yetecek miktarda değildir.

Hükmü açıkça belirtilmeyen bazı meselelerde İslâm Hukuku’na müracaatın emrolunması, kanunnâmelerin hazırlanışında fıkhın esas alındığının da önemli bir göstergesidir. Örneğin II. Bayezid dönemine ait Aydın-eli Siyâsetnamesi’nde gerek hırsızlık ve gerekse ana-babanın öldürülmesi konusunda “Emr-i şer’nice ise eyle ola,” denilmektedir.[11]

Kanunnâmelerde İslâm Hukuku’na aykırı olarak görülecek hususların başında kardeş katli gelmektedir. Ancak bu konu dışında kanunnâmelerde yer alan hemen bütün hususların, devlet başkanının yetkisi, örf veya maslahat gibi çeşitli kriterler çerçevesinde meşruiyetini iddia etmek mümkündür. Örneğin, aşağıda göreceğimiz üzere, ceza olarak erkeklik uzvunun kesilmesi fakihler tarafından bir tazir cezası olarak görülmüş ve itiraz edilmemiştir. Benzer şekilde kanunnâmelerde yer alan burun kesme veya alın dağlama gibi cezalar da fıkha aykırı olarak düşünülmemiştir. Neticede fıkıhta temel bir ceza olarak el kesilmesi öngörülüyorsa, yukarıda bahsedilen cezaların tazir cezası olarak uygulanması da normal görülmüştür. Ancak Tanrı buyruğu düşüncesi ve kanunnâmeler arasındaki ilişki bakımından Osmanlı tarihinde iki önemli husus göze çarpmaktadır. Birincisi, bütün kanunların fıkha uygun olması konusunda her geçen yüzyıl bir ilerleme görülmektedir. Örneğin esirlerin beşte birinin devlet başkanına ayrılması uygulaması I. Murad’la birlikte başlamıştır. Kara Rüstem isimli bir kişi Çandarlı Kadı Halil’e, esirlerin beşte birinin sultanın hakkı olduğunu söylemiş, Çandarlı da bunu padişaha ilettiğinde I. Murad; “Eğer Tanrı buyruğıdur şimden gire alun,” diyerek yeni kanunu hemen yürürlüğe sokmuştur.[12] Burada dikkatimizi çeken önemli bir nokta, kazaskerlik yapan Çandarlı’nın bile İslâm’ın bu hükmü konusunda bilgisinin olmamasıdır. II. Bayezid döneminde bir içki yasaknâmesi (1507) çıkarılmıştır.[13] Yine II. Bayezid dönemine ait İhtisab Kanunnâmesi’nde namaz kılmayanların tespit edilmesi ve ceza verilmesi ile ilgili bir madde yer almış[14] ve bu konu Yavuz Sultan Selim zamanında umumî kanunnâme içinde ele alınmıştır.[15] Zina iftirası, içki içme ve hırsızlık gibi suçların cezaları Fatih Kanunnâmesi’nden itibaren fıkha uygun olarak verilirken zinanın cezası recm olarak değil, para cezası olarak geçmektedir.[16] Recmin ceza olarak kanunnâmelerde yer alışı ilk defa Kanunî zamanına rastlar.[17] II. Mustafa’ya ait 1695 tarihli ferman ise şeriat karşısında kanunun durumunu bizzat padişah tarafından ortaya koymuştur. Bu fermanda, artık bütün emir ve hükümlerin şer‘-i şerîfe dayanması ve “şer‘-i şerîf” kelimesi yanında “kanun”un zikredilmemesi buyrulmaktadır.[18]

Tanrı buyruğu düşüncesi ve kanunnâmeler arasındaki ilişki bakımından ikinci önemli husus ise, Osmanlıların, had cezalarında bile para ve hapis cezasını tercih etmeleridir. Hemen her suçun şer‘î olarak tayin eden cezalarının yanında, örfî olarak belirlenen para cezaları vardı. Zina, zina iftirası, hırsızlık, içki içme gibi had cezalarının örfî para cezaları mevcuttu. Örneğin zinanın cezası zengin erkek için 300 akçe, zina iftirasının ve içki içmenin cezası her iki kırbaç için bir akçe (yani 80 değnek yerine 40 akçe), hırsızlığın cezası ise, eğer el kesilmeyi gerektirecek derecede önemli bir suç ise 200 akçeydi.[19] İslâm Hukuku esas olarak bu ve benzeri suçlarda, sadece cinayetlerde, esas cezanın yerine diyet olarak belirli bir para verilmesini kabul ederken, Osmanlılar bunu hemen her suça uygulamışlardır ve çok önemli bir husus olarak, bu uygulamanın İslâm Hukuku’na aykırı olduğu yolunda itirazlar yapılmamıştır. Böylelikle İslâm Hukuku, Osmanlı uygulamasında, özellikle ceza hukuku alanında daha kolay tatbik edilebilir bir hüviyete bürünmüştür. Ancak çok nadir olmakla birlikte, Osmanlı hukukçularının recm gibi çok ağır cezaları verdiğini de burada zikretmemiz gerekecektir.[20]

4. Sultanın İradesi ve Yasa

Osmanlı Hukuku’nun diğer bir yönünü padişahın iradesi oluşturur. Şüphesiz bu kelime ile her zaman “sultan”ın bizzat kendisi kastedilmez. Zira padişahlar, bizatihi kendileri kanun yapma faaliyeti içinde bulunmazlar; nişancı tarafından hazırlanan, divanda müzakere edilip kendisine arz edilen kanunu tasdik veya reddederlerdi.[21] Fakat netice itibariyle kanunlar, ülkenin sahibi olarak padişahın iradesini yansıtırlardı.

Sultanın iradesi, kendisini en iyi biçimde “yasa”da ifade eder. Osmanlı hukuk düşüncesi incelenirken yasa fikri ihmal edilmemelidir. Padişahların kanun koyma yetki ve düşüncesini, İslamiyet’in ulu’l-emre (devlet başkanına) tanıdığı geniş yetkilerle açıklamak yetersiz olacaktır. Ulu’l- emr devlet idaresinde kendi yetkisini kullanabilir, ancak bu yetki ile ortaya koyduğu hükümleri bir kanun altında toplama düşüncesi daha farklı bir olaydır.

Türkler, Orta Asya’da var olan yasa düşüncesinden hareket ederek kanun yapmışlardır. Bunda ulu’l-emr doktrininin çok az rol oynadığı kanaatindeyiz. Eğer Orta Asya’da yasa düşüncesi ve Cengiz Han sayesinde bunun yazılı hale getirilme olgusu olmasaydı, muhtemelen Osmanlılar kanunnâmelerin hazırlanışında bu kadar başarılı olamayacaklardı.

Orta Asya’da çok eskiden beri adına “töre” denilen yazılı olmayan bir yasanın hüküm sürdüğü bilinmektedir.[22] Bilindiği kadarıyla yasa ilk defa Cengiz Han tarafından yazılı hale getirilmiştir.[23] Bu yasa Cengiz’den sonra gelen Moğol-Türk kökenli devletler tarafından uygulanmıştır. Ancak bu devletlerin Müslüman olması, Osmanlı Devleti’ni de doğrudan ilgilendiren bir durum ortaya çıkarmıştır: Eskiden beri var olan yasanın yanında bu yeni dinin hukukunu (fıkıh) uygulamak. İlhanlı Sultanı Olcaytu, Müslüman olunca şöyle demiştir: “Şeriat, akıl ve yasak devlet idaresinde üç esas rükündür. Memurlar devlet idaresinde bunlardan istifade etmesini bilmelidirler.” Fakat Olcaytu, devletin esas kanunu olan “yasa”yı değiştirmemiş, sonra gelen Müslüman halefleri de şeriat ve yasaya eşit değer vermişlerdir. İlhanlılardan sonra Azerbaycan ve Doğu Anadolu Türkleri, Karakoyunlular ve Akkoyunlular bu yasayı uygulamışlardır.[24]

