Etiket arşivi: KÜRT SORUNU DOSYASI

KÜRT SORUNU DOSYASI : DEVLET ELİYLE “KÜRDİSTAN”I KURUYORLAR, HÜK ÜMET HALA CART CURT EDİYOR /// YERSEN !!!!


YILMAZ ÖZDİL : Kürdistan bayrağı

​Sabah işe geldim.
Bilgisayarı açtım.
Mesaj yağmış…
“Kürdistan bayrağı tarihte ilk kez Türkiye’nin başkentinde Ankara Esenboğa Havalimanı’nda göndere çekildi, bu konuyu yazın lütfen.”

Nesini yazayım birader…

Pkk’nın tanık, TSK’nın sanık yapılmasına şaşmadın da, Kürdistan bayrağının dalgalanmasına mı hayret ettin?
“Diyarbakır’a karışırım” diyen Barzani’nin Akp kongresinde onur konuğu yapılmasından rahatsız olmadın da, Türkiye seninle gurur duyuyor diye alkışlanmasından rencide olmadın da, Kürdistan bayrağının göndere çekilmesini mi yadırgadın?

“Yaşasın Kürdistan, keşke sayın Öcalan da aramızda olsaydı” diyen Barzani’nin, başkanlık sarayını biz inşa etmedik mi?
Barzani’nin babasına anıt mezar dikmedik mi?
Kürdistan’ın başbakanlık binasını, içişleri bakanlığı binasını, merkez bankası binasını, üniversitelerini, altyapısını, alışveriş merkezlerini, toplu konutlarını, otellerini, parklarını biz yapmadık mı?
Kürdistan’ın havalimanlarını “milletin orasına koyacağım” diyen yandaş müteahhit yapmadı mı?
Barzani’nin yancısı Talabani “hiçbir pkklıyı Türkiye’ye teslim etmem, Türkiye’ye kedi bile vermem” derken, pkklıların ücretsiz tedavi edildiği hastaneleri biz yapmadık mı?
Kürdistan’da askeri faaliyet göstermeyelim diye kafamıza çuval geçirdiler… Teşekkür mahiyetinde, Kürdistan’daki Amerikan üssünü biz yapmadık mı? Kürdistan Amerikan Elçiliği’ni biz yapmadık mı?
Kendi vatandaşımıza 20 kuruştan verdiğimiz elektriği, Kürdistan’a yarı fiyatına, 10 kuruştan vermiyor muyuz?
Kürdistan’ın çöpçülük işini, çöp toplama işini biz yapmıyor muyuz?
Kürdistan silahlı kuvvetleri, takvimde başka gün yokmuş gibi, tam 29 Ekim’de, Cumhuriyet Bayramı’nda, topuyla füzesiyle Kürdistan bayraklarıyla, Türkiye topraklarında resmi geçit yapmadı mı?
Kürdistan silahlı kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrak taşıyıcısı THY uçakları tarafından taşınmadı mı?
Kürdistan silahlı kuvvetlerinin yediği lahmacunun parasını bile Türkiye Cumhuriyeti devleti ödemedi mi?
TC silinirken, Pkk bayrağı serbest bırakılmadı mı?
Pkk bayrağıyla alakalı suç duyurusunu inceleyen savcılık “sarı kırmızı yeşil renkler pkk sembolü manasına gelmez, Senegal’in Gana’nın Kamerun’un bayrağı da yeşil kırmızı sarıdır” deyip, takipsizlik kararı vermedi mi?
Bodrum’a tatile gelen yabancı turist, dövmeciye girdi, omzuna Türk bayrağı yapılmasını istedi, dövmeci Türk bayrağı yerine Pkk bayrağı kazıdı, turist şikayetçi oldu, dava açtı ama… Hapis cezasına çarptırılan pkk’lı dövmeci, sayın hükümetimizin yargı paketiyle affa sokulmadı mı?
Akp’nin başbakanı “ulus devlet ayrıştırıcıdır, ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi, bana serok Ahmet diyorlar, bana biji serok Ahmet diyen dillerinize kurban olayım, Kobani’ye selam ediyorum, Kobani’deki kardeşlerimin alnından öpüyorum” demedi mi?
Başbakan yardımcımız “Kandil’le direkt görüşülmesini arzuluyorum” demedi mi?
Tbmm başkanımız “Pkk bayrağı taşımayı suç olmaktan biz çıkardık” diye övünmedi mi?
Aynı Tbmm başkanımız “Abdullah Öcalan oruç tutardı, camiye giderdi, namazında niyazında çocuktu, kandırıldı” demedi mi? Gelmiş geçmiş en kanlı teröriste “zavallı apocuk” demeye getirmedi mi?
Akp milletvekili “pkk seçime girsin, seçilsin” demedi mi?
Akp milletvekili “bağımsız Kürdistan için silah kullanabilirsiniz” demedi mi?
Akp milletvekili “pkk terör örgütü değildir” demedi mi?
Akp genel başkan yardımcısı “Türk yoktur” demedi mi?
“Ulus devlet Allah’ın belasıdır, Türk kimliği bölücüdür, Türk bayrağı demeyelim Türkiyeli bayrağı diyelim, Öcalan çok karizmatik” diyenler, akil insan yapılmadı mı?
Türkülerinde “barutun kokusu düştü burnuma, dört bir yanı istiyorum dibinden patlatayım, tutmak istiyorum Kürdistanımı” diyen Şivan Perver’e, adeta “barış güvercini” muamelesi yapılmadı mı, Akp mitinginde düet yaptırılmadı mı?
Pkk’lılar Habur’da havai fişekle karşılanmadı mı?
Oslo’da masaya oturulmadı mı?
Apo’ya Diyarbakır meydanında Ulusa Sesleniş konuşması yaptırılmadı mı?
Pkk kurşunuyla tekerlekli sandalyeye mahkum olmuş, şeref madalyalı subayımız, Pkk itirafçısının yalanıyla intihar ettirilmedi mi?
Diyarbakır Akp teşkilatı temsili mahkeme kurup, şeref madalyalı şehit binbaşıyı müebbet hapis cezasına çarptırmadı mı?
Şehit babasına hapis cezası verilmedi mi?
Gazilerin protezlerine haciz gelmedi mi?
Şehit tabutu, portakal kasası gibi, kamyonette taşınmadı mı?
10 şehidimiz toprağa verilirken, başbakanımız şarkıcılarla birlikte Somali’ye gidip, Somalililere moral vermedi mi? Sekiz şehidimiz toprağa verilirken, dışişleri bakanımız Myanmar’a gidip, Myanmarlılara ağlamadı mı? 15 şehidimiz varken, Akp milletvekili stadyumda sünnet düğünü yapmadı mı? Sekiz şehidimiz toprağa verilirken, genelkurmay başkanı hulusi bey nikah şahidi olmadı mı?
Akp borazanı haline getirilen anadolu ajansı, Murat Karayılan’ın Kandil’deki basın toplantısını canlı yayınlamadı mı?

Nesini yazayım…

Irak Kürdistan’ı birinci çinko.
Suriye Kürdistan’ı ikinci çinko.
Tombala’nın eli kulağında mı diyeyim?

Eminim hatırlarsanız… Sınırötesi harekat yapmamıza karşı çıkan Barzani “Türkiye bizim topraklarımıza girerse, savaş anlamına gelir, karşılık veririz” dediğinde, asrın liderimiz esip gürlemişti, “Barzani muhabatım değil, haddini aştı, terör örgütüne yataklık yapıyor, söylediği lafların altında ezilir, bizim kim olduğumuzu tarih iyi bilir, biz aşiret değiliz, bedeli çok ağır olur” demişti. Abdullah Gül hiddetlenmişti, Barzani için Washington’a telefon etmiş, “susturun şu adamı, yoksa biz susturmasını biliriz” demişti. Bülent Arınç ağır konuşmuştu, “verdiğimiz ekmek bile hâlâ Barzani’nin kursağında duruyor, uyarıyorum, perişan olur” demişti. Akp grup başkanvekili tehdit etmişti, “Barzani’nin ağzından çıkanı kulağı duysun, sabrımızı taşırmasın, sonu Saddam’ın sonuna benzer” demişti. Sayın basınımız “Ortadoğu’nun dansözü, küstah Barzani, kukla Barzani, Osmanlı tokadı istiyor, günah bizden gitti, Barzani kaşınıyor, Barzani kudurdu” manşetleri atmıştı.

Breh breh breh…
Şimdi aynı Barzani, asrın liderimiz tarafından Mabeyn Köşkü’nde, binali bey tarafından da Çankaya Köşkü’nde ağırlandı mı diyeyim?

Devlet püskevit oldu mu diyeyim?

Bunların hepsi milletin gözünün önünde yaşanıyor… Sonra dönüp, aynı milletin gözünün içine baka baka “hayır diyenler pkklıdır” diyorlar mı diyeyim?

Bu kafayla gidelim, referandumda aynen devam edelim, Kürdistan bayrağını göndere çekerken, bari Türk bayrağını indirmediklerine şükredelim mi diyeyim?

KÜRT SORUNU DOSYASI /// Av. Hüseyin Özbek : PARMAK İZİ


Kürdistan bayrağını göndere ve sineye çekenler –çektirenler – üzerine fütürist bir deneme

PARMAK İZİ

Av. Hüseyin Özbek

Suçun faili belli değilse delilden sanığa gidilecektir. Bu durumda titiz bir çalışma ile suç mahallindeki her türlü delil kayıt altına alınacaktır. Delillerin kriminal laboratuarlarında incelenmesiyle en çetrefil suçların, kusursuz cinayetlerin faillerine ulaşılmaktadır. Sigara izmariti, basit bir çizik, tükürük, kıl, tüy, deri parçası, parmak izi suçlunun adaletin karşısına çıkmasını sağlamaktadır.

Toplumun gözü önünde işlenen cürümün ardından sanığın suç delilleriyle birlikte yakalanması durumunda kriminal laboratuarların mesaisine gerek kalmamaktadır. Yazının bundan sonrası için ceza hukukunu, kriminolojiyi geçelim. Bırakalım parmağı kocaman el ayasının nam olsun kabilinden izinin bırakıldığı halde kovuşturmaya kimsenin gücünün yetmeyeceği bir cürümden bahsedelim okurlarımıza.

4 Mayıs 2012 günlü gazeteler okurlarına Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin gayrı resmi başkenti Erbil’deki bir otelin açılışını müjdelediler. Kempinski, Marriot, Swiss ve Sheraton gibi otelcilik devlerinin art arda yatırım kararı almasında Erbil’e ilk adımı atan Divan’ın bölgenin sigorta sorununu çözmesinin etkili olduğunu duyurdular. Haberin devamında Koç Holding’in otelcilik markası Divan’ın açılış töreninin ayrıntıları veriliyor: Yaklaşık 100 milyon dolara mal olan 5 yıldızlı Divan Erbil’in açılışına katılan Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç: “Bölgedeki büyüme potansiyeli bizi cezbetti. Otelimiz de çok güzel oldu” derken, Koç Holding Turizm, Gıda ve Perakende Grubu Başkanı Tamer Haşimoğlu tercih nedenlerini; “ Erbil, Türk yatırımcılar ve işletmeciler için çok önemli bir potansiyel barındırıyor. Divan Grubu olarak, son yıllarda yeniden yapılanan ekonomisi ile iş hayatının kalbinin attığı Kuzey Irak’taki iş oteli ihtiyacını tespit ederek geleneksel konukseverliğimizi komşu sınırlara taşımayı amaçladık” sözleriyle açıklıyor.

Divan Erbil’in açılışına katılan Bölgesel Yönetimin Başbakanı Neçirvan Barzani, Mustafa Koç, Divan Grubu CEO’su Marcos Bekhit, Elegan Turizm Yönetim Kurulu Başkanı Sarp Turanlıgil, TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in bakır sini üzerindeki kile sağ ellerini basarak temelini attıkları dostluğun gelecek kuşaklara taşınacağı mesajını veriyorlar.

Divan Otelinin yatırımcısı Elegan Grup Yönetim Kurulu Başkanı Sarp Turanlıgil Türk işadamlarının son 2 yıldır Erbil’e ilgisinin yoğunlaştığını belirterek; “ 11 yıldır buradayım. Ahmet Özal site yapıyor, havalimanını da Türkler yaptı. Şu anda 15 bin kayıtlı oturma izni olan Türk var. 957 kayıtlı şirket Erbil’de” açıklamasını yapıyor.

Divan Oteli’nin girişindeki 2 büyük mağazadan biri Setur’un ( Koç ) diğeri Beymen’in ( Boyner Holding ). Açılışa kocası Boyner Holding Yönetim Kurulu Başkanı Cem Boyner ile katılan TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner; “ Bu bölge gelişim açısından büyük potansiyel taşıyor. Bana sadece Exxon Mobil’in 7 bin eksperinin Irak’ta olduğunu söylediler” diyerek Kuzey Irak’ın uluslar arası sermaye devleri için önemini vurguluyor. Boyner Grubunun yatırım kararında Neçirvan Barzani’nin; “ Erbil’in İstanbul’dan bile daha güvenli” olduğuna ilişkin sözlerinin etkili olduğu anlaşılıyor. Beymen Genel Müdürü Elif Çapçı 20 milyon dolar ciroya ulaştıkları Kahire’deki mağazada Arap Baharından sonra işlerin düştüğünden yakınırken İstikrar ve potansiyelin olduğu Erbil’de 10 milyon dolarlık ciro beklentisini vurguluyor.

Zaman Gazetesi; “Koç, Kuzey Irak’a Divan’la girdi” başlığının altında iri puntolarla; “Koç Grubu, yurtdışındaki ilk Divan Oteli’ni Kuzey Irak bölgesel yönetiminin merkezi Erbil’de açtı. Amerikalılardan İtalyanlara dünyanın dört bir yanından yatırımcının aktığı K.Irak’ta Koç’un otel açması, Türkiye için ayrı bir anlam taşıyor. Erbil’de yönetim, altyapı, ulaşım, eğitim, sağlık hizmetleri ve iletişim gibi alanlarda üç-beş yıl içinde 20 milyar dolarlık yatırım planlanıyor” cümleleriyle konuya giriyor. Zaman muhabirinin yorumu yanı başımızda çizilen yeni siyasi coğrafyayı müjdeliyor: “Amerikalı Citi Group bir ülkeye giriyorsa da tesadüfi değildir, ayrılacaksa da öylesine verilmiş bir karar değildir. Görünen görünmeyen siyasi iktisadi ve içtimai sebepleri uzun uzun analiz ettikten sonra verilmiş kararlardır bunlar. Koç da öyle yapıyor.” Yazı Koç’un Bağdat’ı bir yana iterek merkezi yönetimle şekli bağlarını da koparmak için bahane arayan bölgesel yönetimle iş tutmasının şifrelerini de veriyor. Yazının bütününden Koç’un Atlantik ötesinin şemsiyesi altında palazlandırılıp petrol devletçiğine dönüştürülecek bir istikrar adacığına yatırım yaptığı anlaşılıyor. Yazı kile el basmayı Kuzey Irak’ın Türkiye’ye hiç olmadığı kadar yakınlaştığının aynadaki aksi sayılabileceği cümlesiyle sona eriyor.

Zamanın ruhunu iyi yakalayan Zaman işin peşini bırakmaya niyetli değil. Washington’un yüksek tavanlı salonlarında, Pentagon’un girilmez odalarında, CİA laboratuarlarında yazılımı programlanıp, şifreleri kodlanan Kürdistan’ın kutlu doğumundan müjdeler vermeye devam ediyor. 7 Mayıs 2012 günlü Zaman, Barzani’ nin açıklamalarını haberleştirmiş; ( Otel açılışında Türk gazetecilerin sorularını cevaplandıran Neçirvan Barzani, Türkiye’nin en büyük gruplarından Koç’un Erbil’de iş yapmaya karar vermesinin kendileri için önemine işaret ederek; “Benim şahsen Sayın Mustafa Koç Bey ile kardeşçe bir ilişkim var. Koç topluluğu gibi büyük grupların buraya gelerek yatırım yapmalarını bekliyoruz. Biz Türkiye ile her yönden iyi bir ilişkide bulunmak istiyoruz” dedi. Barzani, petrol üretimi konusunda Türkiye’nin tecrübelerinden faydalanmak istediklerini, inşa halindeki 2 rafineriden birinin Türk şirketi Genel Enerji tarafından yapıldığını kaydetti. Bağdat yönetimiyle petrol gelirleri konusunda yaşanan sorunlara değinen Barzani Kürdistan bölgesi olarak bu konuda ısrarlı olacaklarını belirtti. ABD Petrol devi Exxon Mobil ile yaptıkları anlaşmanın Bağdat tarafından kabul edilmemesine tepki gösterdi. Başbakan Erdoğan’ın ilk kez kendisini aramasının çok anlamlı olduğunu söyleyen Barzani açıklamasını: “İnşallah yakın zamanda ben de Ankara’ya geleceğim. Bu ilişkimizin daha da gelişeceğine inanıyoruz. Bence Türkiye Irak’ın en iyi konumdaki komşusudur. Türkiye tüm Irak’taki oluşumlar için hayırsever bir rol oynamaya çalışmıştır” sözleriyle bitirdi.)

Medyanın Kürdistan kroniğine azıcık ara verip Atlantik ötesinin sahnelediği post modern tragedyanın arka planına göz atmanın zamanıdır. Antik Yunan Tragedyaları yaşlılar korosuyla başlar. Koro oyunun başlangıcında seyirciye birazdan olacakların ipuçlarını verir. Olimpos’taki tanrıların yazgısının kişilerce yaşanacağını, kaderin değişmezliğini, insan çabalarının tanrısal yazgı karşısındaki acizliğini dillendirir. Biz 21. Yüzyıl tanrılığına soyunanlarca sahnelenen oyunda Antik dönemin aksine tek tek kişilerin değil milletlerin kaderlerinin nasıl çizildiğine getirelim sözü. Kuzey Irak’taki oluşumun bu günü ve yakın geleceğini, değişmez yazgısını cümle aleme duyuran tek kişilik koro Peter Galbraith’ ekulak verelim.Bölgesel Kürt yönetiminin başkanı Mesud Barzani’nin danışmanı ABD’li diplomatınKürt Haber Sitesi Rudaw’da yayınlanan açıklamaları yoruma gerek kalmaksızın sahnelenen oyunu gözler önüne seriveriyor:

“Rudaw: Balkan devletleri bağımsızlıklarını kazandıklarında orada görevliydiniz. Deneyimlerini göz önüne aldığınızda, Irak’ta Kürtler için de böyle bir durum gerçekleşebilir mi?

Galbraith: Kürtler 90 yıl boyunca Irak’ın bir parçası olarak yaşadılar. Ancak Irak bunu değerlendiremedi. Balkanlar’da da gördüm ki, eğer bir halk bağımsızlık istiyorsa onu elde eder.

Rudaw: Size göre Irak’ta bir Kürt Devleti kurulması konusunda engeller nelerdir?

Galbraith: Mesut Barzani ve Başbakan Neçirvan Barzani tam bağımsızlık yolunda pek çok önemli sorunu çözdüler. Türkiye ile yakın ekonomik ilişki kurarak petrol endüstrisinin gelişmesini, diğer alanlarda yatırım gerçekleştirilmesini ve ekonomik bağımsızlığın tesis edilmesini sağladılar. Kürtlerin bu karmaşık bölgede ABD’nin en önemli müttefiki olduğunu ispat ettiler.

Rudaw: ABD’nin bağımsız Kürt devletini destekleyeceğini düşünüyor musunuz?

Galbraith: ABD genel olarak mevcut durumu destekler ve ayrılmalara sıcak bakmaz. Ancak mevcut gelişmeler ABD’yi seçeneksiz bıraktı. ABD olası bir bağımsız Kürt devletini destekleyecektir.

Rudaw: Kürt liderler ABD’nin petrol devi Exxon Mobil’in Kürt bölgesine gelmesini büyük sevinçle karşıladılar.

Galbraith: Kürt petrol sanayisi açısından dünyanın en büyük petrol şirketinin bölgeye yatırım yapmasından daha büyük bir güvence yoktur.

Rudaw: Barzani’nin petrol politikası hakkında görüşleriniz nelerdir?

Galbraith: Politikalar Kürt halkına büyük yarar sağlayacak ve yüzyılların hayali olan bağımsız devlet düşüncesini gerçekleştirecektir.”

ABD’li diplomatın cevapları, milenyum tanrılarının belirlediği bölgesel yazgıyı baştan açıklayıp milleti oyunun sonuna kadar sürecek meraktan birinci perdede kurtarmak anlamına geliyor. Koç’un Kuzey Irak’a Divan’la girmesinin bireysel tercihten çok yönetmenin verdiği rolün gereği olduğunu kavramak da oyunu temaşa eyleyenlerin ferasetine kalmış oluyor.

Türkiyeli sermayenin ve Türkiye’yi yönetenlerin bölgeye yönelik girişimlerinin arka planını öğrenmek mi istiyorsunuz? O halde sahneye koyucunun iradesini akıldan çıkarmadan seyirciyi sürükleyip götüren büyük oyunu izlemeye devam edelim. Zaman’ın 15 Mayıs nüshasında Çukurova Holding’in çoğunluk hisselerine sahip olduğu petrol şirketi Genel Energy’nin Kuzey Irak’taki petrol arama sahalarını artırdığına ilişkin haberin ayrıntılarına girelim. Erbil’in doğusunda 246 kilometrekarelik alana sahip Bina Bawi sahasındaki petrol arama lisansının yüzde 23 hissesini 175 milyona Holdingin satın aldığını bir güzel okuyalım. Genel Enerji’nin CEO’su Tony Hayward’ ın; “ Var olan ana sahalarımızdan biri olan, bir boru hattı ile bölgenin ana ihracat boru hattı olan Kerkük-Ceyhan’a uzanan petrol boru hattına bağlamayı planladığımız Tag Tag sahamızın hemen yanında bulunan, oldukça yüksek kalitedeki sahayı satın alıyoruz. Anlaşma pozisyonumuzu geliştirmiş ve bizim Kuzey Irak Bölgesi’ndeki kaynaklarımızın istikrarlı, umut vaat eden bir bölge olarak kabul edilen arazi aracılığıyla inşası stratejimize çok uymaktadır” sözlerinden, Bağdat’ın aradan çıkarılarak, hukuken devlet olmayan petrol derebeyliği ile iş tutmanın hangi aşamalara geldiğini anlayalım.

Divan’ın açılışında dile getirdiği davet arzusuna yeşil ışık yakılınca soluğu Ankara’da alan Barzani ilk yurt dışı resmi ziyaretini Türkiye’ ye yapmış oldu. Ayrıntıları biz yine 18 Mayıs tarihli Zaman’dan takip edelim:

Neçirvan Barzani göreve geldikten sonra ilk ziyaretini Türkiye’ye yaptı. Barzani Ankara’da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüştü. Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın da katıldığı toplantıda petrol ürünleri satışı, iki ülke arasındaki kamyon ticareti, sınır kapılarının yetersiz kalması, Türkiye’nin en az iki tane daha sınır kapısı açma isteği, elektrik satışı gibi konular gündeme geldi. Türkiye’nin Irak ticaretinin 8 de 5’ inin kuzeydeki yönetimle yapıldığını hatırlatan diplomatik kaynaklar enerji konusunda da birçok alternatifin ve işbirliğinin konuşulduğunu kaydetti.”

Barzani Türkiye’de en üst düzeyde ağırlanırken Başbakan’ın Irak’la ilgili açıklamalarına tepki gösteren Bağdat’ın Türkiye’yi bir kez daha protesto ettiğini okurlarımıza hatırlatalım. Irak yeni protestosunun nedeni olarak Türkiye’nin Musul ve Basra başkonsoloslarının faaliyetlerinin diplomatik maksadı aşmış olmalarını gösterdi.

Ziyaret karşı ziyareti doğurmuş olmalı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, 20 Mayıs’ta Stratejik Teknik Ekonomik Araştırmalar Merkezi’nin ( SETAM ) düzenlediği 1. Uluslar arası Enerji Konferansı’na katılmak için Erbil’e gitti. 2007’de ara verilen petrol alıp petrol ürünü verilmesi uygulamasına tekrar başlanacağının altını çizerken ilk uygulamanın tankerlerle yapılacağını söyledi. Kerkük-Yumurtalık ham petrol boru hattının kapatılmasının söz konusu olmadığını belirten Yıldız, tam tersine yüzde 100 kapasite ile kullanılmasından yana olduklarını vurguladı. Bölgesel Kürt Yönetimi Tabii Kaynaklar Bakanı Asthi Hawrami toplantıda yaptığı konuşmada Kuzey Irak’tan çıkarılan doğalgazın Türkiye’ye ulaştırılması için bir proje üzerinde çalıştıklarını belirterek, öncelikli hedefin Güneydoğu Anadolu’daki kentler olduğunu söyledi. Haberi Sabah Gazetesi; “Kuzey Irak Petrolü Türkiye’den Gidecek” manşetiyle verirken Milliyet “Kürt Gazı Güneydoğu’ya BOTAŞ’la geliyor” başlığını uygun bulmuş. Hawrami’nin açıklaması Irak Kürdistan’ı ile Güneydoğu Anadolu’nun ekonomik entegrasyonla tek bölgeye dönüştürülme işinde epeyce yol alındığını göstermektedir. Ekonomik bütünleşmenin ardından siyasal bütünleşmenin geleceği, Türkiye’ye siyasi coğrafyasını küçültmesinin dayatılacağı anlaşılmaktadır. Hürriyet’ten Erdal Sağlam’ın29 Mayıs tarihli makalesini tekelci sermayenin konuya bakışını olarak okumak gerekiyor:

Hükümet bence enerji alanında en olumlu adımlardan birini geçen hafta attı ve Kuzey Irak Kürt Yönetimi ile kapsamlı bir enerji anlaşması imzaladı… Geçen Hafta Radikal’de Cengiz Çandar, bu anlaşmayı Türkiye’nin, bölgenin ve doğrudan Kürt sorununun geleceğini ilgilendiren çok önemli bir gelişme olarak özetledi. ABD’li Exxon’un geçen yıl, Irak Merkezi yönetimiyle yani güneydeki zengin bilinen kaynakları tehlikeye atacak adımı atıp, Kuzey Irak’ta aramalara başlaması, tüm dünyanın enerji açısından bölgeye olan inancını artırdı ve gelişmeler peşi sıra gelmeye başladı. Şimdi dev petrol şirketleri bölgede arama izni istiyor.”

Irak Bölgesel Kürt Hükümeti Başbakanı Neçirvan Barzani aynı toplantıda yaptığı konuşmada Türkiye’nin kendileri için çok önemli bir çıkış kapısı olduğunu söyledi. Barzani’nin; “ Türk kardeşlerimizle bu gün burada olmamız, aramızdaki işbirliğinin de göstergesidir. Türkiye Kürdistan bölgesinde büyük yatırımlar gerçekleştirdi. Türkiye buradaki en büyük yabancı yatırımcı konumundadır. Kürt Bölgesi ve Türkiye arasındaki stratejik ilişkilerin geliştirilmesi çok önemli. Karşılıklı anlayış ve ortak çalışma her iki taraf için de fayda sağlayacak” açıklaması Irak merkezi hükümeti ile köprüleri atıp Kürdistan’ın inşasında fazla mesai yapan Yeni Türkiye’ye duyulan minnetin ifadesi olarak okunmalıdır.

Reuters’in “ Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi dün petrol ihracatının Türkiye üzerinden yapılacağını açıkladı” başlığıyla verdiği habere toplantının özeti demek yanlış olmaz. Reuters,in 2013 Ağustos ayına kadar yapılacak olan yeni boru hattı ile bölgenin petrolünün yurtdışına açılacağını duyuran haberinden Yeni Türkiye’ye verilen rolü de anlamış oluyoruz. İngiliz Telegraph gazetesi; “Kürdistan, Irak’ın yarı özerk bölgedeki petrol şirketlerine güç katacak. Siyaseten tartışmalı bir adımla sınırın öte tarafındaki Türkiye’ye ham petrol taşımaya başladığı anlaşılıyor” diye başladığı haberinde petrol analisti Malcolm Graham-Wood’un değerlendirmesine yer verdi. Wood’un: “Bu kadar erken beklemiyorduk. Sınırın açılması, Kürdistan’ın petrol satma imkanına imkanını muazzam biçimde artırıyor” analizinden döşenecek borudan Türkiye’ye tarafına petrol, Kuzey Irak’a ise kundaktaki Kürdistan’ı ayağa kaldıracak oksijen akacağını anlıyoruz.

Türkiye’nin Bağdat’ı atlayarak Bölgesel Kürt yönetimi ile petrol anlaşması yapması ve ithalata başlamasına karşı Merkezi Irak’ın tutumuna değinmenin zamanıdır. Bağdat’ta açıklama yapan hükümet sözcüsü Ali El Debbağ; “Türkiye toprakları üzerinden yapılan yasa dışı petrol ihracatını durdurmak zorunda. Petrol ve doğalgaz bütün Iraklılara aittir. Bunlar Merkezi Hükümet tarafından ihraç edilmeli, gelirleri de bütün Iraklıları temsil eden Merkezi Hükümete gitmeli” dedi. Bağdat’ın açıklamasına karşılık veren Ekonomi bakanı Zafer Çağlayan ise yetkinin Gümrük ve Ticaret Bakanlığında olduğunu belirterek; “ Kuzey Iraktan petrol sevkiyatının yapılmasında engel yoktur “ dedi. ( 1-2 )

Merkezi hükümetin sert tepkisine karşılık verircesine Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu ( EPKD ) İstanbul merkezli Siyah Kalem şirketine Kuzey Irak’tan doğalgaz ithaline yönelik resmi anlaşma yapması için 90 günlük süre verdi. ( 3 )

Merkezi yönetimi devre dışı bırakarak Kuzeyle geliştirilen ilişkilere karşı Bağdat’ın tepkisi protesto ile sınırlı kalmadı. Irak, 17 Temmuz günü sabah saatlerinde hava sahasını uçuşa kapatınca 4 Türk uçağı Erbil’de mahsur kaldı. Irak Sivil Havacılık Otoritesi yaşanan elektrik kesintisi nedeniyle radar sisteminin devre dışı kalması üzerine hava sahasını kapattığını bildirdi. Aynı saatlerde konuşan Irak Başbakanı Maliki ülkesinin hava sahasının komşu ülke uçakları tarafından ihlal edildiğini söyleyerek: “ Ülkemizin egemenliği hedefleniyor. Bunun karşısında suskun kalmayacağız” dedi. ( 4 ) Maliki ile Debbag’ın açıklamaları diplomasinin örtülü söylemini kullanmadan Türkiye’ye yönelik ciddi uyarı özelliği taşımaktadır.

Aynı süreçte Bölgesel Kürt yönetimi ile doğrudan ilişki kurup anlaşmalar yapan diğer ülkelere ve şirketlere karşı da Irak’tan ciddi uyarılar gelmeye devam etti. ABD petrol devleri Exxon ve Chevron’ dan sonra Fransız şirketi Total’in de Bölgesel Kürt yönetimi ile petrol anlaşması yapması Bağdat’ın sert tepkisine yol açtı. Total’den ya Kürt yönetimi ile yaptığı anlaşmayı askıya almasını ya da güneyde işlettiği Halfaya petrol sahasındaki payını satmasını istedi. Irak Petrol Bakanı Hüseyin El Şeyristani’ nin sözcüsü Faysal Abdullah; “ Irak, Total’den yasalarına saygı gösterip Kürt bölgesiyle yaptığı anlaşmayı dondurmasını veya Halfaya petrolünü unutmasını istedi” açıklamasında bulundu. ( 5 )

Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Merkezi yönetimin bilgisi dışında Kerkük’ü ziyaret etmesi eleştiren Irak Başbakanı Maliki; “ Ahmet kardeşimin ziyareti gündemde değildi. Kerkük ziyaretiyle şok olduk. Ne vali ne dışişleri bakanı ne de ben bu ziyaretten haberdar edildik. Sadece ziyaret değil, Kuzey Irak yönetimiyle böylesine açık olmayan bir tavır sergilediğini araştırmak için komisyon kurduk” açıklamasında bulundu.Türkiye’nin bir etnik unsurun lehine, diğerinin aleyhine hareket etmeye başladığı yönünde bir görüntü verdiğini belirten Maliki; “ Sıfır sorunla önemli mesafe kat edildi. Ama yine başa döndük. Etnik ve mezhepsel farklılıkları kışkırtan her ülke bilmelidir ki bu politikalar fazlasıyla kendilerine dönecektir” diye konuştu. Türkiye’nin Kürt Bölgesel yönetimi ile ilişkileri konusuna değinen Maliki: “ Alışveriş yapılıyor, sınır açılıyor, anlaşmalar yapılıyor. Onlar bizim yönetimimiz, sıkıntımız yok ama ilişkiler merkezi yönetim üzerinden gerçekleşmeli. Türkiye de bizim doğrudan etnik gruplarla iletişime geçmemizi kabul etmez. Başka ülkelerin iç işlerine karışmak gibi bir niyetimiz de yok. Petrol boru hattı kurulmasına izin verilmesi bizi endişelendiriyor. Bunlar teamüllere aykırı. Merkezi yönetimi onayı olmadan temas olmaz” diyerek Türkiye’yi açıkça uyardı.( 6 )

Makalemizde Türkiye’nin bitişiğinde emperyalizmin himayesinde hormonal biçimde büyütülen petrol despotluğunun inşasında Türkiye’ e verilen taşeronluk görevi incelenmeye çalışılmıştır. Mayıs-Ağustos 2012 arası gelişmelerin kronolojisi Türkiye açısından endişe vericidir. Cumhuriyetin kuruluşundan yakın zamana kadar sürdürülen içerde milli bütünlüğü korumaya, dışarıda komşuların toprak bütünlüğüne saygıya dayalı geleneksel duyarlılığın Türkiye’yi yönetenlerce terk edildiği anlaşılmaktadır. Dünyaya hükmedenlerin çıkarlarının Türk milletinin çıkarlarından öncelikli hale geldiği görülmektedir. Kurtuluş Savaşını vermiş bir milletin kolektif kimliğine, tarihsel mirasına yakışmayan biçimde emperyalizmin bölgesel tetikçiliğine soyunmanın devlet tercihine dönüştüğü açıktır. Tekelci sermaye ile siyasi iktidarın sistem tarafından Irak’ta kendilerinden beklenenleri yapma konusunda mutabakat içinde olduğu anlaşılmaktadır.

Demokratikleşme, sivilleşme, yerel diktatörlüklerin tasfiyesi söylemi, ulus bütünlüğünü parçalamanın, toplumu kabilelere, inanç gettolarına ayırmanın manivelası olarak kullanılmaktadır. Ulus devlet yıkılıp, millet bilincinin yerini sürüleşme alınca küresel yağmanın önünde bir engel kalmamaktadır. Ulusları parçalamanın makyaj söylemlerinin arka planına bakıldığında gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Exxon Mobil başta olmak üzere Total, Shell, BP gibi küresel enerji akbabalarının art arda Kuzeydeki ganimete üşüşmeleri Irak’ın niçin parçalandığını yeterince izah etmektedir.

Hazin olan eninde sonunda Türkiye’ye uzanacak bir fesat coğrafyasının ırmaklarından bal, ovalarından yağ akan yeryüzü cenneti olarak halka yutturulma gayretidir. Türkiye’ye sıçrayacak etnik radyasyon santralinin Bizans sermayesi ile imanı, inancı vatansızlaştıranlar koalisyonu imeceliğinde inşasıdır.

Uluslar arası sermayeye eklemlenmiş tekelci sermaye ile ulus ötesinin istemlerini itirazsız kabul eden siyasi anlayışın ortak cürümünün kanıtı olarak tarihe geçecek olan parmak izlerini hiç kuşkusuz ki gelecek kuşaklar tiksintiyle seyredeceklerdir.

21 Ağustos 2012

1) 17 Temmuz 2012 Cumhuriyet

2) 18 Temmuz 2012 Aydınlık

3) 18 Temmuz 2012 Habertürk

4) 18 Temmuz 2012 Zaman

5) 14 Ağustos 2012 Vatan )

6) 16 Ağustos 2012 Radikal

KÜRT SORUNU DOSYASI : Toprak Ağası Şeyh Sait (BÖLÜM 2)


Ayaklanmanın başladığı günlerde, Bağdat’taki Fransız Komiserliği Paris’e 40 sayfalık bir rapor gönderdi.

Ortadoğu’da, birbiriyle çelişen Fransız-İngiliz çıkarlarını ve buna bağlı olarak Kürt-İngiliz ilişkilerini irdeleyen raporda, Şeyh Sait’ten de söz ediliyor; şunlar söyleniyordu:

“Şeyh Sait, 1918 yılından beri amacı İngiliz Mandası altında bir Kürt devleti kurmak olan İstanbul Kürt Komitesi’ne bağlı olarak çalışmaktadır.

Şeyh Sait, 1918’de, Kürdistan Bağımsızlığı Türkiye Komitesi lideri Abdullah Bey tarafından, İngilizlerin Kürt politikasındaki temel unsurlardan olan Binbaşı Noel’le ilişkiye geçirildi…”(1)

Şeyh Sait ayaklanması sürdüğü günlerde Bağdat’taki Fransız Yüksek Komiserliği, Paris’e gönderdiği bir başka raporda şunları söylüyordu:

“Kürt ayaklanması, birdenbire kendiliğinden ortaya çıkmadı.

Kürdistan dağları yabancıların kışkırtması ve desteğiyle ayaklandı.

Bölgede çıkan olaylar, İngilizlerin uğradıkları yenilgiden sonra hiç affetmedikleri Mustafa Kemal’e ve Ankara’daki Meclis’e karşı yürüttükleri siyasetin bir parçasıdır…

Kürt ayaklanması bundan daha iyi koşullarda patlak veremezdi.

Ayaklanma, Türklerin Musul üzerindeki iddialarını araştıran Komisyon’da, Türklerin kendi topraklarındaki Kürtler arasında bile huzuru sağlamayacağını gösterecekti”.(2)

Şeyh Sait ayaklanmasını İngilizlerle birlikte, devrik Padişah Vahdettin de destekledi.

San Remo’daki villasında, Kürt Teali Cemiyeti üyesi ve Serbesti Gazetesi sahibi Mevlanazade Rıfat’tan “Kürdistan olayları” hakkında sürekli bilgi alıyor ve aldığı bilgiyi Bükreş’te kurulmuş olan Hilafet Komitesi’ne iletiyordu.

Bu komite, Damat Ferit ve eski İçişleri Nazırı Mehmet Ali önderliğinde, Türkiye’de hilafetçi bir darbe hazırlıyordu.(3)

Atatürk, ayaklanma haberi geldiğinde, Aşar vergisinin kaldırılması ve Türk Teyyare Cemiyeti’nin kurulması gibi önem verdiği iki konu üzerinde çalışıyordu.

Doğu ve Güneydoğu’da, dış desteğe dayalı bir kalkışma onun için beklenmeyen bir durum değildi.

İngiltere Musul’u ve petrolünü istiyordu, o ise Musul’un Misaki Milli Sınırları içinde olduğunu dünyaya duyurmuştu.

İngiltere, “gizli faaliyetlerle Türkiye’yi Musul’dan vazgeçirmeye” çalışacak(4), bunun için kimi Kürt aşiretlerini kullanacaktı.

Elli yıl sonra açıklanan İngiliz gizli belgelerinde yazılı olan bu durumu, Mustafa Kemal o günlerde sanki belgeleri okumuş gibi açıkça görmüştü.

İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliği’nde görevli Kidston, 1919’da “Kürtleri kullanmamız çıkarlarımız gereğidir” derken, Elçilik Müsteşarı Hohler, “Kürt sorununa verdiğimiz önem Kuzey Mezopotamya (Kuzey Irak y.n.) bakımındandır. Kürtlerin ya da Ermenilerin durumu beni hiç ilgilendirmiyor” diyordu.(5)

Ayaklanmanın yayılması nedeniyle, sonuç getirecek etkili önlemlerin alınması gerekiyordu.

Dış destekli etnik ve dinsel ayaklanma kısa sürede bastırılmazsa, “yer altında pusuya yatmış” eski düzen yanlısı gericiler yüreklendirebilir, henüz tam olarak yerleşmemiş olan genç Cumhuriyet için tehlike oluşturabilirdi.

Sorun, bölgesel değil, uluslararası boyutu olan ulusal bir sorundu.

Alınacak önlemler, sorunun niteliğine uygun, yani ülkenin tümünü kapsayacak biçimde olmalıydı.

Ayaklanmaya, niteliğine uygun tanı koyamayan Fethi Bey, 3 Mart 1925’te Başbakanlıktan çekildi ve İsmet Paşa yeni hükümeti kurmakla görevlendirildi.

Meclis’te ve Cumhuriyet Halk Fırkası kümesinde, “silah çekmeye varan öfkeli tartışmalar”(6) oldu.

Sonunda, parti ve devlet başkanı olarak Mustafa Kemal’in toplantıya çağrılmasına ve görüşünün alınmasına karar verildi.

Ayaklanmanın, kapsam ve niteliğini ortaya koyan, aydınlatıcı bir konuşma yaptı.

Ayaklanmanın, ulus varlığına ve onun devlet örgütüne yönelen bir hareket olduğunu, bu nedenle “milletin elinden tutulması gerektiği”ni söyledi ve konuşmasını şu ünlü sözüyle bitirdi: “Devrimi başlatan tamamlayacaktır”.(7)

İsmet Paşa Hükümeti, ilk iş olarak, daha önce çıkarılmış olan Hıyaneti Vataniye Kanunu’na bir madde ekleyerek, vatan hainliği kavramını genişletti.

Meclis, bu tasarıyı 25 Şubat 1925’te yasalaştırdı.

Bir hafta sonra 4 Mart 1925’te Takriri Sükûn Kanunu çıkarıldı.

Üç gün sonra 7 Mart’ta, biri Doğu illerinde öbürü Ankara’da görev yapacak iki İstiklal Mahkemesi kuruldu.

Hemen ardından kısmî seferberlik ilan edildi.

Meclis, Takrir-i Sukûn Kanunu’nu, 22 red oyuna karşılık 122 oyla kabul etti.

Üç gün sonra İstiklal Mahkemelerinin savcı ve yargıçlarını seçti.(8)

Türkiye, yeni bir döneme giriyordu.

İki yıllık geçici bir süre için (bir kez uzatılacaktır) çıkarılan Takrir-i Sukûn Kanunu, yeni devletin yerleşip güçlenmesi uğraşısına yaşamsal önemde katkı sağlayacak, Türk Devrimi’nin doğal akışını kolaylaştıracaktı.

Cumhuriyet, demokrasi ya da insan hakları adına, kendi varlığına yönelen karşı devrime izin vermeyecekti.

Vatana İhanet kavramını genişleten yasa değişikliği, “dinin ve dinin kutsal saydığı kavramların siyasi amaçla kullanılması” suçunun açık tanımını yaparak yasakladı.

Bundan böyle, “dinin siyasi çıkar için kullanılması” amacıyla; örgüt kurulması, kurulmuş olanlara üye olunması ve halk içinde çalışma yapılması, yönetim biçimini ve devlet güvenliğini tehlikeye atan bir eylem sayılacak ve vatana ihanetle suçlanacaktı.(9)

Mustafa Kemal, Türkiye’nin gelişmesi önünde engel oluşturan sorunları, Şeyh Sait ayaklanmasından başlayarak kökünden çözmeye karar vermişti.

Meclis’in, Takrir-i Sükûn Kanunu’yla yürütmeye verdiği yüksek yetki, asal olarak Şeyh Sait Ayaklanması’nın bastırılması için verilmişti.

Ancak, bu yetki aynı zamanda, ülkenin gelişimi yönünde, önemli bir yaptırım gücü yaratmıştı.

Bu gücün kullanımı, Şeyh Sait Ayaklanması’nın bastırılmasıyla sınırlı tutulmayacak, ayaklanmaya kaynaklık eden geriliğin köküne inilecek, ülke bunlardan tümüyle kurtarılacaktı; sonuç değil, nedenler üzerinde durulacaktı.

Mustafa Kemal, ayaklanma konusunda Genel Kurmay’da yapılan toplantılara katıldı; hazırlıklardan sürekli bilgi aldı, görüş ve önerilerini iletti.

Belirlenen plana göre, ayaklanmacılar dokuz tümenlik bir orduyla kuşatılacak, harekata hava gücü de katılacaktı.

Ancak, bu iş zaman alacaktı çünkü bölgede araç kullanımına elverişli yol yoktu ve gidilecek hemen her yer sarp kayalıklarla doluydu.

Kış olduğu için, geçitler kar yığınlarıyla kapanıyor, takviye birlikleri cepheye varana dek yüzlerce kilometre yürümek zorunda kalıyordu.

Bağdat demiryolunun Güneydoğu bölümüne ait işletme hakkını elinde bulunduran Fransızlar, Türklerin demiryolundan yararlanmasına, “askeri birliklerin İngilizlere karşı kullanılmaması koşuluyla”(10) izin vermişti.

1925 Mart sonunda askeri hazırlık tamamlanmış, bütün ayaklanma bölgesi çember içine alınmıştı.

Olanakların sınırlılığına karşın hızlı davranılmış; bir ay içinde İran, Suriye ve Kuzey Irak’a giden tüm kaçış yolları kesilmişti.

Nisan ortasında, Şeyh Sait ve yanındakiler kuşatıldı.

Durumu umutsuz gören Şeyh Sait, yenilgiyi kabul ederek kendi isteğiyle teslim oldu.

Üzerinde “çeşitli belgeler” ve yetkilileri şaşırtacak kadar çok altın çıktı.(11)

Doğu İstiklal Mahkemesi’ne, ayaklanmayla ilgili olarak 389 sanık getirildi.

Savcı, iddianamesinde; yönetici konumda olan sanıkların, “din perdesi altında, dinle ilgisi olmayan” eylemleriyle, “vatana ihanet” suçunu işlediklerini, bu nedenle ölüm cezasıyla cezalandırılmaları gerektiğini belirtti.

Kırk sekiz kişi, “idama mahkum oldu”; bir bölüm sanık hapis cezasına çarptırıldı, bir bölümü suçsuz bulundu.

Kimi aşiret reisleri ve ağalar, Batı bölgelerinde oturmaya zorunlu kılındı; Doğu’da, kimi bölgelere göçmen yerleştirildi.(12)

DİPNOTLAR

(1) “Fransız Dışişleri Bakanlığı Gizli Belgeleri”, E-Levant (1918-1929) Kürdistan Caucase Servisi, Vol.101, sf.25; ak. Uğur Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması” Tekin Yay., 19.Baskı, İst.-1995, sf.168

(2) “Fransız Dışişleri Bakanlığı Gizli Belgeleri”, E-Levant (1918-1929) Kürdistan Caucase Servisi, Vol.101, sf.25; ak. Uğur Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması” Tekin Yay., 19.Baskı, İst.-1995, sf.97

(3) “Osmanoğullarının Son Padişahı Vahdettin Gurbet Cehenneminde” Mümtaz Tarık Göztepe, Sebil Yay., sf.158; sk. U.Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması” Tekin Yay., 19.Baskı, İst.-1995, sf.59

(4) “Bozkurt” H.C. Armstrong, Arba Yay., İst-1996, sf.191

(5) “Kürt-İslam Ayaklanması” U.Mumcu, Tekin Yay., 19.Bas. İst.-1995, sf.24

(6) “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.467

(7) “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.219

(8) “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri IV” Kaynak Yay. 3.Bas., 2001, sf.193

(9) “İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. 6.Baskı, İst. 1984, sf.301

(10) “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.469

(11) “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.226

(12) a.g.e. Sf. 227

KÜRT SORUNU DOSYASI : Toprak Ağası Şeyh Sait (BÖLÜM 1)


Bir Jandarma birliği, altı asker kaçağını yakalamak için, 13 Şubat 1925’te Bingöl’ün Eğil Bucağı’na bağlı bir köy olan Piran’a geldi.

Birlik komutanları Teğmen Mustafa ve Teğmen Hasan Hüsnü, her zaman yaptıkları işin Piran’da, Cumhuriyet tarihinin önemli olaylarından birini başlatacağını kuşkusuz bilmiyordu.

Piran, Şeyh Sait’in kardeşi Şeyh Abdurrahman’ın köyüydü ve ayaklanma hazırlığı içindeki Şeyh Sait, üç yüz atlısıyla birlikte o gün oradaydı.(1)

Şeyh Sait, kaçakları vermek istememiş, teğmenler görevlerini yapmak zorunda olduklarını bildirince, subay ve askerler üzerine ateş açılarak, iki teğmen esir edilmişti.(2)

“Birkaç ay sonra başlatılması” düşünülen ayaklanma, bir rastlantı sonucu 13 Şubat’ta başlatılmıştı.(3)

Şeyh Sait, bölgedeki Nakşibendi Tarikatı’na bağlı Sünni müridlerin önderi, okuma yazma bilmez “ilginç görünüşlü” bir toprak ağasıydı.(4)

Koyun sürülerini, aşiretine bağlı köylerin arazilerinde otlatır, köylülere ücretsiz çobanlık yaptırırdı.

Dinsel konumunu kullanarak, onların sırtından büyük bir servet edinmişti.

Şeyh Sait, müridlerini kendilerine bağlamak için, değişik yöntemler uyguluyor, “inanç sınama” adı altında kişiliği ve düşünme yeteneğini yok eden davranışlar geliştiriyordu.

“Din ve Allah yolundaki inançlarını” sınamak için tarikat üyelerine “birer hayvan muamelesi” yapıyordu.(5)

Ayaklanma sanıklarından Şeyh Eyyüp’ün, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’ne verdiği ifadeye göre, müridlerini, “boyunlarına yular taktırıp ahıra bağlatıyor, sığır gibi böğürtüyor, eşek gibi anırtıyor ve onları, tekkenin ya da oturduğu konağın önünde diz üstünde yürütüyordu”.(6)

“Ankara’nın Türkleşmiş yeni hükümeti”(7) onu rahatsız ediyor, Osmanlı döneminden alıştığı ayrıcalık haklarını yitirerek “derebeyliğinin” zarar göreceğine inanıyordu.

Bu “tehlikeyi” önlemek için, dini etkisini kullanarak, Kürt aşiretlerini “Kemalist hükümetin kafirce siyasetine karşı” ayaklanmaya çağırdı; “Allah’ın emriyle cihat ilan etti”.(8)

Şeyh Sait’in adamları, “ellerinde yeşil sancak, göğüslerinin üzerinde Kur’an-ı Kerim; bankaları, evleri, dükkanları basıp soyarak”(9) ilerlediler.

Kürdistan’ın geçici başkenti yapmayı düşündükleri Bingöl ve Elazığ’ı ele geçirdiler; Lice’yi, Ergani’yi ve birçok köyü işgal ettiler.(10)

Çatışmalar Diyarbakır’da “gerçek bir savaş” durumunu aldı.(11)

24 saat süren sokak çarpışmalarında, “silahlı Kürtler, cami şerefelerinden Türk askerinin üzerine ateş açtı”.(12)

Nakşi hocalar, Şeyh Sait’in yanında savaşanlara, “Cennet’te ödüller vaadediyordu”.

Kent ve köylerde, bildiriler dağıtılıyor, bu bildirilerde “hilafetsiz Müslümanlık olmaz; saltanat ve hilafet geri getirilmeli; okullarda dinsizlik öğreten, kadınları yarı çıplak gezdiren Kemalist hükümetin başı ezilmelidir” deniyordu.(13)

Şırnak Aşireti Reisi Abdurrahman Ağa, Bağdat’taki İngiltere Başkomiserliğine gönderdiği mektupta; “Kürt milletinin hukukunu elde edip hükümetini kurmasına kadar, savaş mühimmatı konusundaki eksikliklerimizi, yapacağınız gizli yardımlarla giderebiliriz”(14) diyordu.

Ayaklanma sanıklarından Kemal Feyzi, yakalandıktan sonra mahkemede “Ben bağımsız bir Kürdistan kurulması için çok çalıştım. Bu çaba için yıllarca aşiretler içinde yaşadım… Şimdi, birçok kimse gibi, önceden var saydığım ve uğruna mücadele ettiğim şeyin bir hayal olduğunu anlamış bulunuyorum. Ortada millet denilecek bir Kürt topluluğu yokmuş” dedi.(15)

Şeyh Sait’in başlattığı ayaklanma, tüm Kürt ayaklanmalarında olduğu gibi dışarıyla bağlantılıydı.

İngilizler, zengin petrol yatakları nedeniyle Musul ve Kerkük’ten çıkmak istemiyor; Kürtleri, kurulmakta olan yeni Türk devleti üzerinde baskı oluşturacak bir araç olarak kullanıyordu.

Mustafa Kemal, 1919’da Sivas Kongresi’nde yaptığı konuşmada, “İngilizlerin amacının, parayla ülkemizde propaganda yapmak ve Kürtlere Kürdistan kurma sözü vererek, bize karşı suikast düzenlemek olduğu anlaşılmış ve gerekli önlemler alınmıştır” demişti.(16)

Zafer’den sonra 14 Ocak 1923’te Eskişehir’de yaptığı konuşmada, Musul-Kerkük sorununa değinirken, bu soruna bağlı olarak Kürt devleti konusunu da ele almış ve şunları söylemişti:

“Musul-Kerkük kadar önemli olan ikinci konu, Kürtlük sorunudur.

İngilizler orada (Kuzey Irak’ta y.n.) bir Kürt devleti kurmak istiyorlar.

Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır.

Bunu engellemek için sınırı güneyden geçirmek gerekir”.(17)

Mutki Aşireti Reisi Muşlu Hacı Musa, “Kürt Azadi (İstiklal) Cemiyeti” adlı gizli örgütün ilk başkanıydı.

Bu örgüt 1923’te, Erzurum’da kurulmuş, ilk kongresini 1924 yılında yapmıştı.

Şeyh Sait, “1925 Mayısı’na dek ayaklanma düzenlenmesine, gerekli dış yardımın İngiltere ve Fransa’dan alınmasına” karar verilen bu kongrede, örgüte üye olmuştu.(18)

İngiltere’nin İstanbul Büyükelçilik görevlisi Kidston, 28 Kasım 1919’da Londra’ya gönderdiği yazanakta (raporda), “Kürtlere ne kadar güvenmesek de, onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir” diyordu.(19)

İngiltere Başbakanı Lloyd George ise, 19 Mayıs 1920’de San Remo’da yapılan Konferans’ta “Kürtlerin arkalarında büyük bir devlet olmadıkça varlıklarını sürdüremezler” diyor, bölgeye yönelik İngiliz politikası için şunları söylüyordu:

“Türk yönetimine alışmış olan Kürtlerin tümüne yeni bir koruyucu kabul ettirilmesi güç olacaktır…

İngiliz çıkarlarını, dağlık kesimlerinde Kürtlerin yaşadığı Musul ve içinde bulunduğu Güney Kürdistan ilgilendirmektedir.

Musul bölgesinin, öteki bölümlerinden ayrılarak yeni bağımsız bir Kürdistan Devleti’ne bağlanabileceği düşünülmektedir…

Ancak bu konuyu anlaşma yoluyla çözmek çok güç olacaktır”.(20)

İngiliz Hükümeti, “anlaşma yoluyla çözmenin güç olduğu” bu sorunu aşmak için, doğal olarak silahlı çatışma yolunu seçti.

Bu iş için, para ve siyasi koruma önererek kimi Kürt aşiretlerini kullandı.

Musul ve Kerkük bölgesini, Misakı Milli sınırları içinde gören yeni Türk Devleti’ni güç durumda bırakmak için, Doğu ve Güneydoğu’da karışıklıklar çıkarmaya yöneldi.

6 Mart 1921’de başlayan Koçgiri Ayaklanması, Yunanlıların Bursa’dan saldırıya geçmelerinden iki hafta önce ortaya çıktı.

7 Ağustos 1924’te başlayan Nasturi Ayaklanması, İngiltere’nin Musul sorununun ele alınması için, Milletler Cemiyeti’ne başvurmasından bir gün önce başladı.(21)

Ayaklanmaya verilen İngiliz desteği için, Fransız tarihçi Benoit Méchin şu yorumu yapmıştı:

“Şeyh Sait ayaklanması yeni devletin tekil (üniter) yapısına ve yasaların ülkenin tümünde uygulanabilirliğine bir meydan okumaydı…

Kemalist rejimin güçlenmesini önleyeceği düşüncesiyle, İngiltere, olayları kışkırtmak için Kürt başkaldırısını körüklüyordu.

Bu cerahatlı yarayı, ayaklanmacılara yiyecek ve silah yardımı yaparak, Türkiye’nin ensesinde tutuyordu”.(22)

DİPNOTLAR

(1) “Kürt-İslam Ayaklanması” U.Mumcu, Tekin Yay., 19.B., 1995, sf.67-68

(2) a.g.e. sf.68

(3) Dersimî, sf.155; ak. Uğur Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması”, sf.69

(4) “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.465

(5) “TekAdam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.220

(6) a.g.e sf.220

(7) “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.465

(8) “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.465

(9) “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.467

(10) “Kürt-İslam Ayaklanması” U.Mumcu, Tekin Yay., 19.Bas., 1995, sf.71-72

(11) “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.220

(12) “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.468

(13) a.g.e. sf.467

(14) Örgeevren, Dünya, 4-5 Haziran 1957; ak. Uğur Mumcu a.g.e. sf.116

(15) Dünya, 05.06.1957; ak. Uğur Mumcu, a.g.e. sf.117

(16) “Sivas Kongresi Tutanakları” Uluğ İğdemir, TTK, Ank.-1969 sf.78; ak. Uğur Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması” 19.Basım, sf.21

(17) “Eskişehir İzmir Konuşmaları” Kaynak Yay., İst.-1993, sf.95

(18) “Şeyh Sait İsyanı” Martin Van Bruinessen, Özgür Gelecek, Şubat 1969, sf.28-29; ak. Uğur Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması” 19.Baskı, sf.56

(19) “İngiliz Belgelerinde Türkiye” Erol Ulubelen, Çağdaş Yay., 1982, sf.195; ak. U.Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması” Tekin Yay., 19. Bas., 1995, sf.24

(20) “Sevr Anlaşmasına Doğru” Osman Olcay, SBF Yay., Ank.-1981, sf.121; ak. U.Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması” Tekin Yay., 19.Bas. 1995, sf.28

(21) “Kürt-İslam Ayaklanması” U.Mumcu, Tekin Yay., 19.Bas., İst.-1995, sf.51

(22) “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.268

KÜRT SORUNU DOSYASI : Ziya Gökalp ve Kürt Sorunu (2008)


Gkalp ve Krt Sorunu (2008).pdf

KÜRT SORUNU DOSYASI /// Bir Şizofrenin Tahlili : Said-i Nursi Do syası


Bir Şizofrenin Tahlili : Said-i Nursi Dosyası

“Özgür bir Kürdistan’ın tohumunu ekiyorum. O’nu geliştirip büyütün.”

Said-i Nursi, orijinal adı ile Said-i Kürdi’nin yaşam öyküsünü anlatan “Hür Adam” isimli bir sinema filmi yakında izleyicisi ile buluşacak. Film daha gösterime girmeden şimdiden“yandaş” basın tarafından parlatılmaya başlandı. Okuduğumuz kadarıyla anlıyoruz ki, bu film laik-cumhuriyetçi çevrelerde fırtınalar koparacak ve büyük tartışmalar başlatacak. En çokça tartışılacak sahnelerin başında da Kürt Said’in Cumhuriyet’in yeni kurulduğu dönemde Mustafa Kemal Paşa ile mecliste karşılaştığı an gelmektedir. Birazdan o anı, peygamberlik makamına erememiş bir şizofrenin kuyrukçuluğunu yapan bir nur müridinin kaleminden okuyacaksınız. Ama öncesinde şu kadarını söyleyelim; Said-i Kürdi’nin bir din adamı olarak meclis kürsüsüne dua etmek üzere davet edildiği bilinmekle birlikte, Cumhuriyet tarihimiz boyunca Said-i Kürdi’nin mecliste Mustafa Kemal Paşa ile böyle bir konuşma yaptığına dair hiçbir belge, bulgu ve nitelikli kanıt bulunmamaktadır. Meclis kürsüsünden yaptığı iddia edilen konuşmanın metni de meclis zabıtlarında mevcut değildir. Muhtemeldir ki, Kürt Sait, TBMM oturumlarından birine izleyici sıralarından tanık olmuş, köyüne döndükten sonra da Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’ya nasıl ayar verdiğini ballandıra ballandıra anlatmıştır. Hayali geniş Sait görüldüğü üzere tam bir şizofrenik vakıa..

Şimdi okuyalım, Saitsever kuyrukçular bu hayali nasıl dillendiriyor:

“…paşa’nın alnında nohut nohut terler belirmişti, said nursi beiuzaaman radiyallahu anh hazretlerinin karşısında hazan yaprağı gibi titriyordu. Çoğu zaman emir erlerine ismet paşalara hakaret ve emirler yağdırdığı makamında küçülüp kalmış, ayağının altındaki halinin püskülünü ecnebi potinlerinin kenarıyla kah o yana kah bu yana sallıyordu.

radiyallahu anh ve la illa abidune kadesallahu siirahul aziz hasmetli hazretleri said i nursi *delici bakışlarıyla paşanın içinden geçenleri okuyordu.

Paşanın tuzağına düşmemiş onu kündeye getirmişti.

– efendi diyeceğin bir şey yoksa izninle ben selametle gidiyorum dedi.

Paşaya boğmaca salgını olmuşçasına bir ateş kapladı boğazı şişti, garip sesler çıkararak konuşmaya çalıştı, fakat nafile dili donmuştu bir kere…”

Efsane odur ki 1922 yılında Ankara’ya teşrif eden Kürt Sait için Meclis önünde hoş geldin töreni düzenlenir, bütün milletvekilleri ve Kemal Paşa hazretlerini karşılamak üzere Meclis Binası önünde hazırolda beklemektedirler. Kemal Paşa millevekillerinin hazır olduğu bu ortamda Kürt Sait hazretlerine seslenir:

“Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz”der.

Onun bu sözlerine karşı Kürt Sait Hazretleri, Kemal Paşa’ya şu şekilde bağırır : “Paşa! Paşa! İslamiyette imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.”

Hikayenin gerisi Kürt Sait’in anlatımı ile şöyle:

“Bir zaman dünyanın büyük bir makamını işgal eden bir küçük adama bu dersi verdim. Fakat ben enaniyetten nefsimi kurtaramadığım içindir ki, çok sarstı; fakat intibaha gelmedi. Mektubattaki Desise-i şeytaniyeyi ona ders vermiş, konuşmamız üç saatten fazla sürmüştür. Bana ilişemedi ve tarziye vermeye mecbur kaldı..”

Değerli okuyucu, işte adı geçen sinema filminde izleyeceğin sahne budur, akabinde Kürt Sait, Kemal Paşanın yüzüne kapıyı çarparak odayı terkeder.. . Cumhuriyet tarihi boyunca şizofren bir vatan haininin kuyruğuna takılan bu güruhu cühela, cumhuriyetin körpe nesillerini işte bu yalanlar ve iftiralar ile zehirlemek alışkanlıklarından bir türlü vazgeçemediler. Kendilerine nurculuk fikriyatının membağı taze tezekten bir put yaratıp, onunla güneşi sıvamak gayretindeler. Ama bunun için sadece büyük paraları israf ederek bir film yapmak yetmez, zira güneş gibi güçlü ve parlak bir hakikat ne yandaşla ne de candaşla yok edilebilir.

Cühelanın canını yakan bu hakikat ki ebediyyen, her sabah yeniden doğacak…

Şimdi gelelim gerçeklere :

İşbirlikçilik, Bağnazlık ve Bölücülüğün “Ser Çeşmesi” : Said-i Nursi (Kürdi)

Batı emperyalizminin en şiddetli hücumuna direnerek, Büyük Britanya’nın sömürge imparatorluğunu çökerten, yedi düveli dize getirerek üçüncü dünyanın bağımsızlık mücadelesinin yolunu açan Mustafa Kemal Paşa’nın kurucusu olduğu tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin içeriden zayıflatılması ve çökertilmesi için 3 ana akım cumhuriyet tarihimiz boyunca himaye ve finanse edildi:

1. Kürt ırkçısı ayrılıkçı ve bölücü ideoloji, hareket ve kalkışmalar

2. Şeriatçı, gerici, irticai, hilafetçi, saltanatçı ideoloji, hareket ve kalkışmalar

3. İşbirlikçi, anamalcı, rantiyeci, sömürücü ideoloji ve politik girişimler

Cumhuriyet’i üreten, şekillendiren ve muhafaza eden çekirdeğin muhteviyatındaki kemalizm ideolojisi, devrimin enerjisini yurtçapına yayıp yeşerten bir santral vazifesi görüyordu. Bu santralı ayakta tutan üç sacayağı parti, devlet ve ordu idi. 1938 sonrasının hikayesi bir yandan bu üç kurumsal sacayağının yıpratılıp teslim alınması, diğer yandan cumhuriyetin çelik çekirdeği kemalizm ideolojisine karşı bölücü, gerici ve işbirlikçi olarak özetleyeceğimiz bu üç yıkıcı fikriyatın batı emperyalizmi tarafından desteklemesi ve himaye etmesi ile alakalıdır.

Cumhuriyet tarihimiz boyunca siyaset sahnesinde boy göstermiş her gayrı milli hareket bu şablona cuk oturmaktadır. Cumhuriyet kalesinin sağlam Kemalist temellerinin imhası için bu üç hareketin aynı zamanda ahenkli hareketine ihtiyaç duyulmaktadır, ki aralarındaki şiir gibi uyum bundandır..

ABD’nin Akabe’sinde oturan Feto ve müridleri, ABD’nin Akape’sinde oturan Recep ve Gül, yandaş ve candaşları ile İmralı tayfası ve yahudi kürt aşiretleri ile el ele, kol kola yıkım hedeflerine marş adım yürümektedirler.

İşte ısıtıp ısıtıp önümüze konan, tescilli hain, bayat şizofrenimizin yaşam hikayesi de Cumhuriyet karşıtı bu üç akımda birleşmektedir.

Kürt Sait bölücü, gerici ve işbirlikçi ihanetin ser-çeşmesi, çeşme başıdır…

Şimdi yalanlar, masallar, iftiralar bitecek belgeler konuşacak. Türk genci varlığına, namusuna ve isktikbaline kasteden maskeli alçakları tanıyacak…

Cumhuriyet Düşmanı Bölücülük, Gericilik ve İşbirlikçiliğin Elebaşı : Said-i Nursi (Said-i Kürdi)

1. Ünlü Türk Şizofreni Said-i Meşhur’un Tımarhane Devri

Bu nurcu ve fetocu tayfası Atatürk’e düşmandır, bu bilmediğimiz bir şey değil. Bunlar sık sık Atatürk’e karşı Ulu Hakan nidaları ile Abdülhamit’i ve onun devrini yüceltirler. Ama bilmezler ki şizofrenin hakkını ilk Abdülhamit vermiştir..

Okuyalım:

Said-i Nursi 1907 yılında İstanbul’a gelerek Abdülhamit Han‘a hitaben bir dilekçe yazar ve saraya verir. Dilekçede kullandığı ad "molla Said-i Meşhur"dur.

Dilekçenin içeriğinde kürdistan(!) da eğitimin türkçe yapıldığını, kendisinin buna karşı olduğunu ve kürdistanda(!) kürtçe eğitim yapılması için üç okul açılmasını talep etmektedir. Bu dilekçeden sonra Said-i Nursi (namı diger Said-i Kürdi) Abdulhamit han tarafından müşahade için Toptaşı Akıl hastanesine gönderilmiş ve bir süre orada tutulmuştur. Yani Abdulhamit tarafından tımarhaneye gönderilmiştir.

Ve bu olayı daha sonra yazılarında kendisi şöyle açıklamıştır: "Nasılki zaman-ı istibdatta tımarhaneye düştüm, divanelerin hükmüne konuldum, eğer müdahaneye, kelbi tabassusa, şahsi menfaat için umumi menfaatı feda alan aklın icabı ise, ben divaneligi kabul ettim.Şahit olunuz ki böyle akıldan istifa ediyorum. Ey Kürtler tımarhaneyi bunun için kabul ettim. Kürtlüğü lekedar etmemek için irade-i padişahiyi, maaşını, ihsan-i şahaneyi kabul etmedim.

Dikkatinizi çekerim, şizofren Sait diyor ki, Padişah bana maaş teklif etti, Kürdistan için ihsan-ı şahaneyi kabul etmedim, tımarhaneyi kabul ettim. Şizofren Sait’in Kürdistan aşkı işte bu kadar büyüktür, her türlü maddi ihsanın ötesinde..

Şahsi görüşüm, Sultan Abdülhamit karşısında çar çaputla sarmalanmış böyle bir zavallıyı görünce, “ur’un kellesini” ile tımarhane arasında zor bir seçim yapmak durumunda kalmıştır.

Aradan geçmiş tam yüz yıl, sene 2010. Bölücü Abdullah içeride, gerici Abdullah tepede, işbirlikçi Fethulah dışarıda, Kemalist Cumhuriyet’ten kürdistan koparmayı dileniyorlar…

Değişen bir şey var mı, yok?

Abdülhamit Han bu gün yaşasaydı, bunları tımarhaneye tıkmaz mıydı? Tıkardı..

Mustafa Kemal Paşa, es kaza zavallı şizofren Sait ile o tarihte gerçekten karşılaşsaydı ve hayali geniş arkadaşların yukarıda naklettiğim uydurmalarının onda biri gerçek olsaydı, sizce Kemal Paşa zavallı şizofren Sait’i iyi edecek tımarhane bulmakta zorluk çeker miydi?..

2 – Said-i Kürdi’nin İngiliz Ajanlığı Devri : 31 Mart Gerici Ayaklanması, Volkan Gazetesi ve İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti Faaliyetleri

“Kürdistan’ın özgürleşmesi için büyük bir askeri gücün oluşturulması gerekir. [i]

Şark ve Kürdistan Gazetesi

Şark ve Kürdistan, 1908′de yayın hayatına başladı. İstanbul’da haftada iki kez çıkarılan 4 sayfalık gazetenin tüm yazıları Arapça harflerle Türkçe idi. Kaç sayı çıktığı bilinmeyen gazetede ağırlıklı olarak Kürdistan’ın durumu, Bosna Hersek ve Hersek Kürtleri ile ilgili yazılar yer alıyordu. Gazetenin sorumlusu Hersekli Ahmet Şerif, başyazarı ise Malatyalı Bedri’ydi. Molla Said-i Kurdî’nin de yazarları arasında bulunduğu gazetenin ilk sayısında Said-i Kürdi, Abdülhamid’e şöyle sesleniyordu:

“… Eskiden her yönden Kürtlerden geri olanlar bugün onların hala yerinde saymalarından dolayı çeşitli şekillerde istifade etmektedirler. Bu ise, biraz olsun hamiyet duygusu taşıyanları düşündürür. Bu üç nokta, Kürtler için gelecekte korkunç bir darbe hazırlıyor gibi ileri görüşlü olan kimseleri yaralamıştır. Bunun çaresi, örnek olacak şekilde bu konuda teşvik ve rağbete öncülük yapması için Kürdistan’ın farklı yerlerinde yeni medreselerin açılması ve bir kısım medreselerin de canlandırılması, Kürdistan’ın maddi ve manevi olarak geleceğinin garanti edilmesi açısından önemlidir. Bunun ile eğitimin temelleri atılmış olur. İşte o zaman herkesten çok adalete muhtaç ve medeni olmaya müsait olan Kürtler fıtrî cevherlerini göstereceklerdir.”

[Şark ve Kürdistan Gazetesi]

Kürdistan adını verdiği coğrafyada Türkçe eğitimin kaldırılıp yerine Kürtçe eğitimin yapılacağı medreselerin kurulmasının Kürdistan’ın maddi ve manevi olarak geleceğinin garanti edilmesi açısından ne kadar önemli olduğunu Said-i Kürdi’nin sözleri ile anlıyoruz. O halde diyebiliriz ki, bölücü terör örgütü PKK’nın siyasal uzantısı olan BDP’nin bu gün manşetlere taşınan özerk Kürdistan’da Kürtçe eğitim talepleri, Said-i Kürdi’nin temelini attığı ideallerin mirasçısıdır. Said-i Kürdi boşuna demiyor; “Özgür bir Kürdistan’ın tohumunu ben ekiyorum, onu geliştirip büyütün” diye…

31 Mart Gerici Ayaklanması ve Said-i Kürdi

31 Mart olayını irdelemeden önce devrin arka planını ve hesaplaşma zemininin ana hatlarıyla kavranması gerekmektedir. Fransız ihtilalinin monarşi karşıtı halkçı ve cumhuriyetçi fikirleri ile beslenen İttihat Terakki Cemiyeti’nin (İTC) hızla kurumsallaştığı ve güçlendiği, ezici bir çoğunlukla meclise hakim olduğu II. Meşrutiyet dönemindeyiz.

Şimdi taşları yerli yerine koyalım. Osmanlı üzerinde en yüksek nüfuz sahibi iki emperyalist devlet, Almanlar ve İngilizler gizli bir çekişme içinde. İTC içerisinde hatırı sayılır bir Alman yandaşlığı var fakat İngiliz siyasetini dikkate almak gerektiğini düşünenlerin sayısı da az değil. Abdülhamit II. Meşrutiyet’e yol alınan dönemeçte dümeni İngilizlerden yana kırdığını şu sözler ile ifade ediyor:

“Almanya ile ilgili düşüncelerimde ne kadar aldandığımı bu gün itiraf ediyorum. Politikamı değiştirdim. Bundan sonra artık İngilizleri izleyeceğim. Ülkenin esenliğini artık İngilizler ile birlikte hareket etmekte görüyorum.”[ii]

İsmet İnönü anılarında: “Meşrutiyet ilan edildiği zaman sempatimiz daha çok Fransa ve İngiltere’ye karşı idi… Biz Almanya’yı ilk zamanlar istibdadın yardımcısı olarak görüyorduk” demektedir.[iii]

İngilizlerin Büyük Korkusu

İngiltere Alman yanlısı olarak değerlendirdiği Abdülhamit rejiminin yıkılmasını iyi karşılamakla birlikte, II. Meşrutiyet’in İngiliz sömürgeleri üzerindeki olumsuz etkisinden korkmaktadır. Örneğin Osmanlı’da yeni anayasanın yürürlüğe girmesinin hemen ertesinde İngiliz Dışişleri Bakanı Edward Grey :

“Eğer Türkiye meşrutiyeti kurar, bunu ayakları üzerinde tutmayı başarır ve güçlenirse, bunun sonuçları şu an hiçbirimizin göremeyeceği noktalara ulaşacaktır. Mısır’daki etkisi müthiş olacağı gibi Hindistan’da da etkileri hissedilecektir. Eğer Türkiye şimdi bir parlamento kurar ve bu parlamento hükümeti etkilerse, Mısır’da anayasa ve meşrutiyet istemleri çok güçlenecek, bizim ise bu istemlere karşı direnme gücümüz çok azalacaktır”[iv] demektedir.

