Günlük arşivler: 22 Mayıs 2016

ARAŞTIRMA DOSYASI /// E. TÜMG. ARMAĞAN KULOĞLU : PKK’YLA MÜCADEL EDE ETKİNLİĞİ ARTIRMA


Arma%25C4%259Fan%2BKulo%25C4%259Flu.PNG

Armağan KULOĞLU

Çözüm süreci hatasından sonra yeniden başlayan PKK terör örgütüyle mücadele, güvenlik güçlerinin büyük fedakârlığıyla devam etmektedir. Ancak bu mücadelenin bedeli, iktidarın çözüm sürecindeki yanlışlıkları, hatta suç teşkil edecek yasa dışı davranışları ve uygulamaları nedeniyle ağır olmaktadır. Bu yanlışlıklardan siyaset diyerek sıyrılmak mümkün değildir.

Terör eylemlerinde artış var

Teröristler, çözüm sürecindeki fırsatları değerlendirerek şehir merkezlerinde kapsamlı direniş hazırlıkları yapmışlardır. Şehirler çoğunlukla boşalmasına ve sokağa çıkma yasaklarına rağmen, kalan sivillerin zarar görmemesi için hassasiyet gösterilmekte, mücadele uzamakta, güvenlik güçleri zayiat vermektedir.

Terör eylemleri kırsal alanda da artış göstermiştir. Saldırı hazırlıkları sınır ötesinde düzenlenmekte, sızmalarla eylemler gerçekleştirilmektedir.

Şehirler temizlendikten sonra dahi, buralarda terör eylem hazırlıkları yapılmakta ve icra edilmektedir.

Örgüt çok fazla zayiat vermesine rağmen eylemlerin azalmadığı, aksine arttığı ve şiddetlendiği anlaşılmaktadır.

Artışın sebeplerini;

1. Şehirlerdeki sivillerin çoğunlukla masum olmasına rağmen, hâlâ örgüte yardım ve yataklık yapanların bulunmasına,

2. Zayiat veren teröristlerin yerine geçenlerin eğitiminin yetersizliğine rağmen,zayiatı bir şekilde karşılayacak katılımların devam etmesine,

3. Örgüt liderlerinin hâlâ etkin olmasına,

4. Örgütün, mevcut gücünün azamisini kullanarak biran önce, uluslararası kamuoyu desteğini de alarak, yönetimi yeniden çözüm sürecine döndürme çabası içinde olmasına,

5. Uluslararası kamuoyu desteği ve bu yolla uluslararası güçlerin çeşitli şekillerde müdahalesi için, direniş ve buna karşı yapılan mücadelenin propaganda malzemesi olarak kullanmasına,

6. Dış ülkelerce PYD’ye sağlanan malzeme, silah ve mühimmat desteğinin, PYD-PKK geçişkenliğinden dolayı PKK’nın eline geçmesine,

7. Zayiat verdirilmesine rağmen, başta Kandil olmak üzere, Irak’taki terör üslerinin varlığının devam etmesine,

8. Tedbirlerin alınmasında emir-komuta birliğinin, hukuki yetkilerin ve istihbaratın daha etkin olması ihtiyacına ve buna benzer nedenlere bağlamak mümkündür.

Mücadele kahramanca devam ediyor

Başta TSK olmak üzere örgütle mücadele fedakârca ve kahramanca devam etmektedir. Güvenlik güçleri kendilerine verilen görevi en iyi şekilde yapma gayreti içindedir. Canını feda etmekten çekinmemektedir. Bu mücadelede Temmuz 2016’dan bugüne kadar 500’e yakın şehit verilmiş, binlercesi yaralanmıştır. Şehit sayısı Kıbrıs Barış Harekâtı’ndaki sayıya yaklaşmıştır.

Ancak her gün yeni bir acı haberle karşılaşılmakta, ocaklara ateş düşmekte, neticenin alınması uzadıkça üzüntü daha da artmaktadır. Örgüt de ağır darbe almış durumdadır.Örgütün bundan sonra ülkeye daha fazla terörist sokacağına, beklenmeyen bazı eylemlerle sansasyon yaratmaya çalışacağına, terör eylemlerinin kırsalda, kentlerde ve büyük şehirlerde devam edeceğine ilişkin haberlere rastlanmaktadır.

Mücadelede etkinliği artırıcı tedbirler

Yapılan mücadelenin etkinliğini artırmak için;

1. Sınır ötesi harekâtın hava harekâtlarıyla sınırlı tutulmaması, PKK üslerinin karadan da etkisiz hale getirilmesi için planlama ve operasyonlar yapılması,

2. Özel kuvvetlerle, PKK’nın lider kadrosunu etkisiz hale getirecek özel harekâtlar düzenlenmesi,

3. Bunları gerçekleştirmek için Irak, İran, Rusya, ABD, BM, NATO ve AB nezdinde sürekli, etkin ve sonuç almaya odaklı politika izlenmesi, diplomasinin sonuna kadar profesyonel ellerle kullanılması,

4. Operasyon yapılan şehirlerde halkın kentleri boşaltmaya mecbur edilmesi, boşaltmayanların yardım ve yataklık yaptığının kabul edilmesi,

5. Gerekli yerlerde, askerin itibar kazanacağı korkusundan vazgeçilerek, komutada birlik, etkinlik ve yasal zemin için sıkıyönetim ilanından çekinilmemesi,

6. Yönetimin anayasa, başkanlık, partili başkanlık, iktidar hırsı gibi konuları bir tarafa bırakarak sıklet merkezini, her şeyden önce ülkenin güvenliğine vermesi gerekmektedir.

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ sitesinden 22.05.2016 tarihinde yazdırılmıştır.

TARİH /// Soner YALÇIN : Bir siyasi entrikacı diplomat : GERALD H. FITZMAURICE


Link : http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/soner-yalcin/bir-siyasi-entrikaci-diplomat-gerald-h-fitzmaurice-1240309/

IŞİD mi dediniz… PKK mı dediniz… Canlı bomba mı dediniz… Terör mü dediniz… Suriye-Irak’ın bölünüp yeni Ortadoğu haritası çizmek mi dediniz… Siyonizm mi dediniz… Bunları yeni mi sandınız? Geliniz sizi 100 yıl önceye götüreyim. Size; uzun yıllar İstanbul’da görev yapan bir İngiliz diplomatı tanıştırayım. Bu adamı tanımazsanız, bugünü kavrayamazsınız…

Tarih: 26 Mart 2016.

HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş‘ın PKK çizgisindeki Demokratik Toplum Kongresi‘nde konuşması gözden kaçtı. Şöyle dedi: “Demokratik bir anayasa bizler için önemlidir. Bugün eğer yeni bir sözleşme yapılmazsa Sykes-Picot Antlaşması yeniden devreye girecektir.” Bu sözlerin ne ifade ettiğini kavramak için 100 yıl önceye gitmek şarttır…

Tarih: 24 Kasım 1917.

Bolşevik Devrimi’nin önderlerinden Troçki, İzvestiya gazetesinde yazdığı makalede; İngiliz ve Fransızların, Rus Çarlığı’nın onayıyla, Osmanlı’nın Ortadoğu topraklarını paylaşmak için gizlice imzaladığı Sykes-Picot Antlaşması‘nı ortaya çıkardı.
Bundan 1.5 yıl önce…

Tarih: 16 Mayıs 1916.

İngiliz diplomat Mark Sykes ve Fransız diplomat François George Picot Ortadoğu’nun nasıl paylaşılacağı konusunda altı aydır yaptıkları toplantı sonucunda karara vardılar.

Buna göre…

1) Fransa’ya; Doğu Akdeniz bölgesi, Adana, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Musul ile Suriye kıyıları;
2) İngiltere’ye; Hayfa, Akka limanları, Bağdat ile Basra ve Güney Mezopotamya;
3) Rusya’ya; Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmı verilecek.
4) Fransa ile İngiltere’nin elde ettiği topraklarda Arap devletleri konfederasyonu veya Fransız ve İngiliz denetiminde tek bir Arap devleti kurulacak,
5) İskenderun serbest liman olacak,
6) Filistin’de, kutsal yerleşim yeri olması nedeniyle bir uluslararası yönetim kurulacaktı.

NICOLE KIDMAN’IN FİLMİ

Sykes-Picot Antlaşması’ndan öncesi var.

Tarih: 8 Nisan 1915.

İngilizler, Sir Maurice de Bunsen başkanlığında, Osmanlı’nın paylaşılması konusunda Rusya, Fransa ve İtalya ile yapılan pazarlık görüşmelerinde izlenecek politikaları belirmek için “De Bunsen” adında komite kurdu.

Sykes-Picot Antlaşması’na adı verilen Sir Mark Sykes, Savaş Bakanı Lord H. Herbert Kitchener’i temsilen bu komitedeydi. Görüşülen konularla ilgili olarak Savaş Bakanı Kitchener’in yakın arkadaşı ve yardımcısı Albay Oswald Fitzgerald‘a düzenli bilgi aktarıyordu. Bu arada…

Kendisi de, İstanbul‘da bir dönem birlikte çalıştığı “akıl hocası” İngiliz Büyükelçisi Baş Tercümanı Gerald H. Fitzmaurice‘den fikir alıyordu.

Gerek “De Bunsen” ve gerekse “Sykes-Picot Antlaşması”nın beyni bu adamdı. Bunun sebebi, salt kurnaz ya da siyasi manipülasyoncu olması değildi; komite üyelerinin tamamının Osmanlı Devleti ve Ortadoğu toprakları konusunda bildikleri; okudukları Latin ve Yunan klasikleriydi; iki bin yıl önceki Yunan coğrafyacıların terimlerini kullanıyorlardı. Özetle, bölgeyi hiçbiri tanımıyordu!

Fitzmaurice ise yıllardır bölgedeydi. Ve tüm enerjisini İngiliz emellerini gerçekleştirmeye harcıyordu!

Bugünlerde vizyonda; Nicole Kidman‘ın Ortadoğu sınırlarını cetvelle çizen İngiliz casus kadın Gertrude Bell‘i oynadığı “Çöl Kraliçesi” adlı berbat film var.

Ne tesadüf; Bell’in Suriye ile ilgili yazdığı kitapta da 100 yıl önce Outlooks’da “yılın kitabı” olarak tanıtılıyordu! Neyse.

Fitzmaurice; özel ilgi alanı haritacılık olan Mark Sykes’ın değil; haritada sınırları çizen Gertrude Bell’in de akıl hocasıydı!..

Ve. Tüm bu olup bitenin merkezinde Siyonistler vardı ve en büyük destekçileri Fitzmaurice idi.

İngiliz Siyonist Federasyonu Başkanı Chaim Weizmann, Fitzmaurice’nin yakın arkadaşıydı.

Aynı Fitzmaurice’nin “İttihat ve Terakki, Yahudi ve Dönmelerin kontrolündedir” diye yalanları Osmanlı kamuoyuna aktaran kişi olması da ne tesadüf değil mi?

Bu yalanlar sayesinde, 31 Mart 1909 dinci ayaklanmasıyla İttihatçıları iktidardan düşürmek isteyen de oydu!

G.R. Berridge, “İngiliz Gizli Belgelerinde Yahudi Dönmesi İttihaçılar” adlı kitabında Gerald H. Fitzmaurice’nin entrikalarını ayrıntılı anlatıyor…

Evet, bugünü bilmek için Fitzmaurice’yi yakından tanımak şart… Başlayabilirim…

Kırmızı alan İngiliz sömürgesi; B alanı İngiliz Mandası…

ELÇiLiKTEKi KARANLIK GÜÇ

İrlanda Kraliyet Üniversitesi. Yıl, 1883. (Fitzmaurice ön sırada, sağdan üçüncü…)

Tarih: 15 Temmuz 1865.

Gerald Henry Fiztmaurice İrlanda’nın Dublin-Howth kasabasında doğdu.

Ailesi Katolik‘ti. Anne tarafı zengindi.

Hiç evlenmedi.

Fransız Koleji’nde okudu.

Kraliyet Üniversitesi’ni bitirdi. Latince, Fransızca, İtalyanca ve Yunanca öğrendi. Dile yetenekliydi. Tercüman (dragoman) olmak için Dışişleri Bakanlığı Doğu Akdeniz Konsolosluk Servisi’ne başvurdu. Yıl, 1888 idi.

O yıl, dört kişi sınavı kazandı; dördüncü olan oydu.

Fakat, onu bir sınav daha bekliyordu; İstanbul Ortaköy‘deki dil okulunda da başarılı olması gerekiyordu.

Sıklıkla gittiği Türk kahvelerinde dilini ilerletti.

1890’da İstanbul İngiliz Büyükelçiliği tercüme bürosunda göreve başladı.

Çalışkandı. Becerikliydi.

Kıdemli diplomatların gölgesinde çalışmak, Osmanlı bürokrasisi içinde koşuşturmak ona göre değildi. Memur değil, sahada aktif olmak istiyordu.

O dönemde gündemde Ermeni meselesi vardı ve bu konuyla ilgilenmek istedi.

Van’a “konsolos yardımcısı” göreviyle 1891’de ataması yapıldı.

Bir yıl sonra “Kürdistan Konsolos Vekili” olarak Erzurum’a gönderildi. Raporlarında bir noktaya dikkat çekti:

“Bir yıldan uzun zamandır Kürt zulmünden çekmeyen bir Ermeni köyü bulmak mümkün değildir.”

Sonra, Trabzon’da görev yaptı.

Bu arada İngiltere; Ermeni meselesi konusunda II. Abdülhamit’e baskı yapması için Sir Philip Currie’yi İstanbul büyükelçisi gönderdi. Fitzmaurice kısa süre Currie ile İstanbul’da çalışsa da sıkıldı; İzmir’e konsolos yardımcısı olarak atandı. Yıl, 1895 idi.

Ermeni olayları büyüyordu; sıklıkla terör olayları oluyordu.

Muhafazakar başbakan Lord Salisburg‘un, “İslam, yeryüzündeki tüm dinler içinde en zalim sapkınlıklara ve yozlaşmaya müsaittir” sözü, İngilizler ile Osmanlı ilişkilerinin geldiği yeri olumsuz gösteriyordu!

O günlerde, Ermenilerin iddialarını destekleyen -bugün hâlâ tartışılan- “Mavi Kitap”ı çıkardılar. Times kitabı kapak yaptı.

Kitapta yer alan İngiliz belgeleri, gözlerin Fitzmaurice’ye çevrilmesine neden oldu. Times bunu saklamadı; Fitzmaurice’nin çalışmalarını açıkça övdü.

Fitzmaurice, Osmanlı yönetimi tarafından istenmeyen adam oldu. Ama İstanbul’a gelmesini engelleyemedi! Aksine…

Nerede sorun varsa İngilizler Fitzmaurice’yi oraya gönderdi. Örneğin, 1902’de Arabistan’a gitti. 2 yıl 8 ay deve sırtında dolaştı.

Kısa süre İngiltere’de çalıştıktan sonra, 1906’da İstanbul’a baş tercüman olarak döndü.

Gertrude Bell piknikte…

Gertrude Bell ile bu görevde iken 1907’de İstanbul’da tanıştı. Fitzmaurice, Belli’i Sadrazam Ferit Paşa gibi isimlerle bir araya getirdi.

Bell, babasına yazdığı mektupta şöyle diyecekti: “Bütün günümü Fitzmaurice ile geçirdim; Türkiye hakkında çok insandan daha fazla şey biliyor.”

Nasıl bilmesin? Örneğin, o dönem İstanbul’da kolera yaygındı ve Osmanlı yönetimi “ticari ilişkileri etkiler” diye bunu saklıyordu! Fitzmaurice, Türk köylüsü kıyafetiyle mezarlık yanında ev kiraladı; kolera salgınından ölenlerin nasıl gizlice defnedildiğini rapor etti.

1916-1922 yılları arasında başbakanlık yapacak George Lloyd da, Fitzmaurice’nin İstanbul’daki yakın dostlarından biriydi. Mektuplarını; “yavru” ya da “tilkiciğim” diye başlayıp, “her zaman senin olan G.H. Fitzmaurice” diye bitirecek kadar yakındılar!

George Llyod, Bell’e yazdığı mektuplarda Saray nezdindeki tüm başarılarının mimarı olarak Fitzmaurice’yi gösterdi.

Fitzmaurice’in başarılarından biri de, raporlarında “Saray’ın kölesidir” dediği Türk gazetelerdi ve rüşvetle istediğini yazdırıyordu.

Ve bu yazdırdığı yalanlardan birini günümüz Türkiye’sinde dinciler hâlâ yazıp-söylemektedir:

“İttihatçılar Yahudidir!”

Oysa, gerçek bakın neydi?

100 YILLIK YALANIN MUCiDi

Fitzmaurice, 1908 Temmuz (II. Meşrutiyet) Devrimi‘ni hiç beklemiyordu. Öyle ki, temmuz ayında izin alıp İngiltere’ye gitme planı yaptı.

Devrim olunca ilk yazdığı raporda şunu diyecekti:

“En büyük korkum bu milliyetçi dalganın Abdülhamit’i süpürmesi olur!”

Yıllar içinde kurduğu tüm ilişkilerin yıkılmasından endişe duyuyordu. Gizli yazışmalarında devrimci İttihatçıların yıkılmasını kararlılıkla savundu. Girit gibi yerlerde çıkarılacak siyasi krizlerle İttihatçıları halkın gözünde küçük düşürmeyi planladı.

Yetmedi. İttihatçıların mason ve Yahudi dönmesi olduğu bilgilerini basına sızdırdı.

Büyükelçi Sir Gerard Lowther’in adıyla anılan ve İttihatçı devrimi, Yahudi Komplosu olarak gösteren raporun asıl mimarı Fitzmaurice idi. Oysa kendisi o dönem Siyonistlerle yakın ilişki içindeydi. Kuşkusuz amacı başkaydı.
Ve… 31 Mart 1909’da İstanbul’da gerici ayaklanma çıktı.

Ayaklanma bastırıldıktan sonra İngilizler arasında tartışma çıktı; Aubrey Herbert, Adam Block, H.F.B. Lynch, Harry Eyres, William Heard gibi diplomatlar “abartılı fantazilerde” bulunan Fitzmaurice’yi, İngiliz çıkarlarını tehlikeye attığı için eleştirdiler. Times ve Daily Mail gibi yayın organları bu eleştirilere katıldı.
Peki, hedefteki Fitzmaurice’nin bu gerici ayaklanmadaki görevi neydi? İngilizler bunu tam olarak ortaya çıkarmadı.

Fitzmaurice’nin yardımına Bell yetişti; isyanın bastırılmasından sonra temmuz ayında İstanbul’a geldi. Bunlar ekipti; ve T.E. Lawrence de birbirlerini kollayan bu grubun üyesiydi!

Fakat bu durum İttihatçıların Fitzmaurice’ye düşman olmasına engel olamadı. Hüseyin Cahit, 22 Nisan 1911’de Tanin‘de şöyle yazdı:

“Bu tercüman arkadaşla her yerde karşılaşabilirsiniz. Gecenin geç saatlerine kadar gazete bürolarını dolaşıyor. Gazetecilere o kadar düşkün ki, bazı geceler evlerine ziyarete gidiyor. Ve ne kadar hayırseverdir bir bilseniz. Tek derdi ülkenin iyiliğidir; ah Halifenin topraklar üzerinde etkisi kalmadı; dinden kimse çekinmiyor; hükümet Siyonizmi teşvik ediyor; memleketi Yahudilere satmak istiyor.”

Yani… Kimi İngiliz diplomatlarının eleştirilerine rağmen Fitzmaurice, İstanbul’da bildiğini okumaya devam ediyordu!

İttihatçıların bastırması sonucu İstanbul’dan gitmek zorunda kaldı. Yıl, 1911 idi.

Ama, Osmanlı’dan kopmadı; Trablusgarp‘a konsolos vekili olarak atandı. Buradan tekrar İstanbul’a geldi. Ve…

Ne tesadüf; kendilerine “Kurtarıcı Subaylar” diyen gerici askerler, Trablusgarp yenilgisini bahane edip, darbe yaparak İttihatçıları iktidardan düşürdü! Fitzmaurice mektubunda şöyle diyecekti: “Yaşanan olaylar, oldukça hoşuma gidiyor!”

Onu asıl sevindiren; has adamı “İngilizci Kamil Paşa’nın tekrar sadrazam olmasıydı.

Sevinci kursağında kaldı; İttihatçılar iktidarı 1913’te tekrar ele geçirince Fitzmaurice, Londra’ya gitmek zorunda kaldı. Yıl, 1914 idi.

Birinci Dünya Savaşı sürecinde, dışişleri bakanlığında istihbarat görevlisi olarak Sykes-Picot Antlaşması gibi projelerle, Osmanlı’nın parçalanması çalışmalarına yardım etti.

Osmanlı Yahudileri Siyonizme soğuk bakarken, İttihatçıları Siyonist-Yahudi olmakla suçlayan Fitzmaurice, Siyonizm davasına katkı yapmayı sürdürdü! Yakın arkadaşı Lloyd George’un başbakanlığındaki İngiliz savaş kabinesinde dışişleri bakanı olan Arthur Balfour’un girişimiyle başlatılan ve sonuçta Filistin’de bir Yahudi devletinin -İsrail- kurulmasıyla sonuçlanacak Balfour Deklarasyonu‘nun hazırlanmasında rol oynadı. Bu amaçla…

Mekke Şerifi Hüseyin ile İngiltere’nin Mısır’daki Yüksek Komiseri H. Mac Mahon arasında gizli olarak McMahon Antlaşması imzalandı. Mekke Şerifi, Büyük Arap Krallığı‘nda ısrar edince de Suudilerle anlaştılar!

Yani…
Demem o ki…

Bugün yaşadıklarınıza tarihi perspektiften bakmak zorundasınız. Yoksa, kandırılırsınız.

Sanmayınız ki…

Fitzmaurice, yakın dostu Başbakan George Llyod’un ani ölümü üzerine yıkıldı; ve 1921’de mesleği bıraktı. Ve 1939’da öldü.

Hayır!

Hâlâ nice Fitzmauriceler görev başında!

Hâlâ Sykes-Picot Antlaşması hayata geçirilmek istemektedir!

Yeter ki görmesini biliniz…

TARİH /// MURAT BARDAKÇI : İşte, Cem Sultan’ın dünyanın dört bir yanına dağılmış o lan Hristiyan torunları


Geçenlerde bu sayfada Cem Sultan’dan bahsederken Cem’in şimdi Malta’da yaşayan Hristiyan torununun fotoğrafını da kullanmam birçok okuyucunun dikkatini çekmiş ve ailenin nasıl Hristiyan olduğunu soran çok sayıda mail gönderildi. İşte, Cem Sultan’ın ve dolayısı ile Fatih’in soyundan gelen bu bahtsız ailenin kısa öyküsü…

Geçen hafta bu sayfada Cem Sultan’ın ölümünün ardından ona rahmet okuyan papağanı- nın hikâyesini yazdım ve sayfada Fatih Sultan Mehmed’in bu bahtsız şehzadesinin Hristiyan olan ve şu anda Malta’da yaşayan torununun fotoğrafını kullandım.

Cem Sultan’ın soyundan gelenlerin şimdi Hristiyan olmaları bazı okuyucuların merakını çekmiş ve hafta boyunca bu konuyu açıklığa kavuşturmam için bir hayli mail gönderdiler… Ailenin nasıl Hristiyan oldu- ğunu kısaca anlatayım: Fatih’in İstanbul’u fethetmesi ile sona eren Bizans’ın son imparatoru 11. Konstantin Dragasis, "Paleologos" hanedanına mensuptu.

Cem Sultan’ın, Avrupa’da 16. yüzyılda bestelenmiş bir eserin notasının kapağındaki çizimi.

RODOS’A YERLEŞTİ

Osmanlılar, erkek çocuğu olmayan imparatorun Bizans tahtına vâris bırakmadığını bildikleri için aile ile uğraşmadılar, hatta Paleologos Hanedanı’nın bazı mensuplarını da Müslüman edip devlet hizmetine aldılar. İmparator Konstantin’in yeğenlerinden biri "Mesih" adını aldı, vezir yapıldı ve "Mesih Paşa" oldu; bir diğer prens de dinini değiştirdi, adını "Murad"a çevirdi ve Rumeli Beylerbeyliği’ne getirildi.

Cem’in soyundan gelen Said-Vassallo Prensliği’nin arması.

Paleologoslar’ın bazı mensupları kuşatma sırasında, bazıları ise şehrin düşmesinin ardından İstanbul’u gizlice terkettiler ve Cem Sultan’ın soyundan gelenler ile sonraki asırlarda evlilikler yoluyla akraba oldular.

Cem’in Rodos’ta yaşayan oğlu Şehzade Murad 1492’de Hristiyan olmuştu. İşte bu şehzadenin soyu, günümüzde de "Osmanlı-Bizans" karışımı bir aile olarak devam ediyor…

Taht mücadelesini kaybedince gurbete giden ve hayatının son 13 senesini Rodos’ta, Roma’da ve Fransa’da geçiren ve 1495 Şubat’ında Fransa’da can veren Cem Sultan’ın üç oğlu ve iki de kızı vardı. Oğullarından Şehzade Abdullah ve kızlarından Ayş Sultan, küçük yaşta öldüler. Büyük oğlu Oğuz Han babası sürgündeyken İstanbul’da idi ve amcası Bayezid 1483 Şubat’ında henüz dokuz yaşında olan şehzadeyi boğdurdu. Mısır’da yaşayan diğer kızı Gevher Melike de sonraları İstanbul’a geldi ve 1505’te burada öldü.

Cem Sultan’ın Avustralya’da yaşayan torunlarından Giuseppe Said-Vassallo ve eşi.

Cem’in hayatta tek bir oğlu kalmıştı: Şehzade Murad… Babasının sürgünü sırasında Rodos’a yerleşti ve Maria Concetta Doria adında bir İtalyan kadınla evlendi. Daha sonra garip bir iş etti, Müslümanlığı bırakıp Hristiyan oldu, 1492 Kasım’ında Papa Altıncı Alexander tarafından vaftiz edilip "Pierre" adını aldı ve "Papalık Prensi" yapıldı ve Napoli Kralı’ndan bir başka asalet unvanı, Roma Senatosu’ndan da vatandaşlık aldı. Rodos’ta çoluk-çocuğa karıştı ve Kanuni’nin adayı fethetmesine kadar burada "Prens" olarak yaşadı. Rodos’un 1522 kışında Türkler’in eline geçmesinden hemen sonra, 27 Aralık günü boğduruldu.

Cem’in Maltalı torunu George Alexander Said-Zammit ve eşi.

BİZANS KONTU OLDULAR

İdamında, 48 yaşındaydı. Türk ve Vatikan tarihleri şehzadenin idamına kadar hep aynı bilgileri veriyorlar ama aralarında bir ihtilâf çıkıyor: Türk kaynakları Cem Sultan’ın oğlu Şehzade Murad’ın "Cem" adındaki oğluyla beraber idam edildiğini söylerken, Malta, Rodos ve Vatikan arşivlerinde bulunan belgeler küçük Cem’in öldürülmediğini, Nicola ismini alıp Malta’ya yerleştiğini ve 1536’daki ölümüne kadar burada yaşadığını yazıyor ve Cem Sultan’ın şu anda Avrupa’daki torunları, işte bu "küçük" Cem’in, yani sonraki adı ile Prens Pierre ile oğlu Prens Nicola’nın soyundan geldiklerini söylüyorlar…

Vaftiz edilen şehzadeler, kendilerine aile adı olarak "Saitus"u aldılar ve "Saitus" zamanla "Sait", "Sayd" ve nihayet "Said" oldu. Ailenin şu andaki reisi, Malta’da yaşayan George Alexander Said-Zammit adında ve 56 yaşında bir arkeolog…

Cem Sultan’ın soyundan gelenlerin tuhaf kaderi bu kadarla da kalmadı… Şehzadenin soyundan gelenlerden bazıları sonraki senelerde Bizans’ın Paleologos Hanedanı’na akraba olan Bizans aristokrasisinden Vassallo ailesinin mensupları ile evlenip "Bizans Kontu" oldular.

Ailenin bu branşının hem "şehzade", hem de "Bizans Kontu" unvanını taşıyan ve şimdi Avustralya’da yaşayan 66 yaşındaki son reisi Giuseppe Said-Vassallo’nun mensubu olduğu Said-Vassallo ailesinin öyküsünü de bir başka gün anlatırım…

LİNK : http://www.haberturk.com/gundem/haber/1096236-iste-cem-sultanin-dunyanin-dort-bir-yanina-dagilmis-olan-hristiyan-torunlari

KARİKATÜR : ATINI SEVEN KOVBOY SEDAT :))))))))


İRTİCA DOSYASI : Erdoğan’ın İlim Yayma Cemiyeti’ne Bu İlgisi Nereden Geliyor…


Cumhurbaşkanı Erdoğan bugün İlim Yayma Cemiyeti’nde konuştu…’

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan İlim Yayma Cemiyeti Genel Kurulu’nda konuştu.

Peki, İlim Yayma Cemiyeti nedir?

Bakınız İlim Yayma Cemiyeti neymiş…

1951’de, İlim Yayma Cemiyeti kuruldu.

Bakınız içinde kimler var;

‘Turgut ve Korkut Özal, Muammer, Sabahattin, Abidin, Mustafa ve Eymen Topbaş, Yusuf Türel, Prof. Ayhan Songar, Prof. Nevzat Yalçıntaş, Mehmet Aydın, Prof. Salih Tuğ, ve sanayici İbrahim Bodur.’

1970’de İslami İlimler Araştırma Vakfı kurulacak, yönetim kurulu üyeliğine de, 2014’te MHP ve CHP liderleri tarafından çatı aday gösterilen Ekmeleddin İhsanoğlu getirilecektir[1].

Vakfın yayınladığı ilk beş eser sırasıyla şunlar olacaktır; ‘İslam Hukukuna Göre Alışverişte Vade Farkı ve Kâr Haddi’, ‘İslam’da Kılık Kıyafet ve Örtünme’, ‘İktisadi Kalkınma ve İslam’, ‘ Para, Faiz ve İslam’, ‘Bilgi, Bilim ve İslam’, ‘Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli’…

1 Aralık 1951’de, Ahmet Emin Yalman tarafından ‘Avrupa ve Dünya Federasyonu Fikrini Yayma Cemiyeti İlim Yayma Cemiyeti açıldı.

Kurucuları arasında Prof. Şükrü Baban’ın yanı sıra Türkiye’nin tanınmış akademisyenleri de vardı;

‘Fahrettin Kerim Gökay, Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Prof. Kazım İsmail Gürkan, Prof. Ömer Celal Saraç, Prof. Mustafa Şekip Tunç, Prof. Sıddık Sami Onar, Prof. Kerim Erim, Prof. Ali Fuat Başgil, Prof. Yavuz Abadan, Prof. Nihat Reşat Belger, Dr. Adnan Adıvar gibi[2]

Uğur Mumcu yıllar sonra tarikat-para-siyaset ilişkisini şöyle açıklayacaktır;

‘Faizsiz bankalar, bu bankaların kurucuları, bu banka kuruluşlarının siyasal etkinlikleri ve bu finans kurumlarına ayrıcalıklar… İlim Yayma Cemiyeti ve Aydınlar Ocağı’ndan gelip Suudi ortaklıklarıyla güçlenen, gün geçtikçe büyüyen bir para imparatorluğu’[3]

1942’de, Nakşibendi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’den halifelik icazeti alan Ömer Fevzi Mardin eliyle Kadıköy’de İlahiyat Kültür Telifleri Derneği kurulmuştu.

Sonrasında yaşanan dramlar günümüzü anlayabilmek için önem taşıyor…

Türkiye Uğur Mumcu’dan çok şey öğrenmişti; adı Kürt diye yazılmış isyanların odağında Nakşibendi Tarikatı’nın kollarının bulunduğunu, Nakşi Şeyhi Seyit Abdulkadir’in yani Taha Oğullarının Kürt olmadığını, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan terör örgütlerinin küresel güçlerin taşeronu olduklarını, terörü kaçakçılığın finanse ettiğini ve tarikat-siyaset-ticaret ilişkilerinin inanılmaz boyutlarını…

Türkiye, ‘Rabıta’ adlı örgütün de ne olup ne olmadığını Uğur Mumcu’nun kalemiyle öğrenmişti.

Uğur Mumcu Rabıta’ya nasıl başladığını şöyle anlatıyor;

‘12 Eylül döneminde görev almış, adının açıklanmamasını isteyen bir bakandan dinlemiştim; ‘Sayın Mumcu, Diyanet işleri yurt dışına din hizmeti götürmekte çok geç kaldı. Kalınca da yurt dışında Süleymancılık Milli Görüşçülük gibi akımlar at oynattı. Hemen yurt dışına din adamı gönderelim dedik. Baktık mevzuat yok ortada, tabi para da… Suudilerle anlaştık. Bir mutabakat gereğince Türk imamlarının aylıkları bir süre, 1982 yılından 1984’ yılına kadar Rabıta örgütünce ödendi.’[4]

Bakınız 1945’teki Sovyet tehdidi ile başlayan değişim rüzgarları nerelere kadar ulaşıyor; ‘Rabıta Örgütü’nün 41 kişilik bir kurucu meclisi var. Bu meclis çeşitli İslam ülkelerinden seçilen üyelerden oluşuyor. Rabıta örgütünün kuruluşunda Türkiye’yi, Hilal Dergisi sahibi Salih Özcan temsil etmiştir. Salih Özcan’ı daha sonra MSP Şanlıurfa Milletvekili olarak görüyoruz. Daha sonra da Faisal Finans Kurumu’nun yöneticisi olarak göreceğiz.

Rabıta örgütünde ikinci Türk, Türk-Suudi Arabistan Dostluk Cemiyeti Başkanı Ahmet Gürkan’dır. Ahmet Gürkan 1950-1957 yıllar arasında DP, 1961-1965 yılları arasında da AP Konya Milletvekili olarak parlamentoda bulunmuştur. Arapça ezanı yasaklayan Ceza Yasası maddesini kaldırmak için 1950 yılında ilk önergeyi vermiş olan kişidir.’[5].

Faisal Finans Kurumu, Suudi Prensi Muhammed Al Faisal tarafından kurulmuştu ve Prens Faisal, Türkiye’de bu işi için Rabıta örgütü kurucu meclis üyesi Salih Özcan’ı görevlendiriyordu. Öteki kurucu ortak da bir tanıdık isimdi; Ahmet Tevfik Paksu. Paksu MSP’den milletvekilliği yapmış, bir ara Demirel hükümetinde Çalışma Bakanlığı’nda da bulunmuştu.

Rabıta örgütü kurucu meclis üyesi eski MSP Şanlıurfa Milletvekili Salih Özcan ve MSP’li bakan Ahmet Tevfik Paksu’ya verilen pay senetleri, Özcan ve Paksu tarafından bir kısmı siyasal etkinliği olan 93 kişiye devrediliyordu.

Bakınız içlerinde kimler var;

‘AP’li Tarım Bakanı Cemal Külahlı, ANAP’ın ilk genel başkan yardımcılarından Halil Şıvgın, Demirel hükümetinde Sağlık Bakanlığı görevinde bulunan Cengiz Gökçek, ünlü armatör Nuri Cerrahoğlu, Cemal Cebeci, Sabri Ülker, Asım Ülker, Murat Ülker, O. Faruk Berksan, Selçuk Berksan, Orhan Özokur, Ahmet Cebeci, Ahmet Nuri Yüksel, Hüseyin Coşkun, M. Gündüz Sevilgen, Nuri Geredeli, Avni Küçükece, Mehmet Genellioğlu, Mustafa Sarı, Yusuf Arıkuşu, Cevdet Özdemir, Mahmut Karalı, Mehmet Çöl, Sudi Reşat Saruhan, Mehmet Özcan’.

