VİDEO LİNK :
https://www.youtube.com/watch?v=zI85lAu2Ef0&list=TLs1jGCk7_kNgzMTA1MjAxNg
strateji, güvenlik, araştırma, istihbarat, komplo teorileri, mizah, teknoloji, mk ultra, nwo
SAADET ORUÇ
Washington Post gazetesinde son dönemlerde yayınlanan Türkiye ile ilgili haberlerdeki jargon dikkat çekici… PKK için tek bir satırında dahi “terör örgütü” ifadesi kullanılmazken, teröristler için neredeyse “çiçek çocukları” demedikleri kalmış sadece.
Washington Post’ta yayınlanan bir haberde kullanılan, “Türk hükümeti, uzun zamandan beridir farklı bir kültüre sahip olan ve başka bir dil konuşan Kürtleri, Türk devletinin saflığı için bir tehdit olarak görmektedir.” cümlesi eğer bilgisizlikten değilse kötü niyetten başka bir nedenle açıklanamaz. Devlet televizyonu bu iktidar döneminde alınan bir kararla Kürtçe yayın yapan bir kanala sahipken, Kürtçenin önünde herhangi bir engel bulunmazken, dahası teşvik edilirken, devletin Kürtleri bir tehdit olarak gördüğünü belirtmek insafsızlıktan başka birşey değildir. Türk devleti, Kürtleri değil, çoğunluğu Kürtçe bile konuşmayan PKK’nın silahlı çetelerini terörist olarak nitelemektedir ve bu niteleme Washington Post’un yayınlandığı ABD tarafından da paylaşılmaktadır.
Türkiye’nin terörle mücadelesinde de, Washington Post’un ilgili makalesinde iddia edildiği gibi, oyunun kurallarını değiştirecek hiçbir gelişme yaşanmamıştır. Washington Post’un kendisine terörle mücadele konusunda yanlış bilgiler veren kaynaklarını gözden geçirmesi isabetli olacaktır kanısındayım. Aksi takdirde karanlık bir algı operasyonunun bir parçası olarak görüldüklerini bilmelerinde fayda var diye düşünmekteyim.
Batı’nın seçim ayarlı siyasi buhran çıkmazı
Kasım ayındaki ABD Başkanlık seçimleri, Fransa’da 2017 yılında yapılacak olan başkanlık seçimleri ve Almanya’da yaklaşan seçimler… İngiltere’nin AB için tamam mı, devam mı oylaması…
Batı dünyasının bu dört ağır topu, seçim hesaplarının uluslararası politikada belirleyici hale geldiği bir türbülanstan geçiyor. Koltuğunu bir bilinmezliğe devretmeye hazırlanan Başkan Barack Obama, oldukça kötü bir skorla görev süresini tamamlıyor. Obama’nın süper güce liderlik ettiği dönemde dünya, Suriye’de, Gazze’de yapılan zulümlere seyirci kaldı. Suriye’de kameraların önünde denebilecek bir açıklıkta kimyasal silah kullanıldı ve bu zulme imza atan Beşar Esad, “batının İslam korkusu” dışında hiçbir nedenle açıklanamayacak şekilde ödüllendirildi. Mısır’da halkın seçtiği lider olan Muhammed Mursi darbeyle indirildi. Yine tek açıklaması “batının İslam korkusu” idi.
Milyonlarca göçmen evlerinden kaçarken, iç denizlerin azgın sularına kurban oldu. Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük krizini yaşadı. Afrika ülkelerindeki açlık daha da büyüdü, kaynakların paylaşımındaki dengesizlik uçurum boyutunda ilerlemeye devam etti.
Rusya, dengeleri sarsacak şekilde Batı üstünlüğüne itirazlarını dile getirdi. Obama, “Aman Ali Rıza Bey, ağzımızın tadı bozulmasın” modunda sessiz kaldı.
Zulümler, savaşlar, haksızlıklar Obama döneminde tırmanışa geçti…
Fransa’da sosyalist iktidar döneminde maruz kalınan terör saldırıları bahanesiyle özgürlükler tırpanlandı. Yeni seçim sürecine kimlik tartışmaları üzerinden girileceği açıkça ifade edilerek göçmen ve İslam karşıtlığının zemini meşru kılındı. Bizzat yöneticiler eliyle…
Almanya, göçmen kriziyle başa çıkmak amacıyla önyargılarını kısa süreliğine rafa kaldırmış gibi görünüyor ama Neo-Nazilerin saldırıları da tırmanışa geçti.
Ne Euro sistemine, ne de ortak vize sistemi Schengen bölgesine dahil olan Londra da, Avrupa Birliği’nden anlaşmalı boşanma yolunda adım adım ilerliyor…
Konjonktürel bir çıkmaz değil elbette sözkonusu olan… Zeminleri sağlam değil…
H. HÜMEYRA ŞAHİN
Türkiye’nin güneydoğu sınırında ve Ortadoğu’da dinmeyen sorunlar var. Dünyanın neresine bakarsanız bakın etnik çatışmalar görülüyor. Küresel güçler bu etnik ayrışmalar üzerinden böl-yönet politikasıyla dünyanın belli bölgelerini yönetme mücadelesi içinde. Ulus-devlet meşruiyeti adı altında etnik milliyetçilik körükleniyor. Bu döngü 19.yy’dan beri dünyada huzursuzlukların kaynağı oldu.
20 yy.’a girerken, dünyada 20 civarında siyasal güç vardı. Bugün 250’yi aştı ama bu ulus-devletlerin ne kadarı kendi topraklarında muktedir, orası tartışılır. Ortadoğu’daki Arap ülkelerinin birbirine çok benzeyen bayraklarına bakınca, hepsinin tek bir İngiliz tasarımcının elinden çıkmış olduğu görülür.
Ulus-devletin ortaya çıkışını sağlayan şartlar, coğrafi keşiflere dayanır. Coğrafi keşiflerle elde edilen yeni kaynaklar, burjuvazinin daha çok kazanma iştahı ile daha çok üretip, daha çok tüketme döngüsünü ortaya çıkardı. Ve elbette üretilen malın güvenli biçimde yeni pazarlara açılması gerekiyordu. Bu nedenle, yeni bir siyasal zemine ihtiyaç duyuldu. Zira kendi mülkünün siyaseten de patronu olan baronlar, lortlar, feodal beyler ve kralların etkin olduğu bir siyasal yapılanma içinde böylesi bir serbest piyasa ekonomisi yürütmek mümkün değildi. Ekonomik üretim ve pazarlamanın güven içinde yapılabilmesi için, yeni devlet yapılanması askeri bir güce de dayandırıldı. Gelişiminde kapitalizmin belirleyici olduğu, yapı ve işleyişinde burjuvazinin etkin olduğu, askeri güce dayanan ulus-devletlerin kuruluş süreci, dünyanın her yerinde farklı şekillerde gerçekleşti. Kıta Avrupa’sında devrimci bir şekilde kısa sürede gerçekleşirken, diğer ülkelerde zamana yayılarak gelişti. Burjuvazisi olmayan toplumlarda ise, ‘hayali cemaatler/uluslar’ üretildi.
‘Ortak dil, ortak kader ve ortak bir soy’ bu yeni siyasal ve ekonomik sistemin belli coğrafi sınırlar içinde duygusal alanını oluşturdu. Marşlar, vatanseverlik metinleri, yeni haritalar ve müzeler gibi bu duyguyu besleyecek kurumsal aygıtlar ulus-devletin psikolojik zeminini oluşturdu.
Yeni ekonomik kaynakların yeni pazarlara ulaşma süreci bir yandan da küreselleşme olgusunu beraberinde getirdi. Her ne kadar küreselleşme kavramını 90’lı yıllardan beri kullansak da, aslında bu kavramın tarihi 17.yy’a kadar gidiyor. Bu yönüyle ulus devlet, bir paradoksla hayatımıza yerleşti. Toplumlar bir yanda homojenleşerek ulus bilinci ile siyasal örgütlenmelerini gerçekleştirdiler ama aynı zamanda küresel bir hareket alanında rekabet odaklı bir diyaloğa girdiler. Bu küresel arena, zaman içinde devletlerin kendi ekonomilerini kendi kontrollerinden çıkaran, para politikalarını belirleyen bir uluslararası sistem dayattı. Bu organizasyon içinde ulus devlet ölçegˆini as¸an ve tek başına ulus devletlerin üstesinden gelemeyecegˆi ekonomik, siyasal, sosyal ve çevresel birçok yeni sorun ortaya çıktı. Tüm bu çelişkilerine rağmen dünyada henüz ulus-ötesi bir siyasal tasarım yok. Fakat ulus-devletlerin milliyetçiliği aşıp ırkçılığa yanaşan boyutları ve kapitalist rekabetin doğurduğu ahlak sorunları dünyada yeni bir siyasal, ekonomik ve toplumsal sisteme olan ihtiyacı ortaya koyuyor. Aksi halde şu an çoğu etnik ve dini sebeplerle yerlerinden edilen 50 milyon göçmenin dünyada insanca yaşayabilmesi çok zor görünüyor.
