Günlük arşivler: 9 Mayıs 2016

DOLANDIRICILIK DOSYASI : İnternet ve Telefonlar Üzerinden 10 Milyon TL’lik Dolandırıcılık


Türkiye genelinde 300’binden fazla kişiyi arayarak toplam 10 milyon TL vurgun yapan çete, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Siber Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü Ekiplerince yakalandı.

Vatandaşları cep telefonlarından arayarak çeşitli nedenlerden ötürü kendileni bankacı gibi tanıtan çete, 2 aylık teknik takibin ardından yakalandı. Bu teknik takip sonucu Afyonkarahisar’da kurulduğu anlaşılan çete, kısa sürede eş zamanlı baskınlarla çökertildi. Yapılan baskınlar sonucu 8’i kadın olmak üzere 15 kişi tutuklandı. Aramalarda 18 dizüstü bilgisayar, 19 cep telefonu, sahte kimlikler, 2 kaşe ve çok sayıda yazılı döküman ele geçirildi. Yapılan tespitler sonucu çetenin akıllı telefonları ve interneti kullanarak toplam 10 milyon TL’lik vurgun yaptığı ortaya çıktı.

Kendilerini Bankacı Olarak Tanıtıyorlar

0850’li VOİP hatlarıyla insanları arayan dolandırıcılar kendilerini bankacı gibi tanıtıp, "Ödediğiniz kredi kartı aidatınızın geri iadesi ile ilgili arıyorum.Şimdiye kadar hesabınızda yapılan yasal kesintileri yeni kredi kanunu kapsamında hesabınıza tanımlayacağız onaylıyor musunuz?" tarzında sorular sorarak kişilerin kredi kartı bilgilerini elde ettikleri ve sanal pos cihazları ve internet üzerinden harcama işlemleri gerçekleştirdikleri ortaya çıktı. Türkiye’de 300’binden fazla kişiyi bu şekilde dolandırdıkları ortaya çıkan çete, toplamda 10 milyon TL’lik vurgun yapmış.

Polis Şikayetleri Değerlendirdi

Kendisine gelen şikayetleri değerlendiren İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı Siber Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri çeteyi 2 aylık teknik takibe aldı. Teknik takip sonucu Afyonkarahisar’da belirlenen adreslere eş zamanlı baskınlar düzenlendi. Polis ekipleri yapılan baskınları saniye saniye kameraya aldı.

Önlem almak için ne yapmak gerekiyor?

Bu tür bir arama ile karşılaştığınızda aramayı kapatarak banka şubenizi arayıp durumu teyit etmeniz en akıllıcası. Çünkü hesapları kontrol için özellikle anne kızlık soyadına kadar sorular sorduklarından, tüm bilgileri dolandırıcılara teslim etmiş oluyorsunuz. Hiç hesapta yokken ekstra para kazanma oyununa gelmemek adına, mutlaka bu tür çağrıları başka bir telefondan teyit edebilir ya da kapatıp doğrusunu bankanızdan öğrenebilirsiniz. Gerçeği öğrendikten sonra bu bir dolandırıcılık girişimiyse hemen yetkilileri uyarmayı da ihmal etmeyin.

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI : Türkiye’den Daeş’e Büyük Darbe


Suriye sınırında yaşanan çatışmalar ve özellikle Kilis’e düşen roketleri önlemek için yoğun çaba harcayan güvenlik güçlerinin DAEŞ terör örgütüne büyük bir darbe vurduğu bildirildi.

Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) yaptığı çalışmalar neticesinde, sınırın Suriye tarafında terör örgütü DAEŞ’in cephanelik haline getirdiği evlerin tespit edildiği ifade edildi. Suriye‘deki yerleşim yerlerinde bulunan söz konusu evler için yoğun istihbarat faaliyetleri yürüten MİT’in, "evlerin DAEŞ terör örgütü tarafından cephanelik haline getirildiği" bilgisini somut olarak netleştirdiği aktarıldı.

Kilis’e düşen roketlerin büyük çoğunluğunun cephanelik haline dönüştürülen söz konusu evlerden alındığına ve DAEŞ militanlarının cephaneliklerin yerlerini bildiğine dikkat çekildi. Bölgede faaliyet yürüten seyyar roketatarlı araçlarla dolaşan teröristlerin cephane ihtiyaçlarını bu evlerden karşıladığı bildirildi. MİT’in ise bu bilgiyi somutlaştırıp hedefleri belirlemesinin ardından Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı Bordo bereli askerlerin devreye girdiği aktarıldı. Kilis‘e konuşlandırılan Özel Kuvvetler Komutanlığı taburunda görevli bordo bereliler Cuma ve Cumartesi geceleri Suriye‘ye yaya olarak geçip sızma harekatı gerçekleştirdi. "Bordo Bereliler"in MIT’in tespit ettiği ev görünümlü cephanelikleri başarı ile imha ederek geri döndüğü vurgulandı.

Operasyonlarda hiçbir zayiat verilmezken MİT’in tespit ettiği tüm hedeflerin imha edildiği öğrenildi.

MİT TIRLARI DOSYASI /// Can Dündar’a silahlı saldırı : Soruşturma genişliyor, terör ve istihba rat polisleri de devrede


ÇAĞLAYAN’daki İstanbul Adalet Sarayı’nda 6 Mayıs Cuma günü Gazeteci Can Dündar’a silahlı saldırı gerçekleştiren Murat Şahin ve dün olayla ilgili gözaltına alınan iki arkadaşının Asayiş Şube Müdürlüğü’ndeki işlemleri devam ediyor.

Saldırıyla ilgili olarak İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı İstihbarat Şube Müdürlüğü, Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ve Asayiş Şube Müdürlüğü’ne bağlı polis ekipleri 3 şüphelinin cep telefonu sinyallerini, yazışmalarını ve telefon görüşmelerini geriye dönük olarak incelemeye aldı.

Polis ekipleri şüphelilerin görüştüğü çok sayıda kişinin bilgisine başvurarak soruşturmayı genişletti. Soruştumanın daha da genişletilmesi ve derinleştirilmesi için 3 günlük ek gözetim süresi alındı.

Öte yandan saldırı sırasında yaralanan gazeteci Yağız Şenkal’ın da dün akşam saatlerinde ifadesine başvurulduğu öğrenildi.

EL KAİDE DOSYASI : ABD Yemen’e de asker gönderiyor


Pentagon, Arap Yarımadası El Kaidesi’ne karşı Yemen’de devam eden operasyonlarda BAE’ye istihbarat ve planlama desteği vermesi için ülkeye sınırlı sayıda asker gönderildiğini açıkladı. Operasyona destek veren Amerikan askerleriyle ilgili detay vermeyen Pentagon sözcüsü, bu askerlerin 2 haftadan daha kısa bir süredir Yemen’de bulunduklarını belirtmekle yetindi.

ABD Savunma Bakanlığı Pentagon Sözcüsü Yüzbaşı Jeff Davis, Arap Yarımadası El Kaidesi’ne karşı Yemen’de devam eden operasyonlarda Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) istihbarat ve planlama desteği vermesi için ülkeye sınırlı sayıda asker gönderildiğini açıkladı.

Arap Yarımadası El Kaidesi’nin Yemen’de son aylarda giderek güç kazandığını ifade eden Davis, başta BAE olmak üzere bölgedeki müttefik ülkelerin örgüte karşı başlattıkları operasyonları memnuniyetle karşıladıklarını vurguladı.

Bu çerçevede BAE’ye istihbarat ve planlama desteği vermesi amacıyla sınırlı sayıda Amerikan askerinin Yemen’e gönderildiğini aktaran Davis, özellikle Arap Yarımadası El Kaidesi’nin güçlü olduğu Yemen’in liman şehri Mukalla’nın kurtarılması için yapılan operasyonların çok önemli olduğunu kaydetti.

"Yemen güçlerinin önderliğindeki operasyonlara başta BAE olmak üzere Arap koalisyonu ülkeleri destek veriyor" diyen Davis, ABD’nin Mukalla civarındaki söz konusu operasyonlara sınırlı destek verdiğini belirtti.

BAE’ye istihbarat paylaşımı dışında tıbbi destek ve havada yakıt ikmali gibi operasyonel diğer konularda da destek sağladıklarını anlatan Yüzbaşı Davis, "Bunlardan ayrı olarak 23 Nisan’dan bu yana Arap Yarımadası El Kaidesi’ne karşı gerçekleştirdiğimiz 4 hava saldırısında 10 El Kaide militanı öldü ve birçoğu da yaralandı" dedi.

Operasyona destek veren Amerikan askerleriyle ilgili detay vermeyen sözcü, bu askerlerin 2 haftadan daha kısa bir süredir Yemen’de bulunduklarını belirtmekle yetindi.

Davis, Yemen’e giden askerlerin Husilerin savaştığı bölgelerden çok uzak bir yerde olduklarını da sözlerine ekledi.

Geçen yıl bin kadar özel kuvvetler askerini Husi ayaklanmasının ardından geri çeken ABD’nin bölgede bir amfibi gemisi, iki destroyeri ve çok sayıda insansız hava aracı bulunuyor.

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI : ‘Saldırı hazırlığındaki 3 bin IŞİD’li Türkiye’ye giriş yaptı’


İçişleri Bakanlığı, Ocak 2015’te Emniyet Müdürlüklerine gönderdiği yazıda uyarmış.

İçişleri Bakanlığı’nın 51 ilin İstihbarat Şube Müdürlükleri’ne gönderdiği "gizli" ibareli bir yazıda IŞİD’in saldırılarının daha başlamadığı Ocak 2015 itibariyle aralarında patlayıcı eğitimi de alan 3 bin IŞİD’linin saldırı için Türkiye’ye giriş yaptığı iddia edildi.
DİHA’nın haberine göre bunlardan bazılarının Avrupa’ya gideceğini bildiren bakanlık, geri kalan IŞİD’lileri ise saldırı planları için Türkiye’de kimi kentlerde konumlandığını bildirdi.

İçişleri Bakanlığı’nın "muhtemel eylem" bağlığıyla 6 Şubat 2015 tarihinde 51 ilin İstihbarat Şube Müdürlükleri’ne gönderdiği yazıda, IŞİD militanlarının Türkiye ve Avrupa’daki bazı hedefle dönük saldırı gerçekleştirmek için Türkiye’ye geldiği bilgisine yer verildi.

Bu kapsamda Ocak 2015 ayı itibariyle 3 bin IŞİD mensubunun Türkiye’ye giriş yaptığı bilgisini istihbarat şube müdürlüklerine bildiren İçişleri Bakanlığı, yazısında söz konusu IŞİD mensuplarının Hatay ve civarıyla, Adana, Ankara, İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin muhtelif bölgelerine yerleştiği kaydetti.

Suriye üzerinden Türkiye’ye giriş yapan IŞİD üyelerinden bazılarının Avrupa ülkelerinin Türkiye’deki diplomatik temsilciliklerine saldırılar planladığını ifade eden bakanlık, bunlardan bazılarının alt ve orta seviyede taktik liderler olduğunu, bazılarının da patlayıcı yapımı konusunda eğitimler aldığını aktardı.

Bakanlık, aynı yazıda 3 bin IŞİD’liden bazılarının Bulgaristan üzerinden Avrupa’ya geçmek üzere Türkiye’den ayrılmaya hazırlandıklarını, Avrupa’ya geçmeyi planlayan IŞİD mensuplarının 18 ve 25 yaş aralığındaki Suriyeli ve Filistlinli erkek şahıslardan oluştuğunu bildirerek, bu kapsamda bu bilgiler ekseninde çalışma yürütülmesi ve geri bildirimde bulunulmasını istedi.

İstihbarat Daire Başkanı Yardımcısı’nın imzasını taşıyan yazı aralarında Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Bursa gibi büyük illerinde bulunduğu 51 ayrı il istihbarat müdürlüklerine gönderildi. O iller ise şöyler: Adana, Ağrı, Aksaray, Ankara, Antalya, Artvin, Ardahan, Aydın, Balıkesir, Batman, Bolu, Bursa, Çanakkale, Denizli, Diyarbakır, Düzce, Edirne, Erzurum, Gaziantep, Giresun, Hakkari, Hatay, Iğdır, İstanbul, İzmir, Kars, Maraş, Kastamonu, Kayseri, Kırıkkale, Kırklareli, Kilis, Kocaeli, Konya, Malatya, Mardin, Mersin, Muğla, Niğde, Ordu, Osmaniye, Rize, Sakarya, Samsun, Şanlıurfa, Şırnak, Tekirdağ, Trabzon, Van, Yalova ve Zonguldak.

RUSYA – GRU DOSYASI /// Kızıl Orkestra : Zaferi besteleyenler


Savaş cephesinin kritik belirleyenlerinden biri düşmandan daha fazlasını bilmektir. 2. Dünya Savaşı sırasında Kızıl Orkestra bunu sağladı.

Mithat Fabian SÖZMEN

Savaş hiçbir zaman sadece savaş sahasında sürüp gitmez. Sonucu belirleyen sahaysa da sahayı belirleyen teknolojik üstünlük, istihbarat gücü, akıllı strateji ve motivasyon yüzlerce, binlerce kilometre geride belirlenir.

20. yüzyılın sıcak ve soğuk savaşları aynı zamanda amansız istihbarat savaşlarıdır. İngiliz matematikçi Alan Turing’in Nazi savaş makinesinin motoru Enigma’yı çözme sürecini anlatan 2014 yapımı ‘The Imitation Game’in başlangıcında dahimiz, kendisini sorgulayan polis memuruna kimin daha güçlü olduğuna dair bir özet geçer: “Senin oturduğun yer ve benim oturduğum yeri hesaba katarak kontrolün sende olduğunu düşünüyorsun. Ama yanılıyorsun. Kontrol bende çünkü senin bilmediğin şeyleri biliyorum.”

En basit şekilde söylemek gerekirse mevzu bundan ibarettir. Yeterince istihbaratınız varsa, yeterince biliyorsanız en güçlü ve acımasız düşmanı bile alt edebilirsiniz. Mesele bu bilgiye erişmektir ve insanlık her zaman dahilere bel bağlayamaz.
2. Dünya Savaşı sırasında henüz Nazi-Sovyet saldırmazlık paktı yürürlükteyken ‘Büyük şef’ Leopold Trepper ve ekibinin Berlin-Paris hattından Moskova’ya aktardığı “işgal” istihbaratı ciddiye alınsaydı, 22 Haziran 1941’de başlatılan Barbarossa Harekatı, Sovyetler için çok daha az kayıpla atlatılabilirdi.

Neyse ki müthiş bir direnişin yanı sıra çetin kış koşulları ve Japonya’nın uzak doğu cephesini açmaması Moskova’nın düşmesini önledi. Bir başka açıdan da Batı Avrupa ve Almanya’nın kalbinde, Gestapo’nun ‘Kızıl Orkestra’ dediği direnişçi istihbaratçıların önemi anlaşıldı. Gelecekte bunu telafi etme imkanı doğacaktı. Ve bu telafi az buz değil, insanlığın kaderinin değişmesi demekti.

FAŞİZMİN BAĞRINDA KOMÜNİST ‘AJAN’LAR

Bir düşmana verilebilecek en güzel isimle ‘Kızıl Orkestra’yı oluşturan farklı grupların temelleri Adolf Hitler’in iktidara geldiği 1933 sonrası, henüz savaş daha yokken atıldı. Nazizmin Almanya’daki muhalifleri, ordu mensubu Harro Schulze-Boysen ve Arvid Harnack gibi isimlerin öncülüğünde rejimin işlediği suçları ortaya çıkarmayı hedefleyen çalışmalara başladı. Bu gruplar, Nazi devlet aygıtının üst tabakalarında gizli faaliyet yürüterek savaş öncesinden önemli askeri ve ekonomik bilgileri açığa çıkarttı. Savaşın ilk dönemlerinde Kızıl Ordu’yu bilgilendirdi.

Gilles Perrault’nun meşhur ‘Kızıl Orkestra’ kitabında anlatılır, Alman gizli servis argosunda “şebeke”nin patronu orkestra şefidir. Radyo vericisine “müzik kutusu” ya da “piyano” denir, kahramanlarımız da “piyanist”ler, “çalgıcı”lardır. Savaşın başlarında Nazileri epey uğraştıran şifreli mesajları Moskova’ya bu orkestranın üyeleri yazmıştır.

1933-39 arası Almanya’daki antifaşistlerin, komünistlerin, işçilerin kelle koltukta müthiş bir gizlilikle yürüttüğü mücadele, savaşın başlamasıyla Nazi işgali altında kalan diğer Avrupa ülkelerine yayıldı. Fransa, Belçika, Hollanda, İsviçre gibi ülkelerde yeni şebekeler oluşturuldu. 1941-1943 arası hayati işlev gören bu grupların neferleri canları pahasına savaşın kaderini değiştirdi.

Bir Alman generalinin itiraf ettiği üzere 200 bin Alman askerinin ölümüne neden olan ‘Kızıl Orkestra’nın, yüzlerce üyesi tutuklandı, işkenceden geçirildi ve kurşuna dizildi. Pek çoğu ırkçılığa, faşizme, antisemitizme karşı bir araya gelmiş alelade insanlardan oluşuyordu. Çoğu casus değildi, eğitim bile almamışlardı ve korkusuzca ölüme gittiler. İdamından önce babasına “Metin olun; nasıl sınıflar mücadelesinin bir savaşçısı olarak yaşadıysam, öyle de öleceğim…” diyerek başlayan o tanıdık mektubu yazan Alman komünist militan Walter Hussemann gibi.

HİTLER’İ ÇILDIRTAN KIZIL TELSİZLER

Hitler, “Bolşevikler bizden bir alanda üstünler, casuslukta” diyerek Gestapo(Nazi gizli polisi) ve Abwehr’e(Nazilerin askeri istihbarat teşkilatı) Kızıl Orkestra’ya karşı daha etkin bir mücadele yürütülmesi emrini verdi. 1942’nin başlarında ‘Kızıl Orkestra Komandosu’ kuruldu.

Brüksel’deki piyanistlere yönelik ilk başarılı operasyonla açığa çıkartılanlar Nazilerin canını daha da sıkacak cinstendi. Yanı başlarındaki, Berlin’deki gizli telsizlerin varlığı, Kızıl Orkestra’dan Rita Arnould’un aktarımıyla “Hitler’in içini karartıyordu.” Gilles Perrault, kitabında durumu şöyle özetliyor: “Politik, ekonomik ve askeri olarak hiçbir şey yoktu ki Rusya tarafından ayrıntılarıyla bilinmemiş olsun. Tüm zamanların en dehşetengiz polis devleti, Moskova’nın gözünde camdan yapılmış bir ev gibiydi.”

Bu gerçekle yüzleşmenin dehşetengiz polis devletinin mimarlarını ne kadar korkuttuğunu söylemeye gerek yok. Barbarossa Harekatı’ndan önce işgalin başlayacağını Moskova’ya bildiren piyanistler, son çarpışması Stalingrad’da verilecek olan Mavi Harekat’ı(28 Haziran 1942’de başladı) da 12 Aralık 1941’de Sovyetlere bildirmişti.

Sovyetler her şeyi biliyordu! Berlin’den, Brüksel’den, Paris’ten ulaştırılan mesajlarda Nazilerin ne kadar uçak ve tank yaptığından savaştaki kayıplarına ve hatta Kafkaslara düzenlenecek saldırının planlarına kadar her şey vardı. Wehrmacht(Nazi ordusu) birlikleri Mavi Harekat için yeni ilerlemeye başlamıştı ancak “düşman” henüz belirleyici savaş için yüz yüze gelmedikleri bu ölüm makinelerini donuna kadar tanıyordu! Kızıl Orkestra Komandosu, duruma dair Berlin’i uyarsa da, ana karargah gerçeği kabul etmeyi bir süre reddetti. Nihayet Mareşal Keitel, belgeleri ilk elden görünce beyninden vurulmuşa döndü.

KOMÜNİST AJANLAR NAZİ ORDUSUNUN EN TEPESİNDE!

Oysaki Hitler, Sovyetlere karşı tek handikapının ‘casusluk’ olduğu düşüncesiyle 1942 yazına kendince temkinli hazırlanmıştı. Yazılı buyruk yasaklanmış, yönergeler komutanlara ağızdan bildirilmişti. Sızıntının kaynağının Luftwaffe’de(Nazi Hava Kuvvetleri) üst düzey bir makam olduğu gerçeği hayal kırıklığını daha da büyütüyordu. Keitel, Mavi Harekat’ın ertelenmesini savunsa da Hitler ve diğer komutanlar bunu kabul etmedi. Hitler’in Sovyet petrollerine bir an önce el koyması gerekiyordu. Aksi savaşın bitmesi anlamına gelecekti ve Wehrmacht’ın “çıplak” halde de olsa harekata başlamasına karar verildi.

Saldırıdan önceki gece Sovyet hoparlörleri, Nazi birliklerine seslendi: “Yarın şafak vakti Oskol’u aşacağınızı biliyoruz. Önünüzde hiçbir şey bulamayacaksınız. Biz seçeceğimiz yere göre ve istediğimiz zaman karşı saldırıya geçeceğiz. Rusya’ya yapacağınız yolculuktan dolayı hoşnut kalmayacaksınız…”

Çokbilmiş düşmanın bu meydan okuması, Wehrmacht birliklerinin moralini bozdu. Savaşın başından beri ilk kez Naziler, savaş manevralarının arka arkaya boşa çıkarıldığını gördü.

Bu korkunç savaş elbette sadece Stalin’in Hitler’in savaş haritasına onun omzunun üzerinden bakmasıyla kazanılmadı. Bizzat ‘Büyük Şef’in dediği gibi “Hiçbir savaş bir istihbarat şebekesi tarafından kazanılmamıştır. Savaşlar savaş alanında ölünerek kazanılır. Savaşta ölmeyi kabul eden ve Stalingrad’ı kurtaran askerler oldu. Ve başka hiç kimse değil.”

NAZİLER SAVAŞI KAYBETTİ AMA ‘MÜZİSYENLERİ’ KATLETTİ

Trepper’in bu cümlesi yanlış olmamakla birlikte komünist alçak gönüllülüğünü de içeriyor. Savaşın seyri ve Kızıl Orkestra’nın hareketliliğinin gösterdiği benzerlik çarpıcıdır. Piyanistler, Nazilerin zirveye çıktığı 1942’ye kadar hayati bilgileri ele geçirdiler ve 1942 yazı ve sonrasındaki çöküşte bu bilgiler önemli rol oynadı. Kasım 1942’de Kızıl Ordu, Uranüs Operasyonu’yla Wehrmacht’ın yenilgisini hazırlarken “cephe gerisi”ndeki piyanistler iyice sessizleşmişti.

Nazilerin savaş sahasındaki önlenemez düşüşünü başlatan olağanüstü şebeke, düşmanın kalbinde konuşlanmış olmasa bu başarıları elde edemezdi. Ne yazık ki pek çok üyesinin sonunu getiren de bu oldu. Nihayet savaşın kaderi belirginleştiğinde Nazilerin elinden tek gelen müzisyenleri öldürmekti. Kızıl Ordu’nun Berlin’e ilerlediğini gören orkestra mensupları ölüme gönül rahatlığı içinde gitti, Schulze-Boysen de onlardan biriydi.

Mavi Harekat’a dair bilgilerin Luftwaffe’den sızdırıldığı ortaya çıktığında, söz konusu bilgilere haiz olabilecek yalnızca 3 hava subayı bulunduğu da biliniyordu. Harro Schulze-Boysen’in etrafındaki çember epey dardı.

DEVLETİNİN HAKSIZ SAVAŞINA KARŞI ÇIKABİLMEK

Schulze-Boysen’in önemi yalnızca Nazi sisteminin tepesinde yer almasıyla sınırlı değildir. Vatandaşı bulundukları devletin korkunçluğuna karşı mücadeleye girişen binlerce sıradan insanın gücüyle hareket eden bu asker, Perrault’nun “1941 yılının o unutulmaz gecesi” diye nitelediği tarihi propaganda harekatını da yürütmüştür. Söz konusu gece, Nazilerin Propaganda Bakanı Goebbels’in, Sovyet halklarının yoksulluğunu anlatmak için açtığı “Sovyet Cenneti” sergisine karşı onlarca kişiyle sokaklara dağıldılar ve ertesi sabah Berlinliler “Nazi cenneti: Savaş-Açlık-Yalan-Gestapo-Ne zamana kadar sürecek” afişlerini okudu. Schulze-Boysen operasyona yanındaki askerlerle bizzat katıldı ve afişçileri silahlarla korudu.

Yine Almanya içerisinde yerli-yabancı işçilere seslenen İç Cephe gazetesinin, Nazi düşüncesine karşı olsa da devlet kademesinde görev alan memurlara seslenen binlerce bildirinin, son anda engellenen büyük sabotaj planlarının arkasında Schulze-Boysen aktif olarak yer aldı. Komünizme karşı olsa da en gizli planların elde edilmesinde rol oynayan Luftwaffe binbaşı Albay Gehrts’i örgütleyen de oydu.

Kızıl Orkestra’nın Berlin şebekesinin lideri Harro Schulze-Boysen 22 Aralık 1942’de idam edildi. Schulze-Boysen, anne ve babasına yazdığı son mektubunda “Günümüzde yeryüzünde olanlara bakılırsa bir insanın sönüp gitmesi çok şey sayılmaz” demişti. Almanya’nın kalbinde Nazilere karşı direniş örgütleri kurarak faşizmi içeriden çökerten binlerce “sıradan” insan bu bilinçle mücadele etmemiş olsa kuşkusuz ne Hitler’in ödünü kopartan “Sovyet casusluk şebekeleri” oluşturulabilir ne de Nazi savaş makinesi alt edilebilirdi.

ÜSTÜNLÜĞÜN SIRRI: SIRADAN İNSANLARI TARİHYAPICILARINA ÇEVİRMEK

Hitler pek çok konuda olduğu gibi Bolşeviklerin kendilerinden yalnızca casusluk alanında ileride olduğunu söylerken de yanılıyordu. Sıradan insanları tarih yapıcılarına çevirmekteydi üstünlüğün sırrı. Sovyetler hesabına “Dehşetengiz polis devleti”ni kalbinden hançerleyenler Alan Turing gibi dehalar, James Bond misali süper casuslar değildi. İşçiler, komünistler, antifaşistler düşmanın gözünde birer piyaniste bürünerek Berlin ve işgal altındaki başkentleri cephe gerisi olmaktan çıkardı. “Nazilerin top atışlarıyla sağırlaşan Moskova’ya umudun sesini taşıyarak” 8 Mayıs 1945’te prömiyerini yapan zaferin senfonisini bestelediler. Kendileri dinleyemeseler de…

*Evrensel Kültür’ün Mayıs 2015 sayısında yayımlanmıştır.

TÜRKMEN DOSYASI : TÜRKMEN KOMUTAN ALPASLAN ÇELİK İLE İLGİLİ TAKİPSİZLİK KARARI EK’TEDİR


ALPASLAN ELK LE LGL TAKPSZLK KARARI.pdf

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI : IŞİD Karakamış’ın karşısına yığınak yaptı iddiası


IŞİD’in kontrolünde bulunan Gaziantep’in Karkamış ilçesinin karşısındaki Cerablus bölgesinde mühimmat ve silah yığınağı yaptığı, saldırı hazırlığında bulunduğu iddia edildi.

Kilis’e Katyuşa roketleriyle saldıran IŞİD’in, Karkamış’a yönelik de saldırı hazırlığı yaptığı ve militanlarının da eylem için Türkiye’ye geçiş yapabileceği istihbaratının alındığı iddia edildi.

HEDEF KAMU KURUMLARI

Hürriyet’ten Fevzi Kızılkoyun’un haberine göre, son dönemlerde Kilis’e yönelik IŞİD’in roketli saldırılarından sonra bölgede istihbarat ve güvenlik çalışması yapıldı. İstihbarat birimlerinin Suriye’deki yerel unsurlardan da elde ettiği bilgiler doğrultusunda hazırlanan rapor, ilgili kurumlarla paylaşıldı. Yapılan değerlendirmede, Cerablus-Çobanbey ve Azez sınır hattını kontrol eden IŞİD’in, Türkiye’ye yönelik bilinçli ve hedef gözeterek Katyuşa roketleri attığı, özellikle devlet kurumlarını hedef seçtiği kaydedildi.