Cengiz’den önce Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın da bir kanun hazırladığı bilinmektedir. Melikşah döneminin büyük hukukçularını toplamış ve medeni hukuka ait hükümler tespit etmiştir.[25] Melikşah’ın kanun koyması ile ilgili olarak şöyle bir olay anlatılır. Bir kadın evinin duvarına tırmanarak içeri giren, kendisine tecavüz eden ve bu esnada sultana söven bir kişi hakkında şikayette bulunur. Bu adam yakalanır ve suçunu itiraf eder. Bunun üzerine sultan, evin duvarına tırmanarak eve girdiği için el ve ayağının, tecavüzden dolayı erkeklik organının, sultana sövmesinden dolayı dilinin kesilmesini ve bu uygulamanın bundan sonra geçerli kılınarak suçların önüne geçilmesini emreder.[26] Burada erkeklik uzvunun kesilmesi İslâm Hukuku’nun had cezaları içinde yeri olmayan bir ceza usûlüdür ve daha sonra Osmanlılarda da uygulanacaktır.[27]

Cengiz Yasası’nın Anadolu’da bilinmesi ise İlhanlılar sayesinde olmuştur. İlhanlılar, Anadolu’ya hakim olunca yasayı da uygulamışlardır. Kadı Burhaneddin’in 1381’de hükümdar olduğu zaman Moğol Yasası ile hüküm verilmesini yasaklaması[28] bunu göstermektedir. Ancak “yasa”nın Anadolu üzerindeki kuvvetli etkisini yine Kadı Burhaneddin’in divanında görmekteyiz. Kadı, sevgilinin isteğinin etkisini “yasa” benzetmesiyle anlatır: “Yasakun farzdur boynuma binüm.”[29] Osmanlılar Moğol istilası önünde Selçuklularla beraber Anadolu’ya gelmişlerdir.[30] Dolayısıyla Osmanlılar mücerret yasa fikrine Orta Asya’da var olan töre geleneğinden tanışık oldukları gibi, somut “yasa” fikrini, özellikle de “şeriat”ın yanında var olan “yasa” düşüncesini Anadolu’da hüküm süren İlhanlılardan öğrenmiş olmalıdırlar.[31]

Osmanlı Devleti’nde konulan ilk kanundan yukarıda bahsetmiştik. Osman Gazi’den itibaren Osmanlı sultanlarının çeşitli hukukî düzenlemelere gittiği görülmektedir. I. Murad zamanında esirlerinin beşte birinin “bey” hakkı olarak alıkonulması, Yıldırım Bayezid zamanında kadıların alacağı rüsumların belirlenmesi bunlara örnektir. Ancak kanunnâme yapmak biçiminde sistemli bir hukuk çabası, esas olarak Fatih Sultan Mehmed’de görülecektir.[32]

Fatih’in çağdaşı olan Tursun Bey’in yazdığı eserden, Cengiz Yasası’nın o dönemde çok iyi bilindiği ortaya çıkmaktadır: “Bu tedbir böyle yüksek mertebede olmazsa, halis akıl üzere nizâm-ı âlemin görünüşü için, Cengiz Han’ın yaptığı gibi olursa olayları sebebine bağlarlar ve buna siyaset-i sultanî ve yasağ-ı padişahî derler ki, geleneğimize göre ona örf denir.”[33]

Fatih’in burada Cengiz Han’ın rolüne soyunduğunu ifade edebiliriz. Cengiz, “yasa” ile ilgili olarak şöyle demişti: “Şigi-hutuhu’nun, benimle istişare sonunda ak kağıt üzerine mavi yazı yazarak tespit ettiği (esaslar), nesilden nesile intikal etsin ve onu kimse değiştirmesin, değiştirmeye kalkışanlar cezalandırılsın.”[34] Fatih de kanunnâmesinin başında şöyle demektedir: “Bu kanunnâme atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur. Evlâd-ı kiramım neslen ba‘de neslin bununla ‘âmil olalar.”[35] Fatih’in yaptığı, Cengiz’in yaptığı gibi, yazılı olmayan uygulamaları, muhtemelen birtakım düzenlemeler de yaparak yazılı hale getirmektir. Bunun en önemli ve en çarpıcı örneğini “kardeş katli” uygulamaları oluşturur. Fatih, teşkilat kanunnâmesinde (Kanunnâme-i Âl-i Osman) bunu şöyle tespit etmiştir: “Ve her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem için katl etmek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir. Ânınla amel olalar.”[36] Bu şekilde tespit edilen durum, Fatih’ten önce de bilinen ve yapılan bir uygulamaydı. Eski Türk devletlerinde örnekleri görüldüğü gibi Osmanlı Devleti’nde de I. Murad isyan eden iki kardeşini öldürtmüş, Yıldırım Bayezid ise padişah olur olmaz kardeşi Yakub’u, henüz bir isyan teşebbüsüne fırsat olmadan öldürtmüştü. Daha sonra II. Murad isyan eden kardeşi Mustafa’yı öldürtmüştür.[37] Nitekim Şehzade Mustafa’nın lalası Şarapdar İlyas, şehzadeyi II. Murad’a teslim edişini öteden beri uygulanan bu yazılı olmayan kanun ile açıklamıştır:

“…Bu ikisi bu ülkede olsalar zararları büyük olurdu. Ve hem biri de budur ki ben bu efendim oğluna yaramaz iş etmedim. Onun için ki bu dünyanın mundarlığına bulaşmadan onu şehit ettirdim. Bütün âlem rahatta oldular. Bizden önce gelenler bu kanunu kurmuşlar.”[38]

Cengiz Yasası, şüphesiz hukukun yazılı hale getirilmesi açısından çok önemli bir adımdır. İslâm Hukuku’nun da yazılı bir hukuk olduğu konusunda şüphe yoktur. Mezhebin muteber görüşleri hukukçular tarafından toplanarak herkes için kaynak olacak fıkıh kitapları meydana getirilmişti ve bu kitaplar, kadıların hüküm vermelerinde büyük kolaylık sağlıyordu. Ancak devlet hiçbir zaman herhangi bir fıkıh kitabını, kanunnâmeler gibi resmi kod olarak tespit ederek yürürlüğe sokmamıştı. Bu hukuk zımnî bir resmiyet taşımaktaydı. Daha önce Abdullah b. Mukaffa’nın öneri ve tavsiyeleriyle[39] Halife Mansur’un ve haleflerinin İmam Malik’in Muvatta isimli eserini, bu şekilde resmi bir hukuk haline getirme teşebbüsleri bizzat İmam Malik tarafından kabul edilmeyince[40] halifeler veya sultanlar ülkede var olan hukukî meselelerin mezhep kitapları çerçevesinde hükme bağlanmasına razı olmuşlardır. Dolayısıyla sultanların kendi hukukî düzenlemeleri, her zaman fıkhın dışında kalmıştır. İlhanlılar Müslüman olduklarında devlet tarafından resmen yürürlüğe sahip bir yazılı hukuk geleneğine sahiptiler ve bu anlayış, fıkıh, geleneğinden oldukça farklıydı. Osmanlıların hukuku resmi-yazılı hukuk haline getirme anlayışı da buraya dayanıyor olmalıdır. Bu yüzden kanunnâmeler hazırlanmış ve burada örfî ve şer‘î hukuka ait hükümler beraber yer almıştır. Ancak klasik dönemde bütün fıkhın, resmi-yazılı devlet hukuku haline gelmediğini görüyoruz. Bunun iki önemli sebebi vardır:

Birincisi, henüz hukuk düşüncesinin, bir devlette geçerli tek hukukun olması ve bunun devlet tarafından resmen tespit edilmesi gerektiği şeklinde gelişmemiş olmasıdır. Fıkıh, kitaplarda yazılıdır, geri kalan hukukî hükümler ise kanunnâmelerle belirlenmiştir. Fakat 16. yüzyılda Hanefi Mezhebi ile hüküm verilmeye başlanması hukuk düşüncesinin gelişimi açısından çok önemlidir. Osmanlılar henüz ülkede uygulanan hukukun mutlaka devlet elinden çıkması gerektiğini düşünmeseler de hukuk birliği kanaatine ulaşmışlardır.