The following documents were discovered by The Black Vault that pertain to reporting UFOs by the U.S. Military, Government and Commercial installations. United States Air Force – Air Force Instruction 10-206Air Force Instruction 10-206. 2008 Revision with UFO references [87 Pages] – Up until 2011, the Air Force had this publication active, and UFOs remained in it to be reported. When The Huffington Post profiled The Black Vault, and this discovery, the publication was changed within days. Reference: Air Force UFO Rules Vanish After Huffington Post Inquiry. Air Force Instruction 10-206. 2011 Revision without UFO references [40 Pages, 0.4MB] Change log to AFI 10-206 [19 Pages, 0.3MB] United States Air Force – Air Force Regulation 200-2Air Force Regulation 200-2 [8 Pages, 4.76mb] – This Regulation establishes procedures for information and evidence material pertaining to unidentified flying objects and sets forth the responsibility of Air Force activities in this regard. It applies to all Air Force Activities. United States Air Force – UFOBUFOB – History of the 4602nd Air Intelligence Service Squadron, 1 Jan to 30 June 1955 [74 Pages, 3.76mb] Department of DefenseDoD 5040.6-M-1, October 21, 2002, Decision Logic Table Instructions for Recording and Handling Visual Information Material [64 Pages, 0.3 MB] – In this DOD manual, dated 2002 and is still on the books, references what military personnel should do given they take a photograph of a UFO. Federal Aviation Administration (FAA)ALL “UFO” References in FAA Manuals / Regulations, 2016 Release [7 Pages, 0.7MB] – In 2016, I requested all manuals and regulations that the FAA had that referenced UFOs. These are the pages I received, which do not amount to anything more than recommendations to submit UFO reports to the National UFO Reporting Center or law enforcement. Joint Army Navy Air Force Publication (JANAP) 146(E) |
KAYNAK : Stratejik Düşünce Enstitüsü
PKK Terörünün Ortaya Çıktığı Günden Bu Yana Devlet İlk Defa Her Alanda İnisiyatifi Ele Aldı.
7 Haziran seçimlerinde halkın verdiği demokratik desteği “terörizme” destek şeklinde algılayan PKK liderliği, 4 sene boyunca yaptığı her yanlışa göz yuman devlete meydan okuyarak Komünist bir Kürdistan kurma hayaline kapıldı. Türkiyelileşme sloganıyla ülkenin her tarafından oy almayı başaran siyasi temsilcilerinin “emanet oy aldık, onlara sahip çıkacağız” söylemine “hayır, emanet değil öz oyumuzdur” diyerek Kandil dağından meydan okuma, 22 Temmuzda yataklarında uyuyan 2 polis memuruna sıkılan kurşunlardan sonra terörizmin geldiği safhanın işaret fişeği gibiydi. Ondan önce defalarca sokak ortasında güvenlik görevlilerine sıkılan kurşunlar devlet erkinin yürüttüğü çözüm meselesinin sonunu getirmemiş, aksine çözüm adına bu katliamların “adeta” üstü örtülmüştü. 2009 Oslo görüşmelerinde “kentleri bombalarla doldurdunuz” sözleri devlet erkinin her konuyu bildiğini ama çözüm meselesi yüzünden devleti PKK’ya muhtaç, eli kolu bağlı bir görüntüye sürüklemişti. Teröre başladığı yıllardan beri PKK ilk defa gerilemeye başladı. Aslında PKK Kürt halkı nezdinde her zaman gerideydi. Çok az bir kitle hariç Kürt topluluğu PKK terörizmine hiçbir zaman rıza göstermedi. Ortaya çıktığı yıllarda PKK’nın katlettiği Kürtlerin sayısının hayli kabarık olduğunu bu halk zaten biliyordu. 1991 yılında CHP (SHP) sayesinde meclise giren PKK yanlısı eski CHP’li siyasetçilerin, Gladyo denetiminde olan devlet ve erkinin hataları ve yönlendirmesiyle -ki bu kuruluşta DİSK önemli görevler ifa etmiştir- DEP adı altında kurdukları partilerinin süren terör ve devlet baskısı yüzünden halk tabanına yayılması –nezdimde- özellikle 28 Şubat sürecinden sonra hız kazanmıştır. Liderlerinin paketlenerek ülkeye teslimi ve dindar kitleler üzerinde sürdürülen cadı avı Kürt halkının PKK’nın yanına ilişmesinde etkili olmuştur. O Tarihlerde bildiğimiz tanıdığımız önemli isimler, Milli Selamet Partili Kürtler PKK’nın siyasi temsilcilerinin arasına katılmışlardır. PKK’nın ipini elinde tutan iç ve dış mihraklar bu vasıtanın Kürtlerde ırkçılığı, milliyetçiliği arttırması için her olanağı kullanmıştır. Terörüne Kürtleri öldürerek başlayan bu örgüt, yöneticilerin “büyük” hataları yüzünden sürekli büyümüştür. 2000’li yılların başından itibaren terörü tekrar sahneye koyan güçler halktan istedikleri siyasi desteği alamazken, PKK illegal olarak sürdürdüğü sosyalist mücadelede büyümeye ve gelişmeye devam etmekteydi. 2004-2005-2006 ve 2007 hatta 2008’ide dâhil ederek söyleyebiliriz ki, örgütün siyasi hareketinin halk tabanında bulduğu desteği neredeyse bitmek üzereydi. Nasıl bir el atıldıysa bu gerilemeye, PKK ve siyasi temsilcileri yeniden halk nezdinde itibar görmeye başladı. 1999 yılında kazandıkları mahalli idareleri ilerleyen seçimlerde AK Parti’ye kaptıran örgüt yeniden toparlandı ve bugünkü duruma geldi. Kazanç ve kayıp sebepleri ve sonuçları üzerinde uzun uzun yazılıp konuşuldu. Aydınlar halen konuşmaya ve yazmaya devam ediyorlar. Siyasilerde kendi pratikleri üzerinden çözümler üreterek terörü bitirme gayretindeler. Şunu rahatlıkla yazabilirim artık. Allah-u âlem diyelim yine de, bizim devlet erkimizin bir kısmı ve aydınlarımızın büyük bir çoğunluğu Kürtleri ve meselelerini bilmiyor ve tanımıyorlar. Kendine Kürt aydınlar ise Kürtleri ve meselelerini onlarla sınırlı kabul edenleri yönlendirmek için ideolojik hırslarını, inançlarını ve hayat tarzlarını “Kürtler” diye tavsif edip ortalığı karıştırmaktan başka bir işe yaramıyorlar. 7 Haziran seçimlerinde Kürtlerin “oy verelim de bunların belasından kurtulalım” mesajını doğru algılayamayan PKK çukur siyasetiyle tarihinin en büyük yenilgisini almak üzere. Öldürülmesine göz yumduğu Kürt gençlerinin bedenlerinin artık işine yaramadığını ve bununla Komünist bir Kürdistan kuramayacağını gören PKK Suriye Hadiselerine sığınarak kurtulacağı zehabına kapılmış. 32 yıl süren terörde evlatlarını dağlarda, mağaralarda kaybeden Kürt ana ve babası, 1915’in Müslüman katliamını ve muhacirliğini atasının yaşadığı acıyı yüreğine gömerek yaşarken, buna sebep olan Rus’u ve Ermeni’yi nasıl unutmadıysa, 2015 in muhacirliğine sebep olan PKK zalimliğini de asla unutmayacaktır. Terörün Meydana Getirdiği Tahribat! PKK terörünün meydana getirdiği tahribat kısa sürede hal edilecek bir mesele gibi görünmüyor. Son birkaç yıldır Kürt meselesinin ülkemize has çapı, uluslararası güçlerin devreye girmesiyle -özellikle de Suriye iç savaşından sonra- genişleyerek etnik kimlikli siyasi ve sosyal davranışları terör örgütü lehine genişletmiştir. Devletin çözüm adı altında geliştirdiği “haklı” demokratik hamleler, Suriye’de etkili güç haline gelen PYD/PKK taktiksel hamleleriyle “adeta” boşa çıkarılmış, yetmediği gibi Suriye hadiselerinden yeteri derecede faydalanamayan Türkiye siyaseti yüzünden, HDPKK Kürtler üzerinde siyasal ve sosyal bir tesir oluşturmuştur. Türkiye, Temmuz 2015 den beri sürdürdüğü teröristle mücadelede başarılı gözükmekle birlikte toplumsal ıslah, etnik kimliklerin öne çıkarılması gibi tahribatlarda o denli başarılı gözükmemektedir. Yeni ıslah hareketlerinin, sivil toplum kuruluşlarının da işin içine sokulmasıyla vatan sathına yayılması lazımdır. Eğitim alanında İslamlaşma hemen başlatılmalıdır. Devlet içinde çöreklenmiş terör yanlılarının ve vatan hainlerinin devletten behemehâl kovulması ve kendisine cemaat süsü vermiş, geleneği olmayan örgütlenmelerin ortadan kaldırılması şarttır. Her sakal bırakanın hoca olmadığı cümle âleme gösterilmelidir. Kemalist ve sol seküler anlayışların bu ülkeye verdiği zarar ortadayken Kürtlere sol anlayışı dayatanların Kürtlere vereceği zararların dillerde tüy bitinceye kadar anlatılması ve halkın uyandırılması elzemdir Demokrasi denen otlağın, herkesin otlayacağı bir alan olmaktan çıkarılma ve buna dair yeni bir modelin, ideolojinin, inancın, Ümmetin Türkiye’den beklediği hamlelerle mümkün olacağını cümle âleme gösterme vakti gelmiştir. Gecikilmemelidir. Çözüme Evet! Ama PKK’ya Silah Bıraktırılarak Yapılmalıdır… Kürt halkı, ilçesinde öldürülen evlatlarının acısını bile dikkate almadan PKK’dan desteğini çektiğini ilan ederken, bazı yöneticilerin “çözüme kaldığı yerden devam edebiliriz” açıklamasını anlamakta zorlanıyor. Tıpkı bitme noktasına geldiği 2012 den sonra başlatılan ve hiçbir makul izahı yapılamayan Milli Birlik ve kardeşlik projesi gibi. Adama sormazlar mı “sen eğer kaldığın yerden devam edecektiysen bizim oğlan ve kızlarımızı ne diye öldürüyorsun?” Maksadın bölgeyi ve Kürtleri PKK’lılara teslim etmekse eğer, o zaman 6 aydır ölen gençler ve şehit edilen güvenlik görevlilerinin suçu neydi? Şarkta yaşayan millet PKK’nın silah bırakmasını istiyor, devletin ise sürdürdüğü teröristle mücadelesinden vazgeçmesini beklemiyor. PKK’ya silah bıraktırmanın yolu sadece silahtan geçmez elbette. Ölümlerin durması ve PKK’nın silahlarını bırakıp iddia ettiği sosyalist Kürdistan ütopyasından vazgeçtiğini ilan etmesi başka metotlarla da mümkün, diplomasi ve güvenlik bir arada sürdürülebilir. ABD ve AB üzerinde kurulacak baskı PKK’ya silah bıraktırır. Ayrıca Kürtler ve Kürt büyükleri devreye sokulabilir. Kürt gençlerinin ölümlerinden sorumlu olanların PKK’lılar olduğu halk tarafından biliniyor. Gençleri hendeklere doldurarak ölmek için askerin önüne süren zalimlerin PKK’lılar olduğu bu halka her daim anlatılmalıdır. Bu şekilde sürdürülecek bir propaganda örgütten kopan halkın baskısıyla silahların terkini sağlayabilir. PKK’yı Türkiye’nin ve halkın önüne süren güçlerin ellerini zayıflatmak ve ölen Kürt gençlerinin kanının hesabını sormak devletin görevi olmalıdır. Ayrıca devlet PKK propagandasını hakikatler üzerine bina etmelidir. Abartılı ve rahatsız edici propagandalar gelip geçicidir. Asıl olan PKK’nın kirli yüzünün bütün gerçekliğiyle Kürt halkına anlatılmasıdır. Ayrıca teröristle, yandaşlarıyla sürdürülen bu mücadelenin kısa sürede bitmesi sağlanmalıdır. İslam’ın insana ve topluluklara verdiği değer ölçüsünde, Kürt halkının perişanlığının giderilmesi ve dağlarda, ilçelerde öldürülen evlatlarının yezit değirmeninde öğütülmesinin önüne geçecek şartlar sağlanmalıdır. Kürt gençlerinin ölümüne seyirci kalan ve öldürten PKK liderliğinin bertaraf edilmeli, Kürt gençlerinin ölümü ve kanı üzerinden siyaset geliştiren partilerinin ise hukuk çerçevesinde üstesinden gelinmelidir. PKK Kürtler nezdinde itibarını kaybetmiştir. Devlet ve siyasiler hata etmez ise yeniden kazanması da mümkün değildir. Sinan BAŞAK Gazeteci -Yazar |
ÖZEL BÜRO NOTU : KOMUTANIMIZ HAKSIZ BİR CEZA ALDIĞI İÇİN ÇOK ÜZGÜNÜZ AMA KOMUTANIMIZ ÜZÜLMESİN. BUGÜNLERDE GELİR GEÇER. BUGÜN MUTEBER OLAN YARIN DEMODE OLUR. BU KAFA VE ZİHNİYET MODERN DÜNYADA YAŞAYAMAZ. BU DÖNEMDE CEZA ALANLAR İLERİDE GURURLA ANILACAKTIR.
LİNK : http://www.ilk-kursun.com/haber/262754/gecekondu-adaleti/ ve http://www.ozelburoistihbarat.com/duyurular/duyuru-komutanimiz-turker-erturk-cumhurbaskanina-hakaretten-11-ay-20-gun-hap-292
E. Amiral Türker Ertürk’ün, bugün Çağlayan Adliyesi’nde “Cumhurbaşkanı’na hakaret” iddiası ile yargılaması vardı. Duruşmada Türker Ertürk, gerçekten bir hukuk dersi verircesine, tarihe geçecek bir savunma yaptı. Ama nafileydi! Çünkü; ülkede hukuk ve adalet, sürdürülen operasyonlarla bitirilmişti. Hakim; Türker Ertürk’e, 11 ay 20 gün hapis cezası verdi ve bu cezayı 10500 TL para cezasına çevirdi.
Türker Ertürk, kendisine sonucu sorduğumuzda;“Bugün Çağlayan’a; “Bitirilmiş, yok edilmiş ve çöl haline getirilmiş hukuk ve adalet sistemimiz içinde bir vahaya rast gelebilir miyim” düşüncesi ile geldim ama, boşuna hayal kurduğumu daha mahkemenin başında anladım.
Hem savunma yapıyordum, hem de yargıcı ve halet-i ruhiyesini anlamaya çalışıyor ve gözlerinin içine bakıyordum. Hakim, baskı altındaydı, vicdani ile İktidarın ezici tahakkümü altındaydı. Rahat değildi ve tedirgindi. Erdoğan’ın türbanlı avukatı; bu baskıyı görüntüsü ile Hakim’e devamlı anımsatıyordu. Sonunda Hakim, bana para cezası vererek, durumdan sıyrılmaya çalıştı. Masum olduğumu, hakaret etmediğimi o da biliyordu ama zor durumdaydı. Emin olun, ona kızmıyorum.
Günümüzde, ülkemizde ne yazık ki mahkemeler; İktidarın muhalifleri susturma, korkutma ve başkanlığa doğru gidişte, daha doğru bir ifade ile diktatörlüğe giden yolda sindirme operasyonlarının silahı haline gelmiştir. Bize, bu silahtan kurşun sıkıldı. “Eyvallah!” diyoruz. Çünkü biz; Mustafa Kemal’in askerleriyiz, sonuna ve ölümüne kadar bu mücadelenin içindeyiz.” şeklinde ifade etti.
İşte; E. Amiral Türker Ertürk’ün, Çağlayan 2.Asliye Ceza Mahkemesinde yaptığı tarihi savunma:
İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi Hakimliği’ne
Dosya No;2015/131E
Sayın Yargıcım;
Bugün burada, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiğim iddiası ile yargılanıyorum. Halbuki, hakaret ettiğim iddia edilen sözler, zamanın Başbakanı Erdoğan’a hakaretle halen yargılandığım mahkemenin haberiydi.
Savcı, iddianamesine esas aldığı köşe yazımda; “Cumhuriyet Savcıları teröristlerle işbirliği yapan, anayasal suç işleyen, etnik ve mezhepsel kışkırtıcılık yaparak toplumsal barışımızı bozan Erdoğan hakkında soruşturma açmalı, benim değil” sözlerimin ve “Faşist ve Diktatör” başlığımın suç olduğunu iddia etmiş.
16 Şubat 2016’da, huzurunuzda yaptığım savunmada; savcının tarafıma yönlendirdiği suçlamaların doğru olmadığını, asılsız olduğunu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik hakaret kastı olmayan, sadece ve sadece eleştiri içeren sözlerimin, maksadı aşan biçimde zorlanarak yorumlandığını somut delillerle ifade etmiştim.
Bunu yaparken; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptıklarına, yapmadıklarına ve açıklamalarına, bu konuda yerli ve yabancı medyada çıkan haberlere, Yargıtay Başkanı’nın sözlerine, Yargıtay ve mahkeme kararlarına, evrensel hukuk normlarına, AİHM kararlarına, Anayasamıza ve yasalarımıza referans yapmış ve savunmamda söylediğim her sözü ve iddiayı delillendirmiş ve bir dosyada mahkemenize sunmuştum.
Cumhurbaşkanı Erdoğan için söylediğim sözlerde asla ve kata hakaret kastı yoktur. Bir siyasetçi, gazeteci, Anayasal ve yasal sorumluluklarını bir yaşam boyu eksiksiz yerine getiren, 31 yıl ülkesine sıdkı sadakatle hizmet etmiş, sicilinde değil bir leke hep başarı ve takdir dolu eski bir denizci ve asker ve de Türk Yurttaşı olarak, ifade özgürlüğümü kullandım.
Artık bir iç hukuk normu haline gelen AİHM kararları; “Bir siyasetçiye yönelik eleştirilerin kabul edilebilir sınırları, özel bir şahsa yönelik eleştirilere göre daha geniştir. Bir siyasetçi, özel şahıstan farklı olarak; her sözünü ve eylemini bilerek ve kaçınılmaz biçimde gazetecilerin ve halkın yakın denetimine açar. Ve bu nedenle, daha geniş bir hoşgörü göstermek zorundadır” diyor.
Şimdi müsaade ederseniz; 16 Şubat 2016’da yani 2,5 ay önce yaptığım savunmamı, geçen bu süre içinde elde ettiğimiz ve savunmamı daha da güçlendirdiğini değerlendirdiğim yeni delillerle tekemmül ettirmek istiyorum.
Sayın Erdoğan, barış isteyen akademisyenlere; “Alçak, zalim, kapkaranlık” sözleriyle hitap ediyor, daha sonra hakkında hakaret davası açılınca; “ifade özgürlüğümü kullandım” diyor.
Yalova Asliye Ceza Mahkemesi, 13 Mayıs 2015’te Soma için yapılan yürüyüşte attıkları sloganlar nedeniyle, Cumhurbaşkanı’na hakaretten yargılanan 15 sanık hakkında verdiği beraat kararının gerekçesini açıkladı: “Cumhurbaşkanı değil, siyasi parti başkanı gibi” dedi. Mahkemenin gerekçeli kararında; “Hırsız katil Erdoğan” sloganını değerlendiren mahkeme, ‘hırsız’ ifadesi için “17-25 Aralık operasyonlarıyla ortaya çıkan yolsuzluk ve rüşvet iddialarına protesto mahiyetinde görüşlerin ve eleştirilerin dile getirilmesi” ifadelerini kullandı. ‘Katil’ ifadesi için ise; Soma katliamı ve Gezi direnişinde gerçekleşen ölümlere atıf yapılarak, Erdoğan’ın o dönemlerde iktidar partisinin başında yer aldığı vurgulandı. Yalova Asliye Ceza Mahkemesi, 15 kişi hakkında, 29 Şubat’ta beraat kararı verdi. Haber uzun, ayrıntısıyla dosyamızda var.
10 Mayıs 2016 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin haberi: Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Özgür Mumcu’nun, 2015 yılının Mart ayında yayınlanan “Zalim ve Korkak” başlıklı köşe yazısında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiği iddiasıyla yargılandığı dava karara bağlandı. Mahkeme, unsurları oluşmayan suçtan, sanık Özgür Mumcu’nun beraatına karar verdi.
Geçtiğimiz Nisan’da yayınlanan Avrupa Parlamentosu raporunda; Türkiye’nin Kopenhag kriterlerinden uzaklaştığını, demokrasi ve hukuk devleti alanında gerilediğini, medyaya saldırıların arttığını, ifade özgürlüğünün sınırlandırılmaya çalışıldığını, yargı, temel haklar ve özgürlükler alanında ivedi reformlara ihtiyaç olduğunu söylüyor ve yolsuzluklarla mücadele, Türkiye’nin önceliklerinden biri olmalı diyor.
Türk halkındaki yaygın inanç şu; “Hakaret etmek saraya serbest ama halka eleştiri yapmak bile yasak, hatta hakaret iddiası ile suç.” Sayın Erdoğan, CHP lideri Kılıçdaroğlu’na; “Cahil, çirkef, ahlaksız, çirkin, namus fukarası, pişkin ve serseri mayın diyor”, savcılardan tık yok. Ama biz; “Sayın Erdoğan Anayasa’yı ihlal ediyor, Meclis’ten yetki almadan teröristlerle pazarlık masasına oturuyor.” diye eleştiri yapıyoruz ve hakaretten hakkımızda dava açılıyor.
Yine geçen ay, ABD yönetiminin geleneksel insan hakları ülkeler raporu yayınlandı ve Türkiye’ye 74 sayfa ayrıldı. Özetle; “Özgürlüklerin Türkiye’de adım adım yok edildiği, Cumhurbaşkanı ve diğer üst düzey hükümet yetkililerine hakaretten ceza soruşturmalarının özgürlükleri kısıtlamaya yönelik olduğu ve hükümeti eleştirmenin anında misilleme göreceği yönünde korku yaratıldığı ve oto sansüre neden olduğu” anlatılmaktadır.
26 Nisan 2016 tarihli Hürriyet Gazetesi’nden Mehmet Y. Yılmaz’ın köşe yazısından;“ ‘Alçak, zalim, kapkaranlık, vatan haini, lümpen, terör örgütünün maşası, ahlaksız, mandacı, ruhu kirlenmiş’. Birisinin yüzüne karşı bu kelimeleri kullanacak olursanız, en iyi ihtimalle benzeri sözlere muhatap olursunuz. Kötü ihtimal; kafanıza bir şey atılması olabilir ki, şiddete eğilimli bir toplumda böyle bir tepkiyle karşılaşmanız da yadırganmaz. Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatları, bu sözleri ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söylüyorlar”
Ama arkasında gerekçeleri, belgeleri ve kanıtları olan eleştirilerin; hakaret kapsamında değerlendirilmesi mahkemelerden isteniyor ve baskı yapılıyor. Bunu, bütün dünya biliyor!
Geçtiğimiz Mart ayı içinde, ABD’nin eski Türkiye Büyükelçileri Morton Abramowitz ve Eric Edelman; Washington Post’a yazdıkları yazıyla Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a istifa çağrısında bulundular.
Medyamızda da yayınlanan bu yazıda; “Açıkçası, Erdoğan’ın varlığı söz konusuyken, demokrasinin gelişmesine imkan yok. AKP’nin gerçekleştirdiği reformlar, sistematik bir kötüye kullanımın, temel hak ve hürriyetlerin çiğnenmesinin önünü açmış görünüyor. AKP, ordunun anti-demokratik davranışları için, hesap verebilir hale getirildiğini müjdelerken öte yandan üretilmiş sahte delil ve şahitler ile politik muhalifler de bu meseleye dahil edilmekteydiler. Medya ile girişilen bu mücadelenin öncesinde, önde gelen ulusal medya kuruluşlarından birisine (Doğan Medya), 2.5 milyar dolarlık bir vergi borcu çıkarılmış ve bu sayede 2007 yılında önemli bir muhalif köşe yazarının kovulması (Emin Çölaşan) sağlanmıştı, o günlerde yaşananlar bugün medyayı susturmaya çalışan AKP’nin varacağı noktanın bir işareti gibiydi, gazeteciler hapis edilirken hükümet geniş ölçekli susturma operasyonlarına izin veriyordu. Sonunda sivil toplum; Erdoğan’ın zalim taktiklerini kabullenemez hale gelmiş ve Gezi Parkı Direnişi hayat bulmuş, fakat onlar da polisin ölümcül şiddeti ile karşılanmışlardı.
Gerçekten de Türkiye’nin son zamanlarda vardığı nokta, 20.yy’ın tek partili totaliter döneminin karanlığını anımsatmakta. Sadece birkaç gün öncesinde, Erdoğan’ın çıkıştığı bir medya kuruluşu, AKP’li bir parlamenterin öncülüğünde saldırıya uğradı. Benzer durumlara düşen binlercesinin içerisinde, şu iki örnek ilginçtir: 13 yaşındaki bir çocuk Erdoğan’a hakaretten tutuklanırken, adamın biri karısını benzer sebeple şikayet ederek mahkemeye verdi. Dinsel azınlıkların ve ateistlerin çocukları, İslami eğitim veren okullarda eğitim almaya zorlanır hale geldiler. Şimdilerde ise Erdoğan, başkan olabilmek ve haklarını daha fazla kötüye kullanım şansı elde edebilmek için anayasal bir değişiklik arzusunda.
Otoriter liderler, mevcut tutumlarını haklı çıkarmak için, ekonomik ve toplumsal istikrar sağladıklarını öne sürerler. Türkiye’de bu durum, Erdoğan’ın politikalarının bu iki olguyu bir adım ileri taşımasına sahne oldu. Suriye meselesine dahil olarak aşırıcı grupların desteklenmesi ve silahlandırılmasından sonra, Türkiye artık kendi eliyle beslediği terörist grupların hedefi haline gelme noktasına varmaktan kaçınamadı. İstanbul ve Ankara’da yaşanan bombalı saldırılar neticesinde gerçekleşen katliamlar, ortaya dehşet bir tablo serdi”
Yazı bu minvalde devam ediyor. İki Amerikalı Büyükelçi söyleyince mi daha değerli oluyor. Biz de aynı şeyleri söyledik ve yazdık, hem de çok önce. Sayın Yargıcım anımsarsınız; 16 Şubat 2016’da, ilk duruşmada karşınızda; “AKP’nin hukuk ve adalet üzerindeki ağır baskısı olmasaydı, ben bugün burada huzurunuzda olmazdım” demiştim. Demeye devam ediyorum.
21 Mart 2016 tarihli bir haber, hemen hemen bütün basında yer almış. Cumhurbaşkanı Erdoğan; “çözüm sürecinde valilere terör örgütüne baskı yapmayın talimatı verdiklerini ve bunun terör örgütü tarafından istismar edildiğini” söylemiş.
Cumhurbaşkanı, böyle bir emir veremez. Anayasal ve yasal dayanağı yok. Bu, bir suçtur. Bunu zamanında da söyledim ekranlarda ve gazetedeki köşemde de yazdım. Çözüm süreci denen, esasında terörist başıyla masaya oturulan müzakere süreci de yasal değildi. Meclis’ten yetki alınmamıştı.
Ülkemizde İngiltere olarak adlandırılan Birleşik Krallıkta da terör sorunu vardı. Onlar; demokratik geleneklerden ayrılmadan, Meclis’ten yetki alarak görüşmeler yaptılar ama, IRA’nın silah bırakmasını ve terör eylemleri yapmamasını şart koştular.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ; “AK Parti, Tayyip’in partisidir. Kurumsal olarak var oldukça da Tayyip’in partisi olmaya devam edecektir. AK Parti’yi Sayın Cumhurbaşkanımızdan, Sayın Cumhurbaşkanımızı da AK Parti’den ayrı düşünmek ve ayrı düşürmek mümkün değildir” diyor. Halbuki Anayasamız; “Cumhurbaşkanı seçilen kişinin parti ile ilişiği kesilir” diyor. Adalet Bakanı, Anayasamız gibi düşünmüyor. Buna, Cumhurbaşkanı Erdoğan da dahil.
Sayın Ahmet Davutoğlu, geçtiğimiz günlerde yapılan AKP Kongresinde, Genel Başkan olarak yaptığı son konuşmada; “Yeni bir kongre için karşınıza çıkmak, arzu ettiğim bir şey değildi. Bu durumun sizin ve milletimizin mahşeri vicdanında yarattığı rahatsızlığın farkındayım” dedi. Davutoğlu, sıradan birisi değil. Bu söyleminde çok açık olarak; Sayın Erdoğan’ın onu devirdiğini, kendisinin böyle bir niyeti olmadığını demek istiyor.
Yarsav Başkanı Murat Aslan, Odatv’den Nurzen Amuran’a verdiği uzun röportajda; “Cemaat bahane, biat etmeyen tüm yargı üyeleri tasfiye ediliyor” diyor ve ; “Yaşanan gelişmeler; AKP iktidarının ya da daha doğru bir ifadeyle tek adam iradesinin, devlet yönetimini demokratik ve hukuk devleti bağlamından kopararak totalitarizme ve faşizme kaydırdığını, bunun gerçekleşmesi için de en büyük silahın yargı olduğunu, yargıyı iktidar savaşının bir aracına dönüştürdüğünü, hem siyaseti, hem kurumları, hem de toplumu yargı aracılığıyla yeniden kurgulamaya çalıştığını” söylüyor.
Mevcut durumu, en iyi Hürriyet Gazetesi’nden İsmet Berkan anlatmış. Şöyle diyor; “Türk siyasetinin ana ve asıl konusu; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, fiili durumu hukukiye çevirip çeviremeyeceğidir”
İddianamede tarafıma, Cumhurbaşkanına hakaret ettiğim iddiası ile yönlendirilen suçlamalar doğru değildir. Bir siyasetçi ve gazeteci olarak; Anayasal hakkım olan ifade özgürlüğümü kullandım ve Sayın Erdoğan’ın sözlerini, yaptıklarını, yapmadıklarını, yapamadıklarını ve idari tasarruflarını eleştirdim. Bu, benim aynı zamanda vazgeçilmez evrensel bir hakkımdır.
AİHS’nin ifade özgürlüğü; yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir. Çoğulculuk, hoşgörü ve açık düşünce bunu gerektirir ve bunlar olmaksızın “demokratik bir toplum” olamaz diyor.
AİHM kararlarında yer alan bir diğer önemli kıstas da, olaylara ilişkin açıklamalarla, değer yargıları arasındaki farktır. Olguların varlığı ispatlanabilirken, değer yargısının gerçekliği kanıtlanamaz. Davanın konusu olan ifade, yeterince somut bir temele dayanmayabilir. Bu durumda bile AİHM; kamuya mal olmuş bir kişi söz konusu olduğunda, bu kişi bilerek ve kaçınılmaz biçimde kamu kontrolüne tabi olacağından, kendisine yöneltilen eleştirilere, özellikle daha toleranslı olması gerektiğini ifade etmektedir.
Sayın Yargıcım, sizin de bildiğiniz gibi 18’inci yüzyılda bir Alman köylüsü, saray yaptırmak için arazisine el koymaya çalışan Alman İmparatoru Büyük Frederik’e meydan okuyor; “gitsin sarayını başka yere yapsın” diyor ve korkmuyor. Çünkü Alman yargısına güveniyor ve “Berlin’de hakimler var” diyor.
Biz de her şeye rağmen; “Türkiye’de hukuk var, adalet var, Atatürk önderliğinde yapılan ve çağdaşlığın olmaz ise olmazı olan, Aydınlanma Devrimleri ile şekillendirilmiş Cumhuriyetimizin koruyucusu hakimler var” demek istiyoruz.
Umarım; Alman köylüsünün 18’inci yüzyılda Berlin’de bulacağından emin olduğu adaleti, ben de 21’inci yüzyılda, İstanbul’da Çağlayan Adliyesi’nde ve bu mahkeme salonunda bulabilirim.
Günümüze ulaşan ve hukuk tarihinde kara leke mahiyetinde ki kayıtlara göre; Eski Yunan’dan bu güne kadar, düşünenler, düşüncelerini açıklayanlar ve yönetenleri eleştiren aydınlar, her dönemde suçlanmış, yargılanmış, çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Hatta Sokrates, Atina Şehrinin tanrılarına inanmadığı ve onları eleştirdiği için yargılanmış ve baldıran zehri ile yaşamına son verilmiştir.
Tabii ki, Sokrates değilim! Ama ben de; bugün ülkemizi yönetenlerin, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere iyi yönetmediğini ve Türkiye’yi felakete doğru sürüklediklerini, “testi kırılmadan” söylemeye çalışanlardan sadece birisiyim ve onu en acımasız biçimde eleştiriyorum. Çünkü bu; ülkeme ve evlatlarıma karşı sorumluluğumdur.
Ancak günümüzde ki yöneticiler; Sokrates dönemi yöneticileri gibi, tahammülden, hoşgörüden yoksun ve farklı düşüncelere açık olmasalar da, çok şükür, ne yasalar Sokrates dönemi yasalarıdır, ne de yargıçlar Sokrates dönemi yargıçlarıdır.
Bu nedenle; mahkemenize ve adalete olan güvenimi belirterek, gerek AİHM müktesebatını dikkate alarak, gerekse Türk mahkemelerinin benzer sözleri kullanan, gazetecilerle ilgili davalarda ki bağlayıcı içtihatları örnek alarak, Siyasetçi ve Gazeteci olmam itibarıyla, sözlerimi hakaret maksatlı olmayıp, düşünce ve eleştiri özgürlüğü çerçevesinde söylediğimi göz önünde bulundurmanızı ve bu şekilde değerlendirilmesini takdirlerinize sunuyor ve beraatımı talep ediyorum.
Türker Ertürk
31 Mayıs 2016
KAMPANYAYA KATILMAK İÇİN BURAYA TIKLAYIN.
Paypal BDDK’dan lisans alamadığı için 6 Haziran’dan itibaren Türkiye’deki tüm faliyetlerini durduracağını açıkladı.
Paypal’ın Türkiye’de kapanmasını istemiyoruz. Birçok kişi ve kurum, Paypal ile ödeme almakta ve ödemelerini Paypal ile yapmakta. Yurt dışından birçok müşterisi olan firmalar, bu karar nedeniyle zor duruma düşecek ve hatta yurt dışındaki müşterilerinin büyük bir kısmını kaybedeceklerdir.
Aynı zamanda internetten güvenli bir şekilde alışveriş yapan birçok kullanıcı da bu durumdan olumsuz etkilenecektir.
Prof. Dr. BERİL DEDEOĞLU
Rusya, ısrarla Türkiye ile ilişkilerin düzelme ihtimali olmadığını dile getiriyor. Açıklamaları belirli aralıklarla yapma ihtiyacı neden duyuluyor, ortada basına yansımamış başka sorunlar mı var, orasını henüz bilemiyoruz.
Akkuyu Nükleer Santrali’nden de kısmen çekilme kararı aldığına göre yapılan açıklamaların sadece siyasi söylem olmadığı söylenebilir. Akkuyu Nükleer Santrali’nin tamamı Rusya’ya ait ve buradaki hissesinin % 49’unu satabileceği, 2010 yılındaki hükümetlerarası anlaşmada yer alıyor. Ancak bu satış için tarafların rızası gerekiyor. Dolayısıyla Rusya, Türkiye’nin de onayını almak durumunda.
Türkiye Rusya’nın Akkuyu şirketindeki ağırlığını azaltmasına itirazı olmayabilir. Ancak bu % 49’luk hissenin kime satılacağı konusunda anlaşmazlık çıkabilir.
Rusya’nın ekonomik mi yoksa siyasi nedenlerle mi hissesini devretme kararı aldığını ayrıca incelemek gerek. Bununla birlikte, kendisine kimi ortak olarak seçeceği konusu, her durumda Türkiye üzerinde siyasi baskı yaratma amacı taşıyabilir.
Rusya’nın baskısı
Rusya, hissesini Türkiye’nin pek de nükleer enerji konusunda ülkeye sokmak istemediği bir devletin kuruluşuna satsa, o devlet ile Türkiye’nin karşı karşıya gelmesine yol açar. Yapar mı bilinmez ama mesela Kıbrıs Rum Kesimi’nden bir ortak bulduğunu düşünsek, ortalığın nasıl karışacağını öngörmek zor olmaz. Öte yandan Türkiye’nin pek de itirazı olmayan bir devletin şirketi hisseleri alırsa, o zaman da Türkiye Rusya’nın iradesiyle o devletle anlaşma yapmak zorunda kalır.
Niyet, Türkiye’nin itiraz edeceği bir durum yaratarak Akkuyu konusunu sabote etmek de olabilir. Ancak niyet ne olursa olsun sonuç itibarıyla Rusya’nın attığı her adımın Türkiye’yi kendisinden uzaklaştırıp öncelikle ABD’ye, ardından da Avrupa’ya yaklaşmak zorunda bıraktığına şüphe bulunmuyor. Rusya piyasası daralan Türkiye, gözünü bir yandan yeniden Avrupa’ya, diğer yandan yakın çevresindeki diğer başka ülkelere çevirmek durumunda kalıyor. Ancak konu güvenlik olduğunda, her durumda ABD ve Avrupa’nın güçlü ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye yöneliyor.
DAEŞ sorunsalı
Rusya’nın askeri anlamda Türkiye’yi doğrudan tehdit etmediği açık. Türkiye’yi tehdit etme işini PKK ve DAEŞ yapıyor. PKK ile mücadele konusunun Türkiye’yi ABD ve AB ülkelerine yaklaştıran bir yanı yok. Sanki Türkiye’nin Batı ile ilişkileri önce bozulsun, sonra Türkiye’nin pek de istemediği konularda anlaşmalar yapılsın diye uğraşıyor.
Öte yandan DAEŞ, tam tersine Türkiye ile Batılı ülkelerin işbirliğini neredeyse zorunlu kılıyor. Türkiye sınırından yollayıp durduğu füzeler, Türkiye’yi Suriye’ye çekmeye yönelik tahrik için yapılıyor olabilir. Ancak DAEŞ, Türkiye’nin kendi başına bu işe kalkışmayacağını, müttefikleriyle birlikte yeni projeler arayacağını muhtemelen biliyordur.
Türkiye’nin DAEŞ’le mücadele kapsamında müttefikleri ile işbirliğini geliştirmesi, giderek sonuçlarını da ortaya koyuyor. DAEŞ füzelerini bertaraf etmek için TSK’nın karşı vuruşlarına ABD’nin kara savaşlarındaki en etkili silahlarından olan ve HIMARS adıyla bilinen mobil füze kalkanı sistemi destek verecek.
