Günlük arşivler: 27 Mayıs 2016

İNGİLTERE DOSYASI /// İngilizlerden skandal : 800 terörist zanlının bilgilerini sildiler


İngiltere’deki istihbarat yetkilileri ‘800 terör zanlısının kişisel bilgisini sistemlerden silindiğini’ açıkladı. Yaşanan skandalın ise yanlışlıkla gerçekleştiği iddia edidi.

Daily Telegraph gazetesinin haberine göre; 800 terör zanlısı için oluşturulan parmak izi ve DNA veritabanı, yaşanan bir hata nedeniyle yanlışlıkla silindiği iddia edildi.

Yaşanan skandal nedeniyle terör tehdidinin yüksek olduğu bir dönemde İngiltere’nin önemli bir istihbarat kaynağından yoksun hale geldiği belirtilirken, Milletvekilleri, yaşanan hatanın kabul edilemez olduğunu ifade etti. Emniyet ve istihbarat birimlerinin acilen bir soruşturma başlatması gerektiğine dikkat çekildi.

ZİRVE YAYINEVİ DAVASI : Zirve’de Bir ‘Tanık’ Fiyaskosu Daha


Zirve Davası’na sonradan eklenen askerler aleyhine ifade veren tanığın, yargılandığı uyuşturucu davasında beraat ettirilmesi karşı gerçek dışı ifadeler verdiği öne sürüldü.

Zirve Yayınevi davasında ‘Terör örgütü” suçlamasıyla yargılanan ve son mütalaa da hakkında beraat talep edilen Jandarma Binbaşı Haydar Yeşil tarafından Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) verilen şikayet dilekçesinde, Y.A. adlı şahsın Zirve Yayınevi Davasında jandarma personeli aleyhinde tanıklık yapması için yargılandığı uyuşturucu davasında ilginç bir şekilde beraat ettirildiği ve bu şahsın yerine suç tarihinde cezaevinde olan bir başka şahsa ceza verildiği iddia edildi.

Yargılaması 9 yıldır süren Zirve Yayınevi Davası ile ilgili olarak HSYK’ya sunulan bir suç duyurusu dilekçesinde ilginç iddia ve ithamlar ileri sürüldü. Malatya Adliyesi’nde görev yapan hakimler P.D., Y.G. ve A.B. ile Savcı İ.K. hakkında Zirve Yayınevi davasında yargılanan Jandarma Binbaşı Haydar Yeşil tarafından yapılan suç duyurusunda, “Asıl suçlunun kasten beraat ettirilerek, suç tarihinde cezaevinde olan şahıs hakkında kasten hüküm vermek suretiyle görevi kötüye kullanma” iddiası ortaya atıldı.

“ESRAR OPERASYONU YAPTIĞIMIZ ŞAHSI, ALEYHİMİZE TANIK YAPTILAR”
Binbaşı Haydar Yeşil suç duyurusunda bulunduğu dilekçesinde, “Ben 2006 yılı Ağustos-17 Mart 2011 tarihleri arasında Malatya İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürü olarak görev yaptım. 18 Nisan 2007 tarihinde Zirve Yayınevi bürosunda 3 kişi öldürüldü. Bu olaydan sonra, benim İstihbarat Şube Müdürlüğü yaptığım dönemde Malatya İl Jandarma Komutanlığı ekiplerince İstihbarat Şube destekli operasyonlar yapılarak çeşitli suçlardan soruşturmalar yapılmıştır. Bu şahıslar hakkında yetkili Cumhuriyet Savcıları tarafından davalar açılmıştır. Bu durumda olan bazı sanıklar, yargılandıkları suçlardan az ceza almak veya beraat etmek maksadıyla bazı yargı mensupları ile yasadışı pazarlıklar yaparak, benim aleyhimde yalan tanıklık yapıp, çeşitli iftiralara attırmışlardır. Y.A. isimli şahıs hakkında, Malatya İl Jandarma Komutanlığına bağlı Battalgazi İlçe Jandarma Komutanlığınca istihbarat destekli iki operasyon yapılmıştır. İlk operasyon, 25.05.2010 tarihinde, Y.A.’nın Battalgazi İlçesi Ağılyazı Köyünde bulunan kayısı bahçesine yapılmıştır. Bu operasyonda, bahçede toplamda 1290 kök ekili kenevir bitkisi ve 34 kilogram kurumaya bırakılmış kubar esrar diye tabir edilen kenevir bitkisi ele geçmiştir. Bu suçtan Malatya Cumhuriyet Başsavcılığınca 2010/8795 numaralı soruşturma başlatılmıştır. Aynı bahçede, alınan istihbarata göre yapılan 22.06.2010 tarihli ikinci operasyonda 355 kök dikili kenevir bitkisi ele geçirilmiştir.” iddiasında bulundu.