Bütün hukukun, resmi-yazılı hukuk haline gelmemesinin önündeki ikinci faktör ise fakihlerin fıkıh anlayışıdır. Fıkıhtan ayrı bir hukukun meydana gelişinde fakihler de önemli rol oynamışlardır. Fıkıh her zaman doktriner kalmayı tercih etmiş, resmi bir hukuk kodu haline gelmemiştir. Oysa gelişen hukukun bir sonucu olarak bu yapılabilirdi. İslâm Hukukçuları devlet tarafından resmen kabul edilen hukuk koduna yabancı değildiler. Zira Roma Hukuku, M.S. 533 yılında İmparator İustinianus tarafından Compilatio adını verdiği eserde bir araya getirilmişti. Daha sonra Corpus İuris Civilis (bütün hukukun bir araya toplanması) ismiyle meşhur olan bu kod, Roma İmparatorluğu’nda eskiden beri uygulanan hukukî hükümlerin bir araya getirilmesinden oluşuyordu.[41] Müslümanların gerek eskiden beri Bizans ile olan ilişkilerinden ve gerekse daha sonra Suriye bölgesini ele geçirmelerinden dolayı, böyle yazılı bir hukukun -muhtevasını bilip bilmedikleri ve etkilenip etkilenmedikleri tartışması bir yana-[42] en azından mevcudiyetinden haberdar olmamaları düşünülemez. Fakat yine de, İmam Malik örneğinde gördüğümüz üzere, fıkıh resmi kod haline gelememiştir. İmam Malik buna, içtihat hürriyetine aykırı bir uygulama olduğu gerekçesiyle karşı çıkarken, daha sonraki fakihlerin farklı bir gerekçesi olmuştur. Buna göre fıkıh din ile eşdeğerdir ve buna yeni hükümler ilave edilmemelidir. Eğer, bütün hukuk resmi-yazılı hale getirilirse, bu durumda kanunnâmelerde yer alan ve “şer‘î maslahat olmayan” pek çok konunun, ki bunların içerisinde şeriata uygun olmayan hükümler de vardır, tek bir metin içerisinde karışması söz konusu olur. Fıkhın resmi-yazılı metin haline gelmesi, Osmanlı Devleti’nin ancak modernleşme çabaları sırasında yapılan Mecelle ile olacaktır.

5. Hukuk Birliği

Osmanlı Devleti çok uluslu, dolayısıyla çok dinli ve çok mezhepli bir devlet olmasına rağmen azınlıklar hukukunun bir bölümü hariç olmak üzere,[43] özellikle İslâm mezhepleri arasında hukukî çoğulculuğun aksine diyebileceğimiz bir hukuk politikası gütmüştür.

Bu çerçevede öncelikle, ülkede yargının resmi görevliler tarafından gerçekleştirildiğini belirtmek gerekecektir. Osmanlı Devleti, resmi hakimlerin dışında herhangi bir kişinin yargı faaliyetine karışmaması konusunda ısrarcı ve takipçi olmuştur. Zira, toplum içerisinde zaman zaman resmi görevliler dışında, halkın itimat ettiği çeşitli kimselere hukukî meselelerin götürüldüğü görülüyordu. Bugünkü Kuzey Irak ve civarına tekabül eden Şehrizor eyaletinin beylerbeyine gönderilen 1565 tarihli bir hükümde, Harir [ü] Düveyn kazasında bazı Şafiî mollaların geceleri dava dinledikleri ve Hanefî mezhebinin aksine hüküm verdiklerinin tespit edildiği ve bu durumun önüne geçilmesi gerektiği ifade edilmektedir.[44] Yine yargıya herhangi bir sivilin karışmasının önüne geçilmesi amacıyla, İslâm Hukuku’nun bütün mezheplerinde meşru bir usûl olarak kabul edilmesine[45] rağmen tahkim padişah tarafından yasaklanmıştır.[46]

Şüphesiz bu çerçevede atılan en önemli adım, Anadolu ve Rumeli’de Hanefi mezhebinin yargıda geçerli tek mezhep olarak kabul edilmesidir. 1537 tarihinde Şafiî mezhebine bağlı kadılar görevden alınmışlar ve Hanefi mezhebi dışında herhangi mezheple hüküm verilmesi yasaklanmıştır.[47] Suriye, Hicaz, Mısır gibi, halkının çoğunluğu Hanefi mezhebi dışındaki mezheplere bağlı olan bölgelerde ise Hanefî olan “baş kadı”nın yanında, diğer mezheplere mensup kadı ve naipler de vardı.[48] Anadolu’da bu tarihten önce, özellikle büyük şehirlerde Şafiî kadılar veya naipler bulunuyor ve kendilerine gelen davalara bakıyorlardı. Çoğunlukla kendi mezheplerinin mensubu kişilerin davalarına bakmalarına rağmen, bazen, kocası kayıp olan kadınların durumunda olduğu gibi, Hanefi mezhebine mensup insanların davalarına da çözüm arıyorlardı.[49]

Diğer mezheplere göre de yargıda bulunulmasının engellenmesi, hukuk birliği açısından önemli olsa da, beraberinde bazı problemleri getirmiştir. Zira, özellikle kocanın kayıp olması, zor kullanarak nikah ve boşanma gibi olaylarda Hanefi mezhebinin dışına çıkmadan bir çözüm üretmek oldukça güçtü; ancak o dönemde, gerektiği durumda başka bir mezhebi taklit etme (telfik) düşüncesi umumiyetle kabul görmediğinden[50] dolayı, güç olan, ancak yine de mezhep dairesinde kalan çözümler bulunmaya çalışılıyordu. Örneğin zor kullanarak nikah yapan kişiye yine zor kullanarak karısı boşatılıyordu ve bu hüküm kanunnâmelerde yer almıştı.[51] Klasik dönem henüz, mezhepçi diyebileceğimiz hukukî anlayışın dışına çıkamadığı gibi, çok dikkat çekici biçimde yönetici sınıfın da, İslâm hukukçuları arasında yaygın kabul gören bu anlayış dairesinde kaldıkları anlaşılmaktadır. Bu durum ancak, Mecelle’den[52] de sonra hazırlanan 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâmesi’nde aşılmıştır. Bu kararname ile, Şafiî ve Malikî mezheplerinin görüşleri esas alınarak, cebren yapılan nikah ve boşamanın geçerli olmadığı[53] ve kayıp olan kocanın, hayatından ümit kesildiği andan itibaren dört yıl sonra karısından tefrik edileceği[54] hükme bağlanmıştır.

Resmi mezhep uygulamasının, dönemin hukukçularının mantaliteleri gereği böyle bazı olumsuz etkileri olmuşsa da, esas itibariyle ileri bir adım olduğunu ileri sürmek mümkündür. Zira bu uygulama İslâm Hukuku’nun kanunlaştırılması yönünde, tarihteki ilk önemli adım olmuştur.[55]

6. Hukukun Üstünlüğü Düşüncesi ve Yargı Bağımsızlığı

Hukukun üstünlüğü hiçbir kişi ya da kurumun hukukun üstünde veya yargı karşısında ayrıcalıklı konumda olmamasını ifade eder. Bu anlamda İslâm Hukuku’nun getirdiği bir anlayış olarak, Osmanlı Hukuku’nda da herhangi bir kişi ya da zümreye ayrıcalıklı bir konum tanınmadığını ve bunun da pratikte önemli ölçüde uygulandığını iddia edebiliriz.

Osmanlı Devleti’nde, en üst konumda olan kişi şüphesiz padişahtır. Padişah Türk egemenlik anlayışına göre ülkenin sahibi olduğu gibi,[56] İslâm düşüncesine göre de ulu’l-emr olduğu için geniş yetkilerle donatılmış ve belirli kurallar dahilinde mutlaka itaat edilmesi gereken bir kişidir.[57] Padişahı sınırlayan husus ise İslâm Hukuku’dur. Buna göre padişah, emir ve uygulamalarında İslâm Hukuku’na uymak zorundadır. Osmanlı hukukçuları, padişahın fıkha uymayan bir emir veremeyeceğini, verse bile geçerli olmayacağını ifade ederler.[58] Hakikaten padişahlar kendi halkının malı ve hayatı konusunda istedikleri gibi hareket edemezler, bunun için mutlaka bir belge alırlardı.[59] Aynı şey ülke dışı uygulamalarda, özellikle Müslüman ülkelere açılan savaşlar için de geçerliydi.[60]

Benzer şekilde hukukçular, yargı karşısında da padişahın ayrıcalıklı bir konuma sahip olmadığını ifade etmişlerdir. İbn Kemal Mühimmât-ı Müftî’sinde, herhangi bir şahsın padişaha dava açtığında davacı ve padişahın hakim karşısında eşit seviyede oturarak yargılanmaları gerektiğini söylemektedir.[61] İbn Kemal’in burada üzerinde durduğu husus, padişah da olsa, yargı makamında kimsenin ayrıcalıklı olamayacağıdır. Günümüz açısından önemli olan husus ise, Osmanlı Hukuku’nda padişahın bile dokunulmazlığının olmadığı ve adi suçlamalarda dahi hakimin karşısına çıkması gerektiğidir.

Bu durum teoride bu şekilde kabul edilmiş olsa da uygulamada ne kadar yerine getirilmiştir? Örneğin padişahlar, siyaseten katil uygulamalarında buna her zaman riayet etmiyorlardı.[62] Ahmet Mumcu’nun çalışması bu konuda bize değerli bilgiler vermektedir. Buna göre; padişah herhangi bir yüksek rütbeli memur hakkında çoğunlukla bir soruşturma sonucu idam kararı verirdi. Bu soruşturma, bir mahkemede yargılanma esnasında olduğu gibi, mahkeme dışında kendi soruşturması şeklinde de olurdu. İster yargı, ister soruşturma sonucu olsun verilen idam kararından sonra fetva alınması da gelenek olmuştur. Yargılama sonucu bir de fetva alınmasının hukukî bir işlevi yoktur, sadece hükmü teyit edici bir rolü vardır. Ancak padişahların kendi soruşturmaları sonucu verdikleri idam kararlarında fetva almaları, fetvaya hukukî fonksiyon katmaktadır. Böylelikle fetva yargılamanın yerini almaktadır. Ama şüphesiz, fetvanın hiçbir zaman bir yargı hükmü olduğu iddia edilemez.[63] Burada akla, herhangi bir yargı kararı olmadığı halde müftülerin niye fetva verdiği sorusu gelmektedir. Bunu, sırf korku veya menfaatle açıklamak herhalde doğru olmaz. Zira İslâm Hukukçusu nezdinde, devlet başkanının kendisi de yargıda bulunma yetkisine sahiptir. Yani, o aynı zamanda yargıçtır.[64] Dolayısıyla müftü hakimin verdiği hükümle padişahın verdiği hüküm arasında bir fark görmediği için fetvasını vermiştir. Osmanlı hukuk düşüncesi açısından burada bir hukuk dışılık görülmemektedir.

Ancak padişahların, bu genel uygulamanın dışına çıktıkları da vakidir. Örneğin Yavuz Sultan Selim, İran seferi sırasında askerin geri dönme isteğini padişaha arz eden Hemdem Paşa’yı ve Mısır Beylerbeyliği’nin kendisinden alınması konusunda serzenişte bulunan Yunus Paşa’yı hemen o anda öldürtmüştür.[65] IV. Murad devlet içerisinde sürekli entrikalar çeviren Topal Paşa’yı, Anadolu gezisi sırasında hakkında şikayet olan İznik kadısını soruşturmasız ve fetvasız öldürtmüştür. Hatta İznik kadısının bu şekilde katledilmesi İstanbul uleması arasında pek çok söylenti ve teessüre sebep olmuş, bu durumu padişahın validesine bildiren Şeyhülislam Ahizâde Hüseyin Efendi de, padişahı tahttan indirmek istediği suçlamasıyla öldürülmüştür.[66] Sultan İbrahim de birer kızgınlık eseri olarak iki vezirini katlettirmiştir.[67] Sultanların hukuk dışı davranmaları şüyhülislamlar tarafından engellenmiştir.[68]

Şeyhülislamın, padişahın uygulamasına itirazı resmi bir nitelik taşımaz. Yani, her ne kadar teorik olarak sultanın gayrimeşru bir hüküm veremeyeceği ifade edilmişse de, uygulamada bunun nasıl önleneceği ve izlenecek prosedür net değildir. Padişahın uygulaması nasıl kontrol edilecektir? Bütün İslâm Tarihi boyunca var olan bu sorun, teoride ehl-i hal ve akde havale edilmiş ancak böyle bir yapı kurumsallık kazanamamıştır.[69] Dolayısıyla sultanın bizatihi varlığı, aynı zamanda hukuksuzluğun en önemli kaynağı görünümündedir.

Padişahların siyaseten katil konusundaki yetkisinin kaldırılma çabaları II. Mahmud’un son zamanlarında başlamış ve Tanzimat’la birlikte tamamen kaldırılmıştır.[70]

Siyaseten katle benzer bir uygulama müsaderedir. 15. yüzyılda, özellikle Fatih Sultan Mehmed ile başlayan müsadere geleneği önceleri devlet hizmetinde olan ve devlet hazinesini kanunsuz yollarla kendi maddi çıkarları için kullanmakla suçlanan yüksek dereceli memurlara uygulanırken, daha sonra küçük dereceli devlet memurları, hatta devletle irtibatı olmayan tüccar ve çiftçi sınıfından kişilere bile uygulanacak şekilde yaygınlık kazanmıştır.[71]

Müsadere geleneğinin başlaması, kul sisteminin yerleşmesi ile başlar. Burada temel anlayış şudur: Mademki devşirme sisteminden gelen yüksek dereceli memurlar sultanın siyasî köleleridir, dolayısıyla malları da efendilerinin malıdır. XVI. yüzyılda bu şekle bürünen fiilî anlayış D’ohsson’a göre, Şeyhülislam Ataullah Efendi’nin 1729 yılındaki fetvasıyla da şer‘an teyit edilmiştir.[72]

Siyaseten katilde çoğunlukla bir yargı ya da soruşturma söz konusu iken, müsadere uygulamasında ölen ya da idam edilen devlet adamı hakkında böyle bir yargılamanın olmadığı anlaşılmaktadır. Köle-efendi ilişkisine dayanan temel anlayışa göre de, malın müsadere edilmesi için böyle bir uygulamaya gerek görülmüyordu. Hukukun insanlara tanıdığı en temel haklardan biri olan mülkiyet hakkına[73] bir tecavüz olarak görülebilecek bu uygulama büyük ölçüde II. Mahmud döneminde, tamamen ise ancak Tanzimat’la birlikte yürürlükten kaldırılmıştır.[74]

Padişahın hukuk dışına çıkma teşebbüslerinin yanı sıra, bu tür davranışların zaman zaman ehl-i örf denilen idarî sınıftan da geldiği görülmektedir. Özellikle taşrada yönetici sınıf, suçluları kadıya götürmeden para cezası veriyordu.[75] II. Bayezid Dönemi’ne ait umumî kanunnâmede yargı ve infaz prosedürünün nasıl işleyeceği açıkça anlatılmıştır. Buna göre güvenlik güçleri herhangi bir suçtan dolayı birini tutukladıklarında bunu kadıya götürecekler, sanık yargılanacak ve cezanın infazı kadıdan alınan hüccet çerçevesinde ehl-i örf tarafından yapılacaktır.[76]

Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti’nde tüm yargı faaliyeti kadılara bırakılmıştır. Ehl-i örf denilen idareci sınıfın veya bir önceki başlık altında gördüğümüz üzere ilmiye sınıfından olan ama resmi görevi olmayan molla, müderris gibi kişilerin yargı faaliyetine karışması önlenmiştir. Kadıların yargı faaliyetinde tamamen bağımsız olduklarını da iddia etmek mümkündür. Osmanlı Devleti’nde kadı, her ne kadar ilmiye sınıfından olsa da, bugünkü hakimlerin konumlarından daha yüksekte olarak aynı zamanda bulunduğu şehrin bir idarecisi konumundaydı. Dolayısıyla hem bir hakim hem de bir idareci olduğundan diğer mülki idareciler kendisine emir veremezler, aksine ona yardımcı olurlardı. O doğrudan kazaskere karşı sorumluydu ve merkezle doğrudan yazışma hakkına sahipti.[77]

Gerek sultanın ve gerekse mahalli idarecilerin mahkeme kararlarına karşı gelme hakkı yoktu. Osmanlı’da hukukun işleyişi ve “kadı”nın konumunu gösteren en önemli örnek dönem, 16. yüzyılın sonlarında Suhte ve Celali İsyanlarının yaşandığı dönemdir. Bu dönemde eşkıyalık hareketleri had safhaya çıktığı için hükümet olağanüstü önlemler alma yoluna gitmiş ve anlaşıldığı kadarıyla bu önlemleri alırken hukukî mücadele ile hukuk dışı yollar arasında kalmış gibidir. Zira hükümet bir yandan sancak beylerine, ele geçirilen eşkıyaların hemen öldürülmesini emrederken, bir yandan da – yukarıda gördüğümüz üzere- sanıkların mutlaka mahkemeye çıkarılmasını ve ondan sonra cezalarının verilmesini emrediyordu. Kadılar mahkemeye çıkan kişileri bağımsız bir şekilde yargılıyor ve ceza vermek için yeterli delil bulamadıkları sanıkları serbest bırakıyorlar veya sadece hapis cezası ile yetiniyorlardı. Bu durumda bazen, sancak beylerinin merkeze yazdıkları yazılar çerçevesinde başka bir sebepten dolayı mutlaka idam edilmeleri yönünde kesin emirler veriliyor ve beraat eden sanıkların sancak beyleri tarafından idam edildiği oluyordu.[78]

Bu dönem bize, hukuk dışı uygulamaların bizzat devlet tarafından uygulandığını göstermekle birlikte, aynı zamanda “kadı”nın da verdiği hükümde bağımsız olduğu ve kararının değiştirilmediği konusunda önemli örnekler sunmaktadır.[79]

7. Sonuç

Osmanlı Devleti, ülke ve tarih olarak Anadolu Selçuklu Devleti’nden sonra gelse de, aynı zamanda İlhanlıların devamı diyebileceğimiz bir devlettir. İlhanlılar yönetim ve hukuk alanında Anadolu’yu ve dolayısıyla Osmanlıları önemli ölçüde etkilemişlerdir. Böylelikle Osmanlılarda fıkhın yanında yazılı hukuk geleneği gelişmiştir.

Osmanlı Hukuku’nun temelinde şüphesiz İslâm Hukuku vardır. Ancak Orta Asya’dan beri süregelen ve Cengiz tarafından yazılı hale getirilen “yasa” da, hüküm itibariyle olmasa bile, düşünce olarak Osmanlı Hukuku’nu etkilemiştir. Eğer “yasa” fikri olmasaydı, muhtemelen Osmanlılar kanunnâmelerin hazırlanışında bu kadar başarılı olamayacaklardı.

Kanunnâmelerde İslâm Hukuku’na aykırı mütalaa edilen hususlar çok nadirdir. Zira kanunnâmeleri hazırlayan nişancılar, ulema sınıfının dışında ayrı bir hukukçu sınıfı değildi. Kanunnâmelerde İslâm Hukuku’na aykırı olarak görülen bazı uygulamaların da zaman içerisinde tasfiye edildiği görülmektedir. Ayrıca Osmanlı hukukçularının kanunnâmelerde yer alan bazı bedenî ve nakdî cezaları, devlet başkanının tazir yetkisi dahilinde mütalaa ettikleri ve karşı çıkmadıkları anlaşılmaktadır.

Kanunlarda para cezalarının önemli yer tutması ve bunların had cezalarının yerine verilmesi İslâm Hukuk Tarihi açısından önemli bir uygulamadır.

Osmanlıların çok hukukluluk düşüncesine yakın olmadıkları görülmektedir. Temel amaçları, bütün hukukî problemlerin tek bir hukuk çerçevesinde çözülmesini sağlamaktır. Ancak sosyal yapının çok dinli ve çok mezhepli olmasından dolayı bu düşünce sadece Anadolu ve Rumeli topraklarında gerçekleştirilmiş ve Hanefi mezhebi dışında hüküm verilmesi yasaklanmıştır. Gayrimüslimlerin yaşantıları da, aile ve miras hukuku gibi konuların dışında kanunnâmeler tarafından düzenlenmiştir.

Osmanlı Devleti bütün hukukî meselelerin çözümünde resmi olarak tayin edilen kadıları yetkili kılmış ve kadı dışındaki kişilerin yargıya karışmasına müsaade etmemiştir. Hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı Osmanlı hukuk düşüncesinin en önemli karakteristiklerindendir. Padişah da dahil olmak üzere yargı önünde herkesin eşit olduğu ve yargıya müdahale edilemeyeceği temel prensiptir. Bu temel düşünce Osmanlı Devleti’nde büyük ölçüde uygulama imkanı bulmakla birlikte, bazı padişahların zaman zaman yargıya başvurmaksızın cezalar verdikleri bilinmektedir. Padişahlar olağanüstü dönemlerde yargı kararlarının aksine idam emri vermişlerse de, bunu bizzat yargı kararını bozarak yapamamışlar, hatta sık sık yargı kararı olmaksızın ceza verilmemesi konusunda fermanlar çıkarmışlardır. Osmanlı Devleti’nde hukukun üstünlüğü düşüncesine en önemli tehdit olan padişahın kendisi de genel olarak hukuk çerçevesinde hareket etmiştir.

Dr. Vejdi BİLGİN

Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 52-60

TARİH : SULTAN 2. MURAD’IN VASİYATNAMESİ


DÖKÜMANI İNDİRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN.

MİZAH : AMERİKA’NIN 51. EYALETİ :))))))))


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=bxByYkprwv0

KÜRT SORUNU DOSYASI /// VİDEO : Deniz Gezmiş : Ulusların Kaderlerini Tayin Etme Hakkı Vardır Yani Kü rdistan’a TAM DESTEK !!!


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=ta0OUXcM894&feature=em-uploademail

AK PARTİ DOSYASI : İşte Erdoğan’ın BÜYÜK SIRRI…


Kimse söylemese de gerçek bu…

Erdoğan’ın Büyük Sırrı

Yaşadığımız şu olaylara bir bakarsanız eğer, hem Erdoğan’ın hem de Özal’ın sırrı kendiliğinde açığa çıkıyor…

1980-1988 yılları arasında İran ile Irak’ı savaştırdılar…

Çünkü Tevrat öyle söylüyordu, işte o ayet;

Amots oğlu Yeşaya’nın Babil’le ilgili bildirisi: Feryat edin! Tanrı diyor ki, Kötülüğünden ötürü dünyayı, suçlarından ötürü kötüleri cezalandıracağım. Gümüşe değer vermeyen, altını sevmeyen Medleri onlara karşı harekete geçireceğim.[1]

Medler İran, Babil ise Irak’tır…

1 ve 2’nci Körfez savaşlarıyla Irak’ı yakıp yıktılar, bir milyonu aşkın insanı öldürdüler, Bağdat’ta taş üstünde taş bırakmadılar, kadınlara tecavüz ettiler…

Çünkü yine Tevrat öyle söylüyordu…

İşte o ayet:

‘Ben Tanrı, Sodom ve Gomora’yı nasıl yerle bir ettimse, Kildanilerin yüce gururu, Krallıkların en güzeli olan Babil’i de yerle bir edeceğim… Babil’i baykuş yuvasına, bataklığa çevirecek, yıkım süpürgesiyle süpüreceğim’[2]

Tanrı bir orduyu savaşa hazırlıyor. Öfkesinin araçlarıyla uzak bir ülkeden, dünyanın öbür ucundan bütün ülkeyi yerle bir etmek üzere geliyor. Feryat edin! Tanrı diyor ki… Gazaba geldiğim, öfkemin alevlendiği gün gökleri titreteceğim, yer yerinden oynayacak. Herkes kovalanan ceylan gibi, çobansız koyunlar gibi halkına dönecek, ülkesine kaçacak.

Yakalananın bedeni delik deşik edilecek, ele geçen kılıçtan geçirilecek. Yavruları gözleri önünde parçalanacak, Evleri yağmalanacak, Kadınlarının ırzına geçilecek.[3]

Ortadoğu’ya bakıldığında, dünyanın öbür ucundan gelen ordu ABD ordusu gibi, tecavüz edilen kadınlar da Babilli yani Iraklı gibi…

Bir de bu yaptıklarının adına strateji deyip İsrail için plan yaptılar; Yıl 1982, Dünya Siyonist Dergisi Kivunim:

Bir taraftan petrol zengini olan ancak diğer taraftan parçalanmış bir ülke olan Irak’ın İsrail’in hedeflerine aday olması garantidir. Bizim için Irak’ın feshi, Suriye’nin feshinden bile daha önemlidir. Irak Suriye’den daha güçlüdür. Kısa vadede İsrail’in en büyük tehdidi Irak’ın gücüdür. Bir Irak-İran savaşı Irak’ı parçalayacak ve bize karşı geniş bir cephede çatışma organize etmesine imkan vermeden çökmesine sebep olacaktır.

Araplar arasındaki her türlü çatışma kısa vadede bize yardımcı olur ve Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi önemli bir hedef olan Irak’ın parçalanması için yolu kısaltır. Osmanlı döneminde Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da etnik/dini bazda bölgelere bölünme mümkündür. Üç büyük şehir etrafında üç (veya daha fazla) eyalet var olacaktır: Basra, Bağdat ve Musul ve güneydeki Şii bölgeler Sünni ve Kürt kuzeyden ayrılacaktır. Mevcut İran-Irak çatışmasının kutuplaşmayı derinleştirmesi olasıdır.’[4]

İsrail planı yetmez deyip, üstüne bir de ABD planı(BOP) hazırladılar; Yıl 1996, ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi(BOP):

‘Diyarbakır’dan Tebriz’e kadar uzanan bağımsız bir Kürdistan, Bulgaristan ve Japonya arasında en Batı yanlısı devlet olacaktır. Bölgede yapılacak adil bir düzenleme Irak’taki üç Sünni ağırlıklı bölgeyi budanmış bir devlet haline getirecektir ve bu bölgeler zaman içerisinde Akdeniz’e yönelmiş bir Büyük Lübnan’a kıyılarını kaybetmiş olan Suriye ile birleşmeye karar verebilir ki bu durumda Fenike yeniden doğmuş olur’[5].

Irak’ta Sünni bölgenin biri Mesud Barzani gibi, diğeri İŞİD gibi…

İşin içine Suriye’yi de kattılar, Şam içinde taş üstünde taş bırakmadılar, yüz binlerce insanı öldürdüler…

Çünkü Tevrat öyle diyordu, işte o ayet;
‘Şam’la ilgili bildiri: İşte Şam kent olmaktan çıkacak, Enkaz yığınına dönecek. Aroer kentleri terk edilecek, hayvan sürüleri orada yatacak, onları ürküten olmayacak. Efrayim’de surlu kent kalmayacak, Şam’ın egemenliği yok olacak. Sağ kalan Aramlıların onuru İsrail’in onuru gibi kırılacak…

Eyvah, çok sayıda ulus kükrüyor, azgın deniz gibi gürlüyorlar. Halklar güçlü sular gibi çağlıyor. Halklar kabaran sular gibi çağlayabilir, Ama Tanrı onları azarlayınca uzaklara kaçacaklar. Rüzgarın önünde dağdaki saman ufağı gibi, Kasırganın önünde diken yumağı gibi savrulacaklar.’[6]

Şam’da hala taş üstünde taş kalmıyor gibi…

İsrail için deyip, bir de bunu plana bağladılar(KİVUNİM;
Suriye etnik ve dini yapısına istinaden tıpkı bugün Lübnan’da olduğu gibi birkaç eyalete bölünecek ve kıyıda Şii-Alevi bir eyalet, Halep bölgesinde Sünni bir eyalet, Şam’da Kuzey komşusuna düşman olan bir diğer Sünni eyalet olacak ve Dürziler de belki bize ait olan Golan’da, mutlaka Havran’da Kuzey Ürdün’de başka eyaletler kuracaklardır. Bu gelişmeler uzun vadede barış ve güvenlik için garantör olacaktır ve bu hedef bugün bile erişebileceğimiz bir noktadadır.’[7]

Bunların hiç biri yetmedi, Mısır’ı da işin içine çektiler; ‘Arap Baharı’ deyip kardeşi kardeşe kırdılar, yüz binlerce insan hayatından oldu…

Çünkü Tevrat öyle diyordu; işte o ayet:
‘İşte Tanrı hızla yol alan buluta binmiş Mısır’a geliyor! Mısır putları O’nun önünde titriyor, Mısırlıların yüreği hopluyor. Tanrı diyor ki, Mısırlıları Mısırlılara karşı ayaklandıracağım; Kardeş kardeşe, komşu komşuya, kent kente, Ülke ülkeye karşı savaşacak. Mısırlıların cesareti tükenecek, Tasarılarını boşa çıkaracağım. Yardım için putlara, ölülerin ruhlarına, Medyumlarla ruh çağıranlara danışacaklar. Mısırlıları acımasız bir efendiye teslim edeceğim, Katı yürekli bir kral onlara egemen olacak.’[8]

Buradaki Mısır, Tahrir meydanında birbirini kıran Mısırlılardır…

Hep İsrail için, Mısır’ı da planlara dahil ettiler adına yine İsrail için strateji dediler(KİVUNİM):
’Mısır’ı coğrafi olarak farklı bölgelere bölmek İsrail’in Batı cephesindeki politik hedefidir.
Mısır birçok otorite merkezine bölünmüş ve parçalanmıştır. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan ve hatta daha uzaktaki devletler mevcut şekilleri ile varlıklarını sürdüremez ve Mısır’ın çözülmesi ile birlikte onlar da çöküşe katılır.

Mısır’ın yukarı bölümünde Hıristiyan Kıpti bir devlet ile birlikte merkezi bir hükümet olmadan bölgesel güçleri ile bir kaç zayıf devlet düşüncesi tarihi gelişimin anahtarıdır ve barış anlaşması ile sekteye uğramış olsa bile uzun vadede kaçınılmazdır’[9].

VE Büyük İsrail…

Yani Nil’den Fırat’a vaat edilmiş topraklar…

Bakınız BÜYÜK İSRAİL neresiymiş: İşte Tevrat’ta yazılı o ayet:
‘O gün Mısır’la Asur arasında bir yol olacak. Asurlu Mısır’a, Mısırlı Asur’a gidip gelecek. Mısırlılarla Asurlular birlikte tapınacaklar. O gün Mısır ve Asur’un yanı sıra İsrail üçüncü ülke olacak. Dünya bu üçü sayesinde kutsanacak. Tanrı, ‘Halkım Mısır, ellerimin işi Asur ve mirasım İsrail kutsansın’ diyerek dünyayı kutsayacak.’[10]

Mısır bildiğimiz Firavunlar diyarı Mısır; Asur bildiğimiz Irak…

Yani BÜYÜK İSRAİL NİL’DEN FIRAT’A UZANAN İSRAİL tıpkı Tevrat’ta yazılı olduğu gibi…

Şimdi buna bir de Suriye doğusu ve Irak kuzeyini eklerseniz…

Bir de buna Türkiye doğusu için yapılan planları eklerseniz; karşımıza Akdeniz’den Karadeniz’e uzanan bir İSRAİL çıkar…

Ve bu İSRAİL, Anadolu ile Asya arasında bir kuşak oluşturur ve bu kuşak, Türk Milleti’nin Asya’daki Türk dünyası ile bağını keser, yalnızlaştırır ve kuşatır…

İŞTE PLAN BU!

Şimdi gelelim Özal’a ve Erdoğan’a…

Özal ve Erdoğan siyaseti 1991 ve 2003 Körfez Savaşları ile 2011 Suriye krizinde aldığı karar ve yaptığı uygulamalarla Tevrat’ın kehanetlerine hizmet etmiş oldukları görülüyor, belki bilerek belki de hiç bilmeden…

İŞTE SIR BU!

Erdal Sarızeybek

[1] Tanah/ Yeşaya, Bölüm 13: 1-16.

[2] Tanah/ Büyük Peygamber Yeşaya, Bölüm 13: 19-22.

[3] Tanah/ Yeşaya, Bölüm 13: 1-16.

[4] Oded Yınon, ‘1980’lerde İsrail İçin Strateji’, Dünya Siyonist Dergisi Kivunim, Şubat 1982.

[5] Ralph Peters, ‘BOP’, ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi, 1996.

[6] Tanah/ Yeşaya, Bölüm 17.

[7] Yınon, ‘1980’lerde İsrail İçin Strateji’.

[8] Tanah/Yeşaya, Bölüm 19:1-15.

[9] Yınon, ‘1980’lerde İsrail İçin Strateji’.

[10] Tanah/ Yeşaya, Bölüm 19:16-25

BİLGETÜRK

ERMENİ SORUNU DOSYASI : İşte Ermenilerle Bir Olup TÜRK’e Karşı İttifak Kuranların Tam Listesi…


Kim bunlar?

İŞTE ERMENİLERLE TÜRK’E KARŞI İTTİFAK KURANLARIN LİSTESİ

5 Ekim 1927’de, Lübnan’ın Bihamdun kentinde Hoybun Örgütü kuruldu.

Merkez komitesine şu isimler seçildi;
‘Ermeniler adına Taşnak Sutyun Partisi tam yetkilisi Papaz Vahan Papazyan; ayrılıkçı Kürt cephesi adına ise Palu’dan Şeyh Ali Rıza, Dr. Şükrü Sekban, Barazi aşireti reisi Mustafa Şahin ve Bozan, Heverka aşireti lideri Haco Ağa, Raman aşireti lideri Emin Ağa, Süleymaniye’den Kerim Rüstem, Van’dan Memduh Selim ve Celadet Ali Bedirhan’dır.’