SIKIŞAN IŞİD SINIRA YÖNELDİ

Raporda, YPG’nin IŞİD’in kontrolündeki Cerablus’a ilerlediği, Suriye ordusuna bağlı güçlerinin ise El Bab’a kadar dayandığı, IŞİD’in kontrolündeki bölgeye 6 kilometre yaklaştığı değerlendirildi. Bölgede sıkışan IŞİD’in Türkiye sınırına yöneldiği, bu amaç doğrultusunda kontrolündeki Cerablus-Çobanbey bölgesine mühimmat, silah yığınağı yaparak saldırı hazırlığında bulunduğu kaydedildi. Kilis’e yönelik saldırıların ardından IŞİD’in Gaziantep’in Karkamış ilçesine yönelik roketli ve silahlı saldırılarının olabileceği, bu nedenle söz konusu sınıra yakın yerleşim birimlerinin tehdit altında olduğu vurgulandı.

EN BÜYÜK RİSK MENBİC BÖLGESİNDE

Türkiye’nin kırmızı çizgisi olarak değerlendirdiği Cerablus-Menbic ve El Bab hattında en büyük riskin ise Menbic’de yaşandığı değerlendirildi. Bu bölgede artacak çatışmalarla birlikte yeni göç dalgasının olacağı da ifade edildi. Raporda, IŞİD’in sınırdaki illere (Kilis, Gaziantep, Hatay) yönelik eylem planladığı, bu noktada canlı bomba, bombalı eylem için de örgüt unsurlarını Türkiye’ye geçirmeye çalıştığı istihbaratına yer verildi.

CIA DOSYASI : Her dönemin en karanlık ajanı


Size karanlıkların gerçek prensini anlatmaya nereden mi başlamalıyım? Tabii ki yıllarca Amerikan istihbaratı CIA’in istasyon şefliğini yaptığı İstanbul’dan… Nisanda hayatını kaybeden Duane R. Clarridge, aklınıza gelebilecek en ajan gibi ajandı. James Bond onun yanında yeniyetme kalırdı…

‘Karanlıklar Prensi denilince Türkiye’de akla gelen isim Amerikalı Richard Perle olur. Perle, evet istihbarat dünyasına da aşina, ama 1980’ler-90’lar boyunca kapalı kapılar ardında çok iş bitirmiş, Ortadoğu’daki her taşın altından çıkmış bir siyasi danışmandır.

‘Karanlıklar Prensi’ Duane Clarridge, İran skandalından sonra Kongre’ye ifade vermeye askeri kamuflajla gitmişti (üstte).

Ama Perle, Duane R. Clarridge’in yanında, ‘Küçük Prens’ gibi kalabilir.

Size karanlıkların gerçek prensini anlatmaya nereden mi başlamalıyım?

Tabii ki yıllarca Amerikan istihbaratı CIA’in istasyon şefliğini yaptığı İstanbul’dan.

Temmuz 1968. Türkiye 68 olaylarıyla ayaktadır. İstanbul’daki istasyon şefliğini alalı daha bir ay olmayan Clarridge, Gümüşsuyu’nda Boğaz’a Dolmabahçe üstünden bakan bir eve davetlidir.

Ev sahibi Betty Carp’tır. Carp, 1917 Sovyet Devrimi sırasında İstanbul’a kaçan Musevi Beyaz Rus bir ailenin Protestanlığa geçip Amerikan askeri istihbaratı için çalışmaya başlamış kızıdır.

Daha sonra CIA’in kurucu başkanlığını yapan Allen Dulles ile Türkiye’de diplomat olarak çalıştığı yıllardan başlayan, gelgitlerle dolu fırtınalı bir aşk ve düzenli iş ilişkisi hep konuşulmuştur.

Clarridge’i davet ettiği sıralarda artık CIA’den emekli olmuş, seksenlerini sürmektedir.

İstanbul’da, daha sonra Nikaragua’da da kullanacağı Dewey Maroni kod adıyla tanınan Clarridge, 1997’de yazdığı ‘A Spy For All Seasons-Her Devrin Casusu’ isimli anılarında “Birden” diyor, “aşağıda, rıhtımda bir hareketlenme oldu.

Stadyumdan aşağı inen birtakım gençlerin, bizim denizcileri Boğaz’ın gri sularına itişini çaresizce izledik.”

Yanılmıyorsunuz, 1968 olaylarına damgasını vuran ‘Altıncı Filo’ olaylarını anlatıyor Clarridge. Ardından önemli bir cümle kuruyor: “Bu olay, terörizmle uğraşmamın başlangıcı oldu.”

Türkiye’de ilk öğrendiği örgüt ismi Dev-Genç oluyor. Clarridge için ABD çıkarlarına karşı çıkan öğrenci hareketleri de terörizmdir.

Terörizmle nasıl ilgilendiğine geleceğiz.

Ama müsaadenizle önce Clarridge’i İstanbul istasyon şefliğine taşıyan ilk büyük operasyonundan söz etmemiz lazım.

Dolmabahçe’de Altıncı Filo protestoları.

HİNDİSTAN MACERASI

1962 yazında Clarridge Hindistan’ın Madras şehrine istasyon şefi olarak atanır. Seçimler yaklaşmaktadır ve Komünist Parti’nin kazanacağı kesin gibidir. Bu, ABD’nin Sovyetler’e karşı Soğuk Savaş’ta Güney Asya’yı tamamen kaybetmesi demektir.

Ama bir yandan Moskova-Pekin arasında anlaşmazlık başgöstermiştir ve Amerikan istihbaratı Madras’taki Komünist Parti il örgütünün, Yeni Delhi merkeze tepki olarak Çin yanlısı, Maocu eğilimler taşıdığını saptamıştır.

Clarridge bir operasyon planı yapar. Çin Komünist Partisi’nden geliyormuş gibi mektuplar, makaleler göndermeye başlar Madras il örgütüne; “Başarılarınızı takdirle izliyoruz” tadında. Çin asıllı bir CIA ajanıyla Madras’lı komünist liderler, sanki Pekin’den gönderilmiş gibi gizli buluşmalara giderler. Lafı uzatmayalım, kısa süre içinde, Mao’nun haberi bile olmadan dünyanın ilk Maocu komünist partisi, yani Hindistan Komünist Partisi-Marksist Leninist (IKP-ML) tamamen CIA yönlendirmesiyle kurulur. Bölünen komünistlerin kaybettiği seçimi Kongre Partisi kazanır.

Bu, Clarridge’in 1968’de göreve başladığı İstanbul, henüz Moskovacı-Pekinci diye bölünmemiş sol öğrenci hareketlerinin zirve yaptığı İstanbul’dur; kısa süre sonra Maocu hareket Türkiye’de de ortaya çıkacak, 1965’te Meclis’e 15 milletvekili sokmuş Türkiye İşçi Partisi bölünecek, sol bir daha belini doğrultamayacaktır.

12 MART’I ÖNCEDEN BİLDİ

Clarridge ile 1999 yılında Ankara’da yaptığım bir görüşmede, kitabında ‘istihbarat başarısı’ olarak söz ettiği 12 Mart 1971 darbesine dair sorular sordum. Ayrıntıya girmeden, 12 Mart Muhtırası’nı iki gün önceden Washington’da ilettiğini kibirli bir gülümsemeyle söyledi ve sustu.

Clarridge CIA’in Ankara istasyonunda da çalışır 1973 yılına dek. O yıllarda Türkiye’de tanışıp evlendiği ikinci eşinden doğan oğluna, en yakın arkadaşlarından MİT İstanbul Bölge Başkanı Tarık Şahingiray’dan hareketle ‘Tarık’ adını koyar.

Clarridge, İsrail’in 1973’te Yom Kippur saldırısına uğramasının ardından CIA merkezinde Yakındoğu Arap Operasyonları Şefi görevine getirildi.

O dönem Filistinli gruplara karşı bütün Amerikan operasyonları Clarridge üzerinden geçmeye başlamıştı.

Orada ilginç bir ayrıntı var mesela.

Clarridge, 1972 Münih Olimpiyat Köyü’nde İsrailli sporcuların öldürüldüğü baskını Kara Eylül adına planlayan Ali Hassan Salame’nin MOSSAD tarafından öldürülmesine bozuluyor.

Çünkü Filistinli teröristi çoktan CIA adına örgütleyip Beyrut Büyükelçiliği’nin çevre korumasıyla görevlendirmiştir.

Anılarında böyle yazıyor.

İtalyan Başbakanı Aldo Moro’nun 1978’de Kızıl Tugaylar tarafından kaçırılıp öldürülmesi ardından, Clarridge Roma istasyon şefliğine getirildi; İstanbul’da başladığı terörizm kariyerini Roma’da sürdürmeye başladı.

Kısa sürede ne Kızıl Tugaylar kaldı ne Hıristiyan Demokrat hükümet üzerine Komünist Parti tehdidi.

İRAN KONTRA SKANDALI

‘Karanlıklar Prensi’nin asıl şöhreti 1981’de CIA Latin Amerika operasyonlarının başına getirilmesiyle başladı.

Bu üç yıl içinde neler mi yapmıştı? Mesela Grenada Adası’ndaki solcu hükümeti ABD askeri işgaliyle deviren darbe A’dan Z’ye onun planlaması.

Ama Grenada darbesi diğerinin yanında ayrıntı kalıyor.

Şu İran-Kontra skandalı vardır ya…

Hani Nikaragua’da solcu Sandinista hükümetini devirmek için parayla oluşturulan darbe gücü Kontra’ların finansmanı meselesi (Amerikan ambargosu altındaki İran’a gizli silah satışı olayı)…

İşte onun fikir babası Clarridge.

Yani hem o kontrgerilla gücünün oluşturulması hem de finansmanının yasadışı silah satışından sağlanması fikrinin…

Yargılanıp mahkûm olan Yarbay Oliver North da icra subaylarından birisi.

Orada da Türkiye’yle ilgili önemli bir ayrıntı var.

İsrail ve Güney Kıbrıs’tan kalkan nakliye uçaklarının bir kısmı Ankara Esenboğa Havaalanı’nı İran’dan önceki ikmal durağı olarak kullanmışlar, o kadarı ortaya çıktı zaten.

Ama Clarridge, bütün skandalın patlamasında bir Türk Dışişleri görevlisinin kargoyu sorgulamasının rol oynadığını da söylüyor.

Belgelerde ‘boru parçaları’ olarak görülen şey, İran’ın Irak’a karşı kullanmak istediği füzelerdir aslında.

Clarridge de Kontra skandalı nedeniyle sorgulanıp ‘Kongre’ye yalan ifade vermekten’ mahkûm olmuş, ama o sırada ABD Başkanı seçilmiş olan eski CIA Başkanı (baba) George Bush tarafından affedilmiş cezası.

Bir ayrıntı daha: Clarridge’in CIA İstanbul İstasyon Şefliği’ni devrettiği Alan Fiers da, İran-Kontra skandalında yargılanıp ceza alanlar arasında.

İstanbul’da görev yapan ajanlar hep öne çıkmış.

MİT’Çİ HİRAM ABAS’IN MEZARINI ZİYARET

Kontra skandalı nedeniyle fazla öne çıkan Clarridge’i CIA hangi görevde dinlendirmiş biliyor musunuz?

Avrupa Operasyonlar Şefi görevinde…

Avrupa’da daha çok Dax LeBaron takma ismiyle tanınmış.

Ama orada da Filistinli grupların terör eylemleriyle uğraşmış, bir yandan Sovyetler’e karşı Fransızlarla çalışırken..

Türk istihbaratçısı Enver Altaylı’ya göre, o dönem MİT, Ermeni örgütü ASALA’nın Türk diplomatları katletmesi ve diğer terör eylemlerine karşı Avrupa’da yaptığı bazı operasyonlarda Clarridge’den yardım görmüş.

Zaten Clarridge’in MİT ile dostluğu derin. 1990’da İstanbul’da bir suikast sonucu öldürülen MİT mensubu Hiram Abas ile dostlukları eskiymiş, öyle yazıyor. (Abas’ın 1972’de THKP/C’lilerin NATO üssündeki üç İngiliz teknisyeni kaçırıp Kızıldere’deki çatışmada öldürmesi olayında yer aldığı hep yazılmıştır. Bu günler, Clarridge’nin CIA Ankara istasyonunda çalıştığı döneme denk geliyor.)

Clarridge, 1988’de emekli edilmesinden sonra da Türkiye’ye ilgisini sürdürdü, her fırsatta da Abas’ın mezarını ziyaret etti.

Emekli olduktan sonra özel istihbarat grubu kurdu. Afganistan savaşına böylece dahil olmuş, hayatının iyice karanlık bu dönemine dair pek az şey biliniyor.

‘Karanlıklar Prensi’ bir ay kadar önce, 9 Nisan 2016’da yemek borusu kanseri tedavisindeyken öldü.

MK ULTRA PROJECT /// VİDEO : The Victim Experience Record of Organized Gang Stalking


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=NKft-zVoNkI

KİTAP TAVSİYESİ : The Second Jewish Migration /// YAZAR : Prof. Dr. Ali Arslan


"The Second Jewish Migration from Europe to the Ottman State" adlı kitabım ABD’de IUniverse yayınları tarafından ilim alemine sunulmuştur.

Link : http://amzn.to/1ZsVt5S

Saygı ve sevgilerimle

Ali Arslan

İstanbul Üniversitesi

Tarih Bölümü

MK ULTRA PROJECT : What is a Targeted Individual ?


[EXCLUSIVE] Mind Control Exposed – Tim Rifat

Targeted Individuals are people whom are illegally and covertly stalked, tracked and tortured, often harassed with the use of hi-tech – Modern-day Military type Technologies (created by Government Funded organisations such as; Raytheon, DAARPA, NASA, UCL, CIA etc.). Targets/Victims are also usually covertly and illegally implanted with RFID (Radio-Remote Frequency Identification Device) type transmitter chips i.e. PositiveID or VERi Chips. Some are occasionally implanted with miniature Nano-Biochips, Stimulators and Transmitters mostly for GPS tracking purposes and/or for the constant nervous and neurological stimulation of a chosen target. Targets can then be remotely connected to via radio type frequency signals transmitted to the chip/s thus the mind and body being in theory "wirelessly" connected to and unnaturally stimulated. Most Victims complain of being harassed and tortured by unseen directed energy beams, signals and frequencies or even claim to hear voices (Synthetic Telepathy – V2K – Allen Frey) being sent to their brains and/or via the larynx and nervous system, obviously causing the targets distress; emotional and psychological torment and psychological pain. In the scientific world it has recently come to light that every individual’s Brain emits a unique type of Brainwave or Bio-Signature, these unique ELF/ULF (Extra/Ultra Low Frequencies) brain-wave signatures can be tracked, monitored and mapped on to a Super-Neural Computer via Microwave carrier signals from your local Phone Cell Towers, drones or via Scalar waves that are unique wave forms that can be rebounded from your brain and body via local cell-towers and satellites looping ‘real-time’ information to the ‘so-called’ controllers. The brain signatures are logged as a unique type of ‘finger-print’ for easy detection and identification of specific individuals whilst the brain’s E.E.G patterns are constantly monitored and updated in ‘real-time’ for ease of mind manipulation of a target. This practice can also allow these Intelligence agencies or rogue operatives to track and monitor a Target nearly anywhere on the Earth, this process is better known as RNM (Remote Neural Monitoring – Brain Mapping). They can access and manipulate private thoughts utilising verbatim (audible thoughts coherent only to the individual/s) and manipulate a Targets physical and cognitive functions to a minor extent via brain frequency manipulations.

What is more terrifying is the fact that soon Micro/chips and transmitters may be a thing of the past as Technology quickly advances; much to the detriment of people in our modern day societies. Targets claim they are constantly harassed and abused, often gang-stalked and monitored 24/7 by ‘mind controlled people’ (YOU) or ‘perps’ (*watch this facts based Hollywood Movie, CLICK TO WATCH: Control factor). Again, Targets can also be monitored by Low-orbiting Satellites or drones, possibly by paid-off neighbours or scientists utilising Directed Energy Weapons (DEW) and tracking via the internet or local cell-towers with cell phone type carrier waves (GPRS) like Sat-Nav systems. Most harassment and Stalking activities of Targets are caused by Extreme right-wing groups i.e. Cointel-pro (CIA/MI5) types; perhaps utilising Gay-Homo Agenda Groups, Peadophiles, rogue Neural Scientists/Psychiatrists, ex-cons and probational criminals and various other Organised or disorganised Snoop Groups. Other possible perpetrators; are the Military factions/divisions, Police groups, Religious sects, Mentally ill sector, ex-prisoners, drug addicts, Cults and/or any lay persons willing to assist and gain in these atrocious and in-human crimes. There are several or more reasons why people become targets and this usually has relations to possible conflicts by e.g. ancient bloodlines you may have descended from and/or past events you may not be aware of; accomplished by your self , relatives or perhaps your forefathers etc. *(I must add; Nazism is a strong part in this Mind Control Warfare as that was the birth-place of Modern Mind Control as we now know it.. MK Ultra and the likes). Targeting can also be initiated due to sexual affiliation, pride, prejudice, jealousy and most likely due to manipulation/bribes and cash incentives. Some other pathetic reasons are due to the sadistic desires of these ‘Human Centipede’ type paper-clip scientists, wealthy aristocrats and/or Military type personnel wishing to test out their new control toys ‘so-to-speak’ (bio-weapons, Electronic Weapons) on unfortunate, unwilling and unwitting citizens. Other very extreme reasons would be due to a messy divorce, child custody, unrequited love, whistle-blowing, revenge, differences in social, political, or religious beliefs, tactical positioning and actively deniable cases of provoked suicide assassinations etc. All-in-all.. this is done with the primary aim of destabilising society a provoking a societal breakdown or civil war and chaos in order to create new order and laws that further strip society of their rights and freedom! IF YOU ARE A PERP GET OUT WHEN YOU CAN!

Target Advice – Dr. Pozner on Gang Stalking,- Cause Stalking, Organized Harassment (Mirror)

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=YnyK40A1iMo

Another claimed purpose for these assaults is apparently to Control and destroy specific key target/s mentally, socially and economically; weakening them to a desperate, docile and vulnerable state where-upon they are more easily manipulated, coaxed and controlled i.e. to make them covert assassins. This can also be done to fulfill and satisfy the ‘so-called’ sadistic desires and fantasies of socially excluded sociopath controllers or perhaps simply to drive a Target to suicide "Lets see how far we can push them.." .

Tactics typically used by these Mobsters are as follows: They firstly attempt to discredit Targets in some way utilising tactical lies, possibly visual/audible manipulation, false evidence and deceitful recordings or inconvenient videos on these targets. When successfully ‘character assassinating’ the Target they effectively control both those they deceive (‘Perps’) and the Target/s and the Game begins. These manipulated perpetrators and targets begin embarking on a psychological warfare with sometimes ‘Tom and Jerry’ type antics or simple bullying and intimidation techniques rendering the victimised Target/s weak and submissive; usually suffering from what appears to be extreme paranoia, insomnia and solitude due to the mind control and stalking activities. This isolation gradually forces Targets into a state of depression and a secluded state of hibernation; causing them in-effect to alienate themselves from everyone, this is what I like to call a ‘synthetic post-traumatic illness’ or a forced mental illness. *Mis-diagnosis by Psychiatrists of Targeted Individuals are a common occurrence, it happens often and deliberately but I will explain this in more detail later. I must state that a vast majority of psychiatrists and neurologists are indeed no strangers to the Targeted Individuals situation.. in fact they are likely a cause!

*N.B. I must add that many Target’s have their perceptions manipulated, forced to perceive the world around them as the enemy.. (I need not remind anyone that the Human Mind is a very powerful organ with powerful effects capabilities). It is also a fact that Quantum Scalar waves as well as tachyons can exceed the speed of light thus travel backwards in time as we are of the light-realm as human beings, nothing theoretically travels faster. This remarkable ‘Einstein’ re-discovery and phenomenon of time travel is completely provable and factual; ‘anything surpassing the speed of light moves backwards in time before the initial point it started from’. Mind Controllers and Intelligence Operatives both understanding and utilising this concept have devised technologies that confirm this understanding and test it regularly on society and Targets. A Technology that can allow the manipulation of a target’s mind prior to events that will transpire in their immediate future! YES.. This may sound ludicrous but so to would the explanation of a touch screen phone and mobile devices 30 years ago. The fact is the military and governments; Science divisions are far more advanced than many may assume and most modern technologies we utilise today may be more than 10 years older than proposed. You may now be thinking.. "So how does this link to targets? I will explain this phenomenon briefly in a moment! *Another fact; Perps or Gang-Stalkers may not always be such, they in-fact can be innocent people whom are either mind controlled alike a Target or the target/s are manipulated to perceive these people (or perps for arguments sake) as threats. To better understand this concept I will give an example; The Controller has seen a man in your immediate future shout a name or title, e.g. "police".. the controllers will then issue words to that effect or manipulates a target’s subconscious in regards to the word associated via remote influence; V2K or a various form of subliminal auditory voice.. so the Target begins thinking of "police". The perp will then state the word ‘Police’ perhaps abruptly and you as the Target will automatically perceive that person as a perpetrator or someone involved in your harassment! *It is also possible the Perp could be mind controlled and manipulated to state these words that you as a target either think of or the controller has forced into your subconscious before-hand. This may also be used with your families and friends, so begin to alienate yourself thinking they are also involved in this stalking and harassment.. NO!.. People are also being manipulated around you and may be emotionally manipulated via ELF waveforms! PLEASE KEEP THIS IN MIND!

This Traumatising Government Harassment and abuse is often set up with and by Corporations, phone companies, corrupt businesses, organised criminals, street gangs, right-wing extremists, doctors, dentists, lawyers, or anyone who stands a chance of making any money off these innocent victims whilst gathering unique Intel (Cointel-pro) and testing out their newly purchased Weapons and it’s Control effectiveness. As previously mentioned sub-conscious mind manipulation and money are often the biggest incentive for what i call ‘perps’ (Perpetrators) and gang-stalkers, others are either manipulated through their vigilant mind-frames and convinced that they are doing good deeds and the laws work when in fact it is quite the opposite; they’re often tricked and sometimes Mind Controlled into attacking someone more alike themselves! These alienated targets are usually accused of evil and heinous crimes; sexual abuses, drug dealing or thefts and such which these ‘perps’ may consider plausible enough to fuel their stalking and harassment activities and deeds. I call this ‘Incentive Based Targeting’ yet in theory those they attack and stalk are no more guilty than they are or were prior to their stalking activities! The instigators or Top personnel enjoy confidently the bullying crimes set against these targets, so in effect.. their employed ‘perps’ become the criminal villains and condemned souls; eventually society destroys itself encircling the Targeted Individuals.. Bullseye! This harassment is done until all or a majority of ‘perps’ are manipulated, brainwashed and controlled and the system implodes with everyone becoming mentally unstable, insecure, obsessive; developing compulsive disorders, insecurities and hateful attitudes. An enveloping and self-destructive mindset imprinted into all associated, although with the slow realisation of their illicit and disturbing behavior crimes, ‘perps’ can often become very guilty, over-whelmed and turn hateful; either embracing their new state of being, as evil or posing as a Target to assist genuine victims!? The Irony is, the Targets themselves whom always try to remain informed, strong and vigilant, tend not to be as easily manipulated as these ‘perps’ are and find a means to avoid conflict and maintain a positive outlook, effectively confusing the ‘perps’ and causing them in essence to ‘go crazy’! There’s nothing more disturbing than realising you’re pursuing, hurting and possibly killing an innocent person whom ‘you’ or should I say ‘they’ once were. It seems inevitable that the slaves will one day turn against their masters and targets inevitably celebrated for their bravery and strength in these (or those) troublesome times. People ask why??.. It is simple.. CONTROL (Problems = Chaos = Solution = New Order).

MK ULTRA PROJESİ /// The CIA Mind Control Doctors : From Harvard to Guantanamo


Psychiatrist Colin Ross—The CIA Doctors & Military Mind Control

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=IStoyUb697c

My book, The C.I.A. Doctors, is based on 15,000 pages of documents I received from the CIA through the Freedom of Information Act and dozens of papers published in medical journals.

By Colin A. Ross, Psychiatrist, Author, The CIA Doctors, Military Mind Control and Project BluebirdSeptember 3, 2009

My book, The CIA Doctors,[i] is based on 15,000 pages of documents I received from the CIA through the Freedom of Information Act and dozens of papers published in medical journals. These papers report the results of research funded by the Air Force Office of Scientific Research, the Department of the Army, the Office of Naval Research and the CIA. From 1950 to 1972, the CIA funded TOP SECRET research at many leading universities including Harvard, Yale, Cornell, Johns Hopkins and Stanford. There was a series of CIA mind control programs including BLUEBIRD, ARTICHOKE, MKULTRA, MKSEARCH and MKNAOMI.

MKULTRA and related programs had several over-lapping purposes. One was to purchase mind control drugs from suppliers. Another was to form relationships with researchers who might later be used as consultants at the TOP SECRET level. The core purpose of these programs was to learn how to enhance interrogations, erase and insert memories, and create and run Manchurian Candidates. All of this is described clearly and explicitly in the declassified CIA documents, which provide a glimpse into the tip of the iceberg of CIA and military mind control.

The CIA mind control experiments were interwoven with radiation, chemical and biological weapons experiments conducted on children, comatose patients, pregnant women, the general population and other unwitting groups who had no idea they were subjects in secret experiments. Radiation, bacteria and funguses were released over urban areas. A large cloud of radiation was released over Spokane during OPERATION GREEN RUN; plutonium was injected into a comatose patient in Boston by Dr. William Sweet, a member of the Harvard brain electrode team; plutonium was placed in the cereal of mentally handicapped children at the Fernald School in New England; 751 pregnant women were injected with plutonium at Vanderbilt University; the bacteria serratia maracens was released into the air in San Francisco, resulting in a series of infections and plutonium was injected into an amputee at the University of Rochester. All these experiments were conducted without any informed consent or meaningful follow-up. Hallucinogens, marijuana, amphetamines and other drugs were administered to imprisoned narcotic addicts in Lexington, Kentucky, terminal cancer patients at Georgetown University Hospital, hospitalized sex offenders at Ionia State Hospital in Michigan and johns picked by prostitutes hired by the CIA in San Francisco and New York.

Most of these experiments were conducted by psychiatrists with TOP SECRET clearance. These included Louis Jolyon West, Chairman of the Department of Psychiatry at the University of Oklahoma and later at UCLA; Dr. Robert Hyde in Boston; Dr. Carl Rogers at the University of Wisconsin; Dr. Martin Orne at Harvard; Dr. Charles Osgood at the University of Illinois; Dr. James Hamilton at Stanford; Dr. Charles Geschichter at the University of Richmond and Dr. Harold Abramson and Dr. Harold Wolff at Cornell. Other TOP SECRET-cleared MKULTRA contractors included Dr. Maitland Baldwin, a neurosurgeon at the National Institutes of Health and Dr. Carl Pfeiffer, a pharmacologist at Emory.

The CIA doctors violated all medical codes of ethics dating back to Hippocrates, including the Nuremberg Code. The experimental subjects were not told the real purpose of the experiments, did not give informed consent, were not afforded outside counsel and received no meaningful follow-up. As described by the psychiatrists in published papers, experiments with LSD and other hallucinogens, combined with sensory deprivation, electroshock and other interrogation techniques, resulted in psychosis and death among other “side effects.” The purpose of these experiments was to see how easily a person could be put into a psychotic state or controlled.

In a series of MKULTRA projects, the CIA paid a former Bureau of Narcotics officer, George White, to set up safe houses in San Francisco and New York that were decorated like brothels. George White then hired prostitutes to pick up johns at bars, bring them back to the safe house, give them LSD without their knowledge, and then have sex with them. The CIA officers watched the sex through one-way mirrors. The project documents state that the purpose of the experiments was to test the effects of LSD on unwitting subjects under field conditions that mimicked an interrogation of a foreign operative.

In one of the memos contained in the MKULTRA files for these projects, however, another purpose of the safe house operation is revealed. The CIA was actually testing the performance of “Jekyll-Hyde” identities they had created in the prostitutes. They wanted to see if they could make female spies or female agents with alternate controllable personalities. Another purpose of these experiments was to test the CIA’s Manchurian Candidate prostitutes under conditions that mimicked a field operation. The johns were given LSD as part of the cover for testing the CIA’s female Manchurian Candidates prior to their use in actual operations (the mission being to have sex with and extract information from targets). The recruitment of street prostitutes provided an additional layer of cover for the testing of the Manchurian Candidates, plus it provided free live pornography for the CIA officers.