Uğur Mumcu diyor ki, ‘bundan da ilginci, Suudi Finans kuruluşları ile ilgili kararnamenin imza tarihidir. Bu tarih 13 Aralık 1983’tür. Özal hükümeti 14 Aralık 1983 günü göreve başlamış ve henüz hükümet programını hazırlamadan bu kararnameyi imzalayıp yürürlüğe koymuştur. Bu karar 16 Aralık 1983 gün ve 83/7506 sayısını taşıyor.’[6]

Peki, Suudi sermayesinin Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu’nu Türkiye’de oluşturmak için bulduğu etkin adlar kimlerdi?

Al Baraka’nın bulduğu etkin adlar gerçekten ilginçti; Korkut Özal ve Eymen Topbaş.

Korkut Özal, Başbakan Turgut Özal’ın kardeşiydi; Eymen Topbaş da dönemin ANAP İstanbul il başkanı.

Korkut Özal ile Eymen Topbaş’ın ortak oldukları Hak Yatırım ve Ticaret AŞ, Türkiye’de Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu’nun öncülüğünü üstlenmişti.

Al Baraka’nın yönetim kurulundaki isimler şunlar;

‘Başkan Şeyh Saleh A. Kamel, İkinci başkan; Mustafa E. Topbaş. Üyeler; Mahmoud Jamil Hassoubah, Dr. Abdul Razzak Kamel, Kemal Unakıtan, Talat İçöz. Genel müdür Yalçın Öner. Denetçiler; Arif Ateş Vuran, Mehmet Demirbaş ve M. Zeki Sayın.

Talat İçöz, Korkut Özal’la birlikte ‘Özbayrak Ticaret ev Sanayi AŞ adlı şirketin ortağı.

Korkut Özal, Özbatris adlı şirkete de ortak. Bu şirket sonradan ÖZ-BA adını alan Özbayrak Ticaret ev Sanayi AŞ tarafından kurulmuş. Öteki ortaklar şunlar; Bahattin Bayraktar, Murat Mehmet Özal, Mustafa Ali Özal, Korkut Özal ve Talat İçöz.

İspa Ticaret Sanayi ve Pazarlama Şirketi de Korkut Özal’ın bir başka şirketidir.

Korkut Özal’ın bu şirketteki ortakları şöyle;

‘Hasan Kalyoncu, Ahmet Kalyoncu, Fadıl Teymur, Cemal Kalyoncu, Mustafa Seçkin, İbrahim Bülent Teymur, İbrahim Halil Erpamukçu.’

Akabe inşaat şirketi de Hak Yatırım tarafından kurulmuş ve bir başka Özal-Topbaş şirketi.

Korkut Özal, Faisal Finans Kurumu’nun 064 sıradaki paydaşı Feniş Aliminyum şirketi sahibi Mustafa Kalaycıoğlu’nun kızı ile oğlu Bahattin Özal’ı evlendirerek Feniş Holding ile de ilişki kuruyor.

Uğur Mumcu diyor ki;

‘Bir yanda Topbaşlar, öbür yanda Özallar, Bayraktarlar, Teymurlar, Kalyoncular. Ve son olarak Kalaycıoğullar… Korkut Özal’ın dolar milyarderi olması yolu ilk kez, ANAP İstanbul il başkanı Eymen Topbaş ile yaptığı ortaklıkla açılıyor. Özal-Topbaş ortaklığı; Al Baraka kanalı ile Suudi sermayesine uzanıyor. Zemzem kuyusundan çıkarılmış yeşil dolarlar Özallı Topbaşlı şirket kasalarına doğru uçmaya başlıyor.’[7]

Daha sonra dini vakıf kurmaya geliyor…

8 Aralık 1986’da günlü resmi gazetede Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu’nun da aralarında bulunduğu onbeş ortağın bir araya gelerek bir vakıf kurdukları ilan ediliyor; Bereket Vakfı.

Kurucuları şöyle;

‘Ahmet Hamdi Topbaş, Osman Nuri Topbaş, Mustafa Latif Topbaş, Ali Eymen Topbaş, Al Baraka Özel Finans Kurumu, Ahmet Yahya Kiğılı, Mehmet Demirtaş, Adnan Büyükdeniz, Yalçın Öner, Mehmet Cahit Sürmeli, Kemal Unakıtan, Abdullah Tıvnıklı, Abdullah Sert, Muammer Dolmacı, İlhan Imık[8].

Özallı Topbaşlı bu ticari ortaklıkların dostlukları çok eski günlere dayanıyordu. Topbaş ve Özallar İlim Yayma Cemiyeti’nde –tıpkı bugünkü gibi- beraberdiler. Bakınız içlerinde kimler var;

‘Turgut Özal ve Korkut Özal, Muammer, Sabahattin, Abidin, Mustafa ve Eymen Topbaş, Yusuf Türel, Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Mehmet Aydın, Prof. Dr. Salih Tuğ.’

Bu İlim Yayma Cemiyeti’ndeki beraberlikler sonra nerelere kadar uzanmış; ‘Prof. Dr. Salih Tuğ sonradan Aydınlar Ocağı Genel Başkanlığına getirilmiş. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş TRT Genel Müdürlüğüne ve sonra da İslam Kalkınma Bankası müşavirliğine… Eymen Topbaş ANAP İstanbul İl Başkanlığına, Prof Dr. Ayhan Songar TRT Yönetim Kurulu Üyeliğine… Mustafa Topbaş Al Baraka Türk Özal Finans Kurumu ikinci başkanlığına. Turgut Özal başbakanlığa.’[9]

1960 İhtilali’nden sonra tarikat-siyaset-ticaret ilişkileri bambaşka bir boyut kazanmıştı. Erbakan liderliğindeki MSP Diyanet İşleri Başkanlığı kanalı ile din görevlilerini etkisi altına almaya çalışıyordu; Süleymancılar ise Kur’an kursları ile[10]

Bu süreçte Türkiye, hem içeride hem de dışarıda birbiri ardına açılan İslami vakıf ve derneklere sahne oluyordu; Rabıta, İslam Vakfı, İslam Federasyonu, İslami Tekeffül Vakfı, İslami Kültür Vakfı, Türk Federasyonu ve Bereket Vakfı gibi…

Bu vakıfların etrafında bir çember gibi finans kurumları da açılıyordu; Faysal Finans, Al Baraka ve Tekafül Finans gibi…

Ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, İlim Yayma Cemiyeti’nde bugün bir konuşma yaptı…

[1] Uğur Mumcu, ‘Rabıta’, s. 151, UM: AG Yayınları, 2007.

[2] Yalçın, ‘Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı, E3fendi-2’, s. 49.

[3] Mumcu, ‘Rabıta’, s. 153.

[4] Mumcu, ‘Rabıta’, s. 137.

[5] Age, s. 139.

[6] Age, s. 143.

[7] Age, s. 145.

[8] Age, s. 146.

[9] Age, s. 147.

[10] Age, s. 94.

LİNK : http://www.bilgeturksam.com/siyaset/erdogan-in-ilim-yayma-cemiyeti-ne-bu-ilgisi-nereden-geliyor-h412.html

EĞİTİM DOSYASI : ‘Vatan sağolsun’ dedi işinden oldu


Öğretmen Zeynep Efetürk, Çanakkale Zaferi için hazırladığı oyundaki ‘Vatan sağolsun’ ifadesini, okul yönetimi ‘Allahu ekber’ olarak değiştirmek istedi. Efetürk karşı çıkınca işinden oldu.

Sözcü’nün haberine göre skandal uygulamaya, Ankara Yenimahalle’deki Özel Zehra Okulları sahne oldu. Gazi Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu Zeynep Efetürk, geçen yıl eylül ayında bu okulda tarih öğretmeni olarak görev yapmaya başladı.

İlk rahatsızlık, 10 Kasım’da ortaya çıktı. Efetürk’ün iddiasına göre, okul yönetimi Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü için herhangi bir anma programı hazırlamadı. Efetürk, bu duruma tepki göstererek, "Ülkemizin kurucusunun anılması gerekiyor. Yok sayamayız" dedi. Ancak okul yönetimi bu isteği dikkate almadı.

‘MİLLET’ YERİNE ‘ÜMMET’

Efetürk, geçen mart ayında da Çanakkale Zaferi’nin anma etkinlikleri için bir tiyatro gösterisi sahneye koymak istedi. Ancak okul yönetimi, öğrenciler tarafından sahnelenecek oyunun metnini görmek istedi. Yönetim, incelemesinin ardından metinde geçen "Vatan Sağolsun" ifadesi yerine "Allahu Ekber" denmesini, "Millet" ifadesi yerine de "Ümmet"kelimesinin kullanılmasını talep etti. Bu kelimelerin birbirinin alternatifi olmadığını belirten öğretmen, tiyatro oyununu sahnelemekten vazgeçti. Okul yönetimini de şikayet etti.

12 Nisan günü Milli Eğitim Bakanlığı tarafından görevlendirilen müfettişler, olayla ilgili soruşturma yapmak için okula gitti. 3 gün sonra da Efetürk’e iş akdinin fesh edildiği bildirildi.

Efetürk, okul yöneticilerinin ‘ağır ifadeler ve iftiralar’ içeren fesih belgesini kendisine zorla imzalatmaya çalıştığını da öne sürdü. Belgeyi imzalamadığını belirten Efetürk, işten çıkarılmadan önce soruşturmanın tamamlanmasının beklenmediğini ve savunmasının bile alınmadığını söyledi.

"TEKDÜZELİK OLUYORDU"

Özel Zehra Okulları’nın yöneticileri ise yaptıkları açıklamada, okulda 10 Kasım günü anma töreni yapıldığını savundu ve tiyatro oyununda ise ‘tekdüzelik’ olmaması için o ifadelerin değiştirildiğini söyledi. Efetürk’ün okuldan atılması ile ilgili olarak ise "Okul ile ilgili şikayetlerini okul yönetimi yerine Milli Eğitim Bakanlığı’na iletmiş. Bu durumda onunla çalışmak istemedik, sözleşmesini fesh ettik" açıklaması yapıldı.

‘YÖNETİCİLER BENİ DARP ETTİ’

Efetürk, "O güne dek hakkımda tek bir tutanak bile tutulmamıştı. Fesih belgesini imzalamayı kabul etmedim. Belgeyi alıp odadan çıkarken bir idareci kolumdan tutup beni tartakladı. Polisin gelmesiyle beraber, ambulansla hastaneye giderek darp raporu aldım, okul idarecilerinden şikayetçi oldum" dedi.

LİNK : http://www.yenicaggazetesi.com.tr/vatan-sagolsun-dedi-isinden-oldu-137873h.htm

DUYURU : CEMAATİN UZUN KULAKLARI TWITTER FENOMENİ “FUAT AVNİ”YE BİLGİ AKTARIYOR, O DA SERVİS EDİ YOR


Merhaba;

Bu e-posta da anlatılanlar gerçektir ve sonuna kadar okumanız önerilir.

Belki sosyal medyadan takip ediyorsunuzdur, @fuatavnifuat adlı bir twitter hesabı AK PARTİ’nin tüm icraatları, yapılacak operasyonlar ve perde gerisinde dönen dolaplar hakkında önceden ve ayrıntılı olarak bilgi veriyor. Kimilerine göre bu hesap bir yabancı servise ait, kimilerine göre ise Pensilvanya’da bulunan mûkim malum Hoca’nın kurduğu bir istihbarat havuzu. Her konuda olduğu gibi bu konuda da spekülasyonlar sürüyor. İddia üzerine iddia ortaya atılıyor.

Milliyet gazetesi yazarı Melih Aşık, istihbarat uzmanı Cahit Dilek‘in, Fuat Avni‘ye ilişkin çarpıcı yorumlarını geçtiğimiz günlerde köşesine taşıdı. Haber şöyle ….

Haber Başlığı :Fuat Avni kimdir ? Nerede ? Yakalandı mı ? @fuatavni öldürüldü mü ?

Ülkede olacakları müneccim gibi bilen, özellikle cemaatçilerin başına gelecekleri anında Twitter’dan duyuran Fuat Avni adlı fenomen kimdir? Nasıl böylesine her yere sızıp konuşmaları dinleyebiliyor?

Bu konuda istihbarat uzmanı, Cahit Dilek’in yorumu: “Fuat Avni’nin kim olduğunu soranlar, çok saf olanlar dışında, Fuat Avni’nin bir kişi değil, bir örgüt olduğunu bilmektedirler. Diğer bir ifade ile Fuat Avni, Gülen cemaatinin ‘istihbarat örgütü’nün adıdır. Bu ‘örgüt’ün iki kanadı olduğu anlaşılmaktadır.

Birinci kanadı AKP içinde derine gömülmüş ve AKP – Cemaat ilişkilerinin en iyi olduğu günlerde de bu günleri düşünerek Gülen cemaatine yakınlığı dışa vurmamış AKP’nin beynine yakın politikacılar ve bürokratlar oluşturmaktadır.

Diğer kanadı ise güvenlik bürokrasisi içinde Gülen cemaatinin en güçlü olduğu dönemlerde dahi kimliklerini dışa vurmayan polis – istihbaratçı – askerler teşkil etmektedir. Fuat Avni örgütün gücünü hâlâ koruduğunu son operasyonu haber vererek ortaya koymuştur….”

İktidar “Fuat Avni olayı Cemaat’in devletin kılcal damarlarına kadar girdiğinin kanıtıdır” diyor. İyi de… Avni’yi kılcal damarlara kadar yerleştiren kim ? Diye biz de soralım o zaman kendilerine.

Ancak, bu bilgileri nasıl edindiği ile ilgili bir bilgi yok denecek kadar az. Komplo teorilerinden geçilmiyor. Bazı basın mensupları AK PARTİ’nin önemli bir mevkiisine sızmış bir CEMAAT AJANI olduğunu iddia ediyor, bazıları ise CEMAATİN UZUN KULAKLARI ile öğrendiklerini iddia ediyor. Bazıları ise MOSSAD AJANI olduğunu söylüyor.

Aslında karanlıkta yaptıkları bu kör atış doğru yere isabet etti. Çünkü her ne kadar cemaat ajanları kritik yerlere sızdıysa da FUAT AVNİ adlı hesap sahipleri CEMAATİN UZUN KULAKLARI‘ndan başkası değil. Şu anda cemaatin elinde ABD GİZLİ HABERALMA TEŞKİLATI CIA’den ve MOSSAD’dan aldığı nano teknolojik takip ve izleme cihazları var. Bu konuda daha önce Ergenekon Davası esnasında gerek ben gerekse diğer sanıklar 13. Ağır Ceza Mahkemesine gerekli bilgileri verip, araştırılmasını talep etmiştik. Ancak mahkeme heyeti Sayın Başkan Köksal Şengün dışında anlattıklarımızı ve ortaya koyduğumuz delilleri görmezden geldi. Adeta karşımıza görünmez bir duvar ördüler ve ne kadar belge, bilgi aktardıysak ta nuh deyip Peygamber demediler.

Eğer vermiş olduğumuz bilgileri görmek isterseniz aşağıdaki linklere tıklayınız.

TELE-KULAK-ORTAM VE TELEFON DİNLEMELERİ DOSYASI

https://istihbaratdunyasi.wordpress.com/2012/06/04/tele-kulak-ortam-ve-telefon-dinlemeleri-dosyasi-cc-siring-fatihaltayli-arslandidem-notredam-edesion-ecolasan/

ERGENEKON SANIĞI, PARALEL DEVLETİ 2009’DA ERGENEKON MAHKEMESİNE İHBAR ETTİ AMA ÖRTBAS EDİLDİ

https://stratejikoperasyon.wordpress.com/2014/04/03/onemli-ergenekon-sanigi-paralel-devleti-2009da-ergenekon-mahkemesine-ihbar-etti-ama-ortbas-edildi-3/

MUHSİN YAZICIOĞLU DAVASI /// Erkut Ersoy : Muhsin Yazıcıoğlu ve Hrant Dink aynı ölüm listesindeydi

https://stratejikoperasyon.wordpress.com/2014/04/03/muhsin-yazicioglu-davasi-erkut-ersoy-muhsin-yazicioglu-ve-hrant-dink-ayni-olum-listesindey-di/

TEKNİK TAKİP : 3 milyon dolarlık dinleme cihazı kayıp /// ERGENEKON SANIĞI HIRSIZLIK FAİLLERİNİ NEREDEN BİLİYORDU ???

http://stratejikoperasyon.wordpress.com/2014/03/30/teknik-takip-3-milyon-dolarlik-dinleme-cihazi-kayip-ergenekon-sanigi-hirsizlik-faillerini-nereden-biliyordu/

ERGENEKON HÜKÜMLÜSÜNDEN KARANLIK OPERASYONLARIN DEŞİFRESİ VE MK ULTRA PROJESİ

http://stratejikoperasyon.wordpress.com/2014/03/08/onemli-ergenekon-hukumlusunden-karanlik-operasyonlarin-desifresi-ve-mk-ultra-projesi/

ERGENEKON SANIĞININ AĞZINDAN “ERGENEKON OPERASYONUNDA CIA’NİN ROLÜ”

http://stratejikoperasyon.wordpress.com/2014/03/07/duyuru-ergenekon-saniginin-agzindan-ergenekon-operasyonunda-cianin-rolu-2/

PAŞALARA VE VATANSEVERLERE KARŞI TELE-KULAK VE ORTAM DİNLEMELERİ OPERASYONLARI

http://stratejikoperasyon.wordpress.com/2014/03/06/duyuru-pasalara-ve-vatanseverlere-karsi-tele-kulak-ve-ortam-dinlemeleri-operasyonlari/

Biz olan bitenin farkındayız, Ergenekon Davasında cemaatin emniyet ve yargı üzerinden vatansever insanlara, subaylara, gazetecilere, akademisyenlere kumpas kurması bugünlerde herkesin hemfikir olduğu bir gerçek. Cemaatçiler dışında tüm kesimler bu tezgahı açık açık konuşuyor artık.

Cemaat’in çok tehlikeli bir örgüt olduğunu AK PARTİ yetkilileri geç de olsa anladı. Cemaatin, ışıkevlerinde yetiştirdiği ve ortaokul çağından itibaren katı disiplin ile devşirilen gençleri nasıl kullandığı artık biliniyor. CIA’nin koordinasyonunda AJAN YETİŞTİRME EĞİTİMİ PROGRAMI ile nasıl PROFESYONEL BİRER AJAN yapıldıkları, ellerine nano teknolojik cihazlar vererek hedeflerindeki her bürokratı, askeri, siyasiyi ŞANTAJ maksatlı izledikleri, dinledikleri artık bir sır değil.

İzlediklerinden biri de benim. 2001 yılında cemaatin uzun kulaklarının takibine takıldım. 7 sene boyunca MİT ve Emniyet İstihbaratı içindeki cemaat ajanlarından aldıkları destekle attığım her adımı, her nefesi takip ettiler. Hakkımda yalan yanlış istihbarat notları tuttular. Bu süreç içinde sürekli olarak fiziki takip altında tutuldum. Durumu 2002 senesinde MİT İSTANBUL BÖLGE BAŞKANLIĞI’na bildirdiğim halde fiziki takip 2008 Ocak ayına kadar devam etti. 21 Ocak 2008 tarihinde Ergenekon Örgütünün İstihbarat Sorumlusu olduğum iddiasıyla tutuklandım ve 3 sene 1 hafta Silivri Cezaevinde hapis yattım. Cemaatin ajanlarının tarafıma nasıl hasssas takip yaptıkları, bana nasıl kumpas kurduklarını delilleriyle birlikte mahkeme heyetine söyledim. Cezaevinden yazdığım mektuplarla basın & yayın kurumlarını da bilgilendirdim ama o zamanki konjonktür şimdiki gibi değildi. İlgilenmediler. Cemaatin yayın organları Samanyolu TV, Zaman Gazetesi gibi kurumlara dava açtım hakkımdaki haberler nedeniyle. Cemaatin kontrolünde olan yargı erki sebebiyle davalarım takipsizlikle sonuçlandı. Yine Cemaatin hakimleri tarafından 5 Ağustos 2011 tarihindeki son duruşmada 11 sene 15 gün hapis cezası aldım ama mücadelem ilk günkü gibi devam ediyor.

Cemaatin tehlikeli olduğunu tekrar ediyorum çünkü ellerinde günümüz teknolojisinden en az 25 sene ileride olan nano teknolojik hassas takip cihazları var. Bu cihazlar ile herkesi evindeyken odasında bile nefes alıp verişine kadar canlı olarak izleyebilir ve dinleyebilirler. Bu cihazın bir çok ismi var. Değişik kaynaklarda MK ULTRA, TELEGRAM, BETATRON gibi isimlerle anılıyor. Aynı zamanda hem takip, hem işkence hem de suikast amacıyla kullanılabilir olması sebebiyle çok tehlikeli bir cihaz. Bu nedenle istihbarat servislerinin varlığını red ettiği bir teknoloji. Ama sizde araştırdığınızda göreceksiniz, gerek ABD’de gerek Avrupa’da gerekse ülkemizde çok sayıda kişi bu teknolojinin mağduru olmuş durumda. İsteyenlere hem yerli mağdurların hem de yabancı mağdurların iletişim bilgilerini verebilirim.

Hazır yeri gelmişken bugün AKTİF MEDYA sitesinde yer alan bir haberi dikkatinize sunuyorum.

Bağdadi ile ilgili İran kanalından bir iddia yayınlandı. Kanala konuşan Dr. Kevin Barret, Bağdadi’nin ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA tarafından beyninin yıkandığını söyledi.

ABD, Avrupa, İran, Kürtler ve hatta Esad’ı aynı safta buluşturan Irak Şam Örgütü IŞİD’le ilgili bir makale İran’ın İngilizce yayın yapan televizyonu "Press TV"nin internet sitesinde yayınlandı. "Ebu Bekir El Bağdadi Kimdir?" başlıklı makalenin altında Batılı bir düşünür olan Dr. Kevin Barrett’in imzası bulunuyor. İslam va Arap dünyasıyla ilgili araştırmalarıyla tanınan Barrett’a göre, Irak Şam Örgütü IŞİD ve lideri Ebu Bekir El Bağdadi, Amerika Birleşik Devletleri ABD istihbarat örgütü ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA ve İsrail istihbarat örgütü MOSSAD’ın ortak bir prodüksiyonu.

BEYİN YIKAMA PROGRAMI

Barrett’a göre, Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA, "Camp Bucca"da 4 sene boyunca Irak Şam Örgütü IŞİD lideri Ebu Bekir El Bağdadi’ye hususi alaka gösterdi. Bağdadi 4 sene boyunca ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA’in "beyin yıkama" programına doğal tutuldu. ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA’in 1950 yılından bu yana "MK Ultra" olarak adlandırdığı "beyin yıkama" programı üzerinde çalıştığını iddia eden Kevin Barrett, Amerika Birleşik Devletleri ABD’nin 1960’lı senelerden itibaren vakit zaman bu programa başvurduğunu savundu. Barrette’e göre, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA 1968’de "beyin yıkama" yöntemiyle senatör Robert F. Kennedy’i "Sirhan Sirhan" isimli saldırgana öldürttü. Dr. Kevin Barrett’in iddiasına göre, 900’den fazla kişiyi toplu olarak intihara götüren ve liderliğini rahip Jim Jones’un yaptığı "Halkın Tapınağı" tarikatı da, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA’in "beyin yıkama" programının ürünüydü.

‘İSLAMİ’ VERSİYON "Press TV"deki makalede Dr. Kevin Barrett, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA’in "Halkın Tapınağı" benzeri bir "beyin yıkama" programını "Irak Şam Örgütü IŞİD"

ve "Ebu Bekir El Bağdadi" üzerinde denediğini ileri sürdü. Berrett’e göre, kendini "İslam halifesi" duyuru eden Ebu Bekir El Bağdadi, 1978’de Jonestown’da 911 müridiyle beraber intihar eden rahip Jim Jones’un "İslami" versiyonu. (NTV)

KAYNAK :

Bu da başka bir haber;

CIA’nın Suikast programı deşifre oldu

WikiLeaks sitesi, ABD istihbarat servisi CIA’nın suikast programını deşifre etti. WikiLeaks’ta yayınlanan ve CIA’nın "öncelikli hedef" olarak görülen örgüt liderlerine suikast düzenlenmesi programına dair 2009 yılında hazırladığı rapor, ABD ve diğer ülkelerin örgütleri zayıflatmaya yönelik uyguladıkları yöntemleri ve taktikleri ortaya koyuyor.

CIA tarafından hazırlanan raporda, farklı ülkeler tarafından Taliban, El Kaide, Kolombiya Silahlı Devrimci Güçleri (FARC), Hizbullah, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Hamas, İrlanda Cumhuriyet Ordusu (İRA), Cezayir’deki Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) gibi örgütlerin liderlerine ve üst düzey üyelerine düzenlenen suikast operasyonlarının yönetimler açısından olumlu ve olumsuz sonuçları değerlendirildi.

Raporda CIA, Amerikan yönetimini suikastlerin örgütlere desteği artıracağı, örgütlerin halkla bağlarını güçlendireceği ve örgütlerin diğer liderlerini radikalleştireceği ve başka radikal örgütleri ortaya çıkaracak boşluk yaratacağı uyarısında bulundu.

Raporda, Kolombiya’daki FARC örgütünün liderleri Raul Reyes ve Ivan Rios’un öldürülmesinin örgütteki bağlılığı zayıflattığı bildirildi. Aynı şekilde Hamas’ın kurucuları Şeyh Ahmed Yasin ve Abdülaziz el-Rantisi’nin 2004 yılında İsrail’in füze saldırıları sonucu öldürülmesinin, örgütün üyelerinin moral ve motivasyonunu zayıflattığı, ancak Hamas’ın suikastten kısa süre sonra toparlandığı kaydedildi.

"Öncelikli hedeflere düzenlenen suikastler, diğer örgüt liderlerini güvenlik önlemlerini artırmaya zorlayarak onların liderlik özelliklerinden taviz vermelerine neden olabilir" denilen CIA raporunda, suikastların örgütler için yarattığı paranoyanın yararlı olacağı öne sürüldü. CIA, El Kaide lideri Usame bin Ladin’in bu nedenle saklanmak, düşük teknolojili iletişim kanalları kullanmak ve astlarıyla görüşmekten kaçınmak zorunda kaldığı, bu durumun Bin Ladin’in örgütü yönetme yetisini etkilediği ve kısa zamanda liderlikten uzaklaşmasına neden olduğu değerlendirmesinde bulundu.

– "Budama stratejisi"-

CIA’ya göre, Libya İslami Mücadele Örgütü’nün (LİMÖ) lideri Ebu Leys el-Libi ve yardımcısının Veziristan’da ABD’nin füze saldırısıyla öldürülmesi, örgütün El Kaide’yle yakınlaşmasını aksatarak olumlu sonuç verdi. Ancak, raporun hazırlanmasından bir yıl sonra dağılan örgütün lider kadrosunun çoğu El Kaide’ye katıldı.

Raporda yer alan bir diğer yöntem ise "budama stratejisi". CIA raporuna göre, "budama stratejisiyle" örgütlerdeki üst düzey komutanları öldürmek yerine, örgütteki önemli işlevi olan orta mevkideki üyeleri öldürerek veya hükümet fonlarından yararlanmalarını engelleyerek, örgüt içindeki yeteneksiz liderlerin onların yerine gelmesi sağlanıyor. Bu yöntemle de, örgütleri zayıflatmak amaçlanıyor.

CIA’ya göre, örgütlerin liderlerini öldürmek bazı örgütlerin emir-komuta yapısı ve haleflik planlamasındaki eşitlikçi yapı nedeniyle istenilen etkiyi yaratamadı. Raporda, bu durumun Irak’taki El Kaide lideri el-Zerkavi’nin 2006’da ABD güçlerin tarafından öldürülmesinde ve Afganistan’daki kabile yapısı nedeniyle Taliban örgütünde görüldüğü belirtildi.

Raporda, tutuklamanın ise CIA açısından pek de tercih edilen bir seçenek olmadığı kaydedildi. Nelson Mandela’nın CIA’nın yardımıyla tutuklanması ve 27 yıl hapiste tutulmasını örnek gösteren rapor, tutuklamaların, liderlerinin döneceğine inanan örgütün üyeleri üzerinde kısıtlı psikolojik etkisi olacağını öne sürdü.

7 Temmuz 2009 tarihli CIA raporunun hazırlanmasının ardından ABD’nin İnsansız Hava Aracı (İHA) saldırıları en yüksek seviyesine ulaşmıştı. İHA saldırılarıyla 2009’da 471, 2010 yılında 751, 2011 yılında ise 363 kişi öldürüldü. (AA)

KAYNAK : http://hurseda.net/Dunya/134986-CIAnin-Suikast-programi-desifre-oldu.html?utm_medium=twitter&utm_source=twitterfeed

***

Sayın İlgili,

Cemaatin kirli operasyonlarından bahsetmişken Kaşif ağabeyimizden bahsetmemek olmaz.

Ergenekon Sanığı Kaşif KOZİNOĞLU Duruşmasına 10 gün kala iddiaya göre YOĞUN SPOR nedeniyle 13 Kasım 2011 tarihinde kalp krizinden öldü.

İddia bu şekildedir ama tespit doğru değildir. Otopside herhangi bir zehirlenme belirtisine de rastlanmamıştır.

Rahmetli Kozinoğlu’nu öldürenler ile rahmetli BBP LİDERİ Muhsin Yazıcıoğlu’na suikast düzenleyenler aynı gruptur.

Aşağıda CIA ve NSA’deki dosya ismi olan MK ULTRA ya da diğer adları olan TELEGRAM, BETATRON, ELECTRO-MAGNETIC SURVEILLANCE hakkında bilgi yer alıyor. İncelediğinizde küresel gizli teknolojilerin ne boyutta olduğunu daha iyi kavrayacaksınız.

MK ULTRA PROJESİ : ABD ULUSAL GÜVENLİK TEŞKİLATINDAKİ (NSA) GİZLİ OPERASYONLAR

http://stratejikoperasyon.wordpress.com/2014/03/08/mk-ultra-projesi-abd-ulusal-guvenlik-teskilatindaki-nsa-gizli-operasyonlar/

ABD ULUSAL GÜVENLİK AJANSININ UZAKTAN KONTROL (REMOTE VIEWING) İLE İLGİLİ RAPORLARI

http://stratejikoperasyon.wordpress.com/2014/03/08/arastirma-dosyasi-abd-ulusal-guvenlik-ajansinin-uzaktan-kontrol-remote-viewing-ile-ilgili-rapo-rlari/

CIA’NİN MK ULTRA PROJESİ İLE İLGİLİ GİZLİ PROJE DOSYALARI

http://stratejikoperasyon.wordpress.com/2014/03/08/mk-ultra-projesi-cianin-mk-ultra-projesi-ile-ilgili-gizli-proje-dosyalari/

BİR ZİHİN KONTROLÜ (MK ULTRA) KURBANININ BAŞINDAN GEÇENLER

https://stratejikoperasyon.wordpress.com/2014/03/08/mk-ultra-projesi-bir-zihin-kontrolu-mk-ultra-kurbaninin-basindan-gecenler/

Sayın İlgili;

KAŞİF AĞABEY’imizin kanı yerde kalmıştır. Öldürenlerin cezalandırılmasıyla rahmetli abimiz yattığı yerde huzur bulacak.

Neden öldürüldüğüne gelince;

Fetullah Cemaati dünyanın her yerinde ılımlı islam maskesini takarak adeta bir maymuncuk gibi islam ülkelerinde istediği yere gelebiliyordu. Cemaat üyelerinin CIA ve NSA akademilerinde casus yetiştirme programları ile yetiştirilerek hedef ülkelere sızdığını kendi kaynaklarından öğrenip bunu MİT’e raporlamıştı. O zamanlar AK PARTİ ve FETULLAHÇILAR kanka durumdaydılar ama MİT’e gelen bir çok rapor cemaatin başka planları olduğunu gösteriyordu. Ama AK PARTİ başlarda müdahale etmedi. Ne zaman ki meşhur Hakan Fidan’ı tutuklama darbesi ve yolsuzluk olayı patladı Tayyip Erdoğan o zaman cemaatin fişini çekti.

Tabi Kaşif Ağabey’de cemaatin istihbari faaliyetleri ile ilgili deliller de mevcuttu, cemaat delillerin Kaşif ağabey de olduğunu fark edince TELEGRAM CİHAZI ile duruşmasına 10 gün kala infazı gerçekleştirdi. Arkasında hiçbir iz bırakmadan öldürüldü.

Henüz KÜRESEL CEMAATİN bu teknolojik suikasti hakkında ilgili merciler dışında bir bilen yok ne yazık ki. İlgililer ise arkası iplik gibi çıkabilecek bir çok medyatik olayın önü açılmasın diye susuyor ama suskunlukları da bir gün elbette sona erecektir.

RAHMETLİ BÜYÜĞÜMÜZ KAŞİF AĞABEY ÇOK SIRADIŞI BİR İSTİHBARATÇIYDI.

ÖNEMLİ : KAŞİF KOMUTANIMIZIN ÖLÜMÜYLE İLGİLİ KOMPLO TEORİLERİ /// Bir MİT’çinin hikayesi…

https://derinstrateji.wordpress.com/2014/11/06/onemli-kasif-komutanimizin-olumuyle-ilgili-komplo-teorileri-bir-mitci-nin-hikayesi/

ÖZEL BÜRO GRUBUNU VE FAALİYETLERİNİ DE YAKINDAN BİLİR VE DESTEK OLURDU.

KENDİSİYLE İLK OLARAK 2002 YILINDA MALTEPE’DE BİR ÇAY BAHÇESİNDE TANIŞMA İMKANI BULDUM. AFGANİSTAN’DA VE DAHA BİR ÇOK YERDE TÜRK BAYRAĞINI ŞEREFLE DALGALANDIRMIŞ BİR ÖZEL KUVVETLER SUBAYIYDI VE EN SEÇKİNLERİNDENDİ. BEN 22 OCAK 2011 TARİHİNDE TAHLİYE OLDUĞUMDA O HENÜZ AFGANİSTAN’DAN GELMEMİŞTİ, BU NEDENLE ONUNLA AYNI KOĞUŞTA KALMA ONURUNA ERİŞEMEDİM AMA AYNI DAVADA YARGILANDIĞIMIZ DOSTUM VE AĞABEYİM EMEKLİ YÜZBAŞI HASAN ATAMAN YILDIRIM ONUNLA AYNI KOĞUŞTA KALDILAR.

ÖLÜMÜNÜN ARDINDAN BİR ÇOK TEORİ KONUŞULDUYSA DA ÖLÜM NEDENİ YOĞUN SPORA BAĞLI KALP YETMEZLİĞİ OLARAK AÇIKLANDI. TABİ BU DOĞRU DEĞİLDİ. ÇÜNKÜ O DA AYNI MERHUM BBP LİDERİ MUHSİN YAZICIOĞLU GİBİ TEKNOLOJİK BİR SUİKASTIN HEDEFİ OLMUŞTU. BU KONUDA BİLGİSİ OLANLAR ÇOK AZ VE KONUŞMUYORLAR. AMA GÜNÜ GELDİĞİNDE ARŞİVDEKİ TOZLU RAFLAR İNDİĞİNDE BU DA DİĞERLERİ GİBİ AYDINLANACAKTIR. EĞER BİRİLERİ BİZDEN ÖNCE DAVRANIP BİR RAF TEMİZLİĞİ YAPMAZSA TABİ.

Saygılarımla,

Erkut ERSOY

İstihbarat Uzmanı & ERGENEKON SANIĞI

NOT : Eğer TELEGRAM konusunda detaylı olarak bilgi edinmek isterseniz lütfen aşağıdaki linkleri inceleyin.