İngilizlerin korkusu bir İslam İmparatorluğu olan Osmanlı devletinde uygulanacak başarılı bir parlamenter demokrasi deneyiminin, kendi egemenliği altında bulunan sömürge devletlerine de yansımasıdır. Bu nedenle, parlamenter rejim ve ITC aleyhinde sonuç verecek çeşitli girişimler planlanmıştır.

İngiliz Ajanı Derviş Vahdeti

31 Mart gerici ayaklanmasının tertipleyicisi olarak anılan Derviş Vahdeti Kıbrıs doğumlu bir İngiliz ajanıdır, Nakşibendi tarikatı mensubudur. İslamcılık kisvesi altında İngiliz menfaatleri doğrultusunda politik kışkırtıcılık yapan Derviş Vahdeti, ITC karşıtı İttihad-ı Muhammediye örgütünün ve onun yayın organı gerici Volkan Gazetesinin kurucusudur. Yıkıcı maksatlı Cemiyet-i Milliye-i Naciye ve İttihad-ı Muhammediye örgütleri İngiliz finansmanı ve desteği ile kurulmuştur. Derviş Vahdeti’nin girişimlerine Abdülhamit’i devirmek için İngilizlerle anlaşan, İngiliz yandaşı Prens Sabahattin ve Kıbrıs asıllı bir Yahudi olan Kıbrıslı Kamil Paşa aracılık etmiştir. Kıbrıslı Kamil Paşa İngiliz ajanıdır, yaşamının son döneminde Rodos’a sürülmüş, İngiliz Konsolosluğu’na sığınmış, İngiltere’ye kaçmayı planlarken kalp krizinden ölmüştür.

Sağda oturan Kıbrıslı Kamil Paşa

İngilizlerin Stratejisi

İngilizler gerici ayaklanmanın maddi dayanağı olarak, alaylı askerler ve medrese softaları üzerine yoğunlaşıyordu. Dönemin karakteristik özelliği olarak, batılı tarzda harbiye mekteplerinde eğitim görmüş subaylar ile alaylı kabul edilen subaylar arasında bir fay hattı belirmişti. İngilizler Volkan gazetesi ve hakim oldukları cemiyetler aracılığıyla alaylı subayların ordudan çıkartılacağı dedikodularını yayıyor, mekteplileri de dinsizlik iftiraları ile karalıyordu. Diğer taraftan o güne kadar askerlik görevinden muaf tutulan medrese softalarının okuma-yazma sınavından geçirilecekleri, sınavı veremeyenlerin askere alınacakları söylemleri ile bu kesimleri provoke ettiler, Fatih ve Süleymaniye medreselerinde gösteriler örgütlediler.

31 Mart (miladi takvim ile 13 Nisan) sabahı İngiliz planı işlemeye başladı, alaylı 4. Avcı taburu Taşkışla’dan hareket ederek Ayasofya’da medrese softaları ile birleşti. Yeşil şeriat bayrakları açıldı, şeriat isteriz çığlıkları ile Meclis basıldı. Kana susayan kalabalık Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa’ya benzeyen Adliye Nazırı Nazım Paşayı sokak ortasında linç ettiler. Benzer şekilde Lazkiye milletvekili Emin Arslan Bey’de Hüseyin Cahit Yalçın’a benzetilerek süngülerle delik deşik edildi.

Olaylara müdahale etmekte yetersiz kalan Abdülhamit’e, Meclis telgraf merkezinden isyancıların istekleri iletildi. Başkatip Ali Cevat’ı meclise gönderdi, Ali Cevat bin bir güçlükle kürsüye çıkıp kabinede isyancıların istedikleri değişikliklerin yapılacağını ve isyancıların bağışlanacağını duyurdu.

Volkan Gazetesi ve İngiltere Propogandası

Ertesi gün İngiliz yanlısı gazeteler bu vahim olayı öven başlıklarla yayınlandılar. Bu gazetelerin başında Volkan Gazetesi gelmektedir. Adeta bir iç savaş provası olan isyanın tertipçisi Volkan Gazetesi, aslında İslamcılık kisvesi altında faaliyet gösteren İngiliz propaganda makinesinin bir unsuru idi, İngiliz propogandası aşağıdaki şekilde dillendirilmekte idi :

“İngiliz Hükümetinden kuvvetli, mütefennin, her surette müterakki, hami-i insaniyet bir hükümetin mevcudiyeti hala tasavvur olunabilir mi?”[v]

Derviş Vahdeti, Osmanlı’nın Kıbrıs adasını İngilizlere bedavadan teslim etmesini şu sözlerle alkışlamaktadır : “İngiliz idaresi altında Kıbrıs adası adeta küçük bir İsviçre olacaktır”

İlginç değil mi, yüzyıl sonra dahi aktörler değişiyor ama söylem değişmiyor. Tek taraflı teslimiyet ile AB’ye üye olacak Kıbrıs’ın zaman içerisinde ihya olacağını yazanlar, Diyarbakır’ı BOP’un başkenti ilan edenler…

Bu coğrafyada en çok ihanet süreklilik arz etmektedir…

Mustafa Müftüoğlu’nun kitabında Derviş Vahdeti şöyle anlatılıyor: “Derviş Vahdeti haininin boynundaki ipin ucu zahiren İngiltere sefareti baş tercümanı, aslında ise Intelligence Service (İngiliz İstihbarat Servisi) azılı bir elemanı olan Fitz Maurice’in elindedir. Derviş Vahdeti’yi istediği gibi oynatan bu azılı Intelligence Service ajanı Fitz Maurice’in tabiriyle, devrin Sadrazamı Kamil Paşa ‘çılgınlık derecesinde İngiliz taraftarıdır’. Derviş Vahdeti o günlerde İttihat ve Terakki tarafından pek hırpalanan bu sadrazamın müdafaasını da üzerine almıştır. ‘Volkan’daki yazılarıyla menfur emelleri uğruna her hadiseyi istismar etmesini bilen bu Derviş Vahdeti adlı din ve vatan düşmanı alçak, sık sık şeriatten bahsedip dilinden düşürmediği bu şeriat sözüyle etrafındaki halkayı gün be gün genişletmiştir. Günün birinde bazı askeri birliklere çengel atarak onları safına çekmeye muvaffak olmuştur.”

Derviş Vahdeti, tıpkı Kürt Sait gibi, İngiltere’nin bölgede beslediği binlerce ajandan sadece birisidir. Dolayısıyla kendisine yarenlik eden, Volkan gazetesindeki yazıları ve toplumu ajite etmek üzere tertiplenen eylemlerde yaptığı konuşmalar ile Said-i Kürdi yoldaşı Derviş Vahdeti’nin yolunda tipik İngiliz beslemesi ajan profiline tıpatıp uymaktadır. Kaldı ki, İngilizlerin faal oldukları güney doğu ve musul Kerkük petrol bölgesi, İngiliz ajanlarının cirit attığı, başta araplar ve kürtler olmak üzere yerli halkı merkezi otoriteye karşı isyan etmek üzere örgütlediği alanda Kürt Sait ve İngiliz faaliyetlerinin çok defa örtüştüklerine yazımızın sonraki bölümlerinde tanıklık edeceğiz. İngilizler İslam dünyasında İslam Halife’sinden çok daha fazla egemendirler, öyle ki İslam içi tarikat ve cemaat örgütlenmelerinin bir çoğu doğrudan İngiliz ajanları tarafından planlanmıştır. Konuyu merak edenler Vehhabilik akımının kurucusu İngiliz ajanı Hemper’i okuyarak araştırabilirler. Benzer şekilde Kadıyanilik, Ahmediyye gibi inanışlar da İngilizler tarafından kurulmuştur, tıpkı Nurculuk gibi..

Kıbrıs adası tek bir kurşun atmadan İngilizlerin eline geçmiştir. İngiliz yanlısı Kıbrıslı Kamil Paşa’nın finansmanı ile Vezirhan’da 14 numaralı odada yayın hayatına başlayan İttihat-ı Muhemmedi cemiyeti yayın organı Volkan gazetesi Kıbrıs’ın İngiliz eline geçişini “İngiliz idaresi altında Kıbrıs adası adeta küçük bir İsviçre olacaktır” sözleri ile alkışlamaktadır. Volkan gazetesi, Mustafa Kemal’in komutasındaki hareket ordusunun Yeşilköy’e gelmesine kadar yayın hayatını sürdürmüş, sadece 110 sayı çıkabilmiştir. 110 sayı boyunca İslamcılık kisvesi altında ITC düşmanlığı ve İngiliz şakşakçılığı yapan gazetede Said-i Kürdi’nin İngiliz politikası doğrultusunda meşrutiyet’in kaldırılmasına yönelik yazıları yayınlanmaktadır. İngiliz şakşakçılığının bir önemli nedeni de bağımsız Kürdistan hareketi için İngilizler ile kurmuş oldukları ortaklıktır.

Cemal Paşa daha sonra kaleme alacağı anılarında “Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinde ve İttihat Terakki’ye komplolar hazırlanmasında İngiliz elçiliği başçevirmeni (sonradan İstibarat servisi casusu olduğu anlaşılan) Fitz Maurice ile ateşe Tyrell’in parmakları olduğunu, bunun hükümet soruşturması ile kesinleştiğini ve hükümetin istemi üzerine bu kişilerin İstanbul’dan uzaklaştığını” yazmaktadır.[vi]

Hareket Ord. M.K Atatürk (En sağda)

Hareket Ordusu İstanbul’a Yürüyor

31 Mart gerici ayaklanmasına ilişkin haberler Selanik’te bomba gibi patlamıştır. ITC’nin hakim olduğu Meclisi Mebusan basılmış, bir çok ilerici subay, milletvekili ve gazeteci katledilmiş, alaylı subaylar ve asker isyana sevkedilmiş, Sultan gericileri verdiği kabine listesini onaylamış ve isyancıları affettiğini ilan etmiş, kısacası imparatorluğun başkentinde ipler en başından beri planlandığı üzere İngilizlerin eline geçmiştir. Önyüzbaşı Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a yürüyecek ordunun kurmay başkanlığına atandı ve ordunun adı Mustafa Kemal Paşa’nın önerisi ile Hareket Ordusu olarak tespit edildi.

Hareket Ordusu’nun İstanbul’a yürüyüşünden endişelenen Abdülhamit, Avusturya elçisi aracılığıyla İmparator Jozef’e başvurmakta ve kendisinin korunması karşılığında Avusturya’nın Selanik’e kadar Osmanlı topraklarını işgaline müsaade edeceğini söylemekteydi.[vii] Berlin’de ateşe militer olarak görev yapan Enver Paşa, Mustafa Kemal’den kurmay başkanlığı alarak ordunun başına geçer. 24 Nisan 1909 tarihinde İstanbul’a girmeye başlayan öncü birliklerin başında Binbaşı Enver Bey, Fethi Bey (Okyar), Kazım Bey (Karabekir), İsmet Bey (İnönü) gibi genç subaylar bulunmaktadır. 2 gün içerisinde duruma egemen olan Hareket Ordusu, sıkıyönetim ilan eder, Şeyhülislam fetvası ile Abdülhamit tahttan indirilir, veliaht Reşat efendi sultan ilan edilir. İsyanın bastırılmasından sonra askeri mahkemede yapılan yargılamalar neticesinde Derviş Vahdeti daha birkaç hafta önce söylediği nutuklar ile halkı kışkırttığı Ayasofya meydanına kurulan darağaçlarında can verir. Said-i Kürdi ise Isparta’ya sürgün edilmek sureti ile paçayı kurtarmıştır.

Kısa süre içerisinde, uyguladığı yanlış politikalar sonucu ülkeyi yıkıma sürükleyen İttihat ve Terakki Cemiyet-i imparatorluk üzerindeki siyasi etkinliğini kaybedecektir. Bu zaman zarfında sürgünde olduğu Isparta’dan memleketine dönen Said-i Kürdi, İngiliz planına uygun olarak Bağımsız Kürdistan faaliyetlerine yönelecektir.

Şimdi, burada duralım ve bir an için günümüz siyasetini düşünelim. İsimler, aktörler, taktik ve stratejiler değişebilir fakat bundan yüzyıl önce güçsüz ve çaresiz düşen Türk milletine bölücülük-dincilik-işbirlikçilik kıskacında yaşatılanlar, birebir aynı şablon üzerinden bugün de sahnelenmiyor mu? Britanya’nın Osmanlıyı parçalamak ve bu coğrafyada kendi egemenliğinde yeni bir sömürge düzeni kurmak için azınlık unsurları kışkırtması, işbirlikçi sermayenin bölücü ve gerici akımları finanse etmesi, millici güçlerin hedef alınarak aşama aşama yıpratılması, bu şablon günümüze cuk oturmuyor mu? Volkan’ın yerine Said-i Kürdi’nin uzantısı nurcu ve fetocu sermayesine yaslanan Taraf’ı koyun; bir gazete düşünün yayın hayatının ilk gününden itibaren Ergenekon-Balyoz imalatı ile Türk Silahlı Kuvvetlerine yöneltilen psikolojik harbin öncü gücü olarak sivrilsin. Solculuk kisvesi altında ABD’nin Türkiye’yi küçülterek bölgeyi yeniden tanzim edeceği Büyük Ortadoğu Projesi’ne direnen en güçlü unsur Türk Silahlı Kuvvetlerini güçsüzleştirip bertaraf etmek amacına hizmet etsin. Bir cemaat düşünün ki, Amerikan sermayesi ile ördüğü ağlarına takılan Türk milletinin genç nesillerini kendi cumhuriyetine düşman etsin. Bir ileri demokrasi düşünün ki, bölgenin geri kalmışlığının tüm sosyal nedenlerini görmezden gelerek en ilkel hali ile Kürt ırkçılığı ile bir ve kardeş olan milleti birbirine düşman etsin, kanla alınan memleket toprağını siyaset ile bölsün.

Kemalist Cumhuriyet Mustafa Kemal ile başlamadı, O’nun temelleri bu coğrafyanın neden geri kaldığını düşünen ilk zihinlerde atıldı. Medresenin yerine Mektebi kuran II. Mahmut, maliyeyi yeniden düzenleyen Abdülmecit, Osmanlı ordusunu modernize eden, bugünkü anlamda Sayıştay ve Danıştay örgütlerini kuran Abdülaziz, gelişmiş dünyayı daha iyi anlayabilmek için tüm Avrupa’yı baştan sona gezen, modern matbaa makinaları getirterek büyük kütüphaneler kuran, tiyatro ve operayı destekleyen, demiryolu ağları ile ulaşımı geliştiren Abdülhamit bu yönleri ile aynı zamanda modern Kemalist Cumhuriyet’in öncüleri oldular. Hiçbir fikir kendini yeşerten toprağın mayasından bağımsız olamaz. Çağdaş, refah, medeni ve barış içerisinde yaşayan bir halk hepsinin ortak dileği idi. Bu dilek yüzyıllar boyunca gerici-bölücü-işbirlikçi girişimler ile sekteye uğratıldı.

Bu milletin en zayıf noktası, kendi sinesidir. Bu yüzden en öldürücü darbeleri oradan almıştır ve alacaktır. Üç kıtada devlet olmuş bu millet, bu alçakların darbeleri ile zayıf düştü, Balkan’da, Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Yemen’de tükendi. Küllerinden yeniden doğan zümrüd-ü anka gibi son varlığını Anadolu’da birleştirdi, Anadolu’da tutundu, çelik oldu dağı deldi Ergenekon’dan yeniden ve yeniden çıktı ve çıkacak, Kemal’in Cumhuriyeti on yılda onbeş milyon, 70 yılda 70 milyon genç yarattı her yaştan, dört elle tutundu son vatan toprağına söküp atılmamak için.

Türk milleti, genci yaşlısı ile geçmişini bilmek, yüzyıllardır oynanan aynı oyuna karşı gece gündüz uyanık olmak zorundadır.

Hür (!) Adam Propogandası

Bu gün propoganda makinasının “Hür Adam” olarak ambalajlayarak zihinlere pompaladığı, aslen ne fikren ve ne de cismen hür olmak bir kenara, aksine batı emperyalizminin maşası ve ajanı olan maskeli alçakları doğru tanımak ve kendinden sonra gelecek nesillere de doğru tanıtmak yurttaşlık görevimizdir. Bu görevimizi sürdürmeye devam edeceğiz. Yarın Kürt Sait isimli tescilli şizofren hain’in Müstakil Kürdistan için yürüttüğü faaliyetlerini ve Anadolu’da Milli Mücadele’ye katılımı engellemek uğruna sürdürdüğü yoğun çabalarını okuyacaksınız.

YARIN : Said-i Kürdi’nin Bağımsız Kürdistan Faaliyetleri, Kürdistan Teali Cemiyeti, Kürdistan Bağımsızlık Komitesi, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti

Not : Makalenin ilk bölümünü yayınladığım günün akşamı Hakimiyet-i Milliye gazetemizin eposta adresine gönderilmiş muhtelif tehdit mesajları almaya başladım. Biri şöyle diyordu : “Zalimler için yaşasın cehennem” Şeriatçı tayfanın ağzında sakız olan bu sloganın aslında ilk olarak Said-i Kürdi tarafından Abdülhamit Han için söylendiğini biliyor muydunuz?..

[i] Celile Celil, Jıyana Rewşenbiri u Siyasi ya Kurdan, s.79

[ii] Kuran, Ahmet Bedevi: Osmanlı İmparatorluğunda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde İnkılap Hareketleri s.484

[iii] İnönü’nün Anıları: Ulus Gazetesi – 19.03.1968

[iv] Feroz, Ahmad : İttihat ve Terakki’nin Dış Politikası

[v] Mustafa Müftüoğlu : Yalan Söyleyen Tarih Utansın

[vi] Cemal Paşa Hatıralar : s.112

[vii] Şahsuvaroğlu, Haluk : 31 Mart Vakası. Resimli tarih mecmuası sayı 29 s.1458

“Ey Asuriler ve Kiyyanilerin cihangirlik zamanında, onların öncüleri ve kahraman askerleri olan arslan Kürtler! Beşyüz yıldır yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir..”

3. Said-i Kürdi’nin Bağımsız Kürdistan Mücadelesi için örgütlü çalışmaları:

Kürt Sait namı diğer Bediüzzaman Molla Said yaşamı boyunca kurulan hemen hemen bütün Kürt davası güden yapılanmaların içerisinde aktif olarak yer almış siyasal, kültürel ve yardım faaliyetleri yürütmüştür.

a. Kürdistan Azmi Kavi Cemiyeti :

Saidi Nursi, Kürdistan Azmi Kavi Cemiyetinin arzusu üzerine mahalli Kürt kıyafeti ile, boynunda dürbün, belinde tabanca ve kama, ayağında lapçin ve başında poşu olduğu halde İstanbul’a gelmiş ve büyük bir cüretle Padişaha cemiyetin “Sait” imzası altında yazdığı ve esası kürtçe öğretim yapacak okullar açmaya dayanan dilekçeyi Padişaha sunmuştur. Saidi Nursi bu hareketi neticesinde tımarhaneyi boylamıştır. Sait daha sonra affedilip memleketine yollanmıştır.

b. Şark ve Kürdistan Gazetesi :

Şark ve Kurdistan, 1908′de yayın hayatına başladı. İstanbul’da haftada iki kez çıkarılan 4 sayfalık gazetenin tüm yazıları Arapça harflerle Türkçe’ydi. Kaç sayı çıktığı bilinmeyen gazetede ağırlıklı olarak Kürdistan’ın durumu, Bosna Hersek ve Hersek Kürtleri ile ilgili yazılar yer alıyordu. Gazetenin sorumlusu Hersekli Ahmet Şerif, başyazarı ise Malatyalı Bedri’ydi. Molla Said-i Kurdî’nin de yazarları arasında bulunduğu gazetenin ilk sayısında Said-i Kürdi (Nursi) Abdülhamid’e şöyle sesleniyordu:

“Şu medeniyet dünyasında ve bu ilerleme ve yarış çağında diğer arkadaşları gibi Kürtlerin de ilerlemeye ayak uydurabilmesi için hükümetin yardımı ile Kürdistan’ın kasaba ve köylerindeki mekteplerin kurulmuş olması memnuniyetle görülmekte ise de bu mekteplerden Türkçe’yi az da olsa öğrenmiş olan çocuklar ancak yararlanabilmektedir. Türkçe’yi bilmeyen Kürt çocukları ise, medreselerde okutulan ilimleri terakki etmenin biricik kaynağı olarak bilmektedirler. Yeni açılan bu mekteplerdeki öğretmenlerin mahalli dili (Kürtçe) bilmemeleri dolayısıyla bu çocukları eğitim ve öğretimden mahrum bırakmaktadır. Bu ise vahşete, karışıklığa, dolayısıyla batının gürültü ve patırtı çıkarmasına sebep oluyor. Aynı zamanda halkın devamlı olarak vahşet ve taklitte yerinde sayması, sürekli olarak vehim ve şüphelerin etkisi altında kalmalarına sebep oluyor. Eskiden her yönden Kürtlerden geri olanlar bugün onların hala yerinde saymalarından dolayı çeşitli şekillerde istifade etmektedirler. Bu ise, biraz olsun hamiyet duygusu taşıyanları düşündürür. Bu üç nokta, Kürtler için gelecekte korkunç bir darbe hazırlıyor gibi ileri görüşlü olan kimseleri yaralamıştır. Bunun çaresi, örnek olacak şekilde bu konuda teşvik ve rağbete öncülük yapması için Kürdistan’ın farklı yerlerinde yeni medreselerin açılması ve bir kısım medreselerin de canlandırılması, Kürdistan’ın maddi ve manevi olarak geleceğinin garanti edilmesi açısından önemlidir.”

c. Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti :

Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, 19 Eylül 1908 tarihinde Şeyh Abdülkadir ve Prens Emin Bedirhan tarafından İstanbul-Vezneciler’de kuruldu. Farklı politik görüşleri birleştiren dernek çok sayıda üyeye sahip oldu. Derneğin programı şöyleydi: Okullar açmak, Kürtleri idarî ve yargı görevlerine atamak, Kürtçe dilini resmi dil olarak kabul ettirmek, Kürdistan’ın muhtelif şehirlerinde üniversiteler açmak, anadilde siyasi gazete ve dergiler çıkarmak, mecliste Kürt temsilcilerinin de sürekli olark bulunmasını sağlamak, Kürdistan’da ekonomiyi canlandırmak. Dernek, 9 Kasım 1908′de İstanbul’da“Kürd Teavün ve Terakki Cemiyeti” adıyla bir gazete çıkardı. Gazete,haftalık ve sekiz sayfa olarak yayımlandı. Ancak dokuz ay yayımlanabildi. Kültür ve eğitim içerikli makaleler gazetede önemli yer işgal ediyordu. Dikkat çeken makalelerin yazarları Said-i Kürdi (Said-i Nursi), İsmail Hakkı Babanzade ve Kürt ulusal hareketinin diğer etkili düşünürleriydi. Dernek bünyesinde görevi okul açmak ve Kürtçe kitaplar basmak olan “Kürt Neşri Maarif” derneği kuruldu.

"Ey Kürt Milleti! Biliniz ki bizim vazgeçilmez üç temel cevherimiz(değerimiz) vardır. Biri, dinimiz; biri milliyetimiz ve diğeri de insanlığımızdır. Buna karşı üç te düşmanımız vardır. Birisi cehalet. Diğeri fakirlik, üçüncüsü ihtilaftır. Bu düşmanlarımıza karşı üç elmas kılıcımız vardır. İlk önemli ve güçlü kılıcımız eğitimdir. İkincisi, san’at ve üçüncüsü ise milli (Kürdistan) birliktir.”[i] – Said-i Kürdi

Said-i Nursi’nin öngörüsü doğrultusunda Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti Kürtlerin üç büyük aşireti (Bedirhani, Şemdiranzade, Babanzade) bir araya getirerek Kürdistan’daki bölünmüşlüğü ortadan kaldırmayı önemli ölçüde başarmıştır. Derneğin sadece Bitlis şubesinin üye sayısı 80.000 kişi olarak kaydedilmektedir. Cemiyet anayasaya aykırı çalışmaları nedeniyle İttihat ve Terakki tarafından kapatılmışsa da çalışmalar sonraları gizlice ve başka isimler altında sürdürülmüştür.