Burada ismi geçen Vahan Papazyan; 1892 yılında yılında, Tiflis’te kurulan Ermeni Taşnak Örgütü’nün merkez komite üyesi ve kendisi aslen Van yöresi Ermenilerindendir.
Barzani aşireti reisi Mustafa Şahin, Uğur Mumcu’nun Şeyh Sait isyanında dile getirdiği Umum Bozan reisi Şahin Bey’dir. Aralarında bir de küçük Seyit Taha vardır…

Celadet Ali Bedirhan’a gelince…

Uğur Mumcu, Celadet’in sırlarını açıklıyor;
‘(İngiliz istihbaratçısı) Noel, Bedirhanoğullarının Çarlık Rusya’sı ile de işbirliği yaptıklarını, ailenin en önemli adamının da Emin Ali Bedirhan olduğunu yazıyor. Bu sırada Fransız istihbaratı da boş durmayacak ve 1920 başlarında Bağdat’taki Yüksek Komiserlikleri’ne Bedirhanoğullları’yla ilgili olarak şu bilgiyi ulaştıracaktı: Botan aşiretinden Bedirhan Ailesi(Zaho-Van arası), İngiliz ajanlarıyla anlaşmış ve İngiliz mandasını kabul etmiştir.’[1]

Celadet Bedirhan, İstanbul’da dünyaya gelmiş bir Bedirhanzade. Ayrılıkçı Kürt örgütlerinde adının duyulmasını ve sivrilmesi şu iki olaya bağlanıyor: Birincisi, İngiliz casusu Noel ile geliştirdiği ilişkiler, bu ilişki etrafında Anadolu’da yaptığı geziler; diğeri ise, bu İngiliz casusu ile birlikte, 1919’da, kurtuluş savaşını başlatan Mustafa Kemal Paşa’ya karşı giriştiği suikast teşebbüsü.
Bu iki eylem, Celadet Bedirhan, Türk tarih sayfalarındaki hak ettiği mevkiye iyice yerleştiriyor.

Bundan sonrasında Celadet, önce Almanya, ardından Mısır, 1926’da Suriye’ye geçmektedir. Hoybun örgütüne katılıyor. 1928’te, önce Irak’a , sonra ayaklanmaları yerinde incelemek üzere Ağrı’ya gidiyor(1930).

İsyandan sonra İran’a geçen Celadet Bedirhan, bir süre Tahran’da kalıyor. İşlerini görüyor, gizlice Irak’a, ardından Suriye’ye geçiyor. Hoybun faaliyetleri nedeniyle, Fransız yöneticileri tarafından bir ara Şam’a sürülmüş. Şam’da bulunan ve zengin bir Kürt olan Ali Zilfo Ağa’nın destekleriyle Kürtçe yayın alanına açılmış. Havar adlı bir dergi çıkarmaya başlamış. Kürtçe’nin Kurmançi lehçesi, bu dergi vasıtasıyla yaygınlaştırılıyor.

Bedirhanzade Celadet, yazı ve araştırmalarında, Kürtlerin ayrı bir halk olarak etnik kökenleri üzerinde durmuş. Son yıllarını tarımla uğraşarak geçiren Celadet Bedirhan, 19512 yılında, bir kuyuya düşerek can vermiş.[2]
Biz devam edelim, bakalım daha neler var…

Amaç; Türk topraklarını paylaşmak…
Hoybun örgütün kuruluş kongresini yapıldıktan sonra açıklanan ilk bildirinin ilk maddesi şu oldu;
“Birinci Kürt Kurultayı, barbar Türk rejiminin despotluğu altında ezilen Kürtlerin bulundukları tahaammül edilmez durumlarını, geniş çapta uygulanan katliamları ve de Kürt ulusunun özgür ve bağımsız yaşama özlemini gözönüne alarak, Türkiye Kürdistanı’nı bağımsız bir devlet haline getirmek amacıyla kurtarmaya karar vermiştir.”

Bu bildirinin son maddesi, Ermeni-Kürt ittifakının çerçevesini görmek açısından dikkat çekiciydi, şöyle diyor; “Kurultay herekese duyurur ki, Ermenistan ve Kürdistan’da asırlardan beridir Ermeniler ve Kürtler yaşamaktadır. Onlar kendi bağımsızlıkları uğrunda çalışırken, ülkelerinin herhangi bir yabancı hakimiyetine bağlı olmasını reddederler. Çünkü bu iki ülke yalnız ve yalnız Ermeni ve Kürt uluslarına aittir[3].

Hoybun Ermeni-Kürt ittifakına uygun olarak, karşılıklı taahhütler yapılmış, ittifak senedi imzalanmıştı. Buna göre; ‘Her iki taraf bağımsız bir Kürdistan’ın ve birleşik bir Ermenistan’ın kurulma hakkını karşılıklı olarak tanıyarak, bu hakkın savunması için mümkün olan her türlü imkanı kullanarak birbirinin yardımına koşmayı taahhüt ediyordu.

Ortak düşman Turani-Türk öğesine karşı savunma ve saldırı işbirliği paktı olduğundan, taraflardan hangisi söz konusu düşmanın saldırısına uğrarsa diğer taraf saldırıyı püskürtmek
için tek başına veya saldırıya uğramış tarafla birlikte harekete edeceğini kabul etmişti.

Ayrıca, Taşnak Sutyun Partisi ile Kürt Ulusal Cephesi Hoybun Ermenistan ve Kürdistan’ın kendilerine ait toprakları üzerinde bağımsızlıklarının tanınmaması nedeniyle Türkiye ile savaş içinde olduklarını ilan ediyorlardı”[4].

Örgütün kuruluşunda iki yıl sonra, dönemin Dahiliye Vekaleti’nin Başvekalet’e yazdığı 18.7.1929 tarihli ikinci bir gizli belgede, bu ittifakın detayları da yer alacaktır:
“Suriye’de bir Kürt ordusu nüvesi vücuda getirildiği; bu orduda Ermenilere de görev verildiği; ordunun her bölüğünde kanatları muhafaza için ikişer makineli tüfek ve üç bataryalı cebel topçusu olduğu; İngiltere’den de üç uçak almak için çalıştıkları…”[5]

Bedirhanların Ermeni Sevdası…
Kuruluşundan birkaç ay sonra Hoybun örgütü ile Ermeni Taşnaksutyun örgütü arasında bir ittifak anlaşması imzalandı.

Bu anlaşmaya Taşnaksutyun adına Vahan Papazyan, Hoybun adına merkez komitesinden şu kişiler imza koymuşlardı; ‘Şükrü Sekban, Celadet Ali Bedirhan, Memduh Selim, Haco Ağa, Ramanlı Emin, Ali Rıza, Mustafa Şahin ve Süleymaniyeli Kerim’.
Hoybun örgütünün ilk başkanlığına, Celadet Ali Bedirhan seçildi.[6]

Hoybun Cemiyeti, Temmuz 1929’da, iki toplantı daha yaptı. Bu kez yer, Halep’ti…
Başta Celadet Ali Bedirhan, Memduh Selim, Cemilpaşazade Mehmet, Cemilpaşazade Kadri, Yado, Vahan Papazyan, Hırşak Papazyan ve Karabet olmak üzere 45 kişi katıldılar.

Oybirliği ile şu kararlar alındı;
”Suriye’deki yerli ve Türkiye’den ‘firari Kürtlerden’ azami istifade edilmesi; Türkiye’ye karşı yapılacak herhangi bir hareketin tam ve mükemmel olarak ikmaline.”
Burada tırnak içinde yazılan ‘firari Kürtler’ şunlardır;
‘Firari Kürtler; Türk Kurtuluş Savaşı’nda işgalci düşmanla işbirliği yapmış, ülkesine ihanet etmiş, can yakmış, can almış ve sonra düşmana sığınıp Türkiye dışına kaçmış olan kişilerdir. İlk firari Kürtçüler arasında Cizreli Bedirhan ailesinden Kamuran, Celadet ve Halil Rami; Diyarbakırlı Cemilpaşazade Ekrem ve Mevlanazade Rıfat Bey de bulunmaktadır.’[7]

Hoybun örgütünün merkezi Şam’da idi. Türkiye’ye karşı eylemlerini buradan yönetiyordu, arkasında Fransa vardı.
Kürt Teali Cemiyeti, Türk- Kürt Hilafet Cemiyeti’ne dönüştürülmüş, İngiliz yönetimindeki Irak’ta faaliyet gösteriyordu. Merkezi Revanduz’daydı.
Örgütün başkanı Seyit Abdulkadir’in oğlu Şeyh Abdullah’tı.
Arkasında İngilizler vardı[8]

Hoybun’un kuruluşunda Bedirhanzadelerin aktif olarak yer aldığı çok açık ve belgelidir. Bedirhanzadelerin bu rolü, bugüne kadar yapılmış olan araştırmalarda hak ettiği ölçüde kendini gösteremedi. Araştırmacılar daha ziyade tarihsel akışına göre olayları alt alta yazıp sıralıyor, arka planda yer alan perde ise açılmıyor.