KÜRESEL GÜÇLER GİZLİ TEKNOLOJİLERİNİ TÜRKİYE’DE KULLANIYOR

http://stratejikoperasyon.wordpress.com/2014/03/07/duyuru-kuresel-gucler-gizli-teknolojilerini-turkiyede-kullaniyor-lutfen-tep-ki-verin/

MK-ULTRA & MIND CONTROL & ZİHİN KONTROLÜ HAKKINDA DÖKÜMANTER /// MKULTRA OFFICIALS ///

http://stratejikoperasyon.wordpress.com/2014/03/07/onemli-mk-ultra-mind-control-zihin-kontrolu-hakkinda-dokumanter-mkultra-officials/

/// VİDEO : YABANCI MK ULTRA MAĞDURLARININ AÇIKLAMALARI (İNGİLİZCE) /// MIND CONTROL VICTIMS ///

http://stratejikoperasyon.wordpress.com/2014/03/07/video-yabanci-mk-ultra-magdurlarinin-aciklamalari-ingilizce-mind-control-victims/

ÖZEL BÜRO GRUBU

DUYURU : AKTİF PAYLAŞIM YAPILAN FACEBOOK HESAPLARIMIZ, SAYFALARIMIZ VE GRUPLARIMIZIN LİSTESİ AŞAĞIDA DIR


ÖZEL BÜRO FACEBOOK GRUBUNDA HANGİ PAYLAŞIMLAR YAPILACAK ?

ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU resmi Facebook grubu hesaplarıdır.

Türkiye’nin internette bulunan en büyük GÜVENLİK grubuyuz.

İstihbarat, haber, güncel siyaset konularının paylaşıldığı Linkedi Grubumuza, MAIL GRUBU’muza ve BLOG’umuza bekliyoruz.

Bu platformda, Türkiye ve Dünya Gündemine ilişkin mevzuları, Ergenekon Balyoz, İnternet Andıcı gibi yerel davaları, Çeşitli lokal ve uluslararası siyasi meseleleri, MİT, MOSSAD, CIA, BND, FSB, Muhaberat, SAVAMA gibi gizli servislerin basında yer almış haberlerini, Farklı farklı Komplo Teorilerini, Türk ve Dünya Tarihi ile ilgili önemli makaleleri ,Birbirinden eğlenceli ve komik video, resim, karikatür ve fıkra’ları, HAARP, Zihin Kontrolü, İlluminati, Reenkarnasyon, UFO’lar gibi gizem dolu ama merak edilen konuları, Çeşitli konularda ANKET’leri, Milli meselelere ilişkin Kampanyaları, paylaşıyoruz.

Bize ayrıca şahit olduğunuz yada duyumunuz olan tüm suç konularında ihbarda bulunabilirsiniz. İhbarlarınız hemen işleme sokularak gerekli adli ve emniyet tedbirleri ivedi olarak alınacaktır.

Detaylı bilgi için :

http://www.ozelburoistihbarat.com ve http://www.ozel-buro-istihbarat.com

Keyifli paylaşımlar,

ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU

AKTİF PAYLAŞIM YAPILAN FACEBOOK SAYFALARIMIZ & GRUPLARIMIZ

https://www.facebook.com/ozelburoturkiye – Erkut Ersoy İstihbarat Uzmanı (Admin : Eşref Kuşçuoğlu) (FACEBOOK SAYFAMIZ)

https://www.facebook.com/specialbureautr – ÖZEL BÜRO (Admin : Eşref Kuşçuoğlu) (FACEBOOK SAYFAMIZ)

https://www.facebook.com/ozel.buro.istihbarat – EŞREF KUŞÇUOĞLU (FACEBOOK SAYFAMIZ)

https://www.facebook.com/ozel.buro.istihbarat.turkiye – Erkut Ersoy (Özel Büro İstihbarat Grubu) (FACEBOOK SAYFAMIZ)

https://www.facebook.com/groups/ozelburo – (ÖZEL BÜRO FACEBOOK GRUBU)

https://www.facebook.com/groups/ozel.buro.turkiye – (ÖZEL BÜRO FACEBOOK GRUBU)

https://www.facebook.com/groups/mkultra.telegram – ÖZEL BÜRO MK ULTRA & TELEGRAM (ÖZEL BÜRO FACEBOOK GRUBU)

BÜROKRASİ & DEVLET DOSYASI /// OZAN CEYHUN : Başkanlık sistemi Türki ye için istikrar demektir


MÜSLÜMAN ÜLKELERİNDEKİ İDARE ŞEKİLLERİ

KURAN’A AYKIRIDIR

Değerli dostlar 1996 dan bu güne kadar Kuran’da yaptığım incelemelerde, İnsanların Vahyi ye karşı sorumlulukları konusunda hep egosantrik davrandıklarını gördüm. Müslümanların bu konudaki hataları da çok büyük Allah ıslah etsin Allah aklını kullanmayı nasip etsin ÂMİN.

Kuran’da: “Allah, inanıp; iyi, güzel, faydalı ve kalıcı işler yapanları cennetle müjdelemiştir". Kuranda bu durum 52 ayette geçmektedir.

Ayrıca;

Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte kâfirler onlardır. Maide 44.

Kim Allah’ı indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar yoldan çıkmıştır. (Maide: 47)

Bu ayetlere göre Müslüman ülkelerinde idareciler, Kuran’a göre hareket etmek durumundadırlar.

Siz İDARECİLER de yüklendiğiniz görev; halk için huzur ve refah sağlayacak adil bir Anayasa hazırlamak, hak ve adalet gözetmekle görevli olduğunuzun bilincinde olmanız gerektiğini biliyorsunuzdur.

Ancak ANAYASA komisyonunda meydana gelen tartışmalar, komisyon üyelerinin Referans aldıkları Evrensel ve Adil bir kaynağın olmadığı, herkesin ego peşinde koştuğu, izlenimini vermektedir.

Ego’nun kontrol altına alınması ve Evrensel bir Anayasanın yapılması için. ALLAH’IN Yaratma ve Yaşatma Yasası ve İnsanların yaşam yasası olan KURAN’IN referans alınmasını teklif ediyorum.

KURAN Referans alındığında görülecektir ki, Müslüman ülkelerindeki; Halifelik, Krallık, Emirlik, Sultanlık, Şehlik, Şahlık, Başkanlık, Ruhanilik gibi, Ego içeren, Adil olmayan, israf ve ayrımcılık yapan idare şekilleri KURAN’A aykırıdır.

KURAN: Adil olmayı, işi ehline vermeyi Kararları danışma ve dayanışma ile alınmasını, mazlumların korunmasını, zalimlerin cezalandırılmasını bildirmektedir.

Al-i İmran:104-İçinizde hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk olsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.

Bu ayet Müslümanların bir irşat örgütü kurmaları ve bunlar arasından egosunu kontrol altına alan Evrensel ve Bilge insanların idareci olmalarını emretmektedir. Kanaatindeyim.

Müslüman ülkelerinin başlarının beladan kurtulmamalarının sebeplerinin başında, bu, Allah’ın Emirlerine ve Öğütlerine aykırı, hareket etmeleri, Liyakat ve Ehliyete sahip olmayan taraftar insanlara görev verildiği idare şekillerinin olmasıdır.

Müslüman ülkelerde layıklığın olması gereği vardır. Çünkü Laiklik ilkesinin temel amacı: Dini ve dindarları; Riyakâr, istismarcı siyasetçilerden, siyasi akımlardan korumaktır.

Dinin ve inançların siyasi kazanım, iktidar aracı haline getirilmesine engel olmaktır.

Müslüman ülkelerde idare şekilleri: Evrensel değerleri kapsayan, İnsanlık onurunu korumak için; Her kesimden temsilcilerin bulunacağı, Evrensel ve Bilge insanlardan meydana getirilmiş; Şura ve Danışma meclislerinden meydana gelmelidir.

İslam dininin bağlılarına verilen Müslümanlık inancı, Evrensel bir inançtır. Bu insanların idaresinde görev alacak insanların da, Evrensel ve Bilge olmaları gereği vardır.

Demokratik hukuk devletleri, Kuran’ın bildirdiği temel hükümlere uygun yönetimlerdir. Demokrasi: Şura ilkesine ve emanetin ehline verilmesi hükmüne uygundur.

Bu minval üzere görev bilinci ile işini yapanlara başarılar diliyorum.

Saygı ve Selamlarımla

Yusuf YAMAN

Emekli Elektrik Mühendisi

12.Mayıs 2016

21 Mayıs 2016 Cumartesi 23:48:56 UTC+3 tarihinde ÖZEL BÜRO yazdı:

http://akademikperspektif.com/wp-content/uploads/2015/01/Cumhurba%C5%9Fkanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1.jpg

OZAN CEYHUN
Avrupa Parlamentosu 4. ve 5. Dönem Milletvekili

Birinci Dünya savaşının sonu Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Avrupa ülkelerinden esinlenilerek kurulan bir ülke oldu. Kurulduğu ilk günden bugüne değin aslında Türkiye’ye özgü yani Türk tipi bir devlet sistemi değil de batıya özenilen ve batıdan kopyalanan olduğundan da sürekli sistem sorunlarıyla boğuşmak zorunda kaldı. Bu durum batının ve özellikle Avrupa’nın işine geldiğinden bir türlü istikrarı tutturamayan bir Türkiye çıkarlar nedeniyle tercih edildi.

Hatta “demokrasi” kelimesini ağızlarından hiç düşürmeyen avrupalılar Türkiye’de ordunun siviller üzerine hakimiyeti ele geçirmesinden hiç rahatsız olmadılar. Ülke generallerin karşısında dik duramayan korkak ve pısırık sivil politikacıların sözde parlamenter demokratik sistem olarak tanımladıkları postalların kontrolünde bir cumhuriyet olarak bulunduğu coğrafyada önemli bir rol oynamayan varlığını uzun yıllar sürdürdü. Güçsüz, fakir ve batının kontrolünde bir ülke olarak kalmaya “mahkum” edildi.

“Demokrasiye” çok değer verdiklerini söyleyen avrupalılar generallerin emrindeki sivillerin yönettiği Türkiye’den hiç rahatsız olmadılar. Nedense Türkiye’de “demokrasinin” asker postalları altında eziliyor olması hiç bir zaman büyük sorun olmadı?

O dönemlerde en hurda silahlarını sattıkları ve ticari bir pazar olarak kendi modası geçmiş mallarını piyasaya sürdükleri bir ülkeydi Türkiye. Türkiye’nin tek partili sisteminden çok memnundular.

Ne zamanki milletin baskısıyla Türkiye çok partili sisteme geçmek zorunda kaldı ve seçmenler Adnan Menderes adında bir başbakanı seçtiler işte o zaman batının ve özellikle Avrupalıların rahatı kaçtı. Hatta öylesine kaçtıki kendi kontrolleri altındaki Türk ordusu demokratik seçimle gelen başbakanı cunta yaparak devirip ardından astığında kılları bile kıpırdamadı. Bugün Türk halkının büyük bir çoğunluğunun seçtiği yanı demookratik seçimle iş başına gelen Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a “diktatör” diye avrupalılar 17 Eylül 1961 tarihinde idam edilen Türkiye’nin Başbakanı Adnan Menderes’in idamını engellemek için hiç bir şey yapmadılar. Oysa “demokrasiye bu derece bağlı olduğunu iddia eden” batı ve özellikle avrupalılar isteseler Adnan Menderes idam edilemezdi.
Bu hep böyle devam etti.

1998 ve 2004 yılları arasında Avrupa Parlamentosu milletvekili olan ben de on yaşımda yani 12 Mart 1971 tarihinde suçu sadece yazar olmak olan babamın askerler tarafından nasıl gözaltına alındığına şahit oldum. Yirmi yaşıma geldiğimde babam gene sadece yazar olduğu için gözaltına alınırken bu sefer ben de 12 Eylül 1980 askeri cuntasına yani “faşist bir rejime” muhalefetten “suçluydum”. Hakkımda hiç ilgim olmayan suçlamalardan dolayı verilen tutuklama kararlarından dolayı 20 yıl sürgünde geçti ömrüm. Suçsuz olduğumu kanıtlayıp beraat ettiğimde 40 yaşındaydım.

Ne 12 Mart 1971’de ne de 12 Eylül 1980’de Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkeler Türkiye’ye gereken tepkiyi göstermediler. Eğer mesele demokrasi idiyse hem 12 Mart 1971’de hem de 12 Eylül 1980’de Türkiye’de demokrasi kanlı bir şekilde postallar altında ezilmekteydi. Türkiye’de belki gelmiş geçmiş en anti-demokratik ve de belki “diktatör” ünvanını gerçekten tek hak eden Kenan Evren isimli cuntacı bugün demokratik Türkiye’nin lideri ve her seçimde halkının tam desteğine sahip bir şekilde demokratik olarak seçilen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a gösterilen “çirkin” tepkilerin onda birine bile muhatap olmadı.

Bu mu Avrupa Birliği’nin demokrasi anlayışı?

Onlarca genci idam eden, yüzlerce insanı katleden ve Türkiye’yi karanlıklara boğan cuntacılar karşısında suspus olan Avrupa Birliği bugün bir çok AB ülkesinden daha demokratik olan Türkiye ve bu demokratik gelişmeyi sağlayan lideri Recep Tayyip Erdoğan ile “uzlaşmamak” için her yolu denemekte?

Oysa Türkiye Recep Tayyip Erdoğan ve partisi AK Parti’nin demokratik seçimle iktidara geldiği 2002 yılından beri demokratikleşme adına dev adımlar atmış ender ülkelerden biri!

Fikir ve inanç özgürlüğünün olmadığı eski Türkiye’ye karşı tavır almayan AB ülkeleri bu durumdan çok memnundular. Çünkü geri kalmış ve anti-demokratik bir Türkiye’yi “sizi AB üyesi yapacağız ama …” diyerek diledikleri gibi oyalamaları ve kontrol etmeleri mümkündü.

Ancak bir çok AB ülkesinden daha demokratik bir Türkiye en başta Türkiye’ye AB üyeliğini vermemek için direnenler açısından büyük bir sorun. Düşünsenize aslında Türkiye Yunanistan’dan çok daha demokratik. Yunan parlamentosunda “faşistler” oturmakta ve Yunan politikasına her geçen gün daha fazla yön verir konuma gelmekteler. Hele Kıbrıs Cumhuriyeti adını taşıyan Güney Kıbrıs’a bakacak olursak sormamız gerekir “bu nasıl demokrasi?” diye. Kıbrıslı Türkler sadece Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşamıyor. Güney Kıbrıs’ta yaşayan ve vatandaş olan Kıbrıslı Türklere bugüne kadar ne ulusal parlamentoda ne de AP’de kendilerini temsil hakkı verilmedi! Kendi azınlığına demokratik temsil hakkı vermeyen bir AB ülkesi mi Türkiye hakkında “ahkam” kesecek? Maalesef bunu bile yaşamaktayız!

Türkiye’nin onlarca yıldır sorunlar yaşamasına neden olan batıdan kopyalama devlet sistemindeki çok başlılığı en fazla Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen ülkeler desteklemekte!

Oysa Türk milleti artık Türk tip bir devlet sistemi arzulamakta. 78 milyon nüfuslu Türkiye’nin daha iyi yönetilmesini istemekten daha doğal ne olabilir? Demokratik seçimle seçilen çok geniş yetkilere sahip bir Cumhurbaşkanı ve yine aynı şekilde seçilen bir başbakan aslında günümüzde dünyanın bir çok ülkesinde tercih edilmeyen bir durum. Her ülke kendi konum ve ihtiyaçlarına göre demokratik sistemini belirler.

İşte Türkiye’nin yaptığı da şimdi bu! Türk milleti yüzde yetmişlere varan bir destek ile ülkesinin başkanlık sistemi ile yönetilmesi arzusunda. Bu da Türkiye’nin daha iyi yönetilmesi ve kalıcı bir istikrara sahip olması anlamına gelmekte.

AB eğer demokrasiye gerçekten değer veriyorsa Türkiye’de milletin demokratik tercih ve talebine saygı göstermeli. Türkiye’nin istikrara kavuşmasını engellemek isteyenler “terbiyesizce” “Erdoğan diktatör olmak istiyor” gibi yalanlara başvurarak Türkiye karşı kamuoyunda algı yaratma sevdasındalar. Oysa Türkiye’de demokratik özgürlüklerin sonuna kadar tadına varmakta tüm vatandaşlar.

Avrupalı dostlarımıza ki eğer gerçekten dost iseler önerim “demokratik Türkiye’yi daha da güçlendirecek olan başkanlık sisteminden korkmasınlar”. AB üyelik adayı be AB partneri Türkiye’nin güçlü olması en çok AB için yararlı bir gelişmedir. Güçlü ve istikrarlı bir Türkiye, AB için kazanımdır.

ERMENİ SORUNU DOSYASI : Dikkat ! Kazım Karabekir Paşa’dan Ermenilere Büyük Uyarı !


O’nu dinlemekte fayda var…

KARABEKİR PAŞA’DAN BÜYÜK UYARI

Kurtuluş Savaşı kahramanı Kazım Karabekir Paşa’nın anılarında da Ermeniler oldukça önemli bir tutuyor.

Karabekir Paşa, bin yılı aşkın bir süredir birlikte yaşadığımız Ermeniler’in sevimli ve sempatik özelliklerini çok samimi bir dille bakınız nasıl ifade ediyor;

Van’ın ‘Şahın Bağları’ vardı. Dünyanın en nefis üzümleri burada yetişirdi. Bu bağları ilk ortaya çıkaranın Karamanlı hemşehrilerimiz olduğunu babam anlatırdı.

Sultan Fatih pek sık ve çok olan Karaman halkından bir kısmını Rumeli’nde Manastır ve Debre dolaylarına ve Anadolu’dan Van’a göç ettirmekle, siyasi olduğu kadar da oraların her hususta terakkisine ve kalkınmasına sebep olmuş.

İşte meyvecilik ve üzümcülükte öteden beri pek mahir olan Karamanlılar Van’ı cennete çevirmişlerdi. Hala Karaman’dan gelen ailelerin torunları burada tanınmış ailelerdir.

Bizi birkaç kere Şahın Bağları’na götürdüler. Geniş bir saha. Herkesin servetine göre birkaç uzun arkı da vardı. Arklar arasındaki yüksek toprak kısmı iki sıra üzüm çubukları.

Bu sıraların biri bazan bir Türk’ün diğeri de bir Ermeni’nin. Arada ne çit var ne duvar. Bizi davet eden Türk’tü. Onun tarafında üzüm salkımlarını koparırken, yandaki arktan da Ermeni kızları yanlarında erkek olmaksızın sepet sepet üzüm topluyorlardı. Bize güzel salkımlar da verdiler ve konuştular.

Türk’ü Ermeni’si bir arada üzüm topluyordu. Bunlar sanki o cennet köşesinin müşterek sakinleriydi. Ne kaba bir hareket, ne ahlaksızca laf atma görülmüyor ve işitilmiyordu.”

Böylesine duygu dolu satırlardan sonra Kazım Karabekir Paşa, Ermeniler hakkındaki düşüncelerini şu çarpıcı sözlerle tamamlıyor;

İşte bu melekler gibi yaşayan bu halktır ki, Avrupa siyasetine kurban olarak birbirini boğazlayacak ve birbirinin evini barkını yakacaktır. İşte meşhur kutup kaşifi Nansen de,Cemiyet-i Akvam murahhas üyesi olarak bir heyetle,1926’da, Ermenistan’ı dolaştıktan sonra, yazdığı eserin sonunda şu sözleri söylemek zorunda kalacaktı;

‘Avrupa politikasına karıştırılan Ermeni halkına yazık oldu. Bir Avrupalı diplomatı tarafından adının hiç ağza alınmaması kendisi için daha hayırlı olurdu.”

Ama Avrupalı diplomatlar Ermenileri dillerine dolayacak ve bu da, Ermeniler için hiç de hayırlı olmayacaktır.’[1]

İşte Karabekir Paşa Ermenileri böyle uyarıyor, Avrupa’nın kışkırtmalarına gelmeyin yoksa zararlı çıkarsınız diyor.

Bugün yine Ermeniler üzerinden Avrupa oyun oynuyor ve sığınmacılar adı altında 1915 Ermeni tehcirine uğrayanları geri Türkiye’ye getiriyor ve ya sonra?

Bizce Ermeniler Kazım Karabekir Paşa’yı iyi dinlemeli yoksa tarih yine tekerrür edecek gibi görünüyor…

[1] Kazım Karabekir, Ermeni Dosyası, s. 14,Emre Yayınları No: 28, Yakın Tarih Dizisi No: 17, Ocak 1995.

BİLGETÜRK

MOĞOLİSTAN DOSYASI : DUKHA HALKI – MOĞOLİSTAN


Moğolistan’ın kuzeybatı sınırında, Sayan Dağları’nda, rengeyikleriyle birlikte göçebe hayatı süren ve Türkçenin bir lehçesini konuşan Dukhalar… Avlarını paylaşarak, ormanlardan yemiş toplayarak, doğayla uyum içinde ortaklaşmacı bir toplum halinde yaşıyorlar.

Sık ormanların ve yüksek dağların kuşattığı, en yakın yerleşim yerinden onlarca kilometre uzaktaki taygada (iğneyapraklı orman), atlarımızın üzerinde, neredeyse altı saattir ilerliyorduk ve çevrede hâlâ hiçbir insan izi yoktu. Kuzey Moğolistan’da, Sagannur köyünden ayrılırken bir bacağı sakat, koltuk değneği kullanan yaşlı adamın söylediği bir cümle aklımdan çıkmıyordu. Burada geçireceğim süre içinde kulağıma küpe olsun diye beni uyarmış ve şöyle demişti:

“Çevrende gördüğün her şeyin bir ruhu vardır, hem de her şeyin… Bu yüzden soluk aldığın her an, bunu fark etmeli ve çok dikkatli olmalısın! Böylece hiçbir canlının ruhuna saygısızlık yapmamış olursun…”

Köyden ayrıldıktan sonra gün boyu at sırtında yol almış ve gece de ormanda konaklamıştık. Ertesi gün yine yollardaydık. Bir yandan o yaşlı adamın bana ne demek istediğini düşünüyor, bir yandan da aklım hep, sızlayan bacaklarıma gidiyordu. Buradaki atlar neredeyse hâlâ yarı vahşi denilecek kadar sağı solu belli olmayan hareketler yaparak beni tedirgin ediyorlardı. Arkamdaki atın üzerinden rehberimiz Ultzi bana seslendi:

“Eki bi? Gorkba gorkba sen eki munar ata!” (İyi misin? Korkma, korkma sen ata iyi biniyorsun!)

Yüzümde bir gülümsemeyle, ancak, arkamı dönersem atımı tedirgin etmekten korkarak cevapladım:

“Jok Jok men eki munbaz! Meem atım dehk jörür, men gorkar!” (Yok, yok ben iyi binemiyorum. Benim atım hızlı yürüyor, ben korkuyorum!)
Dün yolculuk esnasında eşyaların yüklü olduğu at tedirgin olup birdenbire dörtnala koşturmaya başlamış, ondan etkilenen atlarımız da ürkünce son anda yere atlayarak kurtulmuştuk. Bundan dolayı Ultzi benim korkup korkmadığımı sık sık soruyordu.

Oysa şu an beni korku ya da tedirginlikten çok daha güçlü hisler sarıyordu. Yüzümdeki gülümsemenin nedeni de buydu. Aylardır hayalini kurduğum bir coğrafyada, Kuzey Moğolistan ile Altay Dağları arasında, ülkemden binlerce kilometre uzaktaydım ve burada, ulaşımı güç dağların yamaçlarında sıkışmış, göğü avuçlayan, iri, eğri boynuzlu renge­yikleriyle birlikte hayatta kalma mücadelesi veren ve benimle aynı dili konuşan Dukhaların obasını ziyaret edecektim. İki ay boyunca da sabahları onların çadırlarında gözümü açacaktım. Rengeyiği Türklerine ulaşmak için günlerdir yoldaydık ve benim sabredecek gücüm artık kalmamıştı. Geçtiğimiz her dağın ardında, uzakta beliren ak izleri veya belirsiz karaltıları Dukhaların çadırları sanıyor, her seferinde rehberimize obaya gelip gelmediğimizi soruyordum.

Yol boyunca bazen gökyüzünün yükseklerinde dolanan, bazen sivri pençeleriyle saçlarımızı okşayacak kadar yaklaşan kartalları izliyorduk. Galiba, daha önce hiç bu denli her şeyden uzak bir coğrafyada bulunmadım. Önümüzde beliren bir yamacı daha atlarımızla tırmanıp, dağın dik tarafından büyük bir vadiye indikten sonra, hesaplayamadığım bir süre daha ilerledik ve sonunda, uzakta, aylardır görmeyi beklediğim şeyi gördüm. Vadinin sonuna değin yayılmış ak çadırlar ve o çadırların sivri tepelerinden çıkan dumanlar, bana sanki çok eski zamanlardaki bir Kızılderili obasına varmışız hissi verdi. Yüksek yamaçta bu gerçeküstü manzarayı izleyerek ilerlerken gözlerim doldu taştı. Şaşkınlık ve hayranlık dolu, bu görülmedik manzarayı büyük bir merakla bir süre izledim. Atımdan atlayıp ayaklarımın ucundaki yeri öpmemek için kendimi zor tutuyordum. Atlardan indiğimiz anda bütün tedirginliğim geçmişti; gerçekten tarifi zor güzellikte bir yere gelmiştik. Çadırların ortasında tüm rengeyikleri bir araya toplanmışlardı ve göğü avuçlayan dev boynuzlarına güneş vurmuş, altın gibi parıldıyorlardı. Daha önce hayatımda hiç rengeyiği görmediğim için, gözlerimi hayranlıkla açarak bu harika yaratıkları, küçük bir çocuğun sevinciyle izlemeye koyuldum.

Kuzey Moğolistan’ın ücra bir köşesinde, Rusya sınırına yakın dağlarda yaşayan göçer Dukhaların obasındaydık. Tam karşımda duran üçgen, iki beyaz çadırın arasından gülüşmeler işittim; bana doğru koşarak gelen bir rengeyiğinin üstüne küçük bir kız çocuğu binmiş, minik elleriyle hayvanın boynuzlarını yakalamıştı. Hayranlığım ve şaşkınlığım daha da arttı, etrafta o yana bu yana koşturan çocukların çığlıkları vadide yankılanıyordu. Buraya ulaşmak zordu belki, ama bir kez gelince kendimi hemen evimde hissetmiştim.

Ortadaki çadırın önünde toplanmış ve yere çömelmiş oturan yaşlılar bizi izlemeye koyulmuşlardı. Selam vermek için yanlarına gittiğimde bana Moğolca selam verdiler. Ben de karşılığında Moğolca yerine Dukhaların kaybolmak üzere olan anadillerinde merhaba anlamına gelen “eki” (iyi) diyerek selamlarına karşılık verdim. Hepsi şaşkınlık içinde yüzüme baktı. Buraya gelmeden önce Türkçe ile aynı aileden olan Dukhacayı biraz çalışmıştım. “Men Moğol dil bilbez, sizlerin sösünü bicce bicce bilir” dedim. O an insanların suratındaki şaşkınlık ve mutluluk ifadesini anlatmam olanaksız. Birdenbire herkes başıma toplandı. Uzaklardan gelen bu yabancının, onların bile unutmak üzere olduğu ve Moğollar tarafından aşağı görülen anadillerini nasıl olup da bildiğini anlayamıyorlardı. Sonradan obanın erkek Şamanı olduğunu öğrendiğim Gambat heyecanla sordu:

“Sen gerden gelgen?”

Herkes ne diyeceğimi merak ederek yüzüme dikkatlice bakıyordu. Etrafta kim var kim yoksa, başımıza toplanmıştı.

“Men Türk ulusundan gelgen. Meem adim Selcen.”

Herkesin yüzüne kocaman birer gülümseme yayıldı; kıkırdamalar ve fısıldaşmalar çok belirgin duyuluyordu. Bazıları hâlâ nasıl dillerini konuştuğumu anlayamamıştı. Birbirlerine Türk ulusunun nerede olduğunu soruyorlardı. Bilenler bilmeyenlere anlatıyordu.
“Meem sösüm sizlernin sösü pile dömey (benzer)” diyerek devam ettim.

Oba yerini birden daha büyük bir heyecan sardı. Dillerimizin benzer olduğunu daha önce bilmeme rağmen, bu kadar yol gelip, böyle inanılmaz bir topluluğun içinde insanlarla anlaşabiliyor olmak beni de çok heyecanlandırmıştı. Söyledikleri her şeyi anlayamıyordum elbette ama basit cümlelerle anlaşmaya çalışıyorduk. Tek tek herkese Dukhaların dilinde söylendiği gibi “Seen ading gim” diyerek adlarını sordum ve hepsiyle tanıştım.

İlk kez tanıştığımız halde, karşılıklı olarak aslında “tanıdık” olduğumuzu hemen anlamıştık ve birbirimize soracak çok şeyimiz olduğunu hissediyorduk. Bütün gece çadırın içinde bizi ziyarete gelen insanlarla anlaşabildiğimiz kadar anlaştık, anlaşamadığımız yerde birbirimize bakıp güldük ve dillerimiz arasındaki her ortak sözcüğü keşfettiğimiz anda çocuklar gibi sevindik. Hatta bu oyun hepimize o kadar heyecan verici gelmişti ki, onlar kendi dillerinde bir şey söylüyor, ben de kendi dilimdeki karşılığı eğer biliyorsam söylüyordum:

Dukhacada “cörü”, Türkçede “yürü” anlamına geliyordu; gız, kız; ool, oğul; geerde, nerede; guş, kuş. “Süt içher bi” ise “Süt içer misin” demekti.

Daha ilk günden buradaki insanlarla aramızda farklı bir bağ oluşacağını anlamıştım. Bu heyecan verici oyun oldukça uzun sürmüş olmalıydı ki saatin çok geç olduğunu fark etmemişiz. Yatma vakti geldiğinde buraya gelirken yaşadığımız bütün zorlu yolları ve yorucu saatleri unutmuştuk bile.

Ertesi sabah uyandığımızda iki ay boyunca kalacağımız ailenin yanına yerleşmeye gittik. Köyde tanışmış olduğumuz ve burada yaşayan rengeyiği çobanı bir Dukha ile evli Moğol kız Zaya çok iyi İngilizce biliyordu ve bizi bir ailenin yanına yerleştirmişti. Zaten antropoloji öğrencisi olan Moğol arkadaşım Ariuntamir de dil konusunda yardımcı olmak için burada benimle kalacaktı. Dukhaların anadili bizim konuştuğumuz Türkçeye çok yakın olsa da, basit konuların dışına çıktığımızda henüz anlaşamıyorduk. Ariuntamir bizim anlaşamadığımız yerde onlara Moğolca sorup bana çeviriyordu. Oysa geçen iki ayın sonunda, artık, çevirmenim Ariunta’ya benim çevirmenlik yapmaya başlayacağımı bilmiyorduk elbette.

Yanında kaldığımız aile, 53 yaşında Boyuntuktuk adında bir kadın ve onun 20 ile 16 yaşındaki kızları Sarol ve Holun’dan oluşuyordu. Boyuntuktuk hiç evlenmemiş olduğu için çocuklarını tek başına büyütmüştü ve o yüzden tayganın en güçlü kadınlarından biri olarak biliniyordu. Onun hayatında kaldığımız kısa sürede buna kendimiz şahit olacaktık zaten. Yan çadırda ise Boyuntuktuk’un büyük kızı ailesiyle birlikte yaşıyordu. Onların bir buçuk ve iki buçuk yaşındaki küçük kızları da sık sık anneannelerini ziyaret etmek için bizim çadıra gelerek burada kaldığımız süre içinde hayatımızı oldukça neşelendireceklerdi.

Dukhalar günümüzde Moğolistan’ın en küçük etnik grubu olarak kuzeydeki tayga bölgesinde yaşıyorlar. Dağlarda göçebe olarak yaşayanların sayısı yaklaşık 200 kişi. En yakındaki köyde yaşayan Dukhaları da dahil edince Moğolistan’daki toplam nüfusları yaklaşık 500 kişi kadar. Dukhaların ataları aslında 1940’lı yıllarda Rusya sınırları içinde olan Tuva’dan çıkıp dağların arasında geyikleriyle yolculuk ederek buralara göç etmişler ve Rusya – Moğolistan sınırının kapanmasından sonra Moğolistan sınırları içinde kalmışlar. Obanın en bilgili kişilerinden biri olan Öviy’e Dukhaların geçmişlerini sorduğumuzda şöyle anlatmıştı;

“Geçmişimizle ilgili bildiğimiz en önemli şey, Tuva’dan geldiğimiz ve atalarımızın atalarının atalarının bile rengeyiği yetiştirmiş olması. Benim anneannem hep Tuva’dan çıkıp dağların arasından, rengeyiklerinin sırtında yaptıkları uzun yolculukları anlatırdı. Artık bugünlerde kültürümüz Moğol kültürüyle karıştı, çocuklar dilimizi öğrenmiyor ama gene de bizim Moğol olmadığımızı ve farklı bir kültürden geliyor olduğumuzu biliyorlar.”

Dukha halkını Moğollardan ayıran en belirgin özellik, yüksek yamaçlarda rengeyiği yetiştirerek göçer hayatlarını sürdürüyor olmaları. Zaten Moğolistan’da onlardan başka rengeyiği yetiştiren bir topluluk da yok, bu nedenle Moğolcada “rengeyiği insanı” anlamına gelen “Tsaatan” diye adlandırılıyorlar. Rengeyiğini öncelikle sütü için ve kışın ava giderken üzerine binmek için kullanan Dukhalar, zorda kalmadıkları sürece geyiklerini et ihtiyacı için kesmiyorlar. Geleneksel olarak asıl geçimlerini yabani hayvan avlayarak ve doğadan topladıkları bitkilerle sağlıyorlar. Ancak bu tarz yaşam da yavaş yavaş değişiyor. Obanın en yaşlısı seksen yaşındaki Ponsul’a taygada değişen yaşamı sordum:
“Eskiden, köye inmediğiniz zamanlarda neler yerdiniz? ”

“Eskiden sadece doğadan topladıklarımızı yerdik. Erkekler özellikle sonbahar ve kış aylarında rengeyiklerine binerek günlerce süren uzun avlara çıkardı. Biz ise dağlardan yemiş, yabani patates ve diğer bitkileri toplardık. Artık gençlere köyden un almak daha kolay geliyor, oysa yabani patatesle yaptığımız un yüksek tansiyona çok iyi geliyordu.”

Ancak gene de erkekler ava gitmeye devam ediyor. Avlanarak ve yabani yemiş toplayarak sürdürdükleri yaşam Dukhaların toplumsal ilişkilerini de belirliyor. Dukhalar av etini mutlaka paylaşıyor. Yeterince av hayvanı bulmak artık iyice güçleşmiş olsa da, avcılar avladıkları hayvanların etini, obada her aileye dağıtıyorlar, ava katılsınlar ya da katılmasınlar, bu eşit paylaşma erdemi değişmiyor. Toplumda lider yok ve herkes eşit haklara sahip. Bu konuda konuştuğumuz ve “Sizde kararları kim verir” sorusunu yönelttiğimiz hemen herkes aynı yanıtı verdi:

“Kararlarımızı her zaman beraberce, konuşarak veririz. Örneğin göç zamanı nereye ya da ne zaman gidileceğini belirlemek için bir araya gelir konuşuruz.”

“Peki yaşlılar daha fazla söz hakkına ve güce sahip değil mi?”

“Tabii ki yaşlıların sözüne saygı duyarız ve onların fikirleri bizim için çok önemlidir. Ama yaşlılar hiçbir zaman bizi kendi fikirlerine uymamız konusunda zorlamaz. En fazla, ben bu sene şuradaki obaya göçmeyi düşünüyorum çünkü orada çimler daha iyi, gibi şeyler söylerler ve biz de zaten o kişiye güveniyorsak onu takip ederiz.”

“Peki ya çadırda kararları kim alır? Kadınlar mı, erkekler mi?”

“Çadırda da kararları mutlaka beraber alırız aslında. Bizde Moğollarda olduğu gibi erkek egemenliği yok. Kadınlar da her konuda söz hakkına sahip.”