“ESRAR DAVASI SANIĞI ZİRVE DAVASINDA ALEYHİMİZDE TANIK YAPTIRILDI”
Bahçesinde kenevir yakalanan Y.A. hakkında Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldığını, bu dava açıldığı esnada kendisi ve Jandarma personeli hakkında firari eski savcı Zekeriya Öz tarafından Zirve Yayınevi davası ile ilgili olarak soruşturma açıldığını aktaran Binbaşı Yeşil, “Y.A. isimli şahsın ben ve diğer Jandarma personeline husumetinden faydalanılarak ve yargılandığı dava ile ilgili yasa dışı vaatlerle, ben ve diğer Jandarma personelini hedef alan Zirve Yayınevi soruşturması dosyasına tanık yapılmıştır. Bu dosya kapsamında Y.A. benimde aralarında bulunduğum Malatya İl Jandarma personeli aleyhine kurgu ifadeler alınmıştır. Y.A. hakkında açılan ve Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan dosyada, yargılamayı Y.A. lehine etkilemek maksadıyla, Savcı Ş. G. tarafından yürütülen soruşturma dosyasına kurgulanmış içerikli 15.06.2011 tarihli bir dilekçe verdirilmiştir. Bu dilekçeye istinaden, Savcı Ş.G. tarafından Y.A.’nın aynı gün ifadesi alınmıştır.Y.A.’dan alınan bu ifadeye istinaden aynı soruşturma dosyası kapsamında aynı savcı tarafından, 17.06.2011 günü E.E. isimli şahıstan, Y.A. isimli şahsı yargılandığı uyuşturucu dosyasında ceza almaktan kurtarmaya yönelik kurgu ifade alınmıştır. E.E. bu ifadede özetle; ‘Y.A.’nın bahçesinde ele geçen uyuşturucu maddenin, Malatya İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürü olan Haydar Yeşil’in azmettirmesi ile E.E. tarafından Y.A.’nın bahçesine kenevir tohumu ektirilmek suretiyle üretildiği, Y.A.’nın, bahçesinde ele geçen kubar esrar ve kenevir bitkisiyle alakası olmadığı söyletilmiş ve ben ve N. isimli istihbarat personeline bir çok suç isnat ettirilmiştir.’ E.E. adlı şahıs Y.A.’nın yargılandığı dosyaya sanık yapılıp, uyuşturucu madde imal suçuna beni de azmettirici olarak gösterdikten sonra, Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 15.01.2013 tarihli duruşmada benimde sanıkları arasında bulunduğum, Malatya Zirve Yayınevi cinayeti dosyasında Y.A. tanık olarak dinlenmiş, ben ve diğer jandarma personeli aleyhinde kurgulanmış ifadeler vermiştir.” iddialarını ileri sürdü.

“SUÇ TARİHİNDE CEZAEVİNDE OLAN ADAMA CEZA VERİLDİ, ZİRVE’DE TANIKLIK YAPAN ASIL SUÇLU BERAAT ETTİRİLDİ”
Yeşil, “Y.A., Zirve Yayınevi Davasının duruşmasında , ben ve diğer Jandarma personeli aleyhine yalan tanıklık yaptıktan sonra, Y.A.’nın sanık olarak yargılandığı Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 31.01.2013 tarihli uyuşturucu davasının duruşmasında E.E. sanık olarak ifade vermiş, uyuşturucu imal suçunu üstlenmiş beni de azmettirici olarak göstermiştir. Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi 19.03. 2013 tarihli kararında Y.A. hakkında beraat kararı verilmiş, E.E. hakkında; uyuşturucu imal suçundan 1 yıl 8 ay hapis cezası verilmiş ve hükmün açıklanması geri bırakılmış, uyuşturucu ticareti suçundan 2 yıl 6 ay hapis ve 40 TL adli para cezası verilmiştir. Y.A., Zirve Yayınevi Davasında İl Jandarma Komutanlığı personeli aleyhine tanıklık yapmak karşılığında, Uyuşturucu imal ve ticaretinden yargılandığı Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi dosyasından beraat ettirilmiştir. Ancak; E.E.’nın Y.A:’nın bahçesinde ele geçen, kenevir bitkisini ekmesi, bakımını yapması ve uyuşturucu maddeyi üretmesi fiilen mümkün değildir. Çünkü bu kenevir bitkisinin ekildiği, bakımının yapıldığı ve esrar maddesinin üretildiği tarihlerde E.E. Malatya E Tipi Kapalı Ceza ve Tutukevinde başka bir suçtan tutuklu/hükümlü olarak yatmaktadır. E.E. 10.03.2010 tarihinde ceza evine girip 24.11.2010 tarihinde tahliye olmuştur. Bu gerçek, Malatya E Tipi Ceza ve Tutukevi Müdürlüğü kayıtlarından teyit edilebilir. Y.A.’ya ait bahçede 25.05.2010 ve 22.06.2010 tarihlerinde ele geçen kenevir ve esrarı E.E.’nın ekmiş ve yetiştirmiş olması mümkün değildir. E.E., tutuklu bulunduğu Malatya E Tipi Ceza ve Tutukevi Müdürlüğünden, Malatya İnfaz Hakimliğine hitaben kendi el yazısı ile yazdığı ve 11.03.2014 tarihinde kayda giren dilekçesinde, söz konusu uyuşturucu imal ve ticareti suçunun işlendiği tarihte cezaevinde olduğunu, bu suçu işlemiş olmasının mümkün olmadığını açıkça ifade etmiştir. E.E. hükümlü bulunduğu cezaevinden, Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne hitaben 25.04.2014 tarihli el yazısı bir dilekçe daha yazmıştır. Bu dilekçede özetle; ‘Y.A. isimli şahsın, kendisini üst düzey istihbaratçı olarak tanıtarak, kendisine söylenen ifadeyi vermesi durumunda hiçbir şey olmayacağını söylediğini, çeşitli vaatlerle ve baskı altında söz konusu ifadeleri verdiğini, bu ifadelerin hayal ürünü olduğunu, cezaevinde olduğu için Y.A:’nın bahçesinde yakalanan kenevir ve esrarı ekmesinin, yetiştirmesinin mümkün olmadığını’ beyan etmiştir.” şeklindeki iddialara yer verdi.

“SUÇLANDIĞIM DAVADA İFADEM BİLE ALINMADI”
Binbaşı Haydar Yeşil, E.E. adlı şahsın suç tarihinde cezaevinde olmasına karşın, bu şahsın vermiş olduğu ifadesinde ‘Y.A.’nın bahçesinde ele geçen uyuşturucu maddenin, Malatya İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürü olan Haydar Yeşil’in azmettirmesi ile ektiğini’ söylemesine rağmen ifadesinin dahi alