Etiket arşivi: ORTADOĞU

TARİH /// Ortadoğu’da Bir İstikrarsızlık Unsuru : Şattü’l-Arap Sorunu


DÖKÜMANI İNDİRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN.

ORTADOĞU DOSYASI : TÜRKİYE– KUZEY IRAK İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ VE SEÇENEKLER; KAMU D ÜZENİ VE GÜVENLİĞİ MÜSTEŞARLIĞININ YAPILANDIRILMASI VE ORTADOĞU


TÜRKİYE– KUZEY IRAK İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ VE SEÇENEKLER; KAMU DÜZENİ VE GÜVENLİĞİ MÜSTEŞARLIĞININ YAPILANDIRILMASI VE ORTADOĞU

Kaynak : http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2017/03/turkiye-kuzey-irak-iliskilerinin.html?m=1

Türk siyasi tarihinin en önemli konularından biri kürt meselesiyken Barzani yönetimi ile temas bu meselenin önemli bir ayrıntısını oluşturur. Birinci dünya savaşında Irak’ta Barzani grubuna ait idamlar bu grup ile Türkiye arasını açtı ve Barzani ile büyük yakın teması Sovyetler Birliği sağladı. Sovyetlerin desteğiyle İran’da bir yıl civarı kürt devleti yaşatabilen Mustafa Barzani daha sonra Sovyetlere gitti ve Stalin’in onayıyla askeri akademiye girerek General oldu. Yani modernize ordulaşma sürecinde Sovyetler önemli bir katkı sağlamıştı.

Kürt siyasi vaziyetine istikbal tayin etme meselesi soğuk savaş döneminde daha da belirginleşti. Bölgede İsrail’in arap olmayan devletlerle işbirliği stratejisi ve Abd’nin Omega projesi bağlamında arap milliyetçiliğini zedeleme çalışmaları için kürt siyaseti dengeleyici bir politika olabilecekti. 1965’de Barzani ile artan temas 1966’da askeri eğitimler ve yıllık elli bin dolar destek bu grubun yıldızını daha da parlattı. Fakat Barzani ile ilişkilerin sürpriz bir ülkeside İran’dı. İran da zaman zaman Barzanileri desteklemekten geri durmamıştı. Yani Barzani; İngiltere, Rusya, İran, Abd, İsrail gibi ülkelerle tarihin belirli dönemlerinde temas kurmuş ve bu ülkelerin menfaatleri doğrultusunda hem kullanılmış hem de isteklerini kopartmaya çalışmıştı.

1990’lı yıllardan itibaren Türkiye kürt meselesini kendi insiyatifiyle çözüme kavuşturmayı istediğinden bu yönde girişimlerde bulundu. Çünkü pkknın bitmesini istiyor ve ana karargah olarak gördüğü Kuzey Irak ile alakalıda birtakım stratejiler geliştiriyordu. Özellikle 27 Ağustos 1992 Diyarbakır Mgk toplantısıyla uygulama kararı alınan Kale Harekat planı bu yolda önemli bir adımdı. Bu doğrultuda Barzani ile görüşmeler üst düzeyde yapıldı ve el altından desteklendi. Bu gruba Türk diplomatik pasaportu tahsis edildi. Bölgenin şartları gereği Barzani ve Talabani arasında başlayan çatışmalarda Türkiye Barzani grubunu desteklerken bu durum Talabani tarafından eleştirildi. O dönem Talabani’yi de İran destekliyordu. Yani bölge büyük devletlerin hakimiyet mücadelesinide yansıtıyordu. Irak’tan pkk bağının kesilmesi ve yurt içerisinde boğulmak istenmesi Türkiye açısından terörü bitirecek ve Irak’ın kuzeyinde etkinliğini sağlayan Türkiye Ortadoğu’daki konumunu güçlendirecekti. Fakat istenen gerçekleştirilemedi. 24 Mayıs 1993’de 33 erin şehid edilmesiyle pkk ile çatışmalar başladı Barzani grubu ise ağırlıklı olarak Cia’nın kontrolüne girdi. Bugün gelinen süreçte Irak’ın toprak bütünlüğü parçalandı ve Kuzey Irak bağımsızlığa hazırlanıyor. Bunu destekleyen kuvvetli verilerde mevcut. Bölgede Exon Mobil, Bp ve Rosneft gibi farklı ülkelerden enerji devi şirketlerin petrol yatırımları ile sağlanan gelirin bir kısmı bölgenin finansesinde kullanılacaktır.

İşte bu hassas süreçte bölge bayrağının göndere çekilmesi ve Ankara nezdinde resmi protokol aslında 1990’lı yılların politikasının daha olgun biçimidir. Çünkü bölgenin petrolden başka geliri yoktur. Peşmerge gücü düzenli ordu mahiyetinde değildir bu gücün talimnameleri bile hazır değildir. Bölgenin sağlıklı eğitim kurumları ve yumuşak güç mekanizmaları bulunmamaktadır. Bu bağlamda bir bağımsızlık bölgeye yalnızca bir külfet getirir. Çünkü nakşi Barzani yönetimindeki bölge İran ve araplarında hedefinde olacağı için yeni güvenlik zaafları doğacaktır. Şu halde Türkiye’nin hamiliğinden yoksun bir kürt devletinin yaşaması mümkün değildir.

Bu bağımsızlık diğer ülkelerdeki kürt gruplarıda tetikleyecektir. Fakat büyük bir kürdistan fikri şu anda geçerli değildir. Barzani her ne kadar Türkiye’de Hdp’li vekillerin tutukluluğu hususunda eleştiride bulunsada pkk’nın bölgede barınmasına müsade etmemiş yani siyasi mekanizmadan taraf olduğunu işaret etmişti.

2007 yılında gerçekleştirilen pkk kongresinde mektubu okunan Abdullah Öcalan’da bağımsız bir kürdistan fikri yerine ülke sınırları içerisinde federatif kürdistanlar teklif etmişti. Suriye Pyd’si ise pkkya yakın konumunu devam ettiriyor. Yani, pkk federatif kürt yönetimlerinden, Barzani ise gelinen süreçte bölgesinin bağımsızlığından yana bir poltika belirledi.

Türkiye’nin Barzani ile teması son derece mühimdir. Bölge dünyaya Türkiye ile entegre olacağı gibi Türkiye’de bölgede ağırlığını hissettirecek ve Ortadoğu denkleminde önemli bir bölüm olarak varlığını sürdürecektir. Romantik tepkiler şu anda Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmayacaktır. Türkiye’de ki Suriye kökenlilere vatandaşlık verilmesi ve Barzani’nin himayesi ileride oluşturulması muhtemel Ortadoğu Komutanlığının komuta merkezinin Türkiye’de olmasını sağlayacaktır.Öte yandan Barzani, Türkiye iç siyasetinde kürt meselesi üzerinde de etkilidir. Kendisine bağlı gazeteciler yoluyla kamuoyu oluşturduğu gibi destekledği kürt gruplar, pkknın sivil itaatsizlik eylemlerini reddederek sürtüşmeye girmiştir.(Örneğin Doğu vilayetlerinde kepenk kapatma eylemlerini reddeden kürt esnafın büyük bölümü Barzani ile ilişkiliydi)

Kuzey Irak ile temas edecek ülkelerin başında Abd gelmektedir. Zaten Abd’nin soğuk savaş sonrası Ortadoğu’da bulunma gerekçeleri güncellenmiş bölgedeki amerikan karşıtlığı ile mücadele, mezhep dengesi, terör gruplarının yaratılması ve kontrolünün yanına kürt siyasi hareketinin yönlendirilmeside mevcudiyet gerekçelerine eklenmişti. Günümüzde kürt siyasetinde Abd’nin etkinliği oldukça büyüktür bunu Brazani’nin bağımsızlık açıklamasından da anlayabiliriz. Münih konferanası sırasında Abd Başkan yardımcısı Mike Pence ile görüşme gerçekleştiren Barzani akabinde danışmanı Hemin Hawrami’ye kürt heyetinin amacının bağımsız kürdistan olduğu açıklamasını yaptırmıştı. Şu halde Türkiye’nin Barzani üzerinden Abd ile ek bir diyalog koşulu doğabaileceği gibi Abd ile çıkar çatışmasıda görülebilir. Bu durum şu an için bir çelişki gibi görünsede Abd kürt siyaseti hususunda Türkiye’nin coğrafi konumu ve kültürüne sahip değildir. Bölge ve bu yeni siyaseti tekrar incelediğimizde

Bölgede Kürt Devletinin Türkiye bakımından Dezavantajları;

.Petrol fiyatlarının düşmesiyle bölge gelirlerinin sarsılması ve istikrarsızlığın Türkiye’yi de etkilemesi
.Türk işadamlarının milyarlarca dolarlık tahsilat belirsizliği ve bunun bölge ilişkilerini olumsuz etkileyebileceği
. Bölgedeki devletin Abd Türkiye sürüncemesinde kalabileceği seçeneği
.Bölgedeki devletin ekonomik kaynaklardan yoksun kalması durumunda nüfusun atıl hale gelebileceği ve özellikle Türkiye istikametinde büyük şehirlere yeni bir göç dalgası başlatabilme ihtimali
.Türkmenlerin manevi kopuş sürecinin başlayabileceği gerçeği
.Devletleşmenin domino etkisi yaratarak diğer sınırlarıda tetikleyeceği ve Barzani’nin kürt irredentistliği hususunda cesaretelenebileceği
.İran ile Türkiye ilişkilerinin gerilebileceği ihtimali


Bölgedeki Kürt Devletinin Türkiye bakımından Avantajları;

. Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerin sürekliliğine katkı
.Türkiye’nin enerji ihtiyacının karşılanması
.İleriki yıllarda Türkiye’ye federatif entegre olasılığının doğması
.pkk’nın tasfiyesi ve Pyd’nin gayrı yasal gruplardan silahsızlandırılmasına olanak sağlayabilme ihtimali
.İran’a karşı dengeleyici bir kulvar oluşturulabilme girişimi
.Türkiye’nin siyasi, kültürel ve askeri hegemonya kurabilme kapasitesini teşvik etmesi
.Geleceğin su politikaları üzerinde Türkiye menfaatine projeler geliştirilebilmesi

Bölgedeki Kürt Devletinin Uluslararası sistem bakımından dezavantajları

.Çoğunluğu şii olan Irak’tan sünni bir bölümün kopmasıyla Irak’ın şii oranının yüzde 65’ten yüzde 85’e çıkma ihtimal ve Basra körfezinin şiileşmesi

.Irak’ın yeniden parçalanmasından bir kez daha Abd’nin sorumlu tutulması ve batı karşıtı arap milliyetçiliğinin yükselebilme ihtimali

.Yeni devletin iktisadi ve kültürel istikbalinin belirsizliği gibi sıralanabilir. Siyaset aktüel bir kurum olduğundan tabiki maddeler değişme ve farklılaşmada gösterebilecektir. Şu bir gerçekki bölgede oluşabilecek yeni dengelere karşı Türkiye’nin önceden hazırlıklı olması şarttır. Kuzey Irak bölgesi Irak Kürdistanı olarak bağımsızlığını ilan etmesi halinde Türkiye;

.Askeri müdahale seçeneğini uygulayabilir
.Ambargo uygulayabilir
.Devleti tanıyarak ilişkilerini geliştirebilir
.Devlet ile dolaylı görüşmelerde bulunabilir

hangi seçenek geçerli olursa olsun Türkiye’nin devlet aklıyla hareketi ve bölgede hegemonya kurmaya yönelik seçeneklere yönelmesi ve işgalci duruma düşecek sert güç gösterilerinden kaçınması gerekir.

Bu hususta önemli bir konuda Türkiye’de yürütülen çözüm süreci zamanında hayata geçirilmiş olan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nın bu hususlarda aktif ve belirleyici görev üstlenme zamanının geldiğidir.

Terörle mücadeleye ilişkin politika ve stratejileri geliştirmek ve bu konuda ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak üzere İçişleri Bakanlığına bağlı Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı 2010 yılında kurulmuştur. Müsteşarlığın görevleri tüzüğüne göre genel olarak

MADDE 6 – (1) Terörle mücadele alanında;

a) Politika ve stratejiler belirlenmesine yönelik çalışmalar yürütmek ve bu politika ve stratejilerin uygulamasını izlemek,
b) Güvenlik kuruluşları ve istihbarat birimlerinden gelen stratejik istihbaratı değerlendirmek ve ilgili birimlerle paylaşmak,
c) Gerekli araştırma, analiz ve değerlendirme çalışmaları yapmak veya yaptırmak,
ç) Güvenlik kuruluşlarına ve ilgili kurumlara stratejik bilgi desteği sağlamak ve bunlar arasında koordinasyonu temin etmek,
d) Kamuoyunu bilgilendirmek ve halkla iletişimi sağlamak,
e) Uluslararası gelişmeleri Dışişleri Bakanlığı ve ilgili kurumlarla işbirliği içinde izlemek ve değerlendirmek,
f) İnceleme ve denetleme yapmak ya da yaptırmak.
şeklinde özetlenebileceği gibi ana ve yardımcı hizmet birimleriyle bu görevler doğrultusunda faaliyet göstermektedir. Özellikle 15 Temmuz kalkışmasından sonra yeniden kurumsallaştırılan güvenlik bürokrasisinde Mit’in üç yıl içinde bütünüyle dış istihbarata yönelik olarak görev yapması tasarlanmıştır.

Şu halde Emniyet ve Jandarma yurtiçinde görevleri doğrultusunda yalnızca taktik istihbarat hususunda faaliyet göstermeli Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı ise ulusal iç çatı istihbarat strateji birimi olarak şekillendirilmelidir. Müsteşarlığın faaliyetleri yalnızca terör husunda çalışmalar değil buna ek olarak düzen ve güvenliği oluştran her unsuru ihtiva eden yapıya dönüştürülmelidir. Her ne kadar iç yapıya dönükte olsa dış istihbarattan sorumlu Mit ile ortak çalışmaların yanında, dış olayları yerinde takip edebilmek için yurtdışı hassas bölgelerde de KDGM personeli görevlendirilmelidir. 2010 yılında çözüm sürecinde kürt meselesiyle ilgili sürece yardımcı adımları belirlemek için hayata geçirilen müsteşarlık yalnızca bu meseleyle sınırlı kalmamalı fakat önündeki en önemli görevin, kuruluş gerekçesi olan kürt siyasetinin, bir kolu olan Kuzey Irak meselesi olduğundan hareketle bu sürece dinamik katılımı ve Türkiye Cumhuriyet’i menfaatleri doğrultusunda stratejik istihbarat üretimi ve değerlendirilmelerde bulunması beklenmelidir. Çünkü Barzani ve etki sahası Türkiye’nin iç güvenlik programından müstakil düşünülemeyecek entegre bir yaklaşımı gerektirmektedir.

SİYONİZM & SİYONİST ÖRGÜTLER DOSYASI /// VİDEO : Ortadoğu ve Siyonist Teşkilatlar – İran D evlet Televizyonu Röportajı – Volkan Kemal Ergenekon


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=bm52KwNsaSc

AMERİKA DOSYASI /// ÜNAL ÇEVİKÖZ : Donald Trump ve Ortadoğu


Donald Trump ve Ortadoğu

ABD’nin 45. Başkanı seçilen Donald Trump 20 Ocak tarihinde yemin ederek görevine başladı. Trump ABD’de olduğu kadar tüm dünyada da büyük yankı uyandıran bir başkan olmaya aday. Yemin töreninde yaptığı konuşmada da bu öngörüleri haksız çıkaracağına dair bir işaret vermedi. Aksine, beklentileri, hatta korkuları teyit etti.

Dünya’nın korkuları bir yana, Türkiye için en önemli konuyu yeni ABD yönetiminin Ortadoğu’da nasıl bir politika izleyeceği sorusu oluşturuyor. Görevi devralmasından bu yana geçen iki günlük süre içinde Trump bu politikanın temel parametrelerinin ipuçlarını verdi bile.

Tören konuşmasından başlayalım. Trump’ın konuşmasında dikkat çeken unsurlardan biri "radikal islamcı terör" ifadesiydi. Bu vurguyla dünyayı bu beladan kurtarmak için "eski ittifakları güçlendireceğinden ve yeni ittifaklar kuracağından" söz etti.

Bu sözlerin Ortadoğu’da IŞİD’e karşı mücadelenin sürdürüleceği anlamına geldiği muhakkak. Ancak Trump’ın olaya bakışında "islamcı terör" vurgusunu yapması, müslümanlar hakkında daha önce kullandığı ifadelerle bir arada okunduğunda, ABD’de müslümanları oldukça zor bir dönemin beklediğine işaret ediyor. Obama bu tür duyarlılıklar konusunda çok daha özenli bir söylem kullanırdı.

Göreve başlayan Trump’ın ilk resmi misafiri İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu. Bu ziyaret sırasında Trump’ın Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınacağını açıklamasını bekleyenler var. Trump daha önce zaten böyle bir vaatte bulunmuştu.

Obama yönetiminin İsrail ile olan ilişkilere nispeten mesafeli bir duruş sergilediği konusunda kuşku yok. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin İsrail’in Filistin’de yeni yerleşim bölgeleri kurmayı durdurması kararına ABD’nin veto yerine çekimser oy kullanması Obama yönetiminin İsrail ile ilişkileri hakkında yeterince fikir veriyor. Trump bu kararı ABD’nin veto etmesi gerektiğini savunmuştu.

Trump, bir yandan İsrail ile ilgili politikalarda daha gözetici olacağının sinyallerini verirken, bir yandan da İran karşıtı söylemlerle bir bakıma Obama döneminde İsrail’i hayal kırıklığına uğratan politikaları da değiştireceğini gösteriyor.

Son olarak göreve başlamasının ilk gününde merkezi haber alma teşkilatını (CIA) ziyaret eden Trump’ın burada yaptığı konuşmada da Irak konusundaki ifadeleri oldukça çarpıcıydı. Trump Irak’ta petrolü ABD’nin yönetmediğini, IŞİD’in bu sayede ele geçirdiği petrol gelirleriyle palazlandığını, bu hatanın düzeltilmesi ve ABD’nin Irak’ta petrolün yönetimi konusunda söz sahibi olması gerektiğini belirtti.

