Günlük arşivler: 23 Mayıs 2016

TARİH : ESKİ TÜRKLERDE DEVLET GELENEĞİ VE TEŞKİLÂTI


Dünya medeniyet tarihinde rol oynayan bazı büyük milletler vardır. Bunlardan biri de, hiç şüphesiz Türklerdir. Türkler, dünya medeniyet tarihinde iki hususta başlıca rol oynayarak, dehalarını göstermişlerdir. Bunlardan biri;

1. İlk yurtları Orta Asya’nın son derece elverişsiz iklim ve çevre şartlarının gerektirdiği “atlı- göçebe hayat tarzı”nı gerçekleştirmiş olmaları; diğeri ise,

2. Yasalara ve törelere göre düzenli işleyen büyük devletler kurmalarıdır.

İnsan kütlelerinin belirli bir kültür etrafında bir araya gelmesiyle meydana gelen en büyük topluluk millettir. Öte yandan, insan topluluklarının kurdukları en büyük müessese ise devlettir. Türklerde millet ve devlet fikri pek erken çağlarda doğmuş ve gelişmiştir. Türkler, Orta Asya’ya bütünüyle hükmeden büyük devletler kurdukları gibi, zaman zaman Orta Asya’nın dışına taşarak, gittikleri yerlerde de yeni yeni siyasî teşekküller meydana getirmişlerdir. Diyebiliriz ki, Türkler tarihin hiçbir devrinde devletsiz kalmamışlardır. Çünkü Türkler, devletin millî varlığı koruyan, yaşatan ve geliştiren vazgeçilmez bir müessese olduğunun daima farkında ve bilincinde olmuşlardır.

Türkler, devlete “el” veya “il” adını veriyorlardı. Devlet kurmayı “illemek”, devlet idare etmeyi “il tutmak”, devletten yoksun kalmayı da “ilsiremek” kelimeleriyle ifade ediyorlardı. Devleti de, daima “töre” (el veya il törü) ile birlikte düşünüyorlardı. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türklerde töresiz (töre=yazılı olmayan kanun) devlet olmamaktaydı.

Devlet, “halk, ülke, hâkimiyet (erkinlik, egemenlik) ve teşkilât” olmak üzere birbirini tamamlayan dört unsurdan meydana gelmektedir. Burada öncelikle bu dört unsurun içinde yer aldığı bir tanım yapalım: Devlet, bir topluluğun (halk) belirli bir toprak parçası (ülke) üzerinde hâkimiyet haklarını hiçbir sınırlama olmaksızın kullanmak suretiyle kurup, geliştirdiği siyasî, sosyal ve hukukî bir teşkilâttır.

Prof. Dr. Salim KOCA

Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

TÜRK EDEBİYATI DOSYASI : ESKİ VE ORTAÇAĞ’DA TÜRK SÖZLÜ EDEBİYATI


Sözlü Edebiyat terimi, edebiyat ilmine kesin olarak yerleşmemiştir. Sözlük ve ansiklopedilerde de tam olarak açıklanmamıştır. Terim üzerinde inceleme yapan A. N. Veselovskiy, E. M. Meletinskiy, M. İ. Steblin-Kamenskiy, İ. S. Liseviç, H. A. Grintser, İ. M. Filştinskiy gibi bilim adamları ise “sözlü edebiyat” (Rusça’da “ustanaya literatura”) ifadesini kullanmaktadırlar.

Türkler, sözlü edebiyat için her bölgede kendi ifadelerini kullanmaktadırlar. Mesela, Kazaklarda “auız edebiyatı”, “auızşa edebiyat”, Karakalpaklarda “auız eki edebiyat”, Başkurtlarda “auız-tel edebiyatı”. Sözlü edebiyat, birisi tarafından icat edilmiş olan somut fikirlerin estetik fikirlerin ferdi üslubu, ifade biçimi yansıtılarak metnin içeriği değiştirilmeden ağız-söyleme yoluyla yayılmaktadır. Bu tür eserler sonra yazıya da geçirilebilir ama bunun için eserin halka sözel olarak ulaşması şarttır. Eser, yazarı tarafından okunarak yazdırılırsa, sözlü edebiyat örneği olamaz. Her ulusun söz sanatı içinde sözlü edebiyatın yer alması ve eserin ömrü, tarihi-sosyal şartlara, kitle dinleyicisinin var olmasına bağlıdır.

Bilim adamları, hayatın sanatsal yansımasının ilk biçiminin sözel olarak ifade edildiğini kanıtlamışlardır. N. İ. Konrad, “İlkçağ Edebiyatı tarihine baktığımızda söz sanatı ilk olarak sözlü daha sonra ise yazılı olarak toplumsal bilinci ifade ediyor”, demiştir. N. İ. Konrad.[1] İlkel dünyada yazılı metinleri en eskilerden sayılan Mısır ve Sümerliler bile, miras olabilecek sözlü edebiyat örneklerini papirüse kaydederek tarihe geçirmişlerdir.[2]

Tarihi şiirin yazarı A. N. Veselovskiy şiirsel bilincin geleneksel sinkretizmden şahsileşme evrimi hakkında düşünürken medeni-tarihi bölgelerde her çeşit söz ustalarının özellikleri üzerinde duruyor. Mesela, eski Hintlilerde üç tür ozanların olduğu biliniyor: 1) Hintlilerin kutsal hikayelerini okuyanlar; 2) Bharatlar, yani halk destanlarını, kahramanlık konularını işleyenler, yerel hükümdarların tarihini ve aile şeceresini bilenler; 3) Halk ozanları.[3] Eski Yunan aedları, bayramlarda ve dini törenlerde atalarının şanlı işlerini dile getirmişlerdir. Halk onlara büyük ilgi ve saygı göstermiştir. Bazı yerlerde aedları kutsal olarak dta tanımışlardır. Kervanlarda onların yer alması şans olarak değerlendirilmiş.[4] M. Ö. ikinci yarısında yaşamış olan ve adları fil ya da filid olarak bilinen söz ustaları da, aynı saygı ve sevgiyi görmüştür.[5]

M.Ö. 3-4. yüzyıllarda İrlanda’da yaşamış olan ozanları üç gruba ayırmak mümkündür: 1) druidler, 2) fil ya da filidler, 3) bardlar. Onların faaliyeti hakkında Veselovskiy şöyle yazmıştır: ”Druidler, dini-törensel efsanelerin muhafızları. Onların hiç bir yazılı ifade kullanmadıkları biliniyor. İrlanda’da onlar, hekim, evliya, hoca olarak da şöhret kazanmışlardır. Onlar kralın danışmanı olarak devlet işlerinde de görevlendirilmiş, ülkelerinin saygın insanları olarak ordu hizmetinden de muaf tutulmuşlardır.[6] Herhangi tarihi-medeni bir dönemi incelediğimizde, dinleyicisine sözle hitap eden ya da halkın beğenisini farklı yöntemlerle kazanmaya çalışan kimseler (ozanlar, dervişler, gezgin komedyenler, vs) görülmüştür. Ortaçağda Sudan’da kahramanların hayatını beyan edici griot[7] Burgundiya’da -ordunun keyfini açan seurra, cantor (şarkıcı anlamında), Fransa’da- misafir şarkıcı jonglör (jongleur), trouvere, Almanya’da ordu alaylarının şarkıcısı spop, ezgin besteci spielman, Rusya’da-skomorohlar Türklerde de sözlü ve yazılı edebiyatın birbiriyle olan bağlantısı, eski çağdan günümüze kadar uzanıyor. Türklerin sözlü sanatı yegane, biricik olgudur. Yazılı edebiyat da pek çok iz bırakmıştır. Bunların birkaçını ele aldığımızda bile Türk sözlü edebiyatının fevkalade olduğu görülmektedir.

Göktürk Kağanlığı dönemi yazarlarının üslubunda da, önceki devrin sözlü sanat mirasının etkisi açık olarak görünüyor. Kül-Tegin kitabesinde annesi, Humay Türk mitolojisindeki kadına, hayatın kaynağı olan ana tanrıçaya benzetiliyor: “Ol yaşda Umayi teğ ögim katun katuna inim Kül-Tegin ap at boltı.”

Abidenin üslubuna, düşüncelerin doğruluğuna ve ruhuna baktığımızda yazar Yuluğ-Tigin [Kül- Tigin’in (Köl-Tigin) abisi] üstün kabiliyete sahip olduğu açıklanıyor. “Arık ok sen, açsık, tosık ömaz sen, bir todsar, açsık ömesen”, “Kanın subça yügürti, sönükün takça yatdı”[8] örneklerinde olduğu gibi, bunu kanıtlayabilecek çok delil daha bulunuyor.

Orhun Yazısı ilk önce sözel olarak icat edilmiş, daha sonra ise taşa oyularak yazılmıştır.

Göktürk alfabesiyle yazılan “Irk-Bitig” (IX. yy.) kitabının ismi bile sözlü sanatın ayrı bir özelliğini gösteriyor. Günümüze kadar yazılı olarak ulaşsa da onun temelinde sözlü geleneğinin olduğu açık bir şekilde görünüyor. Uygurların “Şehzade ve Kaplan” rivayeti de, aynı özellikleri taşımaktadır.[9]

Jirmunskiy’e göre, efsanevi Dede Korkut’un aksakal, bilgin, kabile reisi, besteci, şarkıcı, söz ustası ve evliya olması hakkında rivayetler, X. yüzyıl ila XI. yüzyılın başında sözlü olarak yayılmaya başlıyor.[10] Dede Korkut, Türk sözlü sanatında kendi ismiyle tanınmış ilk yazarlardan biridir. Onun epik metinleri 15. yüzyılda yazıya aktarılmıştır. Günümüzde Türk dünyasının bazı bilim adamları, bu mirasın icat edildiği dönemin, el yazısına başlamış devirden daha eski zamanlarda olduğunu ileri sürüyor.

2000 yılının Mayıs ayında Bakü’de düzenlenen “Dede Korkut Kitabı’nın 1300. Yıldönümü” kutlamalarında destanı yazıya döken kişinin, Aksakalın kendisiyle danışmış olduğu belirtildi.[11] Eser, icat edildiğinden günümüze kadar halkın hafızasında korunmuş ve kuşaktan kuşağa sözel olarak aktarılmıştır. Yazarın kendisi de, eserinin sözel olarak gelecek kuşaklara aktarılmasını vasiyet etmiştir. Mesela, Dede Korkut destanının Dumrul bölümünde: ”Dedem Korkut geldi şiirlerim Dumrul yiğide dedi, gelecek nesile vasiyet olsun dedi”, şeklinde satırlar var.[12]

Söz ustasının kendi tipinin de bulunduğu eserlerinde, sözün gücü ve insan hayatındaki rolüne ilişkin motifler de işleniyor. İlk olarak, “Dedem Korkut geldi” ifadesi her 12 bölüm sonunda tekrarlanıyor. Başka bir deyişle, bu metni yazıya geçiren yazarın, Korkut olduğu ısrarla iddia ediliyor.

(Bu arada, zaman içerisinde metnin ne derecede değiştiği, tüm metnin yazarının Dede Korkut olup olmadığı, başka bir konudur). İkinci olarak, kitap, giriş bölümünün ilk satırlarından sözün kudretine, konuşma önemine bağlı fikirlerle başlıyor: ”Yalan sözler bu dünyaya gelmeseydi”, diyor yazar.

Daha sonra ozanın ne gibi özellikler taşıması gerektiğini açıklıyor: ’’Elindeki çalgısıyla boydan boya, beyden beye gidiyor ozan. Bayram günü çalgısının tellerine vurarak çalsın ozan”.[13] Bu satırları okuduğumda, Başkurt sesenlerinin ’’Kötülüğü savunmaz, düşman hatırı korumaz” diyen sözlerini hatırladım. Korkut ile sesenlerin ortak yanlarını gösteren satırlara kitabın esas bölümünde de rastlıyoruz. Başkurt sesenlerinin hikmetli sözleri ve tavsiyelerinin kaza geçirenlerin iyileşmesine yardımcı olduğu ve toplumsal bunalımları çözdüğü bilinmektedir. Dede Korkut’un üçüncü bölümünde ozan, düşmanlara (kafirlere) esir düşen Beyre’e kendi çalgısını hediye ediyor. Sevgilisi Banu-Çiçeğin düğününde Beyrek ozan kılığına girerek şiir okuyor ve böylece beladan kurtuluyor, sonunda ise sevgilisiyle evleniyor ve asker arkadaşlarını esirlikten kurtarıyor.[14] Dokuzuncu bölümde ise İç ve Dış Oğuz beyleri toplantısında kavgayı nasıl yatıştıracağını bilemeyen Bayındır Han’a Korkut’un nasihati yardımcı oluyor.[15] Yazarın böyle güce sahip olduğu Ebul-Gazi’nin “Türkmen Şecereleri”nde de kanıtlanıyor: ”Kayı Kara hocanın oğlu Korkut Ata, Salur Enkeş hulca ve Aşban Hulca Başlık Barça Oğuz ili yığılıp Kayı halkından İnar-Yayını padişaha gönderdiler. Veziri Korkut ata idi. Korkut ata her nemerse tise İnar-Yayın anın sözünden çıkmaz irde. Korkut atanın kerametlere küp irde”.[16] Başka bir yerde Ebul-Gazi, Korkut’un Salur Kazan’ı övdüğü şiirini gösteriyor.[17] Demek, Başkurt ve başka Türk boylarının daha sonra tanınmış sözlü edebiyatı temsilcilerinin görkemli özellikleri, Dede Korkut döneminden miras kalmıştır. Ünlü Kazak yazarı ve bilim adamı M. Avuezov, efsanevi Dede Korkut’un kendisine ilişkin rivayetlerinin ve ona ait olduğu bilinen bölümlerinin Türkler, Türkmenler, Azeriler, Başkurtlar arasında zemin bulduğunu belirtiyor.[18]

G. Hüseyinov bunun sebebini, VII-X. yüzyıllarda Başkurtların Oğuz boylarıyla sıkı etnik ilişki içerisinde olmasına bağlıyor.[19]

Karahanlılar dönemindeki Yusuf Balasagunlu’nun “Kutadgu-Bilig” ve Mahmut Kaşgarlının “Divanü Lugat-it Türk” eserleri de nefis sözün yüceliğini methediyor. ”Kutadgu-Bilig”in elçiler hakkındaki bölümünde, onların dil zenginliği, şiirsel metinleri okuma ve yazı yazma gibi marifetlere sahip olmaları bir kaç dile alınıyor.[20] Ay Toltı’nın konuşması sadece kendini değil dinleyicileri de mutlu ediyor.[21] Bu destanın bazı bölümleri, dil hikmetlerini açıklıyor. Mesela, yedinci bölüm ”Konuşmanın gücü, faydası ve zararı”, yirmi birinci bölüm ’’Konuşma istidadı ve dilin faydası”, elli ikinci bölümün bir kısmı da ’’Şairlerle münakaşa edenlere tavsiye” olarak biliniyor.

Bu dönemde Türk edebiyatına Arap ve Fars faktörü tesir etmeye başlıyor. ” Divanü Lugat-it Türk” de, bu sürecin meyvesidir. Arap okuyucusu için hazırlanmış metinde yazar, Türk metinleri üzerinde çalışmıştır. M. Kaşgarlı, metinleri konu ve tarz üzerinde sistemleştirmiştir. Hikmetli kelimeler, sacgılar, atasözleri, şiirlerlin yanısıra Arap edebiyatındaki revez nesir ele alınmıştır. “Divanü Lugat-it Türk”de Başkurtlar ve onlar yaşadığı bölge hakkında bilgi bulunmaktadır.

Mahmut Kaşgarlı çalışmasına başlamadan evvel Türk boylarını gezerken Başkurtları da ziyaret etmiş mi, yoksa Başkurtlar Karahanlıların kentleri Kaşgar, Balasagun, Semerkant ve Buhara ile ilişkilerde mi olmuşlar? Tanınmış eserin yazarının Güney Ural bölgesini gezdiğini açıklamak zor, fakat Başkurtların ilim alma amacıyla Orta Asya, Orta Doğu ve Afrika ülkelerine kadar gittikleri biliniyor. Bu eserde verilmiş olan XI. yüzyılda Türk boyları haritasında, Başkurtların İrtış Nehri’nin yukarı akımında ve İle Vadisi çevresinde yerleşmiş oldukları gösteriliyor.[22] Yazar Başkurtların bu bölgede yaşadığını gezerek görmüş de olabilir.

12. yüzyıl ila 13. yüzyılın başında Fergana’da Ahmet Yükneki ismi ün kazanıyor. Onun yazılı “Atabetü’l Hakayık” eserine, tam anlamında sözlü edebiyat örneği denilebilir. yazarın gözleri doğuştan kördür. Ahmet Yükneki, Orta Çağda Türk edebiyatında görülen Sofilik akımının önde gelen isimlerinden biridir. Öğretici içeriğinin hafızada kalmasının kolaylığı için eserini dörtlükler şeklinde vermesi, Yükneki’nin halka hitap ettiğini gösteriyor. Yazar, okuyucusunu yakın görerek kendi halini beyan ediyorkör olduğunu söylüyor.

Tuga kürmes irde edipneng küze
Tuzattem bu un dürt bab ibcra süze[23]

Yükneki, sözlü edebiyat yazarları gibi söz ustalığının üzerinde duruyor, kendi ifadesiyle, eserinin sanatsal değeri için çaba gösteriyor:

Thene tuu yugan seze bu telem.
Unarça yayın barı bir minge[24]

“Atabetü’l Hakayık”’ın son kısmında yazar okuyucusuna eserin ne gibi yollarla yaratıldığını anlatıyor:

Kitabıng atı bolur “Atabetü’l Hakayık” gereb uşul.
Tamamı irur Kaşgari tel bele.
Eytmeş edip dikkati tel bele.
Eğer belse Kaşgar teli her keşe,
Beler ul edipning ey (t) meşe [25]

Elbette, Ahmet Yükneki’nin eseri, yazılı edebiyat geleneğiyle sıkı temas içerisinde olmuş ve kendisinden sonra gelen yazılı edebiyata tesir etmiştir. ” Atabetü’l Hakayık”ın şu satırlarına bakalım:

Bu kön bar yarın yuk bu donya nangı,
Niçe ir bar irde-sıgışmaş ire,
İre barça kaldı koroğ tik yere,
Niçe dana irde niçe filasuf!
Kani bu kön anlar-mengende bere?
Birelde ülem, süz ülemle tügel.

Buna benzer fikirler XIV. yüzyılın Türk-Kıpçak destanlarında da bulunuyor. Mesela, Hisam Ketib’in “Cömcöme Sultan” adlı eserinin giriş bölümüne dikkat edelim:

İ cihan bakidir tigen kani?
İşetkel,donya eşen beleng anı
Çön bu gelem gakibet yuk buliser,
Mondagiler hiç bakıy kalmaliser.
Bu işaratlar kem hud besge yiter
Ne kem bardır mehlük-barça kiter.
Hem yaman, hem yahşı-barça kiçteler.
Kanı monça meng nebi şahlar,
Ul bına kılgan oluğ deryaklar…

Daha sonra isimleri dünyaca ünlü olan hükümdarlar, kahramanlar, askerler hatırlanıyor, onların da bu dünyadan gittikleri kaydediliyor.[26]

XV. yüzyılın Özbek şairi Alişir Nevai’nin eserlerinde de buna benzer satırlara rastlıyoruz. Ancak Ahmet Yükneki’nin, kendi fikirlerini çok daha önceki dönemin sözlü icat mirasından benimsediği biliniyor. Fani dünyaya gelenlerin bir zaman öleceklerini açıklayan felsefi düşünce, “Dede Korkut” kitabının bir kaç bölümünde tekrarlanıyor. Mesela, dördüncü bölümdeki fikirlerin ne kadar Yükneki felsefesine uyduğuna bakalım: ”Dünya benim diyen, ben metheden bey ve kahramanlar nerede. Onları ölüm çaldı, toprak bastı; kime kaldı fani dünya? Hayat gelir ve gider, senin sonun kaçınılmaz”. Demek ki, “Atabetü’l Hakayık”ın yazarı söz konusu eseri, sözel olarak kuşaktan kuşağa yayıldığı sırada tanımış. Burada “Müken Kanton” adında Başkurt beytine değinmek istiyorum.

Atang seneng Gebdeyelil
Yörönö korhak üthterep
Hungınan torop kerendeşeng
Yömle Bayazit kanı?
Kitte ular ber segetke
Oşbu fani dünyanan.
Kürep hungınang gibret alhang
Nemrud şeddadıng kanı?
Vakıt yethe, bıl donyanan
Kiterheng hem, ey ağa;
Tar keberge kere irheng
Teübe imanıng kanı?

Türkçe anlamı:

Baban senin Abducelil
Gezdi kursak büyütüp,
Daha sonra kan kardeşin
Cümle Beyazıd nerede?
Gitti onlar bir saatte
İş bu fani dünyadan.
Bunu görüp ibret alırsan
Nemrud şeddadın nerede?
Vaktin gelse, bu dünyadan
Gidersin hem sen ağa;
Dar kabre gireceksen,
Tövbe imanın nerede?

(Daha sonra Müken Kantonun fani dünyadan giden akrabaları hakkında bahsediliyor).[27] Buna benzer satırlar, sözlü kaynakların (“Dede Korkut”, ”Atabetü’l Hakayık”) etkisi sonucunda icat edilmiş midir acaba? Bu beyti, Minzele kazasının Mustay köyünde yaşayan 11. Başkurt Kantonu (Yerel yönetim) Reisi Binbaşı Möhemmetrahim Abucelil oğlu Soltanov’un (1841 yılında vefat etmiş)[28] sofrasına misafir olan zengin dilli fakir olan XIX. yüzyılın bir seseni söylüyor. Onun eski Doğu edebiyatı geleneğini bildiği gibi, Başkurt sözlü sanatını da bildiği görünüyor. Beytinde Arap ve Fars kelimelerini kullansa da, kubayir (destan) ölçümünü temel olarak kullanıyor. Eserde yer alan geleneksel motifler ile birlikte onun sözlü ve yazılı kaynakları da bildiğini tahmin edilebilir. Bayık Aydar’ın Salavat’ söylediği sözlere dikkat edelim:

Barı la ütken kalmağan,
Han başın da yer yotkan,
Tevkelevtı la yer upkan,
Şeğelize le kuymagan,
Unıng başına il yetken…
…Barı bötken kalmağan,
Kayaga tamgan kan kalgan,
Batızar sapkan yul kalgan,
Doşman bısak kayragan,
Bötmey torgan il kalgan.

Türkçe anlamı:

Hepsi geçti kalmamış,
Han başını da yer yutmuş,
Tevkelev’i de gitmiş,
Şavgalı’yı da bırakmamış,
Onun başını il yemiş.
.Hepsi bitmiş, kalmamış
Kayaya damlamış kan kalmış
Kahramanların izi kalmış
Düşman kılıç bileyen,
Hiç bitmeyen il kalmış.

Bu, XVIII. yüzyılın sesenlerinin eserlerinin de, yazılı ve sözlü edebiyatın eskiden gelen sıkı ilişkilerinin etkisi altında geliştiğini gösteriyor.

“Cömcöme Sultan”ın günümüze kadar ulaşmış 5-6 tane el yazılı örneğinin ikisi, 1977 ve 1980 yıllarında Başkurtostan’ın Ebyelil ve Tuymazı illerinde bulundu.

XII. yüzyılda Orta Asya’nın Yesi şehrinde yaşayan ünlü sofi Ahmet Yesevi’nin hikmetleri XVIII- XIX. yüzyıllarda İdil (Volga)-Ural çevresinde, aynı zamanda Başkurtdıstan sınırlarında halk arasında çok popüler olmuştur.[29]

XIII-XIV yüzyılların klasik edebiyat örnekleri olan Kul Gali’nin “Kıssai Yusuf”, Kutb’un “Hüsrev ü- Şirin”, Harezmi’nin “Muhabbetname”, Seyfi Sarayi’nin “Gülistan bit Türk” ve ”Süheyl ü-Nevbahar” gibi eserlerde de, eski sözlü mirasla ortak yönlerini, kafiye kalıbını, atasözlerine benzeyen kelime oyunlarını fazla zorlanmadan bulabiliriz. Böylece, Türk döneminde tek bir şair ya da yazar tarafından sözlü olarak çıkarılan eserlerin bulunması zor olduğu halde, söz sanatında onların bıraktığı ize göre, sözlü edebiyatın yazıyla ilişkili olarak aktif şekilde yaşamaya devam ettiğini varsayabiliriz.

Genel Türk kökünden ayrılmış halkların sözlü sanatı, yazılı ve sözlü olarak yaşamaya devam ediyor. Bu noktada yazılı ve sözlü edebiyat arasındaki farklılık tamamen açıklanıyor, her birisinin kendisine özgü özellikleri ve kanunları biçimleniyor.

Türk Dünyasının farklı boylarının edebiyatı incelendiğind’e, söz ustalarının çeşitliliğini görebiliriz. Birileri yaratıcı -şiiri hemen icat edebiliyor, ikincileri- kendi meslektaşlarının ya da halk edebiyatı metinlerini düzeltmeyi ve yeni bölümler eklemeyi seviyor, diğerleri ise eserleri ezberleyerek gelecek kuşaklara aktarıyor.

Bunlar arasında yaratıcılar, en önemli yere sahip. Bu tür söz sanatı ustaları, uzun süre halk dilinde dolaşan sözlü eserlerin zeminini oluşturan kişilerdir. Genelde onların isimleri geniş kitlelerce biliniyor. Mesela Başkurtlarda, kendileri çoktan vefat etmiş olsa da, isimleri yanında hala “sesen” lakabı korunmuştur. Kildeş sesen, Yemmet sesen, Karakuy sesen, İhsan sesen, Yahya sesen, Höyöndök sesen, Toromtay sesen. Diğer Türklerde de “akın”, ”aşık”, ”ozan”, bahşı” gibi isimlerin kullanıldığı bilinmektedir. Yaratıcılar, belli bir ölçüde eski geleneklere ve efsanelere başvursalar bile kendi çağı ve halkın hayatını problemleriyle birlikte yaşamışlardır. Yaratıcılar, yukarıda bahsettiğimiz gruplarda yer alan ustaların özelliklerini taşıyorlar. Onlar, ezberleme ya da konuşma, sözlü edebiyatın kanunlarını öğrenme gibi özelliklerden de yoksun değiller, toplumsal hayat, halkın akıbetiyle oynamanın önemini anlayıp görevlerini yerine getiriyorlar. Dinleyiciye toplumun ahlakını ve düzenini bozacak metinleri sunmamışlardır. Yaratıcılar, sadece dinleyici karşısında değil, tüm hayatları boyunca halkın meseleleriyle uğraşmış, kendi halkını düşünmüşlerdir. Kalplerinde taşıdıkları problemleri şiir olarak dışa vurmuşlardır. Elbette, konuşma yapıldığında yerel şartlara ve düzene göre şiire eklemeler yapılmıştır, bu olmasaydı tam anlamında yaratıcı diyemezdik. Tabii ki, daha önce aklında taşıdığı şiir metnine eklemeler yapmak söz ustasına pek zor olmamıştır. Ama şiiri irticalen söyleyen kişinin kendisine görev olarak bildiği şeyler, dinleyicinin kulağına her zaman ulaşmıştır. İkinci tür söz ustaları, baştan sonuna kadar düşünülmüş olan eseri ne kadar değiştirmeye çalışsalar da, yaratıcılar kendi biricikliğini kaybetmemişlerdir.

Sözlü icatta yeganelik, biriciklik nasıl belli oluyor? Yaratıcıların icadının yeganeliğini açıklayan bir kaç faktöre değinelim:

  • Eserde yazarın özellikleri, manevi dünyası, fikirlerinin yansıması;
  • Şiirde bahsedilen hadiselerin, olayların, fikirlerin gerçeğe dayanması;
  • Tüm eserlerinde aynı klişenin olması, tüm metinlerin ortak yanlarının olması;
  • Halk icadının sözlü edebiyata yakın olan tarzların kalıplaşmış biçimlerini tekrarlamaktan kaçınması;
  • Kendi dil ve kelime hazinesini kullanması;
  • Eser içinde yazarın öz adını ya da hakkında herhangi bir bilgiyi dile alması.

Bunlar yazarın icadında mutlak bir yer buluyor. Aynı zamanda devamlılık arzetmeyen fakat bazı metinlerde görünen biriciklik özelliklerine de rastlıyoruz. İcadı biriciklik, sözlü edebiyatın folklorla karıştırılmasına engel oluyor. O belli insanın icat meyvesi, sadece onun düşüncelerini, dünyaya bakışını, şiirsel marifetini yansıtıyor.

Sözlü edebiyatın genel Türk devrinde biçimleşmiş gelenekleri, ayrı edebiyatlar döneminde de yaşamaya devam ediyor. Herhangi bir ulusun söz sanatı, genel Türk kökünden ne zaman ayrıldığına bakmadan, her birinde (hiç olmazsa çoğunluğunda) sözlü edebiyat, kanunlaşmış geleneklerine dayanarak yazıyla birlikte yaşıyor, hatta bazı halklarda bu günümüzde de kendini gösteriyor. Bağımsız Türk edebiyatı, Türk boylarının XI-XIII. yüzyıllarda Anadolu’ya geçerek Bizans İmparatorluğu’nu yıktıklarından sonra, Selçuklu Devleti’ni kurduğu devirde başlıyor. Türklerin Oğuz boyu yeni topraklara, daha sonra Türk edebiyatının temel taşını oluşturacak olan sözlü edebiyat geleneklerini getirmiştir.[30] Türk Edebiyatının ilk örneklerini “Oğuzname” ismi altında toplanan çeşitli tarzdaki (Dede Korkut konuları tipindeki epik eserleri içeriyor) sözlü eserler oluşturuyor. Oğuz destanı icat eden ve ezberleyerek kopuz eşliğinde okuyanlara Türkler ozan ismini vermiştir. Türk sofi edebiyatı da XIII-XIV. yüzyıllarda sözlü olarak yayılmıştır. Bu dönemin en ünlü şairi Yunus Emre’dir.

”Şairi bu kadar ünlü kılan halk, yazarın eserlerini kuşaktan kuşağa aktararak günümüze kadar ulaştırdı. Onun şiirlerini çağdaş Türkiye’de severek okuyorlar. Türk Edebiyatı Orta Çağda Arap, Fars etkisi altında kalmıştır. Özellikle Selçuklu Devleti dağıldıktan sonra, zengin kesim Arap ve Farsı eserlerine yönelmiştir. Fakat onlar Türk söz sanatında belli başlı işlev görmüyor. Sadece folklor değil, şairlerin (ozanların) icadı da sözel olarak yayılmıştır”.[31] XI. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı döneminden başlayarak yazılı edebiyat hızla gelişmeye başlıyor. Buna karşı halkın menfaatlerini savunan aşıkların şiirleri ortaya çıkıyor. XX. yüzyılın başında Türk bilim adamı Fuat Köprülü’ye göre “Sarayda İran taklitçisi şairlerin gazel ve kasideleri okunurken, halk arasında aşıkların destan ve koşukları söylendi”.[32] Aşıklar, feodalizme karşı ayaklanan isyancıların dünyaya bakışını, fikirlerini yansıtmışlar, kendileri de onları savunmuşlardır. XVI. yüzyılda isyancılar arasında tanınmış olan aşık Pir Sultan Abdal idam edilmiştir.[33] Fakat buna rağmen, aşıkların edebiyatı sönmemiş, gelecek yüzyıllarda da yaşamaya devam etmiştir. Türk sözlü sanatında aşıkların dünya görüşü günümüzde de devam etmektedir.