In other experiments, conducted by Dr. Jose Delgado at Yale and Drs. Vernon Mark, Frank Ervin and William Sweet at Harvard, brain electrodes were implanted in people and their mental state and behavior was controlled from a remote radio transmitter box. These experiments were conducted with funding from the Office of Naval Research. In experiments at Tulane funded by the CIA and the Army, implantation of brain electrodes was combined with injecting mescaline and other substances directly into the experimental subjects’ brains.

BLUEBIRD, ARTICHOKE and MKULTRA were the precursors of present-day enhanced interrogation programs used by the CIA at secret prisons outside the United States. Water-boarding, electric shock, hooding, prolonged sleep deprivation, death threats and other techniques discussed in the Senate and Congress and in the media, are, in my opinion, elements of a limited hangout, a CIA strategy in which a little bit of the truth is revealed in order to cover up the greater part of the truth. None of these experiments or operational programs would be possible without the participation of doctors, psychiatrists and psychologists. The doctors are directly involved in testing the interrogation techniques and monitoring their effects.

The purpose of mind control experiments is controlling human behavior: making enemy combatants open up during interrogation; protecting secret information by erasing memories; making spies more resistant to interrogation because secret information is held by hidden identities and making people more prone to influence, social control and suggestion. It has nothing to do with medical treatment, easing suffering or curing disease. The mind control experiments and operational programs violate basic human rights and all codes of medical ethics.

Dr. Colin Ross is a psychiatrist, internationally renowned researcher, author and lecturer. In addition to The CIA Doctors and Military Mind Control, he is also author of Project Bluebird, in which he exposes unethical experiments conducted by psychiatrists to create amnesia, new identities, hypnotic access codes, and new memories in the minds of experimental subjects. His research is based on 15,000 pages of documents obtained under the Freedom of Information Act. Dr. Ross is a past president of the International Society for the Study of Dissociation. He is the founder and President of the Colin A. Ross Institute for Psychological Trauma.

Colin A. Ross (2006). The CIA Doctors: Human Rights Violations By American Psychiatrists. Richardson, TX: Manitou Communications.

SEMPOZYUM DUYURUSU : 8. Türk Deniz Ticareti Tarihi Sempozyum Pro gramı


8. Türk Deniz Ticareti Sempozyumu programı ilişiktedir.

Gösterilen ilgiye çok teşekkür ederiz.

Selamlar, saygılar.

Rahmi Deniz ÖZBAY

Sempozyum Yürütücüsü

program_v09.pdf

TARİH /// NAZAN SEZGİN : EVKAF NEDİR ? VAKIFLAR NEYE YARAR(DI) ?


Vakıflar Haftası sebebiyle; Bir Türkleştirme Kurumu, Vakıflar

Vakıflar Dergisinde okuduğumuz bir makaleye göre Aşir efendizade Mustafa Kami Bey’in 1922/23 yıllarında yazdığı devletin vakıflarla ilgili politikasını eleştiren “Evkaf Nedir?“ adlı 24 sayfalık risalesi, Vakıfların Türkçü bir bakış açısıyla analizi imiş. Mustafa Kami Bey, İstanbul’un işgal ile elden çıkmayışını ecdadın İstanbul’da yaptırdığı vakıf eserlerine bağlamış. İstanbul işgal altındayken, Darülfünun‘da, bir Fransız generalinin Türk öğrencilere hitaben, “Ecdadınızın bıraktığı paha biçilmez asar u abidat (eserler ve abideler), mimari mucizeleriniz ve camileriniz bulunmasa İstanbul’un Türklüğe vech-i münasebeti bile mevzu-i bahis olunamaz” dediğini tarihe not düşmüş. Müdafaayı Hukukçu Mustafa Kami Bey, 1826 da Evkaf nezaretinin kurulmasıyla, nezarete bağlanan vakıfların savunmasız bırakıldığını, risalesinin mukaddimesine yazmış. Diplomatlara, “bu şehir Türk değildir” demeye utandıran bu risaleciği her vatanperverin dikkatle takibi elzem ve bir borçtur diye de bitirmiş sözlerini. Mustafa Kami Beyin “Vatanın belkemiği mesabesinde bir Müdafai Milliye Teşkilatı ve memleketi bu şekilde Türkleştirdiğimizi vatanla alaka iddia eden herkesin bilmesi lazımdır, bir çadır aşiretinden muazzam bir imparatorluğu çıkaran Evkaf (vakıflar) usul ve teşkilatıdır, Türkün mimarlığı, sanatkarlığı ve bütün bedii (güzel) eserleri vakıftır“ tespitine özellikle dikkat etmek gerekli. Satışlardaki yolsuzluk ve usulsüzlüklerden, yabancı bankaların gayrimüslimlere düşük faizli kredi açarak mülk satın almalarına yardımcı olmasından şikayetçi ayrıca. Gençler için ifade biraz eski ama Atilla İlhan merhumun dediği gibi öğrensin keratalar!

Bu risale, 1339 da (1922-23) İstanbul’da Matbaa-i Amire’de basılmış. Risalenin Mukaddime yani Önsöz’ünden yazılan makale, 2009 yılı Vakıflar Dergisi’nin XXX. sayısında Şerafettin Deniz tarafından yayınlanmıştır.

Mustafa Kami beyin şikayetleri bugün içinde geçerli, değişen bir şey yok, hiç ders alınsa tarih tekerrür eder miydi? hesabı.

Bugün devşirme diye aşağılananların bıraktıkları mimari miras başta İstanbul olmak üzere şehirlere Türk damgasını vurmuştu. Her devşirme bir külliye bıraktı, Kuyucu Murad bile. Yıka yıka bitiremedik. Yol açma aşkına bir kısmı ortadan kaldırılan Veznecilerde ki külliyesinin medrese binası İstanbul Üniversitesinin Kültür Sanat Merkezidir. Bir zamanlar orada gençlere ebru dersi verilmekteydi. Kanuni devrinin sevimsiz şahsiyeti Rüstem Paşa da Ankara’ya Çengel hanı bırakmıştır, görmedik ama Erzurum da da bir hanı olduğunu duyduk. Bir Kervansarayı da Edirne’de. Trakya Umum müfettişi Kazım Dirik tarafından tamir ettirilmiş. Ankara kalesini süsleyen diğer yapılardan Kurşunlu Han ve Bedesten de Fatih’in sadrazamı Mahmud Paşa’nın mirası ve şimdi Arkeoloji müzesidir. Bunlar hep Vakıf eserleridir. Hassa Mimarları Ocağı aralıksız çalışmıştır. Devşirme(!) edebiyatı yapılırken bunlar hiç düşünülmez nedense! Ve bıraktıkları abidevi eserlerle şehirlere Türk Damga’sı vurdukları da fark edilmez. Vakıf eserlerin Türkleştirmeye yaradığı nedense pek anlaşılamamıştır.. Gökdelenli İstanbul artık bizim İstanbul’a benziyor mu?

Mustafa Kami Bey ne kadar da haklı imiş! Vakıf malları yıllar boyunca adeta yağmalanmıştır. Bu yağmadan vakıf kabristanlar dahi nasibini almıştır. Çorum’da Piri Baba kabristanı içindeki cami ve türbesiyle birlikte Belediyeye ve Öğretmen okulu yapılmak üzere Özel idareye satılır (Vakıf Müessesi, Dr. Nazif Öztürk, basılmış doktora tezinden). Genç Çorum’lular şimdi şaşırarak Piri Baba parkından bahsediyor, hafıza silinmiştir. 1922 de, Sovyet ressamı Y. Lansere’nin Trabzon’un en heyecan verici yeri dediği imaret Kabristanı CHP Parti Umum Müfettişi Tahsin Uzer tarafından kaldırtılır. Kayseride Selçuklu dönemi vakıflarından Kızılköşk su yolları ve sarnıcı üzerine villa inşa edilir (2008 Vakıf Su medeniyeti yılı Semp. tebliğidir). Remzi kitabevinin yeri, eski Selvili Mescid, kadromuz dışıdır diye satılan pek çok mescitten sadece biridir. Yazılacak örnek yüzlerce ama yerimiz dar! Yine de kısaca belirtmekte yarar var, 2 Mart 1924 te Siirt Mebusu Halil Hulki bey ve 50 arkadaşı Evkaf ve Şeriye Vekaleti ile Erkanı Harbiyeyi Umumiye Vekaletlerinin kaldırılması için kanun teklifi vermişler, gerekçe “Din ve Ordu’nun Siyaset cereyanlarıyla alakadar olmasının bir çok mahzuru bulunması, vakıfların da millete devredilmesi“. Yasa 3 Mart günü meclisten geçmiş. Halil Hulki Beyin Birinci Meclis binasında fotoğrafı var, sarıklı üyelerden. O dönem ayrıca Müdafaayı Milliye gazetesi baş yazarı, baş yazar yasa geçince Vakıf Kızılbey Külliyesinin mezarlığını metresi bilmem kaç kuruştan gazetesi adına satın almış. Tarihi yapılar da yıktırılmış. Ankaralılar şimdi Kızılbey’i vergi dairesi sanıyor. Netice: Vakıf emlaki millete değil, parayı bastırana devredilmiş. Ama Vakıf bedduası var, onun için mi acaba bugün “Ulus” gazetesi iane ile yaşayabiliyor ancak.

O devirde kraldan çok kralcı var. Biri de 1927 “Tuğraların ve Methiyelerin silinmesi“ hakkında yasa teklifi veren Rize mebusu Ekrem Rize. 1057 sayılı bu kanun da hemen geçip yürürlüğe konmuş. Ekrem Rize ayrıca Fatih Sultan’ın validesi ile uğraşıyor, Mizancı Murat’ın Osmanlı tarihini kaynak göstererek. İstanbul’u sana kim bıraktı? diyen yok. Bu yasa ile Osmanlı yapılarından tuğralar kazınmıştır. İzmir de de çok örneği var, bir tanesi Mithat Paşa Sanat Enstitüsü binasıdır. Bindiğimiz dalı kesen milletvekilleri, Türk izlerini silenler, düşmana ne hacet? Resmi Tarihçilere duyurulur.

Vakıflar Neye Yarar(dı)? sorusunun cevabı ise, aynı dergide yayınlanmış, 18. yy. da Rusların Kırımda tahrip ettiği yerleşmelerin imarını ele alan “Aslan Giray Han ve Kırım’ın Yeniden İmarı” adlı bildiridedir. 1736 yılının Mayıs’ında Rus ordusu Kırım’ı işgal edip Bahçesarayı ve diğer şehirleri yakıp yıkar. Bu esnada Kırım Hanı 1. Kaplan Giray Osmanlı ordusu ile İran cephesindedir. Hemen geri dönen Han yanmış yıkılmış bir Kırım bulur. Bu işgalin sebepleri arasında, Tatarların Rusların kendi bölgesi saydıkları Dağıstan üzerinden İran’a geçmesidir. Kaplan Giray’ı kusurlu bulan Osmanlı, hanı tahtından indirir (Han herhalde Çeşme’de ölmüştür, mezar taşı Çeşme müzesindedir, rıhtımda da heykeli vardır). Bu savaşta, Rusların yakıp yıktıkları yapılar arasında Kırım’ın kilidi durumunda ki Orkapı siperleri, Cizvit papazlarının Kütüphanesi, Han sarayı ve camisi, Hacı Selim Giray kütüphanesi vardır. Tekirdağ -Vize’de ikamete mecbur tutulan Hacı Selim Hanın torunu Aslan Giray, Kaplan Giray’ın yerine han tayin edilir ve kurduğu Vakıflar sayesinde başta Or kalesi olmak üzere kale, palanka ve siperleri tamir ettirerek Han sarayı, bir mekteb ve Medrese inşa ettirir. Sultan 1. Mahmud’un da yardımıyla kütüphanede yeniden imar edilir ve İstanbul’dan kitap gönderilir. Harab durumdaki başka yapılar da onarılır. Boğdan isyanına katılmakla haksız yere suçlanan Aslan Giray Han, daha sonra azledilerek Sakız ve Gelibolu’da ikamete mecbur edilir. Suçsuz olduğu anlaşılınca tekrar tahta çıkarılır.

Hayırsever, adil ve cesur bir han olarak tarihe geçen Aslan Giray’ın pek çok vakfı arasında Akmescit ve Gözleve’de ki çeşme vakıfları, menzil beygirleri arazisi vakfı, Bahçesaray Dar-ül Kurra’sı ve mederese vakıfları v.s verebileceğimiz bir kaç örnek. İşte size, geçmişte Vakıfların ne işe yaradığı!. Günümüzde kurulan Vakıflar da geçmişi örnek alır umarız.

Aslan ve Kaplan Giray Hanlar bize Çeşme ilçesinde ki tarihi Vakıf çeşmelerin perişanlığını hatırlatmaktadır. Keza, 250 yıllık kitabeli ama yıkık dökük evleri de. Nihayet Belediye başkanı Faik Tütüncü tarihi çeşmeleri tamir projesi hazırlatabilmiştir nihayet, ama önce Aya Haralambos kilisesinin restorasyonu bir bitsin, sonra sıra çeşmelere gelir. Sıra gelince de ihtimal para biter. Kilise zaten harap değildi, niye restorasyona gerek görüldü acaba? Sakız’dan taşımalı cemaat mi getirilecek? Tütüncü, Rıhtımdan Çaka Bey’in büstünü de kaldırtmıştır nedense?. Çaka Bey anıtı, bir kaç yıl önce Deniz Kuvvetlerinin gayretiyle Çeşme tepelerine dikilmiştir.

Çeşme denince akla Sakız adası da gelir, şu 1912 de Yunan tarafından kolayca işgal ediliveren burnumuzun dibinde ki ada. 1705 yılında Derya Emirlerinden Salih Paşa “Sakız Ağacı Diken bir Vakıf” kurmuş. Gerekçesi; Düşman fırsat kolluyor, eğer bu yerleri vakfetmez de ölürsek buraları işgal edildiğinde bu araziler onların olur (merhum geleceği nasıl da görmüş?). Vakıf malına ise Allah’ın izniyle kimse dokunamaz. Salih Paşa çok sayıda sakız fidanı diktirip, yeni su yolları da inşa ettirmiş. Bugün kurduğu Vakıftan eser kalmamış (Tarihte İlginç Vakıflar, VGM yayınları 2012,Ocak)..

2012 yazında ada da sakız ormanları yandığında Yunanlılar Çeşmeden yardım istememişler, ağaçların yanmasına göz yummuşlar, aman! ya Türkler geri gelirse! Sakız gelirinden bile vazgeçmişler anlaşılan. Sakız ağacı çok geç büyüyen uzun ömürlü bir ağaçtır,Yananlar Salih Paşa’nın diktirdiği ağaçlar da olabilir hani..

Vakıflar yalnız insana değil çevreye ve hayvanlara da hizmet için kurulmuştur, meyva fidanı dikme vakıfları, tuvalet ve meydanları temizleme vakıfları, kedileri, köpekleri, leylekleri koruma vakıfları, Dar ül hav hav, Dar ül miyav, Gureba-i laklakan (garip leylekler bakımevi) duyduğumuzda bizi şaşırtmaktadır. Vakfedenler Vakıfnamelere hayır dualar ve beddualarda eklemiştir, Vakıf Bedduasına örnek;

Her kim ki Allah’tan korkmayıp vakıflarıma zarar vermeye niyet eder veya değiştirirse dünyada zalimler kısmından sayılsın, Ahirette elleri boş, Allah’ın rahmetinden mahrum ve sonsuz azaplarla azap olunsun!

Fatih Sultan’ın Sağlık Vakfiyesinden; Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vaki olabilir, bunlar ki hayvanatı vahşiyenin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalar ki zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 adet silah, elli erbaba verile!

Burada Balkanın ormanlık dağı ifade ettiğini belirtelim. Fatih Sultan, sağlık vakfiyesinde fakirler incinmesin diye yemeklerinin gece karanlığında evlerine götürülmesini vasiyet etmiştir. Vakıfnamede Hijyenle ilgili hükümler mükemmel ve şaşırtıcıdır.

Şimdi bizim bazı insanlarımız bu Fatih’i Venedik ve Cenevizlilerin yalanlarıyla tarif etmektedir. Onlara, sana İstanbul’u kim bıraktı? o zaman git başka yerde yaşa! demek gerekir.

Vakıflar ara sıra eleştirilere de maruz kalmış, geçmişte bazı ehliyetsiz kişilere Ulema ve Müderris sıfatlarının veraset yoluyla intikali gibi. Her ne olursa olsun vakıf, sanatlı imar demektir. Şimdi de imar çok, ama sanat yok!

KISSADAN HİSSE: Kayıp Bedestenler: Prof. Mustafa Cezar’ın İş Bankası yayınlarından çıkmış(1983) “Osmanlı Klasik Devri Ticari Yapıları” kitabını incelerken kaybolmuş bedestenler dikkatimi çekti, yeri gelmişken yazayım; Kalender Baba Vakfına ait Kırşehir Bedesteni, yeni bina inşa edilmesi için yıktırılmış, ancak, Kalender’in türbesi duruyor (Kırşehirliler, uyanın!), onu yok etmeyi unutmuşlar anlaşılan, tüh!. Aksaray Bedesteni; Cumhuriyet Döneminde yıkılan 4 bedestenden biri, ihmal ve bakımsızlık sonucu yıkılacak hale geldiği için. Havza Bedesteni de aynı sebepten. Konya Bedesteni 1900 yılında Avlonyalı Ferit Paşa tarafından yerine okul yapılması için. Denizli, Ladik, Kalecik, Tosya bedestenleri de kaybolanlardan (nasıl kaybolur koca binalar?). Diyarbakır Bedesteni 1894 ve 1914’te çıkan yangınlar sonucu. Akhisar ve Aydın Bedestenleri Yunan işgalinde yok olanlar. Onlar dışarıdan, biz içeriden yok etmeye uğraşmışız, Keçecizade Fuat Paşa haklıymış! Osmanlıdan da ne kaldı? diye yaygara edenlere duyurulur!

Nazan SEZGİN

sevimnazan

TARİH /// OSMANLILARDA TİCARET ANLAYIŞI VE TİCARET TEŞKİLATINDA YENİ BİR YAPILANMA : HAYRİYE T ÜCCARI


Ticaretin içinde yer aldığı ekonomik hayat her devlette olduğu gibi Osmanlı Devleti için de büyük önem arz etmiştir.

Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren ticarî hayatın içinde yer almış ve sahip olduğu iktisadî imkânlarla, Beylik halinde iken bile diğerlerine karşı bariz bir üstünlük sağlamıştır. Özellikle büyük ticaret yolları üzerinde kurulmuş olması bu üstünlüğün oluşmasında belli başlı sebeplerden birini teşkil etmiştir.

Osmanlılarda ticaret, temel olarak reayayı sıkıntıya düşürmeyecek bir faaliyet türü olarak öngörüldüğünden sürekli bir devlet denetimini gerekli kılmıştır. Böylece kâra ve rekabete açık ticaret söz konusu olmamıştır. Öte yandan bu tip tüccar ve işadamı sınıfının oluşmamasında, Batılıların Osmanlı ticarî hayatının kendi içinde gelişmesinden yana olmamaları,[1] ve bu konuda katkıda bulunmaktan kaçınmalarının tesiri büyüktür.[2] Ancak, bu Osmanlı Devleti’nin bir ticaret siyaseti olmadığı anlamına elbette gelmez.[3] Nitekim, fethedilen yerlerde, derhal Anadolu’daki örneğine göre, bir “esnaf-ahî” teşkilâtının kurularak iktisadî faaliyetin Türk içtimaî siyasî hayatına bağlanması ve 1391’de Sultan Bâyezid’in Antalya ve Alanya’yı alarak, uzun zamandan beri bu denizlerin güney ve kuzey bölgeleri arasında yapılan şeker, baharat, kumaş gibi maddelerin ticaretini gerçekleştiren limanları kontrol altına alması,[4] bu konuda verilebilecek pek çok örnekten sadece ikisidir.

Klâsik dönemde doğu-batı ticaretinin desteklenmesi, Karadeniz’in yabancı tüccara kapalı tutulması, Asya-Avrupa arasındaki önemli kara ticaret yollarının denetim altına alınması, şehirlerin iaşesinin sağlanması ile ilgili önlemler ticarî faaliyetlerin önemini artırmıştır.[5]

Kuruluş döneminde Anadolu’daki mevcut ekonomik durumu devam ettirmeyi amaçlayan iktisadî bir politika takip etmiş olan Osmanlı Devleti, bu yüzden yabancı tüccarın faaliyetini engellememiştir. Ortadoğu ve Balkanlar’ın da fethedilmesiyle dünya ticaretinde özellikle Asya-Avrupa ticaretinde önemli ticarî konum elde ederek ticaret yollarına hâkim olmuştur. Bu önemli ticaretin bilincinde olarak, yollar boyunca konak yerleri inşa ettirmiş, ulaşımı güvenli hâle getirmiştir. Fakat devletin asıl kurucu unsuru olan Müslüman Türklerin diğer uğraşılarının (idare ve askerlik) yanında ekonomik faaliyetleri ihmal etmeleri sebebiyle, bu alan gayrimüslimler ve yabancılar tarafından doldurulmuştur. Yabancıları teşvik ve ticaretin canlandırılması için olduğu kadar Osmanlı Devleti’nin gücünün bir göstergesi olarak birtakım ticarî imtiyazlar kapitülasyonlar adı ile verilmiştir.[6]

Söz konusu ticarî aktivitede Arapların yanı sıra Ermeni, Rum, Yahudi gibi gayrimüslim tüccar rol almıştır. Ancak merkezî hükûmet uzun süre bunlardan herhangi birinin daha üstün duruma gelmesini engelleyecek tedbirler almaktan geri kalmamıştır. Gayrimüslim ve yabancıların yanında devletin Türk- Müslüman unsurları da iç ve dış ticarete katılmıştır. Nitekim, Bursa gibi bazı ticaret merkezlerinde Türk tüccarınca kurulmuş ve yabancı ülkelerle ticaret yapan şirketlerin varlığı bilinmektedir. Hatta yabancı ülkelerde dahi Türk tüccarı faaliyette bulunmuştur.[7]

XVI. yüzyıl Osmanlı ekonomisinde hususiyetler ihtiva eden bir geçiş dönemidir. Bu dönemde Osmanlı ekonomi sinin gücü bir araya getirilmiş kaynakların genişliğine, çeşitliliğine ve Osmanlı düzeninin genel olarak sürdürdüğü siyasî kararlılığa bağlı olmuştur. Osmanlı açısından, XVI. yüzyılda Batı Avrupa kapitalizmi ile karşı karşıya kalması söz konusu olmadığından herhangi bir yıkıcı rekabet de mevzu bahs olmamıştır. Bu dönemde nüfustaki artış, ticaretin gelişmesine katkıda bulunmuştur.

Dönemin ayrı bir hususiyeti de ticaretin ve maliyenin Yahudi, Rum ve Ermeni azınlıkların eline geçmeye başlamasıdır. Gerçi bu dönemde Müslüman tüccarın varlığını inkâr etmek de mümkün değildir.

Dünya ve bilhassa Avrupa tarihi açısından XVI. yüzyılın anlamı ise, teknolojik gelişmeler, coğrafi keşifler, bilimde-düşüncede-yaşayıştaki gelişme ve büyük değişikliklerdir. Bunların sonucunda Doğu- Batı arasındaki ticaret yolları değişmiş; Amerika ve Ümit Burnu’nun keşfiyle daha önce dünya ticaretinin ana ekseni olan Akdeniz kenarda kalmış, Batı Avrupa ekonomide üstünlük kazanmıştır. Bu durum Osmanlı ekonomisi üzerinde giderek derinleşen çatlaklar yaratmıştır.[8]

XVII. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı ticareti yoğun ve gelişmiş durumdadır. Osmanlı Devleti XVII. yüzyıla kadar olan dönemde, çok geniş toprakları içine alan uçsuz bucaksız coğrafya, çok çeşitli etnik ve dinî yapılardan oluşan, ancak bütün farklılıklara rağmen bir arada yaşayabilen bir ırklar ve dinler çeşitliliği görünümünde; ekonomik, askerî ve siyasî açılardan büyük ölçüde başkalarına ihtiyaç duymayan, kendi ihtiyaçlarını, kendi vatandaşları ve teşkilâtları tarafından sağlayan, iktisadî yeterliliğini asırlar boyu koruma başarısını sağlamış bir yönetime sahiptir. Bu dönemde Avrupa ise Osmanlı pazarına arz edecek mala ve tehdit edebilecek bir güce sahip değildir.

Devletin daha az merkeziyetçi, daha zayıf ve bu nedenle XVI. yüzyıla göre dış etkilere daha açık olduğu bu yüzyılda ticarette de dönüm noktası yaşanmıştır. Çünkü, Osmanlıların karşı karşıya bulunduğu iç şartları kadar ve belki bundan daha etkili olarak dış şartları değişmişti.[9] Mesela, XVII. yüzyılda Hint pamukluları, dünya pazarlarını istilâ ederken, Osmanlı dokumalarının karşısına güçlü bir rakip olarak çıkmış;[10] aynı yüzyılın ikinci yarısında Akdeniz, dünya ticaretindeki önemini kaybetmiştir.[11] Böylece Osmanlı ticaretinin örgütlenmesi, yalnızca zorunlu ihtiyaç maddelerinin karşılanmasına cevap verecek şekilde olmuştur. Bu durumda Avrupa ülkelerinde görülen imalathane ve manifaktür teşekkül edemediği gibi millî üretimin geliştirilmesi de önemsenmemiştir. Hatta uzun süre ticarette dış pazarların kazanılması düşünülmemiştir.[12] Buna karşılık yabancılara sağlanan kolaylıklar ve imtiyazlar, o dönemde başka hiçbir yerde görülmeyen ölçüde faaliyete ortam hazırlamıştır.[13] Hâlbuki başta İngiltere olmak üzere İspanya, Portekiz, Fransa ve Rusya’da gümrük duvarları yükseltilip, ülkenin ithalat-ihracat dengesi millî ekonomilerinin lehine olacak şekilde düzenlenmiştir. Dolayısıyla bu ülkelerde, yabancı tüccar, Osmanlı Devletindeki kadar serbest ticaret yapamamıştır. Bunda Osmanlı Devleti’nin ve Müslüman teb’anın ticarete bakışı etkili olmuştur.

Avrupa kökenli mürtedler ve sığınmacılar, özellikle Yahudiler, Osmanlı Devleti’nin hoşgörüsüne sığınmışlardı. Sosyal hayata, sanat anlayışlarını, kültürlerini, dinî inançlarını yansıtarak bir kaynaşma sağlamışlardı. Daha sonra Osmanlı ticaretinde ve dünya ticaretinde önemli bir konum elde edeceklerdir.[14]

Yeni kıtaların keşfedilmesi ve sömürgeye uygun bir yapının oluşmasından sonra Avrupalılar ağırlıklı ticaret merkezlerini, Atlas Okyanusu’na ve Güney Afrika ülkelerindeki serbest dolaşım hakkı bulunan denizler ile Güney Asya’ya taşıdılar.[15]

Avrupalıların keşif amacı ile yaptıkları seferler, Avrupa ticaretini ve ekonomisini daha da geliştirdi. Müteşebbis ve gayretli ve risk alabilen tutumları ile ilerlediler ve yeni pazarlar aramaya başladılar. Bunun sonucu olarak diplomasi gelişti; karşılıklı heyetler gönderildi.

XVIII. yüzyıla gelindiğinde ise, Osmanlı Devleti ticaret hayatında kendi kendine yeterli olmanın mecburiyetini gördü. Bu, Osmanlı Devleti’nin bundan önceki dönemlerde ticareti ihmal ettiği anlamına gelmemektedir. Ama bir taraftan da dönemin ortaya koyduğu gerçek, Osmanlı Devleti’nin ticarette giderek arka planda kaldığıdır. Ticari hayatta bu dönemde kaydedilen menfi gelişmelerin kaynağını Avrupa ve Avrupalı’daki gelişmeler oluşturur.