Ana hatlarıyla özetlenecek olursa, Trump’ın Ortadoğu’ya bakışını IŞİD ile mücadele, Irak petrolleri, İran karşıtlığı ve İsrail’e destek olarak açıklamak mümkün. Böyle bakınca, Suriye’nin gündemde ön sıralarda yer almadığı sonucu çıkıyor. Esasen Astana’da yapılacak toplantıyı ABD’nin sadece oradaki Büyükelçisi aracılığı ile gözlemci olarak izlemesi de başka bir sonucu akla getirmiyor.

Konuya küresel düzeyde ABD-Rusya ilişkileri açısından bakmak da mümkün. Suriye’de Rusya’nın bu denli ileri bir düzeyde sahada bulunması ve barış görüşmelerinde ön alması ABD’nin dikkatini daha çok Rusya’nın bulunmadığı Irak’a yönlendirmesine yol açıyor. İsterseniz "yeni Sykes-Picot budur" da denebilir.

Türkiye’de ABD’nin PYD/YPG politikasını değiştirmesi bekleniyor. Hatta, Türkiye’nin son zamanlarda Esad’a yönelik ısrarlı itirazlarını oldukça yumuşatmasının politika değişikliği anlamına geldiğini, şimdi sıranın ABD’de olduğunu, ABD’nin PYD politikasının da bu nedenle değişmesi gerektiğini düşünenler var.

Türkiye Suriye konusundaki politikasını yeni koşullara göre ayarlamışsa, bu ulusal çıkarları gözeten realpolitik uygulamasının bir gereği olarak görülmelidir. ABD’nin Suriye’deki ulusal çıkarlarının ve o bölgedeki realpolitik anlayışının nasıl tanımlanacağını ise zaman gösterecek.

Türkiye’nin "PYD/YPG’ye verilen desteğin kesilmesi" beklentisine nasıl bir yanıt verileceğini de zaman gösterecek. "Eski ittifakların güçlendirilmesi" ifadesini bu desteğin sürdürülmesi, hatta daha da kuvvetlendirilmesi şeklinde okuyacak olursak bu konuda ciddi bir sıkıntıyla karşılaşacağımız anlaşılıyor. ABD’de bazı çevrelerde PYD’ye doğrudan silah yardımı yapılmasını savunanlar dahi var.

Türkiye ile ABD arasındaki geleneksel müttefiklik ilişkileri son on beş yıldır ciddi bir sınavdan geçiyor. Bu sınavın verildiği bölge Ortadoğu. Sınavın temel denklemi konusunda iki görüş var. Birinci görüş, ABD’nin "Büyük Ortadoğu Projesi" olarak adlandırılan hesaplarında Türkiye’nin "kendine biçilen rolü" oynamak istememesi sonucu ilişkilerin olumsuz etkilendiği yönünde.

Diğer görüşe göre, Türkiye’nin Ortadoğu’da izlediği geleneksel laik, tarafsız, uluslararası hukuk temelli, ulusal çıkarlarını gözeten realpolitik uygulamalarının yerini mezhepçi, taraf tutan ve Ortadoğu’daki sorunlara ideolojik bakan uygulamaların aldığı belirtiliyor.

Her hal ve karda, önümüzdeki dönemde Türkiye-ABD ilişkilerini belli koşullara, taleplere ve beklentilere bağlı bir denklem içinde görmeye devam ettiğimiz takdirde önemli bir ilerleme sağlamamızın güç olacağı anlaşılıyor. Bu sıkıntının çaresinin Rusya ile yakınlaşmak olduğunu düşünmek ise dış politika denklemini daha da karmaşık bir hale getiriyor.

DIŞ POLİTİKA DOSYASI : Türkiye’nin Ortadoğu’ya Yönelik Dış Politikası’nın Tarihsel Yönelimi


Trkiye’nin Ortadou’ya Ynelik D Politikas’nn Tarihsel Ynelimi.pdf

AMERİKA DOSYASI : Trump’ın Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye Etkisi


Trump’ın Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye Etkisi

Yeni boşlukların oluşması tehlikesine rağmen Türkiye "sert gücünü" kullanırken Trump ABD’si ile daha reel bir müzakere, pazarlık yürütebilir.

Gündemimiz "Trump’ın gelişi ABD ile ilişkilerde yeni bir sayfa açar mı?" sorusuna odaklanıyor. Tıpkı ABD’nin diğer bölgesel müttefikleri İsrail ve Suudi Arabistan gibi.

Seçim döneminde Trump, müttefiklerle bozulan ilişkileri yeni bir düzleme taşımaktan bahsetmişti. Şimdi soru şu: Trump’ın çıplak pragmatizmi süslü idealleri dilinden düşürmeyen Obama’nın kötü mirasını ortadan kaldırabilir mi?

Hatırlayacaksınız, Obama 2009’da Kahire ve Ankara’da yaptığı empatisi yüksek konuşmalarla "hepimizin İbrahim’in çocukları" olduğumuzu söyleyerek Ortadoğu’nun barış hayallerine hitap etmişti. İcraatı ise, Arap isyanlarının boğulmasına seyirci kalmak ve Suriye- Irak iç savaşlarının mezhep çatışmasına dönüşmesine katkıda bulunmak oldu.

Obama’nın idealizmi "ABD bütçesini ve kanını akıtmama" pahasına İbrahim’in Müslüman çocuklarının canlarını kaybettiği bir cehennem ile sonuçlandı.

Ortadoğu’yu kendi haline de bırakmadı… İran, Şii milisler ve PKK- PYD gibi grupların güç kazanacağı şekilde bölgeye müdahil oldu. Yani ABD’nin müttefiklerinden ziyade hasımları yeni fırsatlar yakaladı.

Şimdi Müslüman karşıtı açıklamalar yapan ve "radikal İslam" tehlikesinden bahseden Trump ile karşı karşıyayız. Yine Trump’ın güvenlik ve istihbarat başdanışmanı emekli Korgeneral Michael Flynn’in seçim günü yayımlanan makalesinden anladığımız ABD yeni dönemde "Sünni" ve "Şii radikalizmi" arasında ayrım yapmayacak.

Her ikisini de uluslararası terörizmin kaynağı olarak değerlendirecek. Ve İsrail ve Suudi Arabistan’ı rahatlatacak şekilde İran baskı altında tutulacak.

Türkiye açısından bakıldığında ise Trump ile ikili ilişkilerde yeni bir döneme geçme fırsatı oluştu. Flynn’in makalesinde Üsame bin Ladin benzetmesi ile vurgulanan "müttefikimiz Türkiye’nin Gülen konusundaki perspektifini anlamalıyız" mesajı olumlu…

Müttefikinin ihtiyaçlarını anlamaya dayalı bu yeni yaklaşım Suriye, PKKYPG konularına da genişletilebilirse iyimser olabiliriz. Obama ve ekibinden yorulan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump ile pragmatik temelde yeni bir yakınlaşma inşa edebilir.

Gülen’in iadesi daha mümkün hale gelirken Deaş ile mücadelede verimli işbirlikleri (Rakka operasyonu ve dahası) oluşturulabilir.

Erdoğan, Trump’ı PKK- YPG’yi kullanmayı bir kenara bırakma yönünde ikna edebilir. Elbette Suriye ve Irak’ta yeni inisiyatifler alarak… Türkiye’nin iç tartışmalarının da Trump’ın gündemini pek meşgul etmeyeceği tahmin edilebilir.

Bununla birlikte, Trump’ın bölgesel güçleri kendi haline bırakma eğilimi de yeni güç boşluklarının habercisi gibi. Obama bölgesel güçlerden bazılarını kayıran örtük bir kısmi müdahalecilikte bulundu. Bölgeyi birbirine kırdırdı. Sahte idealizmin örtüsü yırtıldığında dar menfaatlerin kirli yüzü görüldü.

Trump ise pragmatik kaygılarla yeni rekabetler oluşturan çok taraflı bir geri çekilme uygulayabilir. Çıplak realizmin rasyonelleştirdiği kapışmalar da "dar menfaatlere" hizmet edebilir.

Bu itibarla, Trump’ın Türkiye’nin Rusya ve İsrail’le normalleşmesinden ve Fırat Kalkanı operasyonundan sonra iktidara gelmesi bir şans olarak görülmeli… Zira yeni boşlukların oluşması tehlikesine rağmen Türkiye "sert gücünü" kullanırken Trump ABD’si ile daha reel bir müzakere, pazarlık yürütebilir.

Muhtemel gerilim kaynağı ise Trump’ın ılımlı ve radikal İslamcılar arasında ayrım yapmayan yaklaşımı olabilir. Suriyeli muhaliflerin ve Müslüman Kardeşler’in terörle beraber değerlendirilmesi Esed ve Sisi rejimlerini memnun eder. Ancak İslam dünyasındaki "radikalleşmenin" gerçek zeminini ortadan kaldıramaz.

Daha kötüsü, Fahrettin Altun’un işaret ettiği gibi Obama döneminin hatalarından kaynaklanan siyasi temelli ABD karşıtlığını kültürel ve ideolojik materyalle besleyerek kökleştirebilir.

[Sabah, 12 Kasım 2016]

AMERİKA DOSYASI : ABD’nin Ortadoğu Politikasının Açmazları


ABD’nin Ortadoğu Politikasının Açmazları

Hem Clinton hem de Trump DAEŞ’i bitirme vaadiyle kampanya yapıyor ancak her ikisi de Amerikan askerlerinin sahaya inmeyeceği vaadini de yineliyor.

Kasım ayında yapılacak Amerikan başkanlık seçimleri birçok yönüyle şimdiden tarihe geçti. 2008’de ilk siyahi başkanını seçen Amerikan halkı, şu sıralar siyasi geçmişi olmayan bir işadamı ile ilk kadın başkan adayı profilleri arasında bir seçim yapacak. Bu sembolik ilklerin ötesinde, bir yılı aşkın süredir devam eden önseçim süreci ve başkanlık yarışında yaşananlar Amerikan siyasetinin ne kadar kutuplaştığına ve dar bir alana sıkıştığına da işaret ediyor. Clinton gibi merkezi temsil eden bir adayın Sanders destekçisi sol-liberal tabanı memnun etmeye çalışması ve Trump’ın muhafazakar adayları adeta hallaç pamuğu gibi atması Amerikan siyasetinin tıkanmışlığının işareti aslında. Kasım seçimleri sonrasında yeni başkanın bu tıkanmışlığa ve mikro gündemlerin siyaseti kilitlemesine bir çözüm bulması gerekecek. Aksi takdirde üçüncü bir partinin kurulmasından siyasetin aşırı uçlara kaymasına kadar birçok senaryo mümkün hale gelebilir.

EKONOMİK TEDİRGİNLİK

Başkan olur olmaz 1930’lardan beri yaşanan en büyük ekonomik krizi kucağında bulan Obama, taraftarlarına bakılırsa ülkeyi uçurumun eşiğinden kurtarmıştı. Karşıtları ise Obama’yı ekonominin düzelmesindeki yavaşlıktan ve sağlık reformunu önceleyerek ekonomiye ekstra yük getirmekten sorumlu tutuyorlar. Mevcut başkan adaylarının ekonomiyi nasıl daha dinamik hale getirecekleri konusunda ise ciddi bir belirsizlik var. Clinton’ın ekonomi planı orta sınıfın güçlendirilmesi üzerinden Trump’ın planı ise vergilerin azaltılmasıyla ekonomiyi canlandırmayı öneriyor. Ana hatlarıyla her iki partinin genel yaklaşımını temsil eden bu planların başarı garantisi yok elbette. 1990’larda internet sayesinde ekonominin ölçeğinin çok çabuk büyümesi ve 2000’lerde inşaat sektörünün motor görevi görmesi Amerikan ekonomisini güçlü kılmıştı. Ekonominin benzer bir teknolojik atılım yapacağının garantisi yok. Bush yıllarında olduğu gibi ucuz kredilerin sorumsuzca dağıtılarak ev sahibi olmanın özendirilmesi de mümkün olmayacak.

Bu gerçeklerin farkında olan Clinton ve Trump da çalışan kesimlere ve orta sınıfa hitap ederek oy almaya çalışıyor. Clinton sendikaların desteğini almak için daha önce desteklediği uluslararası ticaret anlaşmalarına şüpheci bir söylem benimsiyor. Trump ise popülist bir söylemle imalathanelerin ve fabrikaların Çin ve Meksika gibi ülkelere gitmesinden Amerika’nın aleyhine bulduğu ticaret anlaşmalarını sorumlu tutuyor ve daha korumacı politikalar öneriyor. Ancak her iki adayın da güvenirlik oranı o kadar düşük ki halk ne Clinton’ın gerçekten çalışanların çıkarına politikalar izleyeceğine ne de Trump’ın orta sınıfı önceleyeceğine ikna olmuş durumda.

2008-2009 finans krizinin yaralarının hala sarılamadığı ve ekonominin güven vermediği bir dönemde, başkan adaylarının ya yeterince cesur olmayan ya da gerçekçilikten uzak planları halkı tatmin etmiyor. Yeni başkan kim olursa olsun, Trump’ın halkın ekonomik tedirginliklerini lehine kullanmaya çalışırken hedefe koyduğu dini ve etnik azınlık gruplarına oluşan tepkiyi nasıl yöneteceği Amerikan siyasi sisteminin en önemli sorunlarından biri olarak öne çıkıyor.

SAVAŞ YORGUNLUĞU

Bush yıllarının getirdiği savaş yorgunluğu ve karşıtlığı psikolojisiyle değişim için harekete geçen kitlelerin enerjisi Obama’nın başkan seçilmesinin ana sebebi olmuştu. Irak işgalinin maddi ve manevi sonuçlarının getirdiği bezginlik ve Amerika’nın Ortadoğu ‘bataklığına’ sağlandığı duygusu Amerikan halkını yeni bir arayışa itmişti. Bu arayışı iyi kavrayan Obama ve kampanyası, Clinton’ı ön seçimlerde eski düzenin temsilcisi olmak ve Irak işgaline oy vermek üzerinden mahkum etmeyi başarmıştı. Ülke çapında gençleri yanına alarak eşi görülmemiş bir siyasi mobilizasyon yaratan Obama kampanyası savaş karşıtı ancak değişim vadeden pozitif gündemiyle öne çıkmıştı.

İki dönem başkanlığı sonunda vadettiği düzeyde bir değişim sağlayamasa da başkanı Amerika’yı geniş kapsamlı yeni bir savaşa sokmadığı için alkışlayanlar epeyce fazla. Trump’ın da dahil olduğu muhalifleri ise el-Kaide’nin evirilerek DAEŞ’in bu kadar fazla ülkeye yayılmasından Obama yönetimini sorumlu tutuyor. Savaş karşıtlığına rağmen ulusal güvenlik konusunda güçlü görünmek zorunda olan Obama, konvansiyonel olmayan anti-terör metotlarını geniş bir biçimde kullanarak ulusal güvenlik konusundaki eleştirileri boşa çıkarmayı başardı. Özellikle Bin Ladin’in bertaraf edilmesi ‘savaştan uzak duran ancak terörle mücadelede korkusuz başkan’ imajını perçinledi. Bush’un demokrasi yayma ajandasından vazgeçen ve terörle mücadeleyi Amerika için varoluşsal bir ana gündem maddesi olmaktan çıkarmaya çalışan Obama, Irak’tan çekilmeyi ve Afganistan’da asker sayısını azaltmasını da başarı olarak görüyor. Suriye politikasına da bu perspektiften yaklaştığı için başarıları arasında sayıyor.

Obama nasıl 2008’de anti-Bush bir platformla başkanlığı kazandıysa, Trump da 2016’da anti-Obama platformun üzerinde yükselmeye çalışıyor. İşin ilginç tarafı Trump başkanlık yarışının başından beri hararetle Irak işgaline karşı olduğunu savunup Amerikan halkının savaş bıkkını hissiyatından faydalanmaya çalışıyor. Trump, Obama’nın 2008’de yaptığı gibi, Clinton’ın işgali mümkün kılan ve Bush yönetimine güç kullanma hakkını veren tasarıya oy vermiş olmasını kendi lehine kullanmaya çalışıyor. Amerikan halkının Bush yıllarının müdahaleci tavrından ne kadar uzak durmak istediğini North Carolina ön seçimlerinde bir kez daha gördük. George W. Bush’un kalesi sayılan eyalette Trump, Bush’u eleştirerek kardeşi Jeb Bush’u açık arayla yenmeyi başardı. Irak işgalinin tam bir fiyasko olduğu tezi o kadar güçlü ki her iki adayın da Amerika’nın müdahaleci olmayacağı yönünde sözler verdiğini görüyoruz.

ORTADOĞU POLİTİKASI

Ortadoğu’dan çıkma vaadiyle iktidara gelen Obama döneminde Amerikan halkının önemli bir çoğunluğu artık Ortadoğu’nun adeta ‘iflah olmaz’ bir coğrafya olduğu tezini kanıksamış durumda. Hem Clinton hem de Trump DAEŞ’i bitirme vaadiyle kampanya yapıyor ancak her ikisi de Amerikan askerlerinin sahaya inmeyeceği vaadini de yineliyor. Yeni başkan DAEŞ’le mücadelede kapsamlı bir strateji oluşturup meseleyi gerçek anlamda uluslararası işbirliği çerçevesine oturttuğu oranda başarılı olacaktır. Bu noktada genel Ortadoğu politikasını DAEŞ’le mücadeleye indirgeyen Obama yönetiminden bir kopuş gerekecek. Amerikan kamuoyunun tavrı hatırlandığında, yeni başkanın yeni bir Ortadoğu politikası önerisi sunmasını beklemek pek gerçekçi olmasa gerek. Ancak Suriye politikasının değişmesi ve nispeten de olsa bir başarı kazanması, genel Ortadoğu politikasının değişmesine zemin hazırlayabilir.

Başkan olduğu takdirde, Clinton Suriye konusunda Obama’dan daha aktif bir politika izleyecektir ancak bunun iç savaşı bitirmeye yetip yetmeyeceği merak konusu. Clinton’ın daha müdahaleci bir dış politika tercihi bilinse de bunun Obama döneminde olduğu gibi yerel aktörlerin güçlendirilmesi üzerinden gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel. Clinton’ın şimdiden ‘Kürtleri silahlandırmaktan’ bahsetmesi bunun işareti aslında. Uçuşa yasak bölge veya güvenli bölgeye sıcak baktığı bilinen Clinton’ın bunu BMGK’ya taşıyıp taşımayacağı ve Rusya’yla nereye kadar bir pazarlık yapmaya hazır olacağı önemli olacak. Clinton’ın iyi tanıdığı Türkiye’yle ne kadar yakın çalışıp çalışmayacağı da sürecin önemli dinamiklerinden biri olacak.