Azerbaycan klasik edebiyatı XIII-XIV. yüzyıllara kadar tamamıyla Fars dilinde icat edilmiştir. Türk dilindeki sözlü mirasın, Dede Korkut’un ismiyle yakından ilişkili olduğu ileri sürülüyor. Demek ki Dede Korkut kendi zamanında yaşamış ve daha sonra icat etmiş Azeri aşıklarına ilham vermiştir. XV-XVIII. yüzyıllara kadar aşıkların ismi ve eserleri belli olmasa da, bilim adamları Azeri aşıklarının icadına “Dede Korkut”un etkisinin olduğunu belirtiyorlar: “Dede Korkut Destanı” kitabının biçimi, alışılmış Azeri destanına has: Nesir fonunda şiir ve şarkılar okunuyor. Günümüzün aşıkları da aynı şekilde icat ediyor”.[34] M. U. Gulizade, Köroğlu şiirinin kökünün eski devire kadar ulaştığının altını çiziyor: “Dede Korkut” kitabının Türk (Azeri) dilindeki tüm epik medeniyetin daha sonraki gelişmesini etkilediğini açıklıyor. Örneğin, Azerilerin “Köroğlu” destanında “Dede Korkut”un etkisi özellikle belli oluyor. XV-XVI. yüzyıllarda Gurbani, Aşıg-Abbas, Sarı Aşık, Aşık Valehin isimleri halk arasında ün kazanıyor. XVI-XVIII. yüzyılın aşıklarının nefis söz aracılığıyla çok yönlü faaliyetlerinin değerlendirilmesini M. A. İbrahimov’un sözlerinde buluyoruz: “Azerbaycan’ın aşık edebiyatı, yüzyıllar boyunca halkın estetik terbiyesinde büyük rol oynadı, aynı zamanda ciddi toplumsal, ahlaki ve felsefi işlev gördü. Mistisizmi (gizemcilik) ve gerçekçilikten vazgeçmeyi anlatan Orta Çağın gerici ideolojisine karşı direnci artırdı”.[35] Bu dönemde aşık edebiyatı gelişerek Azerbaycan’ın klasik yazılı edebiyatıyla sıkı temasa giriyor ve Arap-Fars sözlerinden kurtulmaya yardım ediyor.

Klasik edebiyat ve aşık gelenekleri birliğinin sonuçları, XVIII. yüzyılın yazılı edebiyatının temsilcisi Vagıf’ın eserlerine de yansımıştır. Aşık Abbas’ın ismi sadece Azerbaycan’a değil tüm Kafkasya halklarının sözlü sanatını etkilemiş, Türk sözlü edebiyatının ruhunu genişletmiştir”. Azeri Türkçe dilinde yazılmış Azeri şiiri, sözlü edebiyatı ve müziği birçok Gürcü ve Ermeni’nin kalbini esir etmiştir”.[36] XVIII. yüzyılda yaşayan Usta âşık Sayat-Nova kendi eserlerini Azeri, Gürcü, Ermeni dillerinde kaleme almıştır.

Türkmen sözlü edebiyatı, Türk sözlü sanatının gelişmesinde önem arzediyor. XVI. yüzyılda oluşmuş yazılı edebiyatta Türk (Çağatay) diline kıyasla Farsça’ya üstünlük verilmiş. Bundan dolayı XIV-XVIII. yüzyıllarda şairleri Bayram han, Karacaoğlan, Barhudar Türkmenlerin yazılı eserlerini halk arasında yaymıştır. Sözlü edebiyat, Türkmen boylarının, topraklarının bulunduğu Buhara ve Hive hanları ile İran şahlarının sürekli hücumu ve iç savaşla yıprandığı dönemde ön plana çıkmıştır. Türkmen bahşıları, büyük ve orta boy epik esere-destana başvuruyor, eskiden icat edilip de unutulanları hatırlatıyor, yenilerini icat ediyorlar. Bunun sebebi, dehşetli yıllarda halkın cesur kalpli yiğitlere, ülkesi ve aşkı uğruna canını feda edebilecek kahramanlara ihtiyacı olmasındadır. Destanlar, bahşılar tarafından sofralarda, düğünlerde okunmuştur. Halk “Tahir ve Zühre”, “Kasım Oğlan”, “Hurluga ve Hemra”, ”Yusuf ve Ahmet”, “Köroğlu” gibi eserleri dikkatle dinlemiş, bahşılar ise onları kuşaktan kuşağa aktarmıştır.[37] Sözlü sanat ustaları faaliyetlerinin özelliklerine bağlı gruplara uygun olarak, birileri destanları sadece okumakla yetinse, diğerleri kendilerine editör, düzeltici rolünü benimsemiştir. Bahşılar ise, eserlerinin yazarları olarak tanınmışlardır. Doğu kitap kaynakları, Türkmen Halk Edebiyatı metinlerine dayanılarak icat edilmiş epik eserlere de kendi biriciklik “damgalarını” vurmuşlardır. Tanınmış destancı Nurmuhammed Andelib XVIII. yüzyılda “Yusuf ve Zuleyha”, ”Leyla ve Mecnun” konularından faydalanıyor. Onunla aynı devirde yaşayan Abdullah Şebende Şeydan, Gurbanlı Magrubi’nin destanlarının (“Seyfelmülük ve Mehmet Cemal”, ”Şobahram”, ”Gül ve Bülbül”) kaynaklarını, ” Bin Bir Gece” toplanması, Firdevsi, Nizami, Nevai gibi yazarların eserleri oluşturuyor. Fakat Türkmen bahşıları, Arap, Fars ve Türk Dünyasının ünlü motiflerini değiştirdikten sonra kendi topraklarına, zamanına, halkının düşüncesine, zevkine uygun şekle getirerek eserlerini dinleyicisine sunmuştur. S. A. Karrieva’ya göre: ”Şair kendine özgü Türkmen eserini icat etmiş, eski eserlere kıyasla burada yazarın özellikleri daha net ortaya çıkmıştır.”[38] Kitabın üslubunda yabancı dillerdeki kelimelerin herkese anlaşılan dile çevrilmesi, onun halk kitleleri arasında yayılmasına imkan doğurmuştur. Aynı dilde Türkmenlerin öz destanları icat edilmiştir. Şabenden’in “Hocam Birdehan” destanında olaylar, XVII. yüzyılda Türkmenistan topraklarında gelişiyor, Andelib’in “Nesimi” destanının kahramanı trajedik yazgıya sahip Türk asıllı bir şairdir.[39]

Aynı dönemde Orta Asya, Kazakistan ve İdil-Ural’da da büyük epik eserler icat edilmiştir. Burada da Arap, Fars dillerinde yazılan “Yusuf ile Züleyha”, “Leyla ile Mecnun”, “Ferhad ile Şirin”, “Sindbad hem Lebşakar”, “Gülemile”, ”Tutıyname”, “Abdülmüslimname”, “Kıssai İbrahim Edhem”, ”Muhaedin Hayatı”, “Ali Kahraman” eserlerinin yeni çeşitleri ve İslam öncesi oluşmuş Farsça “destan” terimi tüm Türk topraklarına yayılmıştır. Türklerin icat ettiği “Tahir ve Zuhra”, “Yusuf ve Ahmet”, “Köroğlu”, “Garib ve Şahsenem”, “Alpamış”, “Kozı körpes ve Bayan ulı”, ”Edigey” ve “Moradım” gibi halk destanları, farklı dönemlere ait olsalar da XVII-XVIII. yüzyıllarda yeniden ele alınıyor ve ün kazanıyorlar. “Alpamış” destanı hakkında bilim adam E. M. Meletinskiy şöyle yazıyor: “Alpamış” destanı Özbeklerde, Karakalpaklarda, Kazaklarda meşhurdur. Bu eseri ayrıca Başkurtlar, Kazan Tatarları, Altaylılar, Tacik ve Orta Asya Arapları biliyor. “Alpamış”ın izlerini biz Oğuz destanlarında da buluyoruz.”[40] Bunların tümünü içeriğine göre: Kahraman (“Alpamış”), hayali kahraman (“Sindbad”), maceralı romantik (“Ali Kahraman”) ve romantik (halk romanları ve aşk konuları) destanlara ayırabiliriz. Bazen kendi sözlü eserine dayanarak, kahramanların akıbeti hakkında yepyeni destan, kıssa, hikayeler icat edilmiştir. (Türkmenlerde “Nesimi” destanı, Azerilerde “Abbas ve Gülgez” vs).

Türkmen sözlü edebiyatına baktığımızda, halk diliyle ürünler veren bahşıların, daha sonra yazılı edebiyatta da önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Onların ele aldıkları konular, kullanılan dil stili ve araçlar, eserin halk kitlelerine yakın olmasını sağlıyor. Bu süreç XVIII. yüzyılda Devletmemed Azadi ve onun ünlü oğlu Mahtumkulu’dan başlıyor: ”Mahtumkulu, halk için ve halkın diliyle ortaya çıktı. Şair, o dönemde Doğu’da alışılagelmiş kalıbı kırarak, Türkmen dilinin de Arap ve Farsça’daki gibi yüksek anlamlı kafiyeler yaratmaya uygun olduğunu ispat etti.”[41] Bundan dolayı onun şiirleri halkın gönlünü kazanıyor. Efsanelere göre, Türkmenistan’ı işgal eden İran Şahı Nadir’e karşı ayaklanmalar sırasında Mahtumkulu iki defa esir düşmüştür, düşmanları onun eselerini yok etmiştir. Fakat edibin mısralarını ezbere bilen bahşılar, onun eserlerini gelecek kuşaklara aktarmayı başarmışlardır.[42] Bahşıların faaliyeti Kemineye icat ruhu konularıyla, sözlü sanata özellikle yakın olan yazılı edebiyat temsilcileri Zelili, Mollanepes ve Durdıkılıç’in icadını etkilemiştir.

Kırgızların sözlü edebiyatında ilk sırada “Manas” destanı geliyor. Hakikaten de “Akın” ismini kazanmış Toktagul Satılganov, Barpı Alikulov, Kalık Aliev, Tögöldök Moldo gibi şahısların ürünleri XIX. yüzyılın sonları ila XX. yüzyılın başlarına rastlıyor. Fakat buna kadar da söz ustalarının yüzyıllarca devam eden toplu faaliyetinde “Manas”ın etkisi bulunmaktadır. “Manas”, dünya sözlü sanatında biricik olgudur. O, Başkurtların “Ural Batır”ı gibi sadece bir millete ait olan destandır.

Hacmi ise, Yunanlıların “İlliada”sının elli katıdır. Bu eseri icat edenler, koruyanlar ve ”büyüleyenler”sözlü sanatın ustalarıdır. Kendini akın sayan herkes, “Manas”ın etrafında büyümüştür. Onun en eski versiyonu, bin yıl önce söylenmiştir. Eserin ilk satırlarını kimin söylediği belli olmasa da, ona can katanların kimlikleri bilinmektedir. Onların en ünlüleri: Efsanevi Sagimbay Orazbekov ile Sayakbay Karalayev, Sagimbayın üstatları Balık Kumaroğlu, Tanıbek Capparoğlu, Naymanbay, Sayakbayın üstadı Çoyuke Omuroğlu, Capan Rısmendiev, Togoldok Moldo (Molla) Moldabasan Müsülmankulov vs. M. Avezov, uzman manasçıları iki grupta sınıflandırıyor. İlk gruba -destan metnini ezbere okuyan, kahramanların şecerelerini bilen, kendi talebeleri olan “gerçek manasçılar” (“çön manasçılar”), ikinci gruba- destanı halk arasında tanıtan “çala manasçılar”,bunlar eserin belli kısmını ezbere okuyor.[43] Elbette birinci grup manasçıların sayısı çok değil, ama onlar halk arasında şöhret ve saygı kazanmış söz ustaları. “Gerçek manasçılar” baştan sonuna kadar şiirsel metinden oluşmuş bu destanı halka ulaştırıcı olmakla birlikte, tam anlamıyla yaratıcı şahıslardır. “Manas”ın devamı olarak kahramanın oğlu Semetey ve yeğeni Seytek hakkında epik eserler icat edilmiştir. Ünlü manasçı Sayıkbay Karalayev, sonraki kuşak Kenen Batır (Seytekinoğlu) ve onun oğulları Alıımsırak ile Kulınsırak hakkında eserler yazmıştır.

Manasçı, eser metnini icat ederek okuyan ve dinleyicilere hitap ederken onların dikkatini çekmeyi bilen, gerektiğinde ise onları kendinden soğutmayı başaran kam (Şaman) rolünü oynamıştır. Kırgız manasçılarının başka halkların söz ustalarıyla ortak yönleri nedir? Bu soruya cevap olarak, tüm Türk boyları da destanlara sahip, bu edebi miras sözel olarak kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar gelmiştir diyebiliriz. Her ulusun kendi söz ustaları vardır. Onlar, üstün kabiliyetli hatiplik yeteneğine sahip olan, dinleyiciyi etkilemeyi başarabilen sözlü eserin icat edicileridir.

Manasçıların taşıdığı özellikler elbette diğer insanlarda da olmuştur. Fakat manasçıları farklı kılan onların bir tek eser üstünde çalışmalarıdır, diğerleri ise tam repetuvar sunmuşlardır. Mesela, Başkurt sesenler Buranbay, İşmuhamet, Gabit “Ural Batır”, “Akbüzat” gibi destanları okurken, bize belli olmayan güce sahip olabiliyorlardı. Dinleyiciyi söylenen kelimenin manevi gücüne inandırmak, eser okunduğunda kendinden geçmek ve dinleyiciyi aynı hale getirmek gibi. Orta Asya gezisi sırasında Kazak ve Kırgızlara rastlayan Başkurt seseni “Manas”ın ezbere okunduğunu duymuş olabilir. Kırgız bilim adamı İ. Moldabaev, “Manas”ı inceleyerek Kırgız ve Başkurtların etno-kültürel bağlarına dikkat etmiş ve destan içerisinden bu bağların olduğunu kanıtlayan 15 ortak etnonim bulmuştur.

Kazak sözlü edebiyatının özelliklerinden biri, edebi çeşitlerin çok olması, Türk dünyasında rastlanan tüm edebi tarzları içermesidir. Kazak bilim adamları kendi sözlü edebiyatı hakkında XVIII. yüzyıldan başlayarak söz etseler de, onların kökü eski devirlere kadar uzanıyor ve genel Türk geleneğinden besleniyor. Yoksa XVIII. yüzyıldan bu yana her yönlü gelişmiş edebiyata sahip olamazlardı. Kazak sözlü edebiyatı temsilcilerini, jıravlar ve akınlar şeklindeki iki grupta ele alabiliriz. Bazı edebi tarzlar her iki grup için de ortak olsa da, ıravların kendi vazifeleri vardır. Jıraular elit tabakaya yakın, hükümdarın, ordu başının yanında mekan edinmişler, dolaysıyla eserlerinin icadına da ülkedeki önemli olaylar (elçi gönderme, sulh ilan etme, savaş durumu, iki ulus arasında ilişkiler) yansımıştır.

Akınlar halk kitlelerine daha yakın yerde bulunuyorlar. Onlar, dedelerinden aklını derinden benimsemiş, halk icadını şecerelerini iyi öğrenmişlerdir. Tolgau, Arnau, Nasihat gibi tarzlar da onlara yabancı değildir. Bunun yanısıra akınlar, kendi aralarında şiir tartışmaları yapmışlar, eskiden ya da kendilerinin yaşadığı zamanda geçen olaylar ve meşhur kahramanlar hakkında epik eserler icat etmişler, halk icadının metinlerini de okumuşlardır. Aslında jıraular üst tabaka ile, akınlar ise alt tabaka ile özleşmişlerdir. Jıraular genel, soyut, öznel konuları ele almışsa, akınlar daha somut ve açık olgulara başvurmuşlardır. N. S. Smirnova akınların icat ürünlerini incelerken şöyle demiştir: Akınlar ”Doğaçtan söyleyen ya da olayları iyi bilen, vakıalara şahit olan kişi. O belli olay ve şahısları hiç yanılmadan değerlendirmeyi görev edinmiştir.” XVIII. yüzyılın akınları Şal, Kotoş, Koblan, Cankisi isimleri halk kitleleri arasında ün kazanmıştır. Dinleyicilerin beğenisini kazanmak için çok yönlü faaliyette bulunmak şart olmuştur. E. İsmailov akınlık derecesine yükselebilmek için dört basamaktan geçilmesinin gerekli olduğunu söyler.

1. Diğer akınların eserlerini ezbere bilmek;

2. Kendisinin doğaçtan söylediğini kanıtlamak;

3. Şiir münakaşasına katılma derecesine ulaşmak;

4. İcat ürünleri ile yetişkinlik çağına erişmek.

Kazakistan Rusya’ya katıldıktan sonra toplumsal hayat ve Kazak halkının zihnindeki hızlı değişmeler, halk ve sözlü edebiyatın özelliğinin değişmesine yol açıyor. Şartların değişmesi akınların ürünlerini de canlandırıyor. Onlar, eskiden bilinen epik ve lirik-epik eserlerin de yeni versiyonlarını üretiyor, çağa uygun yeni konular buluyorlar. Bu konuların çoğu, gençlerin akıbeti, aşk, nikah, aile meselelerini içeriyor. Akınların icat ürünlerindeki bu süreci inceleyen B. U. Azibayev monografisinde aktif hale gelen edebi üslubu “romantik destanlar” olarak adlandırıyor. XVIII-XIX. yüzyılın sonunda Türk dünyasının büyük epik eserlerinin dört türü hakkında bahsetmiştik, onların birisi “romantik destan”dır. Ayrıca kahraman, hayali kahraman ve maceralı romantik içerikli destanların olduğunu hatırlatalım. Bunların arasında romantik destan özellikle gelişmiş ve Kazak destanının gelişiminin son basamağını oluşturuyor. B. U. Aziabayev’a göre, onların bir kısmı yerel efsane konularına dayanarak hayali detaylar içeriyorsa (“Caskelen”, “Bozamak”, ”Bozyiğit”, “Nazımbek Külşe” vs), diğerleri XVIII-XIX. Yüzyıllarda Kazak topraklarında olan gerçek olayları ele alıyor. Akınlar kendileri de sıksık destan kahramanı olmuştur. Mesela, Seiz-Sere ve Sauıtbek akınlar, “Makpal-Segiz” ve “Akbope-Sauıtbek” destanlarının kahramanlarıdırlar.[44] Diğer tarzdaki destanlar gibi romantik destanların, Kazak yazılı edebiyatına etkisi olmuştur. Kazak akın ve jırauları genelde Doğu sözlü edebiyatından haberdar, İslam dinini iyi bilen bilgin insanlar olmuşlardır. XX. yüzyılın ilk yarısında bir grup akın: İsa Bayzakov, Nukan Ahmetbekov ve Kain Aynabekov sözlü edebiyattan yazılı edebiyata geçmişlerdir. Diğer bir grup ise, eskiden kalan geleneklerden vazgeçmemiş (onların arasında en ünlüsü Cambul’dur). Kazakistan’da günümüzde de akınlar müsabakası (beyti) düzenlenmesi bu tür sözlü edebiyatın hala yaşadığını gösteriyor.

Ortak yazgıya sahip olan komşu halklar Kazak ve Başkurtların sözlü edebiyatındaki ortak yönleri incelendiğinde ilk önce akınların, jırauların ve sesenlerin faaliyet alanlarının ve ele aldıkları konuların birbirine benzemesi dikkat çekiyor. Edebi tarz, biçimlerin ortak yönleri de görünüyor, bazı türler Kazak ve Başkurt edebiyatında farklı adlandırılsa da, esas itibarıyla aynı şey olduğu biliniyor. Başkurt sesenleri sık sık Kazak bozkırını gezmiş, jırau ve akınlarla şiir müsabakalarına girmiştir.

Yerense, Bayık, Karastı, Akmolla’nın üslupları buna bir örnektir. Başkurt şiirindeki “Akmolla Şiiri” denilen on bire on bir[45] ölçüsünü Kazak akınlarının da kullandığı biliniyor. Başkurt seseni Karakas ile Kazakların Aksa Batırı müsabakasında en kritik anlarda Başkurt’un Kazak’a öleng ölçümünde, Kazak’ın Başkor’a kubayır stilinde seslendiği[46], onların birbirlerinin sözlü edebiyatı kanunları ve geleneklerine ne kadar saygı gösterdiğine iyi bir örnektir.

Tüm bunlar, Türk boylarının uzun geçmişe sahip sözlü edebiyatının birbiriyle etkileşim içinde olduğunu ve Başkurt sözlü sanatının gelişmesini de etkilediğini göstermektedir.

Doç. Dr. Miras Hamzaoğlu İDELBAYEV

Başkurt Devlet Üniversitesi / Başkurdistan

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 19 Sayfa: 863-871

STK VE VAKIFLAR DOSYASI : EVKAF NEDİR ? VAKIFLAR NEYE YARAR(DI) ?


Vakıflar Haftası sebebiyle; Bir Türkleştirme Kurumu, Vakıflar

Vakıflar Dergisinde okuduğumuz bir makaleye göre Aşir efendizade Mustafa Kami Bey’in 1922/23 yıllarında yazdığı devletin vakıflarla ilgili politikasını eleştiren “Evkaf Nedir?“ adlı 24 sayfalık risalesi, Vakıfların Türkçü bir bakış açısıyla analizi imiş. Mustafa Kami Bey, İstanbul’un işgal ile elden çıkmayışını ecdadın İstanbul’da yaptırdığı vakıf eserlerine bağlamış. İstanbul işgal altındayken, Darülfünun‘da, bir Fransız generalinin Türk öğrencilere hitaben, “Ecdadınızın bıraktığı paha biçilmez asar u abidat (eserler ve abideler), mimari mucizeleriniz ve camileriniz bulunmasa İstanbul’un Türklüğe vech-i münasebeti bile mevzu-i bahis olunamaz” dediğini tarihe not düşmüş. Müdafaayı Hukukçu Mustafa Kami Bey, 1826 da Evkaf nezaretinin kurulmasıyla, nezarete bağlanan vakıfların savunmasız bırakıldığını, risalesinin mukaddimesine yazmış. Diplomatlara, “bu şehir Türk değildir” demeye utandıran bu risaleciği her vatanperverin dikkatle takibi elzem ve bir borçtur diye de bitirmiş sözlerini. Mustafa Kami Beyin “Vatanın belkemiği mesabesinde bir Müdafai Milliye Teşkilatı ve memleketi bu şekilde Türkleştirdiğimizi vatanla alaka iddia eden herkesin bilmesi lazımdır, bir çadır aşiretinden muazzam bir imparatorluğu çıkaran Evkaf (vakıflar) usul ve teşkilatıdır, Türkün mimarlığı, sanatkarlığı ve bütün bedii (güzel) eserleri vakıftır“ tespitine özellikle dikkat etmek gerekli. Satışlardaki yolsuzluk ve usulsüzlüklerden, yabancı bankaların gayrimüslimlere düşük faizli kredi açarak mülk satın almalarına yardımcı olmasından şikayetçi ayrıca. Gençler için ifade biraz eski ama Atilla İlhan merhumun dediği gibi öğrensin keratalar!

Bu risale, 1339 da (1922-23) İstanbul’da Matbaa-i Amire’de basılmış. Risalenin Mukaddime yani Önsöz’ünden yazılan makale, 2009 yılı Vakıflar Dergisi’nin XXX. sayısında Şerafettin Deniz tarafından yayınlanmıştır.

Mustafa Kami beyin şikayetleri bugün içinde geçerli, değişen bir şey yok, hiç ders alınsa tarih tekerrür eder miydi? hesabı.

Bugün devşirme diye aşağılananların bıraktıkları mimari miras başta İstanbul olmak üzere şehirlere Türk damgasını vurmuştu. Her devşirme bir külliye bıraktı, Kuyucu Murad bile. Yıka yıka bitiremedik. Yol açma aşkına bir kısmı ortadan kaldırılan Veznecilerde ki külliyesinin medrese binası İstanbul Üniversitesinin Kültür Sanat Merkezidir. Bir zamanlar orada gençlere ebru dersi verilmekteydi. Kanuni devrinin sevimsiz şahsiyeti Rüstem Paşa da Ankara’ya Çengel hanı bırakmıştır, görmedik ama Erzurum da da bir hanı olduğunu duyduk. Bir Kervansarayı da Edirne’de. Trakya Umum müfettişi Kazım Dirik tarafından tamir ettirilmiş. Ankara kalesini süsleyen diğer yapılardan Kurşunlu Han ve Bedesten de Fatih’in sadrazamı Mahmud Paşa’nın mirası ve şimdi Arkeoloji müzesidir. Bunlar hep Vakıf eserleridir. Hassa Mimarları Ocağı aralıksız çalışmıştır. Devşirme(!) edebiyatı yapılırken bunlar hiç düşünülmez nedense! Ve bıraktıkları abidevi eserlerle şehirlere Türk Damga’sı vurdukları da fark edilmez. Vakıf eserlerin Türkleştirmeye yaradığı nedense pek anlaşılamamıştır.. Gökdelenli İstanbul artık bizim İstanbul’a benziyor mu?

Mustafa Kami Bey ne kadar da haklı imiş! Vakıf malları yıllar boyunca adeta yağmalanmıştır. Bu yağmadan vakıf kabristanlar dahi nasibini almıştır. Çorum’da Piri Baba kabristanı içindeki cami ve türbesiyle birlikte Belediyeye ve Öğretmen okulu yapılmak üzere Özel idareye satılır (Vakıf Müessesi, Dr. Nazif Öztürk, basılmış doktora tezinden). Genç Çorum’lular şimdi şaşırarak Piri Baba parkından bahsediyor, hafıza silinmiştir. 1922 de, Sovyet ressamı Y. Lansere’nin Trabzon’un en heyecan verici yeri dediği imaret Kabristanı CHP Parti Umum Müfettişi Tahsin Uzer tarafından kaldırtılır. Kayseride Selçuklu dönemi vakıflarından Kızılköşk su yolları ve sarnıcı üzerine villa inşa edilir (2008 Vakıf Su medeniyeti yılı Semp. tebliğidir). Remzi kitabevinin yeri, eski Selvili Mescid, kadromuz dışıdır diye satılan pek çok mescitten sadece biridir. Yazılacak örnek yüzlerce ama yerimiz dar! Yine de kısaca belirtmekte yarar var, 2 Mart 1924 te Siirt Mebusu Halil Hulki bey ve 50 arkadaşı Evkaf ve Şeriye Vekaleti ile Erkanı Harbiyeyi Umumiye Vekaletlerinin kaldırılması için kanun teklifi vermişler, gerekçe “Din ve Ordu’nun Siyaset cereyanlarıyla alakadar olmasının bir çok mahzuru bulunması, vakıfların da millete devredilmesi“. Yasa 3 Mart günü meclisten geçmiş. Halil Hulki Beyin Birinci Meclis binasında fotoğrafı var, sarıklı üyelerden. O dönem ayrıca Müdafaayı Milliye gazetesi baş yazarı, baş yazar yasa geçince Vakıf Kızılbey Külliyesinin mezarlığını metresi bilmem kaç kuruştan gazetesi adına satın almış. Tarihi yapılar da yıktırılmış. Ankaralılar şimdi Kızılbey’i vergi dairesi sanıyor. Netice: Vakıf emlaki millete değil, parayı bastırana devredilmiş. Ama Vakıf bedduası var, onun için mi acaba bugün “Ulus” gazetesi iane ile yaşayabiliyor ancak.

O devirde kraldan çok kralcı var. Biri de 1927 “Tuğraların ve Methiyelerin silinmesi“ hakkında yasa teklifi veren Rize mebusu Ekrem Rize. 1057 sayılı bu kanun da hemen geçip yürürlüğe konmuş. Ekrem Rize ayrıca Fatih Sultan’ın validesi ile uğraşıyor, Mizancı Murat’ın Osmanlı tarihini kaynak göstererek. İstanbul’u sana kim bıraktı? diyen yok. Bu yasa ile Osmanlı yapılarından tuğralar kazınmıştır. İzmir de de çok örneği var, bir tanesi Mithat Paşa Sanat Enstitüsü binasıdır. Bindiğimiz dalı kesen milletvekilleri, Türk izlerini silenler, düşmana ne hacet? Resmi Tarihçilere duyurulur.

Vakıflar Neye Yarar(dı)? sorusunun cevabı ise, aynı dergide yayınlanmış, 18. yy. da Rusların Kırımda tahrip ettiği yerleşmelerin imarını ele alan “Aslan Giray Han ve Kırım’ın Yeniden İmarı” adlı bildiridedir. 1736 yılının Mayıs’ında Rus ordusu Kırım’ı işgal edip Bahçesarayı ve diğer şehirleri yakıp yıkar. Bu esnada Kırım Hanı 1. Kaplan Giray Osmanlı ordusu ile İran cephesindedir. Hemen geri dönen Han yanmış yıkılmış bir Kırım bulur. Bu işgalin sebepleri arasında, Tatarların Rusların kendi bölgesi saydıkları Dağıstan üzerinden İran’a geçmesidir. Kaplan Giray’ı kusurlu bulan Osmanlı, hanı tahtından indirir (Han herhalde Çeşme’de ölmüştür, mezar taşı Çeşme müzesindedir, rıhtımda da heykeli vardır). Bu savaşta, Rusların yakıp yıktıkları yapılar arasında Kırım’ın kilidi durumunda ki Orkapı siperleri, Cizvit papazlarının Kütüphanesi, Han sarayı ve camisi, Hacı Selim Giray kütüphanesi vardır. Tekirdağ -Vize’de ikamete mecbur tutulan Hacı Selim Hanın torunu Aslan Giray, Kaplan Giray’ın yerine han tayin edilir ve kurduğu Vakıflar sayesinde başta Or kalesi olmak üzere kale, palanka ve siperleri tamir ettirerek Han sarayı, bir mekteb ve Medrese inşa ettirir. Sultan 1. Mahmud’un da yardımıyla kütüphanede yeniden imar edilir ve İstanbul’dan kitap gönderilir. Harab durumdaki başka yapılar da onarılır. Boğdan isyanına katılmakla haksız yere suçlanan Aslan Giray Han, daha sonra azledilerek Sakız ve Gelibolu’da ikamete mecbur edilir. Suçsuz olduğu anlaşılınca tekrar tahta çıkarılır.

Hayırsever, adil ve cesur bir han olarak tarihe geçen Aslan Giray’ın pek çok vakfı arasında Akmescit ve Gözleve’de ki çeşme vakıfları, menzil beygirleri arazisi vakfı, Bahçesaray Dar-ül Kurra’sı ve mederese vakıfları v.s verebileceğimiz bir kaç örnek. İşte size, geçmişte Vakıfların ne işe yaradığı!. Günümüzde kurulan Vakıflar da geçmişi örnek alır umarız.

Aslan ve Kaplan Giray Hanlar bize Çeşme ilçesinde ki tarihi Vakıf çeşmelerin perişanlığını hatırlatmaktadır. Keza, 250 yıllık kitabeli ama yıkık dökük evleri de. Nihayet Belediye başkanı Faik Tütüncü tarihi çeşmeleri tamir projesi hazırlatabilmiştir nihayet, ama önce Aya Haralambos kilisesinin restorasyonu bir bitsin, sonra sıra çeşmelere gelir. Sıra gelince de ihtimal para biter. Kilise zaten harap değildi, niye restorasyona gerek görüldü acaba? Sakız’dan taşımalı cemaat mi getirilecek? Tütüncü, Rıhtımdan Çaka Bey’in büstünü de kaldırtmıştır nedense?. Çaka Bey anıtı, bir kaç yıl önce Deniz Kuvvetlerinin gayretiyle Çeşme tepelerine dikilmiştir.

Çeşme denince akla Sakız adası da gelir, şu 1912 de Yunan tarafından kolayca işgal ediliveren burnumuzun dibinde ki ada. 1705 yılında Derya Emirlerinden Salih Paşa “Sakız Ağacı Diken bir Vakıf” kurmuş. Gerekçesi; Düşman fırsat kolluyor, eğer bu yerleri vakfetmez de ölürsek buraları işgal edildiğinde bu araziler onların olur (merhum geleceği nasıl da görmüş?). Vakıf malına ise Allah’ın izniyle kimse dokunamaz. Salih Paşa çok sayıda sakız fidanı diktirip, yeni su yolları da inşa ettirmiş. Bugün kurduğu Vakıftan eser kalmamış (Tarihte İlginç Vakıflar, VGM yayınları 2012,Ocak)..