Bu konularda, bir yandan da yürüttüğüm akademik araştırmam için insanlara bir dolu soru yöneltiyordum. Ama gözlemleme şansı bulduğum konular bana, sorulardan daha çok fikir veriyordu. Dukhalar yılda yaklaşık dört kez göçerler ve bu göçler mevsime göre belirlenir. Yazları daha yükseklerde kalınırken, kış yaklaştıkça daha alçak alanlara inilir. Hatta kışın ormanın içinde kalırlar ki, sert ve soğuk rüzgârlardan korunabilsinler. Göç sırasında rengeyiklerini binek hayvanı olarak kullanarak eşyalarını geyiklere yüklerler ve at gibi rengeyiklerine binerler. Tayganın coğrafi koşullarında rengeyikleri atlardan daha güçlüdür, çünkü bu yükseklikte ve sık ormanın içlerindeki yolculuklarda daha rahat hayatta kalabilirler. O yüzden de Dukhalar için rengeyiği hayati bir önem taşıyor.

Dukhaların yanına ilk ulaştığımızda yaz obasındaydılar. Ancak hava ağustos ortalarına doğru iyice soğumaya başlamış ve bu da göç zamanının geldiğinin işareti olmuştu. Ancak tam olarak ne zaman yola çıkılacağını sorduğumuzda kimse bize belirgin bir şey söylemiyordu. Aldığımız cevap genellikle “yarın da olabilir, bir hafta sonra da” şeklindeydi. Yola çıkış kararının nasıl alındığını çözmeye çalışıyorduk ki, yanında kaldığımız Boyuntuktuk, “Ben yarın yola çıkıyorum” diyerek toplanmaya girişmiş ve böylece de göçü başlatan kişi olmuştu. Biz yola çıktıktan sonra bütün aileler bizi takip ederek sonbahar obasına göçmüştü. Elinde asası bütün geyiklerini yükleyip yola koyulan Boyuntuktuk, Dukhalarda kadınların ne kadar güçlü olabildiğinin bir kanıtı gibiydi.

Göç zamanında oba birden hareketlenmişti. Herkes harıl harıl çadırları topluyor, hepsi taşınabilir eşyalar geyiklere yükleniyor, yolda atıştırmak için kızarmış hamurlu yiyecekler hazırlıyordu. En sonunda da, çocuklar ve bebekler geyiklerin üzerindeki eyerlere bağlandı, bütün eşyaların ipleri sıkıca gerildi ve yola çıkıldı. Sürüde hiçbir geyiği geride bırakmadan sonbahar obasına varmak en büyük hedefti o an. Boyuntuktuk elindeki asası ile bindiği geyiğin üzerinde sürünün önünü çekiyordu, onun geyiğine bağlı diğer yük geyikleri hemen arkasında hepimiz onu takip ediyorduk. Ailenin kızları Sarol ve Holun sırtına bindikleri rengeyikleriyle en arkada yavru geyikleri toplamaya çalışıyorlardı; havayı dövdükleri sopalarıyla ve yol boyunca kopardıkları “huuu huuu” çığlıklarıyla, sürüye nerede olduklarının işaretini veriyorlardı. Yaklaşık altı saat süren göç boyunca geçtiğimiz vadiler, küçük göller, seslerimizin yankılandığı kayalıklar, dağlar ve nehirler güzellikleriyle bizi o denli büyülemişti ki, hiçbir şey yapmadan, sadece geyiklerin üzerinden düşmemeye çalışarak etrafı izliyorduk. Yol üzerinde ufak tefek sorunlar da yaşadık. Örneğin geyiklerden birinin yükü fazla ağır olduğu için bir ayağı sakatlandı. Boyuntuktuk onun yüklerini başka bir geyiğe aktarmak zorunda kaldı. Ayrıca çocuklar yolda birkaç kez mızmızlanmışlardı. Ama gene de genel olarak büyük bir sorun yaşamadık ve karanlık olmadan yeni oba yerine varmayı başardık. Burası daha alçakta ve bu yüzden daha ağaçlık bir yerdi. Zaten hava da artık iyice soğumaya başlamıştı. Hatta bir iki hafta sonra bir gün kalktığımızda kar bile yağmıştı.

Hava sıcaklığının sıfırın altına indiği gecelerden birinde çadırda uyumakta zorluk çekip bir o yana bir bu yana dönüyordum ki dışarıda uzaklardan gelen bir davul sesi duydum. Uzun süre sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştıktan sonra kalkıp bakmaya karar verdim. Fenerimi elime aldım ve telaşla çadırın dışına çıktım. Ses hemen yan tarafımızda yaşayan Gambat’ın çadırından geliyordu. Çadıra yaklaştıkça davul sesi iyice arttı ve kapıya geldiğimde artık kalbim hızlı çarpıyordu. Girip girmeme konusunda kararsızdım ama merakım kararsızlığımın önüne geçti ve kapıyı araladım. İçerisi zifiri karanlıktı ama Gambat’ın eşi Purve eliyle içeri girmemi işaret etti. Çadırın içinde en az dört beş kişi vardı ve Gambat hayvan tüylerinden oluşan Şaman kıyafetini giyinmişti. Zaten içeriye girer girmez bunun bir Şaman ayini olduğunu anlamıştım.

Gece yarısı başlayan ayin saatlerce sürdü ve bu süre içinde Gambat görünmez ruhlarla iletişime geçerken bazen hayvan sesleri çıkarıyor, bazen bağırıyor, çığlıklar atıyor, bazen de kendinden geçip yere düşüyordu. Çadırın içindeki herkes sessiz ve biraz korkmuş halde, kıpırtısız onu izliyordu. Gambat’ın karısı ayin esnasında ona yardım ediyordu. Şaman davulu döngürü hiç durmadan çalan, zıplayan ve şarkı söyleyen Gambat’ın gerçekten kendinden geçmiş halde olduğu belliydi. Ayin bittiğinde çok yorulduğu için Şaman, soruları ertesi gün yanıtlayacaktı. Uyumak için çadırıma gittim ben de, döngür sesleri hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Ertesi gün Zaya’ya orada olanları ve ayinin amacını sordum.

“Neden Şaman ayini yapıldı dün gece Zaya biliyor musun? Dünün bir özelliği mi vardı”

“Hayır, özel bir gün değildi. Obadan bazı insanlar, özellikle de bir kişi ciddi sorunlar yaşıyormuş. Bu yüzden de Gambat’tan ayin yapmasını istemiş.”

“İnsanlar kötü şeyler yaşadıklarında Gambat’tan yardım istiyorlar yani öyle mi?”

“Şöyle açıklayabilirim, tabii ki başımıza gelen her ufak sorunda gidip Şamana danışmıyoruz. Ama eğer bir kişinin işleri uzun süredir ters gidiyorsa, o zaman bir yerde bir yanlış yaptığını düşünüp Şamana gidebilir. Şaman kimi zaman yardımcı ruhunu da kullanarak, diğer ruhlarla ya da ata ruhlarıyla iletişime geçip sorunun kaynağını bulmaya çalışır.”

“Ne gibi konular olabilir peki bunlar?”

“Kişinin hayatında ters giden herhangi bir şey olabilir. Örneğin geçen sene benim sürümdeki hayvanlardan altısını kurt kapmıştı. Böyle şeyler olabilir tabii ama o kadar hayvanın arasından ölenlerin sadece benim rengeyiklerim olması düşündürücüydü. Acaba bilmeden yanlışlıkla kötü bir şey yaptım ve onun cezasını mı çekiyorum diye kendimi sorgulamaya başladım ve en sonunda obamızın diğer Şamanı Sensıtık’a danışmaya gittim. Sebebini bulmak için özel bir ayin düzenledi.”

Merakım iyice artmıştı: “Öğrenebildiniz mi peki nedenini? Eğer sormamda sakınca yoksa tabii…”

“Şaman, eşimin birkaç ay önce ava gittiğinde öldürmemesi gereken yavru bir ceylanı nehir kıyısında öldürdüğünü söyledi. Bu çok ciddi bir hata, çünkü bizde hem küçük hayvanları öldürmek yasaktır, hem de nehir kenarında hayvan öldürmeyiz. Çünkü hayvan suya düşüp nehri kirletebilir.”

“Ne yapmanızı önerdi peki?”

“O nehrin kıyısına gidip orada doğaya çay ve süt serperek sunumlarda bulunması ve öldürdüğü hayvanın ruhundan özür dilemesi gerekiyormuş. O da tabii ki kendine söyleneni yaptı ve o zamandan beri hayvanlarımızın sağlığında bir sorun çıkmadı.”

Zaya’nın anlattığı bu öyküye çok şaşırmıştım ama daha sonra Dukhaların yanında kaldığım süre boyunca doğa ve hayvanlarla olan ilişkilerinde ne kadar hassas olduklarına birçok kez şahit olmuştum. Doğadaki hiçbir canlı ile hiyerarşik ilişkilere girmeden, yaşayan her şeye saygı duyuyorlardı.

Örneğin nehirlerinin temizliği konusunda çok duyarlıydılar. Bir nehrin içinde ellerini yıkamak bile tabu olarak görülüyordu; çünkü özellikle sabun kullanırsanız nehri kirletiyordunuz. Bu yüzden bir şeyler yıkarken mutlaka suyu bir kovayla dışarıya alıp o şekilde yıkıyorlardı. Doğadan elde ettikleri şeyleri onlara verilmiş bir hak olarak değil, doğanın onlara sunduğu bir armağan olarak değerlendirmeleri Dukhaların bu hassas yaklaşımının sebeplerinden biri. Obada uzun süre kalan Danimarkalı bir antropolog bana başına gelen bir olayı anlatmıştı.

“Bir sabah kalktığımda boğazlarım ağrıyordu. Yan çadırda yaşayan ailedeki yaşlı kadın bana arkadaki dağlarda bulunun bir bitkinin soğuk algınlığına iyi geldiğini söyledi. Ben de toplamaya gittim ve elbette Batı’da alışkanlığımız olduğu gibi daha sonra da kullanırım diye kendim için bol bol koparıp bir demet de fazladan topladım. Belki obadaki dostlarıma veririm diye de düşünüyordum. Çadıra geri dönüp yaşlı kadına topladıklarımı gösterince yüzünde beliren dehşet ifadesini unutamam. ‘Neden bu kadar çok topladın ki? Sadece kendine bugün için yetecek kadar toplaman gerekiyordu. Tekrar ihtiyacın olursa ertesi gün çıkıp tekrar toplayabilirsin’ dedi. Bu benim için güzel bir ders oldu. Dukhalar her şeyi sadece ihtiyaçları kadar alıyorlar, çünkü doğadaki bir şeyi israf etmek onlar için ürkütücü bir fikir.”

Dukhaların bu konularda pek çok inancı da mevcut. Dışarıdan bakıldığında belki de kimilerinin “ilkel ya da geri” olarak adlandırdığı bu insanların aslında birçok konuda bizden daha “ileri” olduklarını orada kaldığım süre içinde bizzat gözlemledim. Bizimle kıyaslanamayacak derecede ileri olan duyarlılıkları elbette yüzyıllardır çevreleriyle karşılıklı birbirlerine bağımlı yaşamalarıyla da ilgiliydi.

Bugün Dukhalar eski geleneklerinin birçoğunu hâlâ sürdürürken, son yıllarda meydana gelen değişiklikler elbette büyük. Artık çocuklar okula gittikleri için kışları köyde kalıyorlar ve çocuğu olan ailelerin bazıları da kışın köyde kalıp sadece yazları taygaya geliyor. Okulda eğitim dili Moğolca olduğu için çoğu aile çocuğuna Dukhaca yerine Moğolcayı öğretmeyi tercih ediyor ve bu da dilin yavaş yavaş kaybolmasına neden oluyor.

Şu an Dukhalardan toplam sekiz kız büyük şehirlerde üniversiteye gidiyor. Çocukların okula gitmesi beraberinde para ihtiyacı doğuruyor elbette. Uzun yıllar boyunca Sovyet döneminde devletten destek gören Dukhalar, serbest pazar ekonomisine geçişle birlikte çok büyük sıkıntılar yaşamışlar. Ama son zamanlarda yeni yeni ortaya çıkan ekolojik turizm sayesinde yeni bir gelir kaynakları olmuş. Geyik boynuzlarından yaptıkları süs eşyalarını gelen yabancılara satıyorlar ve bu sayede köyden un, şeker, tuz gibi ana gıda malzemelerini alıp, çocuklarını okula gönderebiliyorlar.

Bu değişimi nasıl değerlendirdiğimiz çok önemli. Artık dünyanın birçok yerinde insanlar dış dünya ile iletişim halinde ama bunun ne kadar neyi değiştirdiğini anlayabilmek o kadar kolay değil.

Üniversitede okuyan genç kızlardan birine fikrini sormuştum, o da bana şu yanıtı vermişti: “Bazen buraya gelen yabancılar bizim kot pantolon giymemize ya da güneş paneli ile elektrik kullanıp radyo ya da televizyonu biliyor olmamıza çok şaşırıyorlar. Onlar bizi hiçbir şeyden haberi olmadan dağda yaşayan insanlar olarak hayal ediyorlar sanırım ve hayal kırıklığına uğruyorlar. Oysa anlayamadıkları şey şu ki, bizim ne giyiyor olmamız kafamızın içini değiştirmiyor. Ve biz dış dünyadan haberdar olduğumuz halde gene de burada yaşamayı tercih ediyoruz. Ben okulu bitirince hemşire olacağım ve gelip burada kendi halkıma hizmet edeceğim. Birçok insan başka seçenekleri ve dünyaları bildiği halde buraya geri dönüyorsa, bu bence daha da kıymetli bir şey…”

Tüm bunlar yanlarında kaldığımız süre içinde Dukhalardan öğrendiklerimizin sadece bir kısmıydı. Henüz buraya gelmeden önce köydeki yaşlı adamın söylediği cümleyi hatırlamıştım, demişti ki: “Çevrende gördüğün her şeyin bir ruhu vardır, hem de her şeyin…” Şimdi taygadan ayrılırken onun ne demek istediğini gayet iyi biliyorum.

Fotoğraf: Kuzey Moğolistan’ın Sayan Dağları’nda kimi zaman kış erken gelir. Dukhaların göçtüğü sonbahar kampında henüz ağustos ayının sonları olmasına rağmen kar yağışı başlamıştır bile. Ancak kışın neredeyse eksi 40 dereceye düşen sıcaklıkta bile çadırlarda yaşamaya alışkın olan Dukhalar için bu hava soğuk sayılmaz.

Yazı ve Fotoğraflar: Selcen KÜÇÜKÜSTEL

Atlas Kasım 2012 / Sayı 236

TERÖR DOSYASI /// UFUK ULUTAŞ : Dünyanın Terörle İmtihanı Çadırın Altında Kaldı


UFUK ULUTAŞ

Terör küresel bir sorun. Sadece kendi ülkenizde aldığınız tedbirlerle çözüme kavuşturamadığınız, belli dönemlerde attığınız adımların diğer dönemlerde sizi garanti altına almadığı, her zaman teröristten bir tık yukarıda düşünmenizi ve ona göre bir strateji kurmanızı gerektiren bir sorun. Bu sorunla yüzleşirken bazı ülkeler diğer ülkeleri de seferber edip terörle toplu mücadele edebilme lüksüne sahipken, Türkiye gibi bazı ülkeler de maalesef terörle kendi imkânlarıyla ve hatta başka ülkelere rağmen mücadele etmek zorundadırlar.

Örneğin ABD, ‘terörle savaş’ adı altında başlattığı felaket kampanyasında Afganistan ve Irak’ı işgal edip, o coğrafyaları tarumar ederken yanına rahatlıkla birçok devleti alabilme lüksüne sahipti. İngiltere gibi bazı ülkeler neredeyse ABD’nin savaşında savaşmak için kraldan çok kralcı oldular. Bir ülkenin ABD’yle ‘terör’ konusunda bilgi paylaşmaması düşünülemezdi bile. Daha ileri gidelim, normal şartlarda ABD cephesinin karşısında yer alan Suriye gibi ülkeler bile ABD’nin bu felaket kampanyasında ABD’ye destek vermek için sıraya girdi. Beşşar’ın eniştesi Asıf Şevket, CIA’ya doğru bilgi akışını yönetti. O sıralarda Brüksel’de örneğin 11 Eylül faillerinden Muhammed Atta’yı kutsayan ve El-Kaide sembollerini barındıran bir çadır kurulsaydı, Belçikalı yetkililer çadırı içindekilerle birlikte konteynerle Guantanamo’ya gönderirlerdi.

PKK ile hatta DAİŞ ile mücadele konusunda Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tam da bunun aksi yönde böyle bir tablo. Maalesef terör bir terbiye etme ve hizaya çekme aracı olarak başka ülkelere karşı olduğu gibi Türkiye’ye karşı da kullanılıyor. PKK, Batı’da iki ihtiyaca sesleniyor. Birincisi, Batı’nın Sykes-Picot’ya dair suçlu bilinçaltını aklamak için bir asır öncesi zihniyete sahip bir terör örgütüne Türkiye’de ve Suriye’de alan açma ve meşruiyet kazandırma peşindeler. İkinci olarak ise kutsalsız bir kiralık katil olan PKK’yı Türkiye’ye karşı yürüttükleri mühendisliğin taşeronu olarak kullanıyorlar. Tam da bu sebepten PKK Belçika’nın ortasında çadır açıp propaganda yapabiliyor. Londra’da yürüyüş yapıp ‘katil devlet’ sloganı atabiliyor. ABD kelime oyunlarıyla PKK’ya Suriye’de askeri destek verebiliyor. Ucunu açık bırakmışlar terör kavramının ve ihtiyaca binaen tanıma maddeler ekleyebiliyorlar. DAİŞ’le savaşmasını PKK’ya destek için bahane kılıp PKK’yı terör parantezinden çıkarabiliyorlar. Buna bir de paralel örgüt gibi PKK içerisine devletin sızdırdığı muhbirleri deşifre eden ve halihazırda PKK’ya operasyonel destek vermesi muhtemel yapıları da eklersek Türkiye’nin terörle bir paket halinde mücadele etmesi gerektiğini söyleyebiliriz.

Bunlar terörle mücadele ederken başka bir mücadeleyi de sürdürmemiz gereken verili bilgiler. Türkiye’nin terörle mücadelesini bu verilere rağmen yürütmesi gerektiğini bilmeli ve stratejilerimizi ona göre belirlemeliyiz. Bir taraftan derli toplu bir söylemle tezlerimizi en azından kamuoyları için anlatmaya devam ederken diğer taraftan da bu ülkelere rağmen terörü yenecek akılcı adımları kendimiz atmalıyız. Teknoloji bu mücadelede öncelikli yatırımlardan birisi olmalı. Buna ek olarak insan sermayesi en uzun dönemli ve etkin çözümümüz. Terörle mücadele için ne kadar akılcı strateji geliştirirsek geliştirelim uygulayıcısı insan ve o havuzda ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Terörü bölgesel bağlantıları üzerinden değerlendirebilecek, tipik bürokratik tepkilerin üstüne çıkan bir uyanıklıkla strateji yürütebilecek, vatansever bir terörle mücadele ekibi kurmazsak terörle mücadelemizin başarıyla yürütülmesi oldukça zor.

GÖÇMEN DOSYASI /// TAHSİN AÇILAN : Düzenli Göçler ve Nüfus Hareketleri


TAHSİN AÇILAN, Uludağ Üniversitesi, İktisat

Arjun APPADURAI, küreselleşme teorileri konusunda çağımızın önde gelen sosyo-kültürel antropolojistlerinden ve ona göre ‘ulus merkezli çözümlerin sorunsallaştırıldığı bir dönem sürdüren günümüzde ‘mekâna bağlılık zayıfladı’, bu zayıflama da beraberinde ‘ulus-aşırı bağlamdaki tartışmaları daha mantıklı hale getirdi’! Bu tespit Ravenstein’ın göç kanunlarına, ya da Lee’nin ‘itme çekme kuramı’na ilave bir madde olacak mı bunu zaman gösterecek; ancak ‘mekâna bağlılığın zayıfladığı’ son yıllardaki tüm BM raporlarında olduğu gibi 2015 yılı UN/DESA göç raporlarında da açıkça ifade edilmekte, görülmekte!

Geçen yıl, 2015 yılında toplam uluslararası göçmen sayısı 244 milyon kişiye ulaştı ve bu sayı; 2010 yılında 222 milyon kişi, 2000 yılında ise 173 milyon kişi idi. Resmi ülke istatistiklerine dayanarak yapılan bu hesaplamalarda; 2000 yılında % 2,8 olan uluslararası göçmenlerin toplam dünya nüfusuna oranı, 2015 yılında 0.5 puan artarak % 3.3’e yükseldiği görülüyor! Aynı raporlara göre dağılımda ise Avrupa 76 milyon göçmene, Asya 75 milyon göçmene ve Kuzey Amerika 54 milyon göçmene ev sahipliği yapmakta. Afrika’da 21 milyon, Latin Amerika ve Karaibler’de 9 milyon ve Okyanusya’da ise 8 milyon göçmen bulunmakta/ yaşamakta. Üstelik Ravenstein’ın ‘göç ve mesafe’ öngörüsü de geçerliliğini sürdürmekte, göçler -Kuzey Amerika ve Okyanusya dışında- temel olarak aynı majör bölgeler içinde gerçekleşmekte. Afrika içi göçler % 87, Asya içi göçler % 82, Latin Amerika ve Karayipler bölge içi göçler % 66, Avrupa içi göçler ise % 53 oranında gerçekleşti ve 2015 yılında tüm göçmenlerin 2/3’ü sadece 20 ülkede yaşamaktaydı; muhtemelen Thomas L. Friedman’ın Lexus ülkelerinde!

Düzenli göç ve göçmenlere yönelik ilk uluslararası düzenlemeler ikinci dünya savaşı hemen sonrasında ve Batı Avrupa’ya dönük olarak –PICMME Provisional Intergovernmental Committee for the Movement of Migrants from Europe,..- ortaya çıkmış olsa da, antropolojistler insanlık tarihinin ayrılamaz bir parçası olan göç tarihinin ‘avcılık, balıkçılık’ dönemine dayandırılabileceği inancında. Bazı mitlerde de göçlerin antik formlarına rastlanmakta; Babil asma bahçeleri, Mısır piramitleri, eski Yunan’daki gümüş madenlerinin dışarıdan getirilen/ gelen işgücü ile gerçekleştiği, işletildiği bilinmekte/ bilmekteyiz. Ancak günümüzdeki ekonomik yapılanmaya paralel olarak, göçmenlerin profili –de doğal olarak- antikiteye göre çok farklılaşmış durumda ve geçmişteki kas gücü yerine entelektüel nitelikler önemli rol oynamakta; ARGE çalışmalarında, iletişim, elektronik, nanoteknoloji, yazılım vb. alanlardaki varlıkları inkar edilmemekte. Benzer şekilde cinsiyet dağılımında da maskülen hiyerarşi sayısal üstünlüğünü kaybederek uluslararası göçmenlerin dağılımı hemen hemen nicel eşitliğe yaklaşmakta, hatta Avrupa ve Kuzey Amerika’daki kadın göçmenlerin sayısal oranı % 52.4 ve % 51.2 ile erkek göçmenlerin sayısını aşmış durumda! Asya’da bu oran -kadın göçmen oranı- % 42, Afrika’da ise % 46,1.Göç alan ülkelerdeki talep sürdükçe ve Bangladeş, Filipinler, Lesotho, Tacikistan gibi ülke ekonomilerinin göçmen havalelerine bağımlılığı devam ettikçe, göçlerin cinsiyet farkı olmaksızın süregitmesi kaçınılmaz görünüyor. Üstelik demografik bağlamda kadın-erkek nicel eşitliği, 20-64 yaş arası kabul edilen çalışma çağı nüfusunda da önemli bir farklılık göstermiyor ve %72 olan çalışabilir nüfus oranı Asya ile Latin Amerika ve Karaiblerde daha da artmakta, genişlemekte; bu bölgelerde adeta doğal seleksiyonu hatırlatan, ‘doğal göçmen gençleşmesi’ (=rejuvenation) yaşanmakta, Ravenstein’ın, yüksek kazanç, işgücü talebi, ekonomik fırsatlar ve politik özgürlük olarak sıraladığı çekme faktörleri her iki cins için de ve özellikle çalışma çağı nüfusu üzerinde etkili görünmekte! Peki, göç alan ülkeler (=host ülkeler) açısından durum neydi?

OECD ülkeleri, Asya ile birlikte göçlerin en yoğun olduğu bölgelerin başında geliyor ve 2013 yılında OECD ülkelerinde bulunan toplam yabancı ülke doğumluların sayısı 2000 yılına göre % 40 oranında, 35 milyon kişi, artarak 117 milyon kişiye ulaşmış durumda. Özellikle Avrupa Birliği içine yönelik göçlerin en önemli orijin ülkeleri Çin ve Hindistan olmakla birlikte, Polonya ve Romanya birlik içi sosyal hareketlilikte (sosyal mobilite) önemli paylara sahipler. Toplam işgücü içinde 2011-2014 yılları arasında yerli işgücünün payı % 0.5 artarken yabancı doğumluların payı % 1.3 artmış durumda ancak yabancı ülke doğumlu işsizlerin oranı yerli iş görenlere oranla % 3.3 oranında fazla ve göçmenlerin %6’sı halen uzun dönem işsiz kategorisinde bulunmakta. Ancak, gerek yabancıların işsizlik oranı ve gerekse mevcudiyetleri makro ekonomik bağlamda –ve orta-uzun dönemde- asla sorun ya da tehdit olarak görülmemekte; çünkü mevcut yabancı doğumlu işgören stoğu bir tarafa eğer ‘yeni dışgöçler olmadığı takdirde 2020’li yıllarda OECD ülkelerinde çalışma çağına girecek nüfusun günümüze oranla % 30 azalacağı tahmin ediliyor! Üstelik, bu grup ülkelerinde ortalama yaşam süresinin artışı, nüfusun yaşlanmasına ve yaşlanma ile birlikte; emeklilik, sağlık, bakım giderlerinin artmasına ancak artan bu giderleri finanse edecek çalışan nüfusun yetersiz kalacağı endişesi mevcut. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde göçmenlerin ekonomiye katkısı, mevcut makroekonomik bağlamda ya da muhasebesel yaklaşımla analiz edilse de, artık dinamik modele dayanan ve uzun vadeli setlere dayalı analizler artmış durumda. Ancak hangi model ya da set kullanılırsa kullanılsın, yapılan varsayımlar ve kullanılan metodolijiye ve daha önemlisi analistlerin sübjektif yargılarına bağlı olarak göçmenlerin ekonomiye katkısı –en azından kısa dönem için- sabitlenebilmiş değil! Örneğin, aynı/ benzer ekonometrik modellerin kullanılmasına karşın ‘göçmenlerin kamu maliyesine etkisi’ tartışmalı konulardan sadece birisi ve bu etki çoğu ülkede negatif olarak değerlendirilebilmekte! Sosyalbilim araştırmaları, hatta ekonometrik hesaplamalar politika yapıcılara geniş bir mönü sunuyor olmalı!

Asya kıtası önceleri özellikle yoğun nüfusları ile gündeme gelmekte iken artık küresel GSH’ya yapılan katkının yanı sıra, göçler açısından ‘majör bölge’ olma niteliğiyle de sıklıkla gündeme gelmekte! BM Wall Chart 2015 verilerine göre 75 milyon göçmeni barındırmakta ve nominal artışta -2000/2015 dönemi için- yıllık ortalama 1.7 milyon kişiyi bulan göçmen akışı ile en hızlı göç alan ülke durumunda. Ancak Asya göçmen profili Avrupa ya da Kuzey Amerika’dan farklı olarak göçler aynı majör bölge içinde oluşmakta! Bölge içi göçmen trafiği sonucu oluşan stoğun toplam göçmenlere oranı % 82 ve bu oran Avrupa için ise sadece % 53 düzeyinde. Bölgedeki medyan göçmen yaşı 35 ve küresel medyan göçmen yaşının 39 olduğu düşünüldüğünde daha genç göçmen nüfus barındırdığı görülmekte. Cinsiyet dağılımında da diğer bölgelerden farkı var, % 58 erkek göçmen oranı ile –Afrika ile birlikte- ezici bir oransal üstünlüğe sahip.2000 yılında Asya genelinde toplam 27 milyon erkek göçmen bulunmakta iken, 2015 yılında % 62 oranında artarak 44 milyona ulaştığı görülmekte. Kadın göçmen nüfusun toplamı ise aynı dönemde % 40 civarında artarak 22 milyondan 32 milyona yükselmiş durumda. Göçmenlerin kalifikasyonlarına/ iş yeteneklerine bakıldığında nitelikli işgücünün göç yeri tercihlerinin, AB ve OECD ülkelerine yönelik olduğu görülmekte, diğer sosyal kesimler ise bölge içinde ve refah odaklı olarak dağılım göstermekte. Ancak ASEAN ve TPP Trans Pasifik Ortaklığı’nın da motive edeceği gelişmelerle gerek nitelikli işgücünün ve gerekse diğerlerinin göç rotalarının bu anlaşmalara taraf ülkelerde yoğunlaşması beklenmekte!

Tarih öncesi, avcılık ve balıkçılıkla başladığı varsayılan göç olgusu günümüzde hem ekonomik boyutu ve hem de sosyal boyutlarıyla daha da belirgin ivmeli olarak önem kazandı, kazanmaya devam etmekte. Bölgesel ekonomik bütünleşmelerin, sermaye akışkanlığının, liberalizasyonun genişleme sinin de etkisiyle bu önem sayısal ve ekonomik boyutunun yanı sıra göç kalıplarında da önemli değişiklikler yaratmakta; diasporik, nitelikli nüfus yapıları da gelişmekte, olgunlaşmakta! XIX. yüzyılda sadece Güney Amerika’da, yerleşik Osmanlı nüfusa yönelik yirmiye yakın gazete-dergi bulunmakta iken günümüzde aynı bölgelerde Osmanlı kökenlerini hatırlayabilecek bir nesil üyesi bulmak dahi ‘muhtemelen’ güçleşmiş durumda! İletişim teknolojileri zayıflığının etkisiyle de oluşan ve tüm taraflar için ‘üzücü kayıp’ olan bu durumun günümüz versiyonunu önlemenin akılcı ve çağdaş organizasyonel yöntemleri var olmalı! Hindistan örneği gibi, İrlanda örneği gibi,…

TARİH : OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN KUZEYBATI HUDUDUNDAKİ HIRİSTİYAN VASSAL ÜLKELERİ


EFLAK VE BOĞDAN VOYVODALARININ AHİDNÂMELERİ ÜZERİNE BİR İNCELEME : OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN KUZEYBATI HUDUDUNDAKİ HIRİSTİYAN VASSAL ÜLKELERİ

Osmanlı İmparatorluğu, kendi genişlemesi ve futuhatı sırasında egemenliği altına giren yeni halkların, medeniyetlerin entegrasyonundan dolayı büyük intibak kabiliyeti gösterdi. Biliyoruz ki, üç kıtaya dağılan büyük İmparatorluk en az üç şekilde idare edilmiş idi. Bunlar arasında klasik bir Osmanlı idare sistemini bilhassa Anadolu’da ve her şeyden evvel Rumeli bölgelerinde yerleştirdiler: Vilayetler ve sancaklar, onların üstündeki beylerbeyleri ve sancakbeyleri ile idareye bağlıydılar.

İmparatorluğun şarkî ve garbî hudutlarında, Babıâli himayesi altına giren, ama iç serbestliğinin bir miktarını koruyan ülkeler (vilayetler) vücuda geldi. Ege Denizi bölgesinde Naksos, Kafkaslar’da Gürcistan’ın bir parçası olan Kartil, Adria Denizi sahilinde Dubrovnik ve daha evvelki dönemlerde Bulgaristan’ın kuzeyinde, Tuna’ya doğru olan bölgede Şişman Vilayeti, bir süre kadar Sırbistan, yukarıda belirttiğim münasebetler üzerine Babıâli’nin himayesi altına girmişti. Hatta şunu da eklemek gerekir ki, 1526’daki Mohaç mağlubiyetinden ve çok genç yaşta ölen Macar Kralı, II. Layoş Yagello’nun vefatından sonra 1541’e, yani Macaristan başkenti olan Budin Kalesi’nin fethedilmesine kadar Macaristan da Osmanlı İmparatorluğu’nun bir vassal ülkesi olarak sayılabilir. Bunlardan gayrı çok eski bir İslâm hanedanı olan Girây ailesi hakimiyeti altında yaşayan Kırım’da Osmanlı idaresi altındaydı.

Tarihî bakımdan vassal durumu göz önüne alınınca, her şeyden önce Orta ve Güneydoğu Avrupa bölgesinde yer alan üç devlet, Boğdan, Eflak ve Erdel ortaya çıkar. Hıristiyan olan ve feodal bir şekilde teşekkül eden her üç devlet, idare sistemlerini Osmanlı hakimiyetinin son senelerine kadar koruyabildi ve bununla beraber Osmanlı Devleti’nin birer kısmı oldular.

Eflak ve Boğdan, birbirlerine çok yakın bir medeniyete sahip olmaları nedeniyle Ortodoks (Şarkî) Hıristiyan ve çoğunluktaki Rumen nüfusla, kendilerini eski Bizans’ın son varisi olarak görmekteydiler. Şu bir gerçek ki, Bizans mirasçısı bir devlet olarak sadece, Tuna nehri yanında yaşayan bu iki voyvodalık ayakta kalmıştı. Tabii bir bağlantıyla, eski Konstantiniye, sonra da İstanbul ile irtibatlarını tuttular. Uzun süre Osmanlı idaresi altında yaşadıklarından dolayı iki devlet arasındaki yakınlık, başka yakınlaşmalara da yol açtı. Tarih boyunca dört yüz seneden fazla Osmanlı hakimiyeti altında yaşayan iki Rumen voyvodalığının, modern Romanya’nın yavaş yavaş vücuda gelmesine öncülük ettiğini söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Osmanlı hakimiyetini kabul eden Batı feodalizmine daha yakın üçüncü Hıristiyan ülke olan Erdel, Osmalıların Orta Avrupa’da yaptıkları futuhatlara kadar Katolik kilisesine bağlı olan Macar Krallığı’nın bir bölgesi idi ve sadece Birinci Cihan Harbi’ne son veren anlaşmalar (özellikle Macaristan’a ilişkin olan Trianon Anlaşması) sebebiyle Macaristan’dan ayrılıp Romanya’nın bir parçası oldu. Erdel, Osmanlı hakimiyeti döneminin sonuna kadar teorik olarak Macar Krallığı’na yönelik hukukî münasebetlerini de tamamen kesmedi. Erdel voyvodaları, sonradan ise hakim ve kralları, Habsburg Hanedanlığı’ndan seçilen Macar Krallarına gizlice sadakat yemini ettiler ve devlet, zikrettiğim hukukî fiilden dolayı 1687’den ittibaren yavaş yavaş Kutsal Macar tacını elinde tutan Habsburg Monarşisi’ne (Avusturya askerî kuvvetleri zaferinden sonra) geri döndü.

Modern Romanya, Eflak-Boğdan ve Erdel unsurlarını barındırdığından; Osmanlı İmparatorluğu’nda teşekkül edilen vassal münasebetlerinin teorisi üzere Rumen tarihçileri çok çalıştılar: Beyan ettiğimiz konu üzerine yaptıkları araştırmalarda kendi ülkelerinin Yakınçağ’daki tarihi kökenini ortaya koymaya çalışmışlardı.