Öte yandan Devlet’in siyasî ve askerî sahadaki kayıpları Osmanlı reayasının ticarî hayattaki rolüne de önemli ölçüde tesir etmiştir. Buna karşılık gayrimüslim tüccarın rolü daha etkin ve belirgin hâle gelmiştir. Devlet, diğer sahalarda olduğu gibi iktisadî hayatta da bir reformasyona gitmiştir. Bunlar özellikle bir sonraki yüzyılın gelişmeleri olarak görülecektir. Bu çerçevede Osmanlı-İngiliz ticaret sözleşmesi, Müslüman bir tüccar grubunun teşkil edilmesi gayreti, yeni iktisadî politikaların uygulanabilirliğinin araştırılması zikredilebilir.

XVIII. yüzyıldan itibaren; Osmanlı pazarlarında Avrupa etkinliği artmış, ticarî faaliyetlerde yabancılar daha çok rol oynamıştır. Bu arada değişen dünya şartlarıyla karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti, batılı manada bir ticaret politikası takip edememiştir. Bunda Avrupa devletlerinin takip ettikleri ticarî politikaların Osmanlı düşüncesine ters düşmesinin payı büyüktür. Zira rekabetçi ruh ve kâr, mevcut olan sosyal düzenin yıkılması açısından tehdit edici unsurlar olarak görülmüş;[16] Devlet, adetâ XVIII. yüzyıla kadar, mevcut ticareti koruma görevini yerine getirmiş; zaman zaman rekabeti ve buna eğilimleri engellemek üzere müdahaleye çağırılmıştır.

Diğer taraftan Osmanlı toplumunun ribayı ticaretle özdeşleştirmesi sebebiyle özellikle esnaf teşkilâtlarının, ahî örgütlerinin ve dinî otoritelerin husumetine hedef olmuşlardır. Öyle ki, tâcirler için resmî metinlerde kullanılan “bezirgan” veya “madrabaz” kelimeleri halk dilinde “vurguncu” ve “dalavereci” gibi küçültücü anlamlar kazanmıştır.[17] İslâmî düşüncenin hâkim görüşü, haksız kazancın reddi düşüncesi de Müslümanların ticarete bakışlarında daha çok menfi seyir takip etmiştir.[18] Bu itibarla tüccar, toplum nazarında saygınlığa sahip değildir. Ticaret ancak azınlıkların uğraşabilecekleri ikinci sınıf bir uğraştır.[19]

Devlet olarak, iktisâdî faaliyetlerde müdahaleci bir yapı arz eden Osmanlı Devleti, teb’asını girişken ve her türlü yeniliğe açık bir toplum olmaktan da uzak tutmuştur. Üretim cinsinden, üretim biçiminden, pazarlamasına ve ne miktarda üretileceğine kadar müdahalede bulunmayı sosyal yapıdan dolayı gerekli görmüştür.[20]

Ayrıca köylü ve sanatkârın Batı’daki gibi üretim tekniklerinde değişiklik yapmasına izin verilmediği, onların etkinliklerini konan kurallar içinde sürdürmeye zorlandığı görülmektedir. Sadece tüccar, sermaye birikimi yapabilen, hirfet örgütlemesi içinde bulundukları hâlde, lonca kurallarına bağlı olmayan ticaret girişimcileriydi.[21] Böylece tüccar, esnaftan ayrı olarak lonca kurallarının bağlayıcılığı dışında ticaret yapabilmekteydi. Buna rağmen hangi bölgenin ürününün nerede ya da ne şekilde pazarlanacağı devletin denetiminde cereyan etmekteydi. Bu itibarla ticaret bir çeşit devlet sektörü idi.[22]

Böylece esnaf sistemine bağlılık, Osmanlı Devleti’ni uzun süre endüstriyel kapitalizme kapalı bırakmış;[23] XVI. yüzyıldan itibaren hâkim olan sosyal ve iktisadî anlayış, Osmanlı kurumlarının çözülmesine sebep olmuştur. Ancak Osmanlıda görülen bu durumun yönlendiricisi ve uygulayıcısı yalnızca Devlet değildir. Devleti müdahaleci yapan unsurlar arasında esnaf da yer almaktadır. Esnaf, Devlet’i kapitalist eğilimleri durdurması için çağırırken, Devlet de esnafı kollamaya çalışmıştır.[24]

Değişen şartlar içerisinde, Osmanlı Devleti’nin bir zorunluluk olarak gördüğü ve XIX. yüzyılda teşkil ettiği tüccar grubu son derece dikkat çekicidir. Devletin ekonomisini canlandırmak ve ticareti kendi lehine çevirme gayreti içerisinde teşekkül ettirilen tüccar grubu, Hayriye Tüccarıdır.

1815-1820 yıllarından itibaren Osmanlı ekonomisinin hızlı bir çöküş dönemine girmesini, Avrupa’da sanayi mamüllerinin kapitalistleşme devresi takip etmiştir. Osmanlı Devleti de iç ticaret uğraşısıyla giderek esnaflaşan tüccarı, bu şartlara karşı ayakta kalabilir; ve devletin ticaret dengesini de müsbete hale getirmek için böyle bir oluşumu zarurî görmüştür.

Hayriye tüccarının ne zaman teşekkül ettirildiği hususunda farklı görüşler mevcuttur. Hicrî 1231/Milâdî 1815-1816 yılına ait bir belge,[25] bu tarihten önce Hayriye tüccarının varlığına işaret etmektedir.

O. Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye’de sözkonusu tarihi M. 1810 olarak vermiştir. Gerek yukarıda belirtilen belgenin varlığı gerekse, Avrupa ve beratlı tüccarlara bağlı olarak alınması gereken bazı tedbirler, Hayriye tüccarlığının kurulduğu tarihi M. 1810 olarak kabul etmenin doğru olacağına işaret etmektedir. H. 1243/M. 1827 yılına ait bir Hatt-ı Hümâyûn’da, Hayriye tüccarlığına talip olanlara verilecek beratın, 1221 Hicrî yılındaki “karargîr-i nizâma” istinaden yürürlükte bulunan hükme göre verileceği belirtilmektedir.

Ancak Hayriye tüccarı, Osmanlı ticaret hayatında 1827-1828 tarihlerinde görülmektedir. Böylece yaklaşık on-onbeş yıllık bir süre, bu tüccarın daha aktif olabilmesi için değerlendirilmiş olmalıdır.

Hayriye Tüccarı statüsünü kazanmanın belli şartları haiz olduğu anlaşılmaktadır. Her şeyden önce devletten berat almak gerekmektedir. Her isteyene verilmeyen bu beratın özelliği, sahibinde aranan vasıflarla belirlenmiştir. Osmanlı yöneticileri, bu sayede Hayriye tüccarının diğer tüccar gruplarına karşı toplum içinde itibarlı olacağına ve kendilerine güven duyulacağına; bunun da ticareti olumlu yönde etkileyeceğine inanmışlardı.

Dilekçe vererek berat sahibi olmak isteyenlerin öncelikle “bi’t-tahri fi nefsi’l-emr ehl-i ırz ve dindar ve beynü’t-tüccar istikametle mücerebbü’l-etvar olduğunu ihbar ve şehadet eyledikleri suretde” yani namuslu, doğru ve dürüst, dindar ve böyle olduğu diğer tüccarca doğrulanan vasıflara sahip olmaları gerekmekteydi.

Böylece berat sahibi olmak isteyenler, isim varsa şöhretlerini ve memleketlerini ihtiva eden dilekçelerini başlangıçta Divân-ı Hümâyûn Beylikçi Kalemi’ne; Ticaret Nezareti’nin teşekkülünden sonra Ticaret Nazırlığı’na veriyorlardı. Uygun görülenlere büyük ticaretle iştigal etmelerine izin veren berat verilmekte ve ikişer kişilik hizmetkârlarına da aynı haklar tanınmaktaydı. Böylece Hayriye tüccarı olanlar, beratlı Avrupa tüccarına ve fermanlı hizmetkârlarına tanınmış olan imtiyaza, güvene ve izne sahip oluyorlardı.

Hayriye tüccarı olmak isteyenlerin dilekçelerinde belirttikleri ifadelerin doğruluğu, Hayriye tüccarı şehbender ve muhtarlarınca tasdik edilmek zorundaydı. Şehbender[26] ve muhtarlar[27] bunlar hakkında araştırma yapmaya görevli ve yetkili kılınmışlardı.

Başlangıçta Hayriye Tüccarının hepsi için sadece İstanbul’da bir şehbender ve iki muhtar tayin edilmişken, daha sonra diğer yerlerdeki Hayriye tüccarının meselelerinin çözümünde bu üç kişinin yeterli olmadığının anlaşılmasıyla, Hayriye tüccarı kontenjanı ayrılan her yerde, ayrı şehbender ve muhtarların, bulunmasına; hizmet edecekleri yerdeki Hayriye tüccarı tarafından kendi aralarından seçilip tayin edilmelerine karar verilmiştir.[28] Böylece Hayriye Tüccarı kontenjanı bulunan her yerde tüccar, kendi aralarından güvendikleri üç kişiyi, biri şehbender, diğer ikisi muhtar-ı evvel ve muhtar-ı sânî olarak seçiyorlar ve Osmanlı yöneticileri de Hayriye tüccarı ile olan münasebetlerinde bu üç kişiyi muhatap kabul ediyorlardı.

Hayriye tüccarının temsilcileri olan şehbender ve muhtarların, Avrupa tüccarının şehbender ve muhtarlarından farkı, Avrupa tüccarının bu vekillerinin her yıl değiştirilmelerinin kanun olarak hükme bağlanmış olmasına karşılık[29] Hayriye tüccarının şehbender ve muhtarları için böyle bir gerekliliğin olmamasıydı. Fakat Hayriye tüccarının seçtiği bu vekillerin olumsuz davranışları görülecek olursa, yetki ve görevlerine derhal son verilecekti.[30]

Avrupa tüccarı gibi Hayriye tüccarı da, Ticaret Nezareti’nin teşkiline kadar, Divân-ı Hümâyûn Beylikçi Kalemi’ne bağlı kalmıştır.[31] Hayriye tüccarı şehbender ve muhtarlarının tasvip ettiği tüccarın dilekçeleri buraya veriliyordu. Dilekçede, ayrıca tüccarın hizmetine almak istediği yardımcılar da belirtilirdi.

Müracaatları müspet görülenlere, başlangıçta 1200 kuruş (=12 altın) harç karşılığında “Hayriye Tüccarlığı Beratı” veriliyordu. Konu ile ilgili kaynaklarda, tüccardan fazla harç alınmaması, eğer alınmışsa geri verilmesi ve bu hususa dikkat edilmesi istenmektedir.[32] Sonraki yıllarda berat harcının 1200 kuruş olarak belirtilmemiş olması, harç miktarının artırıldığı ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

Diğer bir husus, Hayriye tüccarı olanların himaye edilmelerine dikkat edilmesiydi.[33]

Böylece, kendilerine berat verilen tüccarlar, İstanbul Mahkemesi siciline kaydediliyordu.[34]

Hayriye tüccarlığının teşekkül ettirildiği 1810 tarihinde ve bu tarihten bir süre sonraya kadar berat verilecek tüccarın sayısı sınırlı tutulmuştur. 1828/1829 yılına ait bir Hatt-ı Hümâyûn’dan bu durumun o tarihe kadar devam ettiği anlaşılmaktadır: “bundan böyle İslâm tüccarının müstekim ve muteberlerinden berren ve bahren ticarete talip ve hahişkâr olanların yedlerine dahi canib-i mirîye ve gümrükler iradına kat’an ve katiyyen mazar olmayacak vechile Avrupa tüccarına verildiği gibi ticarete müteallik bazı imtiyazat ve serbestiyeti havi berat-ı âliyye ita buyurulursa ticaretlerine ezher cihet vüs’at ve kendüye bir nev’i şevk u gayret gelerek zımnında kavaid-i adide hususa geleceği aşikâr olacağına binaen İstanbul’da ehl-i islâm tüccardan böyle pek muteber ve mutecer tahminen kırk-elli nefere ancak baliğ olabileceğine istinaden iş bu müsaade İstanbul’da kırk nefere ve Şam ve Halep, Kıbrıs, İzmir ve sâir bu gibi mevkii-i ticaret olan mahallerde on’ar nefere hasr ile ziyade müsaade olunmamak iş bu miktar-ı muayyen dahilinde olarak…”.[35]

Böylece İstanbul’da kırk, Halep, Şam, Kıbrıs, İzmir, Bursa gibi ticaret merkezi olan yerlerde onar kişilik kontenjan ayrılmıştır.[36] Bunun sebebi, öteden beri canlı ticarete sahne olan bu ticaret merkezlerindeki halkın ticarete aşinalığından yararlanmak olduğu gibi Avrupa, Acem ve Hindistan ticaretine muktedir olabilecek şahısların buralarda daha çok bulunma ihtimalinin gözönünde tutulmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Ayrıca gayrimüslimlerin ve Avrupa devletlerinin, Osmanlı ticaretinde aktif ve etkin rol üstlenmeleriyle ilk dönemlerdeki ticarî canlılıklarını yitiren bu merkezlere yeniden bunu kazandırma amacı vardır.

Bu arada belirtilmesi gereken bir husus, kontenjanlarının sınırlı tutulmasıdır. Fakat bu tedbir, Hayriye tüccarının faaliyet alanını kısıtlamamıştır. Çünkü, her birinin kendisiyle aynı imtiyazlara sahip, ikişer hizmetkâr edinme ve bunları istedikleri yerde istihdam etme gibi hakları vardı. Bu surette, yardımcıları sayesinde Hayriye tüccarının faaliyet alanı daha da genişlemiştir. Meselâ İstanbul’daki bir Hayriye tüccarı, Erzurum’da[37] veya Kars’ta[38] hizmetkârlarını görevlendirebilmiştir. Bunun yanı sıra hizmetkârların görevlerinden ayrılmaları, istifa etmeleri veya tüccar tarafından görevlerine son verilmesi sık sık görülmektedir. Bunların hizmetlerinden istifa ettikleri veya ettirildikleri hususunda yeterli bilgi mevcut değildir. Fakat Hayriye Tüccarlığının doğruluk ve dürüstlük üzerine kurulmuş olması, tüccar, şehbender ve muhtarlarda olduğu gibi hizmetkârların da küçük bir ihmal ya da kusurları neticesinde görevlerine son verilmiş olması ihtimal dahilindedir.

Kontenjanlar, yaklaşık yirmi yılda dolmuş ve artırılmıştır. Böylece İstanbul’daki kontenjan altmışa; diğer yerlerde otuza çıkarılmıştır.[39]

Hayriye tüccarı ile ilgili çıkarılan fermanlarda ve iradelerde berat verilecek kişilerin dikkatli seçilmeleri istenmektedir. Hayriye tüccarı adıyla Müslümanlardan teşkil edilen tüccarın, müste’min, Avrupa ve “diğer reâyâ-yı Devlet-i Âliyye’den olanların ticaretlerine kesir vereceği melhuz olduğundan güna gûn hıd’a ve desise ile iptaline sa’y edecekleri bedihi ve bahir”[40] olduğundan, memurları tarafından kesinlikle gevşek tutulmayıp daima dikkat ve ihtimam göstermeleri istenmektedir.

Müracaat edeceklerde birtakım vasıfların aranması şehbender ve muhtarların güvenilirliklerine dair şahitlik etmeleri zorunluluğu hatta sayılarının birdenbire artmasını önlemek için belirli merkezlerde ve tespit edilen sayıda olmalarına dikkat edilmesi, devletin bunları kontrol altında bulundurma isteğinden kaynaklanmıştır.

Şayet şehbender ve muhtarların tolerans tanımaları sayesinde hile ile berat verilme durumu olursa, bu suretle berat almış Hayriye tüccarının elinden beratı alındığı gibi aynı zamanda bu duruma sebep olan şehbender ve muhtarların da görevlerine son verilecekti.

Hayriye tüccarının kimlerden oluşturulduğu hususuna gelince, ilgili belgelerde müslim ve gayrimüslim ayırımı oldukça net belirtilmiş olduğu halde teb’anın milliyeti üzerinde fazla durulmamıştır. Hayriye tüccarının Müslümanlardan oluştuğunu söylemek mümkün olduğu halde, etnik kimliklerini belirtmek mümkün değildir.

Hayriye Tüccarlığı beratında, vefat eden tüccarın yerine eğer isterse ve uygun görülürse büyük oğlunun geçebileceği belirtilmiştir.[41] Bunun sebebi, verilmiş ve satın alınmış bu hakkın kaybolmaması, Müslüman tüccara kolaylık sağlanması ve tüccar çocuklarının ticarete daha yatkın olacağının düşünülmüş olmasıdır. Buna mukabil toplum içinde diğer hususlarda ayrıcalıklı bir grup oluşturma veya böyle bir yapının ortaya çıkması da söz konusu olmamıştır. Zaten Osmanlı toplumu da buna müsait bir yapı arz etmemektedir.

Hayriye Tüccarına Verilen İmtiyazlar

Bu tüccar grubuna diğer tüccarların sahip olduğu, Avrupa, İran ve Hindistan ticaretini yapma hakkı verilmiştir. Bu ülkelerle karadan olduğu gibi deniz yolu ile de ticaret yapma serbestiyeti tanınmıştı.[42]

Hayriye tüccarına her ne kadar dış ticaret yapma serbestiyeti verilmiş ve yeterli kolaylık sağlanmışsa da, bunların gayrimüslim tüccarların rekabeti, dil bilmemeleri, uluslararası ticarette yeterli tecrübeye sahip olmamaları gibi sebeplerden dolayı faaliyetleri daha çok iç ticaretle sınırlı kalmıştır.

Nizamnâmelerinde bunlardan deniz ticaretine rağbet edenlerine gemi ve tayfaları, “Tersane-i Amire’ye merbut olmak üzere bazı müsaade ve imtiyazata havi ellerine evâmir-i âliyye verilmesi hususu, ittifak-ı âra ile ancak İslâm tüccardan bu ticarete muktedir olacaklar az olduğundan imtiyaz nizâmı germiyyet üzere icra olunamamış olduğundan bundan böyle islâm tüccarın müstekim ve muteberlerinden berren ve bahren ticarete talip ve hahişkâr olanların yedlerine. ticarete müteallik bazı imtiyazat ve serbestiyeti havi.” izinnâme verilmesi.[43] Yani deniz ticareti için gemi tedarik ve inşa edecek olurlarsa, bu konuda ve geminin evsafı hakkında Tersâne-i Amire ile mutabakata varacakları belirtiliyordu.

H. 1261/1845 yılına ait bir belgede bir yıl içinde İstanbul’a gelen, Akdeniz ve Karadeniz’e giden Müslüman teb’anın gemi sayısı, Eflak-Boğdan, Sırp gemileriyle birlikte belirtilmiştir.[44] Buradaki bilgilere göre, zikredilen tarihte Müslüman gemi adedinde bir hayli artış görülmüştür. Nitekim 1845 yılında İstanbul’a gelen Müslüman tüccara ait gemi sayısı 9715’e, Akdeniz’e giden Müslüman tüccar gemisi 827’e, Karadeniz’e giden Müslüman tüccar gemisi ise 8878’e[45] ulaşmıştır.

Müslüman tüccarın yabancı ülkelerde karşılaşabilecekleri birtakım güçlükler de düşünülerek, bazı önlemler alınmış, zaman zaman da onlar lehine girişimlerde bulunulmuştur. Meselâ Osmanlı teb’ası tüccar İngiltere ile yaptıkları ticaretlerinde, İngiliz tüccarın Osmanlı memleket ve sahillerinde sahip oldukları imtiyazlara eşdeğer ayrıcalıkların verilmesini isteyen bir ferman çıkarılmıştır.[46] H. 1225/M. 1810 yılında Fransa limanlarına ticarî eşya taşıyan Osmanlı tüccar ve gemilerinin Fransa gümrüklerince alıkonması üzerine serbest bırakılmaları için bizzat padişah girişimde bulunmuştur.[47]

H. 1249/M. 1833 yılında Müslüman tüccarın dış ticarete rağbetlerini artırmak için bazı tedbirler alındığı yine Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde mevcut olan bir belgeden anlaşılmaktadır.[48] Bunun üzerine Müslüman tüccarın dış ticarete ilgisinin arttığı; ancak yalnız başlarına başarılı olamamak gibi bir endişeyle zaman zaman Avrupa tüccarı ile ortak hareket ettikleri[49] görülmektedir. Bunun sebebi daha önce de yer yer belirtildiği gibi, Müslüman tüccarların dil bilmemeleri, sermaye yetersizliği, teşkilâtlarındaki yetersizlikler, Avrupa’yı tanımamaları, ticaret usullerine yabancı olmaları ve diğer tüccar gruplarıyla aralarındaki rekabettir.

1839 M./H. 1255 yılına ait bir hükümde, Müslüman tüccarın Avrupa ticaretine daha fazla rağbet ettikleri vurgulanmaktadır.[50]

Hayriye tüccarından deniz ticareti ile uğraşanlara imtiyazlı izn-i sefıne emri verilerek gemilerinin İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndan geçişleri ve geliş gidişlerinde herhangi bir meseleyle karşılaşmaları önlenmiştir. Tersane-i Amire lehine merbuten büyük gemiler yapılarak ticarete vüs’at ve Tersane-i Amire’ye kuvvet gelmesi[51] amaçlanmıştır.

Hayriye tüccarına sağlanan kolaylıkların önemlilerinden biri, vergilendirme konusundadır. Bunlar ticaretini yapacakları ürünleri ve eşyayı doğrudan doğruya yerinden satın almaya yetkili kılınmışlardır.[52] Dahilî gümrük vergilerinden de muaf tutulmuşlardı. Ayrıca ihraç veya ithal edecekleri mallar üzerinden, devletin tarifesi üzere %3 gümrük ödeyeceklerdi. Daha sonra ithal mallarından %3 âmediyye[53] ve muntazam %2; ihraç mallarından %9 âmediyye ve %3 reftiyye[54] resmi alınmıştır. H. 1257/M. 1841 tarihli takrirde İslâm ve milel-i selâse tüccarının (Rum, Ermeni ve Yahudi) Osmanlı memleketi ürünlerinden satın alıp getirecekleri emtia ve eşyadan başka hiçbir vergi vermeksizin sadece %9 amediyye ile %3 reftiyye alınacağı belirtilmiştir.[55] H.1262/M.1845-1846’da Daraç’ta bulunan Hayriye tüccarının, Daraç’daki Avrupa tüccarı gibi aynı haklara sahip oldukları; %9 âmediyye ve %3 reftiyye rüsumatı ödedikleri, karşılığında kendilerine gümrük ödediklerine dair tezkere verildiği; bu miktarın kaffe-i rüsumata bedel olarak alındığı anlaşılmaktadır.[56]

Nitekim Hayriye tüccarının ödemesi gerekenden başka vergi vermemesi ve çeşitli adlar altında başka başka vergiler ve harçlar ödemek zorunda kalmaması için kendilerine “gümrük ödendi tezkeresi” verilmekte, böylece gümrük izinnâmesi, gümrük harcı, masdariye, reftiyye adlarıyla vergiler alınmasının önüne geçilmekteydi. Hatta eğer fazla alınan vergi varsa iade edilecekti.

Bu gelişmelerle birlikte 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması Osmanlı ticaret hayatında dönüm noktası olmuştur. Zirâ, anlaşma yapılan ülkelerin Osmanlı ülkesindeki ticaretleri düşük oranda vergilendirilirken ve perakende ticaret yapma hakkı verilirken sermayesi, gücü ve tecrübesi olmayan yerli tüccar, bunlarla rekabet edememiştir. Hayriye tüccarı da bu sebeplerle başarı sağlayamamıştır.

Hayriye tüccarının vergi kaçırdığı hususunda kayda rastlanmamakla beraber Devlet, böyle bir şeyin söz konusu olması halinde, tüccarın elindeki beratın alınıp Hayriye Tüccarlığından ihraç edilmesi hükmünü getirmiştir. Hâlbuki, Osmanlı teb’ası olup Hayriye tüccarı dışındaki tüccar gruplarından birine mensup olanlar da böyle bir durum tespit edilirse, ödemesi gereken verginin iki katının alınması esası kabul edilmişti. Nitekim Şam, Halep, Erzurum ve Diyarbakır ve sair Memâlik-i Mahrusa tüccarının İstanbul’a emtia ve eşya getirip sattıkları, gümrüklerini önce ödedikleri halde sonradan gümrük ödememek için hileye başvurdukları tespit edilmiş ve bunlardan iki kat gümrük vergisi alınmıştır.[57]

Zaman zaman Hayriye tüccarının ödemekle mükellef olduğu verginin alınmasında karışıklıklar ortaya çıkmıştır. Bu verginin nerede alınması ya da verilmesiyle de ilgili olabilmiştir. Meselâ Mihaliç ile İstanbul arasında ipek ticareti yapan bir Hayriye tüccarı Mihaliç’ten İstanbul’a nakledeceği haririnin vergisini Mihaliç’te ödediği; Hâlbuki, gümrük vergisinin İstanbul emtia gümrüğüne verilmesi gerektiğinden bu hatırlatılarak mezkur yerdeki ipeğin nakli işi tüccarın ortağına verilmiş ve buna dair şukka yazılmıştır.[58]

Bunlar bazı yerli ve yabancı ticarî emtianın bayiliğini de almışlardı. 1830’dan önce Hayriye tüccarının bayiliğini yaptığı yerli emtianın Dahiliye Ticareti usulüne göre gümrük resmini ödemişler ancak ihtisab ve damga resminden muaf tutulmuşlardı. Sattıkları eşya eğer İran veya Hindistan malları ise, bayiisi Osmanlı teb’asından Müslüman veya gayrimüslim olsun ihtisap gümrük ve damga resimleri vereceklerdi. Ancak bayii olan tüccar, Hayriye tüccarı, Avrupa tüccarı veya müste’min tüccar ise vergi müşteriden alınacaktı.

Tüccar, Hayriye, Avrupa veya Müste’min tüccardan olup bayiiliğini yaptığı ticarî emtiayı toptan satarsa vergisi müşteriden; ancak tüccar kıyye, endaze üzerinden perakende satış yaparsa, yerli esnafın mağdur olmaması için vergi, satıcı durumunda olan tüccardan alınacaktı.

Bunların yanı sıra bayii ve müşteri durumunda olan tüccar, Hayriye, Avrupa veya Müste’min tüccar ise dahilî ticaret hükmü geçerli olduğundan vergiler müşteriden tahsil edilecekti.

Hukukî meselelerinde de bunlara bazı kolaylıklar sağlanmıştır. Meselâ, Hayriye Tüccarının elinde senedi olduğu halde borçludan alacağını tahsil edemediği durumda, senedi hâkime ibraz ettiği takdirde alacağı hemen tahsil edilebilecek fakat %2 üzerinden fazla vergi alınmayacaktı.

Avrupa tüccarında olduğu gibi Hayriye tüccarının da Müslim veya gayri müslim biriyle davaları olursa 4000 akçeyi aşanlar, Arz Odası’nda bizzat sadrazam huzurunda görülecekti.[59] Eğer Hayriye tüccarının mahkemeye veya Bâb-ı Âli’ye getirilmeleri gerekirse, zabıtalar tarafından tutulup rencide edici, itibarlarını zedeleyecek şekilde getirilmeleri vuku bulmayacak, nâzırları tarafından (Divân-ı Hümâyun Beylikçisi) tayin olunacak bir mübaşir refakatinde geleceklerdi.[60]

Eğer Hayriye tüccarı bir suçtan ceza alırsa yine nazırlarının bilgisi dahilinde hapsedilebileceklerdi.

Müste’min tüccarla anlaşmazlıkları olursa, Divân-ı Hümâyûn Beylikçisi nâzır tayin edilecek; nazırın onayı, şehbender ve muhtarların bilgisiyle seçilecek muteber ve mevsuk bir tüccar marifetiyle kaide-i tüccar üzere davalarına bakılacaktır. Şayet şer’î hükümlere müracaat gerekirse, dâvâ bizzat şeyhülislâm huzurunda görülecekti.

Başka devletlerin tüccarları ile aralarında anlaşmazlık olursa, Osmanlı Devleti ile söz konusu devlet arasındaki ticaret anlaşması şartları icra kılınıp hilâfına asla izin verilmeyecekti.

Osmanlı iskeleleri dışındaki iskelelerdeki ticaretlerinde de bir mesele olursa, oradaki Osmanlı şehbenderine bildirilecek ve şehbender sayesinde meselelerine çözüm getirilecekti[61] ki, bu bizi Hayriye tüccarının meseleleriyle ilgilenmek üzere yabancı memleketlerde de şehbenderlerinin yetkili kılındığı sonucuna götürmektedir.