Kürt Teavün ve Terrakki Cemiyeti’nin “vasıta-i neşr-i efkarı” olan “Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi”nin ilk sayısında Said-i Kürdi baş makale yazarı olarak yeralmaktadır.

d. Eğitim ve Kürtlerin Birliği Gazetesi :

Haftalık ve kürtçe olarak yayınlanan Marifet Ve İttiha-i Ekrad Gazetesi (Ekrad Osmanlıca Kürtler demektir)Said-i Kürdi’nin doğrudan kendisinin yayınladığı bir gazete. 2008 yılında Osmanlı arşivlerinde yapılan bir çalışmada Said-i Kürdi’nin projesi olan bu gazete gün yüzüne çıkmıştır. [ii]

e. Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti

Bu cemiyeti, aralarında Bedirhanzade Emin Ali Bey, Mithat Bey, Kamil Bey,Bediüzzaman Said Bey, Dr.Abdullah Cevdet’in bulunduğu İstanbul’daki Kürt aydınları kurmuştu. Bu cemiyetin kuruluşu Jin dergisinin 7. Sayısında şu şekilde duyurulmuştu:

“Kürt dili, tarihi ve coğrafyası ile ekonomi ve sosyoloJîne ilişkin incelemelerde ve yayında bulunmak ve Kürdler arasında çağdaş bilimleri yaygınlaştırmak üzere, Kürt Tamim-i Neşr-i Maarif Cemiyeti adıyla bir bilim derneğinin kurulması hakkındaki hazırlıklar son bulmuştur.”

Cemiyet tarafından İstanbul’da bir okul açıkarak müdürlüğüne Kürdizade Ahmet Ramiz getirilir. [iii]

f. Kürdistan Teali Cemiyeti

Kürdistan Teali Cemiyeti 17 Kanun-i Evvel 1334 (17 Aralık 1918)’ de kurulmuştur. Kuruluş amacı bağımsız bir kürt devleti kurulmasıdır. Bu cemiyetin, İngiliz devlet yetkilileri ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile ilişkileri bulunmaktaydı. Mustafa Kemal Atatürk cemiyetin amacının, yabancı devletlerin himayesinde bağımsız bir Kürt devleti kurmak olduğunu belirtmiştir. Cemiyet hem İstanbul Hükümeti hem de İngilizler ile işbirliği içinde İngiliz çıkarları ile örtüşen ayaklanmalara önayak olmuş ve Milli Kurtuluş mücadelemizi baltalamak için İngiliz desteği ile faaliyetler yürütmüştür.

“Kürdistan Teali Cemiyeti’nin dört kurucusundan birisi Bediüzzaman Molla Said’dir.. Diğerleri de Seyid Abdulkadir, Emin Ali Bedirhan Bey, Babanzade Hikmet Bey.” [iv]

Zinar Silopi’ye göre cemiyetin kurucuları Bediüzzaman Molla Said, Mikisli Hamza be Motkili Halil Hayali Bey’lerdir. Bu üç kişi cemiyetin kuruluşundan sonra cemiyete üye kaydetmeye başlamıştır.

Said-i Kürdi’nin ceiyet üyesi olduğu Diyarbakır’da Şark İstiklal Mahkemesi’nin 1925’teki yargılama sırasında da belirtilir. Yine 19 Mayıs 1925 tarihli “Vakit” gazetesinde yeralan İstiklal Mahkemesi açıklamalarına göre Said-i Kürdi, Kürdistan Teali Cemiyetinin “üç numrolu azasıdır”

Seyid Abdülkadir Diyarbakır’da, Şark İstiklal Mahkemesi’ndeki ifadesinde, Said-i Kürdi ve diğer bazı kişilerle “Kürdistan emareti ihdas için mükavele akdettiklerini, sefarethanelere giderek Kürdistan muhtariyeti için muhtıra verdiklerini” söylemiştir. Kürdistan’ın kurulması için çabalayan bu örgütün başkanı olan Seyit Abdülkadir, Emin Ali Bedirhan, Said-i Nursi ve Mehmet Şükrü Sekban İstanbul’daki Amerikan, İngiliz ve Fransız komiserliklerini ziyaret ederek Kürdistan projesiyle ilgili görüşmeler yaptılar. Said-i Kürdi Kürdistan’ın dış dünya ile irtibatının sağlanabilmesi için bir denizle kıyısı olması gerektiği düşüncesindeydi.+

Kıbrıs’ın İngiltere’ye teslimini alkışlayan, işgal kuvvetleri komiserliklerini dolaşarak Kürdistan’a bağımsızlık isteyen zihniyetin günümüzdeki uzantısı Fethullah Gülen bakın yaklaşık 90 yıl sonra aynı tavrı nasıl sergiliyor:

“Tahkikat nedeniyle biri FBI’dan, diğeri Dışişleri Bakanlığı’ndan iki genç insan geldi. Geldiklerinde ‘fikirlerinden de istifade edelim’ diye bir kaç soru sordular. Bana samimi olarak şunu sordular: ‘Siz Irak’ta Amerikalıların nasıl tasarrufta bulunmasını istersiniz? İşgalden sonra Irak’ta nasıl bir irade makul olur?’ Dedim ki: ‘İşgal olmuş, siz ne derseniz deyin, halk bu meseleye işgal diyor. Benim fikrimi soruyorsanız Irak’ta öyle bir demokrasi kurun ki, Türkiye’den ileri olsun. Türkiye’ye imrenmesinler, Müslümanlara öyle müsamahalı davranın ki İran’a imrenmesinler” (Zaman, Nuriye Akman, 26.03.2004)

İşgale son verin deme cesaretini gösteremeyen Fethullah Gülen ve onun akıl hocası işgal kuvvetinden muhtariyet dilenen Said-i Kürdi.. Bu coğrafyada en çok ihanet vardır ve süreklilik arz etmektedir…

Kürdistan Teali’nin bir diğer marifeti de milli kurtuluş mücadelesini baltalamak olmuştur. Cemiyet Peyam-ı Sabah gazetesinde yayınladığı bildiri ile Kuva-yı Milliye’nin bolşevik fikirlere sahip yurtsuz serseriler olduğunu duyurmuştur.

Amiral de Robbeck ile Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın ortak planı bağımsız bir Kürt devleti kurmak için Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı kullanmaktı. Cemiyet başkanı Âyan’dan Seyit Abdülkadir de Boghos Nubar Paşa ile anlaştıklarını İngiliz Yüksek Komiserliği Danışmanı Hohler ile görüşmesinde anlatır. Ancak Abdülkadir, İngilizlerden kendilerine sunulandan daha fazlasını istemektedir. Bu uğurda Mustafa Kemal’i yoketme hareketine yardım edeceklerini açıklar.[v]

“Kürdistan Türkiye’den tamamen ayrılıp bağımsız olmalıdır. Ermeniler ile Kürtlerin çıkarlarını bağdaştırabiliriz. İstanbul’daki Kürt Klübü Başkanı Seyit Abdülkadir ve Paris’teki Kürt delegesi Şerif Paşa hizmetimizdedir” Amiral John de Robbeck, İngiliz Yüksek Komiseri, 26 Mart 1920, İstanbul

Sivas Kongresi‘nin dağıtılması ve Mustafa Kemal Paşa’nın ortadan kaldırılması girişimine Cemiyet’in karıştığına dair kanıtlar yayınlanmıştır.

1920 sonlarında bu cemiyete üye Kürtçü Aleviler Sivas’ın doğusunda Koç kırı ayaklanmasını başlatmışlardır. 1925 yılında Türkiye’nin Musul’u almak için hamle yaptığı sırada Şeyh Said’in başlattığı isyan da Kürdistan Teali Cemiyeti’nin desteği ile planlanmıştı.

Kürt Bağımsızlık Komitesi (1923)

1923′te (cumhuriyetin ilan senesinde) Seyit Abdulkadir, Hesenanlı Halit, Hacı Musa, eski milletvekillerinden Yusuf Ziya ve ailelerinden müteşekkil olmak üzere gizli bir komite teşkil edildi. Bu komitenin de gayesi, Kürdistan’ın bağımsızlığını sağlamaktı. Komiteye Yusuf Ziya aracılığı ile Hınıs’ta oturan Şeyh Sait ve ailesi alınmıştı.”[vi]

“…Örgütün ilk kongresi 1924′te yapıldı. Kongrede bulunan Nakşibendi şeyhi Şêx Seîd, Xalid Beg’in hısmıydı ve Diyarbakır’ın kuzeydoğusundaki Zaza Kürtler arasında epey bir etkinliği vardı. Bundan dolayı (Hamidiye) milisleri komutanlarını bağımsız bir Kürdistan için ikna etti.

Kongreden iki önemli karar çıktı:

1- Kürdistan’da genel bir ayaklanma başlatılacak ve bunu bağımsızlık ilanıizleyecekti. Ayaklanma bütün ayrıntılarıyla planlanacak ve bu iş uzun zaman alacağından, katılanlar, kendilerinden beklenen görevlerle ilgili olarak tam bilgilendirilecekti.

2- Harekete gerekli dış destek, İngiliz, Fransız ve Ruslar’dan sağlanmaya çalışılacaktı.”[vii]

Genç eski milletvekili Hamdi Bey, yapılan temasları ve Said-i Nursi -Halit Bey görüşmesini İçişleri Bakanlığına gönderdiği 24 Eylül 1924 tarihli şifreli yazı ile bildiyordu:

Molla Saidi Kürdi diye bilinen kişi İstanbul’dan bulunan Kürt Cemiyeti’nce kararlaştırıldığı üzere Kürdistan adıyla özerk bir devlet kurmak için Erzurum’a gelerek Varto Aşiret Reisi Miralay Kürt Halit Bey’le, sonra da Oğnut bucağından geçerken Aşiret Reisi Binbaşı Baba ile görüşerek…”[viii]

Alınan kararlar gereğince harekete destek sağlamak amacıyla Bolveşikler, İngilizler ve Fransızlarla ilişkiler kurulmuştu. Bolveşiklerin yanıtı olumsuzdur. [ix]

Şeyh Sait İsyanı ve Said-i Kürdi

Kürt Bağımsızlık Komitesi’nin çalışmaları açığa çıkarıldıktan sonra, örgütün önde gelen yöneticilerinin çoğu tutuklanır. Şeyh Said‘e bağlı kişilerin Diyarbakır‘ın Eğil nahiyesine bağlı Piran köyünde arama yapan bir jandarma müfrezesiyle çatışmaya girmeleri (13 Şubat 1925), kısa sürede genişleyecek yaygın bir ayaklanmanın kıvılcımını oluşturur. 7 Mart‘ta Şeyh Said‘in emrindeki 5000 kişilik bir kuvvet Diyarbakır‘a saldırır, 26 Mart tarihinde Türk ordusu isyanı bastırarak Şeyh Sait ve birlikte hareket eden bazı aşiret reislerini ele geçirir. Diyarbakır‘daki Şark İstiklal Mahkemesi Şeyh Said ve 47 ayaklanma yöneticisi hakkında da ölüm cezası verir, cezalar, başta Şeyh Said olmak üzere, ertesi gün infaz edilir.

Bediüzzaman Molla Said, dava arkadaşı Şeyh Said’in önderlik ettiği isyana katılmamış ya da katılamamıştır. Buna gerekçe olarak o sıralarda Van’da mağarada olmasını göstermektedir.

Dava dergisinde Hesenan Aşireti ağalarından olup Malazgirt’in Azo Köyü’nde ikamet eden Hacı Muro isminde maruf olan bir zat’ın şöyle dediği belirtilir :

“Merhum Şeyh Said efendi bir mektup yazarak bana verdi. ‘Bu mektubu Van’a giderek Bediüzzaman’a takdim edeceksin’ dedi. Bu emir üzerine ben Van’a gittim. Horhor mağarasına vardım. Şeyh efendinin mektubunu takdim ettim. Üstad mektubu tazimle karşıladı. Okudu ve ayağa kalkarak başının üzerine koydu ve bana şifahen şöyle buyurdu: ‘Şeyh Efendiye selam ve hürmetlerimi bildirirsin, kendisine gönülden bağlı olduğumu ve yakında kendilerine iştirak edeceğimi söylersin’ dedi.”[x]

Bediüzzaman Said’i Kürdi, Şeyh Sait İsyanına neden katılamadığını şu şekilde izah etmektedir:

“Kardeşim Şeyh Sait kıyama başladığı vakit Van’da mağarada idim. Kendisine bir mektup yolladım, mektubumun cevabını alamadan duydum ki kardeşim Şeyh Sait yakalanmıştır. Düşündüm ki mağaradan çıksam bile faydam olamazdı, sonra beni mağaradan yakalayıp sürgüne gönderdiler. Altı yıl süre ile dizlerime vurarak esef çekip memleketimizde fiili olarak yapılan mukaddes cihaddan mahrum kaldım”[xi]

Şeyh Sait kardeşinin kıyamına katılamayan Bediüzzaman bu kaybı bakın nasıl telafi etmektedir:

“Daha sonra bana denildi ki, kardeşin Şeyh Said üzerine küfr-i mutlak karşısında silahla cihad etmek vacip oldu. O silahı ile küfr-i mutlak karşısında cihad etti. Küfr-i mutlakı kaldırdı. Cühl-i mutlak kaldı. Cühl-i mutlakı kaldırmak için kalemimle cihad etmek de senin üzerine vacip oldu. Ben de cühl-i mutlak karşısında kalemimle cihad ettim.”[xii]

Aynı sözleri Şeyh Sait’in torunlarından Abdülmelik Fırat Şeyh Sait’in kendisine 1954 yılında şöyle söylediğini anlatmaktadır:

“Ben birader-i a’zamım, ekremim Şeyh Sait Efendi’nin hayfını (öcünü) alacağım, aldım.”[xiii]

Bediüzzaman Said-i Kürdi, “ Eğer bize zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, Şeyh Said ve Menemen hadisesi gibi yarım kalmaz” sözleri ile Cumhuriyet idaresine göz dağı vermektedir.

Şeyh Sait travmasını derinden yaşayan Said-i Kürdi süratle güçlenen milli hükümete karşı silahlı direnişin sonuç vermeyeceğini anlamıştır. Bu aşamadan sonra Bağımsız Kürdistan ereğini ve Şeyh Sait Kardeşinin intikamını almak için yeni stratejisini uygulamaya koyacaktır: Kalem ile Cihad!..

Kürtlük mücadelesini dolaylı olarak sürdürmenin yeni ve uzun vadeli stratejisi ideolojik taarruza tabi tutulacak Türklük bilincini zayıflatmak ve yok etmek olacaktır. Bu nedenle Said-i Kürdi’nin yaşamında yeni bir safha açılacak, en başta ismi Said-i Nursi olarak değiştirilecek, bir yandan o güne kadarki yapıtlarından Kürtlük ile ilgili söylemler traşlanırken diğer yandan artık Türk milletini de kucaklayan ümmetçi söylemler ön plana çıkarılacaktır, ümmetçilik milliyetçilik belasının(!) pan zehiri gibi sunulacaktır. Artık İngiliz hegamonyası yerini Amerikan emperyalizmine terketmekte, CHP’yi ilk seçimde deviren Demokrat Parti iktidarının popülist söylemleri yeni Sait için uzun süredir beklediği fırsatları sunacaktır.

Yıllar sonra Musa Anter Said-i Nursi’ye şu soruyu soracaktır:

“Muhterem hocam, çocukluğumdan beri duyduğum ve tüm Kürtlere sempatik gelen adınız Melaye Said-i Kürdi idi. Şimdi de her gün Türkler sizi oradan oraya sürüyor, hapsediyor, mahkemelerde süründürüyor ama siz hala Türkleri cennete götürme çabası içerisindesiniz; bu nasıl iştir… ben anlamadım”

Said-i Nursi’nin cevabı kısa ve nettir:

“Kure min, hin zaro yi, tu nizani ez çi dikim. Bixwine ulm hin be.” Oğlum dünkü çocuksun, ne yaptığımı bilmiyorsun. Oku, ilim öğren…

Ne yaptığı ve ne yapmak istediği adeta sır edilmiştir. Kur’an’ı değil, Kur’an ile kendini yücelten manasız ve rabıtasız risalelerle büyülenen Türk milletinin genç nesilleri, Demokrat Parti ve ABD yeşil kuşak politikalarının maddi ve manevi destek ortamında boğucu cemaat yapıları içerisinde kadrolaştırılacak; Türk Devleti’nin cepheden teslim alınamayan varlığı bu kadrolar aracılığı ile zaman içerisinde yavaş yavaş ele geçirilecekti. Ne yaptığını gayet iyi bilen Said-i Nursi’nin geçmişin sandıklarında mühürlediği ve günü gelince açılacak bu sırrını sadece gören gözler bilecektir…

Yarın : Demokrat Parti, Kore Savaşı, Amerikan Yeşil Kuşak Politikası ve Said-i Nursi

Said-i Kürdi’nin Kürt milli birliğini sağlamak için seslenişleri

Said-i Kürdi yazılarında Kürtler şu şekilde seslenmektedir : "Ey umum Ekrad!(Ey Bütün Kürtler!) Gözünüzü açınız, sabah geldi. Ve müteyakkız (uyanık) olunuz. Sizin ihtilaf (ayrılık) ve vahşetinizden (medenileşememenizden, sosyalleşememenizden) efkâr-ı faside (kötü fikir) sahibi istifade etmesin. Bu şanlı olan ittihad-ı milleti (Kürt milli birliği) fena bir hastalığa hedef etmesinler.”

Said-i Kürdi’ye göre "Eskiden beri her bir vechile Ekrad’ın (Kürtlerin) madûnunda (gerisinde, altında) bulunanlar, bugün onların hâl-i tevakkufta (duraklama halinde olmalarından) kalmalarından istifade ediyorlar. Bu ise ehl-i hami­yeti (gayret sahibi kimseleri) düşündürüyor. Ve bu …(durum), Kürdler için müstakbelde (gelecekte) bir darbe-i müdhişe (müthiş bir darbe) hazırlıyor gibi ehl-i basireti (bu durumu görenleri) dağdar (yüreğini yakmıştır) etmiştir.”[xiv]

Yine, Kürtlerin aralarındaki ayrılıkları bir tarafa bırakarak niçin milli birlik kurmaları gerektiğini eserlerinin çeşitli yerlerinde şöyle izah etmektedir;

“Kuvvetinizi toplayıp namus-u milliyenizi muhafaza etmenizin tek yolu, milliyet bilincine sahip olmanızdır. Bu bilinçle milliyetinizden oluşan ortak değerleriniz için bir havuz yapın ve maddi manevi milli gelirlerinizi bu milliyet havuzunda toplayın. Havuzun suyunun boşa akmasına eğitim ile mani olup İslami faziletlerle de bu havuza akacak yeni suyolları açın”

Kürt aşiretlerine yazdığı Münazarat kitabında Kürdistan’ın milli birliğinin kurulması üzerine şunları söylemektedir: “Kürt halkı! Milliyet fikrini rehber edinin, eğitim ve insaniyeti elinize alın. Bu yüzden milliyet fikri her ferdi bir millet kadar kıymettar yapar. Milleti için himmet eden ve çalışan tek başına bir millettir. Kimin himmeti yalnız kendi nefsine ve şahsına ise o insan değildir. Bu yüzden insan fıtraten medenidir. Hemcinsi ve ırkdaşı için düşünmeye mecburdur. Toplum yaşamı sayesinde kendi şahsi yaşamı sürer. milliyet fikri ile, bir milletin fertleri bir aile gibi birbirine şirindir. Onların her ferdini bir insan kadar değil, bir ulus kadar büyük eder.”[xv]

Kürtlüğün haysiyet ve namusunu korumak vazifesini de üzerine alan Said-i Kürdi suçlu olarak ilan ettiği hükümete karşı Kürtlerin Arnavutlar gibi yiğit ve kahraman olmasını istemektedir: “Ey Kürt halkı! Her yerden hücum eden medeniyete karşı, siz vahşetinizi koruyamazsınız. Bu vahşet söylemimden dolayı darılmayın. Bunu başta kendim için söylüyorum. Hem de suç hükümetindir. İstediğim şey Kürtlüğün haysiyet ve namusunu korumaktır. Hürriyet ve adaleti isteyip ona hizmette, Arnavutlar gibi yiğit ve kahraman olun.”

[i] Şark ve Kürdistan Gazetesi Sayı 1

[ii] BEDİÜZZAMAN’LA ALAKALI BAŞBAKANLIK OSMANLI ARŞİVİ- ARCHIVE DOCUMENTS ON B. SAID NURSI. DH. MKT 2730/76-14/M/ 1327 Bâb-ı Âlî Nezâret-i Celîle-i Dâhiliye İdâre-i Matbuât Aded: 1498

[iii] Zinar Silopi, s.26, Kürt Sorunu, Altan Tan

[iv] Göldaş, Ismail, Kürdistan Teâli Cemiyeti, Doz Yayınları, 2. Baskı, Aralık 1991-İstanbul. sf:70

[v] Milli Mücadele Tarihi, 1. Cilt. “Lord Curzon, Türk direnmesini kırmakta Kürtçülüğün kullanılmasını düşünmüştür. Bu aynı zamanda Sadrazam Damat Ferit’in de fikridir.”

[vi] Bulut, Faik, Devletin Gözüyle Türkiye’de Kürt İsyanları, Yön Yayıncılık, Birinci Baskı, 1991, s. 12-13

[vii] Bruinessen Martin van, Ağa, Şeyh ve Devlet: Kürdistan’ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi, Öz-Ge Yayınları, s. 348-349

[viii] Mumcu, Uğur, (12-13-14-15-35-38-45) Kürt-İslam Ayaklanması (1919-1925), Tekin Yayınevi, Ikinci Baskı, Ankara-1991, s. 39-40-45-46-48-54-55-66

[ix] Tahsin Sever – 1925 Kürt Bağımsızlık Hareketlerinin Yapısı ve Hedefleri

[x] Dava dergisi, sayı 8, s.22

[xi] Şeyh Said’in oğullarından Ali Rıza ve Selahaddin’in 1960 Ankara’da Said-i Nursi ile yaptıkları görüşmeden

[xii] Şeyh Said kıyamının bilinmeyen yönleri, s.4-5

[xiii] Girişim dergisi, no 47, s.22

[xiv] İctimai Dersler, s.570

[xv] Nursi, Bediüzzaman Said. İçtimai Dersler s. 60 İki Mekteb-in Musibetin Şehadetnamesi. Hatime bölümü.

KÜRT SORUNU DOSYASI /// BIR AMERİKALININ GÖZÜ İLE : ABD’nin KÜRDİSTAN Merakı


Not: Bu yazı ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi Haziran 2006 basında yer alan BOP haritasının da yer aldığı Ralph Peter’s’in İngilizce makalesinden tercümedir.

PROF. DR. HUSEYIN MURAT CEKIRGE _U [hmcekirge@usa.net]

ABD’nin KÜRDİSTAN Merakı

ABD’nin BOP adıyla bilinen küresel projesinin yaşaması ya da gerçekleşmesi sadece ve sadece KÜRDİSTAN diye bir devletin Ortadoğu’da oturtulmasına bağlıdır.

Neden Kürdistan?

Çünkü böylesi yapay bir devlet ortaya çıkarsa eğer, dört büyük ülke parçalanmak durumunda kalır; Türkiye, İran, Suriye ve Irak… İşte ABD’nin enerji politikasını kolaylaştırır, enerji kaynaklarını ele geçirmesi ve yönetmesine olanak tanır.

Peki ya Rusya?

Bu BOP Rusya’nın da işine yarar yarar çünkü, dünyanın çekindiği Asya-Anadolu Birliği yani Asya’daki Türk devletleri ile Anadolu’daki Türk Milletinin fiziki bağı, işte bu Kürdistan diye projeyle kesilmiş olur.

Peki bu bir Kürt Projesi midir?

Hayır!.. Bu bir Ermeni projesidir ancak, Ermenilerin gücü yetmediği için kılık değiştirip Kürt kimliğiyle öne çıkmışlardır.

PKK terör örgütü bir Ermeni Taşnak-Hoybun örgütüdür.

Durum budur, mesele ise şudur; AKP siyaseti bu projenin neresindedir? Öyle ya, eğer bu proje ile birlikte ise vatanımızın ve milletimizin birlik ve bütünlüğü fiilen tehlikeye düşmüş demektir, çıkış yolu da bu siyaseti değiştirmekten geçmektedir.

İŞTE ABD’NİN BOP PROJESİNDE GEÇEN KÜRDİSTAN:

“Balkanlar ve Himalayalar arasındaki adaletsizliği ile ünlü topraklardaki en göz alıcı haksızlık bağımsız bir Kürt devletinin yokluğudur.”

Orta Doğu’da bitişik bölgelerde yaşayan 27 ile 36 milyon arasında Kürt vardır.

Günümüz Irak nüfusundan daha büyük olan bu grup, düşük nüfus tahminini bile göz önünde bulundurduğumuzda Kürtleri dünyanın kendine ait bir devleti olmayan en büyük etnik grubu yapmaktadır. Daha kötüsü, Kürtler, Ksenofon’un zamanından beri yaşadıkları tepe ve dağların bulunduğu bölgeyi kontrol eden her devlet tarafından ezilmiştir.

Ankara’nın önünde bulunan Kürt sorunu, son on yıl içerisinde bir miktar kolaylaşmış olmasına rağmen baskı yakın tarihlerde tekrar yoğunlaştı ve Türkiye’nin doğusundaki beşte birlik bölümü işgal edilmiş bir bölge olarak görülmelidir. Suriye ve İran Kürtleri de mümkün olsa bağımsız bir Kürdistan’a katılmak isterlerdi.

Ayrıca Diyarbakır’dan Tebriz’e kadar uzanan bağımsız bir Kürdistan, Bulgaristan ve Japonya arasında en Batı yanlısı devlet olacaktır.