Trump başkan olduğu takdirde Amerika’nın Ortadoğu politikasının ilginç bir hal alacağını söylemek mümkün. Bir yandan DAEŞ’le daha sert bir kinetik mücadeleye girilmesi bir yandan da Amerika’nın bölgeden daha keskin bir şekilde çıkmaya çalışması şeklinde bir çelişki doğabilir. Bu çelişki sonucunda oluşacak Ortadoğu politikası da belki de Obama 2.0 olarak adlandırılacaktır. Amerika Trump başkanlığında genel olarak izolasyonist bir politika benimserse bölgeden çekilmesi kalıcı hale gelebilir ve bölgesel güçler de bölgesel nüfuz ve liderlik için daha çetin bir mücadeleye girebilir. Öte yandan DAEŞ’le mücadeleyi sonlandırma adına doğrudan askeri müdahaleye yönelecek bir Trump yönetimi kendini yeni bir savaşın içerisinde bulabilir. Amerikan halkının bölgede daha fazla maddi ve manevi bedel ödemeye iştahı olmadığı hatırlandığında böyle bir senaryoda Amerika’nın siyasi kutuplaşmasının daha da derinleşerek kalıcı hale gelmesi söz konusu olabilir.

Amerikan halkının git gide derinleşen ekonomik kaygıları, savaştan bezginliği ve Ortadoğu ‘bataklığına’ girmek istememesi yeni başkanın dış politikasını belirlemekte göz ardı edemeyeceği dinamikler olarak öne çıkacaktır. Bu dinamikleri görmezden gelen bir dış politika da Amerikan siyasetinin sıkışmışlığını daha da kırılgan ve çatışmacı bir hale getirecektir. Amerikan tarihinin en az güvenirliği olan iki başkan adayı arasında seçim yapmak durumunda olan ve sisteme inancını yitirmeye başlayan Amerikan halkı için siyasi kutuplaşmasının kalıcı hale gelmesi en temel sorunlardan birini teşkil ediyor.

[Star Açık Görüş, 2 Ekim 2016]

ORTADOĞU DOSYASI /// CEVHER İLHAN : Ortadoğu’da “uydu devletçikler” plânı


Cevher İLHAN

cevher

“Musul meselesi”nin arka plânı (4)

Onlarca silâhlı örgütün çatıştığı Suriye iç savaşı sürerken, “Musul’u kurtarma” paravanında Irak’ın yeni bir iç savaşla daha da parçalanıp çökertilmesi senaryosunun sahnelendiği açığa çıkıyor.

Mâlum evvela 12 yıl süren amansız ambargonun ardından 1991 Birinci Körfez Savaşıyla “uçuşa yasak bölge” ve Türkiye topraklarında konuşlandırılan Amerikan “Çekiç Gücü” ile Irak kuzeyden ve güneyden koparıldı. 2003’teki Amerikan-İngiliz Batılı savaş ortaklarının işgaliyle iki milyon insanın katledildiği, nüfusunun üçte birini aşan on milyon sivilin evlerinden – yurtlarından sürülerek perişanlığa sürüklendiği, bir o kadarının da yaralı – sakat kaldığı işgalle bu kopuş daha derinleştirildi.

Bu maksatla mezhebî ve etnik tefrika ve taksim kotası Irak anayasasına sokularak ”federatif sistem” ve “özerk yönetimler” perdesinde önü açılan bölünme “yasallaştırıldı..” Milletvekili seçiminde mezhebî-etnik kotalarla parçalanmış yönetime zemin hazırlandı.

İki sene önce bütün dünyanın gözü önünde Musul’u işgal eden IŞİD’in, kontrolündeki alanlarda Şiî halkı imhası ve buna karşı Şiî milislerin Sünnilerin evlerini yıkıp yakmasının amacı bu idi.

“İÇ SAVAŞ STRATEJİSİ”YLE

Keza ABD’nin bölgede “İsrail’den sonra en yakın müttefik” olarak ilân ettiği Kuzey Irak bölgesel yönetimi, işgalcilerin desteklediği emr-i vakilerle Arap-Türkmen nüfus ağırlıklı Musul ile Türkmen-Arap yoğunluklu Kerkük’e kuzeyden “peşmerge valiler” atayıp oluşturduğu “şehir meclisleri”yle Arap ve Türkmen yerleşim birimlerinin demografik yapısını değiştirerek “Kürtleştirdi.”

On üç yıllık işgalde, 800 binlik Musul nüfusunun 1.5 milyona çıkarılmasının maksadı bu idi.

İşgalle dağıtılan Irak ordusunun ağır ve hafif silâhlarını PKK ve bölgedeki terör örgütleri yağmalarken, Bağdat’ın kontrolündeki araziler ve petrol rezervleri Erbil yönetimine bırakıldı. Şehirler tek tek teslim edildi. Musul ve Kerkük gibi önemli illeri uhdesine alan Kuzey Irak yönetiminin 41 bin kilometrekare toprağını işgal sonrası 75 bin kilometrekareye çıkarması bunun açık tezâhürü.

Görünen o ki bugün de aynı tuzaklar kuruluyor, aynı oyun sırıtıyor. Üçe bölünen Irak, mezhebî-etnik iftiraklar üzerinden daha da ufaltılmak isteniyor. Ülke yeniden iç savaş arenasına itiliyor.

Küresel güçlerin Musul’u işgaline seyirci kalıp bölgeye musallat ettikleri IŞİD’i “tasfiye” gerekçeli operasyonun da, yine “Ortadoğu’da yönetilebilir kaos plânı”nın bir parçası olduğu ortaya çıkıyor.

ABD, İngiltere ve Fransa’nın “Operasyonu 63 ülke ile yaptığı” yanıltmasıyla, Musul üzerinden bütün bölgeyi kapsayacak; Irak’tan Suriye ve Lübnan’a, Kuveyt ve Bahreyn’den Yemen’e uzanıp Orta Asya’ya, Pakistan’dan Afganistan’a yayılacak, bütün İslâm dünyasını kuşatan topyekûn mezhep çatışması ve savaşına ortam oluşturuluyor.

Kısacası, 1982’de “İsrail millî güvenlik konsepti”ndeki “bölünmüş bir Irak İsrail’e Suriye’nin kapılarını açar” stratejisiyle “Irak’ın üçe bölünmesi” hedefiyle ülke parçalanıyor. Bunun için, terör ve tefrika ile kanlı ve kirli bir iç savaş körükleniyor.

SEVR’İN VERSİYONU YENİ BOP

Hulâsa, Bediüzzaman’ın dikkat çektiği, “Harb-i Umumî (Birinci Dünya Savaşı) neticesinde Avrupa zâlimleri, devlet-i İslâmiyenin (Osmanlının) nurunu söndürmek ve Kur’ân’ın zararına gayet ağır şerâitle (şartlarla) kâfirâne fikirlerini icrâ etmek niyetiyle, âlem-i İslâma ve Kur’ân’a müthiş bir suikast plânı” olan Sevr ile “dünyayı dine tercih anlaşması“ olan Lozan gibi “gaddarâne muahedeler”in vahim neticeleri tatbik ediliyor. (Şuâlar 619, Kastamonu 17, Emirdağ Lâhikası, 277-8, 286)

İngiliz mahreçli “Sykes-Picot plânı”ndan tam 100 yıl sonra aynı menhus projenin versiyonu ile Batılı mihraklarca, IŞİD ve benzeri örgütler üzerinden bölge haritası yeniden çizilip Ortadoğu’nun dilimlenmesiyle İslâm ülkeleri bir defa daha parçalanıyor.

Ve Amerika’nın, Afganistan’ı ve Irak’ı işgal emrini veren Evangelist Bush’un Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’in 7 Ağustos 2003’te The Washington Post’taki “Ortadoğu’nun dönüşümü” makalesinde, “Fas’tan Afganistan’a Türkiye dahil 22 Müslüman ülkenin bölünmesiyle ‘uydu-peyk devletçikler’e ufaltma plânı” olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) makyajlanarak uygulanıyor.

Bu açıdan Ankara’nın, Türkiye’nin ve bütün bölgenin başına gâileler açacak oldubittilere karşı fevkalâde dikkatli olması, bölge hârici ecnebilerin oyunlarına gelmemesi, tuzaklarına düşmemesi fevkalâde önemli…

ORTADOĞU DOSYASI : Türkiye Ortadoğu’da serseri bir mayın gibi !


Prof. Dr. Bozarslan: Türkiye Ortadoğu’da serseri bir mayın gibi!

Prof. Dr. Bozarslan, Türkiye’nin kelimenin gerçek anlamıyla bir “serseri mayına” dönüştüğünü ifade ederek, “Bu da ABD’nin ve AB’nin Türkiye’yi hem tahammül edilmesi hem de tecrit edilmesi gereken bir aktör olarak görmelerini kaçınılmaz kılıyor” dedi.

Bozarslan, Türkiye’nin artık Kürt karşıtı resmi söylemini gizlemeye bile çalışmadığına vurgu yaparak, Erdoğan’ın şiddetli bir imparatorluk nostaljisini yaşadığını belirtti.

ÖSO’nun Cerablus’ta erken zafer ilan ettiğini kaydeden Bozarslan, “Unutmayalım ki, erken ilan edilen zaferler genellikle beklenmeyen hezimetlere dönüşebiliyor. Türkiye’nin bunu unutmaması, Suriye Kürt hareketinin de umutsuzluğa kapılmaması gerekli” diye konuştu.

Bölgedeki gelişmeleri, Ortadoğu Uzmanı Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile konuştuk…

‘GÜNCELİN DİKTATÖRLÜĞÜ!’

Neden tüm güçler Musul’da söz sahibi olmak istiyor? Musul’un bölgenin en temel konusu haline gelmesinin temel nedeni nedir?

Musul’un bölgenin en önemli konusu haline geldiğinden pek emin değilim. Ortadoğu’da son yıllarda olup bitenleri takip ettiğinizde, Adorno’nun “güncelin diktatörlüğü” olarak tanımladığı bir olguyla karşı karşıya olduğumuzu görmekteyiz. Musul olgusunun öne çıkmasında, konjonktürel faktörlerin belli bir dönem için büyük bir ivme kazanması önemli bir rol oynamakta. Bu faktörlerin başında da ABD seçimleri ve dış siyasette büyük bir körlük göstermiş olan Obama’nın tarihe IŞİD’e ilk büyük darbeyi indiren başkan olarak geçmek istemesi gelmekte. Bu faktör, aynı zamanda İran ve Türkiye arasındaki soğuk savaşın derinleşmesine ve Erdoğan iktidarının açıktan açığa irredantist bir söylem geliştirmesini de beraberinde getirmekte. Aynı zamanda, başta Kürt ve Şii olmak üzere mahalli olarak değerlendirebileceğimiz aktörlerin de, seferber edebildikleri askeri kapasiteleri sayesinde Irak’ın geleceğinde söz sahibi olmak istediklerini görmekteyiz. Bütün bunlar elbette son derece önemli gelişmeler; ama Ortadoğu’da gündemin büyük bir hızla değişebildiğini, bugün belirleyici olarak görünen sahaların ve savaşların birkaç hafta sonra unutulduğunu da bilmekteyiz. O nedenle de temkinli olmakta fayda var.

Musul IŞİD’den temizlendikten sonra, bölgede nasıl bir değişim olur?

Musul’un IŞİD’den temizlendikten sonra nasıl bir konumda olabileceğini şimdiden kestirebilmek mümkün değil. Irak’ta, özellikle de Niniva’da son on beş yıldaki gözlenen fragmantasyon süreci tam anlamıyla baş döndürücü. 2007-2014 dönemi, bu fragmantasyonun birkaç Sünni liderin ya da aşiretin sisteme entegre edilmesiyle sona ermeyeceğini göstermekte. Hem Irak’ta hem Suriye’de, yüz yıllık bir sistemin, hatta kısmen Osmanlı dönemine uzanan bir sistemin, iktidar ilişkilerinin, idari yapıların, demografik dokuların sarsıldığını gözden uzak tutmamak gerekli. Taşları yerine oturtabilmek kolay olmayacak.

‘ÇETREFİL BİR KONUMLA KARŞI KARŞIYAYIZ’

Mezhep savaşlarından sıkça bahsediliyor. Böyle bir risk var mı?

Ortadoğu’daki savaşlara baktığımız zaman, hem bir Arap iç savaşından, hem bir mezhep savaşından, hem başta Türkiye, İran ve Suddi Arabistan olmak üzere bölgesel bir hegemonya savaşından, hem de ABD ve Rusya’yı seferber eden bir savaştan bahsedebilmek mümkün. Son derece çetrefil bir konumla karşı karşıyayız. Irak, Suriye ve Yemen çerçevesinde bu savaşların mezhepsel bir nitelik kazandığı, dahası, “diğer”ini neredeyse biyolojik bir tehlike ya da düşman olarak Sosyal-Darwinist bir imha boyutuna vardığı açık. Bugün Güney Yemen’deki eski komünistlerin Selefilerle aynı cephede yer almasını başka türlü açıklayamayız. Sorun, buraya nasıl erişildiği. Bu sorunun cevabını ise, mezhep olgusunun son elli yılda doğrudan ya da dolaylı olarak iktidar ilişkilerini belirlemiş olmasında ve 1950’lerde, hatta 1960’larda oldukça güçlü olan sosyal direniş dinamiklerinin tükenmesinde aramak gerekli. Aynı şekilde, İran, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin bölgesel ihtilafların, dahası bölgesel haritanın mezhepleşmesinde oldukça önemli bir rol oynadıklarını da hatırlamak gerekli. Son olarak da şiddetin boyutunu ele almak şart. İki örnekle yetineyim; 2003-2004 yıllarında Irak’ta en fazla konuşulan olgu, “aşiret” olgusu. Ama 2003-2007 ve daha sonra 2011-2014 arasında şiddetin boyutu, aşiretlerin sahneden çekilmesini ve mezhep temelli milislere yer bırakmasını kaçınılmaz kılmaktaydı. Bu olguyu aşiretlerin oldukça önemli bir rol oynadıkları 2011-2012 Suriye’sinde de gözlemekteyiz. 2013’ten sonra aşiretlerin özerk aktörler olarak sahada kalabilmesi mümkün değildi.

‘TÜRKİYE İMPRATORLUK NOSTALJİSİ YAŞIYOR!’

Özellikle de Türkiye’nin saha dışında bırakılmasını nasıl okuyorsunuz?

Türkiye, artık resmi söylemin gizlemeye bile çalışmadığı şiddetli bir imparatorluk nostaljisini yaşıyor. Sorun, bu nostaljinin bölgede hiçbir halk, hiçbir unsur tarafından paylaşılmaması. Bu nostaljinin yine artık kendisini gizlemeye bile gerek görmeyen saldırgan Sünni bir nitelik kazanması, Türkiye’nin yalnızlığını daha da artırıyor. Burada Türkiye ve İran arasındaki farkı görüyoruz: İran, bölgede Şii cemaatlere dayanabilir milis diplomasisi güdebiliyor, ama Suudi Arabistan ve Türkiye’nin güttüğü siyaset, ya Sünni katmanda pek bir ilgi duymayan bir siyaset, ya da tepeden dayatılan bir siyaset olarak ortaya çıkıyor. Bir de Türkiye’nin kelimenin gerçek anlamıyla bir serseri mayına dönüşmüş olması olgusu var. Bu da ABD’nin ve AB’nin Türkiye’yi hem tahammül edilmesi hem de tecrit edilmesi gereken bir aktör olarak görmelerini kaçınılmaz kılıyor.

‘ERKEN ZAFER HEZİMETE DÖNÜŞEBİLİR’

Türkiye‘nin, çeteleriyle birlikte giriştiği Cerablus işgalinde belirleyici olan Kürt düşmanlığı mı?

Türkiye’nin Suriye siyasetinin temelinde Kürt olgusu yatmakta. Şu anda –büyük bir ihtimalle ABD’nin müdahalesi sonucu- bir statüko oluşmuş olsa da, Erdoğan iktidarı ana hedefin Kürtler olduğunu gizlemiyor. “Fırat’ın Batısı” söyleminden “Fırat’ın Doğusu” söylemine geçişin nedeni bu. Türkiye’nin Suriye macerasının ikinci sebebi -ki bunu bir kumar oyununa benzetebiliriz- sınırların değişmesi, “Misak-ı Milli”nin gerçekleşmesi, “Türkiye’nin büyümesi” hayali.

Türkiye’nin müdahalesinin her üç kantonun birleşmesine engel olduğu açık. Ama aynı zamanda, Türkiye ve 2011 ÖSO’su ile en ufak bir ilişkisi olmayan yeni model “ÖSO’nun bir muhalefetle karşılaşmadıkları için ilerleyebildiklerini de unutmamak gerekli. ÖSO’nun ne IŞİD ne de silahlı diğer bir aktöre karşı ciddi bir askeri direniş gösterebilmesinin pek kolay olmayacağını biliyoruz. Yarınki konjonktürlerin ne olacağını şu andan tahmin edebilmemiz mümkün değil. Ama unutmayalım ki, erken ilan edilen zaferler genellikle beklenmeyen hezimetlere dönüşebiliyor. Türkiye’nin bunu unutmaması, Suriye Kürt hareketinin de umutsuzluğa kapılmaması gerekli.

KÜRESEL GÜÇLER DOSYASI /// VİDEO : Gündem Ötesi – Küresel Güçler ve Ortadoğu – Ebubekir So fuoğlu ve Abdullah Çiftçi – 19.10.2016 – HD


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=DgY_k3U1n4g&list=TLGCrJVmu_vsLoIyMzEwMjAxNg

AMERİKA DOSYASI /// Mehmet Ali Güller /// ABD’nin ‘yeni Ortadoğu’ tezgâhı


Yeni savaşlar maliyeti daha düşük olması nedeniyle üç halkada yürüyor:

Birinci halkada taraflar denetimlerindeki terör örgütleri üzerinden çarpışıyorlar. İkinci halkada “müttefik” ülkeler aracılığıyla savaş var. Üçüncü halkada ise doğrudan kendileri savaşıyorlar.

En pahalı çözüm olan bu son aşamaya, ancak ikinci halka ile düğüm çözülemediğinde geçilecek.