2012 yazında ada da sakız ormanları yandığında Yunanlılar Çeşmeden yardım istememişler, ağaçların yanmasına göz yummuşlar, aman! ya Türkler geri gelirse! Sakız gelirinden bile vazgeçmişler anlaşılan. Sakız ağacı çok geç büyüyen uzun ömürlü bir ağaçtır,Yananlar Salih Paşa’nın diktirdiği ağaçlar da olabilir hani..

Vakıflar yalnız insana değil çevreye ve hayvanlara da hizmet için kurulmuştur, meyva fidanı dikme vakıfları, tuvalet ve meydanları temizleme vakıfları, kedileri, köpekleri, leylekleri koruma vakıfları, Dar ül hav hav, Dar ül miyav, Gureba-i laklakan (garip leylekler bakımevi) duyduğumuzda bizi şaşırtmaktadır. Vakfedenler Vakıfnamelere hayır dualar ve beddualarda eklemiştir, Vakıf Bedduasına örnek;

Her kim ki Allah’tan korkmayıp vakıflarıma zarar vermeye niyet eder veya değiştirirse dünyada zalimler kısmından sayılsın, Ahirette elleri boş, Allah’ın rahmetinden mahrum ve sonsuz azaplarla azap olunsun!

Fatih Sultan’ın Sağlık Vakfiyesinden; Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vaki olabilir, bunlar ki hayvanatı vahşiyenin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalar ki zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 adet silah, elli erbaba verile!

Burada Balkanın ormanlık dağı ifade ettiğini belirtelim. Fatih Sultan, sağlık vakfiyesinde fakirler incinmesin diye yemeklerinin gece karanlığında evlerine götürülmesini vasiyet etmiştir. Vakıfnamede Hijyenle ilgili hükümler mükemmel ve şaşırtıcıdır.

Şimdi bizim bazı insanlarımız bu Fatih’i Venedik ve Cenevizlilerin yalanlarıyla tarif etmektedir. Onlara, sana İstanbul’u kim bıraktı? o zaman git başka yerde yaşa! demek gerekir.

Vakıflar ara sıra eleştirilere de maruz kalmış, geçmişte bazı ehliyetsiz kişilere Ulema ve Müderris sıfatlarının veraset yoluyla intikali gibi. Her ne olursa olsun vakıf, sanatlı imar demektir. Şimdi de imar çok, ama sanat yok!

FATİH’İN VAKFİYESİNDEN

Ben ki İstanbul Fatihi abd-i aciz Sultan Mehmed, bizzatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbulun taşlık mevkiinde kain malum ul hudud olan 136 bab dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakıf ahib eylerim. Şöyle ki bu gayrimenkulatımın nemasıyla İstanbulun her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Ellerinde kab içinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler, tükürenlerin tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki yevmiye 20 şer akçe alsınlar. Ayrıca 10 cerrah,10 tabib ve 3 yara sarıcı tayin ve nasb eyledim. Ayın belli günlerinde, İstanbul’a çıkalar, bila istisna her kapıyı vuralar, o evde hasta olup olmadığını soralar, var ise şifası ya da mümkün ise şifayab olalar, değilse dar ül acezeye kaldırılarak orada salah buldurular. Ayrıca külliyemde bina ve inşa eylediğim imarethane de şehit ve şühedanın harimleri ve Medinei İslambol fukarası yemek yiyeler.Kendileri gelmeyub kimse görmeden kapalı kablar içinde loş karanlıkta evlerine götürüle.

Biz bu Fatihi İtalyanların yalanlarıyla tanıyoruz, ve onlara da inanıyoruz, hepimiz değil tabii, aydın geçinenlerimiz.

KISSADAN HİSSE: Kayıp Bedestenler: Prof. Mustafa Cezar’ın İş Bankası yayınlarından çıkmış(1983) “Osmanlı Klasik Devri Ticari Yapıları” kitabını incelerken kaybolmuş bedestenler dikkatimi çekti, yeri gelmişken yazayım; Kalender Baba Vakfına ait Kırşehir Bedesteni, yeni bina inşa edilmesi için yıktırılmış, ancak, Kalender’in türbesi duruyor (Kırşehirliler, uyanın!), onu yok etmeyi unutmuşlar anlaşılan, tüh!. Aksaray Bedesteni; Cumhuriyet Döneminde yıkılan 4 bedestenden biri, ihmal ve bakımsızlık sonucu yıkılacak hale geldiği için. Havza Bedesteni de aynı sebepten. Konya Bedesteni 1900 yılında Avlonyalı Ferit Paşa tarafından yerine okul yapılması için. Denizli, Ladik, Kalecik, Tosya bedestenleri de kaybolanlardan (nasıl kaybolur koca binalar?). Diyarbakır Bedesteni 1894 ve 1914’te çıkan yangınlar sonucu. Akhisar ve Aydın Bedestenleri Yunan işgalinde yok olanlar. Onlar dışarıdan, biz içeriden yok etmeye uğraşmışız, Keçecizade Fuat Paşa haklıymış! Osmanlıdan da ne kaldı? diye yaygara edenlere duyurulur!

Nazan SEZGİN

sevimnazan 2013/05/13

YEŞİL SERMAYE DOSYASI : Faisal Finans’tan Çıkan Zemzem Kuyusundaki Yeşil Dolarlar Şimdi Nerede ?..


Şaşırtıcı ama gerçek!..

Faisal Finans Kurumu, Suudi Prensi Muhammed Al Faisal tarafından kurulmuştu ve Prens Faisal, Türkiye’de bu işi için Rabıta örgütü kurucu meclis üyesi Salih Özcan’ı görevlendiriyordu.

Öteki kurucu ortak da bir tanıdık isimdi; Ahmet Tevfik Paksu. Paksu MSP’den milletvekilliği yapmış, bir ara Demirel hükümetinde Çalışma Bakanlığı’nda da bulunmuştu.

Rabıta örgütü kurucu meclis üyesi eski MSP Şanlıurfa Milletvekili Salih Özcan ve MSP’li bakan Ahmet Tevfik Paksu’ya verilen pay senetleri, Özcan ve Paksu tarafından bir kısmı siyasal etkinliği olan 93 kişiye devrediliyordu.

Bakınız içlerinde kimler var;

‘AP’li Tarım Bakanı Cemal Külahlı, ANAP’ın ilk genel başkan yardımcılarından Halil Şıvgın, Demirel hükümetinde Sağlık Bakanlığı görevinde bulunan Cengiz Gökçek, ünlü armatör Nuri Cerrahoğlu, Cemal Cebeci, Sabri Ülker, Asım Ülker, Murat Ülker, O. Faruk Berksan, Selçuk Berksan, Orhan Özokur, Ahmet Cebeci, Ahmet Nuri Yüksel, Hüseyin Coşkun, M. Gündüz Sevilgen, Nuri Geredeli, Avni Küçükece, Mehmet Genellioğlu, Mustafa Sarı, Yusuf Arıkuşu, Cevdet Özdemir, Mahmut Karalı, Mehmet Çöl, Sudi Reşat Saruhan, Mehmet Özcan’.

Uğur Mumcu diyor ki, ‘bundan da ilginci, Suudi Finans kuruluşları ile ilgili kararnamenin imza tarihidir. Bu tarih 13 Aralık 1983’tür. Özal hükümeti 14 Aralık 1983 günü göreve başlamış ve henüz hükümet programını hazırlamadan bu kararnameyi imzalayıp yürürlüğe koymuştur. Bu karar 16 Aralık 1983 gün ve 83/7506 sayısını taşıyor.’[1]

Peki, Suudi sermayesinin Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu’nu Türkiye’de oluşturmak için bulduğu etkin adlar kimlerdi?

Al Baraka’nın bulduğu etkin adlar gerçekten ilginçti; Korkut Özal ve Eymen Topbaş.

Korkut Özal, Başbakan Turgut Özal’ın kardeşiydi; Eymen Topbaş da dönemin ANAP İstanbul il başkanı.

Korkut Özal ile Eymen Topbaş’ın ortak oldukları Hak Yatırım ve Ticaret AŞ, Türkiye’de Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu’nun öncülüğünü üstlenmişti.

Al Baraka’nın yönetim kurulundaki isimler şunlar;
‘Başkan Şeyh Saleh A. Kamel, İkinci başkan; Mustafa E. Topbaş. Üyeler; Mahmoud Jamil Hassoubah, Dr. Abdul Razzak Kamel, Kemal Unakıtan, Talat İçöz. Genel müdür Yalçın Öner. Denetçiler; Arif Ateş Vuran, Mehmet Demirbaş ve M. Zeki Sayın.

Talat İçöz, Korkut Özal’la birlikte ‘Özbayrak Ticaret ev Sanayi AŞ adlı şirketin ortağı.
Korkut Özal, Özbatris adlı şirkete de ortak. Bu şirket sonradan ÖZ-BA adını alan Özbayrak Ticaret ev Sanayi AŞ tarafından kurulmuş. Öteki ortaklar şunlar; Bahattin Bayraktar, Murat Mehmet Özal, Mustafa Ali Özal, Korkut Özal ve Talat İçöz.

İspa Ticaret Sanayi ve Pazarlama Şirketi de Korkut Özal’ın bir başka şirketidir.
Korkut Özal’ın bu şirketteki ortakları şöyle;
‘Hasan Kalyoncu, Ahmet Kalyoncu, Fadıl Teymur, Cemal Kalyoncu, Mustafa Seçkin, İbrahim Bülent Teymur, İbrahim Halil Erpamukçu.’

Akabe inşaat şirketi de Hak Yatırım tarafından kurulmuş ve bir başka Özal-Topbaş şirketi.
Korkut Özal, Faisal Finans Kurumu’nun 064 sıradaki paydaşı Feniş Aliminyum şirketi sahibi Mustafa Kalaycıoğlu’nun kızı ile oğlu Bahattin Özal’ı evlendirerek Feniş Holding ile de ilişki kuruyor.

Uğur Mumcu diyor ki;
‘Bir yanda Topbaşlar, öbür yanda Özallar, Bayraktarlar, Teymurlar, Kalyoncular. Ve son olarak Kalaycıoğullar… Korkut Özal’ın dolar milyarderi olması yolu ilk kez, ANAP İstanbul il başkanı Eymen Topbaş ile yaptığı ortaklıkla açılıyor. Özal-Topbaş ortaklığı; Al Baraka kanalı ile Suudi sermayesine uzanıyor. Zemzem kuyusundan çıkarılmış yeşil dolarlar Özallı Topbaşlı şirket kasalarına doğru uçmaya başlıyor.’[2]

Daha sonra dini vakıf kurmaya geliyor…
8 Aralık 1986’da günlü resmi gazetede Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu’nun da aralarında bulunduğu onbeş ortağın bir araya gelerek bir vakıf kurdukları ilan ediliyor; Bereket Vakfı.

Kurucuları şöyle;
‘Ahmet Hamdi Topbaş, Osman Nuri Topbaş, Mustafa Latif Topbaş, Ali Eymen Topbaş, Al Baraka Özel Finans Kurumu, Ahmet Yahya Kiğılı, Mehmet Demirtaş, Adnan Büyükdeniz, Yalçın Öner, Mehmet Cahit Sürmeli, Kemal Unakıtan, Abdullah Tıvnıklı, Abdullah Sert, Muammer Dolmacı, İlhan Imık[3].

Özallı Topbaşlı bu ticari ortaklıkların dostlukları çok eski günlere dayanıyordu. Topbaş ve Özallar İlim Yayma Cemiyeti’nde –tıpkı bugünkü gibi- beraberdiler. Bakınız içlerinde kimler var;
‘Turgut Özal ve Korkut Özal, Muammer, Sabahattin, Abidin, Mustafa ve Eymen Topbaş, Yusuf Türel, Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Mehmet Aydın, Prof. Dr. Salih Tuğ.’

Bu İlim Yayma Cemiyeti’ndeki beraberlikler sonra nerelere kadar uzanmış; ‘Prof. Dr. Salih Tuğ sonradan Aydınlar Ocağı Genel Başkanlığına getirilmiş. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş TRT Genel Müdürlüğüne ve sonra da İslam Kalkınma Bankası müşavirliğine…

Eymen Topbaş ANAP İstanbul İl Başkanlığına, Prof Dr. Ayhan Songar TRT Yönetim Kurulu Üyeliğine…

Mustafa Topbaş Al Baraka Türk Özal Finans Kurumu ikinci başkanlığına.

Turgut Özal başbakanlığa…’[4]

Kaynak: BÜYÜK SUİKAST

[1] Uğur Mumcu, Rabıta, s. 143.

[2] Age, s. 145.

[3] Age, s. 146.

[4] Age, s. 147.

BİLGETÜRK

TARİH : FETİH’TEN GÜNÜMÜZE İSTANBUL KENT MEKÂNININ OLUŞUMU


FETH’TEN GNMZE STANBUL KENT MEKNININ OLUUMU.pdf

TARİH : FETİHTEN SONRA İSTANBUL’DA TİCARET YAPILARININ GELİŞİMİ


İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, büyük ölçüde harap durumda olan şehirde çalışmalara başlamış ve ilk iş olarak şehre Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerden oluşan yeni bir nüfus getirtmiştir. Bu gruptan Türkleri, Aksaray ve Beyazıt çevresiyle, Fatih Külliyesi ve Haliç yamaçlarına, Ermenileri Samatya’ya, Rumları da Marmara sahiline ve Galata’ya yerleştirmiştir.İlk defa sur dışında yerleşimin görüldüğü şehirde, daha sonra imar çalışmalarına başlanmıştır. Bütün zamanlarda şehrin doğal limanı ve ticaretin merkezi olan Haliç ve yamaçları, fetihten sonra da bu özelliğini devam ettirmiştir. Fatih’in inşa ettirdiği bedestenlerle şehrin ana çarşısı, bu bölgede oluşmuş, bedestenlerin çevresine yapılan dükkanlar ve hanlarla da ticaret alanı Haliç kıyılarına kadar inmiştir. Kıyı boyunca uzanan Unkapanı, Odunpazarı, Balıkpazarı gibi depolama yerleri, Bizans döneminde olduğu gibi Fatih döneminde de varlıklarını sürdürmüşlerdir.[1]

Öteden beri Avrupa ile ticaretin merkezi durumunda olan Galata, fetihten sonra daha hareketli ve zengin bir ticaret bölgesi haline gelmiştir. Ceneviz döneminde limanı ve esas pazar yeri, Yağkapanı Kapısı ile Balıkpazarı Kapısı arasında olan Galata’da, Osmanlı döneminde de aynı bölge kullanılmıştır. Ticaret mallarının tartılıp gümrük alındığı kapanların bulunduğu bölgede, Osmanlı döneminde bedesten ve hanlar inşa ettirilerek bölgenin ticari özelliği devam ettirilmiştir.[2]

XVII. yüzyılda şehrin ticaret bölgesi, Unkapanı-Sirkeci arasında gelişmiştir. Haliç iskeleleri, birbirinden farklı malların kabulü için görevlendirilmiştir. Deniz gümrüğü ise Eminönü’nde bulunmaktadır. Bizans devri deniz yoluna ilaveten İstanbul, kara yolu ile de beslenmeye başlamıştır. Edirnekapı ve Topkapı, Trakya’dan gelen malların giriş yerleridir. Kara gümrüğü ise bugünkü Karagümrük semtinde bulunmaktadır.

XVIII. yüzyılda, şehir nüfusunun artması ve yeni mahallelerin oluşmasıyla ticaret bölgeleri, Beyazıt’tan Aksaray’a ve Saraçhane’ye kadar uzanarak, Fatih’in kurduğu çarşı kompleksiyle birleşmiştir. Ticaret yapıları, bu bölgede özellikle Eminönü-Beyazıt arasında kurulmuştur. Bu dönemde doğudan gelen kara yolunun bitiş noktası olan Üsküdar ise, bir depolama ve ticaret bölgesi şeklinde gelişmiştir.[3]

XVIII. ve XIX. yüzyıllarda şehircilik çalışmaları önem kazanmış, ticaret bölgeleri ve yapılarında ise fazla bir değişiklik olmamıştır.

Fetihten sonra İstanbul’daki başlıca ticaret yapılarını Bedestenler, Kapalıçarşı, Arastalar ve Hanlar olarak dört ana grupta toplayabiliriz.

İstanbul’da ticaret yapıları arasında ilk grubu bedestenler oluşturmaktadır. Bez satanların yeri veya bez satılan yer anlamında kullanılan bedesten, Bezistan veya Bezzazistan kelimelerinden gelmektedir. Önceleri bez satılmak üzere yapılan, sonraları antika ve değerli eşya satışına tahsis edilen bedestenler, üzerleri kubbelerle örtülü, dört tarafı demir kapılı, taştan ve muhafazalı yapılardı. Bedestenlerde mahzen denilen odalardaki kasa ve dolaplarda, belli bir kira karşılığında, para ve kıymetli eşyalar muhafaza edilirdi.

İlk olarak inşa edilen ve çarşının ana çekirdeğini oluşturan yapı, İç Bedesten, Büyük Bedesten ve Cevahir Bedesteni olarak da anılan Eski Bedesten’dir. İlk yapıldığında Yeni Bedesten olarak adlandırılan yapı, Sandal Bedesteni yapıldıktan sonra Eski Bedesten ismini almış, Sandal Bedesteni ise Yeni Bedesten olarak anılmıştır.

Bedestenin Kuyumcular Caddesi’ne açılan kapısı üzerindeki taş kartal arması yüzünden yapının Fatih Sultan Mehmet tarafından yapılmadığı, aslında bir Bizans eseri olduğu görüşünü savunanlar olmuştur. Hammer, Osman Nuri Ergin, Zeki Pakalın ve Celal Esad Arseven bu şekilde düşünenlerdir. Bu görüşün tamamen yanlış olduğunu ispatlayan kişi ise; Ekrem Hakkı Ayverdi’dir. Ekrem Hakkı Ayverdi, Bizans’ta binaların içinde arma olmadığını, Türklerin kuş figürünü sevdikleri için yapıda süs unsuru olarak kullandıklarını, ayrıca bu figürün basık kemerli bir Osmanlı kapısı üzerinde bulunduğunu söylemektedir. Fatih’in vakfiyesini de tam olarak okuyan Ayverdi, yapının tamamen Osmanlı tarzında olduğunu da, kendisinden önce yapılmış olan Bursa Yıldırım ve Edirne Çelebi Bedestenleri ile olan benzerliklerini göstererek ispat etmektedir.[4] Bunun haricinde Fatih’in vakfiyesinde kullanılan “Darü’l-Bezaziye el-cedideti’l-marufi” cümlesi ve özellikle yeni anlamına gelen cedid kelimesi, yapının eskiden kalma olmayıp yeni yapıldığını da açıkça göstermektedir.[5] Fatih Devri tarihçilerinden Tursun Bey, fetihten sonra Fatih’in şehirde yaptırdıklarını anlatırken; “ …ali bezzazistan ve çarşılar ve bazargahlar ve ayende vü revende için vasi’ karvansaraylar yaptırttı” ifadesini kullanmıştır.[6] Bizanslı Kritovulos, “Şehrin vasatında ve hemen sarayın kurbünde surlarla tahkiye ve tanzim ve dahilen güzel ve şeffaf taşlarla vakfı tezyin edilmiş bir çarşı-i kebir vücuda getirildi” demektedir.[7] Ünlü tarihçi Evliya Çelebi ise, Seyahatname’sinde “Eski Bedesten, İstanbul’un kalabalık ve seçme yerinde, Osmanoğulları’nın büyük hazinesidir ki, güya kahkaha kalesidir. Bütün sefere gidenlerin, vezirlerin ve ayanın malları buradadır ki, yer altında nice yüz demir kapılı mahzenleri vardır. 857 (1453) senesinde Fatih Sultan Mehmed tarafından yapılmıştır” şeklinde bahsetmektedir.[8]

Bütün bu bilgilerden, İstanbul Kapalıçarşı’nın temelini oluşturan Eski Bedesten’in Fatih Sultan Mehmed Dönemi’nde yapıldığı ve tamamen Türk eseri olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

1336 m2 yüzölçümüne sahip olan yapıyı, 8 fil ayağı üzerine oturan 15 kubbe ve fil ayaklar üzerine gelen tonozlar örtmektedir. Kubbelerin hemen hemen eşit büyüklükte olduğu yapıda, kubbe kasnakları sekizgen ve masiftir. Tek katlı olarak düzenlenmiş binada, malzeme olarak duvarlarda moloz taş, kubbe ve tonozlarda tuğla kullanılmıştır. Fil ayaklar ise kesme taştan yapılmıştır.

Bedestene dört yönden birer kapıyla girilir. Mermerden yapılmış basık kemerli kapıların üzerinde, içten ve dıştan iki merkezli sivri hafifletme kemerleri vardır. Kapılardan kuzeydeki Sahaflar, güneydeki ise Takkeciler Kapısı olarak adlandırılır. Doğudaki Kuyumcular, batıdaki ise Zenneciler Kapısı’dır.

Aydınlatmada gün ışığından faydalanılan yapının güvenlik sebebiyle kubbe ve duvarlarının alt bölümlerinde pencere yoktur. Pencereler duvarların üst bölümlerindedir ve her kemere bir pencere gelecek şekilde yerleştirilmişlerdir. İçeriden düz, dışarıdan sivri kemerli pencereleri açmak için yapıyı dört yönden dolaşan ahşap bir gezinti yeri yapılmıştır.

Yapıda, iç duvarlara bitişik olarak düzenlenmiş, sivri kemerli kapılarla girilen ve “mahzen” olarak adlandırılan 44 adet dükkan bulunur. Kıymetli malların saklandığı mahzenlerin aydınlatma sistemleri yoktur. Havalandırma ise tonozların ortasına açılan deliklerle sağlanmıştır. Zamanla bu mahzenler, yeni yapılan dükkanların arkasında kalmış ve iç mahzen özelliği kazanmışlardır. Ayrıca yapının dışı da düzensiz şekilde yapılmış dükkan sıraları ile çevrelenmiştir.

Kapalıçarşı’nın çekirdeğini oluşturan diğer yapı ise Sandal Bedesteni’dir. Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa ettirilen yapı, bir yolu pamuk, bir yolu ipekle dokunan ve “sandal” denilen bir tür kumaşın satışına tahsis edildiğinden dolayı bu ismi almıştır. Ayrıca Bedestan-ı Cedid, Yeni Bedesten ve Küçük Bedesten isimleriyle de anılmaktadır.

Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde yapıdan “Bu da Fatih Sultan Mehmed’in eseridir. Eski Bedestene yüz adım kadar yakındır. Bunun da şekli Eski Bedesten gibidir. …Ama burada Eski Bedestende olduğu gibi kıymetli cevahir gibi şeyler satılmaz. Hep ipeğe ait kıymetli eşyalar satılır” diye bahseder.[9]

Planı ve yapım tekniği bakımından Eski Bedesten’e çok benzeyen yapı, boyut itibarıyla daha küçüktür. 1280 m2’lik yüzölçümüne sahip olan yapı, 12 fil ayağı ve 1.30 m. kalınlığında dört duvar üzerine oturan 20 kubbe ile örtülmüştür. Eşit büyüklükteki kubbelerin kasnakları masiftir.

İnşa malzemesi bakımından da Eski Bedesten’e çok benzeyen yapıda, duvarlarda moloz taş, kubbelerde tuğla, fil ayaklarda ise kesme taş kullanılmıştır.

Dört yönden birer kapı ile girilen yapının zamanla, kuzeydeki Zanaatçılar Kapısı ile güneydeki Çadırcılar Kapısı iptal edilerek yerlerine kömürlük ve tuvalet yapılmıştır. Günümüzde ise doğudaki Telciler Kapısı ile batıdaki Hakkaklar Kapısı’ndan binaya giriş sağlanmaktadır.

Aydınlatmanın gün ışığından sağlandığı yapıda pencereler Eski Bedesten’de olduğu gibi duvarların üst bölümlerinde ve tuğladan hafif basık sivri kemerli şekilde yapılmışlardır.

Bedesten, içeriden ve dışarıdan pek muntazam olmayan dükkan sıralarıyla çevrilmiştir. Eski Bedesten’den en büyük farkı ise, mahzen bölümlerinin olmayışıdır.

Sandal Bedesteni, XIX. yüzyılın ortasında Osmanlı İmparatorluğu gümrük indirimleri ile Avrupa endüstrisine teslim edilirken, yerli dokumacılığın çöküşüne paralel olarak yoksullaşmış, 1912’den itibaren esnaf düzenin kaldırılması ile çökmüş ve 1914’te Belediyece satın alınıp ya da kamulaştırılıp, müzayede yeri haline konulmuştur.[10] Günümüzde ise bedesten her çeşit malın satıldığı bir yer olarak varlığını sürdürmektedir. Eski ve Sandal Bedestenleri’nden sonra İstanbul’da inşa edilen üçüncü bedesten, Galata’da Perşembe Pazarı Caddesi üzerinde bulunan Galata Bedesteni’dir. Hangi tarihte ve kim tarafından yapıldığı tam olarak tespit edilemeyen bedestenin, Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırıldığı düşünülmüştür. Oysa ki; Fatih’in vakfiyesinde Galata’daki Vakıflar, özel bir başlık altında yerleri de gösterilmek suretiyle belirtildiği halde, bunlar arasında bedesten sözü geçmediği gibi bedesten yapısı şüphesini uyandıracak bir ifade de bulunmamaktadır.[11]

1585 tarihli bir belgede ise Galata’da, 16 sütun üzerine oturan 20 kubbeli bir bedestenden bahsedilmektedir. Ancak anlatılan bu bedesten de mimari açıdan Galata Bedesteni’ne uymamaktadır. Ayrıca Matrakçı Nasuh’un 1536 yılında tamamladığı Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irakeyn adlı eserindeki Galata minyatüründe de bedestene işaret olabilecek kubbeli bir yapı bulunmamaktadır. Bu da Galata Bedesteni’nin XVI. yüzyılın sonlarında yapılmış olabileceği fikrini güçlendirmektedir.[12]

Planı ve mimari elemanları bakımından tipik Türk özellikleri gösteren Galata Bedesteni, 4 ayak üzerine oturan 9 kubbeli bir yapıdır. Kubbe kasnaklarının olmadığı yapıda, diğer bedestenlerde olduğu gibi duvarlar moloz taştan, ayaklar kesme taştan, kubbeler ise tuğladan yapılmıştır.

2020.20 m. ebadında olan yapıya dört yönden birer kapı ile girilmektedir. Caddeye bakan kuzey kapısı esas girişi oluşturmaktadır.

Diğer bedestenlerden farklı olarak iki kat halinde düzenlenmiş olan yapıyı, üst katlara açılan dikdörtgen pencereler aydınlatmaktadır. Pencerelerin açılması için yapılan ve mermer konsollara oturan gezinti yeri ise Eski Bedesten’dekine benzemektedir. Buraya ana kapının solundaki duvar kalınlığı içinde bulunan döner bir merdiven ile çıkılmaktadır.

Yapının, diğer bedestenlerde olduğu gibi, iç ve dış kenarlarında eşit büyüklükte ve muntazam olmayan dükkanlar bulunur. Tonoz örtülü bu dükkanlardan ana cephedekiler yıkılmış, sadece izleri kalmıştır. Dıştaki dükkanların üzerlerindeki dar dehlizlere ise bedestenin içinden karşılıklı iki köşeye yerleştirilen düz merdivenlerle çıkılmaktadır.

Türk şehirlerinde asıl çarşı yani ticaretin en yoğun ve hareketli bölümü bedestenlerin çevresinde toplanırdı. Ticaret yapıları arasında ikinci grubu oluşturan ve İstanbul’un asıl çarşısı olan Kapalıçarşı da, Eski Saray’ın duvarının yanında, II. Mehmet tarafından yaptırılan Eski Bedesten ve Sandal Bedesteni’nin çevresinde gelişmiş idi. Camiye çevrilen Ayasofya’ya gelir sağlamak maksadıyla yapılan bu iki bedesten, İstanbul’un Kapalıçarşısı’nın temelini oluşturmuşlardır.

İnşalarından itibaren bedestenlerin çevresinde bir bölümünü Fatih’in vakfettiği dükkanlar, hanlar kurulmaya başlamış, bu gelişim civardaki sokaklara ve caddelere yayılarak devam etmiştir. Sonuç olarak yaklaşık 30.7 hektarlık bir alanı kaplayan ve 61 sokaktan oluşan oldukça büyük bir yapı kompleksi meydana gelmiştir.

Bu sokaklar dünyası, doğu çarşılarının özelliği olarak simetrik ve geometrik değildir. Oluşum biçimini, geçirdiği depremleri, yangınları ve kısmi onarımları yansıtacak şekilde dağınık bir düzene sahiptir. Batı kentlerinde ve kapalıçarşılarında görülen satranç düzeninde caddeler burada yoktur. Zamana ve ihtiyaca göre şekillenen, yapıyı monotonluktan kurtaran serbest bir yerleşim görülür.[13]

Çarşı günümüze gelene kadar çeşitli aşamalar geçirmiştir. Her iki bedestenin ve çevresindeki sokakların mimari açıdan incelenmesi, bunların başlangıçta üstü örtülü sokaklar şeklinde yapılamadığını ortaya koyar.[14] Ayrıca bedestenlerin etrafında çıkan yangınlarda dükkanların tamamen yanması bunların ahşap olarak yapıldığı fikrini de güçlendirir.[15]

Çarşı, ilk yangınını 1546 yılında geçirmiş, bunu takip eden 1589, 1618, 1652, 1695 yangınlarında oldukça hasara uğramıştır. 1701 yılında Eski Bedesten yanmış, bu yangından sonra İstanbul’u bu tip felaketlerden korumak amacıyla bir Hatt-ı Hümayun çıkarılmış ve dükkanların kagir olarak yapılması, sokak üstlerinin de tonoz bir örtü ile kapatılması kararlaştırılmıştır. Bunun üzerine derhal inşaata başlanmış, çarşı hem kagir hem de üstü kapalı şekle dönüştürülmüştür.[16] Lale Devri’ndeki yangından sonra, Damat İbrahim Paşa, Sandal Bedesteni’ni büyük ölçüde tamir ettirmiştir. 1750 yılındaki yangın çarşıda büyük hasara yol açmış, ayrıca yeniçerilerin çarşıyı yağmalaması, halkın gözünde bedestenlerin güvenirliliğini azaltmıştır. 1766 yılında çarşı bu defa depremle sarsılmış, bunu 1791 ve 1826 yangınları takip etmiştir.

Çarşı, asıl büyük zararı 1894 depreminde görmüştür. Birçok kubbeleri çökmüş ve caddelerin üstünü örten tonozlar yere inmiştir. Depremden sonra Sultan Abdülhamid, tamir için ne gerekiyorsa yapılmasını emretmiş, iki yıl süren onarım çalışmaları sırasında çarşının sınırları daraltılmıştır. Çadırcılar, Kürkçüler kapıları kaldırılmış, Çadırcılar caddesinin üstü açılarak çarşı dışında bırakılmıştır. Daha önceleri iç kapı durumunda olan Dua Pazarı, Bat Pazarı (halk dilinde Bit Pazarı), Yorgancılar ve Koltukçular kapıları, dışa açılan kapılar durumuna sokulmuş, Lütfullah Sokağı yıktırılmış ve kapısı örülmüştür. Çarşı içinde kalan Sarnıçlı Han, Paçavracı Hanı, Ali Paşa Hanı tamamen, Yolgeçen Hanı da kısmen çarşının dışında bırakılmıştır. Beyazıt ile Nuruosmaniye arasını birleştiren ana caddenin (Kalpakçılar) iki ucuna birer kapı yaptırılmıştır. Nuruosmaniye kapısına Osmanlı arması ile bu onarımı gösteren bir kitabe, Beyazıt kapısının üzerine de Sultan Abdülhamid’in bir tuğrası konmuştur.[17]

Çarşı, 1943 ve 1954 yangınlarında da büyük hasar görmüş ve tamiri beş yıl sürmüştür. 1960’lı yıllardan itibaren çarşı ekonomik değişimlerden ve Batı çarşılarına duyulan özentiden nasibini alarak yozlaşmaya başlamıştır.

Nuruosmaniye ile Beyazıt arasını kaplayan, 61 sokağa yayılan ve 18 kapısı bulunan çarşıda bazı sokaklar, burada faaliyet gösteren esnafın adıyla anılmışlardır. Bu sokak isimleri kaybolan zanaatları hatırlatması bakımından önemlidir.