Bilmemiz gerekiyor ki, beyan ettiğim bu mesele Rumen tarihi literatüründe ilmî konu olmaktan öte bir önem kazanır. Bu nedenle Babıâli ile Eflak ve Boğdan arasında ittifaka dayanan anlaşmalı bir münasebet mevcud olduğunun kanıtlanması, ulusun kendine öz saygısının önemli bir unsurudur ve bunun desteklenmesi için anlaşmalarının akdinin ahidnâmeler ile olduğu gibi bir görüş farz edilmektedir. Vassal bir durum, tek başına bir hakimiyet ifade eder: Eğer bu durumun anlaşmalı olduğu kanıtlanabilir ise, Osmanlı hakimiyeti altında olan bu iki voyvodalığın statüsü o çağların Avrupa memleketlerine yakınlaşabilir.[1] Bu konuya ait kanaatini Gagauz asıllı Rumen Türkolog ve tarihçi, Mihail Guboğlu şöyle ifade eder: “Eski tarihçiler N. Jorga (1902) ve Constantin Giurescu (1908) başta olmak üzere Ahidnâme ya da kapitülasyonların tek taraflı olduklarını sezememişlerdir. Çünkü İslâm hukukundan haberleri yoktur. Onlar ahidnâmeleri ya da kapitülasyonları iki taraflı, iki imzalı sanmışlardır. Yeni tarihçi-Türkologlar N. Beldiceanu (Sorbonne) ve Mihai Maxim (Vorniceni) başta olmak üzere Eflak-Boğdan’la da bu çeşit anlaşmalar ‘tratate’, ‘capitulatii’ varsa da maalesef ellerinde bu çeşit ahidnâme ya da kapitülasyon yoktur. Şeklindeki görüşleri çok farazidir”.[2] İktibas ettiğim kanaati, aşağıda kendi araştırmalarım bakımından değerlendireceğim. Rumen Türkolojisi, son on yıllık devrinde çok sayıda Osmanlı arşiv malzemesi inceleyip neşr etti. Orijinal Osmanlı ve Avrupa materyalleri yanında bu önemli kitapları özellikle kullandım.[3]

Gerçek tarihî bilgileri incelemeden önce kısaca apokrif olan birkaç Sultanî kapitülasyon hakkında bilgi vermem gerekiyor, çünkü bunlar tarih literatürünü de etkilemişlerdir. 1772’de Focşani Müzakeresi’nde ve sonra Paris Müzakeresi’nde Rumen boyarlar da kendilerini gösterdiler ve zaferleri kazanan Rus İmparatorluğu’nun himayesi altına girmeyi ümit ettiler. Ama yeni bir hakimle girilecek münasebetleri, eskiden olduğu gibi tesis etmek isteyip dört eski padişahın inayetinden vücuda gelen anlaşmanın metnini (Traité des Roumains avec la Sublime-Porte) sundular. Bu vesikalar kısa bir şekilde, bazı maddelerde teşkil edilen imtiyazları tazammun ediyorlardı ve bunların Fransızca tercümesini XVIII. asır tarihçiliği, hatta diplomatları hakiki olarak kabul etmekteydi.

Kullandığımız neşriyat XIX. asır ortasında (modern Romanya’nın teşekkül zamanı) Paris’te yayımlandı,[4] ama Tayyib Gökbilgin’in makalesinden aldığım bilgiye göre söz konusu olan belgeler Baron de Testa vesika neşriyatında XVIII. yüzyılda da mevcut idi.[5] Şunu belirtmek gerekiyor ki, gördüğüm metinler birbirlerinin tamamen aynısıdır. Eflak’a ait birinci vesikanın tarihi 1391 veya 1393’tür, ikincisinin 1460’tır; Boğdan’a müteallik birinci belge 1511’de tarihlenmiş (bu vesika Baron de Testa neşriyatında 1513’tür), ikinci vesika ise 1529’dur. Birinci vesika üç maddeyi içine almakta olup muhtevası şudur: Eflak kendi voyvodası altında ve kendi âdet ve kanunları üzere yaşadığı, savaş veya barış hakkının tamamen voyvodalara ait olduğu padişah tarafından kabul edilmekteydi. Eğer bir kişi İslamiyet’ten onların (Ortodoks Hıristiyan) dînine dönerse ve Eflak’a taşınırsa Türkler tarafından havale edilemez. Bir Eflaklı, Padişah topraklarından voyvodalığa giderse vergilerden muaf kalır.

Senelik haraç 3000 kızıl ve 500 gümüş kuruştur. 1460’ta (Edirne’de) yazılan vesikaya göre Padişah Eflak’ı kendi himayesi altına alıyor. Buna karşılık olarak o sene için 10 bin kuruş haraç ödenir. İç meselesine Babıâli’nin kendisi karışmaz. Türkler sebepsiz yere voyvodalarının topraklarına giremez. Haraç için İstanbul’dan bir rütbe sahibi gelip onu Giurgiu’da alıp parayı saydıktan sonra voyvodaya bir makbuz yazar. Voyvodalar, metropolitler ve boyarlar tarafından seçilir. Babıâli tarafından yalnızca onaylanır. Voyvoda, savaş veya barış yapma konusunda serbesttir.

Boğdan’la ilgili 1511 tarihli vesikasının muhtevasına göre Sultan I. Selim, Boğdan’ı müstakil bir devlet gibi kabul etti. Buna göre, yurttaşları dinlerinden dolayı rahatsız edilmez. Bu memkeleti Babıâli bütün düşmanlarından korur. Boğdan, kendi âdetleri ve kanunları ile idare edilir. Voyvodası halk tarafından seçilip Babıâli tarafından tevcih edilir. Boğdanlılar İstanbul’da kethüdalık makamı için bir ev alabilirler ve orada bir kilise de bulundurabilirler. Türkler Boğdan’da arazi alamayıp mescit ve câmii inşa edememişler, yerleşmemişler. Voyvoda her sene iki boyarı vasıtasıyle 4000 Türk altınını ve 11 bin piasteri (kuruş), 40 şahini, 40 atı vassal bağlantısının kabülünden dolayı Babıâli’ye gönderir, Osmanlı ordusuna sefer levazımatı tedarik ederdi. En uzun vesika 1529 senesine aittir. Bu “kapitülasyonun” muhtevası 13 madde içinde teşekkül edilmiştir. Bunlara göre, Boğdan’ın bağımlı bir ülke olmadığını ve imtiyazlı olduğunu sultanlar da kabul ederler. Prensler kendi kuvvet ve hükümlerini serbestçe kullanabilirler. Osmanlı tarafı davaya veya meseleye uzaktan bakar. Vilayetin hududuna dokunulamaz. Müslümanlar burada bir mülkün sahibi olamazlar. Boğdan her tüccara açıktır, ama Türkler GalaÂ, Ismail es Kilia limanında avantaj sahibidirler ve sadece Prens müsaadesiyle vilayete girebilirler. Osmanlılara ait meselelerde Boğdan bağımsız unvanlı bir ülkedir. Padişah mektupları Galati (Boğdanlı) naibi aracı ile gelirler ve giderdi. Babıâli ulakları her vesikayı Boğdan’da taşımazdı. Prensler halkın farklı sınıfları tarafından seçilir. Osmanlılar tarafından sadece tayin edilirlerdi. Boğdan bütün düşman taaruzlarına karşı Padişah himayesindedir ve bunun için yalnız 4 bin altın ödenmesi gerekirdi.

Babıâli ile Avrupa devletleri arasındaki diplomatik münasebetler ile ilgilenen araştırmacı tarafından söz konusu “apokrif” vesikalarının gerçek olarak kabul edilmesi şaşırtıcı bir meseledir. Meşhur tarihçi ve Türkolog Tayyib Gökbilgin’in bile hiç kuşku duymadan bir makalesinde adı geçen vesikalardan 1513 ve 1529 tarihli “Boğdan kapitülasyonlarının” maddelerini aynen, yani Fransızca olarak aktarması gerçekten ilginçtir. Ama yazısının ikinci yarısında, Boğdan Voyvodalığı ile Babıâli arasındaki münasebetlerin bu maddelerde gösterildiğinden daha sert olduğu hakkında bir çok örnek veriyor.

Rumen tarihçilerden, tenkitli incelenme yapan ilk zat olarak Constantin Giurescu sayılmalı: Çok titiz bir eleştiri ve metin tahlili ameliyle 1908’te, zikrettiğim vesikalardan hepsinin, Focşani Barış Müzakereleri nedeniyle vücuda gelen taklitler olduğu sonucuna vardı.[6] Beyan ettiğim vesikaların muhtevasına dikkat edenler, bunların neden apokrife uğradığını kolayca görebilirler. 18. yüzyılın ikinci yarısında Rusya’nın ilerlemesi iki Rumen Voyvodalığı’na kadar ulaşmıştı! Boyarlar, padişahlardan hiçbir zaman inayet edemedikleri imtiyazları, Rusya çarından mukarrer etmek üzere çalışmaya başladılar. Giurescu’nun makalesinden sonra Rumen tarihçiliği orijinal ve hakkiki Türk-Rumen anlaşmalarını ortaya çıkaracak izleri bulmaya çalışıyordu. Eski Osmanlı ve Bizans kronikleri yardımıyle, birkaç Osmanlı ve Eflak-Boğdan anlaşmasının meydana geldiğine dair malumat buldular. Bu haberleri başka tarihçiler yanında bir makalesinin baş tarafında Maria M. Alexandrescu-Dersca Bulgaru sıralamaktaydı.[7]

Mihai Maxim’in fikrine göre, Eflak ile Osmanlı arasındaki ilk anlaşmanın gerçekleşmesi – mantıken-1391’den sonra olmalıydı. Eflak Voyvodası olan Mircea cel Bratin, Macarlar tarafından ağır bir baskı altındadır. Güney hudutlarının korunması sebebiyle Osmanlılarla bir ittifağa girecekti. Ama araştırmalara göre ilk Osmanlı vassalı, Eflak Voyvodası I. Vlad idi. Mihai Maxim’e göre ilk Eflak- Osmanlı sulh anlaşması 1 Nisan 1394/1395’te meydana gelmiştir. Bundan sonra barış, Babıâli tarafından mutlaka bir sulhnâme ile kuvvetlendirilmişti. Bu vesika, Mihai Maxima göre bir “ahidnâme” olmalıydı. Mircea, I. Vlad’ın düşmanı olduğu için, evvelki tahtına geri dönmesi, önceki anlaşmayı iptal etmekteydi. I. Mehmed, Eflak Seferi sırasında bu anlaşmayı 1416/17 civarında yenilemiştir.[8]

Osmanlılar ile Boğdan-Eflak arasındaki orijinal ahidnâmelerin ne şekilde teşekkül ettiğini öğrenmek için 1945’e kadar beklemek gerekiyordu. Avusturyalı Türkolog, Franz Kraelitz 1921’de Fatih Sultan Mehmed ile Boğdan Voyvodası Petru Aron arasında meydana gelen ve (Boğdan’a ait) Akkerman tüccarlarına Edirne, Bursa ve İstanbul’da serbest alışverişi müsaade eden bir ticaret anlaşmasını neşretti.[9] Bir İslav dilinde yazılan Osmanlı vesika muhtevasına göre, Fatih’in Petru Aron’dan bir miktar para, yani 2000 altın talep etmesi de söz konusu anlaşmaya bağlı olabilir; zikredilen miktarı Mihul logofat elçiliğinin vasıtasıyle ödediler (uçinyity nam mir).[10]

İlk padişah tarafından tevcih edilen ve XV. yüzyıla ait inşâdan ortaya çıkan sulhnâmenin metnini Aurel Decei yayımladı.[11] Beyan ettiğim vesikanın metni şöyle özetlenebilir: Boğdan Voyvodası olan Ştefan cel Mare ve kendisine kadar hükümet sahibi olan Boğdanlı voyvodalar, Osmanlı Padişahı’na sadakat ve itaat gösterdiler. Şimdiki Voyvoda, Ştefan cel Mare, delirerek ayaklanır sonra gereği gibi cezalandırılır. Gözyaşı döken Boğdan voyvodası nihâyet Padişahın inayetini kazanıp haracını iki katına çıkarır, 3000 altın yerine 6000 altın haraç kabul etmesi şartıyle affedilir. Maalesef bu vesikada önceki şartlardan, bu söz konusu iki devlet arasındaki münasebetlere ilişkin başka bir madde bulunmaz. Bu belgenin şekli son satırında okunur: “Bu ‘ahd-nâme ile ser-efrâz kıldum ki elinde cihet-i ‘itikâd ve sebeb-i ‘itimâdi ola”. Söz konusu olan vesikayı muhteva eden inşanın yazıldığı tarih H. 896’dır ve bu noktadan vesikayı neşreden Rumen Türkolog Aurel Decei, bu ahidnâmenin 1479’da vücuda geldiği neticesini çıkardı.[12] Zikrettiğim belgenin tarihi Guboğlu tarafından, onun ikinci neşriyâtında 1480 senesi olarak verilmiştir.[13]

Tarih hadiselerine göre Boğdan Voyvodası olan Ştefan cel Mare, Macar Kralı Matthias Corvinus’un desteğiyle, Fatih Sultan Mehmed’e karşı isyan etti, ama ubudiyetinden sonra kendi voyvodalığı kaybolmadı. Beyan edilen vukuata göre de belgenin ikinci neşriyâtında yer alan tarih doğru olabilir. Macar Kralı, Matthias Corvinus’un kendisi de Fatih ile Temmuz 1480’de müzareke etmeye başlar, fakat görüşmeler neticesiz kaldığından Macar akıncıları Bosna ve Sırbistan’a taaruz ettiler. Bana öyle geliyor ki, söz konusu Boğdan-Osmanlı sulh müzarekesi Temmuz ve Eylül arasında 1480’de cereyan etmiş olmalıdır.[14]

Günümüze kalan ilk Osmanlı-Boğdan ahidnâmesinin mevcudiyeti bize Babıâli ve başka Hıristiyan ülkeler arasındaki anlaşmanın metni arasında yapılacak bir incelenmeye imkan verir. Bu incelenmeye komşu ve araştırdığımız dönemde Rumen voyvodalıkları üzerinde siyasi güç gösteren Macar Krallığı’nın Osmanlı ahidnâmeleri iyi örnek olarak verilebilir. En erken zamandan kalan Osmanlı-Macar anlaşması hakkındaki malumatımıza göre Eflak voyvodası nispeten büyük iki kuvvet arasında bir tampon devlet olarak gösterilir. İlk malumat, Varna muharebesinden önce akdedilen Osmanlı-Macar anlaşmasının metnidir. Buna göre II. Murâd, ahidnâmenin Vlad Dracul voyvodasına ait parça aşağıda iktibas edeceğim gibi zikr etmekteydi:

“Bundan sonra (Macar Kralı’nın elçisi) bize, ‘Valachus (Eflak) Voyvodası olan Blado Bey (Vlad Dracul) ile sulh etmesi benim için şu tarzda memnuniyet verici olacaktır: Voyvoda Blado evvelki âdet gibi haraç ödemeli ve bizim her hizmetimizi uhdesine geçirmeli’ diye söyledi. Baştan böyleydi bundan sonra da böyle olsun, yalnız, onun Dergâhımıza şahsen gelmesi gerekmez. Bu (şartla) Hazretlerinize duyduğumuz sevgimiz için rıza ederiz ki, Voyvoda Blado haraç hizmetimize şimdiye kadarki yükümlülüklerini bundan sonra da yerine getirsin: Ve şahsen Dergâhımıza gelmeyeceğini, yalnız kefilleri bize göndermesini kabul ederiz.”[15]

Beyan edilen kaynak Rumen araştırmacı, Fransisc Pall’in keşfidir. Buna rağmen Osmanlı- Rumen münasebetleri üzerine çalışan Rumen araştırmacıların gözlerinden kaçmıştır. Sultan, “Macar Kralı’na duyduğu sevgi” nedeniyle (De quo amore Excellentiae Vestrae…) Voyvodanın eski âdete göre haraç ödemek için şahsen Babıâli’ye gönderilmekle rahatsız edilmemesini açıkca söyler. Rumen voyvodalıkları Osmanlı futuhatının ön planına çıkmasıyla çok erken bir dönemde haraçgüzar devletler statüsü aldılar. Tahsin Gemil’in kanaatine göre ilk olarak Alexandru Aldea (1432’de) ve adı geçen Vlad Dracul (1437’de) şahsen II. Murâd huzuruna gelmişler.[16] Meşhur Aşıkpaşazâde’ye göre II. Mehmed Devri’nde 1477 tarihli Boğdan Seferi’nin sebebi Ştefan cel Mare’nin kendi haracını Babıâli’ye şahsen ödemek istememesi imiş.[17]

Boğdan ve Eflak Voyvodalığı ile Osmanlılar arasında siyasî bir sıkıntı meydana gelmişti. Bundan dolayı bu iki voyvodalık kuzeye doğru ilerleyen Osmanlı Devleti ve gerekli kuvvete sahip olan, sonra ise kuvvetini kaybeden Macaristan ve Polonya arasında iki tampon devlet pozisyonundaydı. Ne yazık ki, bu durumlarının neticesi olarak, gerek iç ve dış politikaları, gerek askerî meseleleri, komşu devletlerin etkisi altına girmişlerdir.

Gerçekten Padişah dergâhında haraç verme esnasında kendilerini tanıtırken, Macar Devleti’nin himayesi altında olduklarını belirtmekten kaçınabiliyorlardı. Sultan II. Bayezid ile Macar ve Çek Kralı II. Ulâszlo (Wladislaus) arasındaki 1503 tarihli barış antlaşmasında sadece haraç verildiği zikr edilir. Boğdan ve Eflak’a ilişkin âdete uymayan başka herhangi bir istek her iki taraftan da mümkün olamaz. II. Bayezid ile II. Ulâszlo arasında akdedilen anlaşmanın Türkçe metnine göre: “andan sonra Kara Bogdan ogulları ile ve cemi’i Moldva (!) memleketi ile ve Eflak ili voyvodası Radul hem-cünan ogullarıyle ve kendünün ili güniyle kıral yanınca bu sulhda bile dahil olub haracların ve pişkeşlerin şimdilik virigeldükleri üzre vireler ziyâde taleb u te‘addî olunmaya ve kırala viregeldükleri ‘adetlerin dahi vireler ziyade taleb u te‘addî olunmaya…”[18]

Eğer yukarıda zikrettiğim Boğdan ahidnâmesini, o dönemde yazılmış olan başka Avrupa (Macar, Venedik, Polonya) ahidnâmeleriyle karşılaştırmak istersek bu ahidnâmenin, onlardan çok farklı olduğunu görürüz. Ştefan cel Mare, tabiiyetin işareti olan haraç verme dışında, başka bir şart içermeyen ahidnâmesi ve Batı ülkelerine verilen ilk Osmanlı anlaşma metinlerinin örneği olarak sayılabilen 1503 tarihli Macar Ahidnâmesi’nden ebatları bakımından (29,5×410 cm, 87 satır) da büyük fark gösterir.

Söz konusu Macar Ahidnâmesi’nde iki devlet arasında problemli olan bütün mesele ortaya konmuştur. Ahitnâmenin çok önemli unsuru olarak iki taraf, Macaristan ve Osmanlı Devleti’nin bütün önemli hudut kalelerini bir sıra içinde gösterir. Macar ve Çek Kralı sulh anlaşmasını Osmanlılarla yalnız kendi adlarına değil, bütün Batı Hıristiyanlığı adına akdetmekteydi. Metinde Papa, İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz, Venedik, İtalya devletleri, yani Napoli Krallığı, Sicilya ve Rodos vs. ayrı ayrı yer almaktaydı. Adı geçen Hıristiyan hükümdarları bu anlaşmaya bir sene süresince kendi ratifikasyonlarıyla bağlanabilirdiler. Eğer onlar tarafından bir hükümdar, akdedilen sulha karşı çıkarsa, onun neticesine ancak kendisinin katlanması gerekiyordu. Ötekilerle Osmanlılar arasındaki sulh bozulamazdı. İki tarafın işlediği suçlar beraber yapılan soruşturmadan sonra cezalandırıldı. Taarruz edenleri her iki tarafın da durdurması gerekirdi. Her iki taraftan elçiler, çavuşlar ve adamlar veya tüccarlar serbest gelebilirlerdi. Anlaşmanın Osmanlıca nüshası Sultan Bayezid’in, Macarca nüshası ise II. Ulâszlo’nun yemini ile son bulur. Macar ratifikasyonu ile Osmanlıca metin arasında fark olmayıp devrin Macar kançılarlığı âdetine göre Latince olarak 20 Ağustos 1503’te yazılmıştır.[19]

Bana öyle geliyor ki, Osmanlı-Macar diplomatik münasebetlerinde XVI. yy. başına kadar aşağı yukarı tek tip teşekkül edilen ahidnâme biçimi vücuda gelmiştir. Bunun ilk örneği XV. yüzyılın ikinci yarısında görülüyor. Mesela 1498’de II. Bayezid ve II. Ulâszlo arasındaki sulh anlaşması İmre Cobor (oku. Tsobor) ve Haci Zaganos’un elçilikleri sonucu olarak gerçekleştirildi.[20] Ne yazık ki, Yavuz Sultan Selim ile Macar ve Çek Kralı olan II. Lajos (Layoş) tarafından 1519’da akdedilen sulh anlaşmasının Türkçe metni bulunamıyor, ama günümüze kalan Latince metin, yukarıda zikrettiğim vesikaya çok yakındır ve buradaki bir kayıta göre, bunun Türkçe nüshası da mevcut olmuştur. Macarlar tarafından Severin Banı olan Barnabaş Belay ve Türkler tarafından Selim’in elçisi olan Kemal (Kamal oratorem sue Cesaree maiestatis) aracılığı ile söz konusu barış meydana gelmiştir.[21]

Devrin Osmanlılarla tutulan diplomatik münasebetleri bakımından önemli bir devlet olan Venedik ahidnâmelerine dikkat edilmesi de ehemiyetlidir. Bunlar tek taraflı, barış ve ticaret imtiyazlarını takviye eden vesikalardır. Muhteva ve konstruksiyonları bakımından adı geçen Boğdan ahidnâmesiyle karşılaştırmak kolay değildir. Venedik ile Osmanlı anlaşmalarının siyasî ve askerî maddeleri yanında ticaret, denizcilik, miras, esirler vs. konuları da çok detaylı olarak kaleme alınmıştır.[22] Zikrettiğim anlaşmalar sonraki İngiltere, Hollanda, bilhassa Fransa’ya verilen kapitülasyonların öncüleridir.

Belki Ştefan cel Mare’ye verilen ahidnâmeden daha detaylı olan metinler, daha geniş anlaşmalar da mevcut idiler. Maalesef başka bir örneği gün ışığına çıkmayıp yalnız bunlar hakkında XVI. yy. başına ait bir Osmanlı arzında birkaç söz bulunur.[23] Babıâli’den Kadı Mustafa’yı Boğdan, Eflak ve Osmanlı Devleti arasındaki hududu tayin etmesi ile görevlendirdiler. Boğdan Voyvodası olan Ştef%niÂa, Mustafa’ya Boğdan eski anlaşma metinlerini gösterdi (ahdnamelerin gösterüb). Mustafa, sonra Akkerman sınırına yakın bir yere gelip ihtiyar Boğdanlı Hıristiyanlara hududun nerede olduğunu sordu. Onların beyanları Boğdan Voyvodası’nın kanaatini doğruladı: Hudut; Yürgeç-Kerman yanında, Akkerman’a yakın yerdedir. Daha önce Macarların elinde olan Kiliya Kalesi (De asemenea, hotarul Chiliei, cînd o Âinea Ungara,…) yanında olan hududun tayin edilmesinde Mustafa aynı şekilde amel etti.[24] Eğer bu vesikada söz konusu olan “ahidnâmeler” gerçekten Osmanlı ve Rumen Voyvodaları arasında akdedilen barışların belgeleri idiyse, daha geniş muhtevası olan ahidnâmelerin mevcud olduğunu ispat edebilir.

XVI. yüzyıldan itibaren Eflak ve Boğdan voyvodalarının tayinatı sırasında onlara berâtlar verildiği Rumen tarihî literatüründe bilinen bir gerçektir. Buna rağmen, bazı malumatlara göre eski ahidnâmeler (kapitülasyonlar) örnek alınarak XVI-XVII. yüzyılda bile sultanlardan gelen ahidnâmeler ile voyvodalık tahtı daha da kuvvetlendirilmiştir. Dediğim tezin kanıtlanması için üç metod bulunuyor:

Birincisine göre, Eflak ve Boğdan voyvodalarına verilen ahidnâmelerin mevcudiyeti, Erdel prenslerine gerçekten gönderilen ahidnâmelerin mevcudiyetiyle ispat edilir. Çünkü onlara göre Erdel, öteki iki voyvodalık gibi bir “Rumen vilayeti” imiş.[25]

İkinci metod olarak, şimdiye kadar keşfedilen ve incelenen vesikalardan yola çıkılması: Bunlar, yayımlanmış olan berâtları eski ahidnâmelere inşa etmekle birlikte onların yapı unsurlarını muhafaza etmişlerdir. Berât, bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda her çeşit rütbe sahiplerine, hizmet edenlere, sadrazamdan itibaren en az maaşı tasarruf eden kale martaloslarına kadar tayinat işinde kulanılan vesika formülüdür.[26]

Üçüncü metod, yayımlanmış vesikalarda veya Osmanlı tarihlerine dayanan Rumen ahidnâmelerine ait kayıtların inceleme altına alınmasıdır. Rumen Türkologları XVI-XVII. yüzyıla ait olan iki telhisden Boğdan ve Eflak ahidnâmelerinin var olduğunu çıkartmaya çalışyorlardı. Birinci telhise göre Eflak Voyvodası, Boğdan Voyvodası gibi haracını Hazine-i Amire’ye verip Babıâli’ye onunla aynı itaati ve inkiyadı gösterirdi. Boğdan voyvodasına ahidnâmesi irsal edildi. Eflak Voyvodası, padişaha sadık olduğu için elçisinin vasitasıyla kendi ahidnâmesini de talep etmekteydi.[27] Öteki telhis muhtevasında Boğdan ahidnâmesi şöyle zikredilir: “Devletlü pâdişâhum, Buğdan Voyvodası Eremiya fevt olmağla ahidnâme mucebince oğluna inâyet olunmuş idi. Devletlü pâdişâhum sağ olsun hâlâ vilâyet halkından mahzar geldi oğlu sağîr olmağla şöyle fitne ve ihtilâl zemânında vilâyet hıfzına kâdir değildür.”[28]

Telhislerde kullanınan “ahidnâme” tabiri hakikaten bir padişah tarafından verilen sulh/ticaret anlaşmasının (kapitülasyonun) metni mi değil mi belli değildir. Aşağıda birkaç vesikada meydana gelen, XVI-XVII. yüzyıldaki Osmanlı Türkçesinde kullanılan, ama şüphesiz hakkiki ahidnâme-i hümâyun manasına gelmeyen ahidnâme tabiri üzerine bir inceleme yapacağız.[29]

Meşhur Macar Türkoloğu olan Lajos (Layoş) Fekete, ahidnâme olarak gösterilen, fakat hakikaten Habsburg Hanedânı’nın elçisinin İstanbul’a serbest gitmesine ve oradan tekrar Viyana’ya dönmesine müsaade eden, Budin Beylerbeyi tarafından verilen bir vesikayı neşretti: “… ve bu canibe gönderilen elçinüz içün ahidnâme taleb olunmış yazıldı ve mühürlenüb ademinüze virildi…”[30] Macarca olarak vücuda gelen (veya sonra Osmanlıcadan tercüme edilen), 1605’te yazılan bu vesika aslında Macar Kralı olan Istvân Bocskai’nin (İştvân Boçkayi) elçisinin serbest gelip gidişini güvence altına alan bir yol tezkeresi olmasına rağmen bir “ahidnâme” imiş gibi gösterilir.[31]

Avrupa diplomasisinde genellikle yol tezkeresi anlamına gelen salvus conductus tabiri Macarca “hitlevel” (literae fidei publicae, Freibrief) idi. Bunlardan gayrı Osmanlı tabiiyetinde bulunan ülkelerin hükümdarları tarafından (Kırım Tatar Hanı’nın Erdel Prensi’ne gönderilen mektubu) birbirlerine gönderilen anlaşma mektubu hakkında bazen ahidnâme tabiri de kullanılabilyordular.[32] Sancak ve Beylerbeylik, mesela bir bölge, köy, şehir halkına imtiyazlar verdiği zaman söz konusu tabiri kullanan vesikaları verirdi.[33] Tabii, yukarıda gösterdiğim örneklere sadece, ahidnâme tabirinin Osmanlı Türkçesinde çok geniş anlamda kullanılması nedeniyle işaret etmekteyim. Bir taraftan Rumen Voyvodalarının tayinatı berâtlar ile halledildiği, öteki taraftan ahidnâmeler hakkında devamlı haberler mevcud olduğu için Eflak ve Boğdan’a ait berât ve ahidnâme arasındaki bağlantıyı ortaya koymayı deneyeceğim.

Celâlzâde’ye binaen Uzunçarşılı, 1538’de Ştefan L~cust~’nin tayinatı hakkında, her iki senede bir haracını şahsen hazineye vereceğini ihtiva eden bir berât aldığını zikretti.[34] Maalesef okuduğum Celâlzâde nüshasında ve sonra görebildiğim başka tarihlerde Uzunçarşılı’nın beyanı gibi bir malumat bulunmaz.[35] Eğer Uzunçarşılı haklı ise, büyük ihtimalle bu vukuatda bir Rumen voyvodasının ilk defa bir padişah tarafından bir berâtla tayin edildiği görülüyor. Osmanlı arşivlerinde cereyan eden Rumen araştırma neticesi olarak, XVI-XVII. yüzyıl Eflak ve Boğdan voyvodalarının 100’den fazla tayinatından şimdiye kadar sadece iki berât gün ışığına çıkartılabildi. İkisi de Eflak Voyvodası olan Mihnea Turcitul tayinatının gerçekleştirilmesi hakkında vücuda gelmekteydi. Birinci vesika 6-15 Ağustos 1577’de (985 evâîhr-i Cemâzîyül-evvel) Divân’dan çıkmıştır.[36] Bunu Mihai Maxim, Rumence tercümesiyle Culicere de texte Otomane adlı kitabının sayfalarında da tanıttı. Öteki vesika aynen Mihnea Turcitul’un 22 Ramazân 994/6. IX. 1586 tarihli ikinci tayinatına ait ve Tahsin Gemil tarafından yalnız kroki şeklinde Rumence tercümesinde yayımladı.[37] Bir başka berât Rumen tarihçilerinin gözünden kaçarak en çok kullanılmış Osmanlı münşeatı olan Feridun Bey münşeatında neşredildi. Beyan edilen berât-i şerîf Boğdan voyvodası, Alexandru Iliaş’a 1620 sonunda veya 1621 başında[38] “inâyet buyuruldu.” XVIII. yy. vukuatının incelenmesi şimdiki makalemin konusunun dışındadır. Buna rağmen görülüyor ki, beyan edilen yüzyılın ilk yarısında berât verilmesi âdeti aynen cereyan etmekteydi. Tevcih edilen Ştefan Cantacuzino, ancak haracını teslim etmesinden sonra (Haziran 1741), berât-i seâdet-âyât-i behcet-gayâtını eline alabilmişti.[39]

Berâtların yapısı bakımından, iki meseleyi gözardı edemeyiz: a) Rumen voyvodalarının berâtları, bazı farklara rağmen yüksek rütbeli Osmanlı beylerinin, beylerbeylerinin, serdârların, vezirlerin berâtına çok beziyor. b) Fakat muhtevaları bakımından önemli bir fark görülüyor: Voyvodalar, padişahların Hıristiyan “kulları” idiler! Bu nedenle padişahlar dostlarının dost, düşmanlarının düşman olduklarını berâtların metninde izhar etmelidir.

Berâtlarda ve bazen ahidnâmelerde bulunan “dostuma dost, düşmanıma düşman” ifâdesi hakkında Rumen tarihçilerinin kanaati benimkinden çok farklıdır. Onlara göre zikredilen ifâde eski ve zamanla kaybolan Romen ahidnâmelerinden ödünç alınan bir tabir ve aynı zamanda eski bağımsızlığının bir ispatıdır.[40] Bu ifâde, Rumen tarihî litreratüründe, Osmanist olmayan tarihçiler dahil, çok kullanılan ve tanınmış bir ifâdedir. Onlara göre Batı ülkelerine verilen kapitülasyonlarda bu ifâde sık sık bulunur ve bu realite, kanaatlarinin doğru olduğunu kuvvetlendirir: Yani dostuma dost, düşmanıma düşman olun ifâdesi aracılığıyle eski ahidnâmeler ve berâtlar arasında bir süreklilik görülebilir.[41]

İmkânlarım dahilinde, bildiğim Hıristiyan ülkelere verilen ahidnâmelerde zikredilen ifâdenin mevcut olup olmadığı hakkında bir araştırma yaptım. Habsburg Hânedânı ve Osmanlı İmparatorluğu arasında akdedilen (Mohâcs Meydan Savaşı’ndan sonraki) en eski anlaşma metninde ve sonraki sulh anlaşmalarının Osmanlı ratifikasyonunda bu ifâde bulunmamaktadır.[42] Feridun Bey münşeatında mevcud olan Fransa krallarına verilen, sulh ve ticaret hakkında vücuda gelen ahidnâmelerde de beyan edilen bu formül yoktur. İngiltere Kraliçesi olan Elisabeth’e verilen anlaşmada bile bu formüle rastlanılmaz. Oysa adı geçen Avrupa hükümdârı ile akdedilen anlaşmalar geniş bir çevrede hakiki “kapitülasyonlar” olarak kabul edilirler.[43]

Feridun münşeatında rastlanan Kartil (Gürcistân) Prensi olan I. Simion’a verilen ahidnâmede dediğim ifâdenin bulunmaması şaşırtıcıdır. Oysa ki, bizim için Kafkasya’daki Osmanlı Devleti’nin himâyesinde bulunan Hıristiyan hükümdârlarının siyâsî durumu, bir paralellik kurmak için çok önem kazanır.[44] Yukarıda beyan edilen 1503’teki Osmanlı-Macar muahedesinde veya Venedik ve Babıâli arasında ilk olarak 1446 tarihli Rumca olarak günümüze kalan ve Theunissen tarafından 1482’den itibâren 1641’e kadar neşredilen ahidnâmelerde de “dosta dost.” ifâdesi yoktur.[45]

Yukarıda tanıttığım 1480 civârında vücuda gelen Osmanlı-Boğdan ahidnâmesi ile Polonya Krallığı’na sunulan bütün sulh anlaşmalarında da bu ibare bulunur.[46] Bana öyle geliyor ki, Kırım Hânı olan Mengli Girây’ın, Osmanlılarla akdedilen ahidnâmesi kaybolmasına rağmen, bir mektubunda bu ifâdeyi kullandı. Osmanlı ordusu 1475’te Cenovalılardan Kefe’yi aldıktan sonra Fatih Sultan Mehmed’e gönderdiği bitikte şöyle yazılır: “Ahmed Paşa birle ahd u şart kıldık padışahının dostuna dost düşmanına düşman bulganmız tiyip ol ahd ü şart üstünde tururmız”[47] XVI. yüzyıl Erdel prenslerine verilen tevcihata ait vesikalarda (en azından Macarca tercümelerini birkaçı hariç tamamen topladım), “dosta dost.” ifâdesi çok az görülüyor. İlk olarak, çok meşhur Istvân Bâthory’nin (İştvân Bâtori) Polonya Krallığı’na gitmesinden sonra, onun büyük kardeşi, Kristof (Kriştof) Bâthory’nin Erdel Voyvodalığı’na tayin edildiği sırada 1576 tarihli Macarca tercümesinde günümüze kalan tevcihatına ait vesikasında (belki berât idi) aradığımız ifâde Macarca olarak şu şekilde bulunur: Ellensegemnek ellenseg legy, Baratimnak barattya legy.[48] Bundan sonra, yalnız Budin’deki Sadrazam Lala Mehmet Paşa tarafından Habsburg Hânedânı’na karşı çıkan Macar asilzâde, sonradan Macaristan Kralı ve Erdel Prensi olan Istvân Bocskai’ye 1604’te verilen, fakat I. Ahmet tuğrasıyla süslenmiş berâtında bu formüle rastlıyoruz.[49] Aradığımız ifâde bir sene sonra İstanbul’da akdedilen Macar-Osmanlı sulh anlaşmasında da bulunuyor.[50] Sonra XVII. yüzyılda tayin edilen bütün Erdel prenslerine veya kırallarına verilen ahidnâmede bu ifâdeyi kullandılar.[51] Yukarıda belirtilen vakıalara dayanarak mantıklı, fakat daha fazla araştırma gerektiren malumatlara ilişkin muhtemel bir çözüm görülüyor: “Dostuma dost, düşmanıma düşman olun” ifâdesine ahidnâme olarak kabul edilen vesikaların muhtevasında rastlanabiliyor, ama bu bir mecburiyet değil! Hattâ, gördüğümüz gibi bu ifâde hususen bir vassal, yani Babıâli’ye tâbi ülkelerin hükümdarlarının veya bazen, mesela 1575 civarında Babıâliy’e tâbi bir ülke olarak görülen Polonya hükümdârının Osmanlı İmparatorluğu’ndan aldığı anlaşma metninde de zuhur etmektedir. Kanaatime göre ahidnâmelerde bulunan formül bağımsızlığın ispatı değil, bir miktar tâbiliğin -vassal statüsünün- örneğidir.