Bölgede yapılacak adil bir düzenleme Irak’taki üç Sünni ağırlıklı bölgeyi budanmış bir devlet haline getirecektir ve bu bölgeler zaman içerisinde Akdeniz’e yönelmiş bir Büyük Lübnan’a kıyılarını kaybetmiş olan Suriye ile birleşmeye karar verebilir ki bu durumda Fenike yeniden doğmuş olur.

İnsanların isteklerini yansıtan bir şekilde sınırların düzeltilmesi imkansız olabilir. Şimdilik. Ancak, zamanla – ve kaçınılmaz sonucu olarak kan döküldüğünde- yeni ve doğal sınırlar ortaya çıkacaktır.

Babil birçok kere düşmüştür. Bu esnada üniforma giyen erkek ve kadınlarımız terörizme karşı güvenliğimiz, demokrasi umudu ve kendiyle savaşması kaderi olan bir bölgedeki petrol kaynaklarına erişim için savaşmaya devam edecekler. Ankara ve Karaçi arasındaki bölgedeki mevcut insani bölünmeler ve zoraki ittifaklar, bölgenin kendine verdiği acılar ile birleştiğinde aşırı dincilik, suçlama kültürü ve teröristlerin istihdamı için mümkün olabilecek en uygun zemini sunmaktadır.

Eğer büyük Orta Doğu’nun sınırları, kan bağı ve inanç bağının doğal bağlantılarını yansıtacak şekilde değiştirilemez ise, bölgede dökülen kanın bir bölümünün bizim kanımız olmaya devam edeceği hususunu dini bir inanç hususu gibi kabul etmemiz gerekecektir.

Kim Kaybeder: Kaybedenler: Afganistan, İran, Irak, Kuveyt, Pakistan, Katar, Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri, Batı Şeria.

Ralph Peter’s

Amerikalı bir albay

DURUM BU:

Türkiye, ülkemiz ve milletimizin bölünmez bütünlüğünü hedeflemiş ve kendi hükümetinin de yer aldığı bu BOP projesinin işleyişini durdurmak zorundadır. Aksi halde zaten ağır ve yakın bir tehdit altında olan Türkiye, varlık ve bekasını sürdürme imkanı bulamayacaktır. Irak’ta olan bitenler, Suriye’de halen yaşanmakta olan süreç bu tespitimizin doğruluğunu destekleyen açık kanıtlardır.

Eğer ki bir siyaset bir ulusun ve devletin varlık ve bekasını açıktan tehlikeye düşürüyorsa, böylesi bir siyasetea karşı bir ulusun direnişi suç değil anayasal meşru müdafaa olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir.

Not: Bu yazı ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi Haziran 2006 basında yer alan BOP haritasının da yer aldığı Ralph Peter’s’in İngilizce makalesinden tercümedir.

KÜRT SORUNU DOSYASI : Kurdish identities and Kurdish nationalisms in the early twenty-first century (İNG İLİZCE)


Kurdish identities and Kurdish nationalisms in the early twenty-first century.pdf

KÜRT SORUNU DOSYASI : Erken 21. Yüzyılda Kürt Kimlikleri ve Kürt Milliyetçilikleri


Erken 21. Yzylda Krt Kimlikleri ve Krt Milliyetilikleri.pdf

KÜRT SORUNU DOSYASI /// From Adela Khanun to Leyla Zana : Women as Political Leaders in Kurdish History (İ NGİLİZCE)


From Adela Khanun to Leyla Zana – Women as Political Leaders in Kurdish History.pdf

KÜRT SORUNU DOSYASI /// The Kurds as objects and subjects of historiography : Turkish and Kurdish nationalists struggling over identity (İNGİLİZCE)


the-kurds-as-objects-and-subjects-of-historiography-turkish-and-kurdish-nationalists-struggling-over-identity

KÜRT SORUNU DOSYASI : Kurdish studies in Western and Central Europe (İNGİLİZCE)


Kurdish studies in Western and Central Europe.pdf

KÜRT SORUNU DOSYASI : The Qadiriyya and the lineages of Qadiri shaykhs in Kurdistan


The Qadiriyya and the lineages of Qadiri shaykhs in Kurdistan.pdf

KÜRT SORUNU DOSYASI /// The Kurdish Question : Whose Question, Whose Answers


The Kurdish Question – Whose Question, Whose Answers.pdf

KÜRT SORUNU DOSYASI /// NAİM BABÜROĞLU : Batı Ülkelerinin Kürt Politikası ve Türkiye – 1


Batı ülkeleri, Türkiye ve ulusçuluğa yönelen Arap ülkelerine karşı sürekli Kürtleri kullandılar.

1918-1938 yılları arasında, Anadolu’da 12 Kürt ayaklanması çıkarken, Kurtuluş Savaşı sırasında dış kaynaklı ve din motifli 60 gerici ayaklanma oldu. Batılılar, Türkiye sınırları dışında kalan Kürtler üzerinde de çeşitli oyunlar oynadılar. Irak, Türkiye’den koparıldıktan sonra İngiltere her sıkıştığında, Bağdat’taki Arap yöneticilere karşı Iraklı Kürt lider Şeyh Mahmut Berzenci’yi kullanarak Kürtlerin yoğun yaşadığı yerlerde ayaklanma başlatırdı. Dün Irak’ta Berzenci, Türkiye’de Şeyh Sait nasıl kullanıldıysa bugün de Kuzey Irak’taki Kürt liderleri, PKK ve diğer terör örgütleri öyle kullanılmaktadır.(1)

Batı ülkeleri, günümüzde Kürtler ve Siyasi İslam üzerine şekillendirdikleri Ortadoğu politikalarını, Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa’ya karşı da uygulamışlardı. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir A. Calthorpe, 1919’da Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği gizli raporda şöyle yazıyordu: “Binbaşı Noel (İngiliz ajan), Kürt şefleriyle görüş birliğine varırsa, bundan büyük faydalar sağlayacağını söylüyor… Kürtler henüz Mustafa Kemal’e karşı ayaklanmadılar ama Noel bunu başaracağından emin.”(2)

İngiliz Ajanı Noel, Elazığ Valisi Ali Galip ile birlikte 1919’da Sivas Kongresi’ni basmayı bile düşündü, ancak bunu başaramadı. Mustafa Kemal Paşa, 1919’da Sivas Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söyledi: “İngilizlerin amacının, para ile ülkemizde propaganda yapmak ve Kürtlere Kürdistan kurma sözü vererek onları aleyhimize ve bize karşı suikast düzenlemeye yöneltmek olduğu anlaşılmış, karşı önlemler alınmıştır.”(3)

İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliği’nde görevli Türkiye uzmanı Ryan, 23 Eylül 1920 tarihli gizli raporunda: “Millicileri ezmek için iç ayaklanmalara güvenilmesi gerektiğini” yazıyordu.(4)

1925 yılında, Bağdat’taki Fransız Yüksek Komiserliği, Paris’e gönderdiği gizli raporda Şeyh Sait isyanı ile ilgili şunları yazar: “Şeyh Sait ayaklanması kendiliğinden birdenbire ortaya çıkmadı. Kürdistan dağları yabancıların kışkırtması ve desteği ile ayaklandı. Bu bölgede ortaya çıkan olaylar, İngilizlerin uğradıkları yenilgiden sonra hiç affetmedikleri Mustafa Kemal’e karşı yürüttükleri siyasetin bir parçasıdır. Kürt ayaklanması bundan daha iyi koşullarda patlak veremezdi. Ayaklanma, Türklerin Musul üzerindeki iddialarını araştıran komisyonda, Türklerin kendi topraklarındaki Kürtler arasında bile huzuru sağlayamayacağını gösterecekti.”(5)

International Press’in Londra muhabiri, 5 Ağustos 1930 tarihli gazetede şunları kaleme aldı: “Irak’taki Kürtler, Musul petrol bölgesinde yaşamaktadırlar. İngilizler, bu bölgeleri gerektiğinden fazla güçlük çıkmadan Irak’tan koparmak için, buralarda bir çeşit ‘Kürt Özerkliği’ oluşturmuşlardır. Amaç, İngilizlerin bu özerk Kürdistan ile Türkiye, Suriye ve İran Kürtleri özerinde çalışma yapabilecekleri bir merkez oluşturmaktır.”

ABD’nin Ortadoğu’ya vermek istedikleri yeni biçimi, ABD’li Profesör Noam Chomsky, 1983’te yayımlanan “Kader Üçgeni” adlı kitabında kaleme aldı. Kitapta, Kudüs Amerikan Girişimcilik Enstitüsünün raporuna yer verdi. Bu raporda şu bilgiler vardı: “Ortadoğu’da ulusalcılık ve ulusal kimlik yok edilmeli, bunun için de Ortadoğu Osmanlılaştırılmalıdır. Böylece bölgede Batı çıkarlarına karşı çıkacak ulusal güç ve direnç kalmayacak, sistemlerin çarkları rahatlıkla işleyecektir. ABD için en tehlikeli düşman ve tehdit, bağımsızlık tehdididir…”

ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) eski Ortadoğu Direktörü Graham Fuller, 1990’da şunları söyledi: “Kemalizm bitti. Dünyadaki bütün liderler gibi o da sonsuza dek yaşayacak bir ürün veremedi. Oysa İncil ve Kur’an hala veriyor. Bu nedenle, kendisine entelektüel güven duyan Türkiye, İslam’ın günlük yaşamdaki yerini almasını yeniden düşünmelidir.”(6)

ABD Dışişleri eski Bakanı Condoleezza Rice, Ulusal Güvenlik Danışmanı iken 7 Ağustos 2003’te Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında, 22 (Türkiye dahil 23 ülke) ülkenin rejimi ile sınırlarının değişeceğini belirtmişti. Moritanya, Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Sudan, İsrail, Ürdün, Suudi Arabistan, Yemen, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar, Kuveyt, Irak, Suriye, Lübnan, Türkiye, İran, Afganistan, Pakistan’ın oluşturduğu ülkeler, 17 milyon kilometrekarelik bir coğrafyayı kapsamaktaydı.(7)

Sonraki yazımızda, konuyu incelemeyi sürdüreceğiz.

(1) Bitmeyen Oyun, Metin Aydoğan, Umay Yayınları, İzmir, 2005.

(2) Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanmaları, Tekin Yayıncılık, 1995.

(3) Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanmaları, Tekin Yayıncılık, 1995.

(4) Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.1., İstanbul, 1973.

(5) Bitmeyen Oyun, Metin Aydoğan, Umay Yayınları, İzmir, 2005.

(6) Cumhuriyet Gazetesi, 26 Şubat 1990.

(7) Metin Aydoğan, Türkiye Nereye Gidiyor, 6. Baskı, Umay Yayınları, İzmir, 2007.

KÜRT SORUNU DOSYASI : Türkiye ve Kürt Realitesi (RAPOR)


image00120

trkiye ve krt realitesi

KÜRT SORUNU DOSYASI : Geçici Köy Koruculuğu ve “Çözüm Süreci” (RAPOR)


gecici-koy-koruculugu-ve-cozum-sureci

KÜRT SORUNU DOSYASI /// NAZMİ EROĞLU : “Güneydoğu Sorunu” ve Hamidiye Alayları’na Dair Birkaç Be lgede Anlatılanlar


"Güneydoğu Sorunu" ve Hamidiye Alayları’na Dair Birkaç Belgede Anlatılanlar

"South-eastern Question" and the Stories told about Hamidian Troops in Some Historical Documents

Nazmi EROĞLU

Araştırmacı-yazar

"Güneydoğu Sorunu"nun Mahiyeti

Daha ziyade Kürtlerin meskun olduğu Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlisî’nin teşebbüsleri sonucunda Osmanlı Devleti’ne bağlanmıştı. 19. yüzyılın son çeyreğine kadar büyük ölçüde "sulh ve sükun" içindeki bu topraklarda, aynı süreçte meydana gelen bazı olaylar, bölgesel bir düzeyde ve daha ziyade asayiş çerçevesinde kalınarak kaynağında kurutulmuştur. Hilafetin ilgasından sonra meydana gelen gelişmeler ise daha şümullüdür ve toplumu uzun süre meşgul edecek sorunları içinde barındırmaktadır. 1980’lerden sonra tırmanan terör faaliyetleri ise neredeyse ülkeyi uluslararası boyutta sıkıntıya sokacak bir mahiyete ulaşmıştır.

Esasında bahsi geçen bölgede meydana gelen olayların sebepleri muhteliftir. Burada yaşayan insanların önemli bir kısmının hayatında yoksulluk, cehalet, bilgisizlik, eğitimsizlik söz konusudur. Bununla birlikte güvenlik, emniyet ve buna bağlı olarak aşiret düzeninin getirdiği problemler sürekli kendini göstermiştir. Neticede toplumu canından bezdiren bu müthiş sosyal ve ferdî hastalıklar bir türlü aşılamamıştır. Nitekim bütün ağırlığıyla yaşanan sorunlardan kurtulmak isteyenler ve imkan bulanlar bölgeyi terk ederek başka vilayetlere göç etmişlerdir. Türkiye’nin diğer bölgeleri de göç vermesine rağmen, bu tarz sorunlar sebebiyle buralardaki kadar büyük bir kopuş yaşanmamıştır.

Bununla beraber, Abdülhamid zamanından beri bölgede yaşanan sorunların giderilmesi için yapılan çalışmalar, "dış güçlerin" siyasi baskısı altında şekillenmiş ve çoğunlukla bu toprakların yabancı devletlerin nüfuzu altına gireceği korkusuyla hükümetler tarafından tedbirler alınmaya çalışılmıştır. Fakat ortaya atılan projelerin Orta Doğu’nun bu kilit bölgesini düzene sokamadığı açıktır. Zira, burada yaşayan insanların rahat ve huzuru istikrarlı hale getirilememiştir. Meseleye ağırlıklı olarak güvenlik ve iktisadi açıdan yaklaşılması ve bunların giderilmesiyle sorunların biteceğine inanılması, çözümün gecikmesine ve sorunların bir bölümünün anlaşılamamasına sebep olmuştur. Bu da devlete ve topluma büyük bir maliyet yüklemiş, maddi ve manevi kayıplara yol açmıştır. Kısaca on milyarlarca dolar israf edilmiştir ki bu harcamalarla Türkiye’nin en büyük sorunlarının çözüleceğine şüphe yoktur. Bunun yanında bölge sakinlerinin ülkenin topyekun bir şekilde kalkınmasına yapacağı katkı azalmıştır.

Dolayısıyla, devleti bu ağır faturaya mecbur eden önemli oranda "emperyalist güçlerin" politikalarıdır. Bir o kadar da bölgede yaşayan halkın kültürel hakları ve kimlik yönündeki bilinen taleplerinin görmezden gelinmesidir. Hatta bu tutumun da önemli bir sebebi, Batılıların Orta Doğu’ya karşı ilgilerinin yönetim üzerindeki baskısı ve buna bağlı olarak "ulusalcı" ideolojinin, dışlayıcı veya "asimilasyon politikalarıyla" bir savunma hattı oluşturma gayretidir. Halbuki Türkiye’de asırlar boyu ortak bir medeniyet etrafında kaynaşan halkın yapay bir anlayışa zorlanması gereksizdi; zira bu anlayış eskiden kalma güçlü bağları zayıflatıcı bir mahiyet taşımaktadır. Böylece, korku ve heyecan içinde oluşan bu savunma yönteminin tarihî arka plan ve iç dinamikler göz ardı edilerek uygulanması, yönetimle halkın arasında önemli bir kopuşu ve yabancılaşmayı netice vermiştir. Nihayet, Balkan faciasının izleri Türkiye’yi yönetenlerin politikalarında hemen her dönem kendini göstermiştir. Buna rağmen yakın bir dönemde devletin aldığı bir kararla meydana gelen bazı değişiklikler bahsi geçen bölge halkına yönelik uygulamaların yanlışlığını ortaya koymuştur. (Kültürel haklar tanınmıştır) Büyük kayıplar verilerek gelinen bu noktada bürokratların ve siyasîlerin donanımsızlığı, bilgisizliği ile ideolojik yaklaşımların meydana getirdiği perdenin bu zümreleri nasıl halktan uzaklaştırdığı açıktır. Bunun yanında "Kürt elitleri ve aydınlarının" önemli bir bölümünün de bu bölgede yaşanan sorunları kavrayamadığı, hatta bazı kilit noktalardaki yöneticiler gibi bölge halkına yabancılaştığı, kendi halkını istismar ettiği gözden kaçmamaktadır. Kısaca, sabah-akşam bir arada yaşayan insanların birbirlerini anlamamaları gibi feci bir durum bütün ağırlığıyla geçerliliğini korumaktadır. Nihayet birinin güldüğü yerde öbürü ağlıyorsa, işte bu bir ülke için alarmdır. (Maalesef, buna on yıllardır şahit olunmaktadır. Hatta muhafazakar kitlelerin sorunlarında da bu bölünmüşlük kendini göstermektedir. Ülkeyi yönetenlerin veya sosyal problemlerin halli için fikir üretenlerin, özgürlükler konusunda duyarlı olmaları halinde rahatlıkla aşılabilecek sorunları kangren haline getirmeleri, bunu ülkenin birliği ve bütünlüğü adına yapmaları hayret edilecek bir husustur.)

Meşrutiyet’in başında bu bölgenin makus talihini yenmenin eğitim ve iktisadi sorunların halledilmesiyle mümkün olabileceğine inanan Genç Sancağı Mutasarrıfı İbrahim Muhlis’in (16 Eylül 1908’de Sadaret’e gönderdiği raporundaki)1 görüşlerinin o dönem için gerçekçi olduğu söylenebilir. Zira, Osmanlı Devleti’nde kültür ve "kimlik" yönünden önemli bir sıkıntı yaşanmamakta idi.2 Bununla beraber bahsi geçen şahıs şu hususların altını da çizmektedir: "… Zeki ve cesaretli olan bölge halkının yeteneklerinden istifade edilmediği gibi, Aşiret Alayları’na mensup olan Kürtlerin kontrol altına alınmasına dahi özen gösterilmeyerek bu grupların bulundukları yerlerin harap olmasına sebebiyet verilmiştir. İlk önce bu idari yapının değiştirilmesi gerektiği hususu açıkça ortaya çıkmıştır."3

Diğer taraftan, burada uygulanan Aşiret Alayları düzeninin bölgenin güvenliğiyle merkezi otoritenin politikalarının gerçekleştirilmesine hizmet etmesinin amaçlandığı bilinmektedir. Buna benzer bir yapılanmanın yakın tarihte meydana gelen olaylar sebebiyle teşkilatlandırılan "korucu sistemi" olduğu söylenebilir, ki burada güdülen gaye yüzyılın başındaki uygulamalarla paralellik arz etmektedir.

Bu yazımızda ele aldığımız belgelerde Aşiret Alayları ile bölgenin güvenlik ve eğitim sorunlarıyla ilgili hususlar dile getirilmekte ve metinleri kaleme alanlar tarafından çözüm yolları ortaya konulmaktadır. Ancak, belgelere geçmeden önce, burada üzerinde durulan konuların anlaşılması için, Aşiret Alayları’ndan bahsetmekte yarar vardır.

Hamidiye Alayları’nın Teşkilatlandırılması

Hamidiye (Aşiret) Alayları’nın kurulması 1890’da tasarlanmış ve o yıl içinde teşebbüse geçilmiştir. Bu alayların teşkilatlandırılmasında IV. Ordu Kumandanı Müşir Zeki Paşa, Anadolu Islahat-ı Umumî Müfettişi Mehmed Şakir Paşa, Teftiş-i Askeri Komisyonu üyesi Miralay İbrahim Bey görev almıştır. Dolayısıyla teşkilatın planlamasını ve projenin yürütülmesini sağlamışlardır. Rusya’nın yapılandırdığı Kazak Alayları da incelenerek ortaya konulan bu uygulama sonucunda 1901 senesinde 65 alay teşekkül ettirilmiştir. Bu girişimle -yukarıda da değinildiği gibi- merkezi otoritenin temini, doğuda devletin gücünü koruyacak bir siyasi dengenin yeni şartlara göre oluşturulması, Ermenilerin dış çevreler tarafından istismar edilmesiyle meydana gelebilecek tehlikelerin önlenmesi ve Rusya’nın muhtemel saldırısına karşı bölgenin direncinin ve savunmasının güçlendirilmesi amacı güdülmüştür.4

Minorsky de bu hususa işaret ederek hükümetin Şark siyasetindeki değişikliğini 1878’e kadar geri götürmektedir. Zira, Berlin Antlaşması’nın 61. maddesine göre bahsi geçen bölgede ıslahat yapılması tavsiye edilmekte idi. Ancak Türk yöneticileri Büyük Devletler’in istekleri doğrultusundaki ıslahat taleplerine karşı "gizli mukavemet" gösteriyorlardı. 1885’ten itibaren meydana gelen ve Rusya, İsviçre ve İngiltere’ye bağlı olarak gelişen Ermeni ihtilâl hareketleri bu toplumun milliyetçilik duygularını kamçıladı.5 Esasında Rusya, Balkanlar’da başarılı bir şekilde uyguladığı Slav milliyetçiliği planına uygun bir şekilde Ermeni milliyetçiliğini de kullanarak Doğu Anadolu üzerindeki emellerini gerçekleştirmek istiyordu. İşte tam da bu noktada "Hamidiye Alayları’nın kuruluşunun direkt hedefi, Ermeni terörizminin daha fazla dallanıp budaklanmasını önlemekti".6 Devleti yönetenler ise bölgenin şartlarını dikkate alarak bilinen tedbirleri almaya başladı.

Nizamnameye göre alaylar 4, 5 veya 6 bölükten, 512-1152 arası neferden oluşacaktı. Aynı zamanda aşiret reislerinin çocuklarından birer kişi seçilerek İstanbul’daki süvari mektebine gönderilecek ve orada eğitim verilecekti. Bunlar, buradan mezun olup döndüğünde mülazım rütbesiyle alayında görev yapacak, böylece önemli bir kuvvet bölgenin imkanlarıyla vücut bulacaktı. Neticede 35.000 süvari ve asker devletin hizmetine girecekti.

Teşkilatlanan alayların faaliyet ve yönetimlerinde zamanla bazı sorunlar ortaya çıkmış, bu sebeple aşiretler arasında kavgalar artmıştı. Alayların disiplin altına alınması için Müşir Şakir Paşa müfettiş olarak görevlendirilmiş ve Şakir Paşa, Zeki Paşa ile tedbirler almaya çalışmıştır. Ancak, 1897’de henüz yeterli ölçüde bunun sağlanamadığı anlaşılmaktadır. Diğer bir husus Büyük Devletler tarafından Ermeni olayları (1890-1895) gerekçe gösterilmiş -yapılan şikayetler üzerine- alayların disipline kavuşturulması ve Ermeniler lehine hükümetin tedbir alması için baskı yapılmıştır.

Her iki paşa alayları nizama sokmak için Malazgirt’te bir ferikliğin emrinde (Hamidiye Umum Kumandanlığı adı altında) yeniden teşkilatlanmalarını ve faaliyetlerinin sıkı bir şekilde denetlenmesini düşünmüşlerdir. Meşrutiyet’in ilanı ve daha sonra Abdülhamid’in tahttan uzaklaştırılmasının akabinde farklı bir durum ortaya çıkmış, alaylar dağıtılmış ve düzenli orduda subay olarak görev yapanların (Kürt reislerinin oğulları) rütbeleri indirilmiştir. Ayrıca, Ermeniler lehinde kararlar alınmış, bu da tepkilere yol açmış ve yeni yönetime karşı güven bunalımı meydana gelmiştir.7

Bu gelişmeler yaşandığı esnada bazı tecrübeli bürokratların ve bölgeyi temsil eden siyasilerin Doğu’nun durumu hakkındaki -hükümeti uyarıcı ve yol gösterici- raporları gündeme gelmiştir. Birbirine yakın tarihlerde gönderilen raporlarda değişik açılardan bölgenin yapısı ele alınmakta, özellikle bölgenin güvenliği, barış ve huzurunun temini üzerinde durulmaktadır. Ayrıca, muhtemel tehlikelere de dikkat çekilmektedir.

Dördüncü Ordu Müşiri İbrahim Paşa’nın Uyarıları

Erzincan’da Dördüncü Ordu Müşiri İbrahim Paşa’nın şifreli telgrafında (18 Şubat 1910)8 Kürdistan ile ilgili sürekli olarak yaptığı ve doğru çıktığını düşündüğü açıklamalara, uyarılara işaret ederek yine bazı hususları dile getireceği belirtilmektedir. Kısaca, vatanı terk ve hicret etmeye mecbur bırakılan malum reisler (aşiret reisleri) hakkında vaktiyle dile getirmiş olduğu sorunların yine geçerliliğini koruduğunun artık anlaşıldığı ifade edilmektedir. Buna göre:

"Nüfuzları yalnız 8-10 bin kişiden ibaret olan, fakat kendi aşiretleri ve bağlılarıyla sınırlı kalamayan firarilerin (bahsi geçen reislerin) maruz kaldıkları göç felaketi -vatandan uzaklaşmaları- ve bugün aynı muameleye kendilerini maruz gören emsali üzerinde tesirli bir ibret, hüzün ve keder husule getirdiği anlaşıldı…

Firarileri ikna ederek vatanlarına dönmeleri ve akla gelen kötü şeylere meydan verilmeden uygun bir şekilde tedbir alınarak idare edilmeleri ülkenin selameti namına vecibeden iken bu konuda bir şey yapılmadı.