Bu destek “Güvenli Bölge” konusunda yol alınmasını sağlayabilir. Ancak girişim aynı zamanda Rusya’nın Suriye’deki askeri üslerine karşı yeni bir karşı üs gibi de görülebilir. Almanya’nın da İncirlik’teki asker sayısını ikiye katlamayı istediği düşünülürse, DAEŞ’in esasen Türkiye’yi Rusya’ya karşı silahlanmak isteyen ülkelere doğru yönelttiğini söylemek mümkün.
Rusya’nın Türkiye ile anlaşmalarının zor olduğunu söyleyip durma nedenlerinden birisi bu olabilir.
Bu pek çok şeyi açıklıyor…
ABD TSK’YA TUZAK KURMUŞ!
Türkiye iki Körfez savaşı gördü; 1991 ve 2003…
91’de Özal vardı, 2003’te ise Erdoğan…
Türkiye iki Körfez Savaşı’na da doğrudan katılmadı ama iki Körfez savaşını da ABD aynında destekledi.
İki Körfez savaşında da Türk Ordusu Irak’a girecekti ama ikisinde de harekat yapamadı, neden?
Dönemin Dışileri Bakanı Sina Gürel; "ABD Türk Askeri İstemiyor" dedi…
1991 ve 2003 Körfez savaşları, bu savaşlarda Türkiye ve ABD’nin almış olduğu pozisyonlarına bakıldığında, Amerika’nın tarihin hiçbir döneminde Türk Ordusu’nun Kuzey Irak’a girmesini istememiş olduğu açıkça görülür…
Neden ABD Türk Ordusu’nun Irak’a girmesini istemiyordu?
Bir savaşta Türk Ordusu’nun Irak’a girmesi demek, her hal ve şartta Musul ve Kerkük’teki tarihsel haklarını yeniden elde etmek için harekete geçecek anlamındadır. Öyle ya, 30 Ekim 1918’te Mondros Ateşkesi imzalandığı zaman Musul Türk topraklarıydı ama Osmanlı Padişah’ın fermanıyla savaş yapılmadan İngilizlere teslim edilmişti. Bu tarihe not düşülmüştü.
Günü geldiğinde bu defter yeniden açılabilecekti; işte bu riski göze alamayan ABD bu nedenle Türk Ordusu’nun Irak’ta bulunmasını hiç istememişti…
Peki ABD bu işi nasıl başarmıştı yani hem Türkiye üzerinden harekat yapmayı hem de Türk Ordusu’nun Irak’a girmesini engellemeyi?
Öyle ya ABD’yi destekleyen Türkiye’de kamuoyu ‘mademki bu desteği veriyoruz, öyleyse Musul ve Kerkük’teki tarihten gelen haklarımızı alalım bari’ demeyecek miydi?
ABD bu işi Türkiye’deki siyasi iktidarlar eliyle başardı; hem harekat yaptı, hem Türkiye’deki üsleri kullandı, hem Irak’a ambargo uygulatıp sıkıştırdı hem de Türk Ordusu’nun elini kolunu da bağladı…
1’nci Körfez Savaşı’nda bu oyunu ABD adına Özal oynamıştı; Türk Ordusuna olası bir savaşta siyasi direktif vermeyerek saf dışı bırakmıştı. Zaten Genelkurmay Başkanı Orgeneral Torumtay bu nedenle istifa etmiş ve ‘şak derse tak der yaparım’ diyen zihniyetler iş başına getirilmişti.
2’nci Körfez Savaşı’nda bu oyunu ABD adına bu kez Meclis’te siyasi dengeleri değiştirme gücüne sahip herkes adına Gül ve Erdoğan oynamıştı; önce ‘hayır’ denilen tezkere ile bırakın Türk Ordusu’nun Irak’a girmesini, ABD’nin Türk Ordusu’na saldırmasının bahanesi yaratılmış, 20 Mart günü ‘evet’ denilen tezkere ile de Türkiye’nin bütün desteği ABD’ye verilmişti.
1 Mart ile 20 Mart arasında ne olmuştu derseniz, Erdoğan Başbakan olmuştu…
Dönemin Dışişleri Bakanı Sina Gürel ABD’nin bu gizli niyetlerini şöyle açığa vuruyor;
‘Kuzey Irak’ta zaten otorite yoktu. Türkiye güvenliği için burada askeri güç bulunduruyordu. Bunu bir kolorduya çıkarmak, savunma hakkımızın doğal bir sonucuydu. Bunu Çankaya Köşkündeki zirvede kararlaştırdık.
ABD’nin Türk askeri istemediği belliydi. Bunu Washington ziyaretimizde de anlaşmıştık. Biz planlar, haritalar göstermişlerdi ama Türk askeri bu planlar içinde yoktu.
Türkiye, ABD savaş planlarının bir parçası, bir geçici üssü gibi görülüyordu. Bunu kabul etmek mümkün değildi.
Türkiye gibi büyük ve güçlü bir ülke kendi ulusal çıkarları gerektirdiğinde askeri önlemlerini kimseyi beklemeden alabilecek bir ülkedir. Bunun gereği, Kuzey Irak’a bir kolordu büyüklüğünde güç göndermekti ve kontrol altına almaktı. Türkiye’nin çıkarları bunu gerektiriyordu.
Türkiye için en iyi yol savaş öncesinde bu kararını uygulayıp kendi önlemini almaktı. Ancak, o günün siyasi koşullarında bu kararı yeni hükümetin uygulaması gerekecekti. Zirvede ilke kararı alınmasına karşın, AKP hükümeti bunu uygulamadı ve 1 Mart tezkeresine giden süreç yaşandı.’[1]
5 Ekim’de, Çankaya Zirvesi’nde alınmış olan ‘Irak’a bir Kolordu gönderilmesi’ kararını AKP Hükümeti uygulamamıştı…
Bu savaşlar esnasında sınır ötesi harekat denilerek yapılan işler, Irak’a giren Türk Ordusu’na siyasi direktif verilmemiş olduğu için harekattan ziyade küçük küçük çatışmalar halinde geçmiş ve hiçbir sonuca da ulaşamayacaktı hala da öyle…
Genelkurmay; ulusal çıkarlarımız gözardı edildi…
Yıllar sonra Genelkurmay Başkanlığı, 2003 Körfez Savaşı’nın Türkiye açısından sonucu şöyle açıklayacaktır;
‘İkinci Körfez Savaşı’ndan sonra Türkiye yine iki nedenle zararlı çıkmıştır.
Bir; coğrafyasına hapsolmuştur.
İki; PKK çok büyük bir serbestlik kazanmıştır ve çok miktarda silah ve malzeme, dağılan Irak ordusundan ele geçirilmiştir. Daha önceleri PKK ile mücadele içinde olan Kuzey Irak’taki Kürt gruplarından bir tanesi ki bir zamanlar KYB, PKK ile birlikte o Kürt grubuna saldırıyordu, şimdi doğal bir müttefik haline gelmiştir ve Kuzey Irak’ta çok büyük bir hareket serbestisine sahiptir.
Eskiden katırlarla gittikleri yere şimdi taksilerle gidiyorlar. Buna ait görüntüler elimizde. Bu da ikinci Körfez harekatının Türkiye açısından olumsuz bir sonucu olmuştur.’
ABD işgali sonucu Irak’ın parçalanmaya yüz tuttuğunu da Genelkurmay Başkanlığı şu sözlerle altını çizecektir;
‘Yine Kuzey Irak’a baktığımız zaman şöyle bir durum ortaya çıkıyor; hazırlanmış olan bir taslak anayasa var. Bu iyi incelendiğinde şu görülmektedir: Kağıt üzerinde federal bir yapı oluşturuluyor. Güney Şii bölgesi, Sünni bölgesi ve Kürt bölgesi diye üç bölge. Ama anayasanın içindeki hükümleri iyi incelediğinizde, bunun değil federasyon, konfederasyon bile olmadığı, gevşek bir konfederasyon yani kopmaya hazır bir konfederasyon şeklinde olduğu görülmektedir.
Zaten tarihe de baktığımızda konfederasyonların uzun süreli yaşamadıklarını görüyoruz. Ya kopmuşlardır ayrı devletçikler kurmuşlardır ya da üniter bir yapıya kavuşmuşlardır. Bunların örnekleri var.’
Genelkurmay bir adım daha ileri giderek Irak’ta bir Kürt devleti kurulmakta olduğunu Türk milletine ve Türk siyasetine ilan edecektir;
‘PKK’nın varlığı orada kök salmıştır. Çünkü Kuzey Irak’ta, Irak güvenlik kuvvetlerinden bir tane silahlı insan dahi bulunmamaktadır. Bugün Süleymaniye hava meydanına indiğiniz zaman, ziyarete gidiyorlar, onu sadece Kürt bayrakları karşılar. Irak bayrağı yoktur. Karşılama töreninde de Kürt milli marşı çalar. Irak’ın marşı yoktur.
Şu anda Kuzey Irak’ta durum budur. Federal bir yapıda bazı şeyler merkezi olur. Kuzey Irak’ta merkez bankası kuruldu. Bunun anlamı her yönüyle diğerlerinden ayrı müstakil bir yapı oluştu. Merkez bankası para basıyor. Kendi parasını kullanıyor. Böyle bir yapı var.’