Hans Teunissen’in fikrine binaen Osmanlı Devleti’nin karar organı olan Divân-i Hümâyun’dan XVI. yüzyıldan itibâren Hıristiyan ülkelere sunulan barış ve özellikle ticaret anlaşmalarını nişân şeklinde düzenlemeye başlarlar. Nişân şekli, esas olarak berât şeklinin yapısını takip eder. Bu nedenle yapısı bakımından (muhteva bakımından değil) Osmanlı İmparatorluğu’nun rütbe sahiplerinin veya imtiyaz sahiplerinin tevcihat ve tayinat vesikalarına benzerler. Bu vakıanın sebebi kolayca anlaşılır: Osmanlılar tarafından bakıldığında sulh ve ticaret anlaşmaları (ama bir idarî veya askerî vazifenin tevcihi) yalnız padişahın inâyeti ile gerçekleşiyordu. Osmanlılar, eşit olan ülkelerle yürüttükleri mektuplaşma işlerini nâmeler ile hallediyorlardı. Batı ülkelerinin hükümdârlarına, hattâ Erdel prenslerine gönderilen mektupların birçoğu da bu şekilde yazılmaktaydı. Bunun gibi ülkeler, mesela Habsburg İmparatorluğu, Fransa Krallığı ile akdedilen sulh ve ittifak anlaşmaları, yapı olarak nâme şekline dayanan ahidnâme formülünde yazılmaktaydı. Theunissen’in de dediği gibi, nişân formülünde düzenlenen ahidnâmelerin muhtevasında, ticarî imtiyazlar ön plana çıkıyor ve barış anlaşması genellikle ikinci satırda yer alıyordu; Nâme formüllü ahidnâmede ise barış anlaşması, bazen de ittifak anlaşması ön plana çıkarılıyordu. Ticaret üzerine yazılan maddeler ise bunların ardından gelirler. Sözünü ettiğim iki vesika şeklinin esas farkı bence de budur. Bazen bu iki çeşit, birleşmiş olarak önümüze gelir: Esasen nâme şeklinde yazılan ahidnâmenin intitulationun (’unvânın) önünde nişâna ait formülü (nişân-i hümâyun hükmi oldur ki ben ki’lî[52] sultân Murâd hânam hâliyâ vilâyet-i Erdel voyvodası olan râfi‘-i tevkî‘-i refi‘-i hâkânî qıdvet Bâtorî İştvân ve sâyir begleri südde-i seniyye-i se‘âdet-medâr ve ‘atebe-i’aliyye-i gerdun-iktidârımuza âdemler ile mektub gönderüb…)[53] biçiminde yazılmaktaydı.

Ahidnâmenin söz konusu olan iki şekli arasındaki farkın titizlikle gösterilmesinin sebebi şudur: Osmanlı makamında Osmanlı rütbe sahiplerinin berâtlarına çok benzeyen Rumen voyvodaların tayinatı sırasında kulanılan belgeleri bazen niçin ahidnâme olarak gösterdiler? Bence bu sorunun cevâbı nişân şeklinde vücuda gelen ahidnâmeler mevcudatında bulunur. Venedik Cumhuriyeti’ne veya İngiltere’ye verilen ve ön planda ticaret anlaşması akdedilerek nişân şeklinde yazılan ahidnâmeler ile Rumen voyvodalıklarına sunulan nişân formüllü berâtlarının karşılaştırmaları maalesef konumuz dışına taşmaktadır. Esas fark, padişah Batı devletlerine her ne kadar ticarî imtiyazlar verdiyse de, bu devletlerin hükümdârlarını kendi reâyâ ve berâyâsı olarak göremezdi; buna rağmen Boğdan ve Eflak voyvodaları, tevcihatlarının son adımı olarak padişah tarafından bir berât aldılar, bu vasıtasıyla padişahın inayetinden vilayetlerini bir müddet kadar tasarruf edebildiler.

Haracgüzâr olduğundan gayrı tevcihat berâtında Osmanlı egemenliğini kabul eden hükümdârın vazifeleri de bulunur: Padişah’ın mezîyet-i ‘âtifet-i mülukânesinden dolayı berât tarihinden itibâren bir mikdâr haraç vermek zorunda kalır. Bu haraç Boğdan için 1620 civarında 600 bin akçe olmuştur.[54] Eflak muktazasınca, 30 Mart 1585’te, Voyvoda Mihnea Turcitul’un ikinci tevcihatı zamanında 700 bin akçe idi.[55] Divân kâtibleri her berâtın berât olduğunu açıkça gösterdiler.[56] Sonra, önceki voyvodalar gibi Babıâli’ye karşı sadakat göstermediler. Haracını kusursuz ve vaktinde Hazine’ye teslim etmesi gerekiyordu. Babıâli’de makam alan yüksek rütbe sahiplerine, genellikle vezirlere (sadrazama, Rumeli Beylerbeyi’ne) ve öteki âyânlara kesin bir miktar pişkeş göndermek gerekiyordu. Haracgüzâr zımmi halkının korunması voyvodaların çok önemli ödevidir.

Yeni ve zımmilere zarar verecek tedbirlerin alınması (bid‘at-i ihdâs) yasaklanmaktaydı. Bu şartlara dayanarak bütün Boğdan/Eflak kamuoyunun adı geçenleri voyvoda olarak kabul etmesi gerekiyordu. Halkın, Hazine’ye teslim edilen haraç ve başka hizmetlerden gayrı voyvodaya karşı sadakatini de göstermesi gerekiyordu. Voyvoda, padişaha: “dostuma dost ve düşmenime düşmen ola.” Berâtlarda, genel olan şartlar dışında özellikle Voyvodalıkların Hıristiyan olmalarına dair birkaç tedbir de mevcud idi. Dîn ve buna bina edilen âdetler, özellikle hukukî âdetler arasındaki farklılık nedeniyle de birkaç tedbir gerekiyordu. Osmanlı/Müsliman tacirler, Rumen voyvodalıklarına serbestce gelip gidebildiler. Eğer onlara bir şey olursa, dârül-İslâm olmayan vilâyetde oldukları için, şeri’at geçerli olmazdı. Berâtın bir şartına göre onlara ve mallarına hiç kimse zarar veremezdi.[57] Eğer buna rağmen vefat ederlerse, metrukatını vârısine teslim etmek voyvodanın görevi idi. Bir kişinin vârisi bulunamadığında, voyvodalar bir deftere metrukatını kaydedip uygun bir kişinin aracılığıyle Hazine’ye vermek zorunda kalırdılar.[58] Söz konusu şartlar yerine getirildiği takdirde padişah, Rumen Voyvodalığı’nın bütün halkını kendi Müslüman kullarına karşı da koruyordu.

Maalesef Eflak ve Boğdan voyvodalarının tevcihatına ait vesikalar mühimme defterlerine genellikle nadiren kaydolundu. Bunun için Erdel prenslerinin tayinatına nispetle Rumen voyvodalarının tahta çıkış basamaklarının rekonstrüksiyonu daha zordur. Fakat iki Rumen Devleti’ne dair tayinat ise yalnız bir berât teslim etmekle değil, başka birkaç vesikanın teslim edilmesiyle uzun bir mekanizma sonucunda cereyân etmekteydi. Boğdan ve Eflak hükümdârlarının tahta çıkma şartı, gerek padişah (Babıâli) kararı, gerek voyvodalıkların âyânları (logofeÂi “logofatlar” ve boieri “boyarlar”) tarafından yapılan seçimle idi.[59] (Erdel prenslerinin tahta çıkışı, bir istisna hariç, her zaman ayanların seçimi vechi ile vukubuldu). Babıâli’den voyvodalık verildiği için ilk olarak, Erdel prensleri tayinatında da kullanılan ama onlardan daha kısa olan emr-i şerif (fermân-i hümâyun) gönderildi.[60] XVII. yy. sonunda ve XVIII. yy. başında tevcihatın ilk vesikası fermân-i’âlîşân idi.[61]

Şimdiye kadar bulduğumuz malumatlara göre, voyvodaların tevcihatının en önemli noktası – aynen Erdel gibi- hükümdârlık sembolü olan sancak-i hümâyun teslimi idi. Babıâli’de yüksek rütbe sahibi olan zat aracılığıyle gönderilen sancak hakkında Petre cel Tîn%r’ın tayinatı üzere yazılan fermânda da okuyabiliriz (1559).[62] Alexandru L%puşneanu’nun oğlunun, Boğdan’ın verilmesine dair 1568 tarihli mühimme kayıtları da zikrettiğimi kuvvetlendirir.[63]

Konumuza binaen bazı kronikler ve Osmanlı tarihleri de yararlı bilgiler veriyorlar. Ekim 1710 ve Temmuz 1711 arasında Boğdan Voyvodası olan ve Osmanlı İmpatatorluğu’nun yükseliş ve çöküş tarihi eserinin çok meşhur yazarı olan Dimitrie Cantemir (Dimitri Kantemir), bir başka önemli eseri olan Descriptio Moldaviae’de XVII. yy. sonundaki ve XVIII. yy. başındaki tayinatın nasıl olduğunu detaylı olarak beyan eder.[64] Ona göre Boğdan Voyvodalığı verilince memleket ayanlarına bir “hiukm ferman” yazılmış oldu. Sonra Voyvoda’ya önceki şekilde bir tevcih belgesi düzenlendi. Voyvodaların tayinatı üç sene vadesince geçerli idi, sonra terkar yenilemek gerekiyordu. İlk olarak inayet buyurulan tevcih fermânında aşağıda gösterilen malumat mevcuttur: “Voideligi Tevdzih olumak iehsani humasum olmiszdur (Voyvodalığı tevcih olunmak ihsân-i hümâyun olmışdur)”. Üç senelik vade bittikden sonra voyvodalığın yenilenmesi sırasında söz konusu cümle şöyle imiş: “Voideligine tedzdid ve mucarer olunmak iehsani humajun olmiszdur (Voyvodalığına tecdîd u mukarrer olunmak ihsân-i hümâyun olmışdur)”.[65] Voyvoda tayinatı sırasında gönderilen alametler bir sancak ve iki tuğ idi. Berât veya ahidnâme hakkındaki malumat Cantemir’in eserinde yoktur.

‘İzzi Süleyman Efendi’nin tarihinde ‘Azl u nasb-i voyvoda-i Boğdân bölümünde, Constantin Mavrocordat’un azl edilmesinden ve yerine Constantin RacoviÂ%’nın tevcih edilmesinden bahs eder. Tayinat alametleri olarak bir kuka hil‘at-i iksâ ve tuğ ve’alem-i ihsân zikr edilir.[66] Maalesef berât veya ahidnâme hakkında bu tarihte de bir malumat yoktur.

Sonuç olarak, Rumen voyvodalıklarının tarihine dair ahidnâme-i hümâyunların var oldukları kanaatinin doğru olup olmadığı sorusunun cevabını vermeye çalışıyorum. Yukarıda zikredilen ve XV. yüzyıla ait tek bir sulh-nâmenin var olmasına rağmen, araştırmalarım böyle bir ahidnâmenin gerçekten var olduğunu doğruluyor. Ama ahidnâmenin mevcudiyeti yalnız voyvodalıkların tarihinin bu erken dönemi (en azından XVI. yy. ortasına kadar) için geçerlidir. XVI. yy. başından itibaren Aşağı Tuna kısmında veya onun kuzey sahilinde Osmanlı İmparatorluğu’nun fazla kuvvet bulundurması nedeniyle, önceki münasebetler devam ettirilemedi.

Macar Krallığı’nın gücünü kaybetmesi sebebiyle yalnız Polonya ve bazen çok uzakta olan Habsburg İmparatorluğu bir muvazene hâsıl edebilmekteydi. Ama XVIII. yüzyılın ikinci yarısında, yani Moskova’nın güneydoğu Avrupa’yı işgal etme amacını göstermesine kadar, söz konusu bölgenin başka bir sahibi olabileceği kimse tarafından düşünülmedi. Osmanlı Devleti ve Rumen Voyvodalıklarının münasebetinde değişme noktasının tam nerede olduğu üzerine kesin bir malumatımız yoktur. Belki Petru Rareş’in azlinden ve Ştefan L~cust~’nin tayinatından (1538) sonra yeni münaseberlerinin ilk adımını görebiliriz: Önce, iki devlet arasında akdedilen ahidnâmelerde bir savaşı bitiren barış ve bunun için teslim edilen haraç miktarı kayd olunmuştur, sonra da yeni voyvodalar, padişahın inâyeti üzerine ülkesi üstündeki hükümdârlığı -bir müddet kadar- tasarruf edebilmekteydi. En büyük fark budur! Ticareti yapan Venedik Cumhuriyeti’ne teslim edilen nişân şeklindeki ahidnâme ile Rumen Voyvodalıklarına verilen nişânı/berâtı karşılaştırırsak, bazı yapı benzerliği hariç, bir fark gözümüze çarpar. Yapı bakımından Rumen berâtları -gördüğümüz gibi- Tatar Hanlığı, serdârlık, sardazamlık vs. berâtları ile de karşılaştırılabilir. Tevcihat prosedürü, sözü edilen serdârlık, sadrazamlık tevcihatına alametler bakımından (fermân, sancak ve sonra berât) çok benzemektedir. Osmanlı bürokrasisinde bir Müslüman ve bir Hıristiyan makam sahibi (prens, voyvoda, hâkim, kıral) arasında bir fark mutlaka zuhur edildi: Osmanlı egemenliği altında olan Hıristiyan vilayetlerinde, imparatorluk öteki Müslüman bölgelerde uyguladığı şeriatı uygulamadı. İmparatorluğun tamamen farklı iki hukukî ve idârî âdetinde ortaya çıkan meselelerin çözülmesi için voyvodalarının tevcih vesikaları bağımsız ülkelere verilen anlaşma metinleri ile bazı benzerlikler göstermekteydi. Söz konusu berât, Osmanlı döneminde kullanılan Türk dilinde bazen, belki beyân ettiğim sebepten dolayı, ahidnâme olarak etiketlenmiş idi. Şu bir gerçek ki, beyan edilen berâtlar Batı ülkelerine verilen kapitülasyonlar gibi nişân formülünde vücuda geldiler ve mecburî senelik haracın kaydı yanında çok değişik iki medeniyetinin birbirleriyle beraber yaşayabilmesi için şartlar gösterdiler. Mesela, incelenen üç Rumen berâtında ve Venedik ahidnâmelerinde vefât eden tacirlerin malının kaderi hakkında ortak bir konu -ama değişik işaret ile!- bulunur. Venedik’in 1540’ta akdedilen anlaşmasında, eğer bir Hıristiyan tacir Osmanlı İmparatorluğu’nda vefat ederse, onun malı (metrukatı) Hazine tarafından alınamaz, bilâkis Venedik balyosuna vermelidir.[67] Rumen berâtlarında Boğdanlı ve Eflâklı zımmilere Müslümanlar tarafından edilen zülm çok geniş olarak beyan edilir, ama bu vilayetlerde vefât eden Müslüman tüccarın metrukatının Babıâli’ye teslim edilmesi ile voyvoda görevlendirilirdi. Bunların dışındaki en büyük fark şudur: Batı Hıristiyân devletlerine verilen kapitülasyonlarda padişah, iki hâkimiyet arasındaki barışık ve serbest ticareti güvenceye alabilir, fakat İngiltere, Fransa veya üstelik Polonya Krallarını kendi üklerinin tahtına -Eflak ve Boğdan’dakinin tersine- tayin edemezdi.[68]

Doç. Dr. Sandor PAPP

Szeged Üniversitesi / Macaristan

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 744-753

IRAK DOSYASI : ERBİL’İN TÜRK KİMLİĞİ VE TARİHİ GERÇEKLER


Er­bil, Kerkük gibi bir Türk şeh­ridir. Türk­men­le­rin yoğun yer­le­şim mer­kez­le­rin­den bi­ri­dir. Erbil şeh­ri al­tın ça­ğı­nı Erbil Atabeği’nin Türk hükümdarı Mu­zaf­fe­rüd­din Gök­bö­rü (Mavi Kurt) dö­ne­min­de ya­şa­mış­tır. 1438 yı­lın­da da Türk­men­le­rin kur­du­ğu Ka­ra­ko­yun­lu Dev­le­ti­nin yö­ne­ti­mi­ne gir­miş­tir. Erbil, Aşağı ve Yukarı Zab suları arasında kurulmuştur. Musul, Altunköprü, Bağdat-Basra yollarının kavşak noktasında bulunan şehir, Irak Selçukluları idaresinden sonra 1144 tarihinden itibaren Beytekin hanedanından Küçük Ali’nin ve Erbil Atabeklerinin başkenti olmuştur.

Muzafferüddin Gökbörü devrinde (1136-1190) imar edilen Erbil, iki kısımda gelişmiştir. Aşağı Erbil nehir kenarında, geniş bir vadide yayılırken, Yukarı Erbil tepe üzerinde kale içine sıkışıp kalmıştır. Erbil’in merkezinde olan kale, üç mahalleden oluşmaktadır. Doğuda Saray, güney batıda Tophane ve Kuzeyde Tekye (Tekke) Mahalleleridir. Kalenin surları, eski kalıntıları üzerine Gökbörü tarafından yeniden yaptırılmıştır. Gökbörü’nün evladı olmadığından, vasiyeti üzerine Abbasi halifesine kalan Erbil, Moğol istilasından sonra uzun müddet karışık ve sıkıntılı dönemler yaşamıştır. 1731’de, Nadir Şah’a karşı uzun süre dayanan kale, şehrin düşmesinden sonra harabe haline gelmiş, 1849’da esaslı bir şekilde tamir edilmiştir. Erbil, Osmanlı döneminde, 19. yy. başlarına kadar Bağdat’a bağlı bir kaza merkezi olarak idare edilmiştir.

Ulu Camii (Mu­zaf­feriye- Çöl) Mi­na­re­si ve Erbil Kalesi

Türk hükümdarı Mu­zaf­fe­rüd­din Gök­bö­rü, devletinin ve saltanatının küçük olmasına rağmen, İslam dünyasında büyük bir üne kavuşmuştur. Aşağı Erbil’de yüksek minareli bir ulu cami (1190 yılında), bir medrese, 4 darul-aceze, dul ve yetim yurtları ile ribatlar yaptırarak şehri mimari eserlerle donatmıştır. Ulaşım yollarının kavşak noktasında bulunan Erbil, 12-15. yy.larda büyük bir ticaret merkezi durumundaydı. 1309 (Rumi) Musul Salnamesi’ne göre, 4.000 nüfuslu Erbil merkezinde 4 bin nüfus yaşadığını ve bunların Türkçe konuştuğunu, 2 cami, 10 mescid, 6 medrese, 5 sıbyan mektebi, 5 darul-aceze, 1 kışla ve 3 hamam bulunuyordu. Kale içindeki Kale Camii, Hacı Molla İbrahim Camii, Ömerağa Medresesi ile Şeyh Şerif Tekkesi halen kullanılmaktadır. Er­bil’de­ki en önem­li ta­ri­hi ka­lın­tı­lar, Er­bil Ka­le­si, Kapalı Çarşısı, Se­yit Ah­met te­pe­si ve Ulu Camii (Mu­zaf­feriye- Çöl) Mi­na­re­si’dir. Erbil’de Türk mührü eser aramaya gerek yok. Erbil’de her şey, Erbil’in kendisi Türk mührü.

Türk Diyarı Erbil

Se­la­hat­tin Ey­yu­bi’nin (Mu­zef­fe­rüd­din Gök­bö­rü’nün eniştesi) Kürt ol­du­ğu­nu id­dia edi­yor­lar. Oğul­la­rı­, Ağar Şerefeddin, Zahir Mücireddin, Muzaffer Kutbeddin, Eşref Muizzeddin, Muazzam Fahreddin, Muhsin Zahireddin, Rükneddin…. Ve kardeşlerinin ad­la­rı­na baktığımızda, ağabeyinin adı Turanşahtır. Kardeşlerinin adları ise, Tuğtekin ve Böridir, öz be öz Türk ad­la­rı­dır. Aca­ba bu id­di­ala­ra tarih­çi­ler ne di­yor. Irak’ta Ba­bil­li­le­rin yap­tı­ğı Babil’in as­ma bah­çe­le­ri­nin Kürt­ler ta­ra­fın­dan ya­pıl­dı­ğını ile­ri sü­rüyorlar. Ya­rın Fa­tih Sul­tan Meh­met’in de Kürt ol­du­ğu­nu id­dia eder­ler­se kim­se şa­şır­ma­sın. Zi­ra ta­rih­siz­ler, ya­pay geç­miş ya­rat­ma­ya ça­lı­şı­yor­lar. Kürt ta­rih­çi­le­ri ve aydın­la­rı bir da­la tu­tun­mak ve ye­ni bir ta­rih yaratmak is­ti­yor­lar, ama ta­ri­hi da­ya­nak­la­rı yok ve id­di­ala­rı­nı da hiç­bir ta­ri­hi kay­nak doğrulamı­yor. Ya­pa­bil­dik­le­ri tek şey, baş­ka mil­let­le­rin tarihi şah­si­yet­le­ri­ni ve kül­tü­rel varlıkla­rı­nı ken­di­le­ri­ne mal et­me­ye ça­lış­mak.

Arap­ça ya­yın ya­pan Lüb­nan Te­le­viz­yon ka­na­lı anb’de Türk şeh­ri Er­bil hak­kın­da bir televizyon prog­ra­mı ya­yın­lan­mış­tı. 1190’da Er­bil Ata­bey­li­ği­nin Türk hü­küm­da­rı Muzefferüddin Gök­bö­rü (Ma­vi Kurt) ta­ra­fın­dan yap­tı­rı­lan ca­mii ta­ma­men yı­kıl­ma­sı­na karşılık mi­na­re­si­nin bü­yük kıs­mı sağ­lam ola­rak gü­nü­mü­ze ka­dar ge­le­bi­len ve Er­bil’in ka­le­den son­ra en önem­li ta­ri­hi ya­pı­sı olan bu eser hak­kın­da (Mu­zaf­fe­ri­ye ola­rak ad­lan­dı­rı­lan çöl minare­si), anb te­le­viz­yo­nu ka­na­lı­nın su­nu­cu­su­na ken­di­ni Kürt ta­rih­çi­si ola­rak ta­nı­tan bi­ri, “Mu­zaf­fe­ri­ye mi­na­re­si­nin mo­tif­le­ri­ne dik­kat­li­ce ba­kı­nız, ta­ma­men Kürt mo­ti­fiy­le ya­pıl­mış­tır” di­ye an­la­tı­yor­du. Ta­rih bu ka­dar çar­pı­tı­la­bi­lir mi? Ca­mii ve mi­na­re mo­tif­le­rin­de Kürt mo­ti­fi var mı­dır?

Kürtler şimdi de yeni bir tiyatro oyunuyla ve tarihi gerçekleri çarpıtarak öz be öz Türkmen şehri Erbil’in adını Kürtleştirmek için Hawler diye değiştirdiler, neden mi? Çünkü Kaynaklarda ve arşivlerde Erbil’in Türkmen olduğunu yazıyor. 1976 yılında diktatör Saddam Hüseyin Türkmen şehri Kerkük’ü Araplaştırmak için adını Al-Tamim olarak değiştirmişti. Kerkük’ün adı değişti mi? Değişmedi, şimdi Saddam nerede! Zindanlara atsalarda, kanımızı dökselerde, Erbil hep Erbil Kalacaktır. Bu tarih hırsızları Türkmen Şehri Erbil’in adını değiştirmekle kendilerini ele vermiyorlar mı? Sizce tarihi olan bir toplum bu gibi dayanıksız ve gülünç işlere tenezzül eder mi? Yorumu sizlere bırakıyoruz.

Türkmen Kenti Erbil’den Bir Görüntü

Er­bil, Irak Türk­le­ri­nin folklor ve halk ede­bi­ya­tı ba­kı­mın­dan çok zen­gin mer­kez­le­rin­den biridir. Ge­le­nek­le­ri­ne ve göre­nek­le­ri­ne sı­kı sı­kı bağ­lı olan Er­bil Türk­men­le­ri, uzun ha­va türün­den olan hoy­rat ez­gi­le­ri ve Tür­kü­ler ba­kı­mın­dan da renk­li bir yö­re­dir. Özel­lik­le Er­bil’in en bü­yük ses sa­nat­çı­sı ola­rak ün ya­pan Şa­ha­ba (1885 – 1945)’dan son­ra rah­me­te ka­vu­şan Muş­ko adı ile de ta­nı­nan Şev­ket Sa­it (1915 – 1990), Er­bil­li Hay­dar Ab­dur­rah­man (1926 – 1986). Bü­tün Irak Türk­le­ri tarafından çok se­vil­miş oku­yu­cu­lar idi. Ay­rı­ca Ha­cı Ce­mil Kap­kap­çı (doğ. 1904), Fa­ik Bezirgan (doğ. 1918), Meh­met Ah­met Er­bil­li (doğ. 1933) ve Yu­nus Hat­tat (doğ. 1933) gi­bi de­ğer­li ses sa­nat­çı­sı ve bes­te­kar­lar ye­tiş­tir­miş­tir.

Ta­rih­te de ün yap­mış olan Er­bil’in es­ki çağ­lar­dan be­ri var­lı­ğı bi­li­ni­yor. Irak’ta yurt edi­nen Türk­men­le­rin de ilk ka­le­si Er­bil sa­yı­lır. Hat­ta ve hat­ta Irak’ta Türk­lü­ğün ça­tı­sı­nın ilk de­fa Erbil’de ku­rul­du­ğu­nu söy­le­mek da­ha doğ­ru­dur. Onun için­dir ki Er­bil ve onun Türk­men kimliği Irak’ta ya­şa­yan her Türk­men’in en bü­yük övünç kay­na­ğı ol­muş­tur.

Rus araştırmacı V­la­di­mir F.Mi­norsky “Türk­men­ler; Te­la­fer, Er­bil, Al­tun­köp­rü, Ker­kük, Tazehurmatu, Ta­vuk, Tuz­hur­ma­tu, Kif­ri ve Ka­ra­te­pe gi­bi şe­hir ve ka­sa­ba­lar­da ve Mu­sul bölgesinin gü­ne­yin­den ge­çen ta­ri­hi “İpek Yo­lu” de­ni­len yol üze­rin­de­ki böl­ge­de ço­ğun­lu­ğu teş­kil etmek­te­dir­ler.”

Dr. Fa­zıl Hü­se­yin’in “Mu­sul So­ru­nu” ki­ta­bı­nın 2’nci bas­kı­sı­nın 92’nci say­fa­sın­da, Er­bil, Kerkük ve di­ğer Türk­men böl­ge­le­ri hak­kın­da Mil­let­ler Ce­mi­ye­ti ra­po­run­da şu­nu yaz­mış­tır: “Mil­let­ler Ce­mi­ye­ti ko­mis­yo­nu bu şe­hir­le­rin sa­kin­le­ri­nin asıl­la­rı­nın Türk ol­duk­la­rı­nı belirterek Er­bil’de, Türk­ler­den beş, ya­rı­sı Türk, ya­rı­sı Kürt olan ve bir de Ya­hu­di ma­hal­le vardır. Ko­mis­yo­nun ifa­de­sin­de, hü­kü­met dene­ti­min­de­ tek ga­ze­te ba­sıl­dı­ğı­nı, bu­ra­da yayınlanan res­mi fer­man­lar­da Arap­ça ve Türk­çe dilleri­nin kul­la­nıl­dı­ğı­nı be­lirt­miş­tir.”

Erbil’in Kalesinde Tarihi Bir Türk Evi

Ame­ri­ka­lı ya­zar Khris­ti­na O’Do­nelly “The Hor­se­man” ad­lı ki­ta­bın­da Irak Türklerini ve maruz kaldıkları haksızlıkları şöyle anlatıyor: “Irak’ın üçün­cü mil­li­ye­ti olan Türk­men­ler, Or­ta As­ya’dan 1000 se­ne ön­ce göç edip Mu­sul, Ker­kük ve Er­bil’e yer­leş­miş­ler­dir. Kim­se de bunların çek­tik­le­ri acı­la­rı ha­tır­la­maz, hak­sız­lı­ğa uğ­ra­yan bu in­san­la­rın ise hiç mi ya­şa­ma­ya hak­la­rı yok? Aca­ba bunlar ikin­ci sı­nıf in­san­lar mı? Hü­kü­met­ler ise hep ger­çek sa­yı­la­rı­nı sakla­dı, ki Türk­men­ler gerçek­te 2 mil­yo­nun üze­rin­de bir nü­fu­sa sa­hip­ti. Al­lah aş­kı­na bil­mi­yor mu­su­nuz? bun­lar Türk asıllı­dır­lar, Tür­ki­ye, es­ki Sov­yet­ler Bir­li­ği­nin gü­ne­yin­de ya­şa­yan­lar gibi (Azer­bay­can, Öz­be­kis­tan, Türk­me­nis­tan, Kır­gı­zis­tan, Ka­za­kis­tan). Ba­zı Irak Hü­kü­met­le­ri ta­ra­fın­dan asi­mi­las­yo­na ve yok edil­me­ye ma­ruz kal­mış­lar­dır. Bu top­lu­ma kar­şı Ba­as re­ji­mi tara­fın­dan yo­ğun in­san hak­la­rı ih­lal­le­ri ya­pıl­mış­tır (Şimdi de Kürtler daha beterini yapmaktadırlar, Ne yazık ki Türkmenlerin kaderi bu gün bile değişmemiştir). Özel­lik­le öğrenci ve ay­dın ke­si­mi­ne bas­kı, ha­pis ve idam­lar ya­pıl­mış­tır”.

Eski Erbil’den Bir Resim

Eğer Türk­men­le­rin dı­şın­da Erbil ve çev­re­si­ne Türk­men­ler­den da­ha ön­ce baş­ka bir top­lu­luk yerleşmiş ise, ne­den ken­di dil­le­rin­de ad­lar kul­lan­ma­mış­lar­dır? Eğer bu top­rak­lar id­dia et­tik­le­ri gi­bi çok es­ki­den be­ri Kürt­le­re ait ise, o ka­dar çok ve­rim­li top­rak, me­ra ve su var iken Kürt­ler ne­den dağ­la­rı me­kan seç­miş­ler­dir? Kal­dı ki, Türk­men­ler va­tan ha­li­ne ge­tir­dik­le­ri bu topraklar­da ta­rih içeri­sin­de al­tı ta­ne dev­let ve bey­lik kur­muş­lar­dır.

Böl­ge­de Türk­ler ta­ra­fın­dan ku­ru­lan Türk­men dev­let ve bey­lik­le­ri şun­lar­dır:

a. Irak Sel­çuk­lu Dev­le­ti 1118-1194
b. Ata­bey­lik­ler

(1) Mu­sul Ata­bey­li­ği 1127-1233
(2) Er­bil Bey­li­ği 1144-1233

c. İl­han­lı­lar Dev­le­ti 1258 -1339
d. Ce­la­yir­li­ler Dev­le­ti 1339 -1410
e. Ka­ra­ko­yun­lu Dev­le­ti 1411 -1468
f. Ak­ko­yun­lu Dev­le­ti 1468 -1508

Bu böl­ge es­ki uy­gar­lık­la­rın be­şi­ği ol­muş­tur. Bu ne­den­le bu­ra­nın es­ki yer­li­si olan Türkmenlerin ya­rat­tı­ğı uy­gar­lı­ğın ka­lı­cı iz­le­ri­ne her adım­da rastlan­mak­ta­dır. Şayet Kürtler, Erbil’in yerel halkı iseler tarih, medeniyet ve kültür mirasları nerede? Bu­na kar­şı­lık böl­ge­de Kürt top­lu­luk­la­rı­na ait bir ta­ne bi­le medeniyet ese­ri bu­lun­ma­mak­ta­dır. Bugün da­hi Irak’ta yaşa­yan kit­le­ler ara­sın­da kül­tür dü­ze­yi en yük­sek olan top­lu­lu­ğun Türkmen­ler ol­ma­sı iddiamızın bir is­pa­tı­dır.

Ker­kük’te­ki de­mog­ra­fik ya­pı­nın Kürtler tarafından de­ğiş­ti­ril­mek is­ten­me­si­nin ne­de­ni, ay­nı po­li­ti­ka da­ha ön­ce Türkmen Şehri Er­bil’de uy­gu­lan­dı­ğı için bi­li­ni­yor­du. Amaç, ge­le­cek­te yapı­la­cak olan her­han­gi bir nü­fus sa­yı­mın­da üs­tün­lü­ğü sağ­la­ya­rak avan­taj­lı bir du­ru­mu yakala­mak­tı. Böy­le­ce ra­hat­lık­la Kerkük’ün bir Kürt ken­ti ol­du­ğu­nu id­dia edip ve Kerkük petrollerine el koyabileceklerdi. Ni­te­kim 1. Kör­fez Sa­va­şı’ndan son­ra Kürt grup­la­rın kontrolü­ne ge­çen Türkmen Şehri Er­bil’de de ay­nı pla­nı ba­şa­rıy­la uy­gu­la­mış­lar­dı. 1991’den be­ri Er­bil şeh­ri­ni Kürt­leş­tir­mek ama­cıy­la yü­rü­tü­len de­mog­ra­fik ya­pı­yı de­ğiş­tir­me po­li­ti­ka­la­rı se­me­re­si­ni ver­miş ve bu­gün ge­li­nen nok­ta­da Kürt nü­fu­su Türk­men­le­re yaklaşmaktadır. Erbil’de Türkmen kimliğini silmek için yoğun şekilde çalışmalar sürmekte. Erbil’in en eski yeri olan kale içerisinde yer alan ve Türkmenlerin yoğun şekilde yaşadığı yerler Kerkük’teki gibi boşaltılmıştır. 2005 Seçimlerinden bir kaç gün önce şehrin Türk olduğunu kanıtlayan kitapların olduğu kütüphane yakılmıştır.

KÜRTLER ARASINDA ÇATIŞMA VE BİRBİRİNİ BOĞAZLAMA SÜRECİ

Ma­yıs 1994’te KDP ( Mesud Barzani) ve KYB (Celal Talabani) ara­sın­da kan­lı bir ça­tış­ma baş­la­dı. Ça­tış­ma ne­de­ni Ha­bur Sı­nır Ka­pı­sı’ndan el­de edi­len ge­li­rin pay­la­şı­la­ma­ma­sıy­dı. Kürtler arasında bu çatışmalar ve birbirini boğazlamalar yıllarca devam etti, bu çatışmalar sonucunda binlerce Kürt öldü.

Irak Türkmenleri 1. Körfez Savaşı sonrası maruz kaldıkları katliamların bir yenisini de, 31 Ağustos 1996’da Erbil’de yaşadı. Güvenlik bölgesi içinde olan Türkmen şehri Erbil, silah zoru ile Talabani’nin kontrolünde iken, Barzani, Saddam’la gizli işbirliği yapıp Talabani’yi Erbil’den çıkarma planını uyguladılar. Erbil’de bulunan Irak Türkmenlerinin önde gelen insanlarını, Barzani’nin peşmergeleri ve Kürt Kıyafeti giyimli Irak muhaberatı (Irak istihbaratı) tarafından, sığındıkları büro ve evlerden alınarak Bağdat’a götürülüp, vahşice katledildiler. Olaylarda Türkmen kurum ve kuruluşları, enformasyon, siyasi, yardım, radyo ve televizyon, matbaa ve Türkmeneli gazetesi büroları, ayrıca 22 Türkmen okulu yağmalanarak tahrip edildi.