Buradan baktığımızda üçüncü dünya savaşının içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Sahada, Irak ve Suriye’de denetlenen terör örgütleri üzerinden 5 yıldır süren bir savaş; bir ucu Ukrayna’da, bir ucu Çin Denizi’nde olan…

Birinci aşamadan bir sonuç alınamadığı için birincisi sürerken, adım adım ikinci halkaya da geçiliyor. Doğrudan Suriye, İran, Irak, Türkiye, Suudi Arabistan kuvvetlerinin sahada karşı karşıya gelebileceği bir yeni süreç…

Gidişata göre ABD, İsrail, Fransa, İngiltere ve Almanya gibi Atlantik kuvvetlerin “terörle mücadele” seviyelerini artırarak sahaya daha da doğrudan müdahale etmeye başlayacağı bir süreç…

Aynı şekilde Rusya merkezli bölge kuvvetlerinin de bu hamleye karşı askeri yığınak yapmaya başladığı bir sürece giriyoruz…

ABD’NİN STRATEJİK HEDEFLERİ

ABD’nin saha hedefleri şöyle:

1) Irak’ı daha önce Kürt ve Arap diye ikiye bölen ABD, bu kez Kürt, Şii Arap ve Sünni Arap şeklinde üçe bölmek istiyor.

2) ABD’nin hedefi Suriye’yi ise Kürt bölgesi, Sünni Arap bölgesi, Alevi bölgesi ve Dürzi bölgesi olarak dörde bölmek.

3) Bu hedeflerin gerçekleşebilmesi halinde Irak ve Suriye parçalarının Sünni Arap ve Kürt bölgeleri birleştirilecek. Böylece Irak ve Suriye’den toplam beş devletçik oluşturulacak.

Bu hedefler ABD’nin şu beş ayaklı stratejisiyle ilgilidir:

1) Çin’in bölgeye ekonomik nüfuzunu engellemek.

2) Rusya’nın bölgeye askeri nüfuzunu engellemek.

3) Türkiye, İran, Irak, Suriye ve Lübnan’a dayanan bir bölgeselleşmeyi engellemek.

4) İsrail’in güvenliğini sürdürebilmek.

5) İskenderun Limanı, Süveyş Kanalı, Basra Körfezi üçgenini kontrol altında bulundurarak enerjiyi dünya ölçeğinde denetleyebilmek.

Peki, ABD bu hedefleri nasıl gerçekleştirecek?

HEDEFLERİ DARALTMA VE GELENEKSEL MÜTTEFİKLERİ KULLANMA

Gücü inişe geçmiş bir ABD’nin bu hedefleri kolayca gerçekleştiremeyeceği ortada. Nitekim Suriye’nin direnişi ve Rusya’nın engelleyici manevraları ABD’yi önemli oranda geriletti

ABD bu noktada hedeflerini daraltarak ve bir bölümünü askıya alarak geleneksel müttefiklerine dayanmayı esas alma çizgisini tartışıyor.

ABD-Rusya görüşmeleri sırasında ABD Dışişleri Bakanlığı ile ABD Savunma Bakanlığı’nın açıkça karşı karşıya gelmesi, işte bu çizgi tartışmasıyla ilgiliydi.

Bizi ilgilendiren kısmı şu: ABD devlet aygıtının daha realist kanadı, Kürtleri ilgilendiren hedeflerin bir bölümünü daraltarak, bir bölümünü askıya alarak, karşılığında Türkiye’den sahada yararlanmayı gerekli görüyor.

Bunun için de Ankara’nın önüne yeni bir tezgâh konuyor. Tezgâhta şunlar var:

MADDE MADDE ABD TEZGÂHI

1) ABD Türkiye’nin Suriye’de güvenli bölge kurmasını kabul edecek.

2) ABD YPG’nin yeni toprak almasına izin vermeyecek.

3) ABD mevcut PYD kantonlarının birleşmesine izin vermeyecek.

4) ABD Türkiye’nin öncelikle Irak’ta Musul’u, olursa ileride Suriye’de Halep’i himaye etmesini kabul edecek.

5) Türkiye bunların karşılığında PYD’yi tanıyacak ve PKK’ye operasyonları durduracak.

6) Ankara Kıbrıs “çözümünü” kabul edip adadan TSK’yi çekecek.

Görüldüğü gibi toplamda Türkiye’ye Suriye’deki koridorun en azından doğu kanadını kabul ettirme tezgahı bu; içinde bol havucun olduğu…

Tıpkı Irak’ta olduğu gibi Ankara’yı Suriye’de adım adım koridoru kabule zorlama…

TEZGAH ŞAM’LA İŞBİRLİĞİ BAŞLATARAK BOZULUR!

ABD’nin bu tezgâhı gerçekleştirme şansı zor ama Erdoğan’ın sultanlık hayali tezgâhın en azından uygulamaya sokulmasına olanak sağlıyor.

Başkanlık-sultanlık hayalinin ancak 82. il Halep ve/ya 83. il Musul gibi bir “fetihle” gerçekleşebileceği hayali kuran Erdoğan, ABD tezgâhına maalesef dayanak oluşturuyor.

Erdoğan’ın 15 Temmuz darbe girişimini fırsata çevirerek TSK’yi bu hedeflere direnemeyecek denli yeniden yapılandırmaya zorlaması da, Abdülhamit ve Lozan çıkışları da işte bu hayale dönük girişimlerdir.

Tezgâhın bozulması Türkiye’nin biran önce Şam’la işbirliği yapmasına bağlıdır. Moskova destekli Ankara-Şam-Tahran-Bağdat işbirliği ABD tezgâhını daha bu aşamada bozar. Ancak Erdoğanların havucu yutup tezgâha gelmesi, Ankara’yı Moskova ve bölgeyle karşı karşıya getirir.

Tablo hepimize önemli görevler yüklüyor: Erdoğan ve AKP Hükümeti ile mücadele, Saray politikalarına karşı sağlam muhalefet edebilme, bugün dünden çok daha yakıcı bir ihtiyaç olarak önümüzde duruyor.

Bölgedeki yangının büyümesini önlemek Erdoğan’ın elindeki benzin bidonunu almaktan geçiyor, onun o bidonu dökemeyeceği ihtimalini “mecbur, dökemez” ile açıklamaktan değil!

Mehmet Ali Güller
5 Ekim 2016

ORTADOĞU DOSYASI : Ortadoğu’nun Kadın Politikacıları


Masoumeh Ebtekar

Masoumeh Ebtekar

Ortadoğu’nun Kadın Politikacıları

Bugün birçok siyasi meseleyle çalkalanan Ortadoğu’da göz ardı edilen problemlerden birisi de kadının toplumdaki statüsüdür. Cinsiyet eşitsizliği, eğitim yetersizliğinin gibi problemlerin yanında kadınların siyasetteki yeri de bir başka sorunu oluşturmaktadır. Kadınların siyasette en az aktif olduğu, meclislerdeki kadın sayısının en düşük olduğu ülkeler Ortadoğu ülkeleri olmakla beraber Ortadoğu’nun her ülkesinde kadınların politik konumları birbirinden farklı koşullardan etkilenmektedir. Bu yazıda farklı Ortadoğu ülkelerinden kadın politikacıların siyasi yolculuklarına değinip, Ortadoğu’nun farklı bir yüzünü görmeye çalışacağız.

Masoumeh Ebtekar, İran’ın ilk kadın Başkan Yardımcısıdır. Ebtekar oldukça iyi bir eğitim geçmişine sahiptir. Üç yaşındayken babasının Pensilvanya’da doktora yapması üzerine ABD’ye taşınan Ebtekar, 6 yıl sonra İran’a döndü ve eğitimini Tahran Uluslararası Okulu’nda devam ettirdi. Ardından Tarbiat Modares Üniversitesi’nde immünoloji alanında doktora yapan Ektebar, aynı üniversitede öğretim görevliliği yaptı ve 40’tan fazla bilimsel makale yayınladı. Ebtekar ilk olarak ABD karşıtı tavırlarıyla göze çarptı; 1979’da İran’daki ABD elçiliğini işgal eden öğrencilerin arasındaydı. Zira Ebtekar, “İmamın izindeki müslüman öğrencileri” adlı gruba katılmış, hatta bu grubun sözcüsü olmuştu. Ebtekar’ın Amerika-İran ilişkilerini oldukça olumsuz yönde etkileyen bu olaya karşı ilerleyen yıllarda herhangi bir özür açıklaması olmamıştır.

Görüşleri başlarda tutucu ve Batı karşıtı bir çizgide seyretse de, kadın hakları ve çevre konusunda dikkat çekici işler yaptı. 1991’de Institute for Women’s Studies and Research kurucuları arasında yer aldı. Başkan Yardımcılığı dönemi süresince İran Çevreyi Koruma Ajansı’nın başına geçti ve yapısında radikal değişiklikler yaptı. Ayrıca, 2005’te Barış ve Çevre Merkezi kurucuları arasında yer aldı. 2006’da Birleşmiş Milletler tarafından çevreye olan duyarlılığı sebebiyle Yeryüzü Şampiyonu ödülüne layık görüldü.

İlk Başkan Yardımcılığı dönemini 2005’te tamamladıktan iki yıl sonra, reformcu görüşlerini bir blogda yazıya aktardı. Özellikle kadın hakları, çevre ile ilgili konulara değindi ve Ahmedinejad yönetimi eleştirdi. Blog İran hükümetince sansürlendi. Ebtekar ise yazmaktan vazgeçmedi ve yeni bir blogda hükümetin hoşuna gitmeyen yazılarını devam ettirdi. Barışçıl protestolarda ölen insanların ailelerini ziyaret ettiğindeyse tutucu kesim tarafından provokatör olmakla suçlandı.

2013 seçimlerinde Hasan Ruhani’yi destekleyen Ebtekar, Ruhani kazanıp başkan olduğunda yeniden Başkan Yardımcılığı görevine getirildi. Görüşleri 1979’dekilere göre oldukça değişmiş olan Ebtekar, 2015’te İran ve 5+1 arasında yapılan nükleer programıyla ilgili anlaşmayı barış yolunda atılan bir adım olarak değerlendirmesiyle dikkat çekti.

Birçok Ortadoğu ülkesiyle kıyaslandığında, İran parlementosunun %5.9’luk kadın oranı çok düşük kalmaktadır. İran’da kadınlar için siyasette yer almak bu kadar zorken, Ebtekar 35 yıldır bu yolda başarıyla ilerlemektedir.

Toujan al-Faisal

Toujan al-Faisal

1993-1997 yılları arasında milletvekilliği yapan Toujan al-Faisal, Ürdün parlamentosuna giren ilk kadındır. Seçilirken hiçbir politik partiye üye değildi. Politik konuşmalarıyla popülaritesini yükselten al-Faisal, görevi boyunca yolsuzluklarla savaştı. Görevinden sonra da bu tavrını sürdürerek 2002’de Kral 2. Abdullah’a açık bir mektup yazdı. Mektupta dönemin Başbakanı Abu al-Ragheb’i ekonomik yolsuzlukla suçlayan al-Faisal’ın hayatı bundan sonra daha zorlu bir hal aldı.

16 Mayıs 2002’de 18 ay boyunca hapse mahkum edildi. Gerekçesi ise yazdığı mektup nedeniyle devletin itibarını zedeleyici bilgi vermesiydi. Mahkumiyet süresince açlık grevine giren Al-Faisal, Çerkes kökenliydi ve Çerkes topluluğunun talebi üzerine mahkumiyetinin 100.gününde Kral’ın affı ile hapisten çıktı.

2003’te Seçim Komitesi tarafından seçimlere katılması engellendi. Ürdün Krallığı Asliye Mahkemesine başvuran al-Faisal’ın itirazı reddedildi.

Politikacı Laith Shubeiat bir röportajında al-Faisal’ın mahkum edilmesine sebep olan yolsuzluk olayını al-Faisal dışında hiç kimsenin konuşmaya cesaret edemediği bir olay olarak anlatmıştır.

Toujan al-Faisal’ın politik kariyeri yolsuzluk karşıtı aktivizmi nedeniyle engellerle tıkandı.

Hanin Zuabi

Hanin Zuabi

İsrail parlamentosuna bir Arap Partisinden seçilen ilk kadındır. İsrail’in Filistinli vatandaşlarının haklarını savunmasıyla dikkat çeken Hanin Zuabi, Filistin’deki İsrail işgalinin son bulmasını savunmaktadır. Arap nüfusunun fazla olduğu Nasıra’da doğan ve genç yaşından beri politikaya ilgi duyan Zuabi’nin İsrail’de Arap kökenli bir vatandaş olması ve Arapların İsrail’de ayrımcılığa uğraması, politikacı olmasında önemli rol oynamıştır. Zuabi, hem kadınların, hem de Filistinlilerin ayrımcılığa uğramasını eleştirmektedir.

1995’te kurulan Balad Parti’ye bir yıl sonra dahil olan Zuabi, 2009’dan beri İsrail Parlamentosunda milletvekilliği yapmaktadır. İsrail’deki Filistinlilerin İsrail vatandaşlarıyla aynı haklara sahip olmamasını “Ben bir göçmen değilim, burası benim yurdum. Buranın yerli halkıyız ve İsrail’e göç etmedik, İsrail bize göç etti” sözleriyle eleştirmektedir.

2010 yılında Mavi Marmara yardım gemisine katılan Zuabi gemideki tek İsrail milletvekiliydi. Gemide bulunmasından dolayı Parlamento üyeleri tarafından hainlikle suçlandı. O ise gemiye saldıran askerleri katil olarak nitelendirdi. Söz konusu Parlamento konuşması sırasında İsrail milletvekilleri tarafından üzerine yüründü. Bu olaylardan sonra Balad Partisi Zuabi’yi listesinde üçüncü sıradan ellinci sıraya düşürdü. Bu da onun bir dahaki seçimlerde parlamentoya girmesini engellemektedir. İsrail başbakanı Netanyahu da olaylardan sonra Zuabi hakkında parlamentodan çıkarılması için hukuk müsteşarlığına talimat vermiştir.

Nayla Tueni

Nayla Tueni

Lübnanlı politikacı ve gazeteci olan Nayla Tueni, 2009-2013 yılları arasında Lübnan parlamentosunun az sayıdaki kadın üyelerinden biriydi. Lübnan’ın Ortodoks Hristiyan kesiminden olan Nayla Tueni, Lübnan’ın sekülerleşmesini desteklediğini belirtmektedir. Politikaya atılmasının en önemli sebebi ise babasının öldürülmesidir. 2005’te öldürülen babası Gebran Tueni gazeteciydi ve Lübnan’da Suriye otoritesine tamamen karşı duruşuyla dikkat çekmekteydi. Parlamentoya seçildiğinde Nayla Tueni, misyonunun babasının hayalindeki Lübnan’a ulaşmak olduğunu belirtmiştir.

26 yaşında parlamentoya giren Tueni, meclisin en genç üyesiydi. Seçildiğinde hem milletvekilliği görevini sürdürdü hem de dedesinin kurucu, babasının çalışmış olduğu al-Nahar Gazetesini yönetti.

Lübnan’da düşünce özgürlüğünü destekleyen Tueni, özellikle gençlerin ve kadınların siyasi hayata katılımını oldukça önemli buluyor. Kendisi bir Müslümanla evlendiği ve Lübnan’da evlilik dini kurallara bağlı olduğu için Kıbrıs’ta evlenebilmiştir. 2014’te Fransa’dan onur ödülü almıştır.

Merve BİRDAL

1. 50 Iraniens Womens You Should Know: Masoumeh Ebtekar http://en.iranwire.com/features/7017/

2. Jordan: Sentence against Toujan al-Faisal a blow to freedom of expressionhttps://www.amnesty.org.uk/press-releases/jordan-sentence-against-toujan-al-faisal-blow-freedom-expressionhttps://www.amnesty.org.uk/press-releases/jordan-sentence-against-toujan-al-faisal-blow-freedom-expression

3. Jordan: Toujan al Faisal vows to continue to fight corruption http://www.weldd.org/our-voices/jordan-toujan-al-faisal-vows-continue-fight-corruption

4. The NS Interview: Haneen Zoabi http://www.newstatesman.com/middle-east/2010/08/israel-interview-palestinianhttp://www.newstatesman.com/middle-east/2010/08/israel-interview-palestinian

5. Hanin Zuabi’nin Konuşması Knesset’i Karıştırdı. http://www.tasnimnews.com/tr/news/2016/07/01/1119219/hanin-zuabi-nin-konuşması-knesset-i-karıştırdı

6. . Nayla Tueni Mixes Journalism and Politics in Lebanon’s Murky Waters http://www.huffingtonpost.com/magda-abufadil/nayla-tueni-mixes-journal_b_1172905.html

Ortadoğu’nun Kadın Politikacıları yazısı ilk önce TUİÇ Akademi üzerinde ortaya çıktı.

PANEL DUYURUSU /// Türkiye-Suudi Arabistan İlişkileri : Dönüşen Ortadoğu’da İşbirliğine Dayalı Bir Yaklaşım /// 09.09.2016


Türkiye-Suudi Arabistan İlişkileri: Dönüşen Ortadoğu’da İşbirliğine Dayalı Bir Yaklaşım

Türkiye-Suudi Arabistan İlişkileri: Dönüşen Ortadoğu’da İşbirliğine Dayalı Bir Yaklaşım

PANEL | 9 EYLÜL 2016

TARİH: 9 EYLÜL 2016 SAAT: 10:30 YER: SETA Ankara

LCV ve DETAYLI BİLGİ İÇİN: fp | Bünyamin Keskin | 0312 551 21 22

Moderatör § Burhanettin Duran, SETA Genel Koordinatörü
Konuşmacı § Adil el Cubeyr, Dışişleri Bakanı, Suudi Arabistan

Ciddi dönüşümlere ve çok boyutlu krizlere şahit olan Ortadoğu, dünyanın en kritik bölgelerindendir. Son yıllarda yaşanan bu gelişmeler bölgesel etkinliği yüksek olan devletleri farklı meydan okumalarıyla karşı karşıya getirmiş ve krizlere karşı etkili yöntemler inşa etmelerini gerektirmiştir.

Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Sayın Adil el Cubeyr’in katılacağı bu etkinlikte başta ikili ilişkileri ele alınacak ve Türkiye ve Suudi Arabistan’ın güvenlik, ekonomik ve bölgesel siyaset alanlarındaki işbirliği değerlendirilecektir. SETA olarak, güncel gelişmelerin ışığında terörle mücadele ve Suriye Krizi gibi sorunlar için ortak çözüm yollarının ve Ortadoğu’nun istikrarına katkı sağlayacak hamlelerin tartışılacağı bu etkinliğimize teşriflerinizi bekleriz.