Tek katlı olarak düzenlenmiş çarşının aydınlatılması gün ışığıyla sağlanmıştır. Bunun için sokakları örten tonozların yanlarına pencereler açılmıştır.

Kapalıçarşı’da bugün bedestenler ve dükkanlardan başka, 1 cami, 1 mescit, 7 çeşme, 1 kuyu, 1 acı akarsu, 1 sebil, 1 şadırvan ve 21 han yapısı bulunmaktadır ve eskiden olduğu gibi günümüzde de İstanbul’un en büyük alışveriş merkezi olma özelliğini devam ettirmektedir.

İstanbul’daki ticaret yapıları arasında üçüncü grubu oluşturan arastalar, bir sokak üzerinde bulunan karşılıklı dükkan sıralarından meydana gelen ve bağlı bulundukları külliyelere gelir sağlamak amacıyla inşa edilmiş yapılardır. Ayrıca varlıklarıyla bulundukları mekana da canlılık kazandırmışlardır. Karşılıklı dükkanların üzerleri önceleri asmalar ve ahşap çatılarla örtülürken, sonraları ise kagir tonozlarla örtülmüş, dükkanların arasında kalan sokağa da arasta sokağı denmiştir. Ayrıca bu yapılarda sabahları esnafın dükkanlarını açmadan önce dua ettikleri, dua meydanları da bulunmaktadır.

Karşılıklı dükkan sıralarından oluşan arastaların en önemlileri İstanbul’da Fatih, Sultan Ahmet, Yeni Cami ve Damat İbrahim Paşa Külliyelerinde bulunmaktadır.

Arastalar arasında Fatih Külliyesi’ne gelir sağlamak amacıyla Şehzadebaşı’nda yapılan ve Saraçhane Çarşısı adıyla anılan yapı en eski olanıdır. Günümüzde yapıdan hiçbir iz kalmamıştır.

Sultan Ahmet Külliyesi’ne gelir sağlamak için yapılan ve Sipahi Çarşı adıyla anılan arasta ise bu tipin en önemlilerinden biridir. Cami ile birlikte Sedefkar Mehmed Ağa’nın eseri olan yapı da, karşılıklı dükkan dizilerinin üzeri örtülmemiş, açık olarak bırakılmıştır. 1912 yılında çıkan Sultan Ahmet ve Ayasofya civarını büyük ölçüde harap eden yangından sonra terkedilmiş, 1980’li yıllarda Vakıflar İdaresi’nce restore edilerek yeniden kullanıma açılmıştır.

Sultan Ahmet Camii’nin mihrap tarafında ve cami seviyesinden hayli aşağıda kalan arasta, Büyük Konstantin’in IV. yüzyılda yaptırdığı sarayın harabesi üzerine kurulmuştur. 1951-1954 yılları arasında yapılan kazılarda, sarayın zemin mozaikleri çıkartılmış ve arastanın bir bölümünde kurulan Mozaik Müzesi’nde sergilenmeye başlanmıştır.[18]

Yeni Cami Külliyesi’ne gelir sağlamak amacıyla, Hatice Turhan Valide Sultan tarafından Hassa Baş Mimarı Mustafa Ağa’ya yaptırılan arasta, bu tipin en bilinen örneklerindendir. Mısır’dan getirilen çeşitli bitki ve baharatların satılmasından dolayı Mısır Çarşısı adını alan yapı, Valide Çarşısı ve Yeni Çarşı olarak da bilinmektedir.

Caminin dış avlusunda yer alan ve “L” biçiminde yerleştirilmiş olan yapıda karşılıklı dükkanların üzeri tonozlarla örtülmüştür. Dükkanların duvarların üst bölümlerine açılan pencerelerle aydınlatıldığı binada, arasta sokağı ise tonozlara açılan pencerelerle aydınlatılmıştır. “L” biçimindeki arastanın iki kolunun birleştiği yerde, dua meydanı ve bir ezan köşkü bulunur.

Günümüzde halen kullanılmakta olan ve altı kapısı bulunan arastanın kapı isimleri ise şöyledir: Eminönü Kapısı (Yeni Cami Kapısı), Balıkpazarı Kapısı (Tahmis Kapısı, Hasırcılar Kapısı), Keteniler Kapısı (Tahtakale Kapısı), Çiçekpazarı Kapısı, Yeni Cami Kapısı (Yeni Çiçekpazarı Kapısı) ve Bahçe Kapısı.

Bu tipin diğer bir örneği de Damat İbrahim Paşa Külliyesi’ne gelir sağlamak için yapılan arastadır. Divanyolu’nun karşılıklı iki tarafına sıralanan dükkanlardan bir taraftakiler XIX. yüzyılda yol genişletme çalışmaları sırasında yıkılmıştır. Diğer taraftakiler ise önlerindeki kemerleri taşıyan sütunlardan dolayı Direklerarası adını almıştır. Uzunca bir süre İstanbul’un önemli bir eğlence merkezini oluşturan yapı, XX. yüzyılın başında şehircilik çalışmaları sırasında yıktırılmıştır.[19]

İstanbul’daki ticaret yapıları arasında dördüncü ve son grubu oluşturan hanlar, çeşitli malların depolandığı, alınıp satıldığı, insanların ve hayvanların konakladığı yapılardır. İstanbul’da daha çok ticaretin yoğun olduğu bölgelerde Kapalıçarşı civarında, Eminönü-Beyazıt-Laleli arasında ve Haliç sırtlarında yoğun bir şekilde görülürler.

Bulundukları alana uygun olarak yapılan, bunun için de muntazam plan ve cephelere sahip olamayan hanlar genellikle, zemin kat üzerine bir kat şeklinde iki katlı olarak inşa edilmişlerdir ve revaklı bir iç avluları vardır. Sadeliğin hakim olduğu taş ve tuğla malzemeden inşa edilen yapılarda, çoğunlukla zemin kat depolara, üst katlar ise ikamete veya bürolara ayrılmıştır.

İstanbul’da han inşası, Fatih Devri’nde başlamış ve XX. yüzyılın başına kadar da sürmüştür. Fatih Dönemi’nde Vezir Mahmud Paşa tarafından Mimar Atik Sinan’a yaptırılan ve İstanbul’un en eski hanı olan Kürkçü Hanı, şehir içi hanlarının özelliklerini göstermesi bakımından önemlidir. Günümüzde halen mevcut olan ve saydığımız plan düzenini tekrarlayan yapıya farklı olarak ikinci bir avlu eklenmiştir. Bu uygulama ile insan, hayvan ve yük ayrımına gidilmiş, ikinci avlu ahır haline getirilmiştir. Ayrıca Selçuklu kervansaraylarında görülen ve Osmanlı hanlarında kaybolan mescitler, Kürkçü Hanı’ndaki uygulamasıyla İstanbul şehir içi hanlarında tekrar görülmeye başlamıştır.

İstanbul’da XVI. yüzyıldan günümüze kalan ve Kanuni Sultan Süleyman Dönemi eserleri olan hanlar, yine aynı şemayı tekrarlamaktadır. Balkapanı Hanı, Burmalı Han, Büyük Çorapçı Hanı, Kurşunlu Han, Leblebici Hanı, Rüstem Paşa Hanı, Süleymaniye Hanı ve Küçük Çukur Han bu dönemde inşa edilen ve halen varlıklarını sürdürmekte olan yapılardır.

XVII. yüzyıl, hanlarında bazı değişiklikler görülse de önceki dönemlerin han mimarisinin tekrarlandığı görülür. Bu dönemin en önemli hanları, Kösem Sultan’ın yaptırdığı, Çakmakçılar Yokuşu’ndaki Valide Hanı ile Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın yaptırdığı Çemberlitaş’taki Vezir Hanı’dır. Bu dönem hanlarını diğerlerinden ayıran özellik, üçüncü bir avlu uygulamasıdır. İlk defa Valide Hanı’nda görülen bu uygulama ile, ahırlar üçüncü avluya alınmış ve tamamen ikamet yerlerinden ayrılmıştır. Yine dönemin önemli uygulamalarından biri de ahırsız hanların yapılmasıdır ki bu uygulamayla hanların ikamet işlevi ağırlık kazanmıştır. Vezir Hanı bu türün ilk örneğidir.

Bu dönemde inşa edilen ve halen mevcut olan diğer hanlar ise; Şekerci Hanı, Yelkenciler Hanı ve Kızıl Han’dır.

XVIII. yüzyıl, bu yapı türünün en önemli örneklerinin verildiği ve han mimarisinin gelişimini tamamladığı bir dönemdir. Bu dönemde ticaretin yoğun olduğu bölgelerde ve bulundukları yerin durumuna göre inşa edilen hanlar, muntazam cephelere sahip değillerdir. Cephelerdeki bu yamukluklar, dönemin özelliği olarak, taş konsollara oturan çıkmalarla düzeltilmeye çalışılmıştır. Ayrıca üç katlı hanlar ilk defa bu dönemde görülür. III. Mustafa zamanında yaptırılan Çakmakçılar Yokuşu’ndaki Büyük Yeni Han ve Küçük Yeni Han bu türün ilk uygulamalarıdır. Üretim yeri ve misafirhane olarak inşa edilen hanlar da yine bu dönemde görülmektedir. İlk inşası XV. yüzyıla uzanan ve asıl şeklini XVIII. yüzyılda kazanan Beyazıt’taki Simkeşhane, adından da anlaşılacağı üzere sim üretilen bir yapıdır. Bir üretim yeri olarak Simkeşhane, bu özelliğiyle diğer hanlardan ayrı bir yere sahiptir. Seyyid Hasan Paşa tarafından yaptırılan Beyazıt’taki Hasan Paşa Hanı, ilk misafirhane yapısı olması bakımından önemlidir. Deposu ve ahırı olmayan hanın, zemin katı da dahil olmak tüm katları ikamete ayrılmıştır. 15. yüzyıl sonunda inşa edilen Elçi Hanı da bu amaçla yapılmış olup sadece devlet erkanına ayrılmış olması bakımından farklı bir durum göstermektedir. III. Mustafa tarafından Laleli’de yaptırılan Taşhan, iki katlı ve üç avlulu bir yapıdır. Üzerinde bulunduğu oldukça büyük alana tamamen bire bir uygun ölçülerde bir bütünlük göstererek yapılmış olması yine dönemin özelliklerindendir.

Çuhacı Hanı, İmameli Han, Kalcılar Hanı, Kaşıkçı Hanı, Kızlar Ağası Hanı, Kumrulu Han, Sofçu Hanı, Yaldızlı Han, Saksı ve Serpuş Hanları bu dönemde inşa edilen diğer önemli hanlardır.

XVII. ve XVIII. yüzyıllarda gelişiminin zirvesine varan İstanbul hanları, XIX. yüzyılda duraklama dönemine girmiştir. Bu dönemde çok fazla han inşa edilmemiş, yapılanlar da XVIII. yüzyıl hanlarının özelliklerini sürdürmüşlerdir. Sabuncu Hanı ve Yıldız Hanı bu dönemin önemli yapılarıdır.

XX. yüzyılın başlarında, alışılagelen han mimarisi terk edilmiş, bunun yerini ise çok katlı, büyük vakıf hanları almıştır. Bu dönemde gelir sağlamak amacıyla yedi tane vakıf hanı inşa edilmiştir. Bu türün en önemlilerinden biri, Mimar Kemalettin tarafından yapılan Sirkeci’deki IV. Vakıf Hanı’dır. Yedi kat şeklinde düzenlenmiş olan yapıda bodrum, dükkanlar ve bürolar bulunmaktadır. Bu yapı her ne kadar önceki dönem hanlarına uygun olarak bulunduğu alana göre yapılmış olsa da amaç, görünüş ve kullanılan malzeme açısından tamamen diğerlerinden farklıdır.

Konumu ve özellikleri itibarıyla yüzyıllardan beri ticaret merkezi durumunda olan İstanbul, günümüzde de bu vasfını devam ettirmektedir. Eski ticaret merkezlerinin ve yapılarının varlığını ve işlevini sürdürdüğü şehirde, çağa uygun olarak düzenlenmiş modern çarşılar ve çok katlı iş merkezleri, yeni ticaret yapıları olarak karşımıza çıkmaktadır.

Gülberk BİLECİK

İ. Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 764-770

KİTAP TAVSİYESİ : İTTİHAT-TERAKKİ VE CİHAN HARBİ – SAVAŞ EKONOMİSİ VE TÜRKİYE’DE DEVLE TÇİLİK (1914-1918)


TARİH : Amele ve Köylü Kitleleri Nasıl Fırka Teşkil Eder ? 1924


Amele ve Kyl Kitleleri Nasl Frka Tekil Eder [1924].pdf

TARİH : Osmanlı İmparatorluğu’nda Esnaf Yeniçeriler


Osmanl mparatorluu’nda Esnaf Yenieriler.pdf

TARİH : Osmanlı ve Candaroğulları Hanedanları Arasında Evlilik İlişkileri


Osmanl ve Candaroullar Hanedanlar Arasnda Evlilik likileri.pdf

TARİH : XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Ayıntab (Antep) Şehrinde Bir Güç Unsuru Olarak Yeniçeriler


XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Ayıntab (Antep) Şehrinde Bir Güç Unsuru Olarak Yeniçeriler

ARAŞTIRMA DOSYASI /// FBI Files : Journalists and their Periodicals


Journalists

Journalists and their periodicals have long been watched by the FBI. Here are a list of prominent journalists and different publications that have their own file folder within the FBI.

Declassified Journalist FBI Files

Jack Andersonpdf.gifAnderson, Jack – [ 1,518 Pages, 130 MB ] – Jack N. Anderson (1922-2005) was an influential journalist. The material posted here consists of old and newly released material about Anderson, his writings on the FBI, and his use of leaked material of national security concern.
Walter Cronkitepdf.gifCronkite, Walter – [ 72 Pages, 3.85 MB ] – Walter Leland Cronkite Walter Leland Cronkite (1916-2009), famous newscaster and journalist, worked for CBS News for five decades. Although the FBI did not investigate Cronkite, his name does appear in its files, usually in passing reference to his contact with an individual under FBI investigation or due to his professional contacts with the Bureau. These excerpts range from 1956 to 2000.
Sanford Griffithpdf.gifGriffith, Sanford – [ HQ-1 File 21.08MB | NYC-1 File 35.14MB ] – [ 520 Total Pages ] – Sanford Griffith was born in 1893. He studied at Heidelberg University but on the outbreak of the First World War he fled to France and joined the French Army. In 1918 he transferred to the US Army. Griffith reached the rank of major and was involved in interrogating German prisoners. In 1940 Griffith was recruited by William Stephenson, the head of British Security Coordination (BSC). He now established his company Market Analysts Incorporated and was commissioned to carry out polls for the Committee to Defend America by Aiding the Allies. The organisation was headed by William Allen White who gave an interview to the Chicago Daily News about his intentions: “Here is a life and death struggle for every principle we cherish in America: For freedom of speech, of religion, of the ballot and of every freedom that upholds the dignity of the human spirit… Here all the rights that common man has fought for during a thousand years are menaced… The time has come when we must throw into the scales the entire moral and economic weight of the United States on the side of the free peoples of Western Europe who are fighting the battle for a civilized way of life.” It was not long before White’s organization had 300 chapters nationwide.
Michael Hastingspdf.gifHastings, Michael – [ 21 Pages, 1.5 MB ] – Michael M. Hastings (1980-2013), was a journalist and author. This release of a 6/11/2012 FBI document and its attachments (21 pages total) consists of the only material found in FBI records mentioning Hastings. No FBI records indicate an investigative interest in Hastings.The National Security Agency will neither confirm nor deny records related to Hastings — NSA Denial Letter
pdf.gifInside Story Magazine – [ 23 Pinsidelookages, 55 MB ] – Take a look back in time when the public would assist the FBI with news tips and leads. Throughout the 1950s and 1960s, there was a periodical known as “Inside Story”. In it, were news articles, some of which, concerning the FBI. This file (obtained from the National Archives), offers the articles and corresponding letters the FBI received, clipped from this magazine.
Herbert Kaplowpdf.gifKaplow, Herbert – [ 17 Pages, 2.91 MB ] – Herbert Elias “Herb” Kaplow (February 2, 1927 – July 27, 2013) was an American television news correspondent. His main focus was reporting out of Washington, D.C., covering presidential campaigns and those who were elected.
George Sokolskypdf.gifSokolsky, George – [ 50 Pages, 3.62 MB ] – George Ephraim Sokolsky (1893–1962) was a weekly radio broadcaster for the National Association of Manufacturers and a columnist for The New York Herald Tribune, who later switched to The New York Sun and other Hearst newspapers.
Helen Thomaspdf.gifThomas, Helen – [ 7 Pages, 0.5 MB ] – Helen Amelia Thomas (August 4, 1920 – July 20, 2013) was an American author and news service reporter, member of the White House press corps and opinion columnist. She worked for the United Press and post-1958 successor United Press International (UPI) for 57 years, first as a correspondent, and later as White House bureau manager. She was a columnist for Hearst Newspapers from 2000 to 2010, writing on national affairs and the White House. She covered the administrations of eleven U.S. presidents—from the final years of the Eisenhower administration to the second year of the Obama administration.
Mike Wallacepdf.gifWallace, Myron Leon “Mike” – [ 50 Pages, 3.62 MB ] – Myron Leon “Mike” Wallace (1918-2012) was a well-known American journalist. This release consists of two parts. The first concerns a foreign counterintelligence file opened about Wallace’s 1970 trip to Cuba (pp.1-5) and the second an investigation into a threatening letter sent to Wallace (pp.6-50).
Don Whiteheadpdf.gifWhitehead, Don – [ 118 Pages, 13.40 MB ] – Don Whitehead (April 8, 1908 in Inman, Virginia – January 12, 1981) was an American journalist. He was awarded the Medal of Freedom. He won the 1950 George Polk Award for wire service reporting.

KARİKATÜR : ARKADAŞ CANLISI DELİKANLI ZÜHTÜ :)))))))


MİZAH : TUVALETTE SON TEKNOLOJİ /// ASRIN İCADI TÜRKİYE’DE :)))))


ÖZBEKİSTAN DOSYASI : 11 EYLÜL SALDIRILARININ ÖZBEKİSTAN DIŞ POLİTİKASI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ


Özbekistan sınırları ve ulusal kimliği bakımından Sovyetler Birliği tarafından kurulmuş bir cumhuriyettir. 1924’te 19. yüzyılda Rusya tarafından işgal edilen Buhara, Hiva ve Hokand Hanlıklarının toprakları üzerine kurulan Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 1991’e kadar SSCB içerisinde varlığını sürdürmüştür. SSCB’nin dağılmasıyla Özbekistan iç ve dış politikasında egemen bir devlet haline gelmiştir. On yıllık bağımsızlık dönemi boyunca da çok önemli mesafeler katetmiştir. Özbekistan bağımsızlığının ilk yıllarından itibaren Rusya’nın kendi üzerindeki ağırlığını mümkün olduğunca minimize etmeye çalışmış, buna karşın Batı’nın etkisini arttırmaya çalışarak bölgede dengeleri değiştirmeye çalışmıştır. En önemlisi ise ABD, Rusya, Çin gibi büyük güçlerden herhangi birinin etkisi altına tamamen girmekten kaçınarak bağımsızlık politikası uygulamaya koyulmuştur.

Bu bağlamda 11 Eylül saldırıları Özbekistan açısından önemli bir gelişme olmuştur. 11 Eylül öncesi güvenlik nedenleri ile Rusya ve Çin’in başat konumda olduğu Şanghay İşbiliği Örgütü’ne katılım için başvuran Özbekistan, ABD’ye yapılan saldırılar sonucu Batı ile yakınlaşma ve aynı zamanda güvenlik tehditlerini ortadan kaldırma fırsatı elde etmiş oldu.

Zira, Afganistan’a düzenlenen operasyon, ABD ve İngiltere’yi Afganistan’a coğrafî bakımdan yakın ülkelerde müttefik arayışlarına itmiştir. Bu müttefiklerden biri de Özbekistan olmuştur. Özbekistan, Afganistan’la görece iyi korunan sınırları, kapalı bir devlet olması ve halkın yönetimin kontrolü altında olması gibi özellikleriyle ABD’ye elverişli müttefiklik koşulları sunabilmiştir. Bu çalışmada, 11 Eylül sonrası gelişmeler Özbekistan’ın dış politikasındaki öncelikler açısından Rusya ve ABD ile ilişkileri bağlamında ele alınacak, önümüzdeki dönem için Özbekistan’ın kazanımlarının neler olabileceği incelenecektir.

Özbekistan Dış Politikasındaki Temel Öncelikler

Bağımsızlığını pekiştirme ve Orta Asya bölgesinde lider olma Özbekistan’ın 1991’den günümüze izlediği dış politikanın önceliklerini oluşturmaktadır. Bağımsızlık politikası Özbekistan’ın hem bölge devletleri hem de Rusya ile ilişkilerinde dönem dönem kendini göstermektedir. Bölge ülkeleri ile ekonomik entegrasyondan yana olduğunu söyleyen Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov, siyasî alanda entegrasyona inanmadığını her fırsatta dile getirmektedir. Fakat, ekonomik alanda da ciddî bir birliktelikten bahsetmek zordur. Bölge devletlerinden Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın,[1] Beyaz Rusya ve Rusya ile birlikte ilk başta Gümrük Birliği adı altında kurdukları ve daha sonra Avrasya Ekonomik Birliği’ne dönüştürdükleri örgüte Özbekistan katılmamıştır. Özbekistan, özellikle Rusya’nın başat konumda olduğu herhangi bir yapılanmaya girmekten kaçınmaktadır. Ocak 1994’te kurulan ve Özbekistan’ın da üyesi olduğu Orta Asya Ekonomik Birliği ise pek önemli sonuçlar elde edememiştir.[2]

Öte yandan, Özbekistan 1999’da Bağımsız Devletler Topluluğu Ortak Güvenlik Anlaşması’ndan da ayrılmıştır. Özbekistan, ilk başlarda BDT şemsiyesi altında her üye devletin kendi ordusu ile katılacağı NATO tarzı bir askerî yapılanmaya gidilmesinden yanaydı. Bu öneri Özbekistan tarafından 15 Mayıs 1992’de Taşkent’te yapılan BDT toplantısında gündeme getirildi.[3] Bu toplantı üyeleri açısından önemli bir anlaşmanın imzalanmasıyla sona ermişti. Rusya, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve Ermenistan arasında varılan ortak bir karara göre taraflardan herhangi birine dışarıdan yapılan saldırı tüm taraflara yapılmış olarak algılanacak ve gereken tedbirler alınacaktı. Fakat, daha sonra Rusya’nın kendi iç ekonomik sorunlarına yönelmesi ve uyguladığı yeni fiyat politikaları ruble alanındaki diğer ülkeler tarafından eleştirilmeye başlandı. Fiyatlardaki aşırı artış Özbekistan’da da yankı buldu: Başkent Taşkent’te üniversite öğrencileri protesto gösterileri ile hayat koşullarının ağırlaşmasına ilk tepki verenlerden oldular.

Bu gelişmeler üzerine Devlet Başkanı Kerimov, Rusya’nın BDT içinde uygulanan ekonomik reformlar konusunda ortak bir karar sonucu hareket etmediğini dile getirdi. Ardından, Kerimov ve Merkez Bankası Başkanı Feyzulla Mullazhanov tarafından Rusya’nın bu şekilde devam etmesi sonucu Özbekistan’ın kendi millî para birimine geçmek zorunda kalacağı açıklandı.[4] Rusya’nın 1993’te “yeni ruble”ye geçmesi ile Özbekistan 15 Kasım 1993’e kendi para birimi “som”u tedavüle soktu.

Bu arada, Özbekistan eski SSCB cumhuriyetleri arasında, Birliğin çöküşü nedeniyle yaşanan ekonomik çöküntüyü en az zararla atlatanlar arasında olduğunu söylemek pek yanlış olmaz. Şöyle ki, SSCB’nin dağılmasının hemen ardından, 1992’de Özbekistan GSYİH’si %11.1’lik bir düşüş gösterirken, sanayideki en büyük düşüş %12.3 oranında olmuştur.[5] EBRD’nin istatistiklerine göre, diğer cumhuriyetlerin çoğunda ekonomideki düşüş kendini daha büyük rakamlarla belli etmektedir.

Özbekistan genel olarak, Rusya’nın Orta Asya’daki askerî etkinliğini azaltmaya yönelik politikalar izlemiştir. Moskova’nın eski SSCB sınırlarını koruma hakkına ilişkin iddiaları da Özbekistan tarafından olumlu karşılanmamış, Taşkent, BDT Dış Sınırlarının Savunması Hakkında Anlaşma’yı imzalamayı reddetmiştir.[6] Özbekistan, Moskova ve Duşanbe arasında 201. Motorize Birliğin 20 yıllık bir süre için Tacikistan’da konuşlandırılmasına ilişkin anlaşmanın imzalanmasına da karşı çıkmıştır.

Bir taraftan Rusya’nın bölgede askerî varlığına karşı çıkan Özbekistan, bir taraftan da kendi ordusunu güçlendirmeye çalışıyordu. SSCB döneminde askere alınan Özbek kökenli gençler daha çok stroybat diye adlandırılan inşaat birliklerine gönderiliyordu. Bu nedenle, Birliğin dağılmasından sonra nitelikli Özbek subayların sayısı çok değildi. Fakat, bağımsızlıktan sonra Özbekistan hızlı bir şekilde eğitimli Özbek askerinin yetişmesi için girişimler başlattı. SSCB zamanındaki Özbekistan’ın birlik ordusundaki subay sayısı sadece %6’yı oluşturuyorken, 1997’de bu rakam %85’e yükseldi.[7]

Bölge liderliğine gelince, Özbekistan bağımsızlığının ilk günlerinden beri bu arzusunu yerine getirmek için çabalamaktadır. 31 Ağustos 1991’de uluslararası alanda yeni bir devlet olarak ortaya çıkan Özbekistan, Orta Asya’nın en güçlü devletlerindendir. Ayrıca, çoğunluğu Özbek olmak üzere yaklaşık 25 milyonluk nüfusla bölgenin en kalabalık ülkesidir. Bunun yanında, 447 bin km2’lik yüzölçümü, verimli toprakları ve doğal kaynakları ile Özbekistan Orta Asya’da en fazla gelecek vaadeden devletlerden biri olma özelliğini taşımaktadır. Özbekistan aynı zamanda, bölgede en güçlü askerî yapıya da sahiptir. 50 bin kişilik kara kuvvetleri, 9 bin 100 kişilik hava kuvvetleri personeli ve 17 bin ile 20 bin arasında değişen içişlerine bağlı birlik mensubuyla Özbek ordusu Orta Asya’nın en büyük ordusudur.[8]

Bir önemli husus da, Orta Asya’da Özbek nüfusun dağılımıdır. Özbekistan’ı çevreleyen diğer cumhuriyetlerde yaklaşık 2,5 milyon etnik Özbek yaşamaktadır.[9] Bunların çoğu Kırgızistan’ın Oş ve Celalabad, Kazakistan’ın Çimkent ve Jambıl vilayetleri ve Tacikistan’ın Sughd ve Hisar bölgeleri olmak üzere Özbek sınırına yakın yerleşim birimlerinde yaşamaktalardır.[10]

Özbek dış politikasının temel özelliklerini kısaca ele aldıktan sonra iki büyük güç olan Rusya ve ABD ile gelişen ilişkilerini irdeleyebiliriz.

Rus-Özbek İlişkileri

1990’ların ortalarından itibaren toparlanmaya başlayan Rusya tekrar gözünü Orta Asya’ya çevirdi. Bölgedeki hidrokarbon yataklarının üzerinde kontrolünü artırmaya çalışan Rusya, diğer sanayi alanlarında da Orta Asya ülkeleri ile işbirliğine yöneldi. Nitekim, bu dönemde Rus tekstil bölgelerinden sanayiciler Özbekistan pamuğunu değerlendirme teklifleri ile ülkeye geldiler. Öte yandan, 1996’da Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı olarak Yevgeni Primakov’un atanması ile Rusya güney bölgelerle daha fazla ilgileneceğinin sinyalini vermiş oldu. Bir Orta Doğu uzmanı olan Primakov’un, göreve gelir gelmez Şubat 1996’da gerçekleştirdiği Orta Asya gezisinin bir durağı da Özbekistan’dı. Fakat, planlananın aksine, ziyaret sırasında sadece bir anlaşma imzalanabilmişti.[11] İmzalanamayanların içerisinde Özbekistan’daki Rusların durumuna ilişkin bir anlaşma da vardı.

Buna karşın Özbekistan ve Rusya birbirleri için önemli ticaret ortakları olarak kalmışlardır. 2000 yılı itibariyle Rusya’nın dış ticaretinde Özbekistan dördüncülüğü korurken, 1991-2000 yılları arasındaki rakamlar Özbekistan’ın en büyük dış ticaret ortağının Rusya olduğunu göstermektedir.[12]

Özbekistan ve Rusya arasındaki ilişkilerde Tacikistan ve Afganistan’da başlayan çatışmalar dönüm noktasını oluşturmuşlardır. Bağımsızlık sonrası Tacikistan’da radikal İslâmî eğilimlerin yükselmesi sonucu çıkan iç savaş ve Afganistan’da mücahitler arasında verilen iktidar savaşı Özbekistan’da ciddî güvenlik kaygısı yaratmıştır. Özbekistan’ın Afganistan ve Tacikistan’la ortak sınırlara sahip olması doğal olarak, çatışmaların kendi içine taşmasını engellemek amacıyla bu sınırların güvenlik altına alınması için gerekli tedbilerin alınmasına zorlamıştır. Bu noktada, Rusya’yı bölgede güvenlik ve istikrarı koruyabilecek tek güç olarak gören Özbekistan, Moskova’yla ilişkilerini iyileştirmeye çalışmıştır. Afganistan ve Tacikistan’da olanları sadece bölge için değil, tüm BDT için bir köktendincilik tehdidi olarak değerlendiren Rusya, aynı görüşte olan Özbekistan ile ortak tehdit algılaması sonucu özellikle güvenlik alanında sıkı işbirliğine yönelmiştir. Tacikistan’daki savaşın 1997’de sona ermesi doğu sınırları açısından bir miktar rahatlamaya neden olmuşsa da, 1996’da Afganistan’da aşırı dinci Taliban hareketinin yönetime gelmesi güneydeki tehdit algılamasını daha da arttırmştır.

Fakat, Özbekistan Taliban’a karşı mücadelede kendi kartını, Afganistan’ın kuzey bölgelerindeki Özbek nüfusun lideri General Abdurraşid Dostum faktörünü kullanmayı ihmal etmemiştir. 1997-98’e kadar Dostum birliklerine maddî ve manevî ciddi destek veren Kerimov, bu şekilde Taliban’ı kendi sınırlarından uzak tutmaya çalışmıştır. Fakat, Afganistan’da savaşın çıkmaza girdiğinin anlaşılması Özbekistan’ı tehlikeli bir oyuna girmekten kaçınmaya itmiştir.

Bu bağlamda, Ekim 1998’de Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in Taşkent’i ziyareti iki ülke arasındaki ilişkilerin temel boyutunu ortaya koymaktadır. Yeltsin’in Kerimov’la yaptığı temasların ana konusunu Taliban oluşturdu. Görüşmeler sonucu iki ülke arasında herhangi birine saldırının düzenlenmesi halinde diğerinin yardımda bulunacağına dair bir anlaşma imzalandı.[13]

ABD-Özbekistan İlişkileri

1994’e kadar Özbekistan-ABD ilişkilerinde insan hakları ve demokrasi sorunları Özbekistan için hep pürüzlü noktaları oluşturmuştur. Fakat, Afganistan’daki Taliban yönetimi ve bu yönetimin Orta Asya’dan gelen aşırı dinci gruplara kucak açması Özbekistan’ı sadece Rusya ile değil, Batı ile de güvenlik alanında işbirliği arayışlarına itmişti. 1994’e kadarki dönemde Batı, özellikle de ABD tarafından Özbekistan’ın politikasına yönelik bazı çekinceler ileri sürülüyordu. Hatta, dönemin ABD Başkan Yardımcısı Al Gore Orta Asya gezisini Taşkent’e uğramadan tamamlamıştı.