Ve Genelkurmay Başkanlığı bu durumun önüne geçilmesi için, kamuoyu önünde Hükümet’ten yetki isteyecek kadar işin önemini Türk Milleti ve Devlet kadrolarına duyurmaya çalışacaktır, şöyle ki;
‘Peki, Kuzey Irak’a bir operasyon yapılmalı mı? Evet, yapılmalı. Olayın iki boyutu var. Birincisi sadece asker olarak baktığım zaman, evet yapılmalı. Fayda sağlar mı? Evet, sağlar. Olayın ikinci boyutu, siyasi olaydır. Bir hudut ötesi operasyon yapılması için bir siyasi kararın ortaya çıkması lazım. TSK, yasal zeminde görev verildiğinde bu operasyonları yapma gücüne fazlasıyla sahiptir.”
Şubat 2008’de Irak kuzeyindeki Zap terör kampına yapılan yedi günlük bir güç gösterisini saymazsanız, Kuzey Irak’a hiç askeri harekât yapılmayacak, oysaki Erdoğan siyaseti istemiş olsaydı Türkiye, bu savaştan kazanan taraf olarak çıkabilecekti…
ABD, Özal ve Erdoğan siyasetleri eliyle Türk Ordusunu sadece coğrafyasına hapsetmekle kalmayacak, sonradan bu işleri adli bir suç soruşturmasına dönüştürerek, Türk Milletini yaratılışının destanı olan Ergenekon’la tam da kalbinden vuracaktır…
Ancak bu türkü de burada bitmeyecektir…
Kaynak: Büyük Suikast/Destek Yayınları.
[1] Bila, ‘Sivil Darbe Girişimi ve Ankara’da Irak Savaşları’, s. 183.
BİLGETÜRK
ABD’li askerler için sorun sadece bir terör örgütünün armasını takmak da değildi. Aynı zamanda müflis sosyalist sembolizmini üzerlerinde taşımalarının, kapitalizmin beşiği ABD’nin ordusu için oluşturduğu tezat kayda değerdi.
PKK’yla ilişkisi sebebiyle ABD, Türkiye ile uzun süredir gerginlik yaşıyor. ABD ısrarla PKK ile YPG’nin farklı örgütler olduğunu ve sadece YPG’yi desteklediklerini iddia ediyor. Türkiye ise organizasyonel, insan kaynağı, finans ve askeri ekipman açısından YPG ile PKK arasında kafa karıştırmak için üretilen kısaltmalar dışında bir farkın olmadığını ortaya koyuyor. ABD, SDG diye kahir ekseriyeti YPG ve türevlerinden oluşan bir şemsiye yapı üretti ve bir süredir YPG’den ziyade SDG’ye yardım ettiğini anlatıp duruyor. Yani PKK’nın kısaltmalarla kafa karıştırma taktiğini kapmış olacak ki ABD de aynı taktiği Türkiye’ye karşı kullanıyor.
Geçenlerde ABD askerlerinin YPG’nin türevlerinden, kadın teröristlerden oluşan YPJ’nin armasını üniformalarına taktıkları resimler medyaya düştü. ABD’li askerler için sorun sadece bir terör örgütünün armasını takmak da değildi. Aynı zamanda müflis sosyalist sembolizmini üzerlerinde taşımalarının, kapitalizmin beşiği ABD’nin ordusu için oluşturduğu tezat kayda değerdi. Resimler dolaşıma girince çelişkili açıklamalar ardı ardına geldi. Bir yetkili ‘olur böyle şeyler’ dedi; diğeri ‘olmaması lazım, soruşturma açacağız’ dedi. En yerinde tavsiye ise Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’ndan geldi: ‘Suriye’nin diğer bölgelerine gittikleri zaman DAEŞ’in, El-Nusra’nın, El-Kaide’nin armasını taksınlar, Afrika’ya gittikleri zaman da Boko Haram’ın armasını taksınlar…”
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner, ABD’nin PKK-YPG ayrımına, saçmalama pahasına ısrar ettiğini gösteren bir açıklama yaptı: ‘Aralarında bir bağın olmadığını kesin olarak söyleyemem; ama çok açık bir şekilde ortaya koyduk ki YPG PKK’dan ayrı bir yapı’. Açık olarak ortaya koydukları hiçbir şey yok oysa. Komedi bitmedi asıl şimdi başlıyor, işte gerekçe: YPG ‘coğrafi olarak farklı bir yerde, Kuzey Suriye’de konumlu ve DAİŞ’le savaşan efektif bir güç’. El-Kaide’nin merkez yapılanması da Pakistan-Afganistan merkezli ise Suriye’deki El-Nusra veya Somali’de El-Şebab El-Kaide değil mi?
DAİŞ’le savaşması PKK ile YPG’yi iki farklı örgüt yapar mı? O zaman El-Nusra da El-Kaide değil. Öyle mi?
Obama Yönetimi’nin açıkça yaptığı tek şey, Suriye’de ABD’nin kara gücü olmayı reddeden Türkiye’yi zora sokmak. Jeffrey Goldberg’e verdiği mülakatta Obama ‘devasa ordusunu Suriye’ye sokmayan’ Türkiye’yi gayet açık eleştirmişti. Şu an ise ‘madem siz ordunuzu sokmadınız ben de PKK dâhil istediğim her aktörle çalışırım’ diyor.
ABD Suriye’de PKK’ya yaptığı yatırımı şimdiye kadar hiçbir gruba yapmadı. Sadece tonlarca silah değil, hava saldırıları ve PKKlılarla omuz omuza savaşan ABD askerleri, ABD’nin PKK’ya özel önem verdiğini gösteriyor. Bu kadar destek olunca doğal olarak PKK da DAİŞ’e karşı ilerleme kaydediyor. İlginç olan ise ABD’nin, marifeti kendi hava saldırılarından, silah yardımından ve özel kuvvetlerinin iştirakinden değil, PKK’dan bilmesi. Yani PKK efsanesini kendi elleriyle yaratma gayreti içerisinde.
Obama’nın kamuoyuna Suriye’ye dâhil vaat ettiği tek şey DAİŞ’le mücadele. Göstermelik de olsa bir şeyler yapmak zorunda. PKK da bunun için en kullanışlı aptal. PKK, ABD’nin desteğiyle kendi kendini gerçekleştirdiği hülyalarına kapılmış. ABD kendisine bir devlet kurdursun diye atmayacağı takla yok. Yani kızıl yıldız takan ABD askerleriyle, Sam Amca’ya tapan PKK’lılar birbirinin ruh eşi. Şimdilik birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılıyorlar.
Wilson’un 100 yıl önce Ortadoğu’yu berbat eden self-determinasyon projesi değil ABD’nin kafasındaki. PKK sadece Türkiye’de değil Irak, İran ve Suriye’de istikrarsızlık çıkarma potansiyeline sahip. Suriye’de şu an veya çatışmalar bittiğinde ABD’nin el altında tutmak isteyeceği silahlı bir örgüt. Üstüne üstlük dini, imanı, kutsalı, ahlakı olmayan taklacı bir yapı. PKK, artık ABD’nin bölgesel operasyonlar için kullanacağı bir ‘Kudüs Gücü’, başına da bir Kasım Süleymani bulurlarsa değmeyin keyiflerine…
[Akşam, 30 Mayıs 2016]
Türkiye, tüm dikkatini Cerablus-Halep hattına toplamalı ve bunun dışındaki alanlarda diğer aktörlerin birbirleriyle mücadele etmesine müsaade etmelidir.
Resmi açıklamalara bakarsanız, Amerika önderliğindeki koalisyon güçleri DAEŞ hedeflerini iki yıldır vuruyor. Fakat Amerika’nın dile getirdiği DAEŞ’i çökertme yolunda bugüne kadar kritik başarılar elde edildiği söylenemez. Bugünlerde sahadan gelen haberler ise bir hareketlenmeye işaret ediyor. Uzun süredir beklenen Rakka operasyonu başlamış gibi görünüyor. Sahadan Amerikan askerlerinin öncelikle PYD olmak üzere çeşitli gruplarla hareket ettiğini gösteren resimler geliyor. Yaklaşık 200 civarında Amerikan askeri kara operasyonlarına öncülük ediyor. Fakat bu kuvvetlerin bulunmasından kapsamlı bir kara operasyonu yürütüldüğü anlamı çıkartılmamalıdır. Aksine bu özel kuvvetler yerel gruplara öncülük ediyor ve daha önemlisi hava saldırılarına yardımcı oluyor. Hava güçlerinin daha sağlıklı hedefler elde etmesini sağlanıyor. Böylece koalisyon güçleri havadan vururken, yerel güçlerin Rakka’ya doğru ilerlediği düşünülüyor.
Son dönem Rakka merkezli yapılan operasyonlarda özellikle DAEŞ’in finans kaynaklarının vurulduğunu görüyoruz. Yani Amerika DAEŞ’i zorlayıcılık yöntemleriyle elimine etmenin yollarını arıyor denilebilir. Klasik zorlayıcılık anlayışına göre rakibin sergilediği bir davranışı değiştirmesi için savaşa kadar varmayan, fakat rakibin canını yakan eylemlerde bulunarak onun başka türlü davranmasını sağlamak mümkündür. Yani DAEŞ’le doğrudan karada savaşmak istemeyen Amerika için aslında bu tür hava operasyonları tam da istenilen sonuçları elde etmeye yönelik bir eylem olarak görülebilir. DAEŞ’in finans kaynaklarını hedef alan ve bu kaynakları kuruttukça, DAEŞ’in uzun vadede çözülmesini bekleyen Amerika bu anlamda kitaba uygun hareket ediyor. Fakat kitaptaki her zaman sahaya uymuyor. Benzer özellikte birkaç zorlayıcılık operasyonunu hatırlayacak olursak, bu tür hava operasyonlarının sonuç üretmede ne kadar kısıtlı kaldığını hepimiz hatırlarız. Vietnam bunun en güzel örneklerindendir. Amerika Vietnam Savaşı’nın belli bir döneminde özellikle Başkan Johnson döneminde halı bombardımanı denilebilecek ağır bombardımana geçiş yapmıştı. Vietnam’ın canını yakarak, yönetimin, teslim olmasa bile geri adım atmasını sağlamak hedefleniyordu. Ama bu operasyonlarda vurulmadık yer kalmamış olmasına rağmen, Amerika istediklerinin hiçbirini elde edemedi. Bugün aynı durumun Suriye’de yeniden ortaya çıkmayacağını kimse söyleyemez. Özellikle DAEŞ gibi inanç temelinde kendini örgütleyen ve adam devşiren bir terör örgütünün ekonomik kaynakları vurulduğunda çökeceğini düşünmek pek gerçekçi olmasa gerek.