Eğer Hayriye tüccarından birine zulüm yapılmış ve maddî zarara uğratılmışsa bunu yapanlar takip edilecek; tüccardan aldıkları miktar iade edilecek ve cezalandırılacaklardı.

Hayriye tüccarı öldüğünde terekesinin vârislerine taksiminde, nâzırları olan Divân-ı Hümâyun Beylikçisi, bizzat nezaret edecek, kadılar tarafından fazla vergi istenmeyecekti. Eğer vârisi yoksa terekesi hazineye devredilecekti.

Sonuç olarak denilebilir ki, XIX. yüzyılın başında Sultan III. Selim’in ılımlı bir siyasetle başlattığı yenileşme hareketlerini, Sultan II. Mahmud yine aynı endişelerden dolayı kesin ve sert bir tutumla devam ettirmiştir.

Bu dönemde ekonomik tedbirlerin oldukça önemli yer tuttuğu görülmektedir. Zirâ, “Devlet elden gidiyor” endişesinin giderek fazla hissedildiği ve düşünüldüğü XIX. yüzyıl boyunca asıl meselenin ekonomik olduğu anlaşılmıştır.

Daha önce ifade edildiği üzere Hayriye tüccarının teşekkülü, söz konusu ekonomik endişelerin bir sonucudur. Bunlarla, Avrupa’nın ve azınlıkların tekeline geçmiş olan ticarette, Müslüman teb’anın önce etkinliğini artırmak, daha sonra ticaretin millîleştirilmesi amaçlanmıştır. Bu sebeple onlara, diğer tüccar gruplarıyla rekabet edebilmeleri için eşit haklar verilmiştir.

Hayriye tüccarı, devlet tarafından desteklenmiş fakat belirtmiş olduğumuz sebeplerden dolayı istenilen başarıyı sağlayamamıştır. Bununla birlikte Türk ticaret tarihinde ayrı bir öneme sahip olduğu muhakkaktır. Zirâ Müslümanlardan bu şekilde tüccar sınıfı oluşturma gayreti ilktir ve bu tür faaliyetlerin ilk adımı mahiyetindedir. Nitekim I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinde hatta Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Millî İktisat”ın teşekkülü, önemli çalışma alanlarından biri olmuştur. Bu sebeple Hayriye tüccarı, Meşrutiyet devirlerinde Türklerden oluşan millî tüccar grubunun oluşmasında öncülük etmiştir.[62]

Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyıldaki durumu, büyük ölçüde Avrupa ile bağlantılıdır. Devlet, her ne kadar birtakım tedbirler alarak, mevcut siyasi, idarî, sosyal ve iktisadî durumu düzeltmeye çalışmışsa da bu tedbirlerin başarılı olması, Avrupa devletlerinin desteğine bağlı kalmıştır. Ticaret hayatında da aynı durum söz konusudur. Zaten XVI. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar Avrupa’nın kendi çıkarlarını düşünmeden, Osmanlı ticaretini geliştirme gayreti hiç görülmemektedir. Bu yüzden Hayriye tüccarının başarılı olamaması da tabiî bir gelişmedir. Buna rağmen millî iktisat fikrinin ortaya çıkması ve gelişmesinde yapılan ilk gayretlerdendir. Bütün bu gelişmeler millî bir tüccar sınıfına sahip olma ve oluşturmanın ülke ekonomisi için ne kadar önemli olduğunu göstermiştir.

Bu gelişmelerin bir neticesi olarak, 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’nde büyük bir tüccar grubu ağırlığını koyabilmiştir. Kongre’de istediklerini iyi bilen, ticarette Avrupalılarla Rum ve Ermenilerin yerini almaya istekli İstanbul tüccarı önemli rol oynamıştır. Nitekim İstanbul’da Ref’et Paşa’nın desteğiyle “Millî Türk Ticaret Birliği” bu yıllarda kurulmuştur. Birliğin adında “Osmanlı” ve “İslâm” deyimleri yerine “Türk” ve “Millî” deyimlerinin kullanılmış olması dikkate şayandır. Amacı, Hayriye tüccarının teşekkülünde olduğu gibi, levantenler ile Rum ve Ermenilerin elindeki ticarî merkezleri, milliyetçilik esası üzerine kurarak ticarette millî şuuru oluşturmak yoluyla ele geçirmek ve yabancı sermaye ile ortaklıklar kurmaktır.

XIX. yüzyılın başlarındaki Hayriye tüccarı ile XX. yüzyılın başlarında teşekkül eden Millî Ticaret Birliği’nin benzer tarafları çoktur ve bunlardan biri de nizamnâmelerindeki amaçlardı.

Bunlar ve bu alanda yapılan diğer pekçok faaliyet göstermektedir ki, Hayriye tüccarının teşekkülü ve amaçları, XIX. yüzyılın tamamında olduğu gibi XX. yüzyılda devam eden “millî tüccar” ve “millî ticaret” oluşturma çabalarının ilkidir. Bunun devamı niteliğindeki gelişmeyi daha Cumhuriyet ilân edilmeden, I. İzmir İktisat Kongresi’nin yapılmasıyla görüyoruz. Atatürk, bu kongrede yaptığı açış konuşmasında, yeni devletin ve yeni hükümetin bütün esaslarının, bütün programlarının iktisat programından çıkmasını; hatta eğitim programının hepsinin iktisat programına göre yapılması gerektiğini söylemiştir.[63] Yine aynı kongrede Atatürk, iktisadın önemini şu sözleriyle belirtmiştir: “… iktisadiyat, iktisadiyat diyoruz. Fakat arkadaşlar, iktisadiyat demek her şey demektir. Yaşamak için, mes’ut olmak için, mevcudiyet-i insaniye için ne lâzımsa bunların kaffesi demektir, ziraat demektir, ticaret demektir, sây demektir, her şey demektir…”.[64]

Atatürk millî tüccar sınıfının önemine ve gerekliliğine de değinmiştir:

“mahsulât ve mamulâtın mübadelatı ve servete inkılâbı için ticarete ihtiyacımız vardır. Ticaretimizin agyâr elinde kalması memleketimizin servetinden lüzumu kadar istifade edememeği bâis olur…”.[65] Bir başka söylevinde de, “Eğer tüccarlar bizden olmazsa, millî servetin ehemmiyetli bir kısmı şimdiye kadar olduğu gibi yine yabancılarda kalacaktır. Onun için millî ticaretimizi yükseltmeğe mecbursunuz.”.[66]

Atatürk, yine Türkiye devletinin cihangir bir devlet değil ekonomik bir devlet olacağını söylemiştir.[67]

Ziya Gökalp de Türkçülüğün Esaslarını belirtirken bunlar arasında iktisadî mefkurenin de varlığına ve önemine dikkat çekmiştir. Avrupa inkılâplarının en ehemmiyetlisinin iktisadî inkılâp ve bunun da millet iktisadı olduğunu savunurken Türk iktisadî mefkuresini, memleketi büyük sanayie mazhar etmek şeklinde açıklamıştır.[68]

Neticede, Hayriye tüccarının Türk ticaret tarihindeki yeri ve önemi, “Millî İktisat” fikri içinde bulunmasından kaynaklanmaktadır. Başarılı olduklarını iddia etmek güç ise de bunun büyük ölçüde malî sıkıntıya bağlı olduğunu görmek gerekir. Bunlara rağmen gerek XIX. yüzyılın ikinci yarısına gerekse XX. yüzyılın başlarında bu alanda yapılan faaliyetlerin ve bir manada millî ticaret ve millî tüccar sınıfının temelidir.

Bugün Türkiye’nin sahip olduğu millî ticareti ve tüccarı oluşturmak faaliyetlerinin başlangıcını, XIX. yüzyıl başlarında teşkil edilen Hayriye tüccarında görmek ve bu şekilde değerlendirmek gerekmektedir.

Şennur ŞENEL

Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 736-743

TARİH /// YRD. DOÇ. DR. ALPAY BİZBİRLİK : “TEREKE DEFTERLERİ”


Osmanlı Devleti’nin ekonomik, sosyal ve şehircilik tarihine dair araştırmalar için özellikle XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlatılan çalışmalarda içerdiği malzemelerden dolayı kullanılması elzem olan kaynakların biri Şer’iyye Sicilleri, mahkeme kararları, zabıtlar, hüccetler, borç senetleri, emir suretleri, avarız kayıtları, mülk satışları ve narh fiyatları gibi belgelerin yanında, dağınık olarak tereke kayıtlarını da içermektedir. Bu kayıtların dışında devletin büyük merkezlerinde görülen Tereke Defterleri ve yüksek dereceli memurların tereke dökümünün yer aldığı müstakil defterler de bulunmaktadır.[1]

Tereke Defterleri, ölenlerin sosyal konumuna, medenî haline ve aile yapılarına ait bilgiler yanında, hayattaki tasarruflarındaki her türlü giyim ve kullanım eşyaları ile diğer mallarının (menkul- gayri menkul) dökümünü içerir. Bu bilgiler kaydedilirken, ölenin mallarının tahmini veya satışları sonunda gerçekleşen fiyatları da verilmektedir. Bu durum devletin yayıldığı geniş coğrafyada resmî narh ile reel fiyatların farkı ve zümreler arasındaki servet dağılımını izleyebilmek açısından önemlidir.[2] Defterlerde mallar bu şekilde fiyatları kaydedilerek verilirken, bir şey daha vurgulanmaktaydı. Bu, nerelerde üretildiklerine dair ülke, şehir veya kasaba isimlerinin de yazılmasıydı. Bu durum Osmanlı iç ve dış ticareti ile ilgili fikir vermenin yanında, ülke içi üretim merkezleri hakkında da yorum yapabilmek için bu defterlerin başvurulabilecek kaynaklar olabileceğini göstermektedir.

Tereke Defterleri bu çalışmada öncelikle kaydedilen mallar ve üretim yerlerinin değerlendirilmesi açısından incelenecek, bu konular üzerinde ortaya çıkacak tereddütler ve problemler giderilmeye çalışılacaktır. Bu çerçevede en büyük problem, aslında belgelerde tam manasıyla açıklayıcı bir bilgi bulunmayan malların üretim yerlerine göre teşhisi, dökümü, muayenesi ve fiyatlandırılması işini kimlerin ne şekilde yaptığı, dolayısıyla mallar hakkındaki tüm kayıtların güvenilirliğidir. Bu problem hakkında kaynaklarda tam manası ile açıklayıcı bir ibare maalesef yer almamaktadır. Ancak şimdiye kadar yapılan bazı araştırmalarda kadıların muhallefatı kassamlar vasıtasıyla sayıma tâbi tutup, malları yetkili bilirkişiler (ehl-i hibre) veya dellaller vasıtasıyla değerlendirme işlemine tâbi tuttuğu, böylece teferruatlı listelerin ortaya çıktığı belirtilmiştir.[3] Bu duruma benzer bir değerlendirme de mahkemedeki şahitlerin bir tür bilirkişilik yaptıkları, duruma göre bu kişilerin kimliklerinin değiştiği, yapılan işte ihtiyaç olursa ehl-i hırfetten de kişilerin şahitler arasında bulunduğu şeklindedir.[4]

Müstakil Muhallefat ve Tereke Defterleri incelendiğinde de, ölenin muhallefatının tasnifi sırasında görev alanlar arasında dellal şeklinde genel bir kayıt olduğu gibi, dellal-ı esvab, dellal-ı sarraf, dellal-ı ganem, dellal-ı cariye, dellal-ı hayvanat, dellal-ı kereste ve dellal-ı hane gibi çeşitli hallerde uzmanlaşmış kişiler malların muayenesi ve fiyatların takdiri işlerini yaparlarken, dellal-ı halli adı verilen ve sadece tasnif ve tanımlama işini yapan dellallar da vardı[5] ve bunlar mümkün olduğu kadar malların üretim yerlerini ve cinsini belirlemekteydiler. Malların tasnifi, üretim yerlerinin ve fiyatlarının belirtilmesi vs. işleri ile uğraşan bir bilirkişinin varlığının tespiti ve bütün bu işlerin herhangi bir kişi tarafından tesadüfi olarak yapılmadığını gördükten sonra belgeler üzerinde incelememize başlayabiliriz:

İlk olarak yapılan iş incelediğimiz belgelerde konumuz çerçevesin de özellikle üretim yerleri belirtilen, çoğunlukla gündelik hayatta kullanılan eşyaları listeler arasından seçerek, bu malların ilk önce Osmanlı ülkesi içinde üretilip üretilmediği ya da dışarıdan gelip gelmediğinin kayıtlar yardımı ile tespiti işlemidir.

İkinci işlemse, Osmanlı ülkesinde ve ülke dışında üretilen malların neler olduğu ve üretim merkezlerinin tespiti işlemidir ki, bu işlem sonucunda, gerek ülke dışında gerekse içinde nerelerde ne tür malların üretildiği, hangi üretim merkezlerinin daha çok tercih edildiği, ülke dışından ne tür malların geldiği vb. sorulara cevap verilmiş olunacaktır.

Bu işlemler yapılırken kullanılan belgeler Edirne’ye ait bir Tereke Defterinden seçilmiş olup,[6] 5 S. 953/7 Nisan 1546-5 B. 1033/17 Kasım 1659 arasına ait 72 adet muhallefat listesinden oluşmaktadır.

Belgelerin Değerlendirilmesi

I. Ticarete Dair Veriler

Tereke kayıtları incelendiği zaman ilk anda dikkati çeken şey, çok fazla kullanım eşyası ismi, üretim yerleri ve diğer etnografik malzemenin alt alta listelendiğidir. Bu zengin malzeme, dönemin halk ve yönetici sınıfının kültürüne, ekonomik durumuna dair yorum yapabilecek veriler sunmanın yanında, aynı zamanda ticarî hareketlilik hakkında da fikir verebilecek durumdadır. Şöyle ki, vefat edenin yaşadığı kentte üretilen mallar dışındaki malzemenin üretim yerinin belirtilmesi durumu, o malın aynı zamanda bir şekilde bulunulan yere gelmiş olduğunu, ya da tereke sahibinin üretim yerine giderek o malı aldığını, bunun yanında üretim yeri belirtilen malın orada üretilmenin yanında satılacak kadar arza sahip olduğunu da göstermektedir. İşte bu durum belgelere, Osmanlı ülkesinde kentler arası sıkı bir ticaret bağının mevcudiyetini, ülke dışında üretilen malların dış ticaret (ithalat) yoluyla ülkeye girdiğini ve satıldığını bildiren diğer verilere destekçi olma özelliği de kazandırmaktadır.

a) Dış Ticaret: yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı Devleti peyderpey genişlemeye başlamış ve yüzyılın sonlarına doğru en geniş topraklarına ulaşmış bir devlet olmasına rağmen, Batıda özellikle XV. yüzyılın sonları, XVI. yüzyılın başlarından itibaren coğrafî keşiflerin de etkili olduğu zenginlik ve takiben uluslararası yeni bir ticaret anlayışının gelişmesi durumuna ayak uyduramamış ve bu durum Osmanlı ülkesini iyi bir pazar pozisyonuna sokmuştur.

Gelişen dünya ticareti içinde iyi bir yer tutamayan devlet, sınırları dahilinde yürüyen iç ticaret ile yetinmek zorunda kalmış, dış ticarette ise hammadde ihraç etmek, karşılığında mamul madde ithal etmekten öteye bir atılımda bulunamamıştır.[7] Bu dönem dış ticaretinde devlet Batılılardan aldığı karşılığında onlara da bir şeyler sattığı için ticaret açığı o kadar vahim olmamakla beraber, doğu ile yapılan ticarette açık çok büyüktü. Çünkü oradan hep alım yapılmakta, satım o oranda büyük olmadığı için açık her zaman Osmanlı Devleti aleyhine büyümektedir.[8]

İncelediğimiz yöre ve bu yöreye ait muhallefat listeleri de yukarıda değinilen kanaatları doğrular mahiyettedir. Belgelere göre Osmanlı Devleti’nin önemli kentlerinden biri olan Edirne’ye dış ticaret yoluyla daha çok mamul malzemeler gelmiştir. Kayıtlara göre şehre ülke dışından 13 üretim merkezi mal vermektedir. Bunların çoğu Avrupa ülkeleri olup, içlerinden 4’ü Doğu Avrupa, 4’ü Güney Avrupa, 1’i Doğu Akdeniz, 1’i Batı Avrupa kent ve ülkelerindendir. Bu dönemde bazı malların menşei de “Freng” şeklinde genel bir ifade ile verilmiştir. Bu tür kayıt dışında, doğu ülkelerinden de oldukça fazla mal alındığını tereke kayıtlarındaki sayılardan anlamaktayız. Doğu ülkelerinden Edirne şehrine mal verenler İran (Acem) ve Hindistan olup, bu iki ülkeden alınan mal miktarı ve mallardaki çeşit zenginliği aşağı yukarı tüm Avrupa ülkelerine eşittir. (Bkz. Tablo II) Bu durumda Edirne örneği de tüm devlet için söylenenleri doğrular mahiyettedir. Şöyle ki XVI. yüzyılda Osmanlı dış ticaretinde Orta ve Batı Avrupa’nın payı sınırlı olup, daha çok Doğu Akdeniz, Doğu Avrupa ve Orta Doğu bölgelerinden gelen mallara yöneliş söz konusuydu.[9] Bu dönemde Osmanlı ülkesine dışardan giren işlenmiş malların büyük bir çoğunluğu henüz doğudan, özellikle Hindistan’dan geliyordu.[10] Gerçekten bu dönemde yeni güzergah keşiflerinin ve Portekiz baskısının etkisiyle doğudan mal akışı zorlaşmış ve azalmışsa da, eski güzergah hâlâ önemli ölçüde iş yapmaktaydı[11] ve bu durum ithalattaki tercihleri de etkilemekteydi.

b) İç Ticaret: Osmanlı Devleti XVI. yüzyılda Karadeniz ve çevresi, Akdeniz dünyasının büyük bir bölümü ve Orta Avrupa’ya kadar geniş coğrafyalara hükmeden geniş bir devlet görünümünde olup, aynı zamanda önemli kara ve deniz yollarını kontrol etmekteydi. Bu dönemde devlet aslında geniş ölçüde üretim yapan bir endüstriye de sahipti, hatta özellikle önemli ticaret güzergahlarında olan bölgelerde, yörenin ticaret kapasitesinin üstünde üretim yapabilen ve dışarıya mal satabilen çeşitli sanayi kuruluşları da vardı.[12]

Klasik dönem ve onu takip eden yıllarda Osmanlı Devleti’nde özellikle pahada ağır olan, işçilik ve kalitede ön sıralarda yer alan, tanınmış, ülke içinde ve dışında üretilen mallar için, kırsal alanda büyük toprak sahipleri veya bunları işletme hakkını sağlamış kimseler ile bürokrasi ve saray mensupları gibi yüksek düzeyde tüketim yaşantısına sahip müşteriler de vardı.[13] Bu parasal olarak

güçlü ancak talep olarak daha seçici müşteri kitlesi yanında kırsal alanda yaşayan köylü ve şehirlerdeki orta tabaka halk ve görevliler topluluğunun oluşturduğu daha geniş bir kitlenin varlığı daha büyük bir talep ve arz ilişkisi oluşturmakta, bu da ülke içi ticarette hareketliliğe sebep olmaktaydı.

Edirne örneğinde, tereke listelerine göre, şehre, ülke içinde 37 farklı bölgeden mal gelmiş, bunlar alınıp satılmıştır. Bu üretim merkezlerinin çoğu, Anadolu kent ve kasabalarından olup, İstanbul dahil toplam 14 olan üretim yerlerinin 6’sı Marmara, 2’si Orta Anadolu, 3’ü Ege, 2’si Karadeniz ve 1’i Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yer almaktadır. Bu grubu Cezayir’den Suriye’ye kadar olan Orta Doğu-Arap bölgelerine ait kent ve kasabalar takip ederler. Bunların sayısı 10’dur. Üçüncü olarak Rumeli ve Doğu Avrupa’daki Osmanlı kent ve kasabaları gelir. Sayıları 9’dur. Dördüncü grup olarak Osmanlı hakimiyetindeki adalar gelir. Sayıları 2’dir. Son olarak 1 üretim merkezi ile Karadeniz’in kuzeyi ve yine 1 üretim merkezi ile Kafkasya bölgeleri bu grupları takip etmektedirler.

İncelediğimiz dönemde Edirne kentine gelmiş ve muhallefat listelerine girmiş olan malların fiyatlarına ve çeşitliliğine göre bir ayrıma gidildiğinde de, Anadolu’daki Bursa dışında Orta Doğu ve Mısır’daki üretim merkezlerinin açık bir üstünlüğü söz konusudur. En azından Edirne kentinde tüketim tercihi açısından, Anadolu, Orta Doğu ve diğer geleneksel üretim merkezlerinin tercih edilmediği görülür. Ayrıca kent Rumeli bölgesinde olmasına ve taşıma ücretlerinin yakın üretim merkezlerinden mal getirilince daha ucuz olmasına rağmen Selanik hariç çevre üretim merkezlerinden fazla mal gelmediği, üretim merkezlerinin Anadolu ve Orta Doğu bölgelerindekilere göre sayıca az ve üretim çeşitliliği açısından zayıf olduğu görülmektedir.

II. Terekelerde Geçen Mallar (Üretilenler-Üretim Kolları)

a) Dış Ticaretle Gelenler (İthal Edilenler) ve Üretim Kolları: Yukarıda değinildiği gibi Edirne kentine gelen ve alışverişe sunulmuş olan mallardan bazıları da dış ticaret yoluyla ülkeye girmekteydi. Bu mallardan çoğu genel kanaate uygun olarak mamul mallardan oluşmaktadır. Bu mallar dışında pahalı bir ihtiyaç olan baharat ve gıda (tuz) maddeleri de ülkeye girmekteydi. Doğu ülkeleri ile Batı ülkelerinden gelen mallara bakıldığında, bir iki istisna dışında pek büyük fark görülmemektedir. Gerek doğudan, gerekse batıdan Osmanlı Devleti’ne gelen malları üreten üretim kolları ülke içinde de oldukça güçlü dokuma, tekstil, toprak sanayi ve dokuma sanayiine bağlı boya sanayi olduğu görülmektedir. Bunların dışında ülke içinde bir öncekiler kadar yaygın olmasa da faaliyet gösteren değerli maden işletmeciği (kuyumculuk), silah sanayi, kağıt sanayi ve optik malzeme üretim kollarının ürettiği mallar da muhallefat listelerinde ithal edilen mallar arasında kaydedilmektedir. Üretilen ve ticarete konu olan mallara gelince, bunların başında çeşitli renk, kalite ve fiyatta olan kumaşlar gelmektedir. En çok zikredilen mal olan kumaşlarda bu dönemde Batının Doğuya yavaş yavaş üstünlük kurmaya başladığını Edirne kayıtlarından da anlamaktayız.[14]

Bu dönemde Edirne örneğinde, İtalyan devletlerinin Osmanlı Devleti’ne mal verenler arasında sayısal olarak üstünlüğü varsa da, mal çeşitliliği açısından üstünlük söz konusu değildir. Bu devletlerden dokuma mamulleri[15] ve Venedik’ten olmak üzere ayna alınmaktaydı. (Bkz. Tablo II)

b) Yerli Üretim ve Üretim Kolları: Belgelerin ait olduğu dönemde Osmanlı Devleti’nin çağın koşullarına göre ileri bir sanayie sahip olduğu bilinmektedir. Geleneksel özelliğini kaybetmemiş çoğunlukla el emeği temelli üretim ülkenin ihtiyaçlarına cevap vermekte, hatta fazlalık vererek ihraç edilmekte idi. Özellikle dokuma sanayii epeyce büyümüştü. Bu sanayi kolu halkın bütün giyim ihtiyaçlarını karşıladığı gibi mamulleri Avrupa’da da talep edilmekte idi.[16] Muhallefat kayıtlarına bakıldığında Edirne kentine dokumacılık dışında mal veren üretim kolları, giyim sanayi, toprak sanayi, demircilik, silah sanayi, dericilik, kuyumculuk ve kumaş boyama sanayiidir.

Dokuma sanayiinin ülke çapında belli başlı merkezleri, Isparta, Afyon, Denizli, Bursa, Balıkesir, Konya, Ankara, Halep, Trabzon, Şam, Anteb, Malatya, Mardin, İstanbul ve Selanik’tir.[17] Mardin, Musul ve Bağdad pamuklularıyla; Halep, astar, işleme, yazma, ipekli, altın ve gümüş sırmalı kumaşlarıyla; Şam, ipeklileriyle; Bursa, ipekli, kadife, alaca, fitil, ibrişim, çatma gibi dokuma çeşitleriyle; İstanbul, diba, kadife, alaca, kemha, ibrişim, aba ve soflarıyla;[18] Kastamonu, ketenleriyle;[19] Edirne, çuha dokumasıyla; Şam, Menemen ve Sakız, çeşitli dokumalarıyla;[20] Filibe, Tırnova ve Balıkesir, aba dokumacılığı ile;[21] Ankara soflarıyla;[22] Manisa, Denizli, Borlu, Diyarbakır, Tokat, Kastamonu, Musul, Kayseri, Beyşehir, boğası, astarlık ve alaca gibi pamuklu dokumalarıyla[23] ünlü olan Osmanlı kentleriydiler. Dokuma sanayiine bağlı olarak gelişmiş ve dünyaca ün kazanmış bir başka üretim kolu daha vardır ki, o da boyacılıktır. Anadolu’da ki boyahaneler XVI. yüzyıldan başlayarak Tokat, Çorum, Merzifon, Ankara, Kayseri, Adana, Urfa, Malatya, Maraş, Anteb gibi belli başlı şehirlerde toplanmıştır.[24]

Tereke kayıtlarına bakıldığında, yapılan karşılaştırma sonucunda çoğu benzeşmelerin yanında, bazı farklılıkların olduğu da görülmektedir. Listelere göre; Yanbolu, İmroz, Selanik ve Tırnova önemli kebe üretim merkezi, Bursa, Mısır, Şam, Bağdad, Tire, Haleb ve yine Selanik ise ipekli ve pamuklu olmak üzere çeşitli kumaşların üretildiği, bunlar kadar çeşitli olmasa da, İmroz, Tokat, Göynük, Ermenek, Tire, Musul, Kıbrıs, Hicaz, Cezayir, Çine, Şirvan, Gazze, Humus, Bilecik, İzladi, Muğla ve Urfa dokumacılık sektörünün kuvvetli olduğu üretim bölgeleridir. Bunlar dışında Kütahya ve İznik’de toprak sanayiinin gelişmiş olduğu görülmektedir. Selanik, Bursa, Bağdad, İstanbul ve Haleb kentleri dokumacılıkta öncü üretim merkezleri olmak yanında, aynı zamanda önemli boyacılık merkezleridir ve bu merkezlerde üretilen çeşitli renklerdeki kumaşlar devletin diğer kentlerinde olduğu gibi Edirne pazarlarında da satılmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Alpay BİZBİRLİK

Celal Bayar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 731-735

Osmanlı Devleti’nde Ticaret ve Üretime Dair Değerlendirilebilir Bir Kaynak: “Tereke Defterleri” ve Edirne Tereke Defterleri Üzerine Bir Deneme

TARİH : OSMANLI DEVLETİ’NDE MEYDANA GELEN KITLIKLAR


Kıtlık, kelime manası olarak herhangi bir ihtiyaç maddesinin (yiyecek, içecek, yakacak, giyecek vb.) veya hizmetin (sağlık, eğitim, emniyet vb.) temininde yaşanılan güçlüktür. Ancak ıstılah olarak, daha çok yiyecek maddelerinin bazı nedenlerle piyasa ortamında veya stoklarda çok az bulunması olarak anlaşılmaktadır.