Irak Başbakan Yardımcısı Tarık Aziz, 31 Ağustos 1996 tarihinde yaptığı açıklamada “22 Ağustos 1996 tarihinde Mesut Barzani, Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’e bir mektup gönderdi. 17 Ağustos 1996 tarihinden beri Celal Talabani güçleri ile İran tarafından Çoman ve Sidekan bölgeleri ciddi saldırılara maruz kalmışlardır. Mesut Barzani mektubunda; bu olay çok büyük bir planın başlangıcıdır. Bu hususta zat’ı alinizden Irak ordusuna emir verip tehlike saçtıran yabancı güçlerle, işbirlikçi Celal Talabani’nin ihanetine de son vererek Irak ordusunun Erbil’e girmesini rica ederiz.”

2 Eylül 1996 Tarihli AL-IRAQ Gazetesinin Manşeti, Mesud Barzani, Çağrısına Yetişen Saddam ve Liderliğine Teşekkür Ediyor. Resimde Mesud Barzani, Saddam Hüseyin ve İzzet El Duri’ye, Irak Ordusunun Türkmen Şehri Erbil’e Girmesi ve Kendisine Hediye edilmesinden Dolayı Teşekkür Ziyaretinde Bulunuyor.

Bölgede İsrail ve ABD’nin en güvendiği adamı Mesud Bar­za­ni’nin Irak hü­kü­me­tiy­le te­ma­sa geç­me­si ABD’yi te­laş­lan­dır­mış­tı. ABD Dı­şiş­le­ri Ba­kan Yar­dım­cı­sı R. Pel­let­re­au, Mesud Barza­ni ve Ce­lal Ta­la­ba­ni’ye bi­rer mek­tup göndererek ça­tış­ma­la­ra son ver­me­le­ri çağ­rı­sın­da bu­lun­du. ABD iki Kürt gru­bu­nu 30 Ağustos’ta Lond­ra’ya da­vet et­ti. Lond­ra’da­ki ABD büyükel­çi­li­ğin­de ya­pı­lan gö­rüş­me­de bir iler­le­me kay­de­di­le­me­di. 31 Ağus­tos 1996 gü­nü Irak or­du­su Bar­za­ni’nin is­te­ği doğ­rul­tu­sun­da sal­dı­rı­ya geç­ti. Irak’ın 10. zırh­lı tu­ga­yı, 40 bin as­ke­ri, tank­la­rı, uçak sa­var­la­rı ve her tür­lü si­lah do­na­nı­mıy­la silah zoru ile Ta­la­ba­ni’nin elin­de olan Türk­men Şeh­ri Er­bil’i ku­şat­tı. Kı­sa sü­re­de Er­bil’i Talaba­ni peş­mer­ge­le­ri­nin elin­den al­dı. Tele­fo­na sa­rı­lan Ta­la­ba­ni, Dı­şiş­le­ri Ba­ka­nı Yardım­cı­sı Pel­let­re­au’yu ara­ya­rak ABD’nin müda­ha­le­de bu­lun­ma­sı­nı is­ti­yor­du. 2 Ey­lül’de Irak or­du­su Er­bil’den ge­ri çe­ki­le­rek bu­ra­nın de­ne­ti­mi­ni Mesud Barzani ve KDP’li peşmergele­re bı­ra­kıp gi­der­ken Er­bil’de­ki her ye­re Irak bay­ra­ğı­nı as­mış­tı. Olan yi­ne Türk­menlere ol­muş­tu. İsrail ve ABD’nin işbirlikçileri ve İsyancıla­rı cezalan­dı­ma­sı bek­le­nen Sad­dam’ın he­de­fin­de Türk­menden baş­ka düş­man yok­tu. Irak is­tih­ba­ra­tı, Kürt kı­ya­fe­ti giy­miş KDP peş­mer­ge­le­ri­nin yar­dı­mıy­la yüz­ler­ce Türk­me­ni tutuk­la­yıp, kur­şu­na diz­di ve bir kıs­mı­nı da Bağ­dat’a gö­tür­dü, akı­bet­le­ri ise bu­gü­ne ka­dar meçhul kal­mış­tır. Kürtler her zamanki gibi Türkmenlerin siyasi parti, kurum, kuruluş ve okullarını yağmalayıp talan ettiler. Erbil’de Türkmenlere yapılan bu katliam, Irak’ın devrik Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in idam cezasına mahkum edildiği Duceyl davasına konu olan olaydan farklı değildir, Davada Saddam 148 Şii’nin ölümünden sorumlu tutuldu ve idam edildi. Türkmenlerde Erbil’deki katliamın peşinde olacaklardır ve bu olaydan sorumlu olanlardan mahkemelerde hesap soracaklardır. Kimsenin hakkı kimsede kalmayacaktır. Türkmenlere yapılan bu katliamın hesabını mutlaka ödeyeceklerdir, diktatör Saddam Hüseyin’in ödediği gibi.

Bu sı­ra­da Ce­lal Ta­la­ba­ni, hiç­bir çağ­rı­ya ku­lak as­ma­ya­rak Mesud Bar­za­ni ile her tür­lü diyalogu red­de­di­yor­du. “Bar­za­ni ha­in­dir.” di­ye ava­zı çık­tı­ğı ka­dar ba­ğı­rı­yor ve: “O, Bağ­dat’ın aja­nı­dır. Efen­di­siy­le gö­rüş­me­yi ter­cih ede­rim.” di­yor­du. Ki­min ki­mi ha­in ve ajan­lık­la suçlama­ya hak­kı var­dı? ”Kar­ga kar­ga­ya, yü­zün ka­ra” di­yor­du. Za­ten Mesud Bar­za­ni ve Ce­lal Ta­la­ba­ni, Kürt­ler ara­sın­da isim­le­ri­nin önün­de ta­şı­dık­la­rı sı­fat­la­rı olan ha­in, iş­bir­lik­çi an­la­mı­na ge­len Cahş di­ye anıl­mı­yor­lar mı? Cah­şın cah­şa söz söy­le­me­ye hak­kı var mı­dır? Bel­ki tek bir şey söy­le­ye­bi­lir­ler: Aca­ba han­gi­miz da­ha bü­yük cahş­tır?

“BİR TÜRK­MEN ŞEH­Rİ ER­BİL’İN TA­RİH­ÇE­Sİ”[1]

“Er­bil, Zağ­ros Dağ­la­rı’nın ba­tı etek­le­rin­de Bü­yük ve Kü­çük Zap ne­hir­le­ri­nin ara­sın­da Mu­sul–Bağ­dat yo­lu ile Ana­do­lu ve İran’dan ge­len baş­lı­ca ker­van yol­la­rı­nın bir­leş­ti­ği as­ke­ri ve ti­ca­ri açı­dan önem­li bir nok­ta­da yer alır.[2] Ku­ze­yin­de Tür­ki­ye ile Mu­sul’un bir kıs­mı, Gü­ne­yin­de Ker­kük, Do­ğu­sun­da İran ve Sü­ley­ma­ni­ye, Ba­tı­sın­da Mu­sul ile sı­nır­lan­mış­tır. Yü­zöl­çü­mü 15.870 km ve 1957 yı­lı sa­yı­mı­na gö­re nü­fu­su 272.527’dir. Bağ­dat’ın 350 km ku­zey doğusunda yer alan Er­bil, çok es­ki bir şe­hir olup M.Ö. 2000’ler­de Sü­mer ya­zıt­la­rın­da “Urbelü” ve “Er-bul” ola­rak geç­mek­te­dir. Ba­bil ve Asur­lar za­ma­nın­da adı iki ke­li­me­den ibaret­ti: “Ar­ba-iy­lü[3] Er­bil’in or­ta­sın­da bu­lu­nan Er­bil Ka­le­si es­ki ta­rih­li kay­nak­lar­da “Erbaelü” ola­rak zik­re­dil­mek­te­dir ve şeh­rin bü­yük bö­lü­mü­nü kap­sar. Ka­le, şeh­rin ye­ni kurulan böl­ge­sin­den 39 m yük­sek­lik­te­dir. Muh­kem ve sağ­lam sur­la çev­ri­li olan ka­le­nin iki kapı­sı var­dır. Bu özel­lik­le­riy­le (Ha­lep ka­le­si­ne ben­ze­mek­te­dir). Os­man­lı za­ma­nın­da ya­pı­lan ka­le­nin ka­pa­lı çar­şı­sı­nı Mu­zaf­fe­rüd­din Gök­bö­rü yap­tır­mış­tır. Dok­tor Efez, Er­bil Ka­le­si­ni şöyle ta­nım­la­mak­ta­dır:

“Ay­nen Ker­kük Ka­le­si gi­bi­dir. Bir yük­sek yu­var­lak te­pe üze­ri­ne ku­rul­muş an­cak Ker­kük Kale­si’nden 20 fe­et (fit) da­ha yük­sek­te­dir. 60 bin m2 bir ala­nı kap­sar ve için­de top­ha­ne, tek­ke ve sa­ray, üç de ma­hal­le var­dır”.[4]

Ka­le için­de 4.000 ev bu­lun­mak­ta olup ana dil ola­rak Türk­çe ko­nu­şul­mak­ta idi.[5] Ker­kük ve Er­bil böl­ge­si­ni yurt edi­nen Hac­lu ka­bi­le­si ve Do­ğan top­lu­luk­lar.[6] bu Türk­ler­den­di. Es­ki yaban­cı ve Arap kay­nak­la­rın­da ve ko­mis­yon ra­por­la­rın­da Er­bil şe­hir hal­kı­nın Türk ol­du­ğu­na da­ir bir­çok bel­ge­ye rast­lan­mak­ta­dır.

Bir gez­gin, Ker­kük’ü gü­zel ve mu­az­zam bir şe­hir ola­rak ta­nıt­mış ve halk ara­sın­da yay­gın olarak kul­la­nı­lan di­lin Türk­çe ol­du­ğu­nu vur­gu­la­mış, Er­bil’in de her ba­kım­dan ge­rek do­ğa gerek­se in­san­la­rı ve sos­yal ha­yat ba­kı­mın­dan Ker­kük’e ben­ze­di­ği­ni ifa­de et­miş­tir.[7] Er­bil’in Si­ya­si va­li­si W. R. Hay, “Bel­li bir şe­rit üze­rin­de ba­zı şe­hir­ler var­dır. Bu şe­hir­ler­de yer­le­şik va­tan­daş­lar Türk­çe ko­nu­şur­lar. Ker­kük şeh­ri de Türk­le­rin yo­ğun ol­du­ğu mer­kez­di. 1.Dün­ya Sa­va­şı’ndan ön­ce nü­fu­su 30 bin olan şeh­rin et­ra­fın­da da Türk­çe ko­nu­şu­lan bir çok köy var­dı.” Ya­zar ki­ta­bı­nın baş­ka bir ye­rin­de ise “Hal­kı­nın Türk­çe ko­nuş­tu­ğu önem­le zik­re­dil­me­si gereken iki ay­rı yer­le­şim ye­ri de Er­bil ve Al­tun­köp­rü’dür”,[8] şek­lin­de ifa­de de bulunmaktadır. Bir Arap ya­za­rı ise Er­bil için “Son dö­nem­de Os­man­lı ka­le­si hâ­len şeh­rin ortasın­da olup üç yer­le­şik ma­hal­le­si mev­cut­tu. Bun­lar Do­ğu­da Sa­ray, Gü­ney­ba­tı­da Top­ha­ne ve Ku­zey­ba­tı’da Tek­ke’dir.” Yer­le­şim ad­la­rın­dan da an­la­şıl­dı­ğı üze­re Er­bil’in Türk­ler­le meskun bir şe­hir ol­du­ğu an­la­şıl­mak­ta­dır. Prof. Dr. Hü­se­yin Fa­dıl “Mu­sul Me­se­le­si” ad­lı kitabın­da ise Ker­kük ve Er­bil’in Türk nü­fus­lu ol­du­ğu­nu tes­pit et­miş ve mi­lat­tan son­ra­ki Türk yer­le­şim böl­ge­le­ri­ne kom­şu şe­hir­le­rin de asıl men­şe­le­ri­nin Türk ol­du­ğu­nu ve böl­ge­de en popü­ler ki­şi­le­rin Türk ol­du­ğu­nu te­yit et­miş­tir ki bu şe­hir­le­rin­den bi­ri de Er­bil’dir. Bu­nun ya­nı sı­ra Ker­kük’te­ki hü­kü­met kont­ro­lün­de­ki tek res­mi ga­ze­te­nin de Türk­çe ol­du­ğu res­mi yazışmala­rın da Türk­çe ve Arap­ça ol­du­ğu yi­ne tes­pit­le­ri ara­sın­da­dır.[9] Ya­ban­cı mü­el­lif­ler­den Fe­ric, ese­rin­de, “Ti­ki­ri ka­sa­ba­sı ve ci­va­rı Kürt iken Men­de­li, Ba­ku­ba, Şeh­ri­ban, Ben­de ve Erbil ka­za­la­rı İl­han­lı­lar za­ma­nın­dan kal­ma Türk­ler­le mes­kun idi. Di­ğer un­sur­la­rın taz­yik­le­ri­ne rağ­men mil­li li­san­la­rı ve vic­dan­la­rı­nı ta­ma­mıy­la kay­bet­me­miş­ler­di.”[10] şek­lin­de ifa­de­de bulun­muş­tur.

Tarih Fışkıran Türk Şehri Erbil

Baş­ka bir kay­na­ğa gö­re ise: Dic­le’nin do­ğu­sun­da Mu­sul-Bağ­dat ana­yo­lu­nun çev­re­sin­de­ki yerle­şim bi­rim­le­ri­nden 1920’li yıl­la­rın baş­la­rın­da Al­tun­köp­rü bü­tü­nüy­le, Er­bil, Ka­ra­te­pe, Tuz­hur­ma­tu, Ta­za Hur­ma­tu, Ta­vuk ve Ker­kük, ço­ğun­luk­la Türk­le­rin ya­şa­dı­ğı kent­ler olup bu­nun dı­şın­da Ki­fi­ri, (Sa­la­hi­ye) ve Ha­na­kin’de de önem­li mik­tar­da Türk bu­lun­mak­ta idi.[11] Ko­mis­yon İn­ce­le­me ra­por­la­rın­da (s.39) nü­fus bil­gi­le­ri ile il­gi­li ola­rak açık­ça bil­gi verilmektedir: Er­bil ken­tin­de­ki ye­di ma­hal­le­den be­şi­nin muh­ta­rı­nın Türk ol­du­ğu bi­ri­nin ya­rı Türk ya­rı Kürt, bi­ri­nin ise Ya­hu­di ol­du­ğu be­lir­til­mek­te­dir. Bun­dan da Er­bil ken­ti­nin bü­yük bir ço­ğun­lu­ğu­nun Türk­ler­den oluş­tu­ğu an­la­şıl­mak­ta­dır. Ni­te­kim İn­gi­liz ya­zış­ma­la­rın­da da genellik­le Er­bil’in bir Türk­men ken­ti ol­du­ğu be­lir­til­mek­te­dir. Yi­ne ay­nı ko­mis­yon raporlarında ge­çen Irak nü­fus ve­ri­le­rin­de Er­bil Li­va­sın­da 2.780 Türk’ün ya­şa­dı­ğı ile­ri sürülmek­te­dir. Li­va (kent) mer­ke­zi dı­şın­da hiç­bir yer­de Türk ol­ma­dı­ğı var­sa­yıl­sa bi­le ki bu var­sa­yım yan­lış olur, yi­ne de kent mer­ke­zin­de ya­şa­yan Türk­le­rin sa­yı­sı­nın 4-5 kat faz­la olması ge­rek­mek­te­dir.[12] “Münş’ü Bağ­da­di” ad­lı eser­de Er­bil ka­le­sin­de 4.000 ev bu­lun­du­ğu ve ana dil­le­ri­nin de Türk­çe ol­du­ğu bil­di­ril­mek­te­dir.[13] 1919 yı­lın­da İn­gi­liz Ya­zar­la­rın­dan Wilson, No­el’in yaz­dı­ğı ki­tap­ta Er­bil’in bir Kürt ken­ti ol­du­ğu yo­lun­da­ki sa­vı­nın da ger­çe­ği yan­sıt­ma­dı­ğı­na, kent nü­fu­su­nun ço­ğun­lu­ğu­nun Türk soy­lu ol­du­ğu­na ve kent­te Türk­çe konuşul­du­ğu­na dik­kat çek­mek­te­dir. 06.12.1919’da İn­gil­te­re’nin Hin­dis­tan Ba­kan­lı­ğı, düzenledi­ği top­lan­tı­da, ka­tı­lım­cı­lar­dan Al­bay Le­ach­man, Bir Türk­men şeh­ri olan Er­bil’in kesin­lik­le Kürt yö­ne­ti­mi­ni yeğ­le­me­ye­ce­ği gö­rü­şün­de idi.[14] Mar­ga­ret Ba­in­bid­ge “Dün­ya Türk­le­ri” ad­lı ki­ta­bın­da (s.163): “Ba­zı ku­zey kent­le­rin­de Türk­men­le­rin Kürt nü­fu­su için­de­ki pay­la­rı değişmiş­tir. Ba­zı Türk­men­ler Bağ­dat, or­ta ve gü­ney Irak­ta ­ki kent­le­re göç­müş­ler­dir. 30-40 yıl ön­ce­si­ne ka­dar bü­yük Türk­men nü­fu­sa sa­hip Ker­kük, Er­bil, Ha­ne­kin gi­bi ku­zey kent­le­ri­ne de Kürt­ler ve Arap­la­rın iç göç­le­ri ol­muş­tur. 30 yıl ön­ce Ker­kük’te pek az Kürt vardı ve kent sakin­le­ri­nin bü­yük ço­ğun­lu­ğu Türk­men’di. Bu­nun gi­bi 1958 yı­lı­na ka­dar Er­bil nü­fu­su­nun %75’i Türk­men­di.[15] Türk­men top­lu­luk­la­rı Irak’ın Ku­zey dağ­la­rı­nın etek­le­rin­de ve Bağ­dat, Mu­sul es­ki ka­ra­yo­lu bo­yun­ca bir di­zi kent ve köy­de ya­şa­mak­ta­dır­lar. Bu yer­le­şim birim­le­ri ara­sın­da Ka­ra­te­pe, Kif­ri (Sa­la­hi­ye), Tuz­hur­ma­tu, Ta­vuk, Ker­kük, Al­tun­köp­rü, Er­bil ve Mu­sul öte­sin­de de Te­la­fer bu mer­kez­ler­den­dir.[16]

Ta­ri­hi ba­kım­dan Irak’ta Türk­lü­ğün ça­tı­sı ilk ön­ce Er­bil’de ku­rul­muş­tur. Gök­bö­rü dö­ne­mi­ne ait ka­lın­tı­lar bu­lun­mak­ta­dır. Kent­te Türk adı ta­şı­yan ma­hal­le­le­rin ol­ma­sı ve hal­kı­nın da kendile­ri­ne has öz Türk­çe şi­ve­le­ri kul­lan­ma­la­rı şeh­re Türk dam­ga­sı vur­muş­tur.

Bü­yük Sel­çuk­lu İm­pa­ra­tor­lu­ğu’nun yı­kı­lı­şın­dan son­ra Er­bil’de Zey­ned­din Kü­çü­ko­ğul­la­rı (1144-1233), Mu­sul’da Ata­bey­ler ve Ker­kük’te Kıp­ça­ko­ğul­la­rı adı­nı ta­şı­yan Türk bey­lik­le­ri ku­rul­muş­tur. Er­bil, 1190’dan 1233’e ka­dar ge­çen yıl­lar­da hü­küm sü­ren Mu­zaf­fe­rüd­din Gökbö­rü za­ma­nın­da al­tın ça­ğı­nı ya­şa­mış­tır. Böy­le­ce böl­ge­ye 1514’e ka­dar Türk ha­ne­dan­la­rı hük­met­miş­tir.[17]

Erbil Kalesinden Şehrin Görüntüsü

Os­man­lı dev­rin­de ise Ya­vuz Sul­tan Se­lim dö­ne­min­de Bı­yık­lı Meh­med Pa­şa (1518) Mar­din’i fet­het­ti. Son­ra Bed­ri Bey’in yar­dı­mıy­la Mu­sul Os­man­lı ha­ki­mi­ye­ti­ne gir­di. Mu­sul ile be­ra­ber Te­la­fer, Sin­car, Ha­san­keyf, Or­mu, Oş­nu, Er­bil ve İma­di­ye, Os­man­lı Dev­le­ti’ne bağ­lan­dı.[18] Böy­le­ce bu dö­nem­de Di­yar­ba­kır, Irak’ın ku­ze­yi, Er­bil ve Ker­kük san­cak­la­rı ile Irak-ı Arap Bağ­dat Eya­le­ti, Dü­le­yim ve Di­va­ni­ye san­cak­la­rı­nı kap­sa­yan böl­ge Meh­med Pa­şa ta­ra­fın­dan Os­man­lı Dev­le­ti sı­nır­la­rı­na ka­tıl­mış­tır. Böy­le­ce Sa­fa­vi­le­rin en kıy­met­li top­rak­la­rın­dan 121.000 km’lik kı­sım ve Mu­sul, Er­bil ve Ker­kük Os­man­lı top­rak­la­rı­na ka­tıl­mış ol­du. Bu dönem­de Irak’ın ku­ze­yin­de Türk­men­ler ço­ğun­luk, Arap ve Kürt­ler azın­lık ko­nu­mun­da idiler.[19]

Ka­nu­ni Sul­tan Sü­ley­man’ın Ira­keyn Se­fe­ri (1534) dö­nü­şün­de Gök­te­pe’de iken Er­bil’e Das­nı Hü­se­yin Be­yi ta­yin et­miş­tir.[20]

Erbil Kalesinin Giriş Kapısı

529’da Er­bil, Bağ­dat’a bağ­lan­mış­tır.[21] 1560 yı­lın­da Er­bil, Ker­kük ve Şeh­ri-zor’un birleşmesi için hü­küm gön­de­ril­miş,[22] 1568’de Şeh­ri­zor’a bağ­lan­mış­tır.[23] H 977 1569 yılında Şeh­ri­zor san­ca­ğı­na Er­bil Be­yi Be­ge Bey ta­yin ol­muş­tur.[24] (Ay­ni Ali Efen­di Risalesi’nde Şehri­zor Eya­le­tin­de, Ker­kük San­ca­ğı’na bağ­lı ola­rak gös­te­ril­mek­te­dir.)[25]

17. yüz­yıl­da Er­bil San­ca­ğı iki kı­sım­dan iba­ret­ti; te­pe üze­rin­de ka­le ve di­ğe­ri de düz­lük kısımda­ki idi. Şe­hir sur­lar­la çev­ri­li idi. Akar­su­lar ba­kı­mın­dan zen­gin olan şe­hir­de iki keh­riz ve bir ca­mi var­dı. Er­bil ka­le­si­nin çev­re­si bir hen­dek­le çev­ri­li idi. Neh­rin iki­ye böl­dü­ğü şeh­rin hal­kı zi­ra­at­la meş­gul­dü.[26]

18. yüz­yıl baş­la­rın­da Ker­kük, Er­bil, Köy­san­cak, Şa­ra­ba­zar, Re­van­duz ve Ha­rir san­cak­la­rı Mu­sul eya­le­tin­den ay­rı­la­rak Şeh­ri­zor adıy­la Mer­ke­zi Ker­kük olan ye­ni bir eya­let ku­rul­muş­tur. 1850’de Mu­sul, Bağ­dat Eya­le­ti’ne bağ­lı bir mu­ta­sar­rıf­lık, 1867’de ise Şeh­ri­zor yi­ne Bağ­dat’a bağ­lı bir san­cak dü­ze­yi­ne in­di­ril­miş­tir.[27] Ay­nı yıl Mu­sul tek­rar vi­la­ye­te tah­vil olu­na­rak Kerkük (Şeh­ri­zor) de Mu­sul’a il­hak olun­muş­tur.[28] 1897’de Er­bil, Mu­sul vi­la­ye­tin­de Kerkük San­ca­ğı­na ka­za ola­rak bağ­lan­mış­tır.[29]

Erbil’in Türk Tarihi Evleri

20. yüz­yı­lın baş­la­rın­da es­ki bü­yük vi­la­yet­le­rin ye­ri­ne teş­kil olu­nan san­cak­lar (li­va) esas alındı­ğın­da Er­bil de bu san­cak­lar ara­sın­da yer al­mış­tır.[30] Da­ha ön­ce­den ka­za dü­ze­yi­ne indirilen Er­bil’in 1919’da eya­let ya­pıl­ma­sıy­la tek­rar Os­man­lı mo­de­li­ne dö­nül­müş­tür.[31]

Eko­no­mik yön­den Er­bil 1600’le­rin üçün­cü çey­re­ğin­de Mu­sul’la ay­nı dü­zey­de idi. Er­bil, Kerkük, Za­ho gi­bi ka­sa­ba­la­rın ge­çim kay­na­ğı olan hay­van­cı­lık ve ta­rım, bu­na bağ­lı ola­rak deri, et, yün ve ta­rım ürün­le­ri sa­de­ce ken­di şe­hir­le­ri için de­ğil böl­ge için de önem arz ediyordu.[32] Bu­nun ya­nı sı­ra Mu­sul, Er­bil, Al­tun­köp­rü, Ker­kük ve Ha­ne­kin’de ba­zı Türkmenler ti­ca­ret ya­par­ken ba­zı­la­rı da kü­çük za­na­at, kü­çük es­naf­lık­la uğ­raş­mak­ta idi­ler. Bir kıs­mı ise mes­lek­le­ri­ni ic­ra et­mek ve­ya me­mu­ri­yet için Irak’ın de­ği­şik şe­hir­le­ri­ne göç etmişlerdir.[33]

Er­bil’de Türk­men kül­tür ve sa­na­tı­nın kök­lü ve zen­gin bir geç­mi­şi var­dır. Türk­men folk­lo­ru ve sa­na­tı açı­sın­dan da önem­li bir yer­le­şim bi­ri­mi olan Er­bil bir çok şa­ir ve ede­bi­yat­çı yetiştirmiştir. Bun­lar ara­sın­da Cer­cis, Ma­il (Ab­di), Ga­ri­bi, Nes­rin Er­bil yıl­lar­ca Er­bil’de Türkmen­le­rin kim­li­ği ve var­lı­ğı­nın ko­run­ma­sı için mü­ca­de­le et­miş­ler­dir. Er­bil’de 1970 yılında Türk­men Türk­çe’siy­le eği­ti­me baş­lan­mış­tır.[34] 1980’de Ker­kük ve Er­bil’de Araplaştır­ma kam­pan­ya­sı çer­çe­ve­sin­de bu­ra­lar­da ya­pı­lan Türk­çe eği­ti­me son ve­ri­le­rek, Türkçe eği­tim ya­pan okul­lar ka­pa­tıl­mış­tır. Hâl­bu­ki 1922’de Irak’la İn­gil­te­re ara­sın­dan ya­pı­lan an­laş­ma­nın 3. mad­de­si ge­re­ğin­ce Ana­ya­sa­da va­tan­daş­lar ara­sın­da fark gö­ze­til­me­me­si, okullar­da ana dil­de tah­sil gö­rül­me­si te­mi­nat al­tı­na alı­nı­yor­du. Bu pren­sip­le­ri göz önün­de tu­tan hü­kü­met, 1925 yı­lın­da ya­yın­la­dı­ğı ilk ana­ya­sa met­ni­ni Arap­ça, Türk­çe ve Kürt­çe ola­rak basmış, 1931 yı­lın­da ya­yım­lan­mış olan “74” nu­ma­ra­lı “yer­li dil­ler” ka­nu­nu ile tes­pit edilmiştir. Bu ka­nun ge­re­ği baş­ta Ker­kük ve Er­bil ol­mak üze­re ba­zı Türk­men böl­ge­le­rin­de muhakeme­nin Türk­çe ola­rak ya­pıl­ma­sı ka­bul edil­miş­tir. Türk­men­le­rin ço­ğun­lu­ğu teş­kil et­ti­ği okul­lar­da da eği­ti­min ta­ma­men Türk­çe ya­pıl­ma­sı ka­rar­laş­tı­rıl­mış­tı.[35] Son ola­rak, Di­za­yi, Erbil’de asıl mil­let un­su­ru­nu Türk­le­rin teş­kil et­ti­ği­ni ya­zar­ken ne­den bir g­rup Kür­tün ken­di ara­la­rın­da ve özel gö­rüş­me­le­rin­de Türk­men­ce ko­nuş­tuk­la­rı­nı izah ede­me­mek­te­dir. Kal­dı ki bu bağ­lam­da asil ai­le­le­rin ad­la­rı­na ör­nek ve­rir­ken Av­cı­lı ve Doğ­ra­ma­cı gi­bi ai­le­le­rin ad­la­rı­nı zikre­der­ken bun­la­rın da Kürt ol­du­ğu­nu söy­le­mek­te bir mah­zur gör­me­miş­tir.[36]

TÜRKİYE’DE HACETTEPE VE BİLKENT ÜNİVERSİTESİ’NİN KURUCUSU ERBİLLİ TÜRKMEN İHSAN DOĞRAMACI

Yüksek Öğretim Kurulu’nun kurucu başkanı, Hacettepe Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi kurucusu rahmetli Prof. Dr. İhsan Doğramacı Erbillidir. 3 Nisan 1915’te Irak’ın Erbil kalesinde doğan İhsan Doğramacı, İlk tah­si­li­ni Er­bil’de Türk­çe Yap­tı. Lo­zan ant­laş­ma­sı­na göre Irak’ın Türk şe­hir ve ka­sa­ba­la­rın­da eği­ti­min Türk­çe ya­pıl­ma­sı ge­re­ki­yor­du. Bu se­bep­le İh­san Doğ­ra­ma­cı tah­si­li­ni Türk­çe yap­mış ol­du. On­dan son­ra İn­gi­liz­le­rin bas­kı­sı üze­ri­ne Lozan ant­laş­ma­sı­nın bu şar­tı göz ar­dı edi­le­rek Türk­çe eği­tim ya­sak­lan­dı. Bu­nun üze­ri­ne İhsan’ı ai­le­si or­ta tah­sil için Bey­rut’a, yük­sek tah­sil için İs­tan­bul’a gön­der­di. İs­tan­bul Üniversi­te­si Tıp Fa­kül­te­si­ni 1938’de bi­rin­ci­lik­le bi­tir­di. Londra’da 1971’de Kraliyet Tıp Koleji üyeliği yapmış, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde 1947-1954 yılları arasında öğretim görevlisi, doçent ve profesör olarak hizmet vermiştir. 1963-1965 yılları arasında Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’nde bulunmuştur. Prof. Dr. Doğramacı, ODTÜ Mütevelli Heyet Başkanlığı (1965-1967), Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü (1967-1975), Tıp ve Sağlık Bilimleri Milli Konseyi Başkanlığı (1974-1981) yapmıştır. Doğramacı, Yüksek Öğretim Kurulu’nun ilk başkanlığını (1981-1992) da üstlenmiştir. Değişik üniversitelerden fahri doktora unvanı verilen Doğramacı, birçok uluslararası akademi ve pediatri cemiyeti üyesiydi.

Prof. Dr. Doğramacı’yı akademik camia için ayrıca önemli kılan, 1985’te Türkiye’nin ilk özel üniversitesi Bilkent Üniversitesini kurması ve diğer birçok üniversitenin kurulmasına da destek vermesi olmuştur. İhsan Doğramacı, uluslararası birçok kuruluşta ve örgütte onursal başkanlık, başkanlık, yönetim kurulu üyeliği, üyelik, danışmanlık görevlerini de yürütmüştü. Çok sayıda makalesi ve kitapları yayımlanan Doğramacı, ulusal ve uluslararası düzeyde birçok ödül kazanmıştır.

So­ru: Si­zin Irak ye­ri­ne Tür­ki­ye’de yer­leş­me­ni­zin se­be­bi ne­dir?

Ce­vap: Bü­tün Er­bil­li­ler gi­bi ben de Türk ai­le­si­ne men­su­bum. Ana­mın, ba­ba­mın, de­de­le­ri­min, ni­ne­le­ri­min ev­de ko­nuş­tuk­la­rı dil Türk­çe idi. İn­gi­liz­le­rin bas­kı­sı ile okul­lar­da Türk­çe eği­tim ya­sak­la­nın­ca tep­ki ola­rak ai­lem be­ni Bey­rut’a son­ra da İs­tan­bul’a oku­ma­ya gön­der­di. As­lın­da mil­let­le­rin tü­rü­nü bil­di­ren en baş­ta ge­len hu­sus hat­ta un­sur ev­de ko­nuş­tuk­la­rı dil­dir.

So­ru: Türk­men­le­re bir me­sa­jı­nız var mı?

Ce­vap: Irak’ta­ki Türk­men­le­r bu­lun­duk­la­rı böl­ge­nin bü­tün­lü­ğü­nü boz­ma­ma­lı, öte yan­dan dille­ri­ni mu­ha­fa­za edip ge­liş­tir­me­le­ri ve bu se­bep­le Türk­çe eği­tim ve­ren ilk okul­la­rın açıl­ma­sı için ye­rel oto­ri­te­ler­le (Er­bil’de) te­ma­sa geç­me­li ve bu­nun sağ­lan­ma­sı için ça­lı­şıl­ma­lı.”

ERBİL’İN TARİHİ SİMGELERİ

Türkmenler, Erbil kalesinde nüfusun hemen hemen tamamını oluşturuyordu. Kaledeki onlarca evde hayat 2007 yılına kadar sürdü. O yıl başlayan onarım adı altında kale yerleşime kapatıldı.

Kerkük Kalesinde oturanların hemen hemen tamamı Türkmendi. Türkmenlerin simgesi Kerkük Kalesi, en eski tarihi eserleri de surları içerisinde saklamaktadır. Saddam rejimi 1990 yılında Kerkük Kalesinin tarihi eserlerini onarmak adı altında Kaleyi yıkma ve sakinlerini boşaltma planını uygulamaya koyar. Kale, 1995 yılında Saddam Hüseyin’in talimatıyla zorla tamamen boşaltılır ve 1997′den itibaren 2003′e kadar yüzlerce geleneksel Türk tarihi evleri ve eserleri dozerlerle yerle bir edilir. Türkmenlere ait ne varsa, evleri, tarihi eserleri, hatta mezar taşları bile yok edilir. Amaç Kerkükün Türkmen özelliğini ve izlerini silmekti.

Kalenin karşısında ve Şehir meydanının bir diğer köşesinde ise Erbil’in geleneksel Kayseri çarşısı bulunuyor. Osmanlı döneminde yaptırılan ve Erbil’in en önemli ticari merkezleri arasında yer alıyor. Yaklaşık 200 yıllık geçmişe sahip ” Kapalı (Kayseri) Çarşısı” içerisinde her çeşit ürünün bulunduğu 600 iş yeriyle Erbil’e gelenlerin uğrak mekanları arasında yer alıyor. Erbillilerin ‘Bazar’ dediği çarşı, kentin ekonomik can damarlarından biri.

Şimdiki hali 1850’li yıllarda Suriyeli yapı ustaları tarafından klasik Osmanlı çarşısı şeklinde inşa edilen Kapalı çarşısı, o dönemde Çin’den, Afganistan ve Pakistan’dan gelen kervanların hem konaklama hem de mallarını sergileme mekanı olarak kullanıldı.

Erbil Kapalı (Kayseri) Çarşısı’nı ziyaret eden yabancıların uğramadan geçemediği çarşının çaycısı Halil Salih, 64 yıldır çaycılık yaptığı pazarda, içindekilerin sürekli değiştiğini fakat çarşının asıl yapısında hiçbir değişikliğin olmadığını söylüyor.