Yine Amerikan kaynaklarına bakacak olursanız iki yıl boyunca Amerika hiç bu kadar isabetli operasyonlar yapmamıştı. Amerikan resmi kaynakları son günlerde hedef isabet oranlarının ciddi anlamda arttığını iddia etmekteler. Bu nedenle yakın zamanda Rakka’nın düşmesi, orta ve uzun vadede de DAEŞ’in etkisinin kırılması ve belki bir gün tamamıyla ortadan kaldırılmasının mümkün olabileceği düşünülebilir. Eğer gerçekten Rakka DAEŞ’ten temizlenecekse o zaman ortaya yeni bir soru çıkar: DAEŞ’ten sonra Rakka’ya kimin hâkim olacağı.
Bu yıpratma savaşında yer alan birçok taraf, Rakka’yı ele geçirilecek ve savaşın ilerleyişinde önemli bir rol oynayacak mevzi olarak görüyor. DAEŞ’in şimdiye kadar fiili başkenti konumunda olan bu şehir savaşın kaderinde önemli bir rol oynayabilir. Aslında Suriye’nin orta bölgesinde duran Rakka birçok alana ulaşmak isteyen aktörler için merkezi konumdadır.
Bu nedenle PYD’den konuya dair oldukça ilginç açıklamalar gelmeye başladı bile. PYD, DAEŞ’in yakın zamanda Rakka’dan temizleneceğini ve Amerikalıların bu bölgeyi PYD’ye teslim etme fikrinde olduğunu açıklıyor. Bu açıklamalarda gerçeklik payı var mıdır yok mudur bilinmez. Amerikalıların, bugün sahada kullandığı en başat unsurlardan biri olan PYD’ye bu tür sözler vermesi pek şaşırtıcı olmaz. Benzer durumlarda Amerika bu tür vaatlerde hep bulunur. Bu vaatlerini zaman zaman tutar zaman zaman unutur.
Fakat durum ne olursa olsun, böylesi açıklamaların etrafta dolanıyor oluşu Türkiye tarafında rahatsızlık yaratabilir. Hatta bir iki gazete haberinde PYD’nin açıklamaları küstahlık olarak değerlendirilmiş. Doğrusu bu açıklamalarda bir küstahlık bir provokasyon havası seziliyor fakat asıl önemli olan bu açıklamaların küstahlık olup olmadığından ziyade bunun Türkiye için ne anlam ifade edeceğidir. Gerçekten Amerika böylesi bir söz vermiş midir? Vermişse bu sözü tutar mı? Bu sözü tutarsa, Türkiye için büyük kayıp olur mu? Türkiye endişelenmeli? Önemli olan bu soruları cevaplamaktır.
Kısaca cevap vermek gerekirse, bu Rakka meselesinde Türkiye’nin endişelenmesini gerektirecek bir durum söz konusu değildir. Zira Rakka stratejik anlamda Türkiye için vazgeçilmez nitelikte bir alan değildir ve olmamalıdır. Türkiye’nin Suriye’deki öncelikleri bellidir. Savaşın geldiği noktada Türkiye’nin bir numaralı güvenlik sorunu Kuzey Suriye’de meydana gelebilecek bir oldu-bittidir.
Fırat’ın doğusuna uzanabilecek olan PYD, Türkiye’nin Suriye’deki diğer tüm gruplarla arasına set çekeceği için Türkiye’nin bir aktör olarak Suriye’de devre dışı kalması sonucunu doğurabilir. Fırat’ın batısı bu nedenle önemlidir. PYD Türkiye’nin içerisindeki PKK terör örgütünün uzantısı olduğundan o bölgede kurulacak bir yapı, PKK ile sahip olduğu organik bağ nedeniyle Türkiye’deki terör eylemlerini kışkırtacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin bugün Suriye’deki en öncelikli meselesi Kuzey Suriye’nin PYD tarafından kontrol edilmesini engellemektir. Fakat PYD’nin Rakka’ya ilerlemesi ve belki de Rakka’yı Amerikan yardımı ile ele geçirmesi, Türkiye’nin stratejik çıkarları bakımından öncelikli bir konu değildir. Bu nedenle bir endişeye kapılarak bu alanda sert tavırlar sergilemek Türkiye’nin başka alanlardaki kredibilitesini tüketmesine neden olabilir. Amerikalılar gerçekten Rakka’ya dair böyle bir söz vermiş olabilir. Öncelikle bu sözü tutacaklarının garantisi yoktur. Şayet tutsa dahi Rakka, PYD’nin Türkiye ile olan ikili ilişkisi bakımından stratejik bir alan değildir. Rakka kendi başına önemli bir stratejik hedef olabilir. PYD burayı ele geçirirse, kendini daha güçlü de hissedebilir. Fakat PYD’nin Rakka’ya girmesi, PYD’yi Türkiye’ye karşı avantajlı konuma getirmez. Çünkü Rakka, tüm önemine rağmen Türkiye’nin ulusal güvenlik meselesi bakımından öncelikli bir konu değildir.
Siyaset kısıtlı kaynaklarla yapılır. Uluslararası siyasette kaynakları kısıtlı olan devletler, siyasetlerini kendileri için en önemli hedeflere yöneltmek durumundadır. Stratejik davranış ise hedefleri iyi belirlemekten ziyade, vazgeçilebilecek olanları iyi belirlemekle ilgilidir. Rakka önemli bir hedef olabilir. Deyr Ez Zur da önemli bir hedef olabilir. Bağdat da önemlidir. Musul da kendine göre bir stratejik değere sahiptir. Her bölgenin kendine has bir stratejik kıymeti olabilir. Ancak o stratejik kıymet herkes için geçerli değildir. Bugün Rakka ne Türkiye için ne de PYD için stratejik bir hedef değildir. Stratejik hedeflerinden uzaklaşan ve her kıymetli hedefe saldıran aktörler aşırı yayılma hastalığına tutulmuş demektir. Ve aslında kısıtlı kaynaklarını kendileri için elzem olmayan hedeflere akıttıklarından o kaynakları daha gerekli alanlarda harcamak istediklerinde ceplerini boş, karşılarında ise gereğinden fazla düşman bulurlar.
Bu anlamda PYD’nin Rakka ile bu kadar ilgili olması Türkiye açıdan bir sorun olmaktan ziyade, PYD için bir sorun olacaktır. PYD güneye açıldıkça yeni rakiplerle karşılaşacak ve yeni boğuşmalara girecektir. PYD’nin etkinliğini Fırat’ın batısından uzak tutabilecek her hedef PYD’nin gücünü bölecek ve kaynaklarını tüketmeye hizmet edecektir. Türkiye’nin tarafına yeni müttefiklerin katılımı sonucunu doğuracaktır. Bu anlamda Amerika ile beraber hareket ediyor olmak PYD’ye her ne kadar güvenli geliyor olsa da asıl itibariyle PYD’yi bölgede yalnızlaştırmaya hizmet ediyor.
Sonuç olarak Amerika’nın PYD’ye verdiği sözler Cerablus-Halep hattını ilgilendirmediği müddetçe Türkiye için endişe yaratıcı bir durum yoktur. Görünen o ki, Türkiye’nin bu hat için şimdiye kadar ortaya koyduğu kararlı tutum sonuç üretmiş ve Amerika bu alanda Türkiye’den daha fazla taviz kopartmaya yönelik çabalarından uzaklaşmıştır. Bir dönem Amerika Türkiye’ye Cerablus konusunda baskı yapıyor ve PYD’nin Cerablus’u ele geçirmesinin Türkiye için kötü bir sonuç doğurmayacağına dair Türkiye’yi ikna etmeye çalışıyordu. Fakat Türkiye bu konuda en sert tavrı alarak bu baskıları reddetti ve kendisi için stratejik önemi tartışılmaz olan bir bölgeyi korumuş oldu.
Diğer taraftan Rakka ve civarı da Amerikalılar tarafından PYD’ye yönelik bir tazminat olarak önerilmiş olabilir. Cerablus’ta PYD’nin istediğini veremeyen Amerika sahada ihtiyaç hissettiği PYD’ye Rakka’yı önermiş olabilir. Ama Rakka, Cerablus değildir. Suriye’nin kaderini belirleyecek olan Halep için de bir yol olduğu iddia edilemez. Türkiye’nin tüm çabalarına rağmen müttefiki Amerika PYD ile işbirliği yapmaya devam ediyor. Aslında müttefiklik hukukuna yakışmayacak şekilde bir görüntü vermekten kaçınmak bir kenara böylesi bir görüntü vermeyi özellikle tercih ediyor. Artık bu konuda Amerika’nın kolayca ikna edilemeyeceği ortadadır. Bu nedenle de Türkiye tüm dikkatini Cerablus-Halep hattına toplamalı ve bunun dışındaki alanlarda diğer aktörlerin birbirleriyle mücadele etmesine müsaade etmelidir.
[Star Açık Görüş, 29 Mayıs 2016]
strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji
Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel
Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu
The latest news on WordPress.com and the WordPress community.
Son Yorumlar