NOT: PANELE KATILABİLMEK İÇİN LÜTFEN ONAY EMAİLİNİ BEKLEYİNİZ.

PANELİN DİLİ TÜRKÇE VE İNGİLİZCEDİR. HER İKİ DİLDEN SİMÜLTANE TERCÜME HİZMETİ SUNULACAKTIR.

LCV

SU & ENERJİ & DOĞALGAZ DOSYASI : Ortadoğu ve Petrol Savaşları


Ortadoğu ve Petrol Savaşları

KAYNAK : https://saklitarih.wordpress.com/2015/07/26/ortadogu-ve-petrol-savaslari/

Osmanlı haritalarına baktığınızda Arap yarımadasının ortasını boş olarak görürsünüz. Nedeni ise gayet basittir; petrol henüz hayatımızın en önemli unsuru haline gelmemiştir.

Petrol Ortadoğu’da binlerce yıl öncesinden varlığı biliniyordu. Toprağın yüzeyinde zift olarak göletler halinde bulunuyordu. Hatta Hz. Nuh’un gemisini zift ile sıvadığı kutsal kitaplara geçmiştir. 17. yüzyılda Bakû’yu ziyaret eden Evliya Çelebi bile, “Bakû kalesinin çevresindeki 500 kadar kuyudan asidi arıtılmış siyah ve beyaz yağlar çıkarılıyor” diye yazmıştı. Tabii, o zamanlar petrol öncelikle yakacak olarak; tıbbi tedavilerde, ya da askeri amaçlarla kullanılıyormuş. İngiliz sanayisi buharlı makineden, 1892’de Alman mühendis Rudolf Diesel tarafından bulunmuş dizel motora geçtiği yılda petrol önemli bir hale geldi.

1847’de Nobel Kardeşler tarafından Bakü’de açtığı ilk kuyu ile petrol hayatımıza girdi. Başta sokak lambalarının yakılması için kullanılan kerosen ve parafin çıkarılıyordu. Dizel motorun icadı ile önce sanayiye sonra ulaşım alanına girdi. 1861 yılında günümüze güncellenmiş varil başına fiyatı 118 dolara kadar çıkmıştı. İnanılmaz servetler kazanıldı. Nobel Kardeşlerin malikânesi bugün bile Bakû’nün en güzel evidir. 1879 yılında “Nobel Kardeşler Petrol Kumpanyası” ismiyle kendi şirketlerini kurmuşlar. Daha sonraki yıllarda başarıdan başarıya koşan şirket, bir dönem, Bakû’de çıkan petrolün yarısını üretir hale gelmişti.

1901 yılında dünyada petrol tüketimi yılda 15 milyon varil civarında idi. Çoğunluğu Bakû’den çıkıyordu. Azerbaycan paylaşılınca, yeni petrol alanları aranmaya başlandı. En yakın yer ise Ortadoğu idi. Yüzlerce İngiliz, Alman ve Amerikalı ajan petrol alanları araştırmaya başladı. Bunlar içinde en başarılısı İngiliz ajan ve arkeolog olarak Ortadoğu’ya gitti.

Gertrude Bell isimli Oxford tarih bölümü mezunu seyyah ve İngiliz ajanı bir kadın, 1899 yılında Kudüs’e yaptığı ziyaretten sonra Araplara karşı büyük bir sevgi ve ilgi duymaya başladı. Arap çöllerinde seyahatler yaptı ve batılılara çöl hayatını anlatan yazılar yazdı. Araplar ona “Çölün Kızı” ve “Irak’ın Taçsız Kraliçesi” isimlerini verdiler. Ortadoğu’yu karış karış gezdi. Özellikle kuzey Irak bölgesindeki petrol yatakları ile ilgilendi. Hiç evlenmemiş olan ve yalnızca bir kez nişanlanan Bell, nişanlısını Çanakkale Savaşları sırasında kaybetti. Bu yüzden Osmanlılardan nefret etti. Yalnızlık ve sağlığının bozulması sebebiyle bunalıma giren Bell, 12 Temmuz 1926 yılında yüksek dozda uyku hapı alarak intihar etti ve Bağdat’ın Bab el-Sharji ilçesinde, İngiliz mezarlığında toprağa verildi.

1919 yılındaki Gertrude Bell, Paris Konferansı’na delege olarak katıldı ve Irak devletinin sınırlarının belirlenmesi için çalışmıştı. Irak sınırlarını çizen kişi olarak bilinmektedir.

Ortadoğu’da devletlerin sınırları ve yedi kız kardeşler olarak anılan batılı şirketlere petrol kuyularını paylaştıran kişi Üsküdar doğumlu ermeni kökenli Osmanlı vatandaşı Kalust Sarkis Gülbenkyan’dir. Osmanlı İmparatorluğu’nun petrol kaynaklarını ve özellikle de Mezopotamya’daki petrol rezervlerini ele alan bir raporu padişah II. Abdülhamit ‘e sunulmak üzere hazırlamıştır. Bu çerçevede, 1912’de Irak petrol yataklarını işletmek üzere, Royal Dutch Shell’in % 25, Alman yatırımcıların toplam % 25, Türkiye Milli Bankası’nın % 35 ve Kalust Gülbenkyan’ın da % 15 hissesine sahip olacağı Turkish Petroleum Company (T.P.C.) kurulmuştur. 1913-14’de Anglo-Persian Oil Company’nin ortaklığa dahil olmasıyla hisselerde yeni ayarlamalar yapılmış, Gülbenkyan’ın hissesi % 5’e indirilmiştir. ‘Mr. Five Percent’ (Bay Yüzde Beş) lakabı o dönemden kalmadır. I.Dünya savaşını kaybeden Osmanlı, dağıldıktan ve T.P.C. gayri faal olduktan sonra, Ortadoğu’nun İngilizler ve Amerikalılar arasında paylaşımında sorun çıkınca Gülbenkyan çağrıldı ve Ortadoğu’da petrol alanlarını, oraları kontrol eden kabileleri ve Osmanlıyı çok iyi tanıyan kişi sadece oydu.

A.B.D. şirketlerinin devreye girmesiyle Gülbenkyan bir kez daha taraflar arasında arabuluculuk yaparak, Anglo-Persian Oil Company, Royal Dutch Shell Group, Compagnie Française des Pétroles ve Near East Development Corporation (Amerikan petrol şirketlerinden oluşan bir konsorsiyum) arasında Red Line Agreement (Kırmızı Çizgi Anlaşması) olarak bilinen anlaşmanın 1928’de akdedilmesini sağlamış, Osmanlı İmparatorluğu’nun eski toprakları üzerinde anlaşma taraflarının söz sahibi olacağı petrol yatakları arasındaki kırmızı çizgileri bizzat çizmiştir. Yüzde beşlik payını Turkish Petroleum Company’nin yerine yeni kurulan Iraq Petroleum Company bünyesinde de muhafaza etmiştir. II. Dünya savaşı başlaması ile sermaye oyunları ile Gülbenkyan ortaklıktan çıkarıldığında, şirketlere karşı Gülbenkyan Paris’te dava açmış ve sekiz kamyon belgeyi mahkemeye sunmuştu. Gülbenkyan bu davayı kaybettikten sonra hayata küstü ve II. Dünya Savaşına girmeyen Portekiz’e yerleşti, sanata ve ermeni vakıflarına yardımlarda bulundu. 1955 te vefat etmiştir.

Ortadoğu’nun tarihinde sınırları belirleyen savaşlar ve milletler değil, petrol alanları ve bunları kontrol eden kabile reisleridir. Osmanlı haritalarında çöl alanı olarak boş gösterilen sönük kalmış Necd bölgesinde çok sayıda küçük kabile reisi vardı. 1765’de ölen Muhammed İbn Suud isminde küçük bir kabile reisi vardı. Küçük bir vaha olan Diriyah’ta ana ticaret yolunu kontrol ediyordu. Muhammed bin Abdülvahhap (1703-1766) isminde Vahhabi inancının kurucusu bir vaiz bölgeye geldiğinde İbn Suud hemen bu Sünni Vahhabi (araplar “Muvahhidun” derler) görüşünü benimsedi.Koruma ve parasal destek verdi. Muhammed bin Abdülvahhap, Muhammed İbn Suud’tan -Vahhabi olmayan Müslümanlar- inanmayanlara karşı cihat etmesini, kendisinin din lideri, İbn Suud’un Arabistan lideri olacağını söyledi. İbn Suud’ta hemen yemin etti.

Vahhabilik (Selefilik) görüşünün en önemli unsuru kolay anlaşılır ve yoruma kapalı olması idi. Bu nedenle yerel Müslüman kabile mensuplarınca kolaylıkla kabul edildi. Fazlaca basitleştirilmiş “tevhit” anlayışına ve ayetleri olduğu gibi kabul ediyordu. Bu çerçevede Sufi zikri, Şii matemi ve fakihleri, Osmanlı veli anlayışını ret ediyor. Şeriatı yorumsuz ve tartışmasız kabulü ile ayetlerin dışında hiçbir fikri veya ulemayı kabul etmiyordu. Türbeler yıkıldı, kutsal sayılan nesneler “batıl” diye yasaklandı. Bu vizyonu paylaşmayan özellikle Sufiler ve Şiiler ile Vahhabi olmayan her Müslüman kılıçtan geçirildi. Sünni-Vahhabi yorumu Muhammed İbn Suud tarafından desteklendi ve yayılması sağlandı.

1818 yılında Mısır Hidivi (Kavalalı) Mehmed Ali Paşa, padişah ve halifeden gelen emir ile Mekke’yi eline geçiren Vahhabileri yenerek, Mekke’den çıkarır ve çöldeki Necid bölgesine geri gönderir. İngilizler bunu bir fırsat bilerek, Suudiler ile Basra Bölgesi petrol alanları karşılığında silah ve ordu ile desteklemek istediklerini belittiler ve Suudi varisi Şeyh Abdülaziz (1880-1953) Osmanlıya karşı I. Dünya Savaşı sonrası İngiliz silah ve subayları yardımı ile ilk ordusunu kurdu. İdari merkez olan Hasa/Ahsa’yı ele geçirir (1913). Sonra, 1921-1926 arasında Ha’il, Mekke, Cidde ve Asir’i ele geçirerek topraklarını genişletti ve 1926’da Hicaz kralı, 1932’de Suudi Arabistan kralı ilan edildi. Ülkede Vahhabiliği kabul etmeyen herkes ya sürgün edildi ya da öldürüldü. Vahhabilikte ulema ve yoruma dayalı görüşlerin şansı yoktu.

1936’da ilk petrol yatağının bulundu ama II. Dünya Savaşı petrol çıkarma işini engelledi, sonrasında kuyu açma çalışması hızlandı. Suudi Arabistan’ın jeopolitik rolü, topraklarında petrol bulunmasıyla hemen değişti. Ülkedeki petrol arama haklarını – İngiliz değil – daha sonra ARAMCO adını alacak olan Amerikalı bir firma kazandı. ARAMCO, petrol sahalarında arama yapabilmek için ABD hükümetinden yardım aldı. 14 Şubat 1945 tarihinde Roosevelt ile Suudi Arabistan’ın yöneticisi İbn Suud buluştu. O zamanlar dikkatlerden kaçan ama bugün son derece meşhur olan buluşmanın adresi, Kızıldeniz’deki bir Amerikan savaş gemisiydi. Roosevelt’in ağır hasta olması (ki iki ay sonra hayatını kaybetti) ve İbn Suud’un Batı kültürü ve teknolojisine dair önceden hiçbir tecrübesinin bulunmamasına rağmen, iki lider de karşılıklı saygı çerçevesinde samimi şekilde temas kurmayı başardı. Oysa dönemin Büyük Britanya Başbakanı Winston Churchill’in, Roosevelt – İbn Suud buluşmasının hemen ardından bir görüşme ayarlayarak Suudi Arabistan-ABD yakınlaşmasını bozma girişimi tam anlamıyla ters tepti. Çünkü İbn Suud, Churchill’i “küstah” bulmuştu.

Roosevelt ile İbn Suud arasındaki beş saatlik görüşmenin büyük bölümü – her iki liderin de birbirinden epey farklı düşündüğü – Siyonizm ve Filistin meselesine ayrılırken, elde edilen uzun vadeli gerçek netice başka bir konu hakkındaydı. Varılan de facto (fiili) anlaşma uyarınca Suudi Arabistan, dünya petrol üretim politikalarını ABD lehine koordine ve kontrol etmeyi kabul ederken, buna karşılık Birleşik Devletler de Suudi Arabistan’a askeri güvenlik konusunda uzun süreli güvenceler sunuyordu.

Mısır’dan Suudi Arabistan’a, Nasır’ın baskısından kaçan yoksul işçiler, Afgani Muhammed Abduh, Hasan el Benna, Seyyid Kutub’un oluşturduğu “Müslüman Kardeşler” görüşlerini; Pan-İslamizm, Lâik yaşam tarzı, Milliyetçilik, Pan-Arabizm, İslami Sosyalizm, Batılı demokrasi anlayışların sert bastırıldığı Mıssır yerine, bu ülkede kendilerini Vahhabiliğe yakın buldu. Suudi Arabistan artık “Arap Birliğinin” başkanı olmak istiyordu.

Vahhabi görüşü tüm dünyaya Suudilerin maddi desteği ile; “Dünya İslam Ligi” kurulduktan sonra, Vahhabilik süratle dünyada yayılmaya başladı.

Hasan el Benna ve Müslüman Kardeşler’in amblemi

Vahhabi doktrini; Müslüman Kardeşler, Cemaat-i İslami, Hamas ve İslami Cihat gibi grupları önemli ölçüde etkiledi. Suudiler, İslam’ın geleceği konusunda Vahhabilik ile sert taviz vermez ve hoşgörüsüz uç noktalardaki “İslami köktencilik” anlayışını özellikle körükledi ve böylece “Yeni Pan-İslamizm” doğmuş oldu. Kral Abdülaziz, İngiliz Kraliçesi tarafından şövalye ilan edildi. Suudi Devletinde Kralın bu batılı tavrı çok tepki çekti.

Suudi Arabistan içinde gelişen ve ilk kuruluşta Suudi kavmi için özgürlük savaşı veren, kendilerine “kutsal savaşçılar” diyen “İhvan Örgütü” (“kardeşler” anlamında– ama “müslüman kardeşler” değil) 1929 yılında al-Salba şehrinde ayaklanma çıkardı. Ayaklanma kanlı bastırıldı. Ama İhvan görüşü yok edilemedi. İhvan örgütünü alt edemeyen Suudiler, para desteği vererek örgütü (başından kovmak için) diğer ülkerelere göndermeye ve parasal teşvik ile kontrol altına almaya, gittiği ülkede daimi kalması için çalışmıştır. Afganistan bunun başlangıcı oldu.

1979 yılında Sovyetler Afganistan’ı işgal ettiğinde, yüz yıldır beslenen Suudi Devletinin kurucusu “kutsal savaşçılardan” oluşan İhvan örgütünden kurtulmak istediler. Suudi ailesinden, Usame bin Ladin liderliğinde on binden fazlasını Afganistan’a gönderdiler. Pakistan bu örgüte isthbarat, ABD ise teknik ve para ile destek verdi. Böylece Suudi Arabaistan’ın iç istikrarı garantiye alınacaktı.

1991 tarihinde SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un istifa etmesinin ardından Sovyetler dağıldı. Bağımsız kalan Orta Asya Türk Cumhuriyetlerindeki petrol ve doğalgaz Amerika’nın dikkati çekti ve Afganistan üzerinden petrol ve doğalgaz hattı projeleri çizildi. Bunun için Sovyetlere karşı başarılı mücadele eden İhvan örgütünün uzantısı El-Kaide’nin Afganistan’dan çıkarılması gerekiyordu.

2001 yılında ABD’nin beklediği fırsat (!) geldi. Dört yolcu uçağı Amerikan’ın sembollerine (Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon) El-Kaide tarafından saldırıya uğradı. ABD, önce Afganistan’ı ve sonra Irak’ı işgal etti. Her iki ülkedeki işgali sonrasında başarısız olan ABD ordusu, önce Afganistan’dan, sonra Irak’tan çekilmek zorunda kaldı. Bu arada El-Kaide lideri Usame bin Ladin öldürülmüştü.

Afganistan’da savaşan ve tüm dünyada yaşayan yoksul ve hayatından nefret eden Vahhabi (Selefi) cihatçı görüşleri benimsemiş kişiler yavaş yavaş ülkelerine dönmeye başladı. Başından zor attığı terör örgütünün geri gelme ihtimali Suudi Arabistan’ı çok korkuttu. Savaşmaya alışmış bu kişileri ülkesine istemiyordu ve onlara yeni savaş alanları gerekliydi.

Eve dönüş, 2010 yılında “serbest bir devrim” şeklinde, tüm Arap ülkelerinde “Arap Baharı” ismi ile patlak verdi. Suudi Arabistan’dan tarafından ülkeden çıkarılan İhvan (Selefi) örgüt üyeleri ve bunların cihatçı anlayışı, Arap ülkelerinde artık destanlar yazıyordu. Bu kişilere özel Afganistan’dan sonra yeni savaş alanları bulunmuştu. Soğuk savaş sonrası tek kutuplu kalan dünya siyasası içinde yeni düşman Cihatçı İslami görüşler olacaktı.

2003 yılında Türkiye’de ise Pan-İslamizm yani “ılımlı islam” olarak adlandırılan, aslında “ihvan görüşü” taşıyan kişilerin seçim sandığında başarılı olması (demokratik yolla), diğer Arap ülkelerinde sevinçli bir heyecan yarattı.

Barışçı gösteri ve batı kaynaklı diyalog arayışı çabaları tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da taraftar buldu.

1967 yılında kurulan ve 1998 yılında “Adalet ve Kalkınma Partisi” olarak adını değiştiren Fas Partisi, 2011 parlamento seçimlerinden birinci parti olarak (107 parlamenter) çıktı ve hükümeti kurma görevi 29 Kasım 2011’de Fas Kralı VI. Muhammed tarafından parti lideri Abdelilah Benkirane’ye verildi.