Buna rağmen, bir süre sonra Özbekistan yönetiminin İran, radikal İslâm ve Rusya karşıtı söylemlerine ABD kulak vermeye başladı. Aynı zamanda, Özbekistan kendini istikrarlı, Batı yanlısı ve güçlü bir devlet olarak empoze etmeye çalışıyordu. Batı’da da güçlü bir Özbekistan’ın aslında, Batılı yatırımları koruyabileceği görüşü giderek yaygınlaşmaya başladı. Öte yandan, Özbekistan’ın diğer Orta Asya ülkelerine göre Rusya’dan daha uzak politikalar izlemesi de ABD dış politika çevrelerince olumlu bir faktör olarak değerlendiriliyordu. ABD’nin kapılarını Özbekistan’a açması ile ağırlıklı olarak güvenlik alanında işbirliği genişletilmeye başladı. Özbekistan’ın 13 Temmuz 1994’te imzalanan anlaşma ile NATO’nun Barış İçin Ortaklık programına aktif bir şekilde katılması ve BDT Ortak Güvenlik Anlaşmasından ayrılması ile GUUAM’a 24 Nisan 1999’da üye olması ABD ile işbirliği konusunda Taşkent’in kararlılığını ortaya koymuştur.

Böylece, ABD-Özbekistan ilişkilerindeki bazı görüş farklılıkları yerini ekonomik ve stratejik bağlara bırakmış oldu. Bu noktada, Türkiye ve İsrail’in Orta Doğu’da ABD için arz ettikleri müttefik konumunu Özbekistan’ın Orta Asya’da üstlenmeye çalıştığı söylenebilir.[14]

Dış Politikada Kerimov Faktörü

Özbekistan otoriter bir devlet yapısına sahiptir. Aralık 1991’de resmî verilere göre %86’lık bir oy oranı ile Devlet Başkanı seçilen İslam Kerimov, ülkenin tüm siyasî kurumlarını başkanlık makamına bağlı hale getirdi.[15] Kerimov’un kurduğu sistemin şu önemli öğelerden oluştuğu söylenebilir: Güçlü bir başkanlık sisteminin kurulması; muhalefetin etkisiz hale getirilmesi; medya üzerinde sıkı kontrolün sağlanması ve siyasî elite mensup kişilerin tasfiyesinin devamlı olarak sürdürülmesi.[16]

On yıllık başkanlık yönetimi boyunca içte sıkı kontrolü sağlayan Kerimov dış politikada da tek söz sahibi olmayı başarmıştır. Bu bağlamda, Kerimov’un kendi Özbekistan 21. Yüzyılın Eşiğinde isimli kitabında Özbekistan’ın dış güvenliğine başlıca tehdit olarak yer verdiği konular ülkenin dış politikasının belirlenmesinde önemli etken olmaktadırlar.

Bunlar; bölgesel gerginlikler, köktendincilik, süper devlet şovenliği ve saldırgan milliyetçilik ve etnik çatışmalar olarak özetlenebilir.[17] Daha önce Özbekistan’ın Rusya ve ABD ile ilişkilerinde ele aldığımız gelişmelere bakarsak, Kerimov’un ön plana çıkardığı tehdit unsurlarının bu ilişkilerde öncelikli konular olarak yer aldığını görürüz. Dolayısıyla, Kerimov için tehdit olarak algılanan bir faktör devletin tümü için bir tehdit kaynağı olmaktadır.

11 Eylül’le Girilen Yeni Dönemde Özbekistan’ın Konumu

11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan saldırılar sonucu terörle mücadelede ABD’nin müttefikleri arasına giren Özbekistan için bu gelişme yeni bir dönüm noktası oldu. Kamuoyundan gizli tutulmasına rağmen Özbekistan ABD ile krizin ilk günlerinden başlayarak sıkı temaslar içindeydi.

Özbekistan terörle mücadele amacıyla hava sahasını insani yardım ve güvenlik amacıyla kullandıracağını açıkladı. Bu çerçevede, Özbekistan’ın Termez ve Hanabad hava alanları Afganistan’a yönelik operasyon amacıyla ABD ve müttefiki İngiltere’nin kullanımına açıldı.

Afganistan sınırındaki Amuderya nehrinin kıyısında kurulan Termez, tarihte Kabil ve Delhi’ye uzanan yolların başlangıcı olmuştur. M.S. 329’da Büyük İskender tarafından günümüzdeki Termez’e yakın bir yerde şehir kurulmuş, Termez’in kendisi ise M.S. 1220’de Cengiz Han tarafından yağma edilmiştir. Eski İpek Yolu’nun önemli uğrak yerlerinden biri olan bu şehirde 1894’te Rus çarı tarafından devasa bir kale inşa edilmiştir. Kale, Afgan sınırındaki ilk Rus garnizonu olmuştur.[18] İlginçtir, Aralık 1979’da Sovyet Ordusu’nun Afganistan’ı işgali sırasında ordu birliklerinin geçtiği kapı olan Termez, ABD’nin düzenlediği operasyon sırasında da havaalanını Afganistan’a yardım gönderilmesi için insanî yardım kuruluşlarının uçaklarına açıldı.[19]

Daha önce dünya kamuoyunun herhalde hiç duymadığı Hanabad köyü yakınlarındaki üs, Karşi şehrinden 12 km. uzaklıktadır. Hanabad üssü 1980’li yıllarda Sovyet hava kuvvetleri tarafından Afganistan’da askerî operasyonlar yapılması amacıyla kullanımaktaydı. Üsse giriş ve çıkışların yasaklanması daha fazla bilgi edinilmesine engel olmakla birlikte, uzmanlar, hava alanının teknik açıdan iyi durumda olduğunu belirtmektedirler.[20]

5 Ekim 2001’de Özbekistan ve ABD arasında imzalanan anlaşmayla iki ülke ilişkileri bir anlamda doruğa ulaştı. Bu anlaşmayla Hanabad üssünün kullanımının hukukî temeli oluştu ve terörle mücadele çerçevesinde Özbekistan’a Taliban tarafından yapılacak herhangi bir saldırı ihtimaline karşı da ABD’nin yardıma geleceği açıklandı.

ABD ile işbirliğini Özbekistan’ın kazanımlarını ele alan alt başlıklar halinde incelersek bu işbirliğinin önemini daha iyi bir şekilde ortaya koymuş oluruz:

1. Birincisi, terörle mücadele çerçevesinde Özbekistan için üç yıldan beri önemli bir tehdit kaynağı olan Özbekistan İslam Hareketi’nin (ÖİH) ortadan kaldırılması ya da en azından etkisiz hale getirilmesi; ÖİH ve lideri Cuma Namangani’nin Taliban’la olan bağlantıları bilinmektedir.[21] Kampları ağırlıklı olarak Afganistan’da bulunuduğu bu örgüt 15 Eylül 2000’de ABD tarafından terörist örgütler listesine de alınmıştır. ÖİH’nin 1999 ve 2000 yaz aylarında Özbekistan’ın ve Kırgızistan’ın güneyine düzenlediği terörist saldırılar ve bölgenin bu tür saldırılara açık olması istikrarsızlığa ve güvenlik sorunlarına neden olmaktadır.

2. İkincisi, savaş sonrası Afganistan’da oluşturulacak yeni bir yapılanmadan Özbekistan’ın da pay alması; ABD’nin Afganistan’a yönelik politikalarında enerji boyutunun önemi azımsanmayacak kadar büyüktür. Daha 1994-95 yıllarında ABD’li Unocal şirketinin Afganistan ve Pakistan’da Orta Asya enerji kaynaklarının Güney Asya’ya taşınması projelerine ilişkin görüşmeler yaptığı bilinmektedir.[22] Afganistan’da kurulacak yeni bir yönetim de büyük olasılıkla bu tür proje teklifleri ile karşılaşacaktır. Bu bağlamda bir kara devleti olan Özbekistan’ın da kendi doğal gaz ve petrolünü bu projeler aracıyla dünya piyasalarına ulaştırmaya çalışması olanaklı görülmektedir.[23]

3. Üçüncüsü, Özbek kökenli General Dostum’un Afganistan’daki başarısıyla Afganistan’ın kuzey bölgelerindeki Özbeklerin pozisyonunun güçlenmesi; Özbekistan’la sınır bölgelerdeki etnik Özbekler ve Dostum’la Kerimov’un uzun süreden beri temas halinde olduğu bilinmektedir. Kerimov, Dostum birliklerini destekleyerek Özbekistan sınırları ve Taliban’ın kontrolü altındaki bölgeler arasında bir tür tampon bölge oluşturmaya çalışıyordu. Özbekistan’la iyi ilişkiler içinde olan Dostum’un Afganistan’da yeni kurulacak yönetimde önemli bir rol edinmesi halinde Kerimov’un ülkesinin güney sınırlarını güvence altına almasıyla birlikte iki liderin stratejik ortaklığı da pekişmiş olacaktır.

4. Dördüncüsü, Özbekistan’a Batılı ülkeler tarafından yapılacak yatırımlarda artış beklentisi; Batı ile stratejik anlamda yakınlaşma sonucu özellikle, askerî alandaki yatırımların artması muhtemel görülmektedir. ABD’nin Özbekistan’daki fiili mevcudiyeti bu yatırımların güvence altına alınması açısından önemli bir etken olacaktır. Bunun yanında, Özbekistan’a Batı’dan ve uluslararası kredi kuruluşlarından yardımların gelmesi de muhtemel bir gelişmedir. ABD şimdiden Özbekistan’a işbiliği karşılığında 8 milyar dolar hacminde finansal yardım ve tarım ve sanayi yatırımı teklif etmiştir.[24]

5. Ve nihayet, ABD ile stratejik ortaklığın Özbekistan’ın Orta Asya’daki konumunu güçlendirmesi; Özbekistan için belki de en önemli kazanım bu olacaktır. Bundan böyle hem Moskova hem de Washington Özbekistan’a söz hakkı tanıyacaktır. İki büyük güç ile iyi ilişkiler içinde olması Taşkent’in bölgedeki pozisyonunu güçlendirecektir. Batı’dan gelmesi beklenen yatırımlar ve finansal yardımların ekonomik kalkınmaya destek olması, Rusya’nın ise politik desteği Özbekistan’ın Orta Asya’daki komşuları ile ilişkilerinde biraz daha kendinden emin adımlar atmasını sağlayacaktır.

Sonuç

6. Özbekistan’ın, 11 Eylül sonrasında Batı ile ciddî bir şekilde yakınlaştığı gözlenmektedir, ama bunun Rusya ile ilişkileri kötü yönde etkileyeceğini söylemek pek doğru olmayacaktır. Özbekistan’da üs kurulması ile ABD askerleri sadece Orta Asya’ya değil, BDT sınırları içine de ilk defa ayak basmış oldu. Bu durumun, doğal olarak, Rusya tarafından memnuniyetle karşılanması beklenemez. Nitekim, Özbekistan’ın hava sahasını açacağını bildirdiği ilk günlerde Rus basınında Özbekistan aleyhine birçok yazı yayımlandı. Hatta, Devlet Başkanı Kerimov, Özbek kamuoyu karşısında Rusya’nın Özbekistan’a karşı enformasyon savaşı başlattığını iddia ediyor, Rusya’nın Özbekistan’ın bağımsız politika izlemesini ve kendi güvenlik sorunlarını kendi başına çözme çabasını hoş karşılamadığını dile getiriyordu.

7. Fakat, ABD ve Rusya arasında yakınlaşma dönemine girilmesi ile Orta Asya’da da rekabetin belki bir süre için rafa kaldırıldığı görülmektedir. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, kendisi ile yapılan bir söyleşide bu konuyu çok iyi formüle ederek, Rusya’nın eski korkuları ile hareket etmesinin artık iyi sonuçlar vermeyeceğini dile getirdi. Putin’e göre, Orta Asya devletleri bağımsızdır ve dış politikalarında bağımsız karar verme serbestliğine sahiptir. Fakat, Rus Devlet Başkanı, bu devletlerin attıkları adımları aynı zamanda Rusya ile koordine ettiklerini de vurduladı. Bu bağlamda, Özbekistan’ın krizin ilk günlerinden beri attığı adımlar Putin’in görüşleri ile örtüşmektedir. Özbekistan terörle mücadelede ABD’ye tam destek verdiğini açıklarken, Moskova ile diyaloğunu da paralel bir şekilde yürütmektedir. Putin’in ABD seferinden önce ve sonra Kerimov’la yaptığı telefon görüşmeleri koordine edilmiş bir tutumun sergilendiğini göstermektedir.

8. Özbekistan’ın 10 yıl boyunca izlediği politikalar dikkatli bir şekilde ele alındığında her iki güç arasında bir denge politikasının yürütüldüğü izlenimi hakim olmaktadır. Özbekistan özellikle güvenliğinin tehdit altında olduğu dönemlerde bu iki güçten birine yakınlaşmaktadır. Bunu yaparken de, diğeri ile ilişkilerini bozmamayı da göz ardı etmemektedir. Özellikle, Rusya ile ilişkilerini herhangi bir örgüt şemsiyesi altında değil, ikili anlaşmalar çerçevesinde yürütmeyi tercih etmektedir. Özbekistan’ın bu yıl Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üyelik başvurusu ve Kerimov’un 5-6 Mayıs 2001’de Moskova’ya yaptığı ziyaret o dönemde Özbekistan İslam Hareketi’nin muhtemel saldırı beklentisi ile açıklanabilir. ABD’nin bu tür saldırıların düzenlenmesi halinde bölgeden uzaklığı Özbekistan’ı Rusya’ya yönelmeye zorlamıştır. Fakat, bugün ABD’nin bölgedeki askerî varlığı Özbekistan’ın Rusya ile sıkı askerî işbirliğine girmesini zorunlu kılmamaktadır.

9. Son olarak, Özbekistan’ın dış politika alanında yeni ve kendisi açısından iyi bir döneme girdiğini söyleyebiliriz. Batı ile müttefiklik uluslararası platformda Özbekistan’a prestij kazandıracaktır.

Nermin GULİYEVA

Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 19 Sayfa: 660-664

TARİH : EDEBÎ ŞERH GELENEĞİMİZ İÇERİSİNDE “TASAVVUFÎ ŞİİR ŞERHLERİ”


image.jpg

TARİH /// BİR MİLLETİN RÛHÎ SERENCÂMI : TÜRK TASAVVUF EDEBİYATI


Umûmî Türk tarihinin en önemli hâdisesini İslâmlaşma olarak tespit etmek güç olmasa gerektir. Her şeyden önce bu hâdise, güneşin doğduğu bölgelerden güneşin battığı coğrafyalara doğru daima sefer hâlinde olan, bu yüzden de at üstünden hiç inmemiş bir milletin temekkün ettiği kültürel ve siyâsî coğrafyayı belirlemektedir. Bunu ifade ederken, hiçbir zaman, İslâmlaşma öncesi Türk toplulukların yerleşik hayatla olan tanışıklıkları görmezlikten gelinmemektedir. Bilakis dünyanın bilinen en eski topluluklarından birini oluşturan Türkler’in medenî atmosferle tanışmaları çok daha erkendir. Bununla birlikte kahir ekseriyetle seyir halinde olmaları cihetiyle, farklı dînî-sosyal çevrelerle tanışmışlar; çoğu kere de bu çevrelerin câzibe alanına dâhil olmuşlardır. Daha önceleri Gök Tanrı inancı ya da Eski Türk Dîni’ne mensup olan bazı Türk boylarının, tarihî vetîre içerisinde Budizm, Maniheizm, Karaim ve Nastûrilik gibi tarihsel dinlere ve dolayısıyla bu dinlere kendi millî dokularından ruh veren kavimlerin kültürel ve siyâsî etki alanına girdikleri bilinmektedir. Bu anlamda İslâmlaşma, bu milletin kendisini bulma ve onunla yeniden var olma hâdisesidir.[1]

Türkler, İslâmlaşma ile sadece yeni bir dinin esaslarını benimsemekle kalmadılar. Üstelik bu dinin farklı etnik yapıları evrensel ilkeler etrafında toparlayıcı ve birleştirici gücü altında, millî değerlerini, içine girdikleri İslâm toplumunun değerleriyle yeniden telif ettiler. Böylece toplumsal doku, tevhid eksenli bir yenilenme süreci yaşadı. Bu süreç içerisinde yeni bir Türk edebiyatı, Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i ile başlamış oluyordu. Bu edebiyat, iki koldan gelişimini göstermiştir. İlki, İslâmlaşma öncesi halk kültürünü ve edebî zevki İslâm kültürüyle mezc etmiştir. Şekil ve eda itibariyle eskiye, ruh ve mânâ itibariyle de yeniye ait olan bu edebî kol, halk edebiyatı, aşık edebiyatı ve tasavvuf edebiyatı gibi isimlerle varlığını daima korumuştur. Ötekisi ise tarihsel olarak İslâmiyet ile Türkler’den önce muhatap olup bu dinin medeniyet havzası içerisinde yer edinen Arap ve Fars edebiyatının izini sürerek oluşumunu tamamlamıştır. Klasik Türk edebiyatı, ümmet çağı Türk edebiyatı ve divan edebiyatı gibi isimlerle de anılan bu edebiyat üzerinde, özellikle Türklerin egemenliği altındaki bölgelerde gelişen İslâmî Fars edebiyatının doğrudan etkisinin olduğu bilinen bir gerçektir. Ortak İslâm edebiyatının nazım şekilleri ve türleri ile sanat telakkîsine bağlı olan bu edebî atmosfer içerisinde eser veren şâir, dil, deyiş, düşünce, duygu ve hayal gibi edebiyatın unsurlarını kullanarak sanatını oluşturur. Sanat, mutlak güzele (hüsn-i mutlak) ulaşmak için bir vâsıtadır. Şâir, bu mutlak güzeli aramaktadır. Fakat bu güzel, vücut bulması için zorunlu varlığa (vâcibü’l-vücûd) muhtaç olan görünen âlemdeki (âlem-i şahâdet) mevcûdât içerisinde aranmaz. Zira mevcut, eksik ve kusurludur. Oysa mevcûdâtın her bakımdan mükemmel örneği, görünmeyen âlemde (âlem-i gayb) potansiyel (bilkuvve) olarak bulunmaktadır. Mevcûdât, görünmeyen âlemde kendi kendine var (ayn)dır[2] ve bu varoluş değişmez (ayân-ı sâbite).[3] Bu kabil bir güzellik tasavvuru ve buna bina edilen sanat telakkîsi, edebî hayatı olduğu kadar mîmârî ve resim gibi güzel sanat dallarını da etkilemiştir. Böylece İslâm’ın sosyal cephesi içerisinde kısa zamanda kayda değer bir mevki elde eden Türkler, eski dînî anlayışlarıyla da paralellik arz eden yeni dînin metafizik ve kültürel tarafını teşkil eden rûhî yapısı içerisinde de muhkem bir yer edinmişlerdir.

Bu makalede Türk milleti için adeta bir yeniden doğuş olarak tavsif edilmesi mümkün olan İslâmlığın beraberinde getirdiği toplumsal dokuya atıfta bulunmakla birlikte, bu dokunun yazılı ve sözlü yansıması, tasavvuf ve edebiyat merkezli tespit edilmeye çalışılacaktır. Kısaca tasavvufun şiir formunda ifadesine işaret edilerek, İslâmî Türk Edebiyatı’nın tekevvününe dair katkıları ve bu vadide meydana getirilen edebiyat ele alınacaktır.

Tasavvuf

İslâm Peygamberi’nin risâlet görevinden önceki dönemlerde tehannüs ve tehannüf kelimeleriyle ifade edilen bir ibadet hayatı vardı. Tehannüs, bazı günlerde inzivâya çekilip gece gündüz ibadet etmek anlamına gelmektedir.[4] Tehannüf ise, hanif din olarak kabul edilen İbrahim Peygamber’in tebliğ ettiği dinin öngördüğü ibadetleri icra etmektir. Bu daha çok sayılı günlerde ibadet etmek olarak da anlaşılmaktadır. Peygamber’in zaman zaman Hira mağarasına çekilip kendisini ibadete ve tefekküre verdiği mütevâtir derecesinde sabittir. İslâm’ın tebliği ile birlikte itikaf ve daha sonraki dönemlerde gelenek içerisinde halvet adıyla anılan özel uygulamaların tarihsel öncüleri bu iki ibâdet biçimi olsa gerektir.

Esasen burada İslâm ibâdetlerinin tarihsel kaynaklarına dair bir mukâyese yapılmak amaçlanmamaktadır. Bununla birlikte İslâm geleneği içerisinde, bir yandan düşünce ve hayatı anlama bilinci olarak gelişen, öte yandan bir ilim olarak kabul görüp derin tesir yaratan tasavvufun menşe’ine ilişkin mütalaalara atıfta bulunmak için bu hususa işaret edilmiştir. Bir disiplin olarak tasavvufun kaynağı neresidir? Hermetik gelenekten mi, Yunan felsefesinden mi, Hint dinlerinden mi esinlenerek meydana getirilmiştir? Yahut eski İbrahimî dinlerin bir devamı mıdır? Bu kabil soruların cevabını tasavvufun mahiyeti hakkında tetkik yapan ilim adamlarına bırakarak, İslâm tasavvufunun bütün bu geleneklerden yararlanmakla birlikte kaynağının İslâmiyet içerisinde aranması gerektiğini ifade edebiliriz. Onun menşe’i hakkındaki tartışma, tanımı için de süregelen bir durumdur. Nitekim müslüman toplumlar içerisinde çeşitli fonksiyonlar icra etmiş olan tasavvuf, bu yolun sâlikleri tarafından içinde bulundukları hâle paralel olarak tanımlandığı gibi, yolun dışında olan bazı âlim ve müdekkikler tarafından da tanımlanmıştır.[5] Bununla birlikte efrâdını câmî ağyârını mânî bir tanımın yapıldığı söylenemez.

Bazı sûfî muhakkikler tasavvufu, “Dîn-i İslâm’ın hakîkat-ı Bâtıniyyesi, Kur’ân’ın sırr-ı muzmeri, Şârî-i Mukaddes’in ta’lim ettiği itikâdın lübb ü hülâsası”[6] olarak tanımlamışlardır. Buna göre tasavvuf, dînin herkes tarafından görülüp anlaşılan mahiyetinin fevkindeki bâtınî (inisiyatik) hakîkatlerini, Kur’an’ın muhkem anlamının yanında gizli anlamlarını ve din koyucusunun öğrettiği inanç manzûmelerinin özünü içine almaktadır. Şu halde tasavvuf, hakîkat arayışını ta’lim eden bir mektep olarak görüldüğü gibi, bizâtihî hakîkatin kendisi olarak da teşhis edilmektedir. Bir mektep olarak birtakım riyâzet ve mücâhadeyi ifade eder. Bu anlamda tasavvuf nefsi tezkiyeden ibarettir. Öte yandan sâlikin arınan nefisle birlikte iç evreninde yaşadığı seyirle menzil ve makamlardan geçmek sûretiyle Allah’a yükselmesi (cem), başka bir ifade ile mârifetu’llâh’a ulaşmasıdır.

Bu itibarla tasavvuf, amelî pratikleri olduğu gibi nazarî (felsefî) bilgileri de ihâta etmektedir.[7] Nitekim tasavvuf her şeyden önce zühd ve takvâyı bir yaşam biçimi olarak sunmayı amaçlarken, öte yandan da varlık, bilgi, ahlâk ve aşk gibi konularda önemli açılımlar getirmektedir. Bilindiği gibi daha Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde zühdî hayatı önceleyen pek çok sahabe vardı. Bu hayat biçimi daha sonraki dönemlerde sistematik bir düşünce biçimi olarak gelişecek olan tasavvuf düşüncesinin habercisi olarak değerlendirilebilir.

İlk sûfî adıyla anılan Kûfeli Ebû Hâşim’dir (ö. H.150). Bilahare Süfyânü’s-Servî (ö. H. 168), Hıristiyan mistisizmi için de önemli bir merkez olan Mısır’da yetişen Zü’n-Nûn el-Mısrî (ö. H. 245), Horasanlı Bâyezid-i Bistâmî (ö. H. 261), düşüncelerinden ötürü idam edilen Hallâc-ı Mansûr (ö. H.309) ve Bağdatlı Cüneyd gibi ünleri bu günlere de taşınan sûfîler yetişmiştir.

Bu ilk dönem sûfîleri, tahkir, küfür ve isnatlara rağmen mesleklerini yaymaktan geri kalmadılar. İlk sûfîler dinin hukûkî çerçevesi dışına çıkıp galiyye düşüncesine saptıkları zannıyla töhmet altında kalmışlarsa da Ebü’l-Kâsım Abdü’l-Kerim el-Kuşeyrî’nin (ö. 465) sûfîliğin sünnî akîdelerden ayrı olmadığını göstermek maksadıyla telif ettiği ünlü eseri Risâle ile bu menfî düşüncede kısmen bir değişiklik yaşanmıştır. Bilhassa Gazzâlî’nin (450-505) bu meyandaki fikirleri münderiç çalışmalarıyla tasavvuf hakkında olumlu kanaatler gelişmiştir.[8] Âlimlerin ve sultanların ünlü şeyhlere intisabı dolayısıyla da bu cereyan kısa zamanda halk arasında yayılmıştır.

Başlangıçta sadece zühdî hayatı esas alan ve herhangi bir kurumsallaşma içerisinde teşekkül etmeyen tasavvuf, IV. yüzyıldan başlayarak VI. asra kadar İslâm dünyasının her bölgesinde çeşitli isimlerle birer müesses tarîkat olarak kurumsallaşmıştır. İlk Abbâsî asrının vücûda getirdiği sosyal ve ekonomik refah, halk içerisinde zühdî hayatın gerekliliğine ilişkin bir anlayışı da beraberinde getirmiştir. Dönemin ilmî ve felsefî atmosferinden de yararlanılarak zenginleştirilen bu zühdî hayat, İslâm tasavvufunun oluşumuna kaynak teşkil etmiştir. İslâmiyet içerisinde gelişen tasavvufun ilk yazarı olarak kabul edilen Basralı Haris b. Esed el-Muhâsibî (ö. H.223)’den başlayarak ünlü düşünür İbnü’l- Arâbî’ye kadar bütün büyük sûfîlerin eserleri, tasavvuf ıstılahlarının oluşumuna ve tasavvuf düşüncesinin varlık, bilgi ve ahlak anlayışını ortaya çıkarmaya yönelik malzemeler içerir. Bunların fikirlerinin temelinde varlığın birliği düşüncesi (vahdet-i vücûd) egemen fikir olarak kabul edilebilir.[9]

Başlangıçta Bağdatlı Cüneyd, Bâyezid-i Bistâmî ve Ebû Saîd Ebü’l-Hayr gibi sûfîlerin söz ve menkıbelerinde görülen vücûdun birliği mesleği, İbn Sînâ, Sühreverdî-i Maktûl gibi İşrâkî felsefeyi ve Yeni Eflâtuncu düşünceleri yayan filozofların da katkısıyla gelişim göstermiştir. Kısaca bu düşüncede vücûdun tek olduğu fikri işlenmektedir. Vücûd tektir; yegâne sâhib-i vücûd, Vücûd-ı Mutlak olan Allah’tır. Vücûd-ı Mutlak, aynı zamanda Hayr-ı Mutlak ve Hüsn-i Mutlaktır. Var olmak için zorunlu varlığa muhtaç olan mevcûdât âleminin tek kaynağı da O’dur.

Bu, sûfîlerin tekvin (kozmogoni) görüşü ile anlam kazanan bir husustur. Onlara göre, zaman yaratılmadan önce, Mutlak Hüsn, ceberût-ı gaybiyyesinde meknûz idi; bu nedenle O’na cezbolunmuş başkaca bir göz yoktu. Halbuki hüsn (güzellik), doğası gereği görülmek, takdir edilmek ister. İşte tekvinin sebebi, hüsnün kendini gösterme arzusunda gizlidir. “Gizli bir hazine idim; bilinmek istedim ve kâinâtı yarattım”[10] şeklinde rivayet edilen Kudsî Hadis ile temellendirilen bu tekvîn anlayışı, tecellî kelimesiyle özetlenir. Kelime olarak âşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek ve zuhûr etmek anlamlarına gelen tecellî, tasavvuf dilinde daha çok gaybdan gelen ve kalbde zâhir olan nurlar[11] anlamında kullanılmaktadır. Tasavvufî kozmogonide ise, Mutlak Hüsnün sahip olduğu güzelliği ortaya çıkarması olarak anlaşılır. Diğer bir ifade ile bütün bu kâinâtın yaratılması, salt bir yaratma değil, bir zuhurdur.[12] Dolayısıyla kâinât Hüsn-i Mutlak’ın bir görüntüsünden ibarettir.[13]

Her şey zıddıyla bilinir. Bu itibarla Hüsn-i Mutlak ve Hayr-ı Mahz olan Vücûd-i Mutlak’ın bilinmesi, hakîkatte var olmayan (lâ-mevcûd) adem ile gerçekleşir. Adem, lâ-hüsn ve lâ-hayr demektir. Adem, müstakil olarak mevcut değildir; zarûrî olarak Vücûd-i Mutlak’ta dâhildir. Adem bir hayalden ibarettir; tecellî dolayısıyla muvakkat bir süre için varlık evreninde bulunur. Adem, Vücûd ile karşılaşınca, vücûd bir aynada aksetmiş gibi yansır. Bu akis, gerçekte hayalden öte bir şey değildir.[14] Durgun bir göle akseden güneş gibi, göz makamında olan insanda da Hüsn-i Mutlak akseder. Bu sebepledir ki insan adem unsurunu mümkün olduğu kadarıyla yok etmeli (mâsivâ), Hakk’ın visâline ulaşmak için Hak ile Hak olmalıdır. Bu ise, fenâ kelimesiyle anlam kazanır. Fenâ, ancak nefsi adem, kubh ve şirkten arındırmakla mümkün olacaktır. Bunun yolu ise aşktır. Hüsn-i Mutlak ancak aşkla görülür; böylece tabiî (mecâzî) aşktan hakîkî aşka geçiş gerçekleşir. Tabiî aşk, ademe duyulan aşktır; karanlıklarla doludur. Oysa aşk-ı hakîkî, hakîkat dünyasıdır. Bu uzunca bir yolculuğu (seyr) gerektirir. Aşk için lâzım olan taallüm değil, tahalluktur. Diğer bir ifade ile bu yol kâl (söz) ile değil, hâl ile katedilir. Hal ise bir mürşidin delâletiyle kazanılan bir meziyettir.

Kısaca ifade etmek gerekirse tasavvuf, insanı mutlak hakîkatlerle yüzleştirerek kâinattaki umûmî âhengin derin sırlarını ruhlara duyurur. Bu düşünce biçiminin şâirâne tahayyüller için önemli bir kaynak teşkil edeceği açıktır. Tasavvuf şiiri, başlangıçta Hallâc-ı Mansûr’dan[15] başlayarak Mısırlı şâir Ömer b. Fârız’e[16] kadar Arap edebiyatı içerisinde mahdut bir dâire dâhilinde gelişmiştir. Ömer b. Fârız’ın Kasîde-i Tâiyye isimli eseri tercüme, tahmis ve şerh olunarak tasavvuf edebiyatı içerisinde bir çığır açmıştır. İran’da İbn Sinâ’nın sûfîliğe ilham teşkil edecek düşünceler serdetmesinin yanında Şeyh Ebû Saîd b. Ebi’l-Hayr[17] da şiirleriyle bu çığıra katkıda bulunmuşlardır. Bilhassa rubâîleri ile tanınan Ebû Saîd; Rûdegî, Firdevsî, Hâkim Senâî ve Feridü’d-Din-i Attâr’ın müjdecisi olmuştur. Daha sonraki dönemlerde eserlerini Farsça yazan Mevlanâ, Abdurrahman Câmî ve Kâsımü’l-Envâr gibi büyük şâirler yetişmiştir.