Diğer taraftan, "dört vilayeti" ülkenin sınır boyunu meydana getiren "Kürdistan" geniş hattının önemi ve zamanın nezaketinden dolayı muhtaç olunan sükunun sağlanması elzemdir. Ayrıca, devletin gelecekteki güvenliği ve barışı burada yaşayan unsurların birleşmesine bağlı olduğu, karşılıksız (seyyanen) muamele edilmesi ve adaletin yerine getirilmesi Meşrutiyet’in gereklerinden olduğu bilinmektedir. Ancak, işaret edilen vilayetlerde görev yapan memurlar bu durumu takdir etmekten ve anlamaktan acizdir. Bunların halleri, bölgenin yapısı (mizacı) gelişmeleri olumsuz yönde etkilemektedir. Meşrutiyet hükümetinin halkın birliği hususundaki gayesini hareket düsturu olarak kabul etmesi gerekenler de çoğunlukta olan aşiret evlatlarına ve kabile reislerine kötü gözle bakmaktadırlar. Bundan dolayı, sabık dönemdeki cürümleri bahane edilerek kanunî takibat yapılmakta ve eskiden beri düşmanlıkları bulunan gayrimüslimlerin memnun edilmesi meşrutiyet-severlik olarak görülmektedir.

Halbuki böylelikle fırsat kollayan ve siyasi amaçlar taşımakta şüpheli görülen gayrimüslimlere geniş bir hareket sahası tanınmakta ve hoşa gitmeyen davranışlar artırılmaktadır. Zaman, mevki ve mekan itibarıyla gelişmeler muhakeme edilirse, Meşrutiyet’in yararlarını tamamıyla tecelli ve tesis edemeyen bu vilayetlerin henüz uygulama alanı olamayacağı ve bundan dolayı işlerin tecrübeli ellere, muktedir vali ve mutasarrıflara tevdiine ihtiyaç duyulduğu anlaşılır."

İbrahim Paşa’nın yazısının devamında şu hususların üzerinde de durulmaktadır:

Bu bölgede yaşayan aşiretlerle Ermeniler arasında ne zaman başladığı bilinmeyen bir tarihte meydana gelen soğukluğun son çeyrek asır zarfında maddi menfaat(ler) gibi tabiî sebepler ile husumete dönüşüp devam ettiği ve arttığı bilinmektedir. Bununla beraber bu düşmanlığın özellikle Ermeniler aleyhinde yayılan haberlere delalet eden kesin bir emaresi yoksa da, bir süreden beri aşiretler arasında dahi kasaba dahilinde bile hükümetten hoşnutsuzluğu içeren dedikodular cereyan etmekte, aşiret reisleri arasında gizlice fikir alışverişi ve (maksatlı) ilişkilerin olduğu işitilmektedir.

Aşiret sınıfından bazılarının çeşitli suçlardan şüpheli bulunarak tutuklanması, hiçbir mahkemenin tutuklama kararı olmaksızın (kanundışı) mülkiye hapishanesine konulması ve baskılara maruz bırakılması; Kürtleri büsbütün korkutup kaçırarak bu gibi dedikodulara her tarafta cereyan eden bir alan açılmasına ve Meşrutiyet’ten pek ziyade zarar gören reislerin iğfallerine, zararlı telkinlere sebep olmuştur. Fakat dedikoduların güvenlikle ilgili fiili bir etkisi bulunmadığı ve delil teşkil etmediği, fakat konuşma özgürlüğünün sınırlarını zorladığı bilinmektedir. Ancak, siyasi bir gürültü çıkmaması için bu husus dikkate alınmamıştır.

Gerçi nüfusun çoğunluğunu teşkil eden çiftçiler ve orta sınıf Kürtlerin Meşrutiyet’in tesiriyle her tarafta görülen rahatlık ve huzurdan memnun ve müteşekkir olduğu muhakkak ise de, her sınıf aşiret fertleri öteden beri reisler ve bir kısım eşrafın ister-istemez emellerin oyuncağı ve menfaatlerin vasıtası olmak zilletine mahkum olmuşlardır. O suretle yaşamış olduklarından düşüncem şu merkezdedir ki, aşiret reisleri ve eşrafın teşvikleriyle Meşrutiyet’in gereklerini hazmedemeyeceklerdir.

Dünkü gün aldığım özel bilgilere bakılırsa ilkbaharda Hüseyin ve Emin paşalar bir kuvvetle Van cihetinden dahile tecavüz etmek ve onu müteakip genel bir isyan meydana getirmek üzere bir takım aşiret reisleri arasında bir tasavvur ve gizli tertip için hazırlanmaktadır. Bu haber gerçi henüz kesinlik kazanmamıştır. Fakat mutasarrıflık bu genel duruma re’sen vuku bulan müracaatla olağanüstü tedbirler alınmasını gerektirecek ve endişe edilecek bir gelişme olduğunu bildirmiştir. Böyle bir halin devletin dış siyasetine karşı bir darbe teşkil edeceği bilindiğinden Mart ortalarına doğru burada bulunması lüzumuna karşı şimdilik Midyat’taki taburun karargah merkezi olan Muş’a alınması ve Bitlis Taburu mevcudunun artırılması gerekmektedir. Bununla beraber, mahkemelerin ıslahı ve adlî sahada nihaî düzenlemelerin ilkbaharda buraca da tatbiki ve hükümet dairelerinin sıkı bir bakanlık elinde bulundurularak kötü halleri bilinen adliye ve mülkiye memurlarının hiç olmazsa sair bölgelere kaydırılması ve sürgünleri; mahalli mizaçların hükümet işlerinde imkan dahilinde dikkate alınması ve hükümetin temkinli davranarak ihtiyaç halinde yönetimin bölge sorunlarına vakıf ve tecrübeli ellere tevdii. Ayrıca, Kürtler içinde itimat edilen şahıslardan oluşan bir nasihat heyeti gönderilerek telkinler yapılması önemli ve gereklidir.

Genç, Muş ve Hakkâri Mebuslarının Kaleme Aldığı Rapor

Bu süreç yaşanırken Dördüncü Ordu Müşiri İbrahim Paşa’nın telgrafından yirmi gün gibi kısa bir süre önce Genç Mebusu Muhammed Emin, Muş Mebusu Hasan Fehmi ve Hakkari Mebusu Taha tarafından kaleme alınan ve Dahiliye Nezareti’ne (İçişleri Bakanlığı) gönderilen bir yazıda (16 Kanunusani 1325/29 Ocak 1910)9 da ilginç konulara değinilmekte, aşiret yapısı ve bu yapıya dayalı teşkilatın mevcut durumu, ayrıca geleceğiyle ilgili nelerin yapılabileceğine ve eğitim sorununun ne şekilde çözüleceğine işaret edilmektedir. Buna göre:

Mebuslar önce, vicdani bir görevi yerine getirdiklerinden dolayı teşebbüslerinin şahsi durumlarıyla ilgisi bulunmadığını; devletin de temas ettikleri hususları dikkate alması gerektiğini ifade etmektedirler.

Alayların mevcut durumuyla ilgili gelinen noktada bahsi geçen mebuslar şu soruyu sormaktadır: "Hafif Süvari Aşiret Alayları’nın lağvı mı, devam ettirilmesi mi uygundur?" Bu suale, bölgede yaşayanların sosyal hayatını içerden ve dışardan, manen ve maddeten tehdit eden mevcut tehlikelerin sebeplerini göstermeleri halinde kafi bir cevap bulunacağı kanaatindedirler.

Yazıyı kaleme aldıkları ortamın etkisiyle olacak, "bugün bu alayların lağvı kadar kolay bir şey olamaz"; "haklarında reva görülen muameleler gezilip görüldüğünde anlaşılır" ifadelerine yer vererek yapılan yanlışlara dikkat çekmişlerdir.

Mesela, (şimdiye kadar bahis konusu olduğu halde bu kere) 140 santimetre yüksekliğinde beygir tedarikine mecbur bırakılmaktadırlar. Aleyhlerinde yapılan şikayetlerin delilleri ortaya konulmadan sübjektif kararlar verilmektedir. Lehlerindeki davalar ise genel muhakemelere tabi tutulmaktadır. Hasılı sosyal hayatın içinde bir mevkileri olmadığına delalet edebilecek derecede aşağılanmaları, -esef vericidir ki- süvarileri hiçbir vecihle bu kadar ağır muameleye mütehammil bulunmayan bu unsurları meyus etmeye, ağlatmaya, kaçırmaya kifayet eder dehşetli tesirlerden olduğu şüphesizdir.

Ancak lağvedilmeleri ve mahvolmaları kolay olan bu alayların, şayet siyasetimiz yakın bir gelecekte gerekli görürse tekrar teşkili mümkün müdür, değil midir? İşte şimdiden düşünülmesi lazım gelen en ziyade nazik nokta burasıdır.

Ruhî durumlarını yakından bildiğimiz için açıkça diyebiliriz ki elimizden bıraktığımız dakikadan itibaren düşman elinde göreceğimiz bu keskin silahı bir daha elde edebilmek ümidini besleyemeyiz. Şu olumsuz durum, kötü niyetlilere ait programların elli sene sonraki amaçlarına elli sene önce hizmet edeceği için bir şekilde devletin mukadderatıyla oynamak anlamına gelmektedir. Ayrıca komşu hükümetlerin de ekmeğine yağ sürmektir. Binaenaleyh temel unsurumuzun önemli bir organı, kara kuvvetlerimizin hareket halindeki (seyyar) ateş yağdıran demir gibi sağlam bir duvarı, hudutlarımızın metin, emin birer kahramanı hükmünde olan bu alayların lağvedilmesi yerine ilerde arz edileceği şekilde ıslahını daha uygun görürüz.

Yapılması gerekenler ise şunlardır:

Evvela, haklarında reva görülen kötü muameleden vazgeçilerek adilane (ve eşit olarak) muamele edilmesi. (Zaten yegane ilkesi adalet, eşitlik olan Meşrutiyet idaremizce de en ziyade gözetilecek şey bu değil midir?)

İkincisi: Hayvanların ölçüsünün iklim ve imkan dairesinde tadili. (Zaten 140 santimetre yüksekliğinde hayvan iklimimizde nadiren bulunuyor. Hatta hariçten alınması mümkün ise de yerli hayvan kadar amaca uygun olmaz)

Üçüncüsü: Talim ve terbiyelerine nizamiyeden tayin olunacak amir ve subayların, aşiretlerin yönetim politikalarına vakıf ve dindar şahıslardan seçilmesi. Zira, önceleri memur edilenler içinde birçoğunu biliriz ki aşiret efradını düzenli bir şekilde hırsızlığa, yanlışlara tahrik ve sevk ederek gayrı meşru ve haram kazançlardan alenen hisse almışlardır. Bu da aşiretlerin ahlakını bozmuştur. Ayrıca, şeriata ve edebe aykırı olan hareketleriyle askerin şeref ve haysiyetini, şahsiyetini ayaklar altına alıp çiğnemiş olmakla beraber Kürtlerin de taassubunu tahrik ve nefretini çekmişlerdir. Ki, bu gibilerine muallim, hatta ahlak bozucu subay (zabıta) demekten ziyade, bir şer aracı ve ifsadı demek daha ziyade yakışır.

Dördüncüsü: Suçlu olan şahısların tabi oldukları aşiret yöneticileri tarafından hükümete teslim edilmeleri ve buna aykırı hareket edenlerin cezalandırılması.

Beşincisi: Suçlular ve ortaklarının muhakemeleri genel mahkemelerde görülmesi ve altı ay hapis cezasına çarptırılanların askerlikle ilişkisinin kesilmesi, yerlerine aynı aşiretten uygununun seçilerek tayini.

Altıncısı: Birbirine komşu olan her on beş köyün, yahut yüz elliden iki yüz haneye kadar birkaç köyün ortasında mutlaka yatılı olmak üzere birer ilk, her alay veya kaza merkezinde birer orta, her liva merkezinde birer lise ve sanayi okulu kurulması. Çünkü aşiretlerin en büyük köyü, her biri diğerinden 10-50 dakika uzak mesafede dağınık on beş haneden ibarettir. Her haneye birer okul inşa etme imkanı olmadığına göre, köylerde bulunacak okullara -hele kış günlerinde- kırk-elli dakikalık yerden çocukların gelip gitmesi akla uygun değildir ve tehlikelidir. Zaten okul inşa edilen bazı köylerde istenilen sonucun alınamamasına sebep olan hususlardan birincisi budur. Fakat, yatılı okul olursa bu mahzur tabiatıyla ortadan kalkar.

Yedincisi: "Cahillerin taassubunu okşamak üzere" okullarda talebenin akideleriyle ilgili dersler vermek. Dinin adabına uygun hizmet ve yeni okullarla ilgili aşiretler arasında hasıl olan kötü düşünceleri ortadan kaldırmaya özen göstermek için de mahalli ulemadan -genellikle olumlu düşünce ve kanaat sahibi olanlardan ("kanaat önderlerinden")- birer müderris tayini. (Amaçlarının gerçekleşmesini urban ve aşiret mensuplarının cehaletinin devamı ve gafletinde arayan bir takım kötü niyetliler, şu bahtsızların taassuplarını tahrik için açıklamaya muhtaç ve tafsil olmayan bin türlü vesilelere müracaattan geri durmadıkları bilinmektedir. Bu sebebe binaen aşiretlerde cehaletin sürdürülmesine hizmet eden o gibi vasıtaları, süslü yalanları tesirsiz bırakmaya kafi bir tedbir var ise o da ifade edilen sağlam önlemlerden ibarettir.)

Sekizincisi: Talebenin umumi imtihanlarının vilayet, liva ve kazadan gönderilecek birer seçici heyet huzurunda ve fevkalade itina ile icrası.

Dokuzuncusu: Diploma veya çıkış belgesi ile mezun olan talebenin aldığı eğitime göre devlet hizmetinde görevlendirilmesi suretiyle himayesi ve emsallerinin eğitime teşviki.

Onuncusu: Maarifin tahsis edeceği para yeterli gelmezse başka yerlerden; vakıflar, aşiret reisleri ve yardımseverlerden bu okulların ihtiyaçlarının temini.

Genç Mebusu Muhammed Efendi’nin ifadesine göre, bölgesinin kapsamış olduğu perakende haneli beş yüze yakın köyün her birine maarif tarafından birer ilkokul öğretmeni tayin edeceğine, buraya ayrılacak paranın toplamının on beş yatılı okula tahsisi ve ayrıca öğretmenlerden başka orta derecede maaşla her bir okula mahalli hocalardan birer de müderris tayini. Harcamalarda meydana gelecek açıkları ise sancak ahalisinin ödeyeceğini ve eksikleri daimi bir şekilde karşılamak üzere her bir hane beşer yüz kök dut fidanı yetiştirip mektebe vakfedeceklerini taahhüt etmişlerdir. Ki hükümetçe önem verilse Muş ve Hakkari havalisindeki kabilelerin de aynı miktarı aynı şekilde temin edeceklerine şüphe yoktur.

Hülasa şimdiye kadar zararlı görülen bu alayların bahsi geçtiği şekilde ıslahı halinde bilakis birçok noktadan gerekli olduğu ve menfaatlerinin maddeten gerçekleşeceği şüphesizdir.

Şurası unutulmamalıdır ki, bugün Kürdistan bölgesinde ve Arabistan’ın çeşitli noktalarında ıslahat emrinde tasarlanan bunca masrafın bir kısmı maarife hasrolunur ve ıslahata maarif gibi yüksek vasıtalarla başlanırsa ahalinin hükümete karşı fikri büyük ölçüde düzelir ve sevgisi kazanılmış olur. Diğer taraftan da ilmin nuru buralara yayıldıkça dahilî hastalıklar kendiliğinden sona erer. Bütün emeller ve dahilî ve haricî batıl amaçlar sabahın ışıklarına uğrayan gecenin karanlığı gibi çekilir zannındayız. Unsurlar arasında birliğin temini için de bundan tesirli ilaç ve çare düşünülmüş değildir. Kabul edildiği takdirde emsale teşvik numunesi olmak ve ilkbaharda mahalli hükümet memurlarıyla birleşerek bölgelerimiz dahilindeki aşiretlerin okullarını tesis ve açıklarının (masraflarının) da bir kısmını aşiret reisleri kanalıyla temin ettirmek üzere bu yöndeki bölgesel sorunların giderilmesini istirham eyleriz…

Sonuç olarak, belgelerden derlemeye ve özetlemeye çalıştığımız hususlardan şu noktaya varmak mümkündür: Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Abdülhamid döneminde oluşturulan yapı Meşrutiyet’in ilânından sonra bozulmuş veya değiştirilmiş; ancak yaşanan sorunlar azalacağı yerde büyümüştür. Bu durum sorumluluk mevkiinde olanları rahatsız etmiştir. Bölgede görev yapan Müşir İbrahim Paşa ve bölgeyi temsil eden bazı vekiller, sıcak gelişmelerin yaşandığı bir ortamda huzurun sağlanması ve bölge halkının barış içinde yaşaması için mevcut aşiret düzeninin ıslahını, Meşrutiyet’in vaat ettiği hukuka uygun bir şekilde sorunların çözümünü tavsiye etmişlerdir.

Öz

Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nde yüzyılın başından beri çeşitli sorunlar yaşanmaktadır. Bunlar daha ziyade bölgenin güvenliğiyle ilgili görüldüğünden bu yönde tedbirler alınmaya özen gösterilmiştir. Abdülhamid’in Doğu siyasetinin en önemli unsurunu oluşturan bu tedbirlerin merkezinde Hamidiye Süvari Alayları’nın teşkilatlandırılması yer almaktadır. Hakan’ın güvenini kazanan paşalar vasıtasıyla yürütülen bu proje çeşitli sorunları da beraberinde getirmiştir. Meşrutiyetin ilanından sonraki yıllarda bilinen aşiret düzenine dayalı teşkilatlanma önemini kaybetmiş ve buna bağlı olarak bölgede çeşitli problemler yaşanmıştır. Bu sıkıntıların aşılması için bölgede görev yapan ve halkını tanıyan bazı yetkililer tarafından önemli görülen hususlar dile getirilmiştir. Ana hatlarıyla bunlar; güvenliğin sağlanması, aşiretlerin yeniden daha itina ile teşkilatlandırılması ve eğitimin belli bir anlayış içinde yaygınlaştırılması düşüncesini kapsamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Hamidiye Aşiret Alayları, Kürtler, Ermeniler, Meşrutiyet, eğitim, Müşir İbrahim Paşa, Müşir Zeki Paşa, Mehmed Şakir Paşa, Miralay İbrahim Bey

Abstract

There are some problems in the Eastern and South-eastern Anatolian regions from the beginning of the 20th century on. Those problems are mostly related to the security of the region, against which some measures have been taken. Abdulhamid established the Hamidian Cavalcade Troops as the most important measure in the Eastern politics of Sultan Abdulhamid. This project which has been led by the Pashas on whom Sultan had trusted caused also a number of problems. After the declaration of the Constitution, the traditional organization system based on tribes became insignificant. This very fact caused to emerge many problems in the region. To overcome these newly emerging difficulties, authorities living in this region and familiar with their people uttered important issues. The main features of these utterances comprise of the provision of security, the careful reorganisation of tribes and the dissemination of education under the guidance of a definite conception.

Key Words: Hamidian Tribal Troops, Kurds, Armenians, Constitution, education, Müşir İbrahim Paşa, Müşir Zeki Paşa, Mehmed Şakir Paşa, Miralay İbrahim Bey

Dipnotlar

1. BOA. DH. MUİ, 2-5/36.

2. Bu konuda bakınız, Nazmi Eroğlu, "Bir Belgenin Ortaya Koyduğu Tarihî Arka Plan" Alternatif, Yıl: 2, Sayı: 3, Mart-Nisan 2005, s. 68-71.

3. BOA. DH. MUİ, 2-5/36’da kayıtlı belgeden (Eroğlu, s. 69).

4. Ali Karaca, "Hamidiye Hafif Süvari Alayları Hakkında Bazı Tesbitler (1890-1900)", Hakkı Dursun Yıldız Armağanı (Ayrıbasım), Ankara: TTK. Basımevi, s. 309-317; Cezmi Eraslan, "Hamidiye Alayları", DİA, c. 15, İstanbul, s. 462-463.

5. V. Minorsky, "Kürtler", İA., c. VI., MEB., s. 1106.

6. Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh ve Devlet Kürdistan’ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi, Çeviren: Remziye Arslan, Ankara: Özge Yayınları, tarihsiz, s. 228.

7. Eraslan, s. 462-464; Bruinessen, s. 228-229, 231; Ancak, daha sonra Doğu cephesinin şartlarının zorluğu sebebiyle yeniden yapılandırılmış olan alaylar, Balkan, I. Dünya ve Kurtuluş savaşlarında savaşmışlar ve büyük kayıplar vermişlerdir.

8. BOA.DH.MUİ. 2-5/33, belgenin bulunduğu gömleğin üzerindeki tarih, 2 Mart 1910.

9. BOA. DH.MUİ. 60/28.

KÜRT SORUNU DOSYASI /// Eski Rus Dış İstihbarat Servisi Başkanı : Suriye dağılırsa, Kürdis tan kurulur


Eski Rusya Dış İstihbarat Servisi (SVR) Başkanı General Vyaçeslav Trubnikov, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini ifade ederek, "Suriye dağılırsa, Kürdistan kurulur" diye konuştu.

Telegraph: Bağımsız Kürdistan savı güçleniyor

BaltNews.lv haber ajansına konuşan Trubnikov, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın meşruluğunun oldukça önemli olduğunu vurgulayarak "Önemli olan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın meşruluğu ve bundan vazgeçmek mümkün değil. Esad yasal olarak başkan. Esad bulunduğu küçük bir bölgeden bile ülkenin birliğini sağlıyor. Mossad’daki ‘sevimli meslektaşlarım’, Suriye’nin tek devlet olması gerektiğini kabul ediyor. Suriye’nin dağılması Ortadoğu’da büyük karışıklıklara neden olur, Kürdistan da kurulur" ifadelerini kullandı.

‘İSRAİL BU KONUDA RUSYA’YI DESTEKLİYOR’

Eski SVR Başkanı, "İsrail bu konuda kesinlikle Rusya’yı destekliyor. Suriye’nin tek devlet olarak devam etmesini korumak lazım" dedi.

Daha fazla: https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201610221025428948-rus-dis-istihbarat-suriye-kurdistan/

KÜRT SORUNU DOSYASI // PROF. DR. MUSTAFA ERDOĞAN : Türkiye’nin Kürt Sorunu


Türkiye’nin Kürt Sorunu

The Kurdish Question in Turkey

Mustafa ERDOĞAN

Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi

I. Giriş

"Kürt sorunu"nun bugün Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu temel sorunların ilk sıralarında yer aldığı şüphesizdir. Ancak, güncel bir sorun olması, onun tarihî arka planını bize unutturmamalıdır. Nitekim, Kürt sorununun tarihi, diğer bazı temel sorunlarımız gibi, aşağı yukarı Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına kadar geri gitmektedir. Bunu göz ardı edersek meseleyi çözme şansımız büyük ölçüde azalmış olur.

Hiç şüphe yok ki, her toplumsal varoluş kendi içinde sorunlar barındırır. Esasen bu durum, daha genelde bu dünyada insan olarak varoluşumuzun doğasından kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan, sorunsuz bir "insanlık durumu" tasavvur edilemez; aksi halde dünyada olmamızın -dünya hayatının- "Cennet"te olmamızdan farkı olmaması gerekirdi.

Bu tespitten, sorunlar karşısında pasif kalmayı telkin eden "tevekkülcü" bir sonuç çıkarmak elbette yanlış olur. Bu, olsa olsa, insanî varoluşa ilişkin bir gerçekçilik çağrısı olarak anlaşılmalıdır. İnsanlar elbette hata yaparlar; insanların toplu yaşamayla ilgili kararlarından yanlışlar doğması ihtimali ise daha da büyüktür. Ama insanoğlu karşılaştığı sorunları çözebilecek yeteneklerle donatılmıştır. Bu çerçevede, bizi birey, toplum veya insanlık olarak zora sokan bütün sorunlarımızı çözemeyebiliriz, ama çözebileceklerimizi de çözme iradesi göstermeliyiz.

Şimdi, her büyük toplumsal sorun gibi, Kürt sorununun da hiç şüphesiz ciddiyetle ele alınması gereken nedenleri vardır. Gerçi, bunların hepsinin bilinçli insan eylemiyle değiştirilmesi mümkün olmayabilir. Öyle de olsa, hiç değilse bilgi ve irade kapasitemiz dahilinde olan şartlara müdahale edebiliriz ve etmeliyiz. Ama önce, sorunun arkasındaki nedenleri anlamalıyız, bunu yapmadan hiç bir sorunu çözmek mümkün değildir. Bu "anlama" çabası ise, işaret ettiğim genel perspektif içinde, hem nedenleri teşhis etmeyi -ama doğru teşhis etmeyi- hem de bunların hangisine müdahale edebileceğimizi idrak etmeyi kapsamaktadır. Bu gibi büyük sorunların nedenlerini iyi teşhis etmek, ayrıca, gelecekte benzer sorunların ortaya çıkmasına meydan vermemek bakımından da önemlidir.