Tunus’ta halkın aşırı pahalılık yaşaması ile meydana gelen isyanı sonucu 17 Aralık 2010 günü, 23 yıllık devlet liderini devirdi. Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali, Tunus’u terk etti. Politik polis ve RCD iktidar partisi dağıtıldı, siyasi suçlular serbest bırakıldı.

28 Aralık 2010 günü Cezayir’de halk ayaklandı. 19 yıllık olağanüstü halin kaldırılması sağlandı.

Mısır’da Hüsnü Mübarek’in 25 Ocak 2011 yılında popüler ayaklanmalarla devrilmesi sonrasında yapılan bütün meşru seçimleri, yıllarca yasaklı olan Müslüman Kardeşler’in Hürriyet ve Adalet Partisi (HAP) kazandı.

21 Ocak 2011 yılında Suudi Arabistan’da küçük çaplı “ihvan” destekli ayaklanmalar çıktı. Suudi Kralı Abdullah tarafından ekonomik imtiyazlar verildi, 2011 yerel seçimlerine sadece erkekler kabul edildi.

14 Şubat 2011 yılında Bahreyn’de ayaklanmalar çıktı. Suudi ordusu müdahale ederek ülkede krallığı kurtardı. Kral Hamad ibn Isa Al Khalifa tarafından ekonomik imtiyazlar verildi, politik suçlular serbest bırakıldı, bazı başkanlar kovuldu.

Suudi İhvan örgütü ile Mısırlı Müslüman Kardeşler örgütü, Mısır’da rejimi değiştirme konusunda fikri birliktelik halinde idi. Terör korkusu ile % 50 katılımlı bir seçimde % 25 oy alarak başa geçen Mursi yönetimi, General Sisi yönetimindeki askeri darbe ile 2013 yında devrildi. Musri daha sonra yargılanıp idama mahkum olacaktı. Darbe yöneticilerine Suudilerin parasal desteği (yirmi milyar dolar) devam edecekti. Suudiler, Nasır sonrası ülkelerine kaçan Müslüman Kardeşlere yardım etmiş, desteklemişti. Şimdi ise tam tersini yapıyor, darbecilere para yağdırıyordu. Bu tavır değişikliği diğer ülkelerdeki ihvan ve müslüman kardeşler sempatizanları üzerinde şok yarattı.

Arap Baharından çok korkan Suudi Arabistan, diğer Arap ülkelerindeki ayaklanmalardan kaçan ihvan savaşçılarının çıktığı yurduna dönmesini istemiyordu. Savaşçı cihatçılara iştigal olacak bir devlet gerekiyordu. Afganistan’da savaş sona ermiş, Arap baharında ülkeler çok zarar görmüştü. “Kutsal Savaşçılar” (İhvan örgütünün Suudi askerleri) 1999 yılında kurulan IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) olarak iç karışıklık içindeki Suriye’deki Rakka şehrinde meydana çıktı.

Örgüt kuruluşundan itibaren pek çok kez ismini değiştirdi. İlk kurulduğu yıllarda ismi “Cemaat el-Tevhid vel-Cihad”dı. Ekim 2004’te “Tanzim Kaidat el-Cihad fî Bilâd el-Rafidayn” ya da daha çok bilinen “Irak El-Kaidesi” adını aldı. Ocak 2006’da birkaç küçük grupla birleşerek “Mücahidîn Şûrâ Konseyi” adını, Ekim 2006’da da “Irak İslam Devleti” adını aldı. Nisan 2013’te adı “Irak ve Şam İslam Devleti” olarak değiştirildi. Temmuz 2014’ten bu yana Ebu Bekir el-Bağdadi’nin sözcüsü Adnani’nin Hilafeti ilan etmesi ile ismi “İslam Devleti” olarak kaldı. “Irak ve Levant İslam Devleti” olan örgüt İngilizce’de “ISIS”, “ISIL” kısaltmasıyla anılıyordu. Yani, “Islamic State of Irak and Syria”nın (Irak ve Suriye İslam Devleti) ile “Islamic State of Iraq and the Levant”ın (Irak ve Levant İslam Devleti) kısaltmasıdır.

Örgütün lideri El Bağdadi’nin yükselişi, Irak’taki El Kaide’nin liderleri öldürüldükten sonra başladı, örgütün başına geçti. O dönem örgüt çok zayıflamıştı. Suriye’de 2011’de isyan başlayınca örgüt yeniden dirildi. Aynı zamanda ABD ordusunun 2011 sonunda Irak’tan çekilmesiyle oluşan boşluk da ona ve örgütüne yaradı. 2011’de 800 olan militan sayısı, 2012’de 2 bin 500’e, 2013’te 10 bine ulaştı. El-Bağdadi’nin ABD bombardımanında elleri ve ayaklarının koptuğu söylense de bu doğrulanmadı ve o günden sonra basın önüne hiç çıkmadı. El Kaide lideri Eymen El Zevahiri 2013 yazında El Bağdadi’ye mektup yazarak, IŞİD’in lağvedilip El Nusra Cephesi’ne katılmasını emretti. Bağdadi ise Zevahiri’ye baş kaldırdı. IŞİD, Suriye’de hem rejime, hem Özgür Suriye Ordusu’na hem de El Nusra’ya karşı savaşıyor. Lübnan’da Şiilere karşı intihar saldırıları düzenliyor ve Irak’ta Maliki hükümetine karşı silahlı isyanın başını çekiyordu. Diğer örgütleri de kendi Vahhabi (Selefi) görüşü içinde birleştirmeye başardı. Suriye ve Irak içinde sert ve acımasız savaş yöntemi ile kısa sürede toprakları işgal etti. İki milyar dolar maddi desteğe ve sınırsız silaha sahip oldu. Amerika bundan istifade 1970 lerde başlattığı alternatif tepki merkezi, yada bugün “Kürt Kolidoru” adı verilen projesini uygulama imkanı buldu. Doğuda Barzani, batıda ise PYD nin başta eski kantonları dışındaki topraklar önce Bağdadi askerleri ile insansızlaştırılıyor, sonra bu İŞİD’ in çekildiği boş alanlara Kürt kökenli aileler yerleştiriliyordu.

Ortadoğu’nun parçalanma planı 2012-2020

İran kendine uygulanan ambargo 2015 Temmuz ayında ABD-İran anlaşması ile kalktı. Türkiye ile ABD İncirlik üssünün IŞİD’e karşı koalisyon ülkelerine açma karşılığında, IŞİD üyelerine sınırlarını kapadı. Sınıra yaralı örgüt üyesi taşıyan grubu içeri sokmayan askerler ile çıkan çatışmada bir Türk askeri öldü. Bundan sonra Türkiye IŞİD sığınaklarını havadan ve karadan bombaladı.

2014 yılında planlanan Türkmenistan- Afganistan- Pakistan- Hindistan petrol/Doğalgaz hattı inşaatına başlandı. ABD’nin aynı amaçla Afganistan’a girdiğini ve sonra hayal kırıklığına uğradığını düşürsek projeye destek veren Rusya sevinç çığlıkları atıyordur. Projeye işlem danışmanı olan Asya Kalkınma Bankası, birkaç gün once Hindistan’ın ‘GAIL’ şirketi, ‘Türkmengaz’ devlet şirketi, Afganistan’ın ‘Afghan Gas’ şirketi ve Pakistan’ın ‘İnter State Gas Systems (Privated) Limited’ şirketinin kurdukları işletim şirketinin katılımın eşit paylarının temelinde projesinin gerçekleştirilmesi ile uğraşacağını bildirdi. Türkmenistan’ın, boru hattını inşa etmeye başlamak için ortaklarına formaliteleri daha hızlı bir şekilde tamamlamak teklifinde bulunduğunu, uzunluğu 1735 kilometre ve tahminen maaliyeti 7,9 milyar dolar olan projenin desteklediğini söyleyen Rusya, bu işten çok memnundur.

Rusyanın Afgan petrol hattı hamlesine karşılık ABD de İran’nı batının yanına çekmek istiyordu. Aslında ABD_İsrail’in çekincesii olan İran’ın nükleer programını ABD biraz gevşetti. ABD açısından Basra körfezinin stratejik değerinin Kürt petrol hattı (Musul-Lazkiye hattı/Türkiye’nin Ceyhan hattına alternatif olarak) ön plana çıkmaktadır. İran – ABD anlaşmasının temel nedeni budur. Böylece Rusya’nın TAPI planının İran bölümü bozuldu.

Suudi Arabistan’dan kovulan “İhvan üyelerinin” tekrar geri dönmesini ve ülke içinde karışıklık çıkarmasını engellemek için Suudiler, Ortadoğu’daki terörü önce desteklemiş, sonra yok etmek için koalisyon güçlerine katılmıştır.
Ortadoğu’nun kanlı tarihi petro-dolarlar ile yazılmıştır. Bu topraklarda hayatından memnun olmayan kabileleri yanına alan sınırları yeniden çizer. Savaşlarda mutlaka Şii ve Sünni ekseninde din kaynaklı yapılır.

Ünlü Suudi Petrol bakanı Zeki Yamani’nin şu sözleri konuyu özetler; “Ortadoğu ineğe benzer, başı burada süt veren memeleri Amerika’dadır. Bu böyle oldukça Ortadoğu’da kan ve gözyaşı dinmez.”

(26 Temmuz 2015)

ARAŞTIRMA DOSYASI : 15 Temmuz Sonrası Ortadoğu ve Afrika İçin Ye ni Yol Haritası Nasıl Olmalı ?


Türkiye içinden geçmekte olduğu süreci sadece gündelik problemlere yoğunlaşarak aşması mümkün değildir. Yükselen bir Türkiye ve sözünü dinleten bir güç olabilmenin yolu mevcut problemler ile birlikte Türkiye geleceğini ve özellikle de dışardaki mevcudiyetini yeniden kurgulamak zorundadır.

15 Temmuz darbe girişiminin iki temel amacı vardı. Darbeyi başarıp, Türkiye’yi karanlık bir zihniyetin kıskacına terk etmek ve bu zihniyetin kendi meşruiyetlerini sağlayabilmesi için Türkiye’yi dış dünyadan soyutlaştırıp yalnızlaştırmak; kaynaklarını, enerji geçiş güzergahlarını ve Türkiye’nin geleceğini peşkeş çekmek. Bu hain girişimin B planının olmadığını varsaymak mümkün değildir. Zaten içeride özellikle işbirliği yaptıkları terör ile yaratılmak istenen kaos B planının hayata geçirildiğinin açıkça işaretidir. Milletimizin sağduyusu, devlet refleksinin hızlı bir şekilde normale dönmesi, icra erkinin ve muhalefetin dayanışması ile bu süreç atlatılacaktır. Elbette bu süreçte milletimizin her ferdi ve her kesimimin özveri göstermesi gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi birikiminin bunu yapabilecek kudrete malik olduğu açıktır.

Ancak bu birikimin önünde durmak isteyenlerin birebir ilişki içerisinde olduğu medya grupları da derhal harekete geçerek büyük bir algı operasyonu başlatmıştır. Nitekim son bir buçuk aydır Türkiye bu bağlamda da büyük bir saldırı ile karşı karşıyadır. Türkiye’nin yükselen bir güç olmasına tahammülü olmayan aleyhtarları; aslında para ile her yöne döndürülmesi mümkün olan ama Türkiye aleyhtarlığında daima gönüllü olan uluslararası lobiler; Türkiye’nin değerlerini koruyup geliştiren ama aynı zamanda demokrasiyi de benimseyen bir ülke olmasından hoşlanmayan sözde müttefikler veya en azından onların içindeki kimi kesimler harekete geçti/geçirildi ve büyük bir algı operasyonu başlatıldı. Müdahaleler ile Dünyayı kendi keyiflerine göre şekillendirmeyi amaçlayan Şahinler; onlara yol açan yumuşak güç unsurları ve özellikle FETÖ ile işbirliği içinde olan çeşitli coğrafyalardaki yerel unsurlar harekete geçti. Bütün bunlar az çok bilinmekte ve zaten geçmişte de benzeri durumlar yaşanmaktaydı.

Türkiye’deki olumsuz her gelişmeden en çok etkilenen ve etkilenecek olan İslam dünyasının; Ortadoğu ve Afrika coğrafyasının ve hatta Orta Asya ülkelerinin darbe girişimi sonrası beklenen tepkiyi ver(e)memesi ise daha vahim ve üzerinde düşünülmesi gereken bir vakadır. Bu çerçevede Türkiye’nin Ortadoğu ve İslam Dünyasına karşı kurguladığı politikaları eleştirilebilir ancak unutulmamalıdır ki Türkiye 15 Temmuz öncesi net bir şekilde bu politikalarını gözden geçireceğini ilan etmiş ve ilk girişimlerini de bu doğrultuda başlatmıştı. Hatta biz de 3 Temmuz’da “Dış Politikada Bilgi ve Esneklik İhtiyacı” yazımızla bu yeni tavrı desteklemiş idik. Türkiye’nin özel olarak Arap Baharı ile birlikte ama tedrici olarak 2012’den sonra özellikle bazı Ortadoğu ülkelerinde gerileyen imajı şekil değiştirmeye ve olumlu yönde yükseliş göstermeye başlamıştı. Dolayısıyla darbe girişiminin önemli bir boyutu da kuşkusuz Türkiye’nin İslam ülkeleri, Ortadoğu ve Afrika’da yeniden yükselmeye başlayan imajına da zarar vermek ile ilgilidir.

Buradan hareketle bugün Türkiye’nin Ortadoğu, Afrika ve genel olarak İslam Dünyasına karşı politikalarının her zamankinden daha fazla önem arz etmeye başladığı gerçeğini hatırlatmakta yarar vardır. Ancak artık geçmişteki enstrümanlar ile yetinmemiz mümkün değildir. İşe yarayan eski araçları ve imkanları kullanırken bu konuda yeni yaklaşımlar, daha yaratıcı politikalar geliştirmek zorundayız.

Arap dünyasında özellikle Körfez ülkelerinde halkın Türkiye’yi anlamasına çalışılmalı fakat daha da önemlisi krallar, emirler, idareciler nezdinde ciddi girişimlerde bulunulmalıdır. Aslında bu kişilerin gözlerinin Türkiye’den ziyade ABD ve kısmen Avrupa’da olmasına rağmen, sık sık yapılacak diplomatik ziyaretler ile bakışları Türkiye’ye çevrilmelidir. Körfez sermayesine eskisinden daha fazla kapı aralamalı ve bu ülkelere Türkiye’de kendilerinin stratejik ürünlerini üretmelerine imkan sağlanmalıdır. Müşterek AR-GE çalışmaları yapılmalı bu maksatla TÜBİTAK görev üstlenmelidir. Kısa, orta ve uzun vadeli politikalar ile ilgilerinin sürekliliği sağlanmalıdır. Kısa vadede mutlaka Türk-Arap Üniversitesi fikri hayata geçirilmelidir.

Afrika’nın FETÖ’nun cirit attığı bir coğrafya olmaktan çıkarılması için Türkiye kıtanın her noktasında görünürlülüğünü artırmalıdır. THY bu konuda 15 Temmuz öncesi önemli bir misyon üstlenmişti ve Afrika’nın pek çok yerine uçarak Türkiye’yi görünür kılmıştı. Ancak şimdi yeni bir yaklaşımla, sunacağı promosyonlar ile Türkiye’yi Afrika için vazgeçilmez bir destinasyon yapmalıdır. Tabi ki dış temsilciliklerimiz ve vize politikalarımız da buna göre revize edilmelidir. Özellikle İstanbul’daki 3. havaalanının hizmete geçeceği süreçte Afrika’da da büyük kampanyalara imza atılmalıdır. Belki diğer sosyal projelere ayrılan paylar bir süreliğine promosyonlarda kullanılmalıdır.

Şer odağının geçmişte Türkiye’nin ismini kullanarak elde ettiği avantajlar ile kurdukları eğitim kurumlarının birden yok edilmesi mümkün değildir, ancak bu durum büyütülecek bir mesele de değildir. Afrika’daki eğitim faaliyetlerinin bulundukları ülkelerin nüfusuna oranla binde birlik bir oranı teşkil ettiği ortadadır. Fakat burada önemli olan husus ise eğitiminde odak aldıkları kesimlerdir. Genel olarak elit ve idareci kesimin çocukları eğitilirken, onlar aracı kılınarak veya ortak edilerek meydana getirilen ticari hacmin büyüklüğü bilinmemektedir. Bu yüzden ticaretin yaygınlaştırılması için de teşvikler, serbest ticaret anlaşmaları, vergi muafiyetleri ve kredilendirme imkanları geliştirilmelidir.

Eğitim noktasında bu boşluğu doldurmak adına kurulan Maarif Vakfı, sosyal mühendislikten ziyade bölge ihtiyaçlarını dikkate alan, özellikle ara ve teknik eleman yetiştiren meslek okulları açarak Afrika’da yaygın büyük bir hizmet sunacağı gibi Türkiye’nin imajının yükselmesine de katkı sağlayabilir. Maarif Vakfı’nın öncülük edeceği bu eğitim kurumlarının doğrudan Türkiye’nin sermayesi ile değil, aksine mutlaka yerli girişimciler tarafından yaptırılmasına özen gösterilmelidir. Kısa vadede Türkiye Üniversiteleri ile Afrika Üniversiteleri müşterek programlar açarak, Afrikalı bilim adamı ve öğretim üyelerini de ülkemize getirip Türk Üniversiteleri Afrikalılar için cazip hale dönüştürülmelidir. Uzun vadede mutlaka Türkiye-Afrika üniversiteleri de kurulmalıdır. Özellikle diasporadaki Afrikalılardan istifade yolları aranmalıdır. Böylece hem Afrika’da ve hem de Afrika dışında Türkiye’nin imajının yükselmesine imkan sağlanmış olacaktır.

Ortadoğu’da ve Afrika’da yapılacak faaliyetlerde mutlaka Türk markaları yaratılmalıdır. Hizmet ve müteahhitlik ya da Türkiye’de üretilen bir ürünün pazarlanması mümkündür. Fakat bu sürdürülebilir bir politika değildir ve kolay unutulur. Diğer taraftan her zaman sunduğunuz ürün ve hizmette rekabetin olacağı düşünüldüğünde, ilgili ülkelerde markalar oluşturulmadan rekabette avantaj sağlanması mümkün değildir. Kısa ve uzun vadede, iğneden ipliğe, hafif sanayiden ağır sanayiye kadar her alanda özellikle Afrika ülkelerinde Afro-Türk veya Türk-Afrika markaları yaratılmalıdır ki Türkiye’nin adı ve politikaları süreklilik kazanabilsin.