Şiir: Dost İlinden Gelen Sese

“Kelâm-ı Kadîm’in ölçülü matlaı olan besmele” ile eserini yazmaya başlayan ünlü tezkireci Latîfî (ö.1582),[18] diğer tezkirecilerden farklı olarak, vezinli sözün üstünlüğü, büyülü ve hikmetli şiirin meziyeti hakkında bilgi verirken, şiir ve şâir hakkındaki genel düşüncelere de işaret etmektedir. Buna göre şiir, mevzun ve mukaffa sözdür.

Ancak her mevzun ve mukaffa söz, Latîfî’nin nazarında şiir değildir. Şiir, İlâhî ilham esintileri ve Sübhânî feyz havalarının eseridir. Esasen dili cennetin anahtarı olan şâirlerin içlerindeki denizlerden düşünce kabarcıkları ile kenara çıkan irfan cevherleri ile mârifet ve mânâ incileri, ilâhî sır ve vâridât hazinelerinde toplanarak şiir halini alırlar. Şâirler, ezelî yaratıcının övücüleri, en güzel halk edicinin sırlarının methedici ve keşfedicileridir. Dolayısıyla şiir formuna sahip olan her mevzun ve mukaffa söz, bu medh ve keşf vasatında bir yere sahip olduğu oranda şiirdir. O, şiiri ve şâirliği latif evrene ait, yani İlâhî alanda ele alırken, ünlü Türk sûfîsi ve şâir Mevlanâ’nın şâirliği peygamberlikten bir parça telakkî ettiği görüşüne işaret etmektedir. Bu değerlendirmede ilhamın vahye olan benzerliği önemli bir kıstastır. Nitekim peygamber vahiy yoluyla aldığı ilâhî bilgiyi insanlara sunarken, şâir de ilham perisinin estirdiği meltem ile şiir nazmeder. Aynı şekilde şâirin yegane malzemesi olan söz (dil), iyiler için gökten inmiş bir lütuftur. Ancak sözün bir nimet olduğu bilinci ile onu yerli yerinde kullanabilen şâirin, bu vasatı haiz mevzun ve mukaffa sözü şiir olarak isimlendirilebilir.

Burada Latîfî ekseninde klasik dönem şiir poetikasına ilişkin değerlendirmeler yapacak değiliz; ancak, Latîfî’nin şiire ilişkin verdiği bilgiler, yine onun tavsif ettiği gibi, “her sözün bir mânâsı, her ismin bir müsemmâsı, her sözün bir tevili ve her tevilin bir temsili” olduğunu bilen mutasavvıf şâirin şiir dünyasına ilişkin değerlendirme yapmamız açısından önemli bir çıkış noktası durumundadır. Çünkü Latîfî’nin nazarında şâir, gerçek sevgilinin mutlak güzelliğin sahibi Vâcibü’l-Vücûd’un olduğunu ve başka şeylerin de onun sembolünden ibaret bulunduğunu anlayan irfan sahibi kimsedir. Bu tanımlama, esasen vücûd birliğine inanmış olan sûfînin tanımından başka bir şey değildir. Sûfî’nin nazarında varlık tektir; gerçek anlamda var olma, varlığı başka bir vara bağlı olmayan için söz konusudur. Bu anlamda yegâne varlık Vâcibü’l-Vücûd’dur. Mevcûdât, gerçek anlamda var olmayıp, varlığı Mutlak Var’a bağlı olduğu için Mümkinü’l-Vücûd olarak isimlendirilmektedir. Bir başka ifade ile, bizi çevreleyen ve bizim de kendisini gerçek gözüyle bakmaya alışık olduğumuz alem, sûfî için, aslında vehim ve hayalden başka bir şey değildir. Esasen kendisi de bir hayal olan mutasavvıf, içinde yaşadığı ve kendisini çevreleyen hayal aleminin hakîkatin sembolü olduğunu görerek, Mümkinü’l- Vücûdun sahip olduğu güzelliği izâfî olarak değerlendirip, Mutlak güzelliğe meftun olmaya ve o güzelliği tasvir etmeye mesâîsini sarf edecektir. İşte Latîfî’nin şâir tanımı burada kendini göstermektedir: Şâir, eserden müessire doğru arayışını sürdüren bir âriftir.[19]

“Şâirle şâir geçinenin fark edilemez olduğu bir dönemde” eserini kaleme aldığını söyleyen Latîfî’nin bu görüşleri, yetiştiği kültürel çevrenin ve dönemindeki dünya görüşünün süzgecinden geçerek oluşmuştur. Dolayısıyla sadece onun görüşleri, klasik dönem şâir ve yazarlarının şiire ve şâire bakışlarını tümüyle vermese de ekseriyetin yaklaşımı bu çerçevede olsa gerektir. Nitekim söz mülkünün sultanı olan Fuzûlî’nin nazarında “fesâhat bahçesinin gülü”ve “söz sarrafı” olan şâir, câmid (ölü) olan kelimeler ve lafızlara kendi rûhundan üfleyerek can bağışlayan bir İsâ’dır.[20] Kezâ şiir de söz sanatlarının zirvesidir.

Görüldüğü gibi şiir ve şâir kavramlarına yüklenen anlamların kaynağı, dönemin popüler kültürünü oluşturan zihniyeti besleyen tasavvuftur. Bu iki temel kavramdan kopuk bir Türk edebiyatından söz edilemez. Diğer bir ifade ile Tanpınar’ın da değindiği gibi, daha çok bir nazım edebiyatı olarak görülen Türk edebiyatının şiir ve şâir algısını belirleyen tasavvuf düşüncesinin üretilen edebî metinler üzerinde de derin tesir icra ettiği muhakkaktır. Her şeyden önce duygu ve şuurda tutuşan alev olan tasavvuf, şâire ancak güneşle görülebilen renkler evreninden yücelik ışığının yansımasıyla (aks-i envâr-ı ûlâ) daima varlık halinde olan iç renkleri görecek bir göz bahşeder.[21] Bu renkler, içteki alevlerin tesiriyle doğrudan ilgilidir. Mutlak güzel de ancak bu renklerle keşfedilecektir. Bu bakımdan şâir, güzelliği yaratan değil, onu keşfe çıkan bir kâşiftir.

Klasik döneme ait edebî etkinlikler, İslâmiyet etkisinde şekillenen bu zihnî yapının eseridir. Dönemin edebî metinlerinin başat kaynağı mistik muhayyileyi harekete geçiren tasavvuf? evrendir. Nitekim İslâm estetiği, tasavvuf tarafından şekillendirilmiştir.

Bu sebepten olsa gerek, murakabe ve keşf gibi sûfî epistemolojinin imkânlarını tecrübe edemeyen şâirler de bu bilginin zamanla oluşan terminolojisinden yararlanmışlardır. Esasen dönemin şâirlerinin pek çoğu tasavvufî muhitte bulunmuş, bu muhitlerden geçmeyenler de teneffüs ettikleri atmosferden bigâne kalamamışlardır.[22] Meselâ, geleneksel ilmî aşamalardan geçerek ilmiyede bir yer edinmiş olmakla birlikte dinî mahiyette şiirler kaleme almaktan kaçınan Bakî başta olmak üzere, profan konuları önceleyen şâirlerin pek çoğunun, tasavvufun şiir formatı içerisinde ürettiği dilden yeterince beslendikleri görülecektir.

Fikrî Yapı: Rişte-Şilk-i Şi’r

Mecazı hakîkate ulaştıran bir köprü olarak gören geleneksel kültürde tanımlama, ekseriyetle mecaz ve teşbih yoluyla yapılmıştır. Bir şeyin tanımı, bazen o şeyin benzerinden yola çıkılarak, bazen de zıddıyla tarif edilerek muhâtabın idrâkine sunulmaktadır. Bu durumu ünlü şâir Fuzûlî’nin şiir tanımlamalarında müşâhede etmek mümkündür.

Fuzûlî bir tanımında şiiri rişte-i silk (ipekten iplik) olarak tavsif eder.[23] Bilindiği gibi ip kumaş ve dokuma ürünlerinin temel hammaddesidir. Toplumsal doku, bir nevi kumaşa benzetilmiştir. Kumaş kendisini oluşturan iplik ile değer kazanır. Bu anlamda ipek iplikten elde edilen kumaş, kumaş cinsi içerisinde en gözde olanıdır. Büyük şâirin nazarında şiir, büyük bir kumaş olan toplumsal dokuyu oluşturan en nadide unsurdur. Fakat bu unsur, dışarıdan ithal edilmiş değildir. O yine kendini bu doku içerisinde üretir; bir yandan topluma ruh verdiği gibi, öte yandan da bu rûhun içerisinden doğup gelerek ona ayna tutar.

Bu anlamda tasavvuf, mistik muhayyileyi canlandırarak gönül gözünü açan bir tecrübe olmanın yanında, canlanan bu muhayyilenin hayat verdiği kelimelerle gönül gözünün müşâhede ettiği hakîkatlerin ifadesine de imkân verir. Kâinatı Mutlak Hüsn’ün yansımasından ibaret gören bu göz, “yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü” mısra’ı ile hayat bulan bir bakışla çevresini anlamlandıracaktır.

Âlemi celâl ve cemâl sıfatlarının tecellîsi olarak gören bu tecrübe, kesretten vahdete doğru seyir ederek, yoklukta (fenâ) varı (vâcibü’l-vücûd) idrak demektir.

Mutasavvıf şâir, içinde bulunduğu manevî hâlin tasvirini yapar.[24] Tasavvuf felsefesinde oluşturulan kozmik alem anlayışıyla o, daha çok ‘âlem-i misâl’den söz etmektedir. Dolayısıyla tasavvuf şiirini anlamak, tasavvufi âlem anlayışını idrâk etmekle mümkün olacaktır. Aksi takdirde kullanılan dil, iç âlemde (bâtın) teşekkül eden bir varlık ve mevcud anlayışıyla şekillendiğinden, ‘âlem-i şehâdet’in verileriyle mukâyesesi hâlinde şathiyyat denilen anlamsızlıktan söz edilecektir.[25] Esasen şiirin doğasında; beş duyuyla bilinen ve hükme bağlanan olaylar olan gerçekten (reality) eser görmekle birlikte, bütünüyle bir gerçeklik beklenemez. Şu halde sûfî şâir, İslâm ilim ve medeniyetindeki anlayışın oluşmasına imkân veren Aristo mantığının sınırları dâhilinde anlamak güçtür. Zira onun mantıksal evreninde, aklî düşünme ve istidlal değil, vecd egemendir.[26]

Kezâ eski şiir ilâhî menşeli olmakla birlikte bir “fen”, yani ilim mahsûlüdür.[27] İlâhî lutfun gereği olan sanat yapma eğiliminin yanında, vezin, kâfiye, belâgat, şekil ve türleriyle de bir ilim olan şiirin formlarını tasavvufî şiirde de görebiliriz. Ancak tasavvuf şiirini, öylesine şâir özellikleriyle ve şiir bilgisiyle ortaya çıkan bir şiir olarak görmek mümkün değildir. Nitekim bu şiirde sanat kaygısının yanında ve belki ondan daha çok, içinde bulunulan hâlin dışa yansıması görülür. Dolayısıyla, şiirde mâhir olmayan bir mutasavvıfın da şiir diliyle konuşması mümkündür. Onlar şiiri “tecellî-i ilâhî” olarak gördüklerinden çoğunlukla şâirlik iddiasıyla yola çıkmamışlardır. Bu sebeple mutasavvıf şâirler, şiirlerinde kendilerine has sembolik bir dil geliştirmişlerdir.[28] Bu sembolik dil, edebiyat tarihimiz içerisinde iki tip şâir üretmiştir. Bunlardan ilki, burada ele alındığı çerçevede, bu sembolik dili bizzat tecrübe etmesi dolayısıyla öncelikle sûfîlik vasfına hâiz olan şâirdir. İkincisi de bir fen olarak şiire yaklaşarak bu dilden sadece yararlanan şâirdir. Meselâ, Mevlânâ birinci tip şâirleri temsil ederken, hakîkî aşka ulaşmak için mecâzî aşkı bir köprü olarak gören Fuzûlî ikinci tipe örnektir.

İlk gruba giren şâirin ürettiği edebî metinler de iki kategoride ele alınmaktadır: İlki, mistik muhayyilenin gelişmesine paralel olarak ulaşılan hads (sezgi) ile elde edilen bilgilenme (mârifet) süreci içerisinden sızan gnostik (irfanî) şiirdir. Bu şiirler birer rûhî feryat olarak görülebilir. İkinci tür eserler ise içinde bulunan disiplinin düşüncelerini telkin ve ritüellerini ta’lim etmeyi amaçlayan didaktik eserlerdir. Mevlânâ’nın Divân-ı Kebîr ile ilk kategoride kendisine muhkem bir yer edinirken, ünlü eseri Mesnevî-i Ma’nevî ile de ikinci kategoride görülür.[29] Aynı durum Yunus Emre için de geçerlidir. O da Divan ile birinci kategoride, tasavvuf felsefesine dair öğretici bir mesnevî olan Risâteü’n-Nushiyye ile ikinci kategoride bir şâirdir. Esasen sûfî şâirlerin divân-ı ilâhiyât olarak isimlendirilen şiirleri çoğunlukla birinci grupta ele almak mümkündür. Kezâ başta Mantıku’t-Tayr ve İlâhî-nâme gibi tasavvufî mesnevilerin ekseriyeti ile menâkıbnâme tarzında yazılan eserlerin hemen hepsi ikinci grup içerisinde ele alınabilirler.

Kronolojik Seyir: Bahşi’den Baba’ya Türk Tasavvuf Şiiri

Buraya kadar İslâm toplumlarında derin tesir yaratan tasavvuf kelimesinin semantik mahiyetine ilişkin bazı değerlendirmeler yapılıp, bir duyuş ve düşünüş biçimi olarak edebî hayat üzerindeki tesiri, şiir ve şâir kavramlarına yüklenen anlamdan yola çıkılarak ele alınmıştır. Şimdi de bu disiplinin Türk edebiyatındaki görüntüsü kronolojik çerçevede konu edilecektir.[30]

Başlangıçta bir hususa işaret etmek gerekir: İnsanlık tarihinin başlangıcından itibaren var ola gelen edebî duygu, edebî metinlere yansıyan mâhiyet değişiklikleriyle birlikte dönemlere ayrılarak tahlil ve tetkik edilse de icra edildiği dil havzası içerisinde birbirini takip eden halkalar şeklinde tekâmül etmiştir. Bu noktadan hareketle her ne kadar edebiyat tarihçisinin sahip olduğu metodolojik imkân, Türk milletinin yaşadığı tarihsel olaylara bağlı olarak mahiyet farklılıkları gösteren edebî hayatı dönemlere ayırarak tanıtmaktan yanaysa da dil ve dil ile hayat bulan edebî duygunun basitten mürekkebe doğru seyir ettiği de gözden kaçırılmamalıdır.

Yaşanan tarihsel olaylar ve içine girilen yeni kültürel atmosferler, sahip olunan dil ve edebî duyguyu geliştiren âmillerdir. Medeniyetin menşe’i hakkında ileri sürülen nazariyelerden biri olan tekâmülcü (evolution) nazariye, ilerlemenin basitten karmaşığa doğru bir çizgi halinde, birbiri ile tutarlı merhaleler aşılmak sûretiyle vukûa geldiğini iddia eder. Medeniyetin en bariz göstergesi konumunda olan dil ve ifâdenin devamlılık arz eden bir hâdise olduğu âşikârdır. Dolayısıyla Türk toplumunda İslâmlaşma sonrası üretilen edebî etkinlikler, içine girilen yeni kültür havzasının etkileri ve yaşanan tekâmülün tam olarak anlaşılması, bu tarihsel dönemin öncesini de göz önünde bulundurmayı gerektirir. Şu halde İslâm kültür coğrafyası içerisinde üretilen tasavvuf kavramı ve düşüncesinin, şeylan, sığır ve yuğ şölenlerinde mistik muhayyilenin ve dinî duygunun ürünü olarak icra edilen edebî etkinliklere âşinâ bir toplumda derin tesirler yaratması kaçınılmazdır.[31]

Bu açıdan bakıldığında sûfî şâirleri, İslâm öncesi Türk toplumunda önemli görevler üstlenen kam ve bahşıya benzetmek mümkündür. Rûhânî yönleri de olan kam ve bahşı, dînî şölenlerde mûsikî eşliğinde istiğrak halinde söyledikleri şiirler ve icra ettikleri rakslarla, bir yandan toplumu vecd atmosferine taşırlarken, öte yandan da adeta dînî telkin ve irşat hizmetlerini yerine getirmekteydiler.[32] Bu anlamda çoğunlukla vecd ve istiğrak halinin eseri olan tasavvuf şiiri, İslâm öncesi Türk şiirinin, yeni bir ruh ve düşünce formuyla tezyin edilmiş halidir. Bu ruhun merkezinde tevhid, düşünce formunda ise bu tevhid ilkesine bağlı olarak geliştirilen varlık, etik ve bilgi felsefesi; daha doğrusu yeni bir kozmik tasavvur söz konusudur. Ozanların yerini alan dervişler, ilâhiler söyleyerek gezdikleri her yerde saygı, muhabbet ve güvenle karşılanıyor, her söylediklerine uyulan kutsal kişilikler halinde halka tesir ediyorlardı.

Daha ilk halife Hz. Ebubekir’in hilâfetinin ikinci yılında başlayan fetihlerle Suriye, Filistin, Mısır gibi önemli bölgeler müslüman Arapların eline geçmiş, dönemin güçlü Sasanî İmparatorluğu da tamamıyla ortadan kaldırılmıştır. Böylece İslâm coğrafyası Türk illerine kadar genişlemiştir. Türklerin Araplarla sıcak teması, 642 yılında cereyan eden Nihavend Savaşı sonrasında İslâm ordularının Ceyhun’u geçmesiyle başlar. Bu ilk temastan yaklaşık olarak üç yüz yıl sonra Türkler, İslâmiyet’i büyük topluluklar halinde kabul etmeye başlamışlardır. Bu dönemde Türk illerinde İslâm dinini tebliğ eden gönüllü dervişlerin önemli fonksiyonlar icra ettiği ileri sürülebilir. Nitekim eski Türk inanç ve gelenekleriyle paralellik arz eden metafizik tasavvurları önceleyen tasavvufî hayat, kısa zamanda benimsenmiştir. Dervişler bölgeyi bir ağ gibi sarmış; Herat, Nişabur, Merv, Buhara, Fergana ve daha bir çok yerde bu dervişler tebliğ faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.[33] Daha XII. asıra gelindiğinde Türk illeri tasavvuf ve tarîkatların en yoğun olduğu bölgelerden biri haline gelmiştir.[34] İslâm’ı din olarak benimseyen halk kitlelerinin büyük bir çoğunluğu Baba ve Ata olarak anılan dervişleri benimsemişlerdir. Bazı göçebe boyların içerisine de giren bu dervişler, hem bu boyların İslâm dinini tanımalarına öncülük etmişler, hem de halkın anlayacağı rintlikte bir tasavvuf anlayışını onlara empoze etmişlerdir. Bu kesimlerde şâir-şamanların yerini dolduran Baba ve Ataların ilk temsilcileri, Korkut Ata ve Çoban Ata isimleriyle tanınan sûfîlerdir. Kezâ Muhammed Ma’şuk Tûsî, Emir Ali Ebû Hâlis gibi sûfîler de yetişmiştir. Bununla birlikte Türk sûfîliğinin en önemli temsilcisi Hoca Ahmed Yesevî’dir. Ahmet Yesevî’nin tasavvufî anlayışıyla kurumsallaşarak bir tarîkat hüviyetini kazanan Yesevîlik, her bakımdan bir Türk tarîkatıdır. Bundan başka, Kübrevîlik ve Nakşîlik de bölgelerde gelişen tarîkatlardandır. Ayrıca Anadolu’da Mevlevîlik, Bektaşîlik, Baramîlik ve Melâmîlik tarîkatlarıyla Halvetîlik tarîkatı içerisinde pek çok kol ve şûbe, Türk insanının duygusal evreniyle İslâm’ın öngördüğü mistik tecrübenin sentezinden vücut bulmuştur.

Bu dönemin en önemli sîması olan Hoca Ahmed Yesevî, Mansur Ata, Sa’id Ata, Süleyman Hakim Ata ve Lokman Parende gibi halifelerini ve yüzlerce öğrencisini muhtelif bölgelere gönderdi. Bilhassa hikmet adıyla anılan şiirleriyle yaktığı irfan çerağı Türk illerini aydınlatmıştır. Bu aydınlık içerisinde menkıbelerle çoğalan ve çoğaldıkça da kendini gizleyen bir hayat hikâyesine sahiptir. Moğol istilasıyla birlikte Yesevî dervişleri olan Alp erenler, Harezm, Horasan ve Azerbeycan yoluyla Türklerin yeni yurdu olan Anadolu’ya gelmişlerdir.

Bu dervişlerin beraberinde getirdikleri Yesevî öğretilerinden müteşekkil tasavvufî yol, bir yandan Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasına katkı sağladığı gibi, hikmetlerle oluşturulan edebî zevk de tasavvufî edebiyatın şekillenmesine imkân veriyordu. Kısa zamanda tasavvuf Türk toplumunda yaygınlık kazanmıştır. Özelikle Selçuklular ve Osmanlılar Dönemi’nde mülkî ve askerî bürokratların, saray mensuplarının ve sosyal statüsü yüksek işçi, esnaf ve ahalinin bir tekkede icra edilen âyin ve sohbetlere katılması yadırganmazdı. Bu sebepten birer kitle örgütü olarak hizmet veren tekkelerin ve buraların başında bulunan postnişin ve şeyhlerin sosyal itibarları fevkalade yüksekti. Dolayısıyla sûfî düşünce, geniş kitlelerin teveccüh ettiği bu mekanların ve şahsiyetlerin etrafında zümreleşmiştir. Zamanla bu zümrelerin düşüncelerini, duygularını ve pir olarak kabul edilen tarîkat büyüklerinin kerâmet ve hatıralarını, yazılı ve sözlü ifade etmeleriyle, doğrudan doğruya tasavvuf disiplininden mülhem bir edebî hayat neşet etmiştir.

Genel olarak tasavvufun Türk edebiyatına iki şekilde etkisinden söz edilmektedir. İlki vezin, şekil ve muhteva itibariyle İslâm kültür coğrafyasının bir eseri olan klasik tarzdaki şiirin, özellikle Osmanlı Devleti’nin tarihî süreci içerisinde gelişip XVI. ve XVII. yüzyıllarda gerçek anlamda hüviyetini kazanan divan şiirine etkisi bağlamındadır. Nitekim bu şiir, İran şâirlerine yazılan nâzirelerle gelişmiş; bir dönem Acem tarzı söyleyiş aranmıştır. Bu etkiyi daha çok tasavvufî mesnevîler olmak üzere, menâkıbnâme ve tezkiretü’l-evliyâ türünde eserler ile tasavvufî manâya işaret eden mazmunlarda görmek mümkündür.[35] Tasavvufun Türk edebiyatına ikinci etkisini, Ahmet Yesevî (ö. 1167)’nin başlattığı ve Yesevî dervişleriyle geliştirip yaydığı hikmet geleneğinde aramak durumundayız.[36]

Söz konusu ikinci etki, özellikle Anadolu’da, halk dili ve hece vezni ile halk edebiyatına mahsus şekillerle tamamıyla Türk ve orijinal yeni bir şiirin doğmasına imkân vermiştir. Bu şiirin düşünce zemini, Acem kültürünün tesiri ile yazılan şiirlerden ayrı değildir; fakat gerek dil ve ifadede, gerekse üslup ve vezinde tamamıyla farklı ve orijinaldir. Bir başka ifade ile Farsça ve Acem etkisiyle tasavvufî düşüncelerini yazan büyük şâir Mevlânâ (1207-1273) ile Türkçe ve hikmet geleneği etkisine bağlı olarak yazan Yunus Emre’nin (1250-1320) şiirlerindeki ahlakî öğreti ve felsefe aynıdır; dil, edâ, vezin ve şekil farklıdır. Halk kitlelerinde derin tesir yaratarak asırlarca yazılı ve sözlü bir gelenek halini alan popüler tasavvufî anlayışı da sözü edilen bu ikinci etkinin eseri olarak görmek mümkündür.

Tasavvuf edebiyatının bütün zamanları içinde XIII. asrın büyük önemi vardır. Hem kuruluş, hem ihtişam çağı olarak değerlendirilebilecek bu asırda, Moğol istilasının da etkisiyle Anadolu insanının sosyal yapısı ve maddî imkânları birden bire çöküntüye uğramış ve maddî hiçbir şeye sahip olamayan bu insanlar, sûfî şâirlerin yaktığı aşk çerağı ile aydınlanmış ve manevî zenginliklere ermişlerdir. Türk edebiyatına hayat veren büyük şâirler bu yüzyılda yetişmiştir. Padişahtan tebaaya; sanatkardan rençpere her sınıftan insanın aynı his ve fikir çevresinde toplanmasını sağlayan tasavvufun, Yesevîlik, Haydarîlik, Kalanderîlik, Mevlevîlik ve Bektâşîlik gibi Türk tarîkatlarıyla birçok koldan tesir alanlarını genişleterek yeni yurdu sarmağa başladığı bir dönemdir. Buna mukabil tasavvuf edebiyatı da geniş bir sahada, büyük insan yığınları arasında itibar görmüştür. Moğol istilasıyla birlikte Alp eren olarak tarihe geçen Yesevî dervişleri ve Horasan Melâmîliği’nin tipik temsilcileri olarak kabul edilen Haydarî Dervişleri, göçebe halk topluluklarına katılıp yeni yurda göç ederek buralarda yerleşmişlerdir. Gerek Yesevîler gerekse Haydarîler, eski halk edebiyatının imkânları dâhilinde söyledikleri sûfîyâne şiirlerle Anadolu’da halk kültüründen beslenerek gelen bir şiir tarzının doğmasına sebebiyet vermişlerdir. Dinî tasavvufî halk şiiri, tekke şiiri ve tasavvuf şiiri gibi isimlerle anılan bu edebî tarz, eski milli şekil ve milli vezinlere giydirilen İslâmî ruh ile geniş halk kitlelerinde etkili olmuştur. Yunus Emre’yle birlikte zengin bir geleneğe dönüştürülen bu tarz, bilahare Yunus muâkibleri olarak tavsif edilen sûfî şâirler tarafından sürdürülmüştür.

Öte yandan aslen Belh’li bir aileye mensup olan Mevlânâ’nın İslâmî İran Edebiyatı’nın tesirinde Farsça olarak kaleme aldığı tasavvufî manzûmeler de farklı bir geleneği inşa etmiştir. Mevlânâ’nın ardından, daha çok münevver olarak addedilen bir çevrede yayılma alanı bulan bu gelenek içerisinde üretilen edebî metinler de daha sonraki dönemlere ilham verecek niteliktedir. Bununla birlikte Mevlana, hitap ettiği halk kitlelerini göz önünde bulundurarak Türkçe ve Rumca şiirler de söylemiştir.[37] Mevlevilik yolunu kurumsallaştıran Sultan Veled (1226-1312) de Türk halka hitap etmek amacıyla Türkçe şiirler yazmıştır. Buna mukabil daha çok halk kitleleri arasında etkili olan Hacı Bektaş-ı Velî’nin (ö.1210?) Arapça olan Makâlât isimli eseri manzum ve mensur olarak Türkçe’ye çevrilmiş, Ahmet Fakih (ö. 1252?) ve Şeyyad Hamza (?-?) gibi şâirler Türkçe yazdıkları şiirlerle, Anadolu’da tekevvün eden edebî hayatı beslemişlerdir. Bu şâirlerin temelde ele aldıkları konu dinî ve tasavvufî muhtevalıdır. Böylece İslâmî emirler halkın anlayacağı seviyede edebî bir zevkle işlenerek sunulmuş, Türk Müslümanlığı olarak ifade edilmesi mümkün olan bir dinî anlayış oluşturulmuştur. Bu sebepten özellikle on üçüncü asır şâirlerini sadece dil ve edebiyat yönünden ele almak yeterli olmaz. Onlar Anadolu’da yoğrulan yeni bir medeniyetin de öncüleridir. Bu medeniyet, daha önce bu topraklarda hayat sürmüş kadim kültürleri de reddetmeden Türk millî değerleri ve İslâm akîde, ahkam ve düşüncesinin kimyâsından ibarettir. Dolayısıyla bu dönemde gerek tercüme ve gerekse telif hareketlerinin hızla arttığına tanık olmaktayız. Bir yandan Arapça dinî metinlerin tercümesi, öte yandan Farsça tasavvufî mesnevîlerin adaptesi ve teliflerle uğraşan şâir ve yazarlar, bu yeni yurtta inşâ etmeye başladıkları medeniyetin temellerini atmaktaydılar. Bu itibarla dönemi Anadolu’daki Türk kültür hayatının tedvin asrı olarak da tavsif etmek yerinde olur.

XIV. yüzyıl daha çok Yunus muakiplerinin asrı olarak kabul görür. Bu dönemde bir yandan Yunus’un izinde giden şâirler tekkelerde şiirler söylerken öte yandan da kurumsallaşarak Mevlevîlik adıyla bir tarikat hüviyetini kazanan Mevlana’nın açtığı çığır, ortak İslâm kültürünün ve bilhassa İran şiirinin etkisi altında kendi elit zümresini oluşturma sürecinde önemli başarılar sağlamıştır.

Türk halkına tasavvufî ilkeleri öğretmek amacıyla Garibnâme’yi kaleme alan Âşık Paşa (1272-1333), doğrudan doğruya tasavvufu konu edinen Fakrnâme ve Vasf-ı Hâl isimli mesnevîleri de telif etmiştir. Menâkıbnâme tarzının ilk örneği olan Menâkıbü’l-Ârifîn’in yazarı Eflâkî (ö.1360), Hacı Bektâşî Velî’nin müridi olup Yunus tarzını bu muhit içerisinde en güzel temsil eden Said Emre (?-?), Attar’ın Mantıku’t-Tayr isimli ünlü mesnevîsini Türkçeye adapte eden Gülşehrî (?-?) ve Siyerü’n-Nebî isimli mensur eseriyle bizdeki ilk siyer çalışmasını ortaya koyan Mustafa Darîr önemli metinler ortaya koymuşlardır.

Bu yüzyılın sonlarında şiirlerinde ele aldığı konular şeriata aykırı bulunduğundan idam edilen Nesîmî (ö. 1404) ile birlikte tasavvuf düşüncesi içerisinde batinî tevil ve tefsirleriyle başlı başına bir ekol olan Hurûfîlik de Türk edebî hayatına dâhil olmuştur. Bilhassa İslâmî edebiyatlarda aşk şehidi olarak kabul görüp farklı mazmunlara ilham teşkil eden Hallac-ı Mansur’a teşbih edilen Nesîmî, yaşamı, düşünceleri ve şiirleriyle mutasavvıf şâirleri etkilemiştir. Pek çok şâir tarafından şiirleri tanzir edildiği gibi, idam edilmesine dair söylence etrafında mazmunlar da oluşmuştur.

XV. asır, Timur’a karşı kaybedilen savaş dolayısıyla Anadolu’da Türk birliğinin dağılmasıyla başlar. Bu dağınıklık Timur’dan da sonra devam etmiş, şehzâde ve beyler arasındaki iktidar mücâdeleleri halkın üzerinde siyâsî ve iktisâdî buhranların teşekkülüne sebebiyet vermiştir. Bununla birlikte Çelebi Mehmed’in etrafında yeniden bir toparlanma gerçekleşmiş, kısa zamanda toparlanan yönetim, daha güçlü bir devlet ve toplum oluşturmaya çalışmıştır. Bunda büyük oranda başarılı da olunmuştur. İstanbul fethedilerek Türk-İslâm kültürünün merkezi haline dönüştürülmüştür. Bazı tarihçilerin Fatih Rönesansı olarak tavsif ettikleri bir dönemi de içine alan bu asrın, Bizans geleneğini reddetmeden yeniden yapılanma sürecine giren devletin reorganizesi, bilim ve sanat ehline verilen değere paralel olarak dinî ve tasavvufî ilimlerde de gelişmenin yaşanmasına da imkân vermiştir.