Işıl ışıl kuyumcular, farklı baharat kokuları ve rengârenk züccaciyeciler, Tarihi Kapalı Çarşısı’nı süslüyor. Bu çeşitlilik çarşıyı Erbil’in en renkli mekânı kılıyor. Erbil’in merkezinde yer alan Kayseri Çarşısı şehirde görülmesi gereken ilk duraklardan biri.

Tarihi Kapalı Çarşısı’nın İstanbul’daki Kapalı Çarşı ve Mısır Çarşısı‘nı andıran bir havası var. Kentin en büyük çarşısı olarak bilinen Kayseri Çarşısı, yüzyıllardır altın, hediyelik eşya, baharat, şifalı otlar, köylerden gelen organik ürünler, kahve, pekmez, bal, şekerleme, kuruyemiş, bakliyat ve geleneksel kıyafet arayanların uğrak yeri. Çarşıda ayrıca küçük eşyalar üreten marangoz ile terzilere de rastlamak mümkün. Kayseri Çarşısı’nın sokakları, satılan ürünlere göre sınıflandırılıyor. Kuyumcular, aktarlar ve süs eşyaları satan dükkânların hepsi farklı sokaklarda. Tarihi çarşının esnafı, çeşitli bölgelerden ziyaretçiler ağırlıyor.

Erbil’in tarihini en iyi yansıtan bir başka yapı da Mu­zaf­feriye-Çöl Minaresi. 12. yüzyılda Türk hükümdarı Muzafferüddin Gökbörü tarafından inşaa ettirilen minarenin birçok kısmı ve hatta minarenin bulunduğu ana camii yıllar içerisinde yıkıldı. Ancak doğuya eğilmiş 36 metre yüksekliğindeki Mu­zaf­feriye-Çöl Minaresi, asırlara meydan okumayı başardı.

Mu­zaf­feriye-Çöl Minaresi

Sekiz köşeli bir kaide üzerinde yükselen Mu­zaf­feriye-Çöl Minaresi aslında çift şerefeli inşa edilmişti. Ancak bugün minareden geriye sadece bir şerefe kaldı. Minare geçtiğimiz yıllar içerisinde daha fazla yıkıma uğramaması için güçlendirildi.

Erbil Kalesi, Kayseri Çarşısı ve Mu­zaf­feriye-Çöl Minaresi birçok savaş görmüş olsalar da yıllara meydan okuyan binalar arasında yer alıyor. Zira şehrin Türk tarihi hâlâ bu yapılarda yaşıyor.

ERBİL’DE TÜRKMEN GERÇEĞİ

Araştırmacı-yazar Dilşat Terzi’nin “Erbil’de Türkmen Gerçeği” yazısında, güzelim Erbil şehrini bakın nasıl anlatıyor: “Dün Erbil kapalı çarşısına yolum düştü. Eşim ve çocuklarımla birlikte bir şeyler almaya gittik. Kala kapısının hemen karşısındaki Bakkallar çarşısına girdik.

İlk anda gözüme bir şeyler çarptı. Buradaki esnafın kimi eski mesleğini koruduğunu, kimilerinin mesleğini değiştirdiğini gördüm. Bu çarşıda genellikle Irak çapında meşhur olan Erbil peynir ve yoğurdu satılır.

Fakat bazı esnaf artık eski mesleğinden vazgeçerek süt ürünleri satmıyorlar, bunun yerine dükkanlarını beyaz eşya veya elektrik malzeme tezgahına dönüştürmüşler. Yani burada bir meslek değişimi söz konusudur. Bu böyle olunca çarşının çehresi de değişiyor. Artık burada o nefis Erbil peyniri ve yoğurdunun koksunu fazla almıyor insan.

Türkmen Şehri Erbil’in Kapalı (Kayseri) Çarşısı

Erbil kapalı çarşısındaki esnafın hepsi olmasa da yüzde yetmişi Türkmen’dir. Ben bunu şimdi için söylüyorum. Bu oran yetmişli ve seksenli yıllarda yüzde doksanın üzerinde idi. Bu çarşıda yetişip büyüyen birisi olduğum için bunu rahatça söyleyebiliyorum.

Çarşıda rahmetli babamın terzilik dükkanı vardı. Yanlız babam değil amcamın da dayı ve teyze oğullarımın da dükkanları vardı.

Erbil’deki önemli mesleklerin hepsi Türkmenler’in elinde idi. Çünkü kentin yerleşik sakinleri Türkmen’dir. Bu bir oranda şimdi için de geçerlidir. Erbil’in en zengin tüccarı Türkmenlerden’dir.

Erbil’de aynı zamanda bürokraside de güçlü bir Türkmen varlığı söz konusudur.

Erbil Türkmenleri çok iyi eğitim görmüş bir toplumdur. Bunun için eskiden olduğu gibi kentin en tanınmış doktorların, mühendislerin, avukatların, yargıçların ve diğer meslek erbabların çoğu Türkmen’dir.

Dün Bakkallar çarşısında kızım Sevgil, naylon takı ve süs eşyası satan bir dükkanda sergilenen eşyalar dikkatini çekince hemen “Baba bana biraz takı” al dedi. Ama ben takıdan anlamam bunun için annesi devreye girerek pazarlık yapmaya başladı. Dükkan sahibi Türkmen olduğumuzu hissetti ve mahalli şiveyle bizimle konuştu.

Erbil Türkmenleri diğerlerinden kolay fark ediliyorlar. Uzaktan da olsa birisini görsem Türkmen olup olmadığını hemen farkedebilirim.

Bir de Erbil’de Türkmenler içinde şöyle bir kanı var. “Hepimiz birbirimize akrabayız” deriz. Yani Erbilli Türkmenler’in aile şeceresi araştırılırsa gerek baba gerek ana tarafından olsun hepsi birbirlerine akraba çıkar. Bu birinci belden veya ikinci veya üçüncü belden olabilir.

Av. Sanan Ağa Kasap’ın Erbil ve Erbilli Kitabının Kapağı

Erbilli Türkmenler’in hepsinin birbirlerini tanımaları, bir zamanlar kentin tek sakinleri olmalarından kaynaklanıyor. Bu durum Erbil’in Hıristiyanların yaşadığı Ankava mahallesi için de geçerlidir. Mahalledeki Hıristiyan vatandaşların hepsi birbirlerini tanırlar. Çünkü burada kendilerinden başka milletler yaşamıyor.

Bir kaç yıl önce Erbil’in tanınmış simalarından sayın avukat Sanan Ahmet Ağa “Erbil ve Erbilli” adlı eserinde Erbil’in Türkmen gerçeğini gündeme getirdiğinde kıyamet koparıldı. Erbil’de Kürt medyası adama ağızlarına geleni söylediler, onu kötülediler, ama o sırf gerçekleri yazdı, hem de belgelere dayanarak.” Sanan Ahmet Ağa “Erbil ve Erbilli” adlı eserinde belgelere dayanarak Erbil’in kökeninin Türkmen olduğunu belgeler. Türkmen karşıtları, Kürtler ve Barzani’nin güdümündeki medya, Sanan Ağa’ya karşı büyük bir saldırıya geçerler. Bu sırada Sanan Ağa’nın evi de bombalanır. “Her zalim gerçeklerden korkar ve onların üstünü örtmeye çalışır.”

Dost ve düşman bilmelidir ki, Türkmen şehri Erbil Irak Türklerinin Kalesidir ve ata yurdudur. Türkmenler yerinden, yurdundan, toprağından ve haklarından asla vazgeçmeyecek, kimseye de boyun eğmeyecektir.

Ali KERKÜKLÜ

(Irak’taki Türkmenlerin Sessiz Çığlığı Kitabının Yazarı)

GÜVENLİK DOSYASI : SA-18 Igla 9K38 SA-18 Igla 9K38 Omuzdan Atılabilen Hava Savunma Füze Sistemi


SA-18 Igla 9K38 SA-18 Igla 9K38 Omuzdan Atlabilen Hava Savunma Fze Sistemi.pdf

AK PARTİ DOSYASI : Erdoğan TEVRAT Okuyor mu ?.. İşte Cevabı…


Bu her şeyi açıklıyor…

ERDOĞAN TEVRAT OKUYOR MU…

Bu soruyu sormalıydık çünkü bugünkü Erdoğan siyaseti ile Tevrat’ta yazılı ayetler arasında doğrudan bir ilişki var.
Bu ilişki Irak’ta çok açık görülüyor, üstelik hem Özal hem de Erdoğan’ın izlediği siyaset Tevrat’ta yazılı ayetlerle bire bir örtüşüyor.

İşte Tevrat, YEŞEYA, Bölüm 13, bakınız Babil/Irak için ne demiş;

· Amots oğlu Yeşaya’nın Babil’le ilgili bildirisi: Çıplak dağın tepesine sancak dikin! Dağlardaki kalabalığın gürültüsünü dinleyin!.. Tanrı bir orduyu savaşa hazırlıyor. Öfkesinin araçlarıyla uzak bir ülkeden, dünyanın öbür ucundan bütün ülkeyi yerle bir etmek üzere geliyor. Feryat edin!

·

· Tanrı diyor ki, Kötülüğünden ötürü dünyayı, suçlarından ötürü kötüleri cezalandıracağım. Kibirlilerin küstahlığını sona erdirecek, Zalimlerin gururunu kıracağım. İnsanı saf altından, ofir altınından daha ender kılacağım.

·

· Gazaba geldiğim, öfkemin alevlendiği gün gökleri titreteceğim, yer yerinden oynayacak.Herkes kovalanan ceylan gibi, çobansız koyunlar gibi halkına dönecek, ülkesine kaçacak.

·

· Yakalananın bedeni delik deşik edilecek, ele geçen kılıçtan geçirilecek. Yavruları gözleri önünde parçalanacak, Evleri yağmalanacak, Kadınlarının ırzına geçilecek… “

İşte her şey açık; Tevrat diyor ki Babil’de yakalananın bedeni delik deşik edilecek, kadınlarına tecavüz edilecek ve sanki Tanrı’nın ordusuymuş gibi geliyor, Irak’ta insanları delik deşik ediyor ve de kadınlara tecavüz ediyor…

Ve Özal, “ABD’yi ben çağırdım” diyor, yıl 1991, ABD’nin Irak savaşına destek veriyor yani Tevrat’ta yazılı bu ayetin gerçekleşmesine büyük katkı da bulunuyor…

Ve Erdoğan…
Yıl 2003… Hükümet oluyor, Başbakan oluyor ve o da ABD’nin Irak savaşını destekliyor ve o da sanki Tevrat’a hizmet ediyor…

Peki ya Suriye?

Suriye siyaset-Tevrat ilişkisine çok canlı bir örnek çünkü Suriye şu an yanıyor, yakılıyor, neredeyse tüm dünya Suriye’yi bombalıyor ve taş üstünde taş kalmıyor…

Peki bunun Tevrat’la ilgisi ne?


Tevrat’ta Peygamber Yeşaya’nın üç temel öngörüsü var ve bunlar Mısır, Irak ve Suriye üzerine…

Yahudi tarihine bakıldığında İsrailoğulları’nın bu üç ülke ile de savaşları vardır, esareti, işgali ve sürgünleri vardır.
Belki de bu nedenle İsraioğullarının Babil’e öfkesi vardır ve şimdi Babil/Irak yakılıp yıkıldı! Mısır ise hala iç karışıklıkta…

Tevrat’ta geçen üçüncü üçüncü büyük öfkesi Şam üzerinedir yani Suriye.
Kehanete göre Şam’ın Babil ve Mısır’dan öte kalır yanı olmayacaktır; yıkılacaktır, onuru kırılacaktır, çok insan öldürülecektir, nerdeyse taş üstünde taş kalmayacaktır.

Bunu biz değil, Yahudi Peygamber Yeşaya öngörmektedir:

“…Şam’la ilgili bildiri: İşte Şam kent olmaktan çıkacak, Enkaz yığınına dönecek. Aroer kentleri terk edilecek, hayvan sürüleri orada yatacak, onları ürküten olmayacak. Efrayim’de surlu kent kalmayacak, Şam’ın egemenliği yok olacak. Sağ kalan Aramlılar’ın onuru İsrail’in onuru gibi kırılacak…

O gün insanlar kendilerini yaratana bakacaklar, gözleri İsrail’in Kutsalı’nı görecek. Elleriyle yaptıkları sunaklara, parmaklarıyla biçim verdikleri Aşera putlarına, buhur sunaklarına bakmayacaklar.

O gün İsrail’in güçlü kentleri İsrailliler’den kaçan Amorlular’la Hivliler’in terk ettiği kentler gibi ıssız olacak… Eyvah, çok sayıda ulus kükrüyor, azgın deniz gibi gürlüyorlar.

Halklar güçlü sular gibi çağlıyor. Halklar kabaran sular gibi çağlayabilir, Ama Tanrı onları azarlayınca uzaklara kaçacaklar. Rüzgarın önünde dağdaki saman ufağı gibi, Kasırganın önünde diken yumağı gibi savrulacaklar. Akşam dehşet saçıyorlardı, Sabah olmadan yok olup gittiler. Bizi yağmalayanların, bizi soyanların sonu budur[1].

İşte Tevrat Şam için yani Suriye için böyle diyor…

İşte Erdoğan siyaseti Suriye’deki iç savaşı kışkırtıyor…

İşte tüm dünya Suriye’yi bombalıyor, neredeyse taş üstünde taş kalmıyor…

Bu bir TEO-STRATEJİ’dir.
Teo-strateji, insanların kutsallarıyla oynayarak, insanların kutsal inançlarını manipüle ederek, bunu askeri-siyasi-ekonomik güce dönüştürme oyunudur.
Ve bu oyun Irak’ta oynandı, şimdi de Suriye’de oynanıyor…

BATI ALEMİ bu insan katliamlarına sessiz çünkü bu savaşı Tevrat’ta yazılı olduğu gibi kutsal bir savaş gibi gördüğü için sessiz kalıyor ve hatta destekliyor!

Şimdi soru şu; Erdoğan, Tevrat’ta yazılı bu ayetleri biliyor mu bilmiyor mu?
Öyle ya izlediği siyaset Tevrat’ta yazılı öngörülere hatta kehanetlere hatta tuzaklara hizmet ediyor ve o, bunun farkında değil mi…

Erdoğan eğer Tevrat hiç okumamışsa, şimdi okumasının zamanıdır, kime hizmet ettiğini görebilmesi için…

[1] Tanah/ Yeşaya, Bölüm 17.

BİLGETÜRK

AK PARTİ DOSYASI : Erdoğan’ın İlim Yayma Cemiyeti’ne Bu İlgisi Nereden Geliyor…


Cumhurbaşkanı Erdoğan bugün İlim Yayma Cemiyeti’nde konuştu…’

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan İlim Yayma Cemiyeti Genel Kurulu’nda konuştu.

Peki, İlim Yayma Cemiyeti nedir?

Bakınız İlim Yayma Cemiyeti neymiş…

1951’de, İlim Yayma Cemiyeti kuruldu.

Bakınız içinde kimler var;
‘Turgut ve Korkut Özal, Muammer, Sabahattin, Abidin, Mustafa ve Eymen Topbaş, Yusuf Türel, Prof. Ayhan Songar, Prof. Nevzat Yalçıntaş, Mehmet Aydın, Prof. Salih Tuğ, ve sanayici İbrahim Bodur.’

1970’de İslami İlimler Araştırma Vakfı kurulacak, yönetim kurulu üyeliğine de, 2014’te MHP ve CHP liderleri tarafından çatı aday gösterilen Ekmeleddin İhsanoğlu getirilecektir[1].

Vakfın yayınladığı ilk beş eser sırasıyla şunlar olacaktır; ‘İslam Hukukuna Göre Alışverişte Vade Farkı ve Kâr Haddi’, ‘İslam’da Kılık Kıyafet ve Örtünme’, ‘İktisadi Kalkınma ve İslam’, ‘ Para, Faiz ve İslam’, ‘Bilgi, Bilim ve İslam’, ‘Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli’…

1 Aralık 1951’de, Ahmet Emin Yalman tarafından ‘Avrupa ve Dünya Federasyonu Fikrini Yayma Cemiyeti İlim Yayma Cemiyeti açıldı.

Kurucuları arasında Prof. Şükrü Baban’ın yanı sıra Türkiye’nin tanınmış akademisyenleri de vardı;
‘Fahrettin Kerim Gökay, Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Prof. Kazım İsmail Gürkan, Prof. Ömer Celal Saraç, Prof. Mustafa Şekip Tunç, Prof. Sıddık Sami Onar, Prof. Kerim Erim, Prof. Ali Fuat Başgil, Prof. Yavuz Abadan, Prof. Nihat Reşat Belger, Dr. Adnan Adıvar gibi[2]

Uğur Mumcu yıllar sonra tarikat-para-siyaset ilişkisini şöyle açıklayacaktır;
‘Faizsiz bankalar, bu bankaların kurucuları, bu banka kuruluşlarının siyasal etkinlikleri ve bu finans kurumlarına ayrıcalıklar… İlim Yayma Cemiyeti ve Aydınlar Ocağı’ndan gelip Suudi ortaklıklarıyla güçlenen, gün geçtikçe büyüyen bir para imparatorluğu’[3]

1942’de, Nakşibendi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’den halifelik icazeti alan Ömer Fevzi Mardin eliyle Kadıköy’de İlahiyat Kültür Telifleri Derneği kurulmuştu.
Sonrasında yaşanan dramlar günümüzü anlayabilmek için önem taşıyor…

Türkiye Uğur Mumcu’dan çok şey öğrenmişti; adı Kürt diye yazılmış isyanların odağında Nakşibendi Tarikatı’nın kollarının bulunduğunu, Nakşi Şeyhi Seyit Abdulkadir’in yani Taha Oğullarının Kürt olmadığını, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan terör örgütlerinin küresel güçlerin taşeronu olduklarını, terörü kaçakçılığın finanse ettiğini ve tarikat-siyaset-ticaret ilişkilerinin inanılmaz boyutlarını…

Türkiye, ‘Rabıta’ adlı örgütün de ne olup ne olmadığını Uğur Mumcu’nun kalemiyle öğrenmişti.

Uğur Mumcu Rabıta’ya nasıl başladığını şöyle anlatıyor;
‘12 Eylül döneminde görev almış, adının açıklanmamasını isteyen bir bakandan dinlemiştim; ‘Sayın Mumcu, Diyanet işleri yurt dışına din hizmeti götürmekte çok geç kaldı. Kalınca da yurt dışında Süleymancılık Milli Görüşçülük gibi akımlar at oynattı. Hemen yurt dışına din adamı gönderelim dedik. Baktık mevzuat yok ortada, tabi para da… Suudilerle anlaştık. Bir mutabakat gereğince Türk imamlarının aylıkları bir süre, 1982 yılından 1984’ yılına kadar Rabıta örgütünce ödendi.’[4]

Bakınız 1945’teki Sovyet tehdidi ile başlayan değişim rüzgarları nerelere kadar ulaşıyor; ‘Rabıta Örgütü’nün 41 kişilik bir kurucu meclisi var. Bu meclis çeşitli İslam ülkelerinden seçilen üyelerden oluşuyor. Rabıta örgütünün kuruluşunda Türkiye’yi, Hilal Dergisi sahibi Salih Özcan temsil etmiştir. Salih Özcan’ı daha sonra MSP Şanlıurfa Milletvekili olarak görüyoruz. Daha sonra da Faisal Finans Kurumu’nun yöneticisi olarak göreceğiz.

Rabıta örgütünde ikinci Türk, Türk-Suudi Arabistan Dostluk Cemiyeti Başkanı Ahmet Gürkan’dır. Ahmet Gürkan 1950-1957 yıllar arasında DP, 1961-1965 yılları arasında da AP Konya Milletvekili olarak parlamentoda bulunmuştur. Arapça ezanı yasaklayan Ceza Yasası maddesini kaldırmak için 1950 yılında ilk önergeyi vermiş olan kişidir.’[5].

Faisal Finans Kurumu, Suudi Prensi Muhammed Al Faisal tarafından kurulmuştu ve Prens Faisal, Türkiye’de bu işi için Rabıta örgütü kurucu meclis üyesi Salih Özcan’ı görevlendiriyordu. Öteki kurucu ortak da bir tanıdık isimdi; Ahmet Tevfik Paksu. Paksu MSP’den milletvekilliği yapmış, bir ara Demirel hükümetinde Çalışma Bakanlığı’nda da bulunmuştu.

Rabıta örgütü kurucu meclis üyesi eski MSP Şanlıurfa Milletvekili Salih Özcan ve MSP’li bakan Ahmet Tevfik Paksu’ya verilen pay senetleri, Özcan ve Paksu tarafından bir kısmı siyasal etkinliği olan 93 kişiye devrediliyordu.

Bakınız içlerinde kimler var;
‘AP’li Tarım Bakanı Cemal Külahlı, ANAP’ın ilk genel başkan yardımcılarından Halil Şıvgın, Demirel hükümetinde Sağlık Bakanlığı görevinde bulunan Cengiz Gökçek, ünlü armatör Nuri Cerrahoğlu, Cemal Cebeci, Sabri Ülker, Asım Ülker, Murat Ülker, O. Faruk Berksan, Selçuk Berksan, Orhan Özokur, Ahmet Cebeci, Ahmet Nuri Yüksel, Hüseyin Coşkun, M. Gündüz Sevilgen, Nuri Geredeli, Avni Küçükece, Mehmet Genellioğlu, Mustafa Sarı, Yusuf Arıkuşu, Cevdet Özdemir, Mahmut Karalı, Mehmet Çöl, Sudi Reşat Saruhan, Mehmet Özcan’.

Uğur Mumcu diyor ki, ‘bundan da ilginci, Suudi Finans kuruluşları ile ilgili kararnamenin imza tarihidir. Bu tarih 13 Aralık 1983’tür. Özal hükümeti 14 Aralık 1983 günü göreve başlamış ve henüz hükümet programını hazırlamadan bu kararnameyi imzalayıp yürürlüğe koymuştur. Bu karar 16 Aralık 1983 gün ve 83/7506 sayısını taşıyor.’[6]

Peki, Suudi sermayesinin Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu’nu Türkiye’de oluşturmak için bulduğu etkin adlar kimlerdi?

Al Baraka’nın bulduğu etkin adlar gerçekten ilginçti; Korkut Özal ve Eymen Topbaş.
Korkut Özal, Başbakan Turgut Özal’ın kardeşiydi; Eymen Topbaş da dönemin ANAP İstanbul il başkanı.

Korkut Özal ile Eymen Topbaş’ın ortak oldukları Hak Yatırım ve Ticaret AŞ, Türkiye’de Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu’nun öncülüğünü üstlenmişti.

Al Baraka’nın yönetim kurulundaki isimler şunlar;
‘Başkan Şeyh Saleh A. Kamel, İkinci başkan; Mustafa E. Topbaş. Üyeler; Mahmoud Jamil Hassoubah, Dr. Abdul Razzak Kamel, Kemal Unakıtan, Talat İçöz. Genel müdür Yalçın Öner. Denetçiler; Arif Ateş Vuran, Mehmet Demirbaş ve M. Zeki Sayın.
Talat İçöz, Korkut Özal’la birlikte ‘Özbayrak Ticaret ev Sanayi AŞ adlı şirketin ortağı.
Korkut Özal, Özbatris adlı şirkete de ortak. Bu şirket sonradan ÖZ-BA adını alan Özbayrak Ticaret ev Sanayi AŞ tarafından kurulmuş. Öteki ortaklar şunlar; Bahattin Bayraktar, Murat Mehmet Özal, Mustafa Ali Özal, Korkut Özal ve Talat İçöz.

İspa Ticaret Sanayi ve Pazarlama Şirketi de Korkut Özal’ın bir başka şirketidir.
Korkut Özal’ın bu şirketteki ortakları şöyle;
‘Hasan Kalyoncu, Ahmet Kalyoncu, Fadıl Teymur, Cemal Kalyoncu, Mustafa Seçkin, İbrahim Bülent Teymur, İbrahim Halil Erpamukçu.’

Akabe inşaat şirketi de Hak Yatırım tarafından kurulmuş ve bir başka Özal-Topbaş şirketi.
Korkut Özal, Faisal Finans Kurumu’nun 064 sıradaki paydaşı Feniş Aliminyum şirketi sahibi Mustafa Kalaycıoğlu’nun kızı ile oğlu Bahattin Özal’ı evlendirerek Feniş Holding ile de ilişki kuruyor.

Uğur Mumcu diyor ki;
‘Bir yanda Topbaşlar, öbür yanda Özallar, Bayraktarlar, Teymurlar, Kalyoncular. Ve son olarak Kalaycıoğullar… Korkut Özal’ın dolar milyarderi olması yolu ilk kez, ANAP İstanbul il başkanı Eymen Topbaş ile yaptığı ortaklıkla açılıyor. Özal-Topbaş ortaklığı; Al Baraka kanalı ile Suudi sermayesine uzanıyor. Zemzem kuyusundan çıkarılmış yeşil dolarlar Özallı Topbaşlı şirket kasalarına doğru uçmaya başlıyor.’[7]

Daha sonra dini vakıf kurmaya geliyor…
8 Aralık 1986’da günlü resmi gazetede Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu’nun da aralarında bulunduğu onbeş ortağın bir araya gelerek bir vakıf kurdukları ilan ediliyor; Bereket Vakfı.
Kurucuları şöyle;
‘Ahmet Hamdi Topbaş, Osman Nuri Topbaş, Mustafa Latif Topbaş, Ali Eymen Topbaş, Al Baraka Özel Finans Kurumu, Ahmet Yahya Kiğılı, Mehmet Demirtaş, Adnan Büyükdeniz, Yalçın Öner, Mehmet Cahit Sürmeli, Kemal Unakıtan, Abdullah Tıvnıklı, Abdullah Sert, Muammer Dolmacı, İlhan Imık[8].

Özallı Topbaşlı bu ticari ortaklıkların dostlukları çok eski günlere dayanıyordu. Topbaş ve Özallar İlim Yayma Cemiyeti’nde –tıpkı bugünkü gibi- beraberdiler. Bakınız içlerinde kimler var;
‘Turgut Özal ve Korkut Özal, Muammer, Sabahattin, Abidin, Mustafa ve Eymen Topbaş, Yusuf Türel, Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Mehmet Aydın, Prof. Dr. Salih Tuğ.’

Bu İlim Yayma Cemiyeti’ndeki beraberlikler sonra nerelere kadar uzanmış; ‘Prof. Dr. Salih Tuğ sonradan Aydınlar Ocağı Genel Başkanlığına getirilmiş. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş TRT Genel Müdürlüğüne ve sonra da İslam Kalkınma Bankası müşavirliğine… Eymen Topbaş ANAP İstanbul İl Başkanlığına, Prof Dr. Ayhan Songar TRT Yönetim Kurulu Üyeliğine… Mustafa Topbaş Al Baraka Türk Özal Finans Kurumu ikinci başkanlığına. Turgut Özal başbakanlığa.’[9]

1960 İhtilali’nden sonra tarikat-siyaset-ticaret ilişkileri bambaşka bir boyut kazanmıştı. Erbakan liderliğindeki MSP Diyanet İşleri Başkanlığı kanalı ile din görevlilerini etkisi altına almaya çalışıyordu; Süleymancılar ise Kur’an kursları ile[10]

Bu süreçte Türkiye, hem içeride hem de dışarıda birbiri ardına açılan İslami vakıf ve derneklere sahne oluyordu; Rabıta, İslam Vakfı, İslam Federasyonu, İslami Tekeffül Vakfı, İslami Kültür Vakfı, Türk Federasyonu ve Bereket Vakfı gibi…

Bu vakıfların etrafında bir çember gibi finans kurumları da açılıyordu; Faysal Finans, Al Baraka ve Tekafül Finans gibi…

Ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, İlim Yayma Cemiyeti’nde bugün bir konuşma yaptı…

[1] Uğur Mumcu, ‘Rabıta’, s. 151, UM: AG Yayınları, 2007.

[2] Yalçın, ‘Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı, E3fendi-2’, s. 49.

[3] Mumcu, ‘Rabıta’, s. 153.

[4] Mumcu, ‘Rabıta’, s. 137.

[5] Age, s. 139.

[6] Age, s. 143.

[7] Age, s. 145.

[8] Age, s. 146.

[9] Age, s. 147.

[10] Age, s. 94.

ERMENİ SORUNU DOSYASI : Ermenilerin Yaptığı Katliamlar


DÖKÜMANI İNDİRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN.

SU & ENERJİ & DOĞALGAZ DOSYASI /// Daha Entegre Bir “Nexus” Çerçevesine Doğru : Su ve Ekonomiyi (Y eniden) Değerlendirme


Dünya Bankası’nın hazırladığı raporun başlığı çok yerinde: “High and Dry”. Bu rapor, hem artan sıcaklıkların hem de su kıtlığının dünyadaki pek çok ulusal ekonomi için tehlike arz edeceği yönünde son zamanlarda yapılan uyarılardan biridir. Tehlike altındaki ekonomilerin sayısı ve toplam boyutu düşünüldüğünde bu, aynı zamanda genel anlamda küresel ısınmaya yönelik bir uyarı niteliği de taşımaktadır. Suyu “ortak bir değer” olarak değerlendiren rapor, iklim değişikliğinin ekonomi üzerindeki etkilerini “su konusunu temel alarak” yeniden düşünmemizi sağlamaktadır.

Dünya Bankası Raporu, su konusunun merkezi ve evrensel olduğu gerçeği ile başlamaktadır: “Su, iklim değişikliğinin temel etkilerini; yağış, fırtınalarda artış, sel, kuraklık, deniz seviyesinin yükselmesi ve yeraltı sularının yeniden dolumu aracılığıyla ekonomi, toplum ve çevrenin tüm alanlarına yaymaktadır. En gelişmiş ekonomilerde dahi suyun üretici potansiyelinden faydalanmak ve yıkıcı etkilerini kısıtlamak önemlidir.” Su sorunu gibi karmaşık bir fenomen yalnızca “genişletilmiş bir su nexus’u” ile aşılabilir. Bu bağlantının çerçevesi; gıda üretimi, kentsel bölgeler, enerji üretimi ve çevre gibi suyun en çok kullanıldığı alanların çoğunu kapsamalıdır.

En çok su stresinin yaşandığı mevcut bölgelerde yüzey akışında giderek artan eşitsizlikten bahsedilen noktada raporun uyarıcı üslubu en üst düzeye ulaşmaktadır: “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın büyük bölümü, Orta Asya ve Orta Amerika gibi zaten su stresiyle karşı karşıya kalan pek çok bölgede daha çok su kıtlığı görülecektir. Bu bölgelerin hepsinde yüzey akışında sürekli bir azalma kaydedilmektedir.” Yüzey akışında azalma görülmesi beklenen bölgelere daha yakından bakıldığında daha karanlık bir tabloyla karşılaşılmaktadır: “Yüzey akışındaki azalmanın büyük bir kısmı, suya erişimin tarım ve enerji için son derece elzem olduğu gelişmemiş ülkelerde gözlenmektedir.”

Raporda ele alınan temel sorun “su kıtlığının iklim değişikliğinden dolayı refah düzeyini veya ekonomik gelişmeyi olumsuz yönde etkileyip etkilemeyeceği” sorusudur. Rapor, belirli bir durumda suyun ekonomik refah düzeyini etkilemesi konusunda dört farklı ihtimal üzerinde durmaktadır. İlk olarak, “eğer su yetersiz bir üretim unsuru ise ve yetersiz biçimde tahsis edilmişse yada verimsiz olarak kullanılıyorsa, GSYH büyümesi, ticaret dengeleri ve sanayi nin yapısı gibi ölçütler üzerinden ekonomik performansın büyük bir kısmını etkileyebilir.” İkinci olarak, gerek aşırı hava ve su olayları aracılığıyla, gerekse suyun ve ilgili altyapının kötü yönetiminden dolayı, sudan kaynaklanan felaketler “canlıları ve (ekonomik) varlıkları” yıkarak doğrudan zarar verebilir. Üçüncü ihtimal “sudan kaynaklanan hastalıkların sağlık, beslenme, eğitim ve insan sermayesi üzerinde daha uzun süre etki göstererek yoksulluk ve ekonomik büyümeye yönelik sonuçlar ortaya koymasıdır.” Dördüncüsü ise su ve iklim değişikliklerinin çatışma eğilimini artıracak bir potansiyele sahip olmasıdır. Bu nedenle, suyun neden olduğu, güvenliğe ilişkin maliyetler ortaya çıkabilir.

Tüm bu sorunlar ele alındığında, kapsamlı ama esnek bir stratejiye ihtiyaç duyulmaktadır. Diğer bir deyişle, “su tahsislerinin iyileştirilmesi, gelecekteki su kullanımlarıyla ilgili eğilimlerin doyurulması için önemli olsa da”, uyum konusunda yatırım yaparak “sudan kaynaklanan sorunlara karşı da güvenlik sağlanmalıdır.” Bunların tamamı, pişmanlık yaratmayacak önlemler (tüm kaynakları aynı işe yatırmama), modüler yaklaşımlar, ve ekonomik unsurlar gibi yumuşak politikaları içince barındırabilen esnek bir çerçeveyle mümkün olacaktır. Temel olarak su ve iklime yönelik senaryolardaki yüksek belirsizlik düzeyinden dolayı esnekliğe ihtiyaç duyulmaktadır.

Raporun Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (SKH) konusundaki eleştirel bakış açısına da değinmek gerekir. Dar bir bakış açısıyla tek bir SKH olarak suya odaklanmaktansa, Rapor, suyun daha geniş bir bakış açısıyla kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi çağrısında bulunmaktadır. “Su tek başına on yedi SKH’den birini oluştursa da kapsamlı bir su ‘nexus’ (bağlantı) çerçevesi, toplumun tüm kesimlerinin su konusunda birbirleriyle nasıl bağlantılı olduklarını göstermektedir.”

Ortadoğu ve Kuzey Afrika mevcut sorunların ve bu sorunların arkasındaki olumsuz değişikliklerin çoğuna örnek teşkil eden bir minyatür örneklem niteliği taşımaktadır. Raporda şunlar belirtilmektedir: “Dünyanın zaten en kuru bölgesi olan MENA (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) bölgesinde suya erişilebilirlik daha az ve sıcaklık daha fazla olacaktır. Sulamalı tarım faaliyetleri gibi su-yoğun istihdam türlerine bağımlılık daha çok kuraklığın görüldüğü ve suya talebin arttığı bir bağlamda endişe konusu olmaktadır.” “Yüzey akışlarının yetersizliği ve sulamaya yönelik yenilenemez(fosil) yer altı rezervlerine bağımlılık” göz önünde bulundurulduğunda, rapora göre tarım faaliyetleri “bölgede görülmesi beklenen ısınma karşısında kırılgan” bir durumda kalacaktır. Rapor, Afrika’daki Sahel bölgesi ve Orta Afrika ile birlikte, Ortadoğu’nun uygun koşullar altında dahi su kıtlığından ekonomik anlamda en olumsuz ölçüde etkilenen üç bölgeden biri olduğu uyarısında bulunmaktadır. MENA bölgesindeki su kıtlığının olumsuz etkileri 2050 yılına kadar %14 oranına tırmanabilir. Bölgedeki GSYH’lerin üzerindeki bu büyük etki, pek çok çatışmanın (sadece ülkeler arasındaki çatışmalarla sınırlı olmamakla birlikte) ortaya çıkmasını hızlandırabilir.

Bu bağlamda dünyanın bu bölgesinde daha ciddi çalışmalarda bulunulması gerekmektedir. Ancak bölgedeki mevcut genel duruma bakıldığında bu pek de mümkün görünmemektedir. Doğru noktaya varmak hedefine yönelik lokalize ve sınırlı bazı uygulamalar dışında, su ve iklimden kaynaklanan sorunların çözümüne yönelik sistematik bir yaklaşımın -çok ihtiyaç duyulsa da- eksikliği görülmektedir.

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.