Bu konuya ilgi duymuş araçtırmacıların ortak fikri; Hoybun’un Şeyh Sait ayaklamasında yaşanılan bozgun üzerine kurulmuş olması üzerinde birleşiyor.
Bir diğer ortak düşünce ise; 1930 Ağrı isyanının bu örgüt tarafından tertiplenecek ve yönetilecek oluşudur.

Ağrı’da Ermenilerin ortaya çıkacak oluşu, akla Mikdat Mithat Bedirhan’la başlamış olan Bedirhan-Ermeni ilişkisini getiriyor. Hoybun ile Ermeniler arasındaki ilişkilerin bu boyutunu, Süreyya Bedirhan şöyle tanımlıyor;
‘Kuruluşundan sonra Hoybun’un ilk görevi Ermenilerle yeniden uzlaşma sağlamak ve mümkünse işbirliği yapmaktı( Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti Tüzüğü 15’nci maddeyi hatırlatıyor). Ben de Ermeni-Kürt ilişkilerinin pişmanlık ve şükran duygularının karşımıyla yazıyorum…1927 Ekim’inde Kürtlerin savunucusu Hoybun ile Ermeni halkının temsilcileri Türkleri ortak düşman kabul ettiler ve dayanıklı ilgilerinin ortaklığı onları genel bir barışmaya götürdü. Kendi ırkım adına onların meşru ulusçul istekleri Bağımsız ve Birleşik Ermenistan’a saygı duyuyorum.’[9]

Hoybun arşiv bilgileri Türkiye’de hiç yayımlanmadı. Doğrudan bir belgeye ulaşılamıyor. Ancak Hoybun savunucularının elindeki belgeler, tesadüfen de olsa bazı yayınlarda yer bulmuş; bize de yararlanma imkanı verdi. Rohat Alakom, Hoybun ittifak anlaşmasının imzalı bir örneğini, Toplumsal Tarih Dergisi’nin 1998 yılı 59’ncu sayısında yayımladı.

Üstüne de, bu örgütün merkez dışındaki şubelerini açıkladı;
‘Hoybun’un Diyarbakır’da bir şubesi bulunmaktadır. Bu bölgedeki faaliyetler Cemilpaşazadeler tarafından yürütülmektedir. Kadri Cemil ve Ekrem Cemil(Babanlı paşazadeler), bunların başında gelmektedir. Paris’teki Hoybun temsilcisi Süreyya Bedirhan’dır. Lübnan şubesi ise Kamuran Bedirhan tarafından yürütülmektedir. Ürdün temsilcisi Ali Seydo, Mısır temsilcisi ise, aslen Siverekli olan M. Ali Avni’dir.’[10].

Rohat Alakom’a göre, Hoybun Ermeni-Kürt ittifak örgütünün ilk başkanı olan Celadet Ali Bedirhan, Latin gramerinin yaratıcısı idi. Şam’da yayınladığı Hawar(1932-1943) ve Ronahi (1942-1943) adlı Kürtçe dergiler modern Kürt edebiyatı tarihinde önemli bir yere sahipti. Bunun yanında doğu ve dilbilimci Roger Lescot ile birlikte Kürtçe gramerin temel yapısını oluşturmuştu.

Kamuran Ali Bedirhan (1895-1946) da erkek kardeşi Celadet gibi aktif bir yayıncı ve yazardı. 1947’deki ölümüne kadar Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nde Kürdoloji öğretti..

En büyük erkek kardeş Süreyya Bedirhan da, diğer kardeşleri kadar editörlük yeteneğine sahipti. Modern çağın en önemli(!) Kürt organizasyonu olan Hoybun’un kurulmasında ve yönetilmesinde de kardeşlerine katıldı.[11]

Süreyya Bedirhan, Emin Ali Bedirhan’ın da oğluydu. Çerkez olan annesi doğumunun hemen ardından ölünce, babası Emin Ali Bedirhan bir kere daha Çerkez bir hanımla evlenmişti. Yeni karısı Semiha hanımdan beş oğlu ve bir kızı oldu; Celadet, Kamuran, Tevfik, Hikmet, Safter ve Meziyet. Erkek kardeşlerinden ikisi olan Celadet ve Kamuran daha sonra siyasi Kürtçülükte öne çıktılar.

Hoybun örgütünün üyelerinde biri de Dr. Mehmet Şükrü Sekban’dı. Şükrü Sekban, 1881’de Diyarbakır/Ergani’de doğmuştu. 1908 ve 1918’de açılan Kürtçü cemiyetlerin kurucuları arasında yer aldı. Zamanla Kürtlerin Turan kökenli olduğunu anlayınca, 1933 yılında “Fransızca Kürt Sorunu” adlı bir kitap yazarak bu gerçeği itiraf etti ve Kürtlerin Orta Asya’dan gelmiş olduklarını anlatarak diğer Kürtçülere yanlış yoldan geri dönemleri için nasihatlerde bulundu.
Dr. Sekman, 1960’ta, İstanbul’da vefat etti[12].

Hoybun ittifakının Ermeni kanadı, tarihi ve kültürü ile bu coğrafyada yaşayan önemli bir etnik unsurdur. Bu noktada Ermeni Taşnaksutyun örgütünün Hoybun eliyle siyasi hedeflerine ulaşmayı amaç edinmiş ve bu amaçla da çok farklı din ve etnisiteleri bir araya getirmek için siyasi bir yapı kurmuş oldukları görülüyor.

Bu yapının, Kürt kimliği üzerinden Kuzey Irak coğrafyasında yaşayan insanların Doğu Anadolu’da Ermenilerle birleşmesini sağlayacak bir noktada yoğunlaştığı da anlaşılıyor. Tarihsel süreçteki isyanlar, Halid-i Nakşibendiliğin buradan çıkıp Orta Doğu’ya yayılışı ve kurulan ittifakların özellikleri bu sırrı dışa vuruyor.

Amaç ise hiç değişmiyor; önce Anadolu ile Asya arasındaki bağları kopartabilmek…

Şimdi Ermeni Taşnak-Hoybun örgütüne bugünkü gözle bakalım…
Hoybun PKK’ya, Taşnak ASALA’ya dönüştü ve şimdi ittifaktalar tıpkı tarihte olduğu gibi…

[1] Mumcu, Kürt İslam ayaklanması, s. 9.

[2] Toplumsal Tarih Dergisi, Yıl: Kasım 1998, Sayı: 59, Yazar: Rohat Alakom, s. 38, Başlık: Hoybun Cemiyeti Üzerine Notlar. Rohat Alakom.

[3] Rohat Alakom, ‘Hoybun Cemiyeti Üzerine Notlar’, Toplumsal Tarih Dergisi, s. 29, Yıl: Kasım 1998, Sayı: 59.

[4] Taşnak-Hoybun, Editör Yavuz Selim, s. 82,83. İleri Yayınları, 2005.

[5] Yrd. Doç. Dr. Yusuf Sarınay, ‘Hoybun Cemiyeti ve Türkiye’ye karşı faaliyetleri’, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 40.

[6] Alakom, ‘Hoybun Cemiyeti Üzerine Notlar’, Toplumsal Tarih Dergisi, s. 58.

[7] Dr. Bilal N. Şimşir, ‘Kürtçülük’ cilt II, s. 67 Bilgi Yayınevi, 2009.

[8] Şimşir, ‘Kürtçülük’ cilt II, s. 147.

[9] Süreyya Bedirhan, ‘Kürt Davası ve Hoybun’, s. 56, Çev: Dilara Zirek, Med Yayınları, 1994.

[10] Alakom, ‘Hoybun’, Toplumsal Tarih Dergisi, Yıl, 1998, Sayı: 59.

[11] Bedirhan, ‘Kürt Davası ve Hoybun’, s. 9.

[12] Şimşir, ‘Kürtçülük’ cilt II, s. 143.

BİLGETÜRK

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.