Bu dönem, coğrafyalarda bulunan Türk toplulukları üzerinde fikrî, dinî, mimârî ve sanat açısından tasavvufun geliştiği, merkezden muhite yayıldığı bir çağdır. Bu gelişmelere paralel olarak tasavvuf edebiyatı da yücelip çığ gibi büyümüştür; bu bakımdan dönem, gerek şâir, gerekse eser yönünden oldukça zengindir. Nitekim dönem içerisinde, İbrahim Peygamber’in hayatını mesnevî tarzında Halilnâme ismiyle kaleme alan Abdülvâsî Çelebi (?-?), alanında yeni bir türün oluşmasını sağlayan Vesîletü’n-Necât’ın şâiri Süleyman Çelebi (ö. 1422), Ankara’yı merkez edinerek çiftçi ve esnaf üzerinde derin tesirler icra eden Bayramiye Tarîkatı’nın kurucusu Hacı Bayram-ı Velî (1332-1429), şeyhi Somuncu Baba ismiyle maruf Hamîd-i Velî (1325-1413), Emir Sultan (1368-1429), Germiyanlı Şeyhî (1371-1431), Gülşen-i Râz isimli mesnevînin sahibi Elvân-ı Şirâzî (?-?), Hacı Bayram’ın ünlü halifesi ve Fatih’in hocası Akşemseddin (1389-1458), hamse sahibi Akşemseddin- zâde Hamdullah Hamdi (1499-1503), populer dinî kültürün önemli metinlerinden biri olan Muhammediye’nin sahibi Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 1451), Yazıcıoğlu’nun kardeşi ve Envâru’l-Âşıkîn’in şâiri Ahmed Bîcan (ö. 1466), tasavvufî rindliğin en önemli temsilcisi Kaygusuz Abdal olarak da tanınan Alaiyeli Alaaddin Gaybî (ö. 1444), Eşrefoğlu Rûmî (1469), Rûşeniyye isimli bir tarîkat kolunun da kurucusu olan Dede Ömer Rûşenî (ö. 1487), Kemal Ümmî (ö. 1475), Cemâl-i Halvetî (ö. 1469) ve İbrahim Tennûrî (ö. 1482) gibi çoğu aynı zamanda birer şeyh olan şâirler yetişmiştir.

Bu asırda dinî edebiyatın yanında, din dışı eğilimleri önceleyen edebî etkinliklerin de bâriz bir şekilde varlık sahnesine indiğine tanık olmaktayız. Bununla birlikte bu edebî etkinlik tasavvufun geliştirdiği metaforik zeminden ve dilden yararlanmıştır. Öte yandan Tasavvuf düşüncesi, Türk toplulukları arasında, fikrî, edebî ve mîmârî açıdan bütün canlılığı ile gelişmiştir. Osmanlı tarzı olarak tavsif edilen klasik mîmârî, özellikle dînî yapılarda, doğrudan doğruya tasavvuf kültürünün mücerret ve sembolik dilinden etkilenmiştir. Bu bakımdan divan edebiyatı-tasavvuf edebiyatı imtizacının yoğun bir şekilde kendini gösterdiği gibi dinî-tasavvufî edebiyata gönül verenler çoğalmış, böylece tasavvuf, Türk edebiyatının seyrine yön vermeye başlamıştır.

XVI. asır siyâsî alanda yükseliş dönemini temsil eder. Anadolu’yu merkez edinerek kurulan Osmanlı Türk Devleti’nin coğrafî planda sınırlarının en geniş olduğu bir dönemdir. Buna paralel olarak iktisâdî ve sosyal gelişmeler de bariz bir şekilde kendini gösterir. İstanbul, sadece Türkler için değil, bütün bir dünya için önemli bir kültürel ve siyâsî merkez olmuştur. Bununla birlikte bu dönemde tasavvuf edebiyatında güçlü temsilcilerin yetiştiğini söylemek de güçtür. Yunus’u takip eden birkaç güçsüz soluk dışında pek mutasavvıf şâir görülmemektedir. Bununla birlikte Bayramiyye tarîkatı içerisinden çıkan ve İkinci Devre Melâmîliği olarak kabul edilen vahdet-i vücûdçu tasavvufî yorumun, Ahmed-i Sarban ve İdris-i Muhtevî ile edebî sahada yer edinmeye başladığına tanık olunmaktadır.

Tasavvufî şiirin beklenen gelişme eğrisindeki düşüşte, estetik anlamda zirveyi yakalayan divan şiirinin payı olsa gerektir. Edebî ve estetik zevk tekâmül ettikçe, dînî ve tasavvufî duyguyla öğreticiliği ve telkini önceleyen edebî metinlerin kaleme alınmasında azalma olmuştur. Öte yandan pek çok dinî- tasavvufî hayâl, imaj ve fikirler divan edebiyatının klasikleşen çerçevesine sızmaya başlamıştır.

Bu dönemde Molla Câmi’nin ünlü eseri Nefehatü’l-Üns’ü tercüme eden Nakşî şeyhlerinden Lamiî Çelebi (1473-1532), İbnü’l Arâbi’nin ünlü eseri Nefehatü’l-Üns’ü tercüme eden Nev’î Yahyâ (ö. 1599), Gencine-i Râz ve Şâh u Gedâ isimli ahlakî ilkeleri telkin edici mesnevîlerin yazarı Dükagin- zâde Taşlıcalı Yahya (ö. 1582), Kerbela faciasının destanı olarak nitelendirilmesi mümkün olan Hadîkatü’s-Süedâ isimli makteli ve mecazî aşktan hakîkî aşka geçişi anlatan Leylâ vü Mecnûn ile dinî edebiyata dair Hadîs-i Erbaîn Tercümesi’ni yazan Fuzûlî (1480-1556) ve sultânü’ş-şu’arâ olarak tavsif edilen Bakî (1526-1610) yetişmiştir. Bunlardan başka Kara Fazlî, Hilye-i Hakânî ve Hadîs-i Erbâin Tercümesi ile haklı bir şöhrete ulaşan Hakânî Mehmed Bey (ö. 1606), Dükâgin-zâde Ahmed (ö. 1557), Halvetîlik içinde Gülşeniyye kolunun kurucusu olan İbrahim Gülşenî (ö. 1533), Ahmet Sarban (ö. 1545), Vahip Ümmî (ö.?) ve Halvetîlik içerisinde Sinâniyye kolunu tesis eden Ümmi Sinan (ö.1568), Üftâde (1477), Şemseddin Sivâsî (ö.1597), Seyyid Seyfullah (ö. 1601), Hurûfî şâir Arşî (ö.?) ve şathiyyesi ile tanınan Azmî Baba (ö.?) dönemin önemli şâirleri olarak kabul edilmektedir.

XVII. asır siyâsî alanda duraklama asrı olarak bilinir. Devlet, bozgun, yenilgi ve iç karışıklıklarla siyâsî ve iktisâdî alanda gücünü giderek kaybederken, içeride de iç ayaklanma ve fikrî tartışmalarla sosyal buhranlar artmıştır. Siyâsî anlamda gelişen Celâlî isyanlarına kaşın dînî kültürel alanda da Sivâsîzâdeler- Kadızâdeliler mücâdelesi adıyla tarihe geçen tekke-medrese tartışmalarının ayyuka çıktığı bir dönemdir.[38] Bununla birlikte bu münâkaşaların edebî hayatı canlandırdığı ileri sürülebilir.[39] Geçen asırda adeta sindirilen sûfî çevreler, entelektüel anlamda çıkışlarını yaparak medreseliler tarafından ileri sürülen eleştirilere, ilmî ve edebî üslup içerisinde cevap vermişlerdir. Böylece dinî-tasavvufî edebiyat alanında canlanma görülmüştür.

Bu tartışmalardan olsa gerek, yeni tekkelerin inşaları da artmıştır. Bu itibarla dönem, sayıları gittikçe artan tekkelerde şiir ve mûsikînin ön plana çıktığı ve hece-aruz ayrımı yapılmaksızın bol miktarda tasavvufî şiir örneklerinin verildiği bir çağdır. İşlediği konularıyla halk dilini, zevkini, duygu ve inancını esas alarak gelişen tasavvuf şiiri, gittikçe çoğalan tekkelerde, Türk mûsikîsiyle ahenkli, coşkun ve raksan ilâhilerin yayıldığı bir ortamda gelişmiştir. Bu dönemin önde gelen sûfî şâirleri; Muhyî (ö. 1611), İdris-i Muhtefî (ö. 1615), Adlî (ö.1617), Zakirî (ö. 1622), Hüseyin Lâmekânî (ö. 1624), Derviş Osman (ö. 1627), Aziz Mahmûd Hüdâyî (ö. 1628), Âhizâde Hüseyin Hüdâyî (ö.1633), Şeyhî (ö. 1639), Fakir Ednâ, Kul Budala, Abdulehad Nûrî (ö.1650), Akkirmanlı Nakşî (ö. 1651), Adem Dede (ö. 1652), Zâkirzâde Abdullah Biçâre (ö. 1657), Cahîdî (1659), Sarı Abdullah Abdî (1584-1660), Sinan-ı Ümmî (ö. 1664), Sunu’llâh-i Gaybî (ö. 1676), Divitçizâde Mehmed Talib (ö. 1679), Derviş Himmet (ö. 1683), Niyâzi-i Mısrî (ö. 1693) ve Mehmed Nazmî’dir (ö. 1700). Öte yandan dinî-tasavvufî temaya sıkça vurgu yapan şâirlerden Şeyhülİslâm Yahya (1552-1644), Nâil-i Kadîm (1610-1666), Hilye-i Enbiyâ isimli eseriyle tanınan Neşâtî Ahmed Dede (ö. 1674) ve Hadîs-i Erbaîn, Hayriyye ve Hayrabâd gibi eserleriyle dinî edebî tarih içerisinde önemli bir şöhret edinen Yusuf Nâbî’yi (1642-1712) de zikretmek gerekir.

XVIII. asır, geçen asırdan miras kalan siyâsî, iktisâdî ve sosyal sıkıntılarla geçmiştir. Bu asırda, Lâle devrini kapatan Patrona Halil İsyanı ve ıslahat hareketlerinin öncülerinden olan III. Selim’in ölümüne sebebiyet veren Kabakçı Mustafa İsyanı gibi iki önemli sosyal hareket yaşanmıştır. Aynı şekilde bu dönem, özellikle dînî tasavvufî edebiyatının umûmi bir duraklama ve gerilemeye yöneldiği çağ da ifade eder. Eski coşkunluk kalmamıştır. Bunun yanında mesnevî Tercümesi ile tanınan Süleyman Nahifî (1648-1738), tasavvufî yaşantıyı kendine şiar edinen Şeyh Galib (1757-1799), onun ünlü müridi Esrar Dede (ö. 1796), Mirâciye ve Rûh-ı Mesnevî gibi pek çok eser bırakan Bursalı İsmail Hakkı (ö. 1724), Edirne’de Gülşenî şeyhi olarak ünlenen Sezâî (ö. 1738), Nakşî mürşitlerinden Neccar-zâde Rıza (1679-1746) ve Mârifet-nâme adlı ansiklopedik eseriyle tanınan Erzurumda İbrahim Hakkı (1703-1772) önemli şâirlerdir. Bunlardan başka, Mahvî, Mehmed Nasûhî, Mehdî, Hasan Senâyî, Mustafa Azbî, Hasan Sezâyî, Süleyman Zâtî, Cemâleddîn-i Uşşâkî, Mehmed Salih Sahvî, Şîrî, Şahî, Derûn Abdal, Derviş Ahmed Gurbî, Kasım Dede, Ahmed Mürşidî, Üsküdarlı Hâşim, Fahreddin Fahrî ve Mustafa Zekâî de tasavvufî şiir vadisinde eserler ortaya koymuş şâirlerdir.

XIX. asır ıslahat hareketlerinin devletin temel politikalarını belirlediği dönemdir. Yeniçeri Ocağı’na karşı Nizâmî Cedîd Ocağı’nın kuruluşuyla başlayan bu asırda, Tanzîmat Fermânı ve Islahat Fermânı gibi batılılaşma yönünde güçlü adımlar atılmıştır. Bu siyasî yönelişe paralel olarak edebî sahada da batılılaşma kendini gösterir. Fakat geleneksel edebî anlayışın idâme ettirilmesine dönük gayretler de artmış, Encümen-i Şu’arâ kurulmuştur. Sosyal değişmelerin hızla geliştiği, siyasî-ideolojik kutuplaşmaların olduğu bu çağda tasavvufî edebiyatta da zayıflama görülür.

Bununla birlikte divan tarzında, Leskofçalı Galib (1828-1867), Hersekli Arif Hikmet (1839-1903), Yenişehirli Avnî (1826-1883), Şeyhülislâm Arif Hikmet (1786-1859) ve Osman Şems (1813-1893) önemli şahsiyetler olarak karşımıza çıkmaktadır. Gülşen-i Aşk isimli tasavvufî mesnevîyi kaleme alan ünlü şâir Keçeci-zâde İzzet Molla (1775-1826), Nakşibendî ve Mevlevî olarak tanınmaktadır. Kezâ Târifü’s-Sülük isimli eserin müellifi Nazif Dede (1794-1861), Kuddusî (1760-1848), Sivaslı Sûzî (1765-1830), Bektâşî mürşitlerinden Mehmed Ali Hilmi Dede (1842-1907), onun müridlerinden Edib Harâbî Baba (ö. 1918), Hanya Mevlevî-hânesi dedelerinden Kara Şemsî (1828-1884), Terzi Baba adıyla anılan Hayyat Vehbî (ö. 1847), aşık tarzındaki deyişleriyle tasavvufî duygularını ifade eden Dertli (ö.?), Seyrânî (ö.?) ve Türâbî (ö.?) gibi şahsiyetler bu dönemde tasavvufî duyguları öne çıkartan şâirlerdir.

Sonuç

Görüldüğü gibi tasavvuf, sunduğu derûnî düşünce ve hayat biçimi ile Türkler arasında İslâm’ın yayılmasına imkân sağladığı gibi, bu yeni dînin esas ve ilkelerini geniş kitlelere benimsetmekte önemli bir rol üstlenmiştir. Kısa bir sürede Türk millî kültürü içerisinde teşekkül eden tarîkatlar mârifetiyle de bütünüyle Türk illerinde kabul görmüştür. Bilhassa Anadolu’nun yeni vatan halini almasında kayda değer hizmetler icrâ ettiği tarihen sâbittir. Tekke, ribât ve hangâhlarda organizel mahiyete kavuşan tasavvuf, kendi içerisinde zümrelerini oluşturmuştur. Buralarda üretilen edebî metinlerle de tasavvuf edebiyatı vücut bulmuştur.

Tasavvuf edebiyatı, hem ortak İslâm kültürü içerisinde gelişen nazım şekli, türü ve veznini esas almış, hem de millî ölçü ve ahenkten yararlanmıştır. Pek çok sûfî şâirin ortaya koyduğu edebî ürünlerde bu iki yönün mezc edildiği görülür. Bu yönüyle onlar maksatlarına uygun düşen nazım şekillerini kullandıkları gibi, bir divan içerisinde hece ile aruzu da bir araya getirmeyi başarmışlardır. Dolayısıyla bir sûfî şâirin tertip ettiği divanda, beyit ve bend düzeniyle yazılan divân şiirine ait şekiller ile dörtlük düzeniyle yazılan saz şiirine ait şekilleri bir arada görmek mümkündür. Bununla birlikte en çok kullanılan nazım şekilleri, gazel, mesnevi ve koşmadır.

Sûfî şâirlerin tertip ettikleri divan, çoğu kere klasik tarzda müretteb bir divan olma niteliğini hâiz değildir. Nitekim divan-ı ilâhiyât olarak isimlendirilen bu divanları tertip eden şâirler, şâirlik vasfını teberrüken, teyemmümen ya da tenezzülen taşıdıklarını her fırsatta ileri sürdüklerinden, şâirliği meslek edinen diğer meslektaşları gibi her bakımdan mükemmel bir divan tertip etme imkânına sahip olamamışlardır. Bununla birlikte klasik şiir tarzıyla tanzîm edilen her divanda görülen tevhîd, münâcât ve na‘t başta olmak üzere, müstakil ya da bir mesnevînin bölümü olarak kaleme alınan mi‘raciye, mevlid ve hilye, daha çok kasîde ile yazılan ramazannâme gibi manzum türler, tasavvufî edebiyat içerisinde de kullanılmıştır. Bunlardan başka tasavvuf edebiyatında âyin, nefes, topuğ, durak deme ve cumhur olarak da addedilen ilâhi, nutuk, devriye, şathiyye, menâkibnâme, silsilenâme ve dergahnâme gibi tasavvuf edebiyatına münhasır türler de bulunmaktadır.

Mutasavvıf şâir, genellikle Allah’ı övmeyi, O’na yakarmayı, O’nun kudret, vahdet ve azametini telkin yoluyla anlatmayı, Hz. Peygamber ve ehl-i beytine olan sevgiyi aktarmayı, Peygamber’in şefâatini talep etmeyi, tarîkat adâbı ve erkânı ile tasavvufun incelikleri ve sülûkün dereceleri gibi konularda tarîkata yeni girecek kişilere rehber olmayı ve tasavvuf felsefesinin tekvin, mârifet ve aşk hakkındaki görüşlerini sunmayı amaçlamaktadır. Bazı metinlerde dönemin sosyal olaylarının da tasavvufî bakış açısıyla irdelendiği olur. Bu bakımdan tasavvuf edebiyatı, İslamlaşma sonrası Türk toplumunun sosyal ve kültürel tarihine kaynaklık eden metinler sunmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Bilâl KEMİKLİ

Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 880-890

TARİH : OSMANLI DEVLETİ’NİN İLK ŞEYHÜLİSLÂMI MOLLA FENÂRÎ’NİN TASAVVUFΠYÖNÜ


OsmanlIlarda birçok ilmiye mensubunun tasavvufla alâkadar olduğu bilinmektedir. Asırlardır ilmî üstünlüğü ve yetkinliğiyle haklı şöhrete sahip bulunan Molla Fenârî (ö. Mart 1431) bunların önde gelenlerindendir. Asıl adı Şemseddin Muhammed olan Fenârî, Yıldırım Bayezid Dönemi’nde başkent Bursa’da kadılığa, Sultan II. Murad Dönemi’nde de ilk defa olarak Şeyhülislâmlık makâmına getirilmiş önemli bir âlimdir. Onun tasavvuf düşüncesi ve kültürüne olan yakın ilgisi, kaleme aldığı birçok eserinde açıkça görüldüğü gibi, “el aldığı” şeyhler ve mensup olduğu tarîkatlar da güvenilir kaynakların verdiği bilgilerden öğrenilebilmektedir. Kaynaklardaki bu bilgilerin bir kısmı bazı çağdaş müellifler tarafından muhtelif çalışmalarda kullanılmış ve Fenârî’nin tasavvufî yönüne daha önce de işâret edilmiştir; ancak bunların bir kısmı hatalı, bir kısmı da yetersizdir. Bu araştırmada konu ile ilgili yeni bilgiler sunulurken yeri geldikçe önceki çalışmalara da işâret edilerek gerekli ilâve ve düzeltmelerin yapılması hedeflenmektedir.

Kuruluşundan itibaren tasavvuf ehlini koruyup kollayan Osmanlı Devleti, ortaya koyduğu bilinçli politikalar sâyesinde medrese ile tekke arasında sağlıklı bir denge oluşturmayı başarmış gözükmektedir. Kurulan bu denge Osmanlı toplumda önemli oranda “mutasavvıf-âlim” tipinin yetişmesine imkan sağlamıştır.[1] İşte konumuz olan Molla Fenârî de bunların ileri gelenlerinden biridir. Bu açıdan bakıldığında Fenârî, yalnızca tasavvufa ilgi duyan bir âlim olmaktan öte, Osmanlı tasavvuf târihinde önemli bir işlevî üstlenen köşe taşlarından biri olma niteliğini taşımaktadır. Nitekim o, bir şeyhülislâm olarak zamanında ulemânın başı durumunda olduğu gibi, aynı zamanda entelektüel tasavvuf anlayışını sürdüren Ekberiyye mektebinin önemli bir temsilcisi ve birçok tarîkat silsilesinin kendisinde birleştiği önemli bir merkez durumundadır. Onun bu çok yönlü durumu bir yandan tasavvuf ehlince öteden beri uygulanagelen birtakım âdâp ve usulleri benimseyip bizzat icrâ etmesine, diğer yandan da tasavvufa muhâlif olanlara karşı bir kısım eserler yazarak tasavvuf düşünce ve anlayışını benimsetmek için gayret göstermesine vesîle olmuştur. O dönemde sûfîlerin uyguladığı tarîkat âdâp ve erkânını savunmak için müstakil bir risâle kaleme almış olması bunun en güzel göstergesidir. Giriş kısmında eserin yazılış sebebini şu şekilde açıklamaktadır:

“Bazı kimseler tasavvuf ehlinin yaptıklarını bid’at, tavırlarını gösteriş ve aldatma, sözlerini de yalandan ibâret zannetmektedirler. Oysa ben biliyorum ki, onlar Peygamberden mîras olarak aldıklarını uyguluyor, Kitap ve Sünnet’in gösterdiği sağlam ve emin bir yolda yürüyorlar…”[2]

Fenârî’nin daha başka bir kısım eserlerinde de tasavvuf düşünce ve anlayışını özellikle ilmiye mensuplarına benimsetmek için özel çaba sarf ettiği gözlenmektedir. Ekberiyye mektebinin İbnül- Arabî’den sonra ilk temsilcisi Sadreddin Konevî’nin vücut, vücut mertebeleri vb. konulardan bahsettiği Miftâhu’l-gayb isimli eserine yazdığı şerhin (Misbâhu’l-üns) ön sözünde açıkça, tasavvuf ehlinin ortaya koyduğu keşfî kâideleri (kavâid-i keşfiyye) mümkün olduğunca nazar ve burhan metodunu kullananların (ulemâ) akıllarına uygun gelecek şekilde açıklamaya çalıştığını belirtmekte,[3] aynı çabayı Fâtiha sûresinin tefsîri sadedinde kaleme aldığı Aynü’l-âyân isimli eserinde de göstermektedir. Fenârî burada Fusûsü’l-hikem’in ilk şârihi olarak bilinen Müeyyidüddin Cendî’nin bir mesele hakkındaki îzâhına karşı, “Şeyhin bu görüşünü zâhir bakımından doğru anlamak çok zordur (müşkildir). Hatta bu, tasavvuf ehli olmayan akıl sâhiplerini dalâlete düşürecek mâhiyettedir” diyerek kendisi o hususta anlaşılabilir bir açıklama yapmaya çalışmıştır.[4] Ayrıca şu da belirtilmelidir ki, Fenâri bâzı eserlerinde ulemâya tasavvuf düşüncesini kabul ettirmek için çaba sarf ederken, aynı zamanda hakîkate ulaşma noktasında tasavvuf ehlinin kullandığı metodun (keşf) önemine ve ilim erbabına sağlayacağı katkılara da işâret etmiştir. Örneğin zâhir ilimlerle tasavvuf ilmini mecz ettiği adı geçen Aynü’l-âyân isimli eserinde[5] ilm-i tefsîr ile alâkalı bilgi verirken müfessirin muhtaç olduğu hadis, fıkıh, kelâm gibi ilimlerin yanı sıra “mevhibe ilmi”ni de zikretmesi[6] ve âyetlerin tefsîri sırasında zaman zaman keşfin verilerine de başvurmuş olması[7] bunu göstermektedir. Ona göre sûfilerin benimsediği keşif ilmi, dinin temel kaynaklarını da ihtivâ edecek kadar geniş bir alanı içine almaktadır. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin girişine yazdığı şerhte gâyet net bir şekilde şöyle diyor:

“Usûluddin olarak kabul edilen kelâm ilminin asılları Kitap ve Sünnet’tir. Binâenaleyh Kitap ve Sünnet ‘usûlü usûliddin’ olmaktadır. Kitap ve Sünnet’in asılları da gaybî ve ledünnî olan keşfî ilimlerdir. Bu durumda keşfî ilimler ‘usûlü usûli usûliddin’ olmaktadır.”[8]

Fikrî açıdan kendi döneminde tasavvuf düşünce ve anlayışını bir kısım eserleriyle savunmuş olan Fenârî’nin, fiilî olarak da bizzat tasavvufun içinde olduğu görülmekte, devlet nezdindeki yüksek mevkiine rağmen başına derviş tâcı, üzerine de basit ve sâde giysiler giymeyi tercih ettiği belirtilmektedir.[9] Öyle anlaşılıyor ki o, bir yandan şeyhülislâmlık görevini icrâ ederken diğer yandan da tarîkat şeyhliği vazîfesini yürütmekteydi. Düşünce olarak Ekberiyye mektebinin görüşlerini benimsemişti. Bilindiği gibi Ekberiyye, vahdet-i vücut anlayışı başta olmak üzere Muhyiddin İbnü’l- Arabî’nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu bir mekteptir. Bursalı M. Tâhir ile daha sonra İ. H. Uzunçarşılı gibi müellifler, Fenârî’nin feyz aldığı tarîkatları sayarken Ekberiyye’yi de bu tarîkatlardan biri olarak saymış,[10] bazı araştırmacılar da bu görüşü benimsemişlerdir.[11] Ancak Ekberiyye’nin tarîkattan çok bir entelektüel tasavvuf/mektep olarak kabul edilmesi daha doğrudur. Gerçi Ekberiyye’nin mektep olarak kabul edilişinin yanı sıra, bir tarikat olduğunu söyleyenler de vardır,[12] fakat Fenârî’nin Ekberiyye ile ilişkisinin daha çok entelektüel planda olduğu anlaşılmaktadır.

Molla Fenârî Ekberiyye mektebinin görüşlerini, Taşköprîzâde ve Hoca Sâdeddin Efendilerin kaydına göre, İbnü’l-Arabî’nin evlatlığı Sadreddin Konevî’nin (ö. 1274) talebelerinden olan babası Hamza’dan öğrenmiştir.[13] Hamza Efendi, Konevî’den okuduğu Miftâhu’l-gayb isimli eserini oğluna okutmuş ve oğlu Fenâri de yukarıda işâret edildiği gibi, bu eseri daha sonra şerhetmiştir (Misbâhü’l- üns).[14] Fenârî’nin ayrıca babasından sonra hem bu eseri,[15] hem de İbnü’l-Arabî’nin Fusûsü’l- hikem’ini okuttuğu kaydedilmektedir. Onun özellikle Füsûsü’l-hikem’i okutması ve İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini aşırı derecede savunması sebebiyle bir kısım tenkitlere de maruz kaldığı nakledilir.[16] Fenârî’den Konevî’nin Miftâhu’l-gayb’ını okuyup icâzet alanlar arasında Yıldırım Bayezid’in dâmâdı

Kübreviyye şeyhi Buhâralı Emir Sultan da bulunmaktadır. Taşköprîzâde Emir Sultan’a âit Fenârî’nin icâzet yazdığı Miftâhu’l-gayb nüshasını gördüğünü belirtmektedir.[17]

Molla Fenârî Sadreddin Konevî’den babası Hamza Efendi vâsıtasıyla Ekberiyye mektebinin görüşlerini aldığı gibi, ayrıca Harîrîzâde’nin tasnifine göre Ebheriyye’nin bir kolu olan Evhadiyye tarîkatından da iki ayrı silsileyle hilâfet almıştır.[18] Bu silsilelerde İbnü’l-Arabî’nin evlatlığı Sadreddin Konevî’nin de bulunması dikkat çekmektedir. Kaydedildiğine göre Sadreddin Konevî İbnü’l-Arabî’nin fikir mîrasını tevârüs etmekle kalmamış, on altı sene hizmetinde bulunduğu Evhadiyye tarîkatının kurucusu Evhadüddin Kirmânî’den de tarîkat icâzeti almıştı. Onun, bu iki büyük zâtın yanında yetiştiğini ifâde için “Ben iki anadan süt emdim” dediği nakledilir.[19] İşte Molla Fenârî’ye Sadreddin Konevî’den gelen tarîkat silsilelerinden biri (Şeyh Evhadüddin Kirmânî > Şeyh Sadreddin Konevî > Şeyh Hamza > Molla Fenârî),[20] Ekberiyye mektebinin silsilesiyle (Sadreddin Konevî > Şeyh Hamza > Molla Fenârî) aynı olduğu için olmalı, bazı müellifler yanlışlıkla onun Ekberiyye tarîkatından hilâfet aldığını söylemişlerdir. Oysa Ekberiyye’den aldığı düşünce mirâsıdır.