Önemli bir dönemece giren ve hayati önemi haiz sorunlar ile boğuşan Türkiye için bu saydıklarımızın ikincil önemde olduğu iddia edilebilir. Fakat unutulmasın ki Türkiye’nin başına gelenler zaten Türkiye’yi sınırları içinde tutma girişiminden başka bir şey değildir. Bu yüzden bu saydıklarımız bugün yaşanan sorunun özünde yatmaktadır ve öncelikli konular arasında yer almaktadır. Büyük ülke olabilmek her halükarda çok yönlü ve büyük düşünmekten geçer.

The post 15 Temmuz Sonrası Ortadoğu ve Afrika İçin Yeni Yol Haritası Nasıl Olmalı? appeared first on ORDAF.

KİTAP TAVSİYESİ : ZİHİN KONTROLÜ, SİBER SAVAŞ VE ORTADOĞU BU ROMANDA /// MONA (YAZAR : DAN T. SEHLBERG)


ORTADOĞU DOSYASI /// PROF. DR. TÜLAY ÖZÜERMAN : ORTADOĞU BATAĞINDAN ÇIKMAK İÇİN !…


Prof. Dr. Tülay Özüerman

Artık tek bir gündemi var Türkiye’nin: TERÖR!… Öyle ki, kollar ana muhalefetin başkanına kadar uzandı. Daha Kılıçdaroğlu ve konvoyuna menfur suikast girişimini konuşamadan, ertesi sabah Cizre’de, 26 Ağustos “Büyük Taarruz”un başlangıcının yıldönümünde acıttılar yine canımızı… Kılıçdaroğlu’nun şahsında hepimize geçmiş olsun dileklerimizle, şehit askerimizi acı ve rahmetle uğurluyor, yakınlarına ve hepimize başsağlığı, hepsinden öte sabırlar diliyoruz. Zira sabır taşı çatlamak üzere!…

Toplumda kaygı giderek artmakta; kurumlara ve kişilere güven giderek azalıyor. TV’lere yerleştirilen yağdanlıklar boş sözleri, tutarsızlıkları ve güven vermeyen yüz ifadeleri ile bu kaygıyı giderecek yerde, arttırıyorlar.

FETÖ’cü darbe girişiminden bu yana OHAL uygulaması var ancak terör tırmanışta. Suriye politikasındaki yanlışların faturası, savaşın içine itilen Türkiye oldu!… Bu arada Meclisimiz ne yapıyor? Tatilde!… Erteleyip, ülkemizi güllük gülistanlık hale getirince(!) tatile çıkabilirlerdi. En azından “FETÖ’cü darbe girişimi” soruşturması tamamlanmış ve 15 Temmuz olayı Meclis araştırması ile açığa çıkarılmış olmalı değil miydi?

Bu süreçten nasıl çıkacağız? Herkes bu soruyu sormakta. Nasıl çıkarız sorusunun yanıtını bulmak için önce şu gerçeği kabullenmek gerekiyor: Bizi bu duruma sürükleyen akılla çıkamayız.

Sürükleyen akıl dışında her şey, herkes sorgulanabiliyor. Elimize tutuşturulan, beynimize sabahtan akşama işlenen ile kafamızdaki sorular yanıt bulmuyor. Açıklamalar, açıklanamayan soruları örtmeye yetmiyor. Gidişatla ilgili uyarılara kulaklarını tıkayan ve “sıfır sorun” tezi ile terör batağına iyice batışımızda vebali olanlar değil de, delilsiz, kanıtsız suçlamalarla açığa alınanları suçlayarak mı çıkacağız bu süreçten?

Ortak akıl, dayanışma, birliktelik sözcükleri ve muhalefeti de yanlarına aldıkları fotoğraflar çoğaltılıyor ancak, muhalefetin talepleri rağbet görmüyor. İktidarın aklı her konuda önde!… Ortak akıl diye hala kendi akıllarını dayatıyorlar.

Açılacak köprüye, Atatürk adını verelim önerisini getiren muhalefete verilen yanıt: “Yavuz Sultan Selim” adı yerleşti!… Yerleşik adları bir günde silip yerine kendi öngördükleri isimleri veren kendileri değilmiş gibi!…

Bu aklın, “ortak akıl” ve “uzlaşma” dediğinin tam adı; “dayatma”. Bu dayatmacı zihniyetin uzlaşmadan anladığı herkesin onların sürüklediği yerde toplaşması. Başka deyişle; farklı ses ve görüşlere şimdilik düşük, herkes aynı yerde toplaştırılınca sıfır tolerans.

Çıkış yolu: O belli!… Aklı başında olan herkesin dile getirdiği gibi; başta Cumhuriyet ve Atatürk olmak üzere, bizi devlet yapan ve bugüne kadar birlikte getiren kişi, kurum ve değerlere sıkıca sarılmak.

“Güçlü ordu”, içinden geçtiğimiz süreçte çok daha önemli. Diğer tüm sorunlarımıza sıranın gelmesi için, terörün bitirilmesi gerekiyor.

Güvenlik zafiyeti ve güvensizlik duygusundan arınmış bir Türkiye için ordunun giderek zayıflatıldığı ve sadece kurumsal değil, psikolojik olarak da dağıtılmış görüntüsünden uzaklaştırılması gerekiyor.

Meclisin her bir kurumun işleyişinin hukukun dışına çıkmamasını sağlamak gibi bir görevi var. Denetleyici olmak yerine seyirci olmayı seçmiş bir Meclisin ulusun iradesini yansıttığı söylenebilir mi? Türkiye’nin dağıtılan kurumlarına bakınca, en büyük revizyonun siyasette yapılması gerektiğini atlayışımızı göremez oluyoruz. Düzeltilmesi gereken bir kurum, bozmanın aracısı durumuna gelmişse, çıkış yolu için umut olabilir mi?

Terörün gölgesinde, aklımız bulanık, bir önceki travmayı atlatamadan, hatta üzerinde düşünemeden, konuşamadan diğerinin içine itilirken, ortak ve sağlıklı aklı üretmenin önünde bunca barikat yığılmışken, siyaset sadece iktidarda olan akla oturtulmuşken, her yerde isim olarak çoğaltılan “demokrasi” kelimesi yaşadıklarımızın üstünü örtemediği gibi fena halde sırıtıyor.

Otoriter uygulamalar demokrasi sopasına tutunarak ilerletilirken, itiraz edecek olanlar, “sen demokrat değil misin?” suçlaması gelmeden kendi kendilerini susturuyorlar. Farklı düşüncenin önünde sadece tutuklamalar değil, artık demokrasiyi toplaştırılmaktan ibaret gören insan topluluğunun yaptırımları da bir engel. Herkesin toplaştırıldığı yere gitmemek, toplaşanların baskısı ile farklı düşünmek olmaktan çıkıp, dışlamaya dönüşüyor.

Demokrasinin olmazsa olmazı muhalefet refleksleri türlü yöntemlerle kırılmakta. Bazıları tek tek birey olmak yerine, iradesini kalabalıkta erittiğini açıklamak, hatta kanıtlamak zorunda hissediyor ki, sistem içinde zarar görmesin ya da ödüllendirilebilsin.

Giderek daralan bir çemberin içine çekilerek, kimimiz için açık, kimimiz için kapalı tutukluluk alanına dönüşen ülkemizde, içi tamamen boşaltılarak tabelalara yerleştirilen demokrasi, bu iklimin yaratılmasında ve ilerletilmesinde araçtan öte değil. Bu yüzden “ben Cumhuriyetçiyim” diyenlerin safları sıkılaştırması gerekiyor. Terör lanetini defetmenin yolu da susan, sinen ve dayatmalar karşısında giderek eriyen muhalefetin yeniden güçlenmesinden geçiyor. Türkiye, dahil edildiği büyük oyunun parçası olmak yerine, kendisini koruyacak yeni stratejiler ile Ortadoğu’daki ateş topunun menzili dışına çıkmayı başarabilmeli. Acı olan; bu ateş topunun içine “barış” ve “demokrasi” sözcükleri ile itilmiş olmak!..

Ülkenin dış politikasının yeniden gözden geçirilmesi için de güçlü bir muhalefet şart. Joe Biden’ın gelişini yazacaktım, gündem değişti, konuşamıyoruz bile, bir cümle ile açıklayacağım; bu kadar yolu bizim için tepmedi: “vermeye değil, almaya geldi”. Bu cümleden bakarak daha doğru analiz yapabileceğiz.

Kendi askerlerinin burnu bile kanamadan Ortadoğu’daki ülkelerin birbirleri ve kendi içlerindeki büyük hesaplaşmanın yok ettiği ve kararttığı yaşamların üzerinden elde ettikleri/edecekleri çıkarların peşindeler.

Kocaman bir coğrafya kendi içinden ufalandıkça, ellerini ovuşturanların sayısı artıyor. Kıbrıs, Ege, Ermeni sorunları gündem dışı gibi ama… tam dibimizde bekleşenler var.

Uçurumun kenarından döndüğümüzü söyleyenler, başka bir uçuruma savruluşumuzu göremiyor olabilirler mi gerçekten?!… “Uçurumun kenarı” denilen noktadan OHAL’e, OHAL’den savaş haline geçiş yaptık.

Durum vahimden de öte.

Sürüklendiğimiz yerden çıkmayı başarabilmeliyiz. Bunun için önce sürüklenme halinden çıkmamız gerekiyor.

Bırakınız haftaları, günlerin, saatlerin, hatta dakikaların çok önemli olduğu, olayların hızlandıran etkisi ile belleğimizi alt üst ettiği bir süreçten geçiyoruz.

Türkiye’yi başta terör kıskacı, zorlu bir süreç ve zor günler bekliyor.

Umarım ve dilerim, terör bilançomuzu kabartan başka bir eylem olmaz da, önümüzdeki hafta, Zafer Bayramımızı hep birlikte kutlar, başta Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, bize canları ile bugünleri armağan eden tüm şehitlerimizin aziz anılarına layık bir anmada birlik olabiliriz.

30 Ağustos Zafer Bayramımızı şimdiden kutluyorum.

İSRAİL DOSYASI : Ortadoğu’daki Saflaşmada İsrail’in Yeri


Birkaç hafta önce imzalanan İsrail-Türkiye anlaşması, İsrail’in nasıl bir dış politika izlediği hakkında ipucu verir gibiydi: Ortadoğu’da güçlü ilişkiler kurup meşruiyetini sağlamlaştırmak ve 1967’den beri işgal ettiği toprakları ne pahasına olursa olsun korumak. Bu yüzden Ortadoğu ülkelerinin arasındaki karmaşık ilişkilerden yararlanan İsrail, ikili anlaşmalar ve ortaklıklarla bölge devletlerinden gelebilecek her türlü tehdidi minimuma indirmeyi hedefliyor. Bunun yanında Evimiz İsrail gibi aşırı milliyetçi partinin bulunduğu koalisyon hükümeti oldukça sağa kaymış durumda. Bu ideolojik kaymaya örnek olarak ultra-nasyonalist Avigdor Lieberman’ın, Moshe Yaalon’un yerine Savunma Bakanlığı görevine getirilmesini gösterebiliriz. Zira, İsrail’in ulusal güvenliğinin korunması hükümetin birinci amacı. Dolayısıyla Ortadoğu’daki artan şiddet ve saflaşma ortamında, İsrail’in siyasi konumu kendisi için hayati bir önem taşıyor.

İsrail’in bölgedeki ortaklık arayışını en zorunlu kılan Hizbullah-Hamas-İran yakınlaşmasıdır. İsrail için her zaman güçlü bir tehdit olan İran, İsrail’in bölgedeki politikasında belirleyici bir rol oynamaktadır. L’Express’in ifadesiyle, “dünyanın en iyi düşmanları”1 olan bu iki ülkenin tarihte her ne kadar destekleyici ve olumlu ilişkileri olduysa da günümüzde İran, Hamas ve Hizbullah’la birlikte, İsrail’e yönelik en büyük tehdidi oluşturmakta. İran’ın İsrail’le tarihsel ilişkilerini koparması, ortak düşman Irak’ın zayıflamasıyla daha da hızlandı. Amerika ve İran arasındaki gerginlikler, özellikle Amerika’nın İran’ı yalnızlaştırma politikası, İran’ın İsrail karşıtı tavırlarını cesaretlendirdi ve İsrail karşıtı Hizbullah gibi güçlerle ortaklık etmeye itti. Hizbullah ise kuruluşundan beri Lübnan’ı İsrail işgaline karşı koruma amacı taşıyan bir örgüt. İran’ın ise İsrail düşmanı Hizbullah ve Hamas’ı finanse etmesi, İran ve İsrail ilişkilerinin uzun bir süre daha iyileşmeyeceğini göstermektedir. Bu yüzden 2015’te İran ile 5+1 arasında yapılan nükleer anlaşma İsrail tarafından veto ettirilmeye çalışılmış, Netanyahu tarafından “şaşırtıcı ve tarihi bir hata” olarak eleştirilmiştir.2 Diğer taraftan Hamas, Mısır’daki 3 Temmuz darbesinden sonra yalnızlaşmış, bu da İran’a yönelmesini kolaylaştırmıştır. Bu üçlü yakınlaşma hakkında 2014’te Lübnan’da Hamas’ı temsil eden Oussama Hamdan, Siyonist bir düşmanın varlığından söz ettikten sonra şöyle ekliyor: “Hamas, Hizbullah ve İran ilişkileri bugün bazılarının hayal ettiğinden daha iyi.” 3

İsrail, kendisi aleyhine olan bu üçlü ortaklığa karşı bölgedeki diğer ülkelerle birlikler kurup bir denge yaratmaya çalışıyor. Bu bağlamda iki ülke önemli rol oynuyor: Mısır ve Suudi Arabistan. Mısır’daki Sisi yönetiminin Tiran ve Sanafir adalarının Suudi Arabistan’a ait olduğunu açıklayan belgeler yayınlaması, Suudi Arabistan’ın Sisi yönetimindeki Mısır’ı ekonomik olarak desteklemesi bu ikili arasındaki ortak çıkarları pekiştiriyor. O zamanki İsrail Savunma Bakanı Moshe Yaalon’un da adaların Suudi Arabistan’a verilmesi durumuyla ilgili kendilerinin bilgilendirildiğini açıklaması, hatta iki adanın bulunduğu Tiran boğazındaki İsrail seferlerine izin verilmesi bu üç yönetim arasındaki ortaklığın oldukça geliştiğini gösteriyor.4 Üstelik İsrailli Orgeneral Herzy Halevy uluslararası bir güvenlik toplantısında İran’a karşı olan tavrından dolayı Suudi Arabistan’a övgüler yağdırmıştı.5 Böylelikle Suudi Arabistan ve İran gerilimi bölgedeki saflaşmayı keskinleştirirken, İsrail yalnız kalmamak için yerini çoktan almış durumda.

Ortadoğu’daki söz konusu saflaşmada İsrail’in uyguladığı belli bir stratejisi olmuşsa da Suriye konusunda daha muğlak bir siyaset izlediğini görüyoruz. Bir yandan Hizbullah ve Suriye’nin güçlenmesini istemeyen İsrail, diğer yandan Suriye’deki savaşın toprağına sıçramasından ve özellikle IŞİD saldırılarından endişe ediyor. Fakat savaşın devam ettiği Suriye, İran ve Hizbullah’ı meşgul etmekte. Üstelik, İsrail’in Altı Gün Savaşı’nda işgal ettiği Suriye’nin Golan Tepeleri hâlâ İsrail denetiminde. Netanyahu ise Golan Tepelerini Suriye’ye iade etmeyi tamamen reddetmekte.6 Her ne kadar savaşın nereye sürükleneceği ve nelere mâl olacağını kestirmek zor olsa da, İsrail’in Suriye’deki durumdan faydalandığını söylemek yanlış olmaz.

Özet olarak İsrail, Ortadoğu’daki siyasi çalkantıların durulmadığı bir ortamda ortaklıklarla ve anlaşmalarla Ortadoğu’daki yerini sağlamlaştırmaya çalışıyor. Bu nedenle, Türkiye’nin Ortadoğu’da yalnızlaşması sonucu imzalanan Türkiye-İsrail anlaşması da İsrail için diplomatik bir başarı. Ortadoğu’daki tehditlerine karşın bölgede olabildiğince ortaklık arayışında olan İsrail, bu doğrultuda başarılı ve pragmatik bir şekilde yol alıyor.

KAYNAKÇA:

1. Israël-Iran: les meilleurs ennemis du monde http://www.lexpress.fr/actualite/monde/proche-moyen-orient/israel-iran-les-meilleurs-ennemis-du-monde_740617.html

2. İran’la tarihi antlaşma http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/07/150714_iran_anlasma

3. Gaza: comment Israël est tombé dans le piège de l’Iran, via le Hamas, Jacques Benillouche http://www.slate.fr/story/89899/comment-israel-est-tombe-piege-de-iran-hamas

4. Egypt Informed Israel in Advance of Plan to Hand Over Red Sea Islands to Saudis http://www.haaretz.com/middle-east-news/1.7138705.

5. İsrailli generalden Suudi Arabistan’a övgü http://www.salom.com.tr/haber-99615-Israilli_generalden_suudi_arabistana_ovgu.html

6. Netanyahu: “Golan Tepeleri İsrail’de kalacak.” http://www.salom.com.tr/haber-98918-netanyahu_golan_tepeleri_Israilde_kalacak.html

Görselin Kaynağı: http://deathd0g101.deviantart.com/art/Israel-Flag-Cubes-536757561

AVRUPA DOSYASI /// PROF. DR. İBRAHİM KALIN : Freud ve Batı’nın Ortadoğu Rüyaları


Prof. Dr. İBRAHİM KALIN

Freud, dindarlara hitap edebilir mi? Elbette eder ve ediyor da… Ancak Freud ve dindarlar arasındaki ilişki biraz karmaşık… Zira Freud’a göre inanç, ancak bir ‘yanılsama’ olarak ele alınabilir. Tıpkı Aydınlanmacı düşünürler gibi Freud da insanlığın dini inanç kavramını geride bırakarak yoluna devam edeceğini düşünüyordu. Modern insan, artık din gibi saçmalıkları çoktan geride bırakacak kadar olgunlaşmıştı. Ve elbette bu olgunlaşmaya dikkat çekecek bir müjdeciye de ihtiyaçları vardı. Freud kendini bu müjdecilerden bir olarak görüyordu.