Kıtlıkların doğal şartlara bağlı olarak ne zaman, nerede ve hangi şartlarda ortaya çıkacağı önceden bilinemediği ve ölümcül neticeler verdiği için aynı zamanda bir afet olarak değerlendirilir. Kıtlıkların ortaya çıkmasına sebep olan olaylar oldukça fazladır ve bu olaylar da çoğu kere bir doğal afettir. Zira, sel, yangın, kuraklık, deprem, salgın hastalık (insan, hayvan ve bitkilere bulaşan salgın hastalıklar) ve aşırı soğuk ve sıcakların da kıtlık olaylarına yol açtığı bilinmektedir. Kıtlıklar, siyasî ve sosyal olaylarla da yakından ilgilidir. Herhangi bir bölgenin büyük güçlerin çatışma alanı içerisinde kalması veya orduların güzergâhı üzerinde bulunan yerleşme yerlerinde, bir çatışma anında veya ordunun bölgeden geçişi sırasında kıtlık olayları yaşanabilir. Eşkıyalık faaliyetleri, iç isyanlar ve herhangi bir nedenle toplum içerisinde yaşanan iç huzursuzluk olayları sırasında da insanlar bir müddet ziraî üretim faaliyetlerini askıya alabilir, bölgeyi terk edebilir veya ekili alanlar tahrip edilebilirdi. Bu tür olayların arkasından da kıtlıklar yaşanmaktadır. Bu sebeple kıtlık olayları, bir doğal afetle (deprem, sel, salgın hastalık vb. ) bağlantılı olarak ortaya çıkmaları durumunda insanların iradesi dışında olduğu için doğal afet olarak kabul edilir. Ancak, siyasî ve sosyal olayların (savaş, muhasara, eşkıyalık faaliyeti vb. ) sonucunda ortaya çıkması durumunda insanların iradesi dahilinde olduğu için bir afettir, ancak doğal değildir.

Kıtlıklar, sadece kıtlık döneminde kendini hissettirmemekte ve etkisi sadece bu olayın meydana geldiği anda olup bitmemektedir. Bunların ortaya çıkardığı, sosyal ve iktisadî meseleler, toplumları ve devletleri uzun süre meşgul etmektedir. Zira büyük sıkıntılara yol açan bir kıtlıktan sonra bu olaydan etkilenen insanların yeniden düzenli hayata geçişleri uzun zaman almaktadır. Bu geçiş süresinde birtakım sosyal huzursuzlukların yaşanacağı da muhakkaktır. Bundan dolayıdır ki, Osmanlı Devleti’nin sosyal ve iktisat tarihi açıklanırken, kıtlıkların bu tarihin şekillenmesine katkısının da ortaya koyulmasının gerekli olduğu kanaatindeyiz.

I. Osmanlı Devleti’nde Kıtlık Olayları

Aşağıdaki tabloda Osmanlı Devleti’nin hakim olduğu coğrafyada tespit edebildiğimiz kıtlık olayları kronolojik sıra içerisinde verilmiştir. Bu kıtlık olaylarından bir kısmının sebebi tam olarak kaynaklarda belirtilmemektedir. Sadece kıtlık olayının belli olduğu ancak sebebini tam olarak tespit edemediklerimiz konusunda bir yorum yapma yolunu tercih etmedik. Ancak sebebi tam olarak belli olan kıtlık olayları ayrı bir sütun halinde verilmiştir.

Osmanlı Devleti’nde kıtlık olayları verilirken kıtlığın ortaya çıkmasına sebep olan olaylar bir ayrıma tabi tutulmamıştır. Ancak ağırlıklı olarak bir doğal afetle birlikte ortaya çıkan kıtlık olayları değerlendirmeye alınmıştır. İnsanların iradesi dahilinde ve özellikle sosyal ve siyasi nedenlerle ortaya çıkan yani beşerî olanlardan ise önemli addedilenler de bu çalışmanın kapsamı içerisine dahil edilmiştir.

II. Kıtlık Olaylarının Değerlendirilmesi

Osmanlı Devleti’nde 1560-1845 yılları arasında meydana gelen kıtlık olaylarından tespit edebildiklerimiz yukarıda verilmiştir. Bu kısımda yukarıdaki bilgilere göre; kıtlık olaylarının sebepleri, alınan tedbirler ve kıtlık olayları sırasında karşılaşılan usulsüzlükler üzerinde genel bir değerlendirme yapılacaktır. Ancak İstanbul’da zahire ve diğer ihtiyaç maddeleri hususunda yaşanılan kıtlık olayları diğer olaylardan farklı bir hüviyet arz etmektedir. Bu sebeple, İstanbul’daki kıtlık olaylarının sebepleri ve mahiyeti üzerinde ayrı olarak durmamız gerekmektedir.

1. İstanbul’daki Kıtlık Olaylarının Mahiyeti ve Sebepleri

Yukarıdaki olaylar incelendiğinde bir çoğunun İstanbul zahiresinin teminine yönelik olduğu görülecektir. Bu durum doğaldır. Zira devletin payitahtı olan İstanbul, devrin en kalabalık şehirlerinden biridir. XVI. yüzyılda şehrin nüfusu 400.000-500.000 kişi civarında idi.[1] Merkezî otoritenin burada bulunması sebebiyle asker ve bürokrat nüfus bakımından kalabalık, halkı ise daha çok ticaretle meşgul olmaktadır. Bundan dolayı, diğer taşra şehirleri gibi etrafında şehrin ihtiyacını karşılayacak ziraî faaliyetlerin gösterilmesi beklenemezdi. İstanbul’un coğrafî konumu da ekilebilir alanların genişliğine imkân vermemektedir.

Bütün bu sebepler yüzünden, devletin hemen hemen bütün bölgelerinden İstanbul’a zahire nakli yapılmıştır. İstanbul’daki kıtlık olayları iyice incelendiğinde, şehrin muhtemel bir sıkıntı içerisine girmesi yani daha henüz ortada bir kıtlık olayı yaşanmasa bile, İstanbul’un zahire husûsunun umûr-ı mühimmâtdan olduğu belirtilerek zahire toplama ve nakil işini gerçekleştirecek görevlilerin görevlerini layıkıyla yerine getirmeleri isteniyordu.

Bu durum Osmanlı Devleti’nin temel ekonomik prensiplerinden biridir. Üretimin öncelikli hedefi ülke ihtiyaçlarının karşılanmasına yöneliktir. Ürünler, önce ilgili bölgenin ihtiyaçlarına sarf ediliyor, daha sonra İstanbul’un zahire ihtiyaçlarına ayrılıyor, bir kısmı ise diğer ihtiyacı olan yerlere gönderilebiliyordu. Bunlardan artan fazla mal kalmış ise belli iç gümrük resimlerini ödemek kaydıyla tüccarlar tarafından götürülmesine veya ihraç edilmesine müsaade edilirdi.[2]

İstanbul zahiresinin akibeti dışarıdan gelecek zahirelerin düzenli olarak sevkine bağlı olduğu için bu sevkıyat işindeki en küçük bir aksama şehirde sıkıntı yaşanmasına sebep oluyordu. Bu gibi durumlarda hâlâ mahrûse-i İstanbul’da zahire husûsunda ziyâde muzâyaka olmağın şeklinde başlayan birçok hükmün ilgili bölgelere gönderilerek zahire toplama ve nakil işinin acilen yerine getirilmesi tenbih ediliyordu. Bu sebeple, İstanbul’da bu dışa bağımlılık yüzünden büyük çaplı bir kıtlık olmasa da kısa süreli sıkıntılar yaşanmıştır. Ancak 1574-1577 yıllarında İstanbul şehrinin ciddî sayılabilecek bir kıtlık yaşadığını söyleyebiliriz.

İstanbul zahiresinin toplanması ve sevkıyatı sırasında bazı usulsüzlükler yaşanmıyor da değildi. Bu usulsüzlükler hakkında aşağıdaki birkaç olay örnek olarak verilebilir.

Kili, Akkerman ve Silistre bölgesinde Dergâh-ı Mu’allâ çavuşlarından birisinin İstanbul zahiresi için o taraflara gelen gemicilerin parasını alıp İstanbul’a gitmelerini engellediği duyulmuş, bunun üzerine Kili, Akkerman ve Silistre sancakbeyi ve kadılarına yazılan 8 Kasım 1593 tarihli hükümlerle, bu konu ile ilgilenmeleri ve tahkik ederek merkeze bildirmeleri istenmiştir. Ayrıca kendi bölgelerinden serdar tarafına gönderilen zahirenin geri kalan kısmını da İstanbul’a göndermeleri emredilmiştir.[3]

İstanbul’a zahire getiren gemilerin zaman zaman eşkıyalar tarafından yağma edildiğine rastlanmaktadır. Mesela, eşkıya taifesi, Karadeniz’den buğday, arpa, bal, yağ vs. zahire yükü ile İstanbul’a gelen rençber gemilerini Beykoz taraflarında gece ateş yakarak karaya oturtmak suretiyle yağmalamışlardır. Bu konuda Üsküdar, Galata ve Hâsslar kadılarına gönderilen 8 Kasım 1593 tarihli hükümle, geceleri sahilde ateş yakılmaması için gerekli tedbirleri almaları istenmiştir.[4]

Zahire sevkiyatı yapan gemicilerin de bu sevkıyat sırasında bazı usulsüzlükler yaptıkları görülmektedir. Meselâ, İstanbul zahiresi için Mısır’dan pirinç, keten, fulful vs. zahire yükleyen Yarıca ve Karamürsel gemilerinin reisleri doğruca İstanbul’a gelmeleri gerekirken yol üzerindeki kazalara uğrayıp bu zahireleri burada sattıkları duyulmuştur. Bunun üzerine Gelibolu’ya kadar olan yalılardaki kadılara gönderilen 8 Temmuz 1594 tarihli bir hükümle, kazâlarına uğrayan gemilerin zahire satmalarına izin vermemeleri emredilmiştir.[5]

İstanbul’un ihtiyacı için gerekli olan zahireyi toplamakla görevlendirilen Dergâh-ı Ali çavuşlarının bazen halkı fazlasıyla sıkıntıya sokacak davranışlar içerisine girdiği de görülebiliyordu. Ancak zahire toplanması sırasında halkın elinde kendi geçimlerini sağlayacak miktarda zahire kalmasına merkezî otorite tarafından özellikle dikkat edildiği de gözlemlenmektedir. Nitekim, Çorlu tarafında zahire toplayan çavuşun halkın elindeki bütün zahireyi almak istemesi ve onlara baskı yaptığının Çorlu kadısı tarafından merkeze bildirilmesi üzerine, halkın kendi ihtiyaçlarına karşılayacak kadar zahireyi ellerinde bulundurmalarını sağlaması ve fazla zahireyi Rodosçuk iskelesine gelecek gemilere narh-ı rûzî üzere satmaları kendisine gönderilen 15 Ekim 1593 tarihli bir hüküm ile istenmiştir.[6]

Bütün bu değerlendirmelerin ardından İstanbul’daki kıtlık olaylarının sebeplerini şöyle sıralamak mümkündür.

Coğrafî konumunun şehrin etrafında ziraî faaliyet yapılmasına çok uygun olmaması. İstanbul ve çevresi ziraat ve hayvancılık bakımından oldukça fakir bir konumdadır. Etrafında geniş ziraat alanları ile hayvancılığa elverişli geniş yaylak ve kışlaklar bulunmamaktadır. Hatta İstanbul su kaynakları itibarıyla da çok fakirdir. Zaman zaman İstanbul’un su sıkıntısının had safhada olduğu bilinmektedir.

Devrin dünyaca ünlü şehirlerinden biri ve 500. 000 civarında kalabalık bir nüfusa sahip olması. İstanbul, XVI. yüzyılda da bir metropoldür.

Köklü tarihî geçmişinde devamlı olarak merkezî hükümetleri bünyesinde bulundurması ve bu sebeple daha çok bir asker ve bürokrat şehri olması ve bu yüzden kendi kendine yetecek ziraî faaliyeti yapacak nüfusun bulunmaması.

Büyük şehirler, bir sosyal kural olarak tarihin her devrinde ve bugün, devamlı olarak taşradan gelecek zahire ile yiyecek ihtiyaçlarını temin etmişlerdir. Bu itibarla metropollerin etrafında âdeta o şehrin zahire deposu olarak kullanılan illerin ve yerleşim yerlerinin kurulduğu görülmektedir.

İstanbul’un zahire deposu Anadolu’da Bursa, İznik, Eskişehir (Sultanönü), Bolu, Rumeli’de ise Edirne, Filibe, Sofya, Eflak-Boğdan vs. illerdir.

Bütün bunların dışında doğal olayların arkasından gelen kısa süreli kıtlık olayları, diğer bütün yerlerde olduğu gibi İstanbul’da da yaşanıyordu. Meselâ, 1573 kışında İstanbul’a bir iki gün kar yağmış ve fırtına çıkmıştır. Bundan dolayı ekmekçiler, zahire yokdur diyerek narhı yükseltmeye çalışmışlar ve şehirde kısa süreli bir sıkıntının yaşanmasına sebep olmuşlardır. Bu sıkıntı, İstanbul dışındaki yerlerden un getirilmesi ile atlatılmış ve fırıncılara taviz verilmeyerek fiyatlar yükseltilmemiştir.[7] 1595 Ocak ayı içinde yaşanılan şiddetli soğuk ve fırtına sebebiyle İstanbul’a zahire ve hububat getiren gemiler gelemez olmuş, değirmenler çalışamamıştır ve şehirde yine ciddi bir ekmek sıkıntısı baş göstermiştir. Bu sıkıntıdan dolayı daha önce 2 akçeye satılan ekmek 3 akçeya satılır hale gelmiş ve hiç kimse narha uymayarak istediği malı istediği fiyata satmaya çalışmıştır.[8]

Bütün bunların yanı sıra, doğal sebeplere bağlı olarak çıkan kıtlıkların İstanbul’u fazlasıyla etkilemediği ve zahire sevkıyatının cok ciddî tedbirler alınarak yapıldığını söylemek mümkündür. Meselâ, 1585 yılında Rodos’ta kıtlık olması sebebiyle buraya giden zahire gemilerinin, Rodos’a gönderilmeyip İstanbul’da da zahire sıkıntısı çekildiği için İstanbul’a gönderilmesi istenmiştir.[9]

İstanbul zahiresinin diğer bölgelerden toplanması sırasında Dergâh-ı Mu’allâ çavuşlarından bir veya birkaçı görevli olarak zahire toplanması gereken yerlerde bulunmuşlardır. Bu çavuşlar, bulundukları bölgelerden halkın kendi ihtiyaçları dışındaki zahireyi topluyor ve bunların defterini tanzim ediyorlardı. Bu işte devletin birinci derecedeki muhatabı ise kadılardır. Zira kazâlarda görev yapan kadıların, nezil ve sürsat zahiresi toplama işinde de devamlı olarak ön planda olduğu bilinmektedir. Kadılar ve çavuşların topladıklar bu zahireler genellikle, ilgili kazâya en yakın iskeleye indirilerek orada bulunan gemilere yükleniyordu. Zahirelerin bedelleri ya gemi reisleri tarafından narh-ı cârî veya narh-ı rûzî yani günlük piyasa fiyatı üzerinden satın alınıyor veya zahire sahiplerinin vekilleri bizzat merkeze giderek zahire bedellerini teslim alabiliyorlardı.

İstanbul’un zahire ihtiyacının temini hususunda hiçbir ayırım yapılmadan her bölgeden zahire toplanabiliyordu. Ancak bu konuda en önemli yükü Eflak ve Boğdan’ın çektiği anlaşılmaktadır. Zira Eflak ve Boğdan, kanun gereği bu sevkıyatı yapmakla mükellef idi. Eflak ve Boğdan’da kıtlık olsa bile bu zahire sevkini eksiksiz olarak yerine getirmeye çalışıyorlardı. Nitekim 1560 yılında kuraklık sebebiyle Eflak ve Boğdan’da kıtlık yaşanmıştır. Buna rağmen eski üründen depolanmış zahire fermân-ı şerîf gereğince İstanbul’a sevkedilmiştir.[10] Şayet artan zahire olursa diğer bölgelere de gönderebiliyorlardı. Yağ ihtiyacının ise büyük ölçüde Kefe taraflarından sağlandığı anlaşılmaktadır.[11] Ancak zahire temini hususunda yukarıda da izah ettiğimiz üzere devletin bütün bölgelerinden yardım talep edilebiliyordu.

İstanbul’da yaşanılan kıtlık olaylarının sebeplerini bu şekilde izah ettikten sonra şimdi genel olarak kıtlık olaylarının sebepleri üzerinde durabiliriz.

2. Kıtlıkların Ortaya Çıkmasına Sebep Olan Olaylar

Kıtlıkların ortaya çıkmasına sebep olan olayları doğal ve beşerî olarak iki ana başlık altında incelemek mümkündür. Doğal sebepler, tabiatın iç dinamiklerinden ortaya çıkan kuraklık, çekirge ve tarla faresi istilası; ekilebilir alanların yetersizliği, iklim şartları ve coğrafî mekândır. Beşerî sebepler ise; kaçakçılık, karaborsacılık, muhasara altında kalma, savaş, göçler ve görevlilerin suistimali olarak sıralanabilir.

A. Kuraklık

Kıtlığa sebep olan doğal olayların başında yağmursuzluktan kaynaklanan kuraklık (kıllet-i bârân) gelmektedir. Yağmurların yeteri kadar yağmaması, istenilen verimin alınmamasına sebep olmuş ve kuraklığın ardından kıtlık olayları yaşanmıştır. Yeterli miktarda zahire stoklarının olmaması durumunda kurak geçen bir yılın ardından özellikle ziraî ürünler bakımından kıtlık olayının yaşanması kaçınılmazdır.

Kıtlık olaylarının çoğu, beşerî bir etken yok ise kuraklık olayından sonra yaşanmıştır. Birçok kıtlık hadisesinin kaht u galâ olarak anılması da bunu teyit etmektedir. Zira kaht, daha çok yağmursuzluktan kaynaklanan kıtlık olayı olarak kabul edilmektedir. Ancak kuraklık olayından kaynaklanmayan bazı kıtlık hadiselerinin de kaht u galâ olarak kaydedilebileceğini ayrıca belirtelim. Hububat ziraati ve elde edilecek mahsulün miktarı, toprağın verimliliği kadar ekimi yapılan ürünün ziraati için uygun iklim şartlarının oluşması ile ilgilidir. Coğrafi şartlar, değişmeyen unsur olduğu için şiddetli soğuk, don, şiddetli sıcak, yağmursuzluk, dolu gibi doğal olaylar, tarihin her devrinde ziraatı etkilemektedir. Ekimi yapılacak her ürünün değişik iklim ve hava şartları olabilir. Bu sebeple ekimi yapılacak ürüne göre hava şartlarının uygun olduğu senelerde mahsül fazla alınmış, bu şartların uygun olmadığı senelerde ise ya yetersiz ürün alınmış ya da bazı bölgelerde hiçbir ürün alınamayarak büyük kıtlık olayları yaşanmıştır.

B. Ekilebilir Alanların Yetersizliği ve Dışa Bağımlılık

Bazı bölgeler, coğrafî özelliklerinden dolayı, ekilebilir alan bakımından yetersizdir. Bunun en güzel örneği İstanbul’dur. Bu diğer büyük şehirler için de böyledir. Büyük şehirlerin zahire temini büyük ölçüde dışarıdan yapılacak sevkıyata bağlı olduğu için bu sevkıyattaki en küçük bir aksama kıtlık olayına yol açabiliyordu. Bunun dışında Osmanlı Devleti’nin üzerinde bulunduğu coğrafyanın bazı bölgelerinin de doğal olarak tarım, hayvancılık ve diğer zirai faaliyetlere gerek toprakların verimsizliği ve gerekse iklimin müsait olmaması yüzünden imkan tanımadığını söylemek mümkündür.

Büyük dağ silsilelerinden; Atlas Dağları, Lübnan Dağları, Toroslar, Anti Toroslar, Kuzey Anadolu Dağları, Kafkas dağları, Rodop Dağları, Balkan dağları ve Dinarik Alpleri tamamıyla Osmanlı coğrafyası içindeydi. Bu dağ silsilelerinin Osmanlı coğrafyası içinde bulunması ekilebilir alanları daraltıyordu. dağların yüksek ve kayalık olan kısımları, ormanlarla örtülü yamaçları ziraat ve hayvancılık faaliyetleri için uygun değildi. dağların fazla eğimli sırt ve yamaçları da hububat ziraatine elverişli olmayan, ancak hayvan sürülerinin beslenmesine uygun geniş meralar ve otlaklar halindedir. Akdeniz’in güneyinde uzanan Büyük Sahra’nın kuzey kısımları ve doğusundaki Suriye ve Arabistan Çölleri, Karadeniz’in kuzeyinde Orta Asya steplerinin devamı sayılan Rus steplerinin bir kısmı da Osmanlı coğrafyasının içinde idi. Bunlar da doğal olarak ekilebilir alanları daraltıyordu.[12]

İstanbul’un dışında Kudüs, Halep, Uzeyr ve Habeş’in de ekilebilir alan bakımından yetersiz oldukları anlaşılmaktadır. Bundan dolayı 1572 baharında zahire satan tüccarların Kudüs’e gidip zahire satmaları için gayret gösterilmiştir.[13] Habeş’te ise muhtaç olunan zahire 1574 yazında vilâyet asilerinden alınmış buna karşılık onlara bez verilmiştir.[14] Aynı şekilde 1579 yılında Halep ve Uzeyr’de yaşanan kıtlık olayı buradaki ekilebilir alanların ihtiyaca cevap verecek büyüklükte olmaması ve kuraklık yüzünden olmuştur.[15]

C. Çekirge ve Tarla Faresi İstilası

Kıtlıkların ortaya çıkmasına neden olan doğal olaylardan bir diğeri, çekirge ve tarla faresi istilalarıdır. Kır çekirgesi ya da tarla çekirgesi olarak adlandırlan çekirge cinsleri, daha çok yarı kurak bölgelerde yaşar ve büyük sürüler halinde göç ederek tarlaları yağmalar. Zararlı çekirge cinslerinin milyonlarcası bir araya toplanarak bir bulut halinde göç eder ve geçtikleri yerlerdeki bütün ekili alanları yağmalarlar. Çöl Çekirgesi veya Sudan çekirgesi olarak bilinen türünün Anadolu’ya gelerek sadece tahılları değil bütün bitki örtüsünü yok edecek derecede zarar verdiklerine rastlanmıştır. Bunun yanı sıra Afrika göçmen çekirgesi olarak bilinen türü de ekinlere zarar veren türdendir.

Çekirgeler, sonbahar gelince karın bölümlerindeki yumurta borularını toprağa sokarak yumurtalarını yerdeki bir deliğe bırakırlar. Bazı türleri yumurtanın dış etkenlerden zarar görmemesi için yumurta topraklarının üstünü zamk gibi bir madde ile kaplarlar. İlkbaharda topraktan çıkan larvalar yaz sonunda erişkin duruma gelirler. Çekirgeleri üremesi o kadar çabuk olur ki kısa sürede bir çekirge ordusu 200 katına kadar ulaşabilir. Ancak ölüm oranlarının yüksek olması sayılarının belli bir düzeyde kalması sonucunu doğurur.[16]

Çekirge ve tarla faresi istilasına uğrayan bölgelerdeki hububat büyük oranda telef olmuş ve kıtlıklar yaşanmıştır. Mevcut kaynaklarımıza göre 1571 yılında İznik, Yenişehir, Akhisar, Geyve[17] ve Peçin’de,[18] 1572-1576 yıllarında Kıbrıs’ta,[19] 1578 yılında ise Kefe’de,[20] 1586 yılında Çorum’da, 1756-1758 yıllarında Hüsrev Paşa ve Beyat Menzili,[21] 1802 yılında Bursa’da,[22] 1822 yılında Kırım’da[23] ve 1845 yılında Bağdat’ta[24] çekirge istilası sebebiyle büyük kıtlık hadiseleri yaşanmıştır.

1595 yazında Kudüs’te ve fare istilası sebebiyle ekin alınamamış ve ciddi sayılabilecek bir hububat sıkıntısı yaşanmıştır.[25]

Ç. Ziraî Hastalıklar

Kıtlıklara sebep olan bir diğer olay ekinlerin çürümesine sebep olan ziraî hastalıklardır. Meselâ, 1576 yılında Van’da yaşanan büyük kıtlık olayının sebeplerinden birisi de ekinlere vuran yerâk (sam) hastalığıdır. Van beylerbeyi merkeze mektup göndererek, vilâyet-i Van’a müte’allik yerâk bu sene de zira’atlerine akın irişüp Van’da etmek ve arpaya muzâyaka olduğunu bildirmiştir. Bunun üzerine kendisine gönderilen 1 Mart 1576 tarihli bir hüküm ile, depolanmış olan mîrî terekeden kul taifesine ve şehir ekmekçilerine ve diğer görevliler ile halka adaletli bir şekilde yeteri miktarda buğday dağıtması istenmiştir.[26]

D. Coğrafî Mekân

Bazı bölgelerde ziraî faaliyetler bulundukları coğrafî mekânla sıkı sıkıya ilgilidir. Meselâ, nehirlerin etrafındaki ziraî faaliyetler bu nehrin debisi ile doğru orantılı olarak artıp azalabilmektedir. Bunun yanı sıra, üzerinde yaşanılan toprakların iklimi de yine üretimi olumsuz yönde etkileyebilir.

Meselâ, 1572 yılından önce Nil nehrinin sularının fazla yükselmemesi sebebiyle su kanallarına su akmaması etrafındaki ziraî alanların yeteri kadar sulanmamasına sebep olmuş ve bu yüzden şiddetli bir kıtlık olayı yaşanmıştır. 1572 yılında nehrin sularını yükselmesi ile bu durum son bulmuştur.[27]

Bunun yanında, yukarıda da kısmen değindiğimiz üzere; iklim ve toprağın verimliliği de coğrafi mekana göre değiştiği için zirai faaliyetleri ve bu bağlamda ürünün miktarını da etkilemiştir.

E. Karaborsacılık (Muhtekîrlik)

Bütün toplumlarda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da haksız kazanç sağlamak isteyen bazı kişilerin piyasadan yiyecek maddelerini biraz yüksek fiyat vererek toplayıp, bunları daha sonra çok daha yüksek fiyata satmak üzere depoladıkları görülmektedir. İşte piyasadan çok fazla yiyecek maddesinin bu yolla çekilmesi, arzın talepden az olmasına sebep olmuş tabiatiyla kıtlık olayları yaşanmıştır.

Mesela, 1596 yılında Tire ve çevresinde bazı muhtekirlerin 1-2 akçe fazla fiyatla zahire toplayıp depolamalarının kıtlığa yol açtığı görülmektedir.[28]

1596 yazında İstanbul ve çevresindeki kuraklık sebebiyle, sular çekilmiş ve çeşmeler kurumuştur. Bundan dolayı yiyecek sıkıntısı çekilmeye başlanmış ve durumu fırsat bilen karaborsacılar (mutekîrler) zahire ve her türlü yiyecek maddesini saklayarak fazla fiyatla satmaya başlamışlar ve kıtlığın etkisinin daha şiddetli bir şekilde hissedilmesine sebep olmuşlardır.[29]

1600 mart-nisan aylarında muhtekirlerin her türlü zahireyi depolayıp fazla fiyata satmaları narh-ı cari ve bu konudaki hükümlere uymamaları halkın büyük bir kıtlık çekmesine sebep olmuştur.[30]

1757 yılında bütün Kuzeybatı Anadolu şehirlerinde hissedilen kıtlık olaylarının sebebi olarak da yine karaborsacılık faaliyeti olduğu ifade edilmektedir.[31]

F. Kaçak Zahire Alım-Satımı

Osmanlı Devleti’nde halkın elinde bulunan zahirenin alımı ve bunların satışı belli kurallara bağlı idi. Özellikle sınır bölgelerinde bu işe çok daha fazla önem verilerek düşman tarafına zahire ve özellikle harp malzemesi veya harp malzemesi ile ilgili ham madde vs. satılmasına izin verilmiyordu. Ancak kaçak zahire satımı sıkça görülmekteydi. Bu itibarla kaçak zahire toplanan bölgelerde kısa süreli kıtlık olayları yaşanıyordu. Meselâ, 1579 yılında İskenderiyye ve Podgariçe’de yasağa aykırı olarak düşman tarafına zahire gönderilmesi veya satılması sebebiyle zahire sıkıntısının yaşandığı belirtilmektedir.[32]

1596 yılında Sakarya Nehri yoluyla Mihaliç’e gelen bazı gemilerin İstanbul’a zahire aluruz diyerek halktan zahire satın aldıkları ve bu zahireyi düşman gemilerine sattıkları, bundan dolayı bölgede zahire kıtlığı çekildiği görülmektedir.[33]

G. Siyasî ve Sosyal Sebepler

Sınırlarda bulunan kalelerin veya şehirlerin etrafındaki ziraî alanlarda üretimin çok düzenli olarak yapılmadığı bilinmektedir. Devamlı olarak bir muhasara tehlikesi yaşayan veya fiili olarak muhasarada kalan bölgelerde zahire sıkıntısının çekilmesi doğaldır. 1578-1590 yılları arasında yapılan Osmanlı- İran savaşlarında özellikle Gürcistan, Şirvan, Dağıstan ve Gence bölgesinde siyasî nedenlerle kıtlıkların yaşandığı bilinmektedir. Zira bölgeye zahire ve hazine yardımı götüren kervanların yollarda yağmalanmaları ve yardımların mahalline ulaşmaması da kıtlıklara yol açabilmiştir.