Bu sorunu ortaya çıkaran temel nedenleri ele almadan önce, sorunun teşhisiyle ilgili iki yanlışa kısaca dikkat çekmek istiyorum. Bu yanlışların ilki Kürt sorununun özünde bir "terör" sorunu olduğuna ilişkin teşhistir. Esas olarak, "devlet" adına konuşan ve hareket edenlerin benimsedikleri bu görüş "sivil" kesimde de devletçi ve milliyetçi gruplar ve hatta bir ölçüde halk tarafından da onaylanmaktadır. Kabul edelim ki, meseleyi böyle görmek çözümü imkânsızlaştıracağı gibi, terörün bastırılması adına münhasıran inzibatî tedbirlere başvurmayı veya bunları sürdürmeyi öngörmesi bakımından da yanlış ve tehlikeli bir yaklaşımdır. Elbette Türkiye Kürt sorunuyla bağlantılı olarak bir "terör sorunu"yla da karşı karşıyadır, ama meselenin özü bu değildir. Açıktır ki, PKK terörü bir şekilde sona erdirilse bile, başka tedbirlere başvurulmadığı sürece, Kürt sorunu varlığını sürdürecektir.

Teşhisteki ikinci yanlış, karşı karşıya bulunduğumuz sorunu "Güneydoğu sorunu" olarak adlandırmaktır. Bu ifade, hiç değilse ortada toplumsal bir sorun olduğunu ima etmesi bakımından, "terör sorunu" ifadesine göre daha isabetli olmakla beraber, sorunu yine de yanlış teşhis eden bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Çünkü, bu yaklaşım da Kürt sorununu ortaya çıkaran hakim milliyetçi bakış açısından kaynaklanmaktadır. Açıkçası, burada "Kürt" sözünü telâffuz etmemek için bölge adına atıfta bulunulmaktadır. Gerçi, bu adlandırmayı tercih edenlerin önemli bir kısmı bunu "bölünme" korkusundan yapıyorlar; ama eğer mesele bu ihtimali akıllardan uzak tutmaksa, "Kürt sorunu" demekle "Güneydoğu sorunu" demek arasında özde bir fark yoktur. Nitekim, ilk terim "millet"in bölünmesini çağrıştırıyorsa, ikincisi de "ülke"nin bölünmesini çağrıştırabilir.

II. Ulusdevlet ve Milliyetçilik

Türkiye’de öteden beri bir Kürt sorunu olmasının en genel nedeni, kuruluşundan birkaç yıl sonra Cumhuriyet’in ideolojik bir dönüşüm geçirerek, Millî Mücadele döneminde hakim olan birleştirici bir yurtseverlikten etnik milliyetçiliğe geçmiş olması ve bunun bugün de inat ve ısrarla halâ sürdürülüyor olmasıdır. Bu milliyetçiliğin ana davası Türk kimliği odaklı bir "ulus-devlet" projesini gerçekleştirmek ve onu o haliyle sonsuza kadar korumaktır. Dolayısıyla, kuruluş döneminde devletin temel işlevi, etnik yanı ağır basan bir "Türk ulusu" yaratmak üzere Türkiye’deki farklı kimlikleri dışlamak ve bütün bir toplumu mütecanis ve kaynaşık bir kitle haline getirmeye çalışmak olmuştur.

Böyle bir politikanın, başkaları yanında, Kürt kimliğinin de reddedilmesi anlamına geleceği açıktı. Nitekim, tek partili Cumhuriyet yılları Kürt kimliğinin genelde yok sayıldığı, zaman zaman da baskı altına alındığı bir dönem olmuştur. Gerçi 1946’dan itibaren çok partili kısmî demokratik siyasete geçilmesiyle birlikte Kürtler üzerindeki baskı azalmaya başlamıştır, ama etnik Türklüğü merkeze almak suretiyle Kürt kimliğini yok sayma politikası özünde aynı kalmıştır. Bu durumun, kendilerini haklı olarak yeni Türkiye’nin iki kurucu unsurundan biri olarak gören Kürtlerde bir gücenme veya incinme duygusu yaratmış olması anlaşılabilir bir durumdur.
Öte yandan, bu yeni Türk kimliği aynı zamanda, aşağı yukarı bütün modern benzerleri gibi, laik bir kimlik de olacaktı. Bu da yeni Türkiye’nin kuruluşuna hakim olan dinî referanslı yurtseverliğin tamamen terkedilmesi sonucunu doğurmuştur. Böylelikle, millî mücadele yıllarında Türklerle Kürtleri ortak yurtseverlik ekseninde kaderlerini birleştirmeye götürmüş olan bağlardan biri daha tamamen kopmasa da büyük ölçüde yara almıştır. "Din kardeşliği" bağını devre dışı bırakan bir siyasetin, ondan doğan "boşluğun" yerine aynı derecede güçlü bir moraliteyi koyamadığı sürece, birliği sağlam tutmasına ve Kürtler nezdinde sistemin meşruluğunu korumasına imkân yoktu. Türk milliyetçiliğinin bunu sağlayabileceği zaten düşünülemezdi, çünkü kendi farklı kimliklerinin bilincinde olan toplulukların gözünde bu taraflı bir duruştu, dolayısıyla birleştirici olamazdı.

Gerçi, Cumhuriyet’in devlet seçkinleri bu boşluğu doldurmak üzere, lâik yurttaşlık ekseninde yeni bir kamusal moralite oluşturma girişiminde bulunmuşlardır; daha doğrusu bu iddia en azından resmî söylemin hiç bir zaman büsbütün terk etmediği bir parçası olmuştur. Ne var ki bu girişim başarılı olmamıştır. Çünkü, her şeyden önce, Cumhuriyet bir yandan eşit yurttaşlık vurgusu yaparken, öbür yandan yurttaşlığı sivil olmaktan çok etnik bir temelde -yani, Türklük etrafında- kurma çabasından da vazgeçmemiştir. Açıktır ki, farklı etnik unsurlardan meydana gelen bir toplumda, çoğunluğu oluştursa da tek bir etnik kimliğe dayandırılmak istenen bir yurttaşlık modelinin kimliklere eşit nazarıyla bakması mümkün değildir. Dahası, sivil yurttaşlık moralitesi ancak özgürlük ve eşitliğe dayalı katılımcı bir demokratik sistem içinde oluşabilirdi. Oysa, tanımı gereği tek-partili bir rejim buna elverişli olmadığı gibi, çok-partili dönemde de ancak kısmî bir demokratikleşmeye izin verilmiştir.

Öte yandan, dinî bağın reddedilmesinin yaratacağı "boşluk"u doldurması öngörülen yeni moralitenin ikinci temel ayağını oluşturan "lâiklik" üstündeki vurgu da problemlidir. Çünkü, resmî anlayışta lâiklik özgürleştirici, barış kurucu ve eşit yurttaşlığı destekleyici bir özellik taşımamaktadır. Bu modelde lâiklik bir barış ilkesi olmak yerine, toplumu kontrol etme aracı olarak işlev görmüştür. Ayrıca, aynı anlayış, kişilerin dindar olmalarının onların yurttaşlık statüsünün tenzil edilmesini gerektiren bir kusur olarak görülmesine yol açmıştır. Bu ise muhafazakâr Kürt nüfus bakımından milliyetçi politikanın yol açtığı eşitsizliği pekiştiren bir unsur durumundaydı.

Ama belki de asıl sorun böyle bir "boşluk" fikrinin kendisindedir, belki de aslında "doldurulması gereken" bir boşluk söz konusu değildi. Dindaşlık bağının terkedilmesinin toplumda moral bir boşluk doğurduğu ve bu boşluğu dolduracak yeni bir kamusal ahlâkın inşa edilemediği düşüncesi, aslında, toplumun unsurları birbirine işlevsel olarak sıkı sıkıya bağlı bir organik yapı gibi algılanmasından ve onun pozitif olarak yeniden inşa edilmek istenmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa böyle bir anlayış "medenî" bir toplum tasavvuruyla bağdaşır değildir. Çünkü, kapsayıcı bir ortak değerler manzumesi etrafında oluşturulacak sıkı bir birlik düşüncesi ancak farklı vicdanları susturmakla gerçekleşebilir. Bunun maliyeti ise akla gelebilecek en büyük beşerî maliyettir: barışın ve özgürlüğün kaybı. Onun için, Türkiye Cumhuriyeti dinî bağı reddettikten sonra onun yerine başka bir şeyi ikame etmeye hiç çalışmasaydı, pek muhtemeldir ki bugün ne Kürt sorunu ne de hatta İslâm sorunu ortaya çıkardı.

III. Baskıcılık ve Merkeziyetçilik

Baskıcılık bütün toplumlarda uyum sorunları yaratır. Türkiye’de ise özellikle çok-partili dönem öncesinde baskıcılık Cumhuriyet’in temel özelliği idi. Bu özellik başta din, ifade, örgütlenme ve katılım özgürlükleri olmak üzere sivil ve siyasal haklar alanında kendisini göstermiştir. Daha da somutlaştırırsak, polis, jandarma ve tahsildar baskısı, kamu görevlilerinin halka karşı anlayışsızlık ve suiistimalleri, kamu düzenini sağlamada hak ve hukukun gözetilmemesi ve aşırı güç kullanılması, adaletsiz yargılamalar ve hak arama yollarındaki tıkanıklıklar, dernek ve parti örgütlenmesinin yasak veya son derece kısıtlı olması gibi baskı uygulamaları bu dönemin karakteristikleri arasındadır.

Bu anlamda baskıcılık rejimin genel karakteri olmakla beraber, Kürtler söz konusu olduğunda baskılar doğal olarak daha yoğun olarak hissedilmiştir. Kürt isyanlarının bastırılmasında ve sonrasında aşırı şiddet kullanıldığı ve adil yargılama ilkesinin gözetilmediği hissi veya kanaati bugün Kürtler arasında yaygındır. Bu arada, Kürt nüfus bakımından özel olarak önemli olan kültürel hakların tanınmamış olduğunu da tekrar hatırlamamız gerekir. Kürt kimliğinin yok sayılması politikasının bir sonucu, tabiatıyla, Kürtlerin Türk kimliğine tabi sayılması olmuştur. Bu politikanın bir gereği olarak, herkes gibi Kürtler de kendilerini Türk kabul etmeye ve "Türk olmak"la övünmeye zorlanmışlardır. Türkiye son yıllarda Avrupa Birliği’nin baskısıyla anadilde ifade üzerindeki anayasal yasağı kaldırmak dışında kültürel haklar alanında hala hiç bir iyileştirme yapmamıştır. Kaldı ki, bu anayasal "bağış"ın bile hayata geçirilmesi bürokrasi eliyle engellenmiş durumdadır.

Baskının kendisini gösterdiği başka bir alan da, genel olarak kamu idaresinin yapılanmasındaki aşırı merkeziyetçilik olmuştur. Bu durum, ülke düzeyinde, yerel halkın kendi ortak meselelerini kendi inisiyatifi ile kararlaştırıp sevk ve idare etmesine zemin oluşturacak sahici anlamda "yerel yönetim" birimleri oluşturulmasını engellemiştir. Bu durum, son yıllardaki demokratikleşme çabalarına rağmen hâlâ esaslı olarak değişmiş değildir. Sahici anlamda yerel yönetim kademelerinden yoksunluk elbette Türkiye toplumunun bütünü için bir sorundur, ama bu özellikle farklı kimlik grupları bakımından çok daha ciddî bir mahrumiyet olarak ortaya çıkmıştır.

Nihayet, Kürt sorununun -deyim yerindeyse- akut hale gelmesine 12 Eylül döneminin Kürt kimliğini aşağılamaya ve kaba şiddete dayanan politikalarının hızlandırıcı ve hatta kangrenleştirici bir etki yapmış olduğunu da hatırlatmamız gerekiyor. Diyarbakır hapishanesinde Kürt "eylemciler"e yaşatılmış olan trajik tecrübenin Kürtlerde yarattığı travmaya bugüne kadar birçok gözlemci dikkat çekti. Esasen, militarist zihniyet ve şiddete dayalı yöntemler öteden beri, bu yola başvuranların sandığı gibi Kürtlerdeki kimlik bilincini azaltmak şöyle dursun, tam tersine Kürt sorununu sadece azdırmaya hizmet etmiştir.

IV. Temsil Sorunu

Türkiye’deki Kürtlerin baştan beri en büyük sorunlarından biri temsil sorunu olmuştur. Gerçi her dönemde parlamentoda "Kürt kökenli" milletvekilleri bulunmuş olsa da bu Kürt kimliğinin politik olarak temsil edildiği anlamına gelmemiştir. Başka bir ifadeyle, Kürtler Kürt olarak değil; fakat ancak Türk -veya Türk gibi- olarak temsil edilme şansına sahip olmuşlardır. Bu arada, "Kürt kökenli" milletvekilleri "rejim"le uyum sağladıkları veya "merkez"le özdeşleştikleri ölçüde sistem tarafından benimsendikleri ve takdir gördükleri için, bunlar Kürtlere ve Kürtlüğe özgü sorunları kamusal alana taşımaya genellikle cesaret edememişlerdir.

Yakın zamanlara kadar bu durum devam etmiş ve Kürt kimliğine dayalı partiler ancak 1990’lardan itibaren kurulmaya başlamıştır. Ne var ki, bu sefer de sistem söz konusu partileri kamu hayatından dışlamayı mümkün kılacak düzenlemeler getirmiştir. Bu düzenlemeler başlıca iki tanedir: seçimlerde baraj uygulaması ve parti kapatma tedbiri. Genel seçimlerde % 10 barajı, başkaları yanında, Kürt kimliğini temsil eden partilerin de parlamentoya girmesini engellemiştir. Öte yandan, parti kapatma tedbiri de en çok Kürt partilerine uygulanmaktadır. Çünkü, Anayasa Mahkemesi, resmî ideolojiyle uyumlu olarak, kamusal meselelerde Kürtlüğe atıf yapılmasını ve kültürel haklar talebini "ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü"ne aykırı görmektedir. Böylece, Kürtlerin talepleri parlamentoya yansıtılamadığı gibi, bunların parlamento dışında dile getirilmesine de izin verilmemektedir.

Bu durumun Kürt vatandaşların ruh dünyasında nasıl derin bir yara açtığını ve sistemin meşruluğuna darbe vurduğunu, basiretleri milliyetçikle bağlanmış olan devlet seçkinleri ne yazık ki idrak edememektedirler. Esasen, azınlıkta olan bir kimlik grubunun, demokratik yollardan etkileme şansının kalmadığını hissettiği bir sistemi ilânihaye meşru saymaya devam edeceğini ummak safdillik olurdu. Onun için, orta vadede bu durumun Kürtler -veya en azından onların farklılık bilincine sahip olan önemlice bir bölümü- tarafından "etnik çoğunluk tiranlığı" olarak anlaşılma ihtimalini Türkiye’nin devlet seçkinlerinin ciddiye almaları gerekir.

Onun için, Kürt nüfusun PKK gibi terörist bir örgüte bile hatırı sayılır bir destek vermiş olmasına fazla şaşırmamamız gerekir. Böyle bir destek var; çünkü, hoşumuza gitsin gitmesin, Kürtler arasında PKK’yı kendilerinin sesini duyuran, bu anlamda kendilerini temsil eden politik bir organizasyon olarak gören çok sayıda insan var. "Dışarıdan" bakanlar olarak bu belki bize patolojik bir durum gibi görünebilir, ama daha soğukkanlı düşünürsek, bu durumun bir önceki paragrafta işaret ettiğim meşruluk kaybının bir göstergesi olduğunu anlayabiliriz.

V. Kimlik Bilincinin Küresel Yükselişi

Modern devletler esas olarak "ulus" temelinde kurulmuş olan devletlerdir. Uluslar ise hiç bir yerde verili gerçeklikler olmayıp devletlerce şu veya bu ölçüde inşa edilmiş kollektif kimliklerdir. Bu inşa süreci devletin egemenlik alanındaki bütün bir toplumun etnik ve kültürel bakımdan homojenleştirilmesini zorunlu kılmıştır. Modern ulus devletin bu özelliğinin, toplumun çoğunluğundan etnik, kültürel veya dinî olarak farklılaşan topluluklar için bir dezavantaj oluşturduğu açıktır. Bu durum, tabiatıyla, söz konusu grup veya topluluklarda genel toplumdan farklı olduklarına dair bir kimlik bilinci yaratmış veya zaten var olan bilinci pekiştirmiştir.

Öte yandan son on yıllarda, özellikle küreselleşmenin ve eski Sovyet dünyasının çözülmesinin etkisiyle, ulus devletler içindeki azınlıkların ve etnik grupların farklılık veya farklı kimlik bilinci daha da belirginleşmiştir. Sovyet imparatorluğunun dağılması sonucunda, Orta Asya’da, Doğu Avrupa ve Balkanlarda uzun yıllar baskı altında tutulan etnik kimlikler slef-determinasyon talepleriyle ortaya çıkmaya başlamış ve bunların önemli bir kısmı 90’lardan itibaren bağımsız devletlere dönüşmüşlerdir. Küreselleşmenin sınırları aşan etkisi de kimlik bilincinin dünya ölçeğinde hızla yaygınlaşmasını kolaylaştırmıştır. Küreselleşme toplumlar arasındaki iletişim ve etkileşimi ulus devletler tarafından kontrol edilemeyecek ölçüde artırmış ve çeşitlendirmiştir. Bu durum Batı’nın liberal demokrasilerinde de kimlik temelli politik arayışların ortaya çıkmasını hızlandırmıştır. Liberal demokrasiler bu "meydan okuma"ya, genellikle, devlet yapılarını daha da adem-i merkezî hale getirmek -bu arada azınlıklara ve etnik gruplara coğrafî veya fonksiyonel özerklik tanımak- ve/veya sistemlerine çok-kültürcü kurumları dahil etmek suretiyle cevap vermişlerdir. Esasen bu süreç halihazırda devam etmektedir.

Şüphesiz Türkiye de bu etkiden kaçamamıştır. Kimlik bilincinin yükselmesine katkıda bulunan bu etkinin Türkiye’nin geleneksel Kürt sorununa yansıması, devletin baskıcılığına ilişkin olarak ötedenberi yapılagelen şikâyetlerin bu sefer Kürt kimliği etrafında daha belirgin olarak kendini göstermesi ve örgütlü Kürt hareketlerinin ortaya çıkması şeklinde olmuştur. Nitekim 1990’lardan itibaren Kürt etnik kimliğini temel alan siyasî partiler kurulmuş ve buna paralel olarak "kültürel haklar" talebi yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştır. Bu o kadar ateşli bir kimlik bilincidir ki, Kürtlerin önemli bir kesimi terörist yöntemlerle de olsa "Kürt davası"na dikkatleri çektiği düşüncesiyle PKK’yı ya el altından desteklemiş veya en azında ona karşı tavır almaktan kaçınmıştır. Bu noktada, devletten değil sivil ve "liberal" kesimlerden gelmiş olsa bile, PKK karşıtı bir söylemin Türkiye’nin güneydoğusunda muhatap bulma şansının çok azalmış olduğunu ibretle hatırlamamız gerekiyor.
Türkiye’deki Kürtlerin kendilerini genel toplumun çoğunluğundan farklı bir kimlik -hadi açıkca söyleyelim, ayrı bir "halk"- olarak algılamaları sürecine son yıllarda başka bir dış faktör daha etki etmektedir: Kuzey Irak’taki gelişmeler. Bu nokta diğer küresel faktörlerden çok daha önemlidir. Çünkü, Türkiye’nin Kürt vatandaşları Kuzey Irak’ta oluşan özerk Kürt yönetimine tabiatıyla sempatiyle bakıyor ve kendi durumlarını bununla karşılaştırıyorlar. Bu faktörün etkisi o kadar büyüktür ki, Kürt sorununun çözülmesi yolunda atılacak iyi niyetli adımların bile bu algıyı değiştirmesi ihtimali kalmamış gibidir. Burada, artık neredeyse geri döndürülemez bir aşamaya gelindiğini söylemek gerekir. Bu noktaya gelinmesinde, şüphesiz, Türkiye’nin Kuzey Irak’la ilgili resmî politikasının, akıl almaz bir şekilde, esas olarak Kürt karşıtı bir temelde yürütülüyor olmasının büyük bir etkisi vardır.

VI. Bitirirken

Bu yazıyı planlarken, Kürt sorununa yol açan "sosyo-ekonomik etkenler" başlıklı bir alt başlığa da yer vermeyi düşünmüştüm. Sonuçta böyle yapmamamın nedeni, bana göre sorunun asıl nedeninin sosyo-ekonomik değil özgürlükle ve kimliklere saygı talebiyle ilgili olmasıdır. Sosyo-ekonomik sorunlar belki Kürt sorununun daha yoğun olarak hissedilmesine yol açıyordur, ama kesinlikle bu sorunun temel nedeni değildir. Esasen, aşağı yukarı benzer sorunlar Türkiye’nin başka bölgelerinde de yaşanmaktadır. Kaldı ki, Batı dünyasındaki kimi tecrübelerin de gösterdiği gibi, refahın artmasının özgürlük ve özellikle de kimlik taleplerini ortadan kaldıracağının bir garantisi yoktur. Tabiî, bununla, bölgenin ekonomi ve refah sorunlarına kayıtsız kalınmasını öneriyor değilim; anlatmak istediğim bu konularda sağlanacak bir ferahlamanın Kürt sorununun çözümü demek olmadığıdır.

Gördüğünüz gibi, bu yazıda "Kürt sorununun çözümü" gibi bir başlık da yok. Buna da gerek duymadım; çünkü, başta belirttiğim gibi, toplumsal meselelerde eğer sorunun nedenlerini doğru teşhis etmek çözümün de anahtarıysa, o zaman Kürt sorununun çözümüne ilişkin olarak benden beklenebilecek öneriler o nedenlerin anlatımında saklıdır. Esasen, bu safhaya geldikten sonra Kürt sorununun bugünden yarına nihaî bir çözümü olduğunu da sanmıyorum. Çünkü, bu meselede bugüne kadar yapılan resmî hataların tamir ve telâfisi öyle kolay bir iş değildir. Bu sorunun -eğer varsa- çözümü özgürlük ve demokrasidedir ki bu da Türkiye gibi bir ülkede kısa vadede üstesinden gelinebilecek bir mesele gibi görünmüyor.

Kısaca tekrar belirtmek gerekirse, Türkiye’nin Kürt sorununun kaynağı resmî milliyetçilik ve "lâiklik" politikalarıdır. Bunlar modern ulus devletin iki temel ideolojik ayağıdır. Demek istediğim, aslında, ulus-devlet modelinin çeşitlilik, kimlik ve farklılık sorunlarıyla baş etmek için hiç de uygun olmadığıdır; aksine bu gibi sorunların kaynağı tam da bu modelin kendisidir. Olguları yanlış da yorumlamayalım: Batı demokrasilerinde bu problemin bize göre daha az göze batmasını ve bir ölçüde üstesinden gelinebilmesini sağlayan şey, onların Türkiye’den hem daha az milliyetçi hem de daha az lâikçi olmalarından başka bir şey değildir.

Öz

Bu denemede Türkiye’de Kürt sorununu ortaya çıkadığı düşünülen faktörler gözden geçirilmektedir. Deneme bu soruna, esas olarak, Türkiye’deki resmî ideolojinin başlıca unsurları durumunda olan "lâikçilik"le desteklenen milliyetçiliğin sebep olduğunu ileri sürmektedir. Türk ulus-devletinin Kürt kimliğini tanımamış ve Kürtlerin kültürel hak taleplerini gözardı etmiş olması Kürtlerin sistemden yabancılaşmalarına yol açmıştır. Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti İslâm’ın politik meşruluğun temellerinden biri olmasını reddetmesinin kamu ahlâkında yarattığı boşluğu lâik yurttaşlık değerleriyle doldurmaya çalışmış olmakla beraber, bu girişim başarılı olmamıştır. Deneme, bugün gelinen aşamada Türkiye’nin Kürt sorununu çözmenin kolay bir yolu olmadığı sonucuna varmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Ulus-devlet, Kürt kimliği, kimlik bilinci/iddiası, laikçilik, kültürel haklar, kamusal ahlak

Abstract

This essay considers factors that are supposed to gave rise to Kurdish question in Turkey. It argues that mainly nationalism supported by "laicism", which have been the leading pillars of the state ideology in Turkey, caused that question. That Turkish nation-state failed to recognize Kurdish identity and ignored claims of Kurdish population to cultural rights led Kurds to be alienated themselves from the system. On the other hand, although Turkish Republic tried to fill the gap in public morality, caused by denying Islam as a basis for legitimacy, with an ethos of secular citizenship, this attempt did not succeed. The essay concludes that at this stage there would not be an easy way to resolve the Kurdish problem of Turkey.

Key Words: Nation-state, Kurdish identity, identity assertion, laicism, cultural rights, public morality

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.