Fakat Freud bir yandan dini çocuksu bir yanılsama olarak bir kenara koyarken diğer yandan dikkat çekici ölçüde dini bir söylem kullanıyordu. Ne garip bir ironi… Peki, hem dine mesafe koyduğunu söyleyip hem de dinden metot aşıran tek düşünür Freud mu? Elbette değil. Feuerbach, Marx, Engels ve diğerleri aslında durmaksızın Hristiyanlığa saldırırken, zihinlerininim bir köşesinde de kendilerini vadettikleri yeni dünyanın mürşitleri olarak konumlandırıyorlardı.

Modernist düşünce, gerçeği algılanan şeylerle sınırlar ve hakikatin gizli hiçbir şey içermediği iddiasını taşır. Freud ise modernist düşüncenin aksine ‘görünenin ötesinde olan şeylerin’ peşine düştü. Aydınlanmacı rasyonalizmden farklı olarak, insanı rasyonel, mantıklı ve hesapçı bir varlık olarak tanımlamak yerine, ‘insanın karanlık yüzü’ üzerinde durdu. Freud’a göre insan aklına güvenilemez, zira akıl nihayetinde id (ilkel benlik) ve ego’nun (benlik) arzularına yenik düşer. Aslında insanın en temel doğası ‘aklın ışığı’ değil, Oedipus’un sembolize ettiği ego’nun karanlık ve kötücül güçleridir. İnsanlık tarihi, birbirlerinin iyiliği için çalışan aydınlanmış ve rasyonel bireylerden ziyade kontrolsüz ego’ların dünyaya hâkim olmak için verdiği acımasız mücadelenin hikâyesidir.

Freud’un çizdiği insan doğasına ilişkin bu kasvetli tabloya itirazlar getirilebilir. Lakin kabul edelim, insanlık tarihinde bu görüşleri haklı çıkaracak kadar çok trajedi var. Freud’un psikanalizi, sorunlarımızın altında yatan faktörleri bilincin katmanlarını açığa çıkararak ve sorunu kendi gözümüzle görmemizi sağlayarak çözmeye çalışır. Nihai tedavi ise doktor eliyle değil kendi çabamızla gelir.

Freud bugün yaşasaydı, teorilerinin çoğunun modern dünyanın çılgınlıklarıyla doğrulandığını düşünürdü. Popüler ve ‘sanal’ kültürün büyük kısmının temelinde yatan nihilizm ile dünya sisteminin mekanikleşmesi sürecinde bireyin kaybolması, Freud’un modern uygarlığın insanlığı en kötü korkularından kurtaramayacağına dair korkusunu destekleyen yeni kanıtlar sunuyor. Ayrıca tamah, bencillik, şiddet ve yabancı düşmanlığı ile ilintili Yahudi aleyhtarlığı ve İslamofobi, daha insani ve adil bir dünya kurmaya ve yaşatmaya yönelik tüm çabaları boşa çıkaran bir güvensizlik ve kuşku atmosferi yarattı.

Geçen günlerde New York Times köşe yazarı Thomas Friedman, Freud’a atıf yaptığı bir yazısında “Irak-Şam İslam Devleti’ne (IŞİD) karşı savaştaki Ortadoğulu müttefiklerimizin birbiriyle çelişen öyle çok hayalleri ve kâbusları var ki, Freud bile şaşırır ve işin içinden çıkamazdı” diye hayıflanıyor. Friedman, IŞİD’le mücadeleyi çatışma sahası olarak seçip çok basit ama kullanışlı bir ‘iyi müttefikler-kötü çocuklar’ listesi yapıyor. Tabii, gerçekler bundan çok daha karmaşık. Freud bugün yaşasaydı, etrafta olup biten birçok şeyi açıklamakta zorlanırdı. Hala işgal altındaki Filistin toprakları, Batı demokrasilerinin dünyanın en büyük silah üretici olması, modern ve uygar dünyamızın sayabildiğimiz anormalliklerinden sadece bazıları… Bu yüzdengünümüzün bazı meselelerine Freudyen analiz ile bakmak işimize yarayabilir. Mesela Batı demokrasilerinin neden siyasal İslam’ı bitirmek için Sisi’yi desteklediklerini veya İsrail’in güvenliği için Mısır’daki darbe rejimine yeşil ışık yaktıklarını bu açıdan tekrar düşünmeliyiz.

Mısırlı akademisyen İmad Şahin, Mübarek’in 29 Kasım’da beraat etmesi ile Mısır’da Mübarek rejiminin bitmediğine dikkat çekiyor. Bu karar açıkça, siyasal İslam’ı kontrol altına almak adına otoriter laik hükümetlere destek veren Batı demokrasilerine de bir mesaj.

Arap siyasi otoriteleri, siyasal İslam paranoyasının baskısı altında ve bu paranoya Batı hükümetleri tarafından da destek görüyor. Ilımlı siyasi gruplar ile IŞİD ve El Kaide’yi bir kefeye koymak siyaseten kullanışlı bir vasıta olabilir ama aynı zamanda diğer aşırılıkçı gruplara bir meşruiyet zemini sağladığı için çok yanlış bir strateji. Tam da bu noktada eminim ki Freud olsa, günümüzde dünyanın bazı yerlerinde demokratik süreçlerin askıya alınması ile Arap dünyasında radikalizmin yükselişi arasındaki ilişkiyi bazı insanların bir türlü kuramıyor olmasına hayret ederdi.

Hatırlayalım, Freud’a göre daha iyi bir hayat özlemimiz rüya halinde sayısız farklı şekle bürünen bir arzulama eylemine dönüşmekteydi. Bugün baktığımızda Ortadoğu insanının adalet, barış, eşitlik ve güvenlik rüyaları, Libya’dan Yemen, Irak ve Suriye’ye kadar uzanan toprakları kasıp kavuran iktidar mücadeleleri yüzünden kâbusa döndü. Bu kâbusa bakarak, siyasal İslam’ı öcüleştirmenin, evet, Batı için işe yarayan sonuçları olduğu aşikâr ve Batı’nın bu konudaki sessizliği ise sadece manidar…

Son tahlilde, Arap dünyasındaki demokrasi sürecinin neden başarısızlığa uğradığını ve bütün suçun nasıl siyasal İslam’a yıkıldığını anlamak için rüya yorumcusuna gerek yok. Bu durum giderek, özgürlük, adalet ve herkes için eşitlik taleplerinin ‘bölgedeki iyi çocukların’ yapmakta oldukları şeyi sürdürebilmesi uğruna bir kenara atıldığı, Ortadoğu’yla ilgili boş bir hayale dönüşüyor.

ORTADOĞU DOSYASI : Türkiye’den Ortadoğu’ya Yeniden Bakmak


Osmanlı asırlarında Ortadoğu diye bir kavram yoktu. Bu kavram 20. Yüzyılın başlarında kullanılmaya ve II. Dünya savaşından sonra yaygınlaşmaya başladı. Ortadoğu, Osmanlı Devleti’nin 1516’dan itibaren egemen olduğu ve -aşamalı olarak bazı bölümleri elinden çıksa da- 1923’e kadar hukuken sahip olduğu Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika’yı içine alan coğrafyadır. Başka bir ifade ile Osmanlı Devletinin parçalanması ve taksimi Ortadoğu’yu doğurmuştur. Bu bağlamda Anadolu topraklarında vücut bulmuş olan Türkiye, Ortadoğu’nun tarihi ortağı olduğu gibi, söz konusu coğrafya da Türkiye’nin tarihi ortağıdır. Bu siyaseten böyle olduğu kadar, kültürel ve dini olarak da böyledir. Unutmamak gerekir ki, Türkler Anadolu’ya gelmeden önce asırlarca Kuzey Afrika, Irak ve Suriye’de yaşamışlar ve oradan Anadolu’ya geçmişlerdir.

Bu durumda Osmanlı Devleti gerek Türkiye’nin ve gerekse Ortadoğu halklarının hem hegemonik gücü ve hem de sığınma adası idi. Ortadoğu Türkiye’nin eski tabirle “cüz’un lâ yetecezzasıdır”. Osmanlı ise Türkiye ve Ortadoğu’nun şemsiyesidir.

Osmanlı Devleti Ortadoğu coğrafyası ve Kuzey Afrika’yı kendi topraklarına kattığı veya idaresine aldığı asırlarda bu coğrafyada bugüne benzeyen siyasi bir dağınıklık, istikrarsızlık ve hatta büyük iç çekişmeler yaşanmaktaydı. Üstüne üstlük dönemin deniz aşırı güç kullanabilen devletleri Portekiz ve İspanya da bu coğrafyanın bir bölümünü işgal etmiş, bir bölümünde de tehdit oluşturmuştu. Osmanlı Devleti bu anlamda hem içerdeki dağınıklığı toparlayarak uzun yıllar devam edecek olan Pax-Ottomana’yı sağlamış hem de bölgeyi dış tehditlerden korumuştur. Bu genel değerlendirmenin yanında şu hakikati de hatırlatmak gerekmektedir: İstanbul gibi bir başkenti ele geçirmesine ve Bizans’a son vermesine rağmen Osmanlı Devleti de büyük bir dünya gücü haline gelebilmek için bu bölgelere ihtiyaç duymuştur. Sözgelimi Mısır, Osmanlı Devleti’nin bir parçası olmadan büyük bir imparatorluktan söz edilemezdi. Bu açıdan yukarıdaki sorunuza bağlı olarak bir hususu daha tespit etmekte yarar vardır. Türkiye ne kadar güçlü olursa olsun, Avrupa’da ne kadar kabul görürse görsün; bölgesel bir güç, büyük bir devlet ve hatta dünya için vazgeçilmez bir ortak olabilmesi bu bölgedeki etkili varlığına ve geliştireceği işbirliğine bağlıdır. Türkiye’nin dünyadaki itibarı buradaki itibarına bağlıdır. Bu yüzden son yıllarda bu bölgelerde Türkiye’nin itibarına doğrudan yöneltilmiş faaliyetler arttırılarak, dünyadaki konumunun önemsizleştiği algısı yaratılmaktadır.

Bilinenin aksine Osmanlı topraklarının güneyden paylaşılma planı III. Selim zamanında Fransızların Mısır’ı işgal etmesi ile başladı. Bundan sonra yaşanan gelişmeler ve Osmanlı Devleti’nin zayıf devletlerin uyguladığı denge politikalarını takip etmek mecburiyetinde kalması hem toprak kayıplarına ve hem de içeride Cebel-i Lübnan, Girit vs. örneklerinde olduğu gibi özerklik taleplerinin çoğalmasına neden olmuştur.

Osmanlı 19. yüzyılda en büyük darbeyi sözde barışı yeniden tesis etme amacını güden 1878 Berlin Anlaşması ile almıştır ki bu da II. Abdülhamid’in ilk saltanat yıllarına rastlar. Yetersiz ve kendini siyasi ve askeri açıdan güçsüz hisseden II. Abdülhamid, savaş yerine diplomasiyi, uluslararası kutuplaşmalarda taraf olmak yerine, bu rekabetten istifade etmeyi ve Müslüman kamuoyu üzerinde mutlak otoriteyi sağlayacak kamu diplomasisi ile muhtelif unsurları siyasi birlik içinde tutacak uygulamaları başarılı bir şekilde hayata geçirmiştir. Aslında bütün bunlar başlayan sonu durduramamıştır. Fakat en azından taksim planını hayata geçirmek isteyen hasım devletler ve yine menfaatleri gereği dost görünüp mirastan pay almayı hesap eden müttefik devletlere karşı, durmaları gereken kırmızı çizgiler net bir şekilde gösterilmiştir. Burada kastedilen kırmızı çizgiler esasında son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda karar altına alınan Misak-i Milli’de bir kere daha kendini göstermiştir. Bu açıdan II. Abdülhamid “olması gereken ile olması mümkün olan” arasında denge sağlayan en önemli Osmanlı sultanlarından biri olarak tarihe geçmiştir.

Osmanlı çağlarına bakarak, o devirde yaşananları tetkik ederek ve esasında muhatap devletlerin de pek değişmediğini dikkate alarak bu dış politika mirasımızdan yararlanılması gerektiğini düşünenlerdenim. Ancak, Türkiye bir Osmanlı Devleti değildir. Bu yüzden geçmişin ihyasından ziyade yeni bir siyasetin inşasına dayalı politikaların öne çıkarılması gerektiğine inanıyorum. Bu zor ve ağır sorumluluk isteyen bir süreçtir. Bunun için istikrarlı bir iç politika, kamuoyu desteği, sürekli gelişen dengelere adapte olacak ve dış politikayı destekleyecek bilgi üretim merkezleri gerekmektedir. Modern dünyada esnek ama tutarlı ve sonuca odaklı bir dış politikanın etkin olduğu dikkate alındığında, Türkiye’nin de –kırmızı çizgilerini mahfuz tutarak- aynı yönde hareket etmesi bir zorunluluktur.

Dış politikada tereddüt ve kararsızlık zaaf olarak nitelendirilir. Türkiye’nin değişik dönemlerde dış politika iradesini NATO gibi uluslararası kuruluşlara terk etmiş olması bir devlet ve dış politika hafızasının oluşmasını engellemiştir. Pro-aktif politika uygulama arzusunun oluştuğu sürece geçildiğinde ise eski alışkanlıklar ile hareket eden mekanizma ile yüzleşmek zorunda kalınmıştır. Ancak bu anlamda sorunun hâlâ devam ettiğini ve aşılamadığını düşünüyorum. Mevcut dirençten dolayı bunun alternatifi hayata geçirilememiştir. Bu yüzden gerçekçiliğe dayanan “sabit zorunluluklar” ile değerlere dayanan “değişkenler” arasında denge sağlanamamıştır.

Kaldı ki Türkiye’de dış politika kuşkusuz pek çok diğer dünya ülkelerinden farklıdır. İmparatorluk mirası, jeopolitik gerçeklik, uluslararası sistemin biçmeye çalıştığı roller ve içeride tatmin olamamış gurup ve anlayışlar ile Türkiye’yi kuşatan tehditleri bir arada düşünmeden yeterli ve sağlıklı politika üretmek mümkün değildir. Bu yüzden dış politika mekanizmasının sadece hükümet ve özellikle Dışişleri bakanlığı üzerinden yürütülmesi mevcut sorunlar ve gerçekler ile bağdaşmamaktadır.

1990lardan sonra dünyada yaşanan gelişmeler, önce Balkanlar’da sonra Orta Asya’da ve özellikle Sovyetler Birliği’nde dönüşümleri sağlamıştı. 2000li yıllardan sonra Soğuk Savaş’ın sona erdiğini ve artık adeta bir Amerikan İmparatorluğu’nun kurulduğunu düşünenler vardı. I ve II. Dünya Savaşları’nın düzenlediği, Soğuk Savaş’ın nüfuz alanlarını yeniden belirlediği Ortadoğu’da hiç bir dönüşüm olmamıştı. Belki ABD’nin gücünü gösterme adına haksız bir şekilde Irak’ı işgal etmesi ile bu coğrafyada Soğuk Savaş’ın sonlandırılması arayışı bakımından bir başlangıç olmuştur. Fakat ABD bunda başarılı olamadığı gibi Soğuk Savaş’ın diğer tarafına da zaman ve güç kazandırmıştır. Bu anlamda esasında Soğu Savaş bitmemiş alevlendirilmiştir. Bunun belki de sembolü Suriye’dir.

Soğuk Savaş esasında eski Sovyetler’in şimdiki Rusya’nın güneydeki tarihi emellerini dengeleme uğruna başlamıştı. Bunun bitmesi için de tarafların ya yeniden sıcak bir çatışma ile güçlerini ispat etmesi veya iki tarafı da memnun eden bir paylaşımın olması ve sonuçta dünya için yeni bir düzenlemenin yapılması gerekiyordu. Bunlar olmadan Soğuk Savaş’ın bitmesi mümkün değildi ve bizim beyanımız buna dayalı idi. Ancak bu bahsettiklerimiz de parçalı olarak hayata geçirilmiştir ki, esasında Soğuk Savaş’ın devamı yanında büyük taraflar adına III. Dünya Savaşı’nı sürdüren sıcak çatışmalar da iç içe geçmiştir. Sadece Ortadoğu’ya değil dünyanın geri kalanına bakıldığında genel olarak bir barış ortamının olmadığı görülür. Yani III. Dünya Savaşı isimlendirmesi için ilk iki dünya savaşının şartlarını görmek mecburiyeti yoktur. Ekonomik savaşlar, bilgi ve teknoloji rekabeti, siber savaşlar ve vekalet (proxy) savaşları dünyanın hemen her tarafına egemen olmuştur.

Son çeyrek asır içinde dünyada barışın yokluğundan etkilenen ülke ve devletleri daha doğrusu insanları ele aldığımızda bunların I ve II. Dünya Savaşlarından etkilenenlerden daha fazla olduğu görülür. Şu anda dünyada 50 milyondan fazla mültecinin var olması bile aslında bir savaşın sürdüğünün en açık göstergesidir. Yani Soğuk Savaş ve III. Dünya Savaşı’nın iç içe sürdüğünü ileri sürmek abartı olmayacaktır.

Eskilerin deyimi ile “devekuşu misali” kafanızı kuma gömerek bu coğrafyadan kurtulamaz, gözünüzü de kapatarak günü karanlık yapamazsınız. Bu tartışmalar içinde bazı gerçekleri saklamakla birlikte, sorumluluktan kaçmak, içinde bulunduğu durumu kavramamak ve gelecek için gerçekte bir tasavvuru olmamak ile izah edilebilir. Türkiye -biz benimsemesek bile- dünyanın nazarında bir Ortadoğu ülkesidir. Buradaki siyaseti ve yaklaşımları, ortak aklın oluşumunu tartışmak başka bir şey; bu hakikati yok saymak başka bir şeydir. Türkiye kendini inkar ederek, bu coğrafyaya ait olmadığını iddia ederek vehmedilen “bataklıktan” kurtulamaz. Onlarca yıl birileri adına Ortadoğu jandarmalığını hazmeden bir anlayışın bugün birden Ortadoğulu kimliğinden sıyrılmaya çalışması bir hezeyanın, bir nakıs idrakin ve en hafifi ile sorumluluktan kaçmanın bir göstergesidir.

The post Türkiye’den Ortadoğu’ya Yeniden Bakmak appeared first on ORDAF.

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.