Aynı silsileden tarîkat olarak aldığı ise Evhadiyye’dir. Fenârî bu tarîkattan meşhur hadis hâfızı İbn Hacer Askalânî’ye hilâfet vermiş ve silsile Askalanî’den sonra şu şekilde devam etmiştir: Şeyhülislâm Zekeriyya el-Ensârî > Şeyh Ebu’l-Hasan el-Bekrî > oğlu Şeyh Muhammed el-Bekrî.[21]

Molla Fenârî’ye aynı tarîkatın Sadreddin Konevî’den gelen diğer silsilesi ise Hacı Bayrâm-ı Velî’nin de şeyhi olan Hamîdüddin Aksarâyî/Kayserî (Somuncu Baba) vasıtasıyla ulaşır. Tibyân’ın hâmişinde silsile şu şekilde kaydedilmiştir: Şeyh Sadreddin Konevî > Şeyh Şemseddin Mûsa Tebrîzî > Şeyh İzzeddin Yûsuf Kayserî > Şeyh Şemseddin Mûsa Kayserî > oğlu Şeyh Hamîdüddin Aksarâyî (Somuncu Baba) > Molla Fenârî.[22] Tibyân müellifi Harîrîzâde bu silsile dolayısıyla Somuncu Baba’nın Ebheriyye tarîkatına bağlandığını belirtmiştir ki,[23] bu aynı zamanda Evhadiyye’ye bağlanması anlamına gelmektedir. Zira silsile Sadreddin Konevî’nin şeyhi olan Evhadiyye’nin kurucusu Evhadüddin Kirmânî’den yürüyerek Ebheriyye’nin kurucusuna (Kutbuddin Ebherî) çıkmaktadır.[24] Molla Fenârî de Somuncu Baba’dan hilâfet almakla bu silsile ile aynı tarîkata bağlanmış demektir. Fenârî’nin bu tarîkata (Ebheriyye) bağlanan üçüncü bir silsilesi daha vardır ki, onu da yine Somuncu Baba vasıtasıyla almıştır. Bu silsile ise Safeviyye’nin kurucusu Safiyyüddin Erdebîlî üzerinden yürüyerek Kutbuddin Ebherî’ye ulaşmaktadır. Safeviyye tarîkatı da Evhadiyye gibi Ebheriyye tarîkatının bir kolu sayılmıştır.[25] Bu kol ayrıca Erdebîliyye adıyla da bilinmektedir.[26] Harîrîzâde ile Tabibzâde’ye göre silsile Safeviyye’nin kurucusundan itibâren şu şekildedir: Safiyyüddin Erdebîlî > oğlu Sadreddin Mûsa Erdebîlî > oğlu Alâeddin Ali Erdebîlî > Hamîdüddin Aksarâyî (Somuncu Baba) > Molla Fenârî.[27]

Görüldüğü gibi Molla Fenârî’nin Ebheriyye (Evhadiyye-Safeviyye/Erdebîliyye) ile irtibâtını sağlayan üç silsileden birinde babası, diğer ikisinde de Somuncu Baba bulunmaktadır. Onun Somuncu Baba’yla olan tasavvufî ilişkisi yukarıda zikredilen silsilelerde açıkça görüldüğü gibi erken dönemden itibâren birçok kaynakta da yer almıştır.[28] Nakledildiğine göre Fenârî’nin bu zâtla ilk karşılaşması, Yıldırım Bayezid tarafından Bursa’da yaptırılan Ulu Câmî’nin açılışı sırasında meydana gelmişti. Bilindiği gibi pâdişah caminin açılış konuşmasını damadı Emir Sultan’ın tavsiyesi üzerine Somuncu Baba’ya teklif etmiş, o da yaptığı bu konuşmada Fâtiha sûresini tefsir etmişti. O sıralar Molla Fenârî, daha sonra Aynü’l-âyân ismiyle tamamladığı Fâtiha sûresinin tefsirini yapmayı düşündüğü için konuşmayı dikkatlice dinlemiş ve şeyhin oldukça ilginç açıklamalar yaptığını görerek merasimden sonra yanına gidip onunla tanışmış ve ondan Fâtiha’nın tefsîriyle ilgili daha başka bilgiler de öğrenmişti. İşte Fenârî o günden sonra başlayan görüşmelerinde şeyhin hem zâhir hem de bâtın ilimlerine vukûfuna hayran kalarak ona mürit olmuştur.[29]

Somuncu Baba’nın yukarıdaki silsilede kaydedildiği gibi görünürde Alâeddin Ali Erdebîlî’nin halîfesi olmakla birlikte gerçekte Üveysî bir şeyh olduğu ve Bayezid-i Bistâmî’nin rûhâniyyetinden terbiye gördüğü kabul edilmektedir. Ayrıca Erdebîlî’ye intisabından önce uzun müddet Şam’da Bayezidiyye hânkâhında ismi belirtilmeyen bir şeyhin hizmetinde bulunarak icâzet aldığı da kaydedilmektedir.[30] Muhtemelen bu sebeple İ. H. Uzunçarşılı Somuncu Baba’nın tarîkatını Bistâmiyye şeklinde kaydetmiş ve Fenârî’nin ondan bu tarîkatı aldığını belirtmiştir.[31] Mustafa Aşkar ise Fenârî’nin Somuncu Baba’dan Halvetiyye tarîkatı prensiplerini öğrendiğini belirtmektedir.[32] Oysa Aşkar’ın kaynak olarak gösterdiği ne Tibyân’da ne de Osmanlı Müelliflerinde böyle bir bilgiye rastlanmamaktadır.[33]

Molla Fenârî’nin hilâfet aldığı bir diğer tarîkat Rifâiyye’dir. Yavuz Sultan Selim devrinde Kemâl Ahlatî tarafından kaleme alınmış olan Münevvirü’l-ezkâr’da[34] ve daha sonra da bazı küçük farklılıklarla Harîrîzâde’nin Tibyân’ı ile Tabibzâde’nin Silsilenâme’sinde Fenârî’nin Rifâiyye’ye varan silsilesi kaydedilmiştir.[35] Buna göre Molla Fenârî Rifâiyye hırkasını Antakyalı Şeyh Abdurrahman b. Muhammed el-Hanefî’den giymiştir. Taşköprîzâde cifr, vefk, havas vb. ilimlere vâkıf olan bu şeyh ile Fenârî’nin Bursa’da buluştuğunu ve birçok ilim dalında kendisinden istifâde ettiğini belirtir, fakat intisabından söz etmez.[36] Şeyh Abdurrahman’dan yukarıya doğru tarîkat silsilesi Muhammed b. Ahmed Sûfî > İbrahim b. Hasan Rifâî > İzzeddin Rifâî gibi şeyhlerle devam ederek tarîkatın kurucusu Ahmed er-Rifâî’ye ulaşmaktadır. Molla Fenârî ile birlikte Rifâiyye’de “Fenâriyye” diye bir kolun meydana geldiği belirtilmekteyse de,[37] Fenârî’den sonra bu silsilenin hangi şeyh ya da şeyhlerle devam ettiği tespit edilememiştir. Ayrıca Hakkı Şinasi Çoruh kaynak göstermeksizin Fenârî’nin Rifâiyye tarîkatına intisâbının yirmi yedi yaşında iken gerçekleştiğini belirtmektedir.[38]

Molla Fenârî’nin intisap ettiği bir başka tarîkat Zeyniyye’dir. Bilindiği gibi Zeyniyye, Sühreverdiyye tarîkatının bir kolu olup Şeyh Zeynüddin Hâfî tarafından Horasan’da kurulmuş ve kısa süre içinde Hicaz, Sûriye, Mısır, Anadolu ve Rumeli’de yayılmıştır.[39] Fenârî’nin bu tarîkata girdiğini ilk olarak, tespit edilebildiği kadarıyla, Osmanlı şeyhülislâmlarından Hoca Sâdeddin Efendi (ö. 1599) kaydetmiş, ancak hangi şeyhe mürit olduğunu belirtmemiştir.[40] Bursa Vefeyâtı ile daha sonraki kaynaklardan Osmanlı Müellifleri ve Sefîne-i Evliyâ’da ise onun Zeynüddin Hâfî’nin ileri gelen halîfesi Abdüllatîf Kudsî/Makdisî’ye mürit olduğu belirtilmiştir.[41] Çağdaş müelliflerden A. Zeki Velidî Togan ve İ. Hakkı Uzunçarşılı da Kudsî’ye intisap ettiğini belirtmektedirler.[42]

Öte yandan Taşköprîzâde eserinde Abdüllatîf Kudsî’nin Anadolu’ya gelişi sırasında onu medih sadedinde Fenârî’nin söylediği “Kadimte bilâde’r-Rûmi yâ hayra kâdimin=Ey Anadolu’ya gelenlerin en hayırlısı…” diye başlayan dokuz beyitlik Arapça şiirini, Kudsî’nin de ona “Elâ yâ imâme’l-asri yâ hayra kâimin=Ey zamanımızın önderi.” şeklinde başlayan on beyitlik cevâbını kaydetmiş, ancak Fenârî’nin intisabından söz etmemiştir.[43] İsmâil Beliğ de Fenârî’nin Kudsî için söylediği şiiri “Abdüllatîf Kudsî hazretlerine “muhib” ve dildâde olup.” şeklinde bir ifâdeyle Kudsî’ye muhabbetinin bir semeresi olarak değerlendirmiştir.[44] Ancak Beliğ’in XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde (1722) kaleme aldığı Güldeste’deki “muhib” kelimesini “mürit” anlamında kullanmış olabileceğini de düşünmek gerekir. Nitekim XVI. yüzyılın ikinci yarısında Mehmed Mecdî Efendi (ö. 1591) tarafından yapılan eş- Şakâiku’n-nu’mâniyye tercümesi ile XVII. yüzyılın ilk yarısında Mehmed b. Sa’dî (ö. Aralık 1630) tarafından kaleme alınan Türkçe Bursa Vefeyâtı’nda “muhib” kelimesinin “mürit” anlamında kullanıldığı görülmektedir.[45]

Bununla birlikte değerli araştırmacı Mustafa Kara, Abdüllatif Kudsî Anadolu’ya geldiğinde Molla Fenârî’nin hayatta olmadığını belirterek, onun Kudsî’ye mürit olduğuna dâir bilgileri şüpheyle karşılamış ve Bursa’nın tarîkat ve tekkelerini anlattığı eserinde değişik ihtimallerden söz etmiştir.[46] Lâmiî Çelebi’den (ö. 1531) itibaren Kudsî’nin Anadolu seyâhatine temas eden Mehmed b. Sa’dî, Baldırzâde Mehmed, İsmâil Belîğ, Mehmed Şemseddin, Hüseyin Vassâf gibi Osmanlı müelliflerinin verdiği kısmen birbirinden farklı bilgilerden, seyâhatle ilgili elde edilen en erken târih 1446 senesidir.[47] Buna göre Mart 1431’de vefat ettiği bilinen Fenârî ile Kudsî’nin Anadolu’da buluşması, Kara’nın belirttiği gibi, mümkün değildir. Ancak eserini yukarıdaki müelliflerden daha önce kaleme almış olan Muhammed b. Abdurrahman Sehâvî’nin (ö. 1497) ed-Dav’ül-lâmî’de verdiği bilgiler dikkate alındığında, Abdüllatîf Kudsî’nin Anadolu’ya adı geçen Osmanlı müelliflerinin temas ettiği seyahattan önce de en az bir defa geldiği anlaşılmaktadır.[48] Eğer Fenârî Abdüllatîf Kudsî’ye mürit olmuş ise, muhtemelen, Sehâvî tarafından kaydedilen bu önceki Anadolu seyâhati sırasında olmuştur. Yine Sehâvî’nin aynı yerde kaydettiğine göre, zikredilen seyâhat sırasında Kudsî ile Sultan II. Murad’ın görüşmek için yanına kadar gitmiş olması, şeyhin Osmanlı topraklarına da girdiğini hatta başkent Edirne’de bir müddet kaldığını göstermekte,[49] bu arada sohbetlerine katılan önemli kişiler[50] arasında Osmanlı ileri gelenlerinin de bulunduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Molla Fenârî Kudsî’ye bu seyâhati sırasında intisap etmiş olabilir.

Öte yandan çağdaş araştırmacılardan Hüseyin Hüsâmeddin (Yasar) kaynak belirtmeksizin Molla Fenârî’nin 821’de büyük oğlu Muhyiddin Muhammed Şah Çelebi ile birlikte çıktığı hac yolculuğunda Mısır’a giderek Horasan’dan Zeyniyye’nin kurucusu Zeynüddin Hâfî’nin gelmesini beklediğini,[51] 822’de Hâfî ile birlikte Kudüs’ten hacca gidip tekrar Kudüs’e döndüklerini kaydetmektedir.[52] Görebildiğimiz kaynaklarda Fenârî’nin 822 senesinde hacca gittiği,[53] Medîne’de bulunduğu sırada orada vefat eden Nakşibendiyye şeyhi Muhammed Pârsâ’nın cenâze namazına katıldığı,[54] hac dönüşü Kudüs’e, oradan da Mısır sultânının dâveti üzerine Kâhire’ye giderek sultanla ve ileri gelen âlimlerle görüştüğü belirtilmiş,[55] yine bu târihte Zeynüddin Hâfî’nin o bölgede olduğu, Mısır’da hazırlatıp getirdiği beyaz mezar taşını Pârsâ’nın kabri başına diktirdiği tespit edilmiştir.[56] Ancak bu kaynaklarda Fenârî’nin Zeynüddin Hâfî ile görüşüp görüşmediği husûsuna temas edilmemiştir. Öyle olduğu halde Mustafa Aşkar Fenârî’nin bu seyahat sırasında Hâfî ile görüşüp ona mürit olduğunu belirtmektedir.[57] Fenârî’nin bu sırada Zeynüddin Hâfî ile buluşmuş olması, bize göre de kuvvetle muhtemeldir. Ancak sırf görüşmüş olmalarından yola çıkarak ona mürit olduğu söylemek mümkün değildir.

Aşkar ayrıca Zeyniyye’nin Rifâiyye tarîkatının bir kolu olduğunu, Molla Fenârî’nin bu kol vâsıtasıyla Rifâiyye’ye bağlandığını belirtmektedir.[58] Ancak bu hususta da çok açık bir bilgiye sahip değiliz. Gerçi Zeyniyye’nin kurucusu Zeynüddin Hâfî’nin şeyhi olan Abdurrahman Şirşî’nin Rifâiyye tarîkatından da hilâfeti bulunması sebebiyle, Zeyniyye Sühreverdiyye’nin bir kolu olduğu gibi, aynı zamanda Süreverdiyye ile Rifâiyye’yi cem eden bir tarikat olarak da bilinmektedir.[59] Ancak Fenârî’nin bu tarîkat (Zeyniyye) silsilesiyle Rifâiyye’ye bağlandığına dâir kaynaklarda hiçbir açıklık yoktur.

Molla Fenârî’nin yukarıda adı geçen tarîkatlardan başka, dönemin bir diğer önemli tarîkatı Kâzerûniyye ile de yakın ilişki içinde olduğu belirtilmektedir. Ebû İshak Kâzerûnî (ö. 1034) tarafından kurulmuş olan bu tarîkatın gazâya büyük önem verdiği ve Yıldırım Bayezid’in tarîkat adına Bursa’da bir zâviye yaptırdığı (Ebû İshak Zâviyesi) biliniyor.[60] İşte Molla Fenârî birçok devlet adamı gibi bu tarîkatın tertip ettiği sohbetlere de katılıyordu.[61] Ancak tarîkata intisap edip etmediği hususunda bir bilgiye sahip değiliz. Sefîne müellifi Hüseyin Vassaf’ın “Molla Fenârî’yi ilk önce irşad eden Bursa’da medfun Abdal Mehmed isimli bir velî idi”[62] şeklindeki ifâdesinde geçen Abdal Mehmed’in Kâzerûniyye ile bir ilgisinin olup olmadığı ya da hangi tarîkate mensup olduğu hususu açıklık kazanmamıştır.

Sonuç olarak denilebilir ki şeyhülislâm Molla Fenârî, devrinde ilmiye mensuplarının başı olduğu gibi, ileri gelen birçok şeyhten icâzet/hilâfet almak suretiyle dönemindeki tarîkatların da önemli bir temsilcisi durumuna gelmiştir. Bu vasıflarıyla bir taraftan tarîkatların usul ve prensiplerini yaşatmaya çalışmış, bir taraftan da kaleme aldığı bir kısım eserleriyle tasavvuf ilminin diğer ilim dalları yanındaki önemine işâret etmiştir. Sahip olduğu bu çift yönlü özelliğiyle o, kanaatimize göre Osmanlı Devleti’nin hedeflediği mutasavvıf-âlim tipinin en güzel örneğini teşkil etmiştir.

Doç. Dr. Reşat ÖNGÖREN

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 114-119

TARİH : OSMANLILAR VE SÜNNÎ-HANEFΠANLAYIŞ


I. Sünnî-Hanefî Anlayış ve Selçuklular

Pek çok araştırıcının ortak görüşü, Selçukluların Sünnî anlayışı benimsediği istikâmetindedir. “Türk, asker ve Sünnî: işte Selçuklu Devleti’nin temel karakteristikleri bunlardır”[1] şeklindeki formülasyon genel kabul görmüştür. Selçuklularda fetvaların Hanefî fıkhı esas alınarak verildiği de bilinmektedir.[2] “Selçuklu sultanları Hanefi alimlerini o kadar himaye etmişlerdir ki, onların sevgisi ihtiyar ve gençlerin kalbinde bakidir” Eş’arileri Horasan’daki camilerde lanetlemek için izin vermiştir. Şafiilere karşı benzer aşırı duyguları taşıdığını da yine İbnu’l-Esîr nakletmektedir.[3] Ünlü Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın Ebu Hanife’nin kabrini ve camiini tamir ettirdiğini ve hatırasına bir medrese inşa ettirdiğini de biliyoruz.[4] Nizamülmülk’ün Siyasetnâmesi’nde Alp Arslan’ın Râfızi ve Şafiilere karşı sert tavır alışları ile ilgili detaylar anlatılmaktadır.[5]

Selçuklu sultanlarının Sünniliğinin muhafazası için bir gayret içinde oldukları anlaşılıyor. Konu ile ilgili olarak Sultan Sancar ile Gazâlî arasında cereyan eden bir anekdotu nakletmek, fikir vermesi bakımından kayda değerdir. Gazâlî’nin Ebû Hanife ve Selçuklu Sultanı Sancar aleyhine ifade ettiği sözlerden çok etkilenen Sultan, Gazâlî ile bizzat görüşmek istemiş, Gazâlî o esnada uzlette bulunduğu için Meşhed’e kadar gitmiş ve orada görüşme cereyan etmiştir. Gazâlî Sultan’a Ebû Hanife’nin aleyhine herhangi bir beyanı olamayacağını ve bu dedikoduların yalan olduğunu ifade etmiş, Sultan Sancar da memnun olarak geri dönmüştür.[6]

Sünniliğin Selçuklu Türkleri arasında yayılışı kolay olmamıştır. Sünnî medreselerin kurulması Şiilerin, çok şiddetli karşı koymaları sebebi ile sıkıntılı olmuştur. Halep’te Alp Arslan adına okunan Cuma hutbesi, orada bulunan Türk askerleri sayesinde gerçekleşebilmiştir.[7] Yine Halep’te ilk Selçuklu müessesesi büyük güçlüklerle inşa edilebilmişti. Çünkü gün boyu inşa edilen kısımlar, Şii militanlar tarafından gece yıkılıyordu.[8] Bazı yerlerde Sünnî şahsiyetlerin konuşmaları, Türk askerlerinin kapı önünde nöbet tutması sonucu gerçekleşebiliyordu.[9] Bu şartlar altında, Selçuklu Türkleri sayesinde, Sünnilik bölgede yavaş yavaş etkili olmaya başladı. Sünniliğin tesis edilmesinde, Nizâmiye Medresesi önemli bir role sahip olmuştur. Nizâmiye’deki eğitim sayesinde Şiilik dengelenebilmiştir.[10]

Selçuklu Sünniliğinin karakteristik özelliği dini fanatizmin olmayışıdır denebilir.[11] Hanefiliğe bağlı olmalarına rağmen diğer İslâm mezheplerine, hatta diğer dinlere karşı saygılı bir davranış içinde oldukları bilinmektedir. Aşırı görüşlü Şiilerin yanında Hıristiyan ve Yahudiler de, devlete karşı başkaldırmamak kaydı ile, tam bir hürriyet ortamı içinde bulunuyorlardı.[12] Ünlü Türk mutasavvıfı Mevlâna Celaâleddin Rûmi’nin 1274 yılındaki cenaze merasiminde, Müslümanların yanında Hıristiyan ve Yahudilerin de bulunduğunu biliyoruz.[13]

Bunun yanında, Selçuklu medreselerinde değişik mezheplere mensup öğrencilerin yanında müderrisler de görev yapmakta idiler. Kutbeddin Şirâzi (ö. 1311), İbnî Sinâ’nın Kânun ve Şifâ’sı ile Zamanşerî’nin Keşşâf’ını okutmakta idi.

Bu kısa değerlendirmeden sonra diyebiliriz ki Selçuklular Sünniliği benimsemişler, ancak diğer din ve mezheplere karşı bağnaz bir tavır içinde hiç olmamışlar, bu dönemde onların hakimiyetleri altındaki yerlerde tam bir hoşgörü ortamı hakim olmuştur.

II. Hanefilik-Mâtûrîdilik ve Osmanlılar

Selçukluların devamı olarak Osmanlıların Sünnî-Hanefiliği benimsemiş olmaları çok tabiidir. Bunun gibi daha pek çok müessese, Selçuklulardan Osmanlılara miras olarak kalmıştır.

Osmanlıların Ebû Hanife ekolüne bağlı oldukları bilinmektedir. Ebû Hanife’nin menşei üzerinde pek çok fikirler ileri sürülmekle birlikte, Arap olmadığı yolundaki görüşler çok kuvvetlidir.[14] Osmanlıların Sünnî-Hanefi anlayışlarının karakteristik özellikleri önemli araştırmalara konu teşkil etmemiştir.

Başlangıçta Selçuklularda olduğu gibi liberal bir anlayışın bulunduğunu tahmin etmek zor olmadığı gibi, bu düşünce tarzının tarihi bilgilerine de sahibiz. Bu hoşgörülü üslubun 15. asrın sonlarına kadar sürdüğü genelde kabul gören bir husustur. 15.asrın sonlarına doğru Hanefiliğin devlet doktrini olarak resmileştirilmesi, bu analayışa önemli bir ivme kazandırmıştır.[15] 16. asırla birlikte bir katılaşma ve içe kapanma döneminin başladığı genelde kabul gören bir düşüncedir.

Pek çok tarihçiye göre 16. asır boyunca ortaya çıkan ekonomik ve sosyal zorluklar,[16] dönemin yöneticileri tarafından alınan bazı tedbirlerle önlenmeye çalışıldı. Çok sayıda ulema ve dini sorumluya göre, bu güçlüklerin belli başlı sebepleri ve medrese öğrencilerinin ayaklanmaları, dini duyguların zayıflaması sonucu gün yüzüne çıktı.[17] Dini anlamda bir katılaşmanın en önemli sebepleri olarak bu unsurlar genelde ön plana çıkmaktadır.

Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nde, insanların dini görevlerini yerine getirmeye yönelik kanuni düzenlemelerin yapıldığı bile ifade edilmektedir.[18] Şeyhülislam Ebussuud Efendi Kanuni’ye aracı olarak giderek “din ve devlet ve ülke düzenliği artık şunu gösteriyor ki, İslâm imamlarından bazı içtihatçıların ifade ettikleri kurallara uymak bugün zorunlu hale gelmiş bulunduğundan”[19] söz ederek, konu ile ilgili bir ferman yayınlaması talebinde bulunmuştur.

Bir diğer önemli faktör de Şiilerin baskısı idi. Sultan Selim zamanında (1512-1520) Şii dalgalanma Osmanlı İmparatorluğu için önemli bir tehlike arz eder duruma gelmişti. Anadolu’daki Şii hareket nötralize edildikten sonra, yönetim Sünnî-Hanefî görüşe önem vermiş, büyük merkezlerin yanında, taşradaki müftü ve kadıların atanmalarına dikkat edilmiştir.[20] Bu dönemlerde Sünnilik ve Şiilik birbirine zıt iki İslâmi ekol olarak öne çıkmıştır.

Sonuç olarak Şiilik ve onların faaliyetleri, Sünniliğin devlet doktrini olarak öne çıkmasının önemli sebeplerinden birisi olmuş, yönetim kademesinde olanların diğer İslâmi mezheplere karşı daha katı bir tutum içerisine girmeleri sonucunu doğurmuştur. Asırlar sonra Cumhuriyet’e geçişte de aynı üslup benimsenmiştir. “Dinle devleti bütünüyle birbirinden ayırmayan, bunun yerine Sünnî İslâmı devletleştiren Kemalist Laiklik…” ifadesi bunu göstermektedir.

Hanefî-Sünni geleneği içinde Türkler inanç konularında Mâtûrîdi akidesine bağlı idiler. Pek çok el kitabında şu formülasyona sıkça rastlanır: “İtikatta mezhep sorulduğunda Mâtûrîdî, amelde ise İmam-ı Azam Ebû Hanife demek gerekir.” Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat adı ile ifade edilen bu söylem Osmanlı’dan sonra Cumhuriyet döneminde de devam ettirilmiştir.

Mâtûrîdî doktrini Semerkant’ta doğup Türkistan’da gelişme göstermiş ve oradan yayılmıştır. Taşköprüzâde’ye göre Kelâm ilminde iki otorite vardır. Birisi Hanefi olup Ebu Mansûr Mâtüridi, diğeri Şafii Ebu’l-Hasan el-Eş’arîdir.[21]

Mâtûrîdî (ö. 944) Orta Asya’daki Mâverâünnehir’de Semerkant’a yakın bir yer olan Mâtûrid adlı kasabada doğan ve Türk asıllı olduğu genel kabul gören bir şahsiyettir. Bu bölgeler 10 ve 11. asırlarda birer ilim merkezi olma durumundadırlar. Bölgenin fikri ve felsefi sahaya olan yatkınlığı açıkça görülür. Mâtûrîdî’nin problemlere, Bağdat dini ortamında çağdaşı Ebu’l-Hasan Eş’arîden daha felsefi bir açıdan yaklaşması, büyük ölçüde içinde bulunulan bu değişik ve farklı kültürel ortamdan kaynaklanmaktadır.[22]

Mâtûrîdi orijinalliğine ve büyük önemine rağmen üzerinde çok az araştırma yapılmış önemli bir düşünürümüzdür. Son yıllarda yapılan bazı araştırmalar, onu bütün yönleri ile tanımaya yeterli değildir. Batı dünyasında Eş’ari hakkında pek çok araştırma yapılmasına karşın, Mâtûrîdî her nedense çok ihmal edilmiştir.[23] Bu ihmalde Türk dünyasının hiçbir bahanesinin bulunmadığını söylemek bile gereksizdir.

Genel olarak değerlendirildiğinde Eş’ariliğin Mâtûrîdîlik’ten daha geniş bir alana yayıldığı ve ondan daha çok taraftar kitlesine sahip olduğu görülür. Bu olgunun sebepleri üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Özellikle Mâtûrîdî’nin en önemli takipçisi olan Ebu’l-Mu’in Nesefî’de (ö. 1115) gördüğümüz, Mâtûrîdî ekolüne has Semantik Metodun zorluğu dikkat çekicidir. Bir nevi dil felsefesi diyebileceğimiz bu bakış açısı geliştirilebilseydi, herhalde bugün dini ve kültürel bakımdan farklı bir konuda bulunurduk. Ayrıca Eş’arî, Mutezile ve Yunan kültüründen etkilenen bir ilim ortamının etkisi altında yetiştiği halde, Mâtûrîdî ve Nesefî, bu ortamdan coğrafi olarak bir hayli uzakta oldukları için, böyle bir etkilenme onlar için söz konusu olmamıştır. İslâm dünyasında, genelde Meşşâî felsefesi sistemi hakim olduğundan dolayı, Eş’arî ekolü daha çok tutunmuş ve daha geniş bir bölgeye yayılmıştır. Bazı düşünürler Mâturîdî’nin ihmaline sebep olarak Ehl-i Sünnet içinde Eşarîliği tek doktrin kılma arzusunu göstermektedirler.[24] Mâtûrîdî’nin Türk menşeli olması da bize göre bu ihmalin önemli sebeplerindendir.

Şuna da işaret etmek gerekir ki, her ne kadar Mâtûrîdî Sünnî kelâm sistemi içinde önemli bir yer işgal ediyorsa da, tartışılmaz bir lider konumunda değildir. Zaman zaman eleştirilere tâbi olduğunu da görüyoruz.[25] Günümüz itibarı ile yadırganacak gibi görünen bu hususun, söz konusu bölgelerin o dönemlerde bile böyle eleştirel bir anlayışa ve ortama sahip oldukları artık bilinmektedir. Mâtûrîdî düşüncesini önemli ve orijinal kılan en önemli etkenlerden birisi de budur.

III. Değerlendirme

Önce Selçukluların, sonra da Osmanlı İmparatorluğu’nun Sünnî geleneği benimsediği görülmektedir. Bu tercihin değişik sebepleri üzerinde araştırmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Sünnî geleneğin her zaman iktidardan yana bir tavır sergilediği[26] bu seçimin önemli unsurlarından birisi olabilir. Sünnî geleneğin iktidardan yana bir anlayışı gelenekselleştirdiği ve Sünnî teorinin ana eksenini oluşturduğu bilinmektedir. Öyle ki “zulüm de yapsalar, imamlarımıza ve emir sahiplerine isyanı caiz görmeyiz. Onlara beddua etmez, itaatten vazgeçmeyiz”[27] şeklinde aşırı bir anlayış oluşmuştur. Bu derece kesin ifadelerle oluşturulan bu düşüncenin, artık çok farklı algılanması gerektiğini bildiğimiz, Mâtûrîdî’nin kader anlayışı ile nasıl bağdaştırılabileceği konusu cevapsız kalmaktadır. Zira Mâtûrîdî’nin anlayışında, bu şekilde teslimiyetçi bir kader anlayışına yer yoktur. Tam aksine insana sorumluluk yükleyen, insiyatif veren, eylemlerinin sorumluluğunu taşıyarak sonuçlarına katlanacak bir anlayışın, teslimiyetçilikle bağdaştırılması imkânı yoktur. Bu bakış açısının derinlemesine araştırılması önemli sonuçlar doğuracaktır.

Başka açılardan da değerlendirildiğinde pek çok soru işareti ile karşılaşılmaktadır. Hanefî- Mâtûrîdî düşünceyi benimseyen Osmanlıların medrese eğitimlerinde, bu alanla ilgili ufak bir araştırma hayal kırıklığına yol açar. Medrese müfredatında Mâtûrîdî’den ziyade Eş’arî ağırlıklı eserlerin kelâm eğitimine konu teşkil etmesi ne ile izah edilecektir? İtikat konularında bağlı olunduğu söylenen Mâtûrîdi’nin Kitâbü’t-Tevhîd”i hiçbir zaman medrese programlarında yer almamıştır. Mâtûrîdî’nin en önemli takipçisi ve Mâtûrîdî kelâm sisteminin dev ismi Ebu’l-Mu’in Nesefî’nin Tabsıretü’l-Edille’sinin ismi dahi anılmamış, medreselerde okutulmaya çok müsait, et-Temhîd li-Kavâidi’t Tevhid ve Bahrü’l- Kelâm adlı eserli bu kurumlardan içeri dahi girememiştir. Bunlar dururken şia inancına mensup Nasıreddin Tusî’nin Tecrîd el-l’tikâd veya Tecrîd el-Kelâm adlı eserin şerhine yapılan haşiye, Hâşiye el-Tecrid adı altında resmi müfredat içinde yıllarca yer almış ve okutulmuştur.[28] Bu örnekleri çoğaltmak kolaylıkla mümkündür. Bu uygulamanın kendine göre makul izahları olabilir. Ancak elimizde bulunan, Türklerin ortaya koyduğu Mâtûrîdî eserlerin medrese programlarında yer almayışı, hiçbir şekilde izah edilemediği gibi çok haklı gerekçelere de dayandırılamaz.

Zaman içinde Osmanlı toplumunda pek çok alanda girilen gerileme ve donuklaşmada bu ihmalin büyük payı vardır. Yukarıda da işaret edildiği gibi Mâtûrîdî kelâmı günümüzde dil felsefesi diyebileceğimiz Semantik esasına dayanıyordu. Bu sistem benimsenip zaman içinde geliştirilebilseydi, gerek din anlayışımız gerekse İslâm kültür ve medeniyeti herhalde bugünkünden çok farklı bir konumda olurdu. Bu konular hiçbir art niyete dayanmaksızın ve herhangi bir komplekse kapılmadan, objektif ve cesur bir özeleştiriden geçirilmeden yeni hedefler belirlemek zordur. Onun için başka konularda olduğu gibi dini anlayışımızda da bir atılım yapılamamakta, bir kısır döngü içerisinde bocalamaktayız.

Demek oluyor ki Osmanlı’da dini tercih bakımından söylemle eylem farklı olmuş, Hanefî- Mâtûrîdî düşüncenin benimsendiği ifade edilmiş ancak iş orada kalmıştır. Bu söylem hiçbir alanda etkin bir şekilde eyleme dönüşmemiştir. Özellikle medrese eğitimi bundan hiç nasip alamamıştır. Osmanlı’nın asırlar içinde yeniliklere açılmadan çöküşe geçmesinde, bu anlayışın herhalde önemli payı bulunmalıdır.

Toplumda oluşan fırka ve hareketler sosyal-siyasi yapıdan ve tarihi şartlardan ayrı düşünülemeyeceği için[29] her dini ve siyasi ekolü yaşadığı şartları içinde değerlendirmek gerekir. Ehl-i Sünnet anlayışı üzerinde bazı çalışmalar yapılmış, ancak bu çalışmalarda, genelde teolojik yön ön planda çıkarılmıştır. Ehl-i Sünnet düşüncesinin Osmanlı fikri ve dini hareketi üzerindeki etkisi fazla araştırılmamıştır. Mezhep taasubu ve taklitçi zihniyet, İslâm düşüncesinde fikri durgunluğa sebep olan etkenlerin başında gelmektedir. Ehl-i Sünnet düşüncesinin devlet otoritesi karşısında takındığı son derece itaatkâr tavrın, fikri gelişmeye engel olup olmadığı çok tartışılmamıştır. Ehl-i Sünnet düşüncesi istikrarı sağlamak ve dengeleri korumak konusunda son derece hassas davranmış,[30] bundan dolayı Sünniler her zaman iktidar tarafında olagelmişlerdir.[31]

Belli bir anlayışın seçilip benimsenmesi farklı düşünceleri engelleyeceği gibi yaratıcı düşünceyi de kısıtlamış olabilir. Mâtûrîdî anlayışının gereği gibi yansıtılamamış olması, fikri ve dini alandaki donuklaşmanın en önemli sebeplerinden birisi olarak görülmektedir.

Dolayısı ile geçmişle, hiçbir komplekse ve art niyete dayanmaksızın yüzleşmek, geleceği mümkün olduğunca hatasız inşa etmek için vazgeçilmez şarttır. Bu bakımdan Sünnî düşüncenin Osmanlı üzerindeki olumlu ve olumsuz etkisi ve sonuçları irdelenmeden, günümüzde bazı problemlere çözüm bulmak son derece zor olmaktadır.

Prof. Dr. M. Sait YAZICIOĞLU

Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 110-113

KOMPLO TEORİLERİ /// VİDEO : Ejderhalar Gerçekten Var mıydı ????


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=P_bl1TnpqBw&feature=em-subs_digest

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.