Bütün bunların yanı sıra eşkıyalık faaliyetlerinin veya iç isyan gibi sosyal olayların da kıtlıklara yol açtığı bir gerçektir. Zira eşkıyalık faaliyetlerinden korkan halkın özellikle celâlî isyanları sırasında çiftini çubuğunu terk ederek büyük şehirlere gitmesi iki yönlü kıtlık olaylarının yaşanmasına sebep olmuştur. Bu göçler neticesi hem terk edilen bölge harap olmuş, hem de gidilen bölgede nüfus artışı olduğu için kıtlıklar yaşanmıştır.[34]

1700 Martı’nda Basra’da yaşanılan zahire sıkıntısının en önemli sebebi Eşkıyalık ve isyan sebebiyle bölgedeki insanların zirai faaliyetlerini bir müddet askıya almasıdır. Bundan dolayı yeterli ürün alınamamış ve kıtlık yaşanmıştır.[35]

1819-1823 yılları arsında Girit adasında çıkan isyan ve eşkıyanın 1819 yılında ekinleri yakması sebebiyle[36] ada halkı tedirgin olmuş ve 1823 yılında Kandiye Kalesi askerlerine buğday olarak ödenmesi gereken mevacipleri ekim yapılamaması sebebiyle ödenememiştir.[37] Bu yıllarda Girit adasında büyük bir kıtlık yaşandığı anlaşılmaktadır.

1830 yılında Girit eşkıyasından iyice bunalan Müslüman köy halkı Kandiye kaleasine sığınmak zorunda kalmışlar ve bir kısmı açlıktan ölmüştür.[38] Aynı şekilde 1821-1828 yılları arasında etkisini şiddetli olarak hissettiren Mora isyanları sırasında da gerek bölgeye giden kuvvetlerin gerekse bölge halkının had safhada bir zahire sıkıntısı yaşadıkları tespit edilmektedir.[39]

H. Diğer Sebepler

Yukarıda saydığımız sebeplerin dışındaki bazı olaylar da kıtlık olaylarına yol açabilmektedir. Meselâ, şiddetli soğuk veya sıcaklar, salgın hastalıklar, yaşanılan büyük bir zelzele, yangın veya sel felaketinin bölgedeki zahire stoklarına zarar vermesi veya ziraî alanları tahrip etmesi de kıtlıkların ortaya çıkmasına sebep olabiliyordu.

3. Kıtlıkların Önlenmesi İçin Alınan Tedbirler

Kıtlıkların ortaya çıkmasını önlemek için alınacak tedbirler, kıtlığın ortaya çıkmasına sebep olan olayları ortadan kaldırmaktır. Ancak kıtlıklara sebep olan olaylar doğal olduğu zaman bunun önüne geçilmesi bazen imkânsız, bazen de yetersizdir. Meselâ, yağmursuzluktan ve şiddetli sıcak veya soğuktan dolayı ürün alınmasının önüne geçilmesi imkânsızdır. Salgın ziraî hastalık ve çekirge istilası yeterli teknolojiye sahip olunursa bertaraf edilebilir. Ancak XVI. yüzyılda ziraî ilaçlama teknolojisi ve bilgisinin yeterli olmadığı da bir gerçektir. İnsanlardan kaynaklanan yani beşerî sebeplerden dolayı ortaya çıkan kıtlık olayları ise bu davranışların terk edilmesi ile ortadan kaldırılabilir.

Kıtlıkların önlenmesi için alınan tedbirleri ise şöyle sıralayabiliriz:.

A. Zahire Depolama

Coğrafî şartlardan kaynaklanan kıtlıklar insanların bu konuda tecrübe kazanmalarına da sebep olmuş ve kıtlık zamanlarında kullanılmak üzere zahire depolarında bir miktar zahire bulundurulmuştur. Meselâ, 27 Kasım 1565 tarihinde Mısır beylerbeyine yazılan hükümde, tahıl anbarlarında kıtlık zamanları için bulundurulması lâzım gelen tahılın bulunup bulunmadığını kontrol etmesi isteniyordu.[40]

B. Yağmur Duasına Çıkma

Kıtlığın sebeplerinden birisi olan yağmursuzluğun (kıllet-i bârân) giderilmesi için bazen yağmur duasına (istiskâ) çıkıldığına da rastlanmaktadır. Yağmur duası, sadece yağmursuzluk halinde olmuyordu. Daha yağmur mevsimi gelmeden de yeterli miktarda yağmur yağması için yağmur duasına çıkılıyordu. Meselâ, 28 Mart 1574 tarihinde Edirne kadısına yazılan hükümde, bu yıl ve özellikle Nisan ayında yağmura ihtiyaç duyulması sebebiyle Edirne’nin bütün ulemâ, sulehâ ve sâir cema’ati ile istiskâya çıkması emredilmektedir.[41]

Mayıs sonları 1596’da İstanbul Sultan Mehmed Han Camii’nde yağmur yağması için ulema-i izam ve cümle ayan-ı devlet toplanarak dua etmişlerdir.[42]

C. Kaçakçılığı ve Karaborsayı Önleme

Yukarıda kıtlık olaylarının sebepleri arasında saydığımız kaçakçılık ve karaborsacılığın önlenmesi yolunda alınan tedbirler aynı zamanda kıtlıkların önlenmesine yöneliktir.

Devlet zahire sıkıntısı çekilmemesi için zahire toplama işi için çoğu kere emr-i şerîf ibrâz edilmesi şartı getirmiştir. Bu konuda kadılara gönderilen hükümlerle, özellikle kaçakçılık ve karaborsacılık faaliyetlerinin görüldüğü yerlerden zahire toplayanların bu zahireleri toplama işi için kendilerine izin verildiğini belirten bir emr-i şerîfi mutlaka ibrâz etmeleri gerektiği bildirilmiştir. Bu emr-i şerîflerin bir daha kullanılmaması için zahire tesliminden sonra ellerinden alınıyordu.

Karaborsacılığı önlemek için de halkın kendi geçimini sağlamasına yetecek miktardan fazla zahireyi depolamaması emrediliyordu.

Meselâ, 1596 yılında Mihaliç’ten kaçak zahire alan bazı gemilerin olduğunun duyulması üzerine, ellerinde emr-i şerîf bulunmayan gemilere zahire verilmemesi için Mihaliç kadısına hüküm gönderilmiştir.[43]

Aynı şekilde 1596 yılında Tire’de muhtekirlerin türemesi üzerine halktan hiç kimsenin ihtiyacından fazla zahireyi depolamaması emredilmiştir.[44]

Ç. Çekirge İmhası

Kıtlığa sebep olan çekirgelerin imhası da kıtlığı önlemeye yönelik bir tedbir olarak gözükmektedir. Nitekim 1570 yılında İznik, Yenişehir, Akhisar ve Geyve’de çekirge salgını yaşanmış ve bunların yumurtalarını toprağa gömmeleri sebebiyle bir sonraki yıl da çıkabilecekleri ihtimali göz önünde bulundurularak, ilgili yerlerin kadılarına gönderilen 13 Mayıs 1571 tarihli hükümlerle, çekirgeler yumurtalarından çıkıp uçmağa başlamadan ayaklarıyla çiğneyerek öldürmeleri tavsiye edilmiştir.[45]

Çekirge imhası için başvurulan bir diğer metot, sığırcık kuşu davetidir. Çekirge yiyen sığırcık kuşlarını çekirge istilasına uğrayan bölgeye çekmek için bazı tekke şeyhlerinden sığırcık kuşu daveti suyu almak gerekiyordu. Bu suyun, tekke şeyhlerinden alınması merkezden alınacak izinle olabiliyordu. 1822 yılında memleketlerine musallat olan çekirgeleri defetmek için Yabanabad’daki tekke şeyhi Yusuf’a müracaat eden üç Kırımlı’ya Şeyh Yusuf tarafından izinsiz oldukları gerekçesiyle sığırcık kuşu suyu verilmemiş[46] ve bunun üzerine Kırım’dan gelen kişiler sığırcık kuşu suyu almak için merkeze arz yazmak zorunda kalmışlardır.[47]

D. Kıtlık Çekilen Yerlere Zahire Nakli ve Mîrî Anbarlardan Tohumluk Buğday Verilmesi

Devletin kıtlık yaşayan bölgelere zahire nakli belki kıtlığın önlenmesine yönelik bir tedbir değildir. Ancak kıtlık çekilen bölgelere, ihtiyacı olmayan bölgelerden zahire nakli yapıldığına sıkça rastlanmaktadır. Ayrıca çiftçilerin ihtiyacı olan tohumluk buğday, bir sonraki senenin buğdayından tahsil edilmek şartıyla kendilerine verilebiliyordu. Meselâ 1575-1577 yılları arasında Van’da yaşanan kıtlık olayı sırasında Diyarbekir’den buraya zahire nakli yapılmıştır.[48] Van’ın kıtlık çektiği yıllarda mîrî anbardan halka bir miktar tohumluk buğday da verilmiştir.[49]

4. Kıtlık Olaylarının Doğurduğu Sonuçlar

Kıtlıklar bazı sosyal ve iktisadî meseleleri de beraberinde getirmektedir.[50] Kıtlıkların doğurduğu sonuçlar ise ana hatları ile şunlardır:

A. Fiyatların Yükselmesi

Kıtlıkların beraberinde getirdiği veya doğurduğu en önemli sonuç fiyatların yükselmesidir. Arzın talepten fazla olması, bir kural olarak her zaman fiyatların yükselmesine sebep olur.[51] İncelediğimiz hükümlerde de bu tür fiyat artışı olaylarına rastlamak mümkündür.

Meselâ, 1565 tarihinde Urla’da[52] ve 1571 tarihinde Mısır’da[53] kıtlık yüzünden hububat fiyatları yükselmiştir.

1596 yılında İstanbul’daki kıtlık sırasında, otluk ve arpa fiyatları aşırı bir şekilde yükselmiş etin 1 kıyyesi ise 15 akçeye bulunamaz olmuştur.[54] 1600 Mart ve Nisan aylarında karaborsacılık nedeniyle İstanbul’da yaşanılan kıtlık sırasında arpanın kilesi 60, etin 1 kıyyesi 20, yenilebilir nitelikteki 100 dirhem ekmek 5, pabuç 100, çizme 200, altmış çile çuka 400 akçeye çıkmıştır. Piyasada akçe geçersiz bir hale gelmiş bütün alışveriş altın ve guruş olarak yapılmaya başlanmıştır. Bu sebeple, altının fiyatı da yükselmiştir. Bu yılda altının devletçe belirlenmiş fiyatı 118 akçe olmasına rağmen halk arasında 190 akçeye alınıp satılmıştır.[55]

B. Göçler, Toplum Düzeninin Bozulması ve Ölüm

Bir bölgede özellikle coğrafî mekândan dolayı bir kıtlık olayı yaşanıyorsa ve bu olaylar düzenli olarak her yıl devam etmekte ise, o bölge insanlarının bölgeyi terk ederek (celây-ı vatan) başka taraflara gitmesi doğaldır. Ancak açlık sebebiyle yerini terk eden insanların XVI. yüzyıl dünyasında bir başka yere giderek rahatlıkla yeni bir düzen kurması da çok kolay değildi. Bu durumun en açık örneği 1578 yılında Kırım’da yaşanılan kıtlık olayının ardından yaşanılanlardır.

1578 yılında Kırım’da büyük bir coğrafî alanda şiddetli bir kıtlık yaşanmıştır. Bundan dolayı bölgedeki bir kısım halk Silistre, Niğbolu ve Vidin taraflarına giderek orada kendileri ve aile bireylerini esir olarak satmışlardır. Bu örnek, kıtlık olaylarının doğurduğu belki de en hazin sonuçtur. Bu durum merkezî otorite tarafından da rahatsızlıkla karşılanmış olmalı ki, Silistre, Vidin ve Niğbolu sancaklarındaki kadılara gönderilen hükümlerle, esir diye satılanlardan Tatar oldukları tespit edilenleri, Kırım Hanı’nın bölgeye gönderdiği adamına teslim etmeleri istenmiştir.[56]

Kıtlıklar toplum düzenini bozacak bazı sonuçlar da doğurabilir. Kıtlık yaşanılan bölgede hırsızlık, cürüm ve cinayet, kaçakçılık, karaborsa, tefecilik vb. olayların yaşanması da kaçınılmazdır. Nitekim yağmursuzluk dolayısıyla Arap ve Türkmenlerin Selemiyye ve Balis taraflarına gelip ekinliklere zarar verme ihtimali olduğundan 12 Mayıs 1571 tarihinde Selemiyye ve Balis beylerine gönderilen hükümle, memûr oldukları Kıbrıs seferine gitmeyip sancaklarının muhafazasında olmaları istenmiştir.[57]

Bütün bunların yanı sıra, bir afet olarak addedilen kıtlıkların en önemli sonucu ise insanların açlıktan ölmesine sebebiyet verebilmesidir. Kıtlık olayları sırasında insanlar belki doğrudan açlıktan ölmemektedirler. Ancak dengeli beslenemedikleri ve insan vücudu gerekli olan bazı mineralleri ve vitaminleri alamadıkları için hastalık kapma riskleri artmaktadır. Yetersiz beslenme sebebiyle dirençsiz kalan insanlar, en basit bir hastalığa bile karşı koyamayarak hayatlarını kaybedebilirdi.

Sonuç

İnsanlar, dünya üzerinde farklı coğrafyalar üzerinde yaşamaktadırlar. Bu coğrafî mekânlar, her yerde aynı özellikleri göstermemekte ve her yerde aynı cömertlik veya cimrilik içinde de olmamaktadır. Verimli alanlar üzerinde yaşayan insanlar ile kurak verimsiz topraklara sahip bir bölgede yaşayan insanların hayat tarzları, doğal olarak birbirinden farklıdır. Verimli topraklar ve ılıman iklim kuşağında olan bölgelerde herhangi bir dış etken yok ise kıtlık olayları yaşanmaz. Ancak verimli topraklara sahip olmayan veya çok şiddetli sıcak veya soğuk iklim kuşağında olan bölgeler ziraî ürünler bakımından dışa bağımlı olacağı için buralara yapılacak nakliyatın her hangi bir sebeple durması veya aksaması durumunda kıtlıkların yaşanması kaçınılmazdır.

İncelediğimiz dönemde, kuzey bölgelerindeki birçok yerin coğrafî mekânlarının özelliğinden kaynaklanan sebeplerle kuraklık yaşadıkları anlaşılmaktadır. Mısır ise Nil nehrinin debisi ile doğru orantılı olarak ziraî ürünlerine artırmakta veya sıkıntı çekmektedir.

Devlet’in merkezi olan İstanbul, hem metropol olması hem de coğrafî mekân olarak da ekilebilir alanlara sahip olamaması sebebiyle zahire bakımından tamamıyla dışa bağlıdır. Bundan dolayı buraya yapılacak zahire sevkıyatındaki kesintiler veya aksamalar İstanbul’da sıkıntıların yaşanmasına sebep olmuştur. Ancak araştırma dönemimizde devletin temel iktisadî prensipleri çerçevesinde, İstanbul zahiresinin temini hususunda büyük bir gayret sarf edildiğini ve devletin her tarafından, İstanbul’da ihtiyacı duyulan maddelerin getirtildiğini görüyoruz.

Doğal afetler, ırk, dil, din ve cins ayrımı gözetmeden bütün insanları etkilemektedir. Bu sebeple bütün milletlere mensup insanlar veya devletlerin, doğal afetlerin önceden yaşanılacağı belli olan konularda birtakım tedbirler aldığı görülmektedir. Kıtlıkların yaşanmaması, bugünkü teknolojik şartlar çerçevesinde hiç sanayileşmemiş veya az gelişmiş bölgeler hariç, artık yaşanmamaktadır. Zira gıda maddeleri, uzun süre saklanabilecek özellikte üretildikleri veya büyük oranda depolanabilinecek teknolojiye sahip olunduğu için kıtlık çekilmemektedir. Yeniçağ dünyasında bu tür teknolojileri sahip olunamadığı için alınan tedbirler çoğu kere yetersiz kalıyordu. Meselâ, mîrî ambarlarda depolanmış zahire mutlak surette bulundurulmaya çalışılıyordu. Ancak bu depolar zahirenin bozulmadan uzun süre saklanabileceği bir koşulda olmadığı için istenilen netice alınamıyor, kurak geçen veya herhangi bir ziraî hastalığın ekinlere bulaşmasından sonraki yıllarda kıtlık olayları yaşanıyordu. Kuraklık yaşanmaması için dinî-örfî bir tedbir olarak devlet tarafından organize edilen yağmur duasına çıkıldığına da rastlanmaktadır.

Doğal afetler birtakım sorunları da beraberinde getiriyordu. Bunların en önemli olanları; göçler, fiyat yükselmeleri ve sosyal bozukluklardır.

Bir doğal afete maruz kalan insanların, bu doğal afetin sık sık tekrarlanması veya bu afeti bir daha yaşamaktan çekinerek yerlerini değiştirip başka yerler gittiklerine rastlanmaktadır. Bu insanların gittikleri yerlere tam olarak uyum sağlamaları, uzun bir süreyi alacağından çeşitli sosyal huzursuzlukların yaşanması kaçınılmazdır.

Özellikle nehir kenarında yaşayan bazı insanların mutad hale gelen su baskınlarından muzdarip olup yerlerini terk ettikleri bazen de salgın hastalıklardan kaçarak göç ettiklerine rastlanmaktadır. Meselâ, 1568 yılında Karaferya civarındaki İncekara Nehri’nin taşması, Kadı Çayırı ve Ovalar köyü insanlarının bölgeyi terk etmelerine sebep olmuştur. Bu insanlar, Üsküdar İmareti’nden Podrum köyü arazisine gelerek izinsiz olarak ormanlık bir araziyi açarak ziraat yapmaya başlamışlar ve çevreye zarar vermişlerdir.[58]

1578 yılında Kırım’da yaşanan kıtlık sırasında buradaki Tatarların bir kısmının Silistre, Niğbolu ve Vidin taraflarına giderek orada kendileri ve aile bireylerini esir olarak satmaları[59] göç olaylarına ve doğal afetlerin toplum ve aile hayatına yaptığı tahribatın en çarpıcı örneğidir.

Kıtlık yaşanılan bölgede hırsızlık, cürüm ve cinayet, kaçakçılık, karaborsa, tefecilik vb. olayların yaşanması da kaçınılmazdır. Nitekim yağmursuzluk dolayısıyla Arap ve Türkmenlerin Selemiyye ve Balis taraflarına gelip ekinliklere zarar verme ihtimali[60] hiçbir zaman göz ardı edilmemektedir.

İnsanların herhangi bir sebeple ihtiyacını duyduğu bir mal ve hizmetin temininde yaşanılan güçlük olarak nitelendirebileceğimiz kıtlık olayları, tarihin her devrinde olmuş ve özellikle doğal sebeplerden kaynaklanan kıtlıklar, bundan sonra da olmaya devam edecektir. Kuraklık, sel, deprem, şiddetli soğuk veya şiddetli sıcak insanların her zaman yaşayabileceği değişmez tabiat olaylarıdır. Bu olayların etkisinin en az zararla atlatılması ise teknolojinin konusu olmalıdır.

Doç. Dr. Orhan KILIÇ

Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 718- 730

TARİH /// OSMANLI İKTİSAT LİTERATÜRÜNDE BULUNAN VE GÜNÜMÜZDE HÂLÂ YAŞAYAN BİR KAVRAM : R ENÇBER


Halen Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde toprağa dayalı üretim yapanlar rençber olarak tanımlanmaktadır. Ancak bugün Anadolu’da asıl rençber olarak nitelenen gruplar, arazileri ve bunun yanında bütün zirâi donanımları mevcut olduğu halde ziraatle uğraşan kişiler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kavramın tarihsel gelişmesine baktığımızda bu anlamının da var olduğunu; ancak kavramın sadece bu anlamı taşımayıp başka hususları da içerdiği görülmektedir. Biz bu kısa yazımız içerisinde tâbirin taşıdığı anlamları ana hatlarıyla ele almaya çalışacağız.

Kelime köken olarak Farsçadır. Istırap, zahmet, eziyet anlamındaki renc kelimesi ile çekmek karşılığı olan borden fiilinin birleşmesinden meydana gelmiştir.[1] Ancak zaman içerisinde Türkçeleşmiş bir kelimedir ve genel kullanım şekliyle toprak işçiliği ile ilgilidir. Gökalp, Türk medeniyetinin merhalelerinden bahsederken avcılar, sürü sahipleri, tarançiler, sortlar ve sanatkârlardan söz etmektedir[2] ve üçüncü sırada kullanmış olduğu Tarançi kelimesinin Rençber kelimesiyle benzerliği dikkat çekicidir. Tarançi kelimesi, Radloff tarafından Moğolca olarak nitelenmiş[3] olup gerçekten de çiftçi anlamında kullanılmaktadır. Dolayısıyla Türkler, bu kavramı sadece İslâmî dönemlerde değil daha önceki dönemlerde bile ekinciler, çiftçiler anlamına gelecek şekilde kullanmakta idiler.

Steingas, meşhur lügatında bu kelimeyi usta, sanatkâr anlamına gelecek şekilde “an artificer, mechanic” ve rençberdâr kelimesini de “Enduring hardships indefatigable” yani yorulmak bilmeden sıkıntılara dayanıklılık gösteren, sıkıntı çeken, anlamını vererek kaydetmiştir.[4] Zenker ise, Rençberân kelimesini “Die Bauern” yani çiftçiler, köylüler, Rençberlik’i de, “Arbeiterleben” yani işçi, amele hayatı olarak lügatına dâhil etmiştir.[5] Kelime, Azeri Türkçesinde râncbâr, âkinci; Başkurtlarda igin, igivsi, iginsi; Tatarlarda igin, igiçü, iginçi; Kazaklarda eginşi şekillerinde de kullanılmaktadır.[6]

Ziraatin, egemen ekonomik faaliyet olduğu bir toplum olan Türklerde ve özellikle Osmanlı klasik çağında toprak işçiliği, başkasının toprağını ücret mukabili işleyen bir grup bulunmamaktadır. Dolayısıyla aşağıda birkaç örneğini vereceğimiz anlam dışında rençber tâbiri de kullanılmamaktadır. Geleneksel çiftlik anlayışının bozulması neticesindedir ki faaliyet gösterdiği toprakta, herhangi bir tasarruf ya da tahsis kaydı olmaksızın, sadece ücretle çalışan işçi sınıf yani bu anlamda rençber tabiri kullanılmaya başlamıştır.

Kelime, Osman Gazi’nin halefi ve oğlu Orhan Gazi’ye manzum nasihati olarak kaydedilen metinde muhtemelen sonraki devirlerin reaya kavramını ifade edecek bir genişlikte kullanılmıştır. İlk beyitte şu ifade bulunmaktadır “Zulm eyleme rençberlere her ne istersen var yap”.[7]

Rençber tâbiri, Osmanlı ziraat hayatında çeltik üretimi bahsinde kullanılmaktadır. Elbette ki çeltik ziraati, diğer ziraat türlerinden farklı bir hukuki statüyü de hâvi bulunmaktadır. İşte burada 1475 senesine ait çok net bir ifadeyle karşılaşmaktayız: Rençber çeltik zer’ edene ıtlak olunur.[8] Bu tarihlerden sonra da rençber kavramı ile çeltik ziraatinin birçok kez yan yana mütalaa edilmiş olduğunu görmekteyiz. Yine hemen öncekine yakın, 1467 tarihinde de amma ekdükleri çeltiğin iki hissesini padişah içün alurlar bir hissesini rençber alur[9] ifadesi gene aynı ilişkiyi hatırlatmaktadır. Sis Livası Kanunnâmesi’nde de çeltik ziraati konusunda rençber tabiriyle karşılaşmaktayız. “ve enhâr-ı çeltük hususunda emr-i pâdişâhi mucebince kanun budur ki yirmi kantar tohum ekilen nehre reis ve saka olanlar ikişer kantar tohum eküp birer kantarı cehd-i hizmet olup miri tarafından nesne alınmayup birer kantarından sâir rençberân gibi hisse-i miri ihrâc oluna…”.[10] Fakat aynı kayıtlar içerisinde çeltikçi ve rençber tabirlerinin ayrı ayrı olarak kullandıklarını da görmek mümkündür ki Rumeli’de Filibe şehrinin XVI. yüzyılın son çeyreğine ait olan mufassal tahririnde hem rençber hem de çeltikçi tabiri beraberce kullanılmakta bir mahalle içerisinde hem rençber hem de çeltikçi bulunmaktadır. Dolayısıyla bu durum yukarıda ifade etmiş olduğumuz ilişkiyi bir nebze olsun bozmaktadır.[11] O takdirde kavramı bu bahiste de sınırlandırmak gerekiyor. Şöyle ki burada rençberin, doğrudan zahmetli bir iş olan pirinç tarlasında bizzat çalışan ırgat olduğu yani çeltiğin asıl sahibi olmadığı gibi bir anlam çıkabilmektedir.

Elbette ki, çeltik ziraatinde rençber tabirinin kullanılıyor olması, kelimenin Farsça anlamına yani eziyet, zahmet çeken anlamına çok uygundur, bilindiği üzere çeltik ziraati zaten çok zahmetli bir iştir. Bu anlamda yani gerçekten zahmet çekenler anlamında kelimenin madenlerde çalışan maden işçileri için de kullanıldığı görülmektedir ki Kratova madenlerine ait muhtemelen 1390 tarihli bir kanunnâme metninde kavram, şu şekilde ifâdesini bulmaktadır: “ve bir kuyuda ki rençberler işler olsa, kuyu ıssı, rençberlere ücretin vermese, rençberler ol işledükleri kuyu ıssın rehn edüb ücretlerini alsalar.”[12] Ancak burada geçen rençber kelimesinin ifade etmiş olduğu anlamı sadece madende çalışan işçiler biçiminde almamak lâzımdır. Bilindiği üzere cevher bulunan mıntıkalardaki madenci köyleri kendileri kuyu açıp işleyebilecekleri aynı işi rençber adı verilen kişiler de yapabilmekteydi.[13] Kelime burada farklı bir anlama gelecek şekilde, tüccar anlamında kullanılmıştır.

Daha sonra M. 1698-99 tarihine ait Aydın-Tire civarının mufassal bir avarız tahririnde bazı isimlerin yanına “rençber”, “rençberdir” şeklinde bir derkenar düşülmüştür.[14] Tabi ki burada herhangi bir çeltik işçiliğinden söz edilmemektedir. Ancak toprağa dayalı ekonominin hâkim olduğu bir yerde hepsi değil de, sadece bazı kişiler rençber olarak tespit ediliyorsa, ki öyledir o taktirde rençber tabirinin burada daha farklı bir anlam ifade etmiş olması gerekir. Bu da yukarıda klasik dönemde mevcut olmadığını söylediğimiz, sadece ücret karşılığı yapılan toprak işçiliği ya da ırgatlık olmalıdır. Kelimenin bu anlamı yer yer hâlâ yaşamaktadır. 1991 senesinde İzmir-Karaburun civarında ahaliden bazılarına bölgenin tarihiyle ilgili yönelttiğimiz sorulardan biri olan, geçiminizi ne ile sağlardınız sorusuna, “hep aynı, kimimiz bağında bahçesinde çalışır, kimimiz rençberlik ederdik”[15] şeklinde cevap vermişlerdir ki, bu fiili durum, yukarıdaki bilgiye açıklık getirmektedir.

Bu meseleye açıklık getiren kaynaklar meyânına dahil edebileceğimiz bir diğer belge grubu da XIX. yüzyıla ait Temettüat defterleridir. Bu defterlerdeki kayıtlarda ziraatla uğraşanlar genellikle “erbâb-ı ziraatden idüğü” şeklinde tanımlanırken bazı kayıtlarda “rençberândan, rençber taifesinden idüğü” şeklinde tanımlamalar bulunmaktadır.

Dolayısıyla, toplum düşüncesi, toprakla uğraşan herkesi, rençber olarak nitelendiriyor olmakla beraber, iktisat literatürü içerisinde toprakla uğraşan herkes rençber olarak nitelendirilmemektedir: Erbab-ı ziraat ile rençber kavramları, aynı defter içerisinde art arda, farklı kişilere ıtlak olunmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla burada kendisi arazi sahibi olduğu halde toprağı işleyenler erbâb-ı ziraat, kendi mülkü olmaksızın başkasının arazisinde işçi olarak çalışanlar veya arazi ve hayvan kiralamak suretiyle uğraşanlar ise rençber olarak adlandırılmaktadır.[16] Ancak yine bu kayıtlarda rençber olarak nitelenen kişilerin kendi mülklerinin de olduğu anlaşılmaktadır. Yani, mutlak anlamda topraksız olmak ve sadece başkasının toprağında işçilik yapmak, rençber olmak konusunda temel belirleyici faktör değildir. Bu anlamda değerlendirdiğimiz zaman, rençberlikte asıl belirleyici unsurun, başkasının toprağını bedeli mukabilinde işlemek olduğu söylenebilir.

Rençber kavramının bir diğer anlamı da bugün ırgat ya da amele karşılığı olarak kullandığımız gündelik işçidir ki, XVI. yüzyıla ait Bursa Şer’iye sicillerinde bu anlamı veren kayıtlar bulunmaktadır. “…reâyasından olup nefs-i Bursa’da sâkin olan Petro ve Yorki Todori Nikola İsteno Nikola Yani İlya Aliksi nâm zımmîler rençberlik içün nefs-i Bursa’da sâkin olup mülk ve emlâk ve bağ ve bağçede nesneleri olmayup rençberlik ”[17] ifadesinden de anlaşıldığı gibi bağ ve bahçesi olmamakla nitelenen bu kişilerin rençberlik yani muhtemelen amelelik, işçilik gibi işlerle uğraştıkları vurgulanmaktadır. Biz buradaki hükümden hareketle bahsedilen kişilerin amele ya da işçi olduklarını düşünüyor olmamıza rağmen, aşağıda ifade edeceğimiz gibi rençber kelimesinin tüccar karşılığı olarak kullanılmış olması da muhtemeldir. XIX. yüzyılda da kelimenin bu anlamda kullanıldığını görmekteyiz. M. 1848 senesine ait bir amele ücreti listesinde özellikle inşaat sektöründe kullanılmakta olan, meselâ dülger, silici başı, duvarcı kalfası, sıvacı başı, nakkaş başı, ırgat başı, hamal, tenekeci, lağımcı, su yolcu, kurşuncu, taşçı başı, marangoz gibi kavramların yanında iki tanesi bu anlamda dikkat çekicidir. Bunlardan bir tanesi harççı rençber diğeri ise âdi rençber’dir.[18] Listenin tamamına baktığımız zaman, burada hamal, ırgatbaşı, tenekeci, lağımcı gibi düşük görevler ayrı ayrı ifade edilmiş olduğu için buradaki rençberin tam anlamıyla hamal karşılığı olarak kullanılmadığını da ifade etmek mümkündür. Ancak yevmiyelerden hareket ederek şunu söyleyebiliriz ki, görevleri ve yevmiyeleri kaydedilmiş bulunan otuz tane görevli içerisinde ücretleri en düşük olanlar adi rençberler olup, 6 akça yevmiye tespit edilmiş iken, harççı rençberlerin yevmiyeleri ise hamal ile duvarcı çırağına denk olup 7 kuruştur. Listedeki en yüksek yevmiye “kalfa yani işbaşı” olarak tevsif edilmiş olup yevmiyesi 15 kuruştur.

TARİH /// PROF. DR. METİN KUNT : SANCAKBEYİ HASLARININ ÖĞELERİ (1480-1540)


Yaygın olarak tımar adı ile bilinen Osmanlı “dirlik” sisteminde öteden beri dirlikleri gelirlerine göre sınıflandırma ile yetinilir. Böyle bir sınıflandırma, yani 20.000 akçeye kadar geliri olan dirliklere tımar, 100.000 akçeye kadar olanlara zeamet, ve daha yüksek gelirlilerine has deyip bırakmak eksik olur. Zaten böyle kesin hadlere dayalı bir sınıflandırma ancak onaltıncı yüzyıl ortalarında söz konusu olabilir; daha önce 20.000 akçeden az gelirli zeametlere ya da 100.000 akçeden az gelirli haslara rastlamak mümkün. Ayrıca, sadece gelir seviyesine göre yapılan sayısal bir sınıflandırma dirlik sisteminin temel bazı özelliklerinin gözden kaçmasına neden olabilir. Dirlikte verilen gelir düzeyi yükseldikçe gelirlerin toplandığı birimler de kendiliğinden daha büyük yerleşim birimlerini içerir. Bu anlamda tımarlı sipahi köy düzeyinde temsil eder siyasal gücü, zeametli zaim ya da subaşı ise kasabalarda görev yapar; bu durumun istisnaları olduğu belli, ama maksadım genelde hedeflenen amaca işaret etmek. Has düzeyindeki dirliklerde ise gelir kaynağı ile görev yeri arasındaki ilişki ortadan kaybolur; has miktarı sancak topraklarında dağılmış çeşitli kaynaklardan oluşturulur. Yani tımarlının tımarında, subaşının da zeametinin bellibaşlı kasabasında oturması ve görev yapması beklenir ama görevi karşılığında kendisine has ayrılan yüksek rütbeli yöneticinin durumu değişiktir. Böyle bir yöneticinin siyasal otoritesi hem has kaynaklarının ötesindedir, hem de hassını oluşturan birimlerin ister istemez dağınık olması dolayısıyla görevini yaptığı bölgenin her tarafına eşit dağılmaz siyasal gücü. Tabii sancakbeyi de sancağının en önemli şehrinde bulunur, ama bazen o şehirde bile siyasal gücü kısıtlanmıştır, eğer o şehir gelirlerinin bazı kalemleri padişah hassına (havass-ı humayuna) katılacak kadar önemli görülürse.

Bu yoğun giriş paragrafında saptadığımız konular bu makalenin özeti sayılabilir. Şimdi sancakbeylerinin durumlarına daha yakından bakarak bu başlıkları biraz açmaya çalışalım. Tımar ve zeamet sadece dirlik olarak değil aynı zamanda birer yönetim birimi kabul edilebilirler, ona karşı sancak ise yönetim birimi olmakla beraber sancakbeyinin hassı, yani dirliği sancağının toplam gelirlerinin ancak bazı parçalarından oluşur. Sancağında kendi hasına dahil gelir kaynakları üzerinde doğrudan siyasal gücü temsil ettiği halde hassı dışında sancağının diğer yöreleri üzerinde ancak dolaylı bir otoriteden söz edebiliriz. Sancakbeyi hassı ögelerinin incelenmesi, siyasal gücün taşra görevlilerine ve halkına nasıl, ne derecede ulaştığını saptamak bakımından önemli.

Sancak Hasılı

Sancaklarda genellikle sancakbeyine ayrılmış gelirler var ki bu gelirler sancakbeyinin hassını oluşturuyor. Sancakbeyi kim olursa olsun o sancağın sancakbeyi hassını alır. Her sancağın belli bir sancakbeyi hassı olduğunu gösteren ifadeleri yayınlanmış sancak çalışmalarında görebiliyoruz. Fakat bu aynı sancağın değişik sancakbeylerine hep aynı miktarda hasla verildiği demek değil. Bir sancak, oraya tayin olunan beyin kendi hakkettiği miktarda has ile tevcih ediliyor.

Bu durumu örneklemek için BOA MAD 17.893 sayılı ve 892-4/1487-89 tarihli Anadolu Ruzname defterinde Kayseri sancağının değişik kişilere verilmesindeki değişikliklere bakalım:

1. Sahife 26: 20 Zilkade 892’de Hızır Paşa oğlu Kasım Bey’e 405.881 akçe ile (hasha-ı liva 250.575 + mülhakat).

2. S. 26: Çok kısa bir süre sonra Kayseri sancağı Eminoğlu Mehmet Bey’e verilmiş. Has miktarı belirtilmiyor.

3. S. 46: Gene çok kısa bir süre sonra, Mehmet Bey ma’lul olduğundan 23 Zilhicce 892’de Şehzade Sultan Ahmet’in lalası Sinan Bey’e verilmiş (hasıl-ı liva 250.575 + mülhakat ile 372.335 akçelik hasla).

4. S.176: 1 Zilkade 893’te Mansuroğlu Mahmut Bey’e 400.000 akçe hasla.

5. S. 248: 29 Muharrem 894’te Mihaloğlu İskender Bey’e 400.000 ile.

Bu gibi örnekleri hem bütün dirliklerin tevcihindeki değişikliklerin işlendiği ruzname defterlerinde, hem de sancak tevcihlerinin işlendiği defterlerde oldukça sık görebiliyoruz. Şunu da belirtmeli, aynı sancakbeyi bir sancakta bulunduğu süre içinde terakkiye hak kazanırsa hassına eklemeler yapılıyor ve tabii has miktarı değişmiş oluyor.

Yukarıdaki örnekte aynı sancağın değişik beylere değişik has miktarı ile verilmesinin yanısıra dikkati çeken bir nokta daha var. Kayseri sancağında sancağın hasılı 250.575 akçe olarak belirtiliyor. Tayin edilen sancakbeyleri daha fazla hassa müstahak olduğundan bu sancak hasılına eklemeler yapılmış. Fakat Kayseri’de genelde sancakbeyi gelirinin 250.575 akçe olduğu anlaşılıyor.

Sancakbeyinin düzenli gelir kaynakları, yani bir sancakta normal olarak sancakbeyine ayrılan ve “sancak hasılı” denilen gelirler sancakbeyinin siyasal gücünün belirlenmesinde esas olan bölümdür. Sancak hasılı denilen gelirler ne gibi gelirlerden oluşuyor? Bir sancaktan diğerine “sancak hasılı” başlığı altında toplanan gelir kalemlerinde nitelik bakımından benzerlik ya da farklılık ne dereceye kadar söz konusu? Bu yazıda cevabını arayacağımız asıl sorular bunlar.

Sancak Hasılının Ögeleri

Sancak hasılı sayılabilecek gelirlerin nitelikleri kaynaklarda belirtilmemiş; bu soruyu icmal tahrir defterlerinde ya da ruznamelerde Rumeli ve Anadolu’da tafsilli sancakbeyi hasları dökümlerini inceleyerek cevaplayabiliriz. Böyle dökümlerde haslara katılan öğeleri değişik gruplarda ele alabiliriz.

Bir gruba sancak içindeki şehir ve kasaba merkezlerinden (belgelerdeki deyimle “nefs-i şehr”den) toplanan vergiler konmalı. Diğer bir grupta ise “niyabet” gibi sancakbeyinin bütün sancaktan topdığı vergiler ele alınmalı. “Nefs-i şehr” ile bütün sancaktan toplanan genel vergilerin niteliğine daha sonra daha yakından eğileceğiz; şimdilik sadece bu gibi vergilerin has toplamı içindeki oranlarını saptamağa çalışalım.

Nisbeten büyük merkezlerden alınan ve bütün sancağa şamil vergiler dışında köy, mezraa, aşiret (cemaat) ve çiftliklerden toplanan vergiler de haslara dahil oluyor. Bu gibi vergileri de üç grupta ele almalı. Hasılatı 20.000 akçeden fazla ve 10.000-20.000 akça arasında olan kırsal kesim vergileri ilk iki grubu oluşturuyor. Vergisi 10.000 akçeden az köyler, mezraalar ve cemaatler ise üçüncü bir grup.

Rumeli’de 22, Anadolu’da 16 sancak has gelirlerini inceleyerek yaptığım bu sınıflandırmaya daha yakından eğilelim.

Kaynaklarımız arasında, hatta aynı tip kaynaklarda verilerin sunuluşu farklı olabiliyor. Çoğu sancakta merkezlerden ve genel olarak bütün sancaktan alınan vergiler ayrı ayrı belirtildiği halde bazılarında bu kalemler birleştirilmiştir. Hatta aynı sancak için, aynı kaynakta bazı şehirlerin merkez gelirleri ve bölgesinden (bütün kaza ya da nahiyeden) toplanan genel vergiler ayrı ayrı, diğer bazı şehirler için ise şehir geliri ile bölgeden toplanan niyabet birlikte veriliyor. Kırsal vergilerin belirlenişinde de kaynaktan kaynağa değişiklikler görülebiliyor. Çoğu has dökümünde köylerin vergi hasılatı her köy için ayrı ayrı belirtilse de diğer bazı kaynaklarda belirlenen birim köy değil de bir ya da birden fazla köyden oluşan bir tımar olabiliyor.

Kaynaklardaki bu farklılaşmadan dolayı sancaktan sancağa, ya da aynı sancağın değişik tarihlerde tevcihinde doğrudan doğruya, bire bir karşılaştırma imkanı kısıtlanmış oluyor. Verilerin sunuluşundaki farklılığın ötesinde, ileride göreceğimiz gibi değişik cins vergi hasılatının toplam has içindeki oranı bakımından da sancaklar arasında farklılaşma görülebiliyor. Bu bakımdan bütün sancakları içeren ortalama oranlar hesaplayıp hepsi için geçerli olacak bir genellemeye gitmek gereksiz, hatta yanıltıcı olacak. Bu yüzden aşağıda sancakları, has gelirlerinin değişik nitelikte ögeleri oranları açısından çeşitli gruplarda ele almak gerekiyor.

Önce belirtelim ki çoğu sancakta şehir merkezlerinden ve bütün sancağa şamil olarak toplanan genel vergiler hasların %60’dan fazlasını oluşturuyor. Rumeli’de Köstendil, Semendire, Silistre, Vidin ve Yanya, Anadolu’da ise Hamid, Kocaeli, Akşehir, Niğde, Aksaray, Kayseri, İçel, ve Antep bu gruba giriyor. Niğbolu, Konya, ve Karesi sancaklarında ise bu oran %80’in üzerine çıkıyor. Bu oranlara, nisbeten büyücek yerleşim birimleri sayılabilecek 10.000 akçeden fazla vergi hasılatı sağlayan köylerin gelirleri de katıldığında, sancağa şamil gelirler ile büyük yerleşim birimlerinden elde edilen gelirler beraber ele alınınca oran %85-90’a ulaşıyor. Has gelirlerinin çok büyük bir bölümü bu şekilde oluşan sancaklar en büyük grub olduğu için bu gibi sancaklara “tipik sancaklar” diyebiliriz.

Teke, Alaiye, Halep gibi bazı sancaklarda ise yukarda belirttiğimiz oran %40’ın altında kalıyor. Bunun nedeni bu sancaklarda büyük merkez gelirlerinin çoğunlukla padişah hassına dahil edilmesi. Bu gibi sancaklarda vergi hasılı 10.000 akçeden fazla büyük köylerin gelirleri sancakbeyi hassına katılarak nispeten büyük yerlerden toplanan gelirlerin oranının çok düşmemesi sağlanıyor. Mesela Alaiye sancağında merkez ve genel vergilerin oranı %24 iken 10.000 akçeden fazla hasıllı köylerin oranı %& %’e varan gelirleriyle bu iki oranın toplamı %89’a yükseliyor.

Genellikle Yunan yarımadası ve Arnavutluk bölgesinde toplanan üçüncü bir grup sancakta padişah hassı bulunmamasına rağmen merkezi ve genel vergilerin oranları düşük kalıyor. Avlonya, Prizrin, İlbasan, ve Ağrıboz’un dahil olduğu bu grupta merkezi ve genel vergilerin oranı Karlıeli’nde %17’ye kadar düşüyor, İskenderiye’de (Arnavutluk) ise %42’ye ulaşıyor. Bu altı sancakta İlbasan dışında 10.000 akçeden fazla hasıllı köy gelirlerinin oranı genellikle yüksek sayılabilir.

Nihayet Selanik ve Kırkkilise sancakları tamamen farklı bir durum göstermekte. Bu iki sancakta hassın yarısına yakın bir bölümü (Kırkkilise’de %49, Selanik’te %44) sancak dışından sağlanıyor. Bu durumda çok düşük görünen merkezi ve genel vergi oranları, hassın sadece sancak içi bölümüne oranla gene %50’yi geçiyor. Yeri gelmişken, incelediğimiz sancaklarda sadece beş tanesinde has gelirinin bir kısmı sancak dışı kaynaklardan sağlanıyor; Selanik ve Kırkkilise’den başka bu durumda olan İlbasan, Niğbolu, ve Vidin sancaklarında sancak dışından sağlanan bölüm %10’u çok aşmıyor.

Bu noktada saptayabildiğimiz genel durumu şöyle özetleyebiliriz: sancakbeyi hassının ana bölümü büyük yerleşim merkezlerinden alınan ve bütün sancağa şamil olarak toplanan vergilerden oluşuyor. Sancak içinde havass-ı humayuna ayrılmış gelir kaynakları varsa, ya da tersine şehirleşme oranı düşük olan yörelerde bu gelirlerin has içindeki oranı da azalıyor.

Nefs-i şehr” ve “niyabet

Çoğu has dökümünde şehir merkezi gelirleri toplu bir şekilde bir tek rakkamla ifade ediliyor, ama bazı sancaklarda bu gelirlerin hangi kalemlerden oluştuğu da gösteriliyor.

1. Vılçitrin, 892 yılı, Tahrir Defteri 22:

“nefs-i Vılçitrin, hasıl maa bac-I bazar ve niyabet ve duyun”.

2. Semendire, 932 yılı, TD 135:

“nahiye-i Semendire, bac-ı bazar ve niyabet-i Semendire maa resm-i fıçı ve resm-i arus ve hasıl-ı monopolye ve öşr-ü gallevat ve kovan-ı kefere-yi Semendire ve resm-i dönüm-ü bagat-ı Müslümanan ve çayırha-yı hassa ve dalyan der ab-ı Morava ve resm-i mahi ve resm-i gümrük-ü iskele-yi Semendire”

“bac-ı bazar-ı nefs-i Belgrad maa resm-i fıçı ve resm-i arus ve hasıl-ı monopolye ve öşr-ü gallat ve kovan-ı gebre-yi Belgrad ve resm-i dönüm-ü bagat-ı Müslüman’an ve resm-i mahi ve resm-i gümrük-ü iskele-yi Belgrad … ve mahsul-ü dalyanha der ab-ı Sava ve Tuna”

“nefs-i Niş ve öşr-ü gallat-ı Müslüman’an ve gebran ve ispence ve kıst-ı bac-ı bazar ve panayır ve niyabet-i nefs-i Niş ve geçitha der ab-ı Morava maa öşr-ü enhar-ı çeltik … maa nısf-ı niyabet-i tımarha-yı sipahiyan-ı nahiye-yi mezbure”

Bu örneklerde şehir merkezi gelirini oluşturan vergi kaynakları beraber vergi hasılı tek bir rakkamla gösterilmiştir. Diğer bazı örneklerde ise her vergi kaynağının hasılı ayrı ayrı gösteriliyor. 1. Alaiye, 927 yılı, TD 107:

Mahsul-ü bac-I bazar ve niyabet ve bad-ı hava ve öşr-ü gallevat-ı şehr-i Alaiye 6.000

Mahsul-ü ihtisab ve ihzar-ı şehr-i Alaiye 1.500

“asyab-ı zımmiyan, 6 kıta fi 36 216

“cizye-yi gebran-ı Alaiye 1.000

“mukata-yı semhane ve buzhane 1.000

“resm-i hamr-ı zımmiyan-ı Alaiye 500

“resm-i koru-yu nefs-i şehr 200

“resm-i kil-i bazar-ı Alaiye ve Bağlu ve Düşenbe ve Selendi maa Akseki 1.000 Toplam: 11.416

2. Karaman, 929 yılı, TD 119:

Nefs-i Konya El-galle 10.000

Öşr-ü bostan maa adet-i mirabi-yi bostan 20.000

Adet-i mirabi-yi bagat-ı şehr-i Konya ez dönüm fi 8 20.000

Bac-ı bazar-ı galle ve resm-i kil 25.000

Bac-ı bazar-ı siyah ve resm-i kapan 20.000

Mukataa-yı bozahane-yi nefs-i Konya 15.000

Mukataa-yı niyabet-i nefs-i Konya 1.800 Beytül-mal-ı nefs-i Konya 5.000

Toplam 156.800

3. Antep, 950 yılı, TD 231

Niyabet-i nefs-i şehr maa mahsul-ü ser-asesan 17.000

Bac-ı agnam-ı kassaban ve bac-ı ayak 80.000

Resm-i agnam-ı şehirliyan 2.000

Öşr-ü basatin maa resm-i çift ve resm-i asyab ve gallat ve

yonca ve meyve ve resm-i küvvare ve harac-ı kürum der nefs-i

şehr 13.000 meyhane-yi şehr 32.000

Toplam 144.000

Şehirlerde sancakbeyi haslarına katılan vergi kaynakları hasıllarının tek tek belirtildiği örnekler çok az olduğu için hiç olmazsa hangi vergi kaynaklarının “nefs-i şehr” gelirleri arasında sayıldığını görebilmek için yukarıda ilk grupta gördüğümüz örnekleri çoğaltmak gerekiyor.

1. Karesi, 925 yılı, TD 72:

Niyabet ve bac-ı bazar ve ihtisab ve şemhane ve bozahane ve meyhane ve bac-ı galle ve cürm ü cinayet ve arusane-yi nefs-i Balıkesri 58.399

2. Karaman, 929 yılı, TD 118: Liva-yı Aksaray maa Koçhisar

Nefs-i şehr an il-galle ve öşr-ü bağat ve bostan ve kovan ve resm-i ganem ve asyab ve ihtisab ve bac-ı bazar maa resm-i kapan ve bozahane ve meyhane ve resm-i berberhane ve beytül-mal ve mal-ı mefkud ve yave ve kaçgun der nefs-i Aksaray ve çayır der cıvar-ı şehr ve bad-ı hava 63.610

3. Karaman, 929 yılı, TD 118:

Nefs-i Niğde an öşr-ü galle ve resm-i agnam ve kovan ve öşr-ü bostan ve şırvan ve resm-i mirabi ve çayır-ı Bey gölü ve Alakuş ve çayır-ı Dokuzlu ve bac-ı bazar-ı şehr ve resm-i kil-i bazar-ı galle ve ihtisab maa resm-i kapan ve bozahane ve meyhane ve mahsul-ü ser asesan-ı şehr ve beytül-mal ve mal-ı gaib ve mal-ı mefkud ve abd-i abık-ı nefs-i şehr ve bad-ı hava 71.800

4. Kocaeli, 929 yılı, TD 116:

Nefs-i İznikmid bac-ı bazar maa iskele ve bozahane ve ve meyhane ve resm-i arus ve cürm ü cinayet ve bad-ı hava nefs-i şehr ve resm-i ganem-i şehirlüyan ve berberhane 58.400

Bu gibi örnekleri çoğaltmak zor değil; baktığımız örnekler “nefs-i şehr” teriminin kapsamına giren vergi kaynakları hakkında yetrli bilgi sağlıyor. Görülüyor ki “nefs-i şehr” başlığı altında bac-ı bazar ve ihtisab ve resm-i kapan gibi ticari vergiler ile bozahane ve şemhane gibi sınai üretim vergileri bulunuyor. Şehirlerde bile tarımsal üretimden tarımsal üretimden alınan vergiler, mesela tahıl öşrü, bağ, bahçe, bostan öşrü, koyun ve arıcılıktan alınan resimler, suyolu ve değirmen vergileri önemli bir yer tutmakta. Nihayet niyabet-i nefs-i şehr adı altında toplanan ve şehrin asayiş ve dirliği ile ilgili vergi gelirleri de sancakbeyi hassının temel ögeleri arasında.

Bu noktada “niyabet” terimi üzerinde biraz daha durmak gerekli. TD 125 sayılı ve 931 tarihli Haleb icmal defterinde “niyabet” “cürm ü cinayet maa resm-i arus” olarak belirleniyor. Bu, şehirden alınan niyabettir. Sancakbeyi ayrıca bütün sancaktan da “niyabet-i il” adı altında benzeri vergileri sipahilerle paylaşıyor. Tahrir defterlerinin tipik ifadeleri şöyle:

“mahsul-ü niyabet ve cürm ü cinayet ve resm-i arusane-yi tımar-ı sipahiyan gayr ez havass-ı padişah-ı alempenah ve zuema ve tımarha-yı serbest”

(Tarsus, 950 yılı, TD 227)

“nısf-ı niyabet ve cürm ü cinayet ve resm-i arus [an] tımarha-yi sipahiyan gayr ez havass-ı padişah-ı alempenah ve zuema ve tımarha-yı serbest ve evkaf ve emlak-i mukarrare” (Haleb, 931, TD 125)

“nısf-ı niyabet-i il-i nahiye-yi mezbure ve adet-i agnam gayr ez serbest ve emlak ve evkaf ber muceb-i adet-i kadim” (Karesi, 925, TD 72)

“Nısf-ı niyabet-i il” ifadesi serbest olmayan tımarlarda sipahinin niyabet olarak topladığı cürm ve cinayet, gerdek resmi (resm-i arusane) ve koyun vergisi gibi resimlerin yarısının sancakbeyi tarafından alındığını gösteriyor. Şehir merkezinde ise niyabet tamamen sancakbeyine aittir.

Kanuni Sultan Süleyman devrinin başlarında Karaman beylerbeyliğine ait sancaklarda “niyabet” resimlerine “adet-i emirane” denilmektedir. Karaman’daki emirlik ya da beylik resimlerinin diğer yörelerdeki “niyabet” ile aynı kalemleri kapsadığı aşağıdaki örneklerde görülebiliyor:

Liva-yı Konya. Karaman, 929 yılı, TD 11:

“adet-i emirane-yi kaza-yı Konya… an nısf-ı resm-i agnam ve nısf-ı cürm ü cinayet ve resm-i arus an reaya-yı sipahiyan ve merdan-ı kıla’ gayr ez tımarha-yı serbest”

Liva-yı Aksaray maa Koçhisar. Karaman, 929 yılı, TD 118:

“adet-i emirane-yi nevahi-yi Koçhisar gayr ez tımarha-yı serbest an nısf-ı resm-i arus ve resm-i agnam ve nısf-ı cürm ü cinayet”

Akşehir, Niğde, Beyşehri, İçel sancaklarında da durum aynı. Karaman’da “niyabet” teriminin yerine “adet-i emirane” yani emirlik, beylik resmi denilmesi deyimi aydınlatmağa yarıyor. Belli oluyor ki “niyabet” sözüyle kasdedilen, sancakbeyi hatta tımarlı sipahinin, sultanın naibi olarak bölgesindeki idari yetkisi ve yetkisini kullandığı sırada topladığı ceza ve resimlerdir.

Sonuç

Sancakbeyi hassının “sancak hasılı” olarak belirlenen ana unsurları sancaktaki büyük yerleşme merkezlerinin vergi gelirleri ve sancakbeyinin sancağının tüm bölgelerinde tımarlardan topladığı resimlerdir. Sancakbeyinin bütün sancakta serbest olmayan tımarlılarla paylaştığı resimler, sultanın temsilcisi, “naibi”, olan ehl-i örfün idari yetkisini, “emirliğini” yani yöneticiliğini simgeleyen gelirlerdir. Sancakbeyi doğrudan doğruya kendine ayrılmış (hassına katılmış) bölgelerde ve şehirlerde bu “niyabet” ya da “emirlik” resimlerini kendisi toplamakta.

Sancakbeyi büyük sayılacak yerleşim birimlerinin vergisini toplaması dolayısıyla şehir ekonomisinin her boyutu ile, yani ticari, sınai, ve tarımsal üretim ile ilgilenir.

Sancakbeyinin sancak yönetiminde temel rolü doğrudan doğruya kendisinin ve kendi temsilcilerinin şehir ve kasaba yöneticisi olması denebilir. “Nefs-i şehr” adı altında toplanan vergilerin oranı, belli bir yörede şehirleşme ve şehir ekonomisi boyutlarını göstermek bakımından da ilgi çeker ama bu konuyu başka çalışmalara bırakalım.

Prof. Dr. Metin KUNT

Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 709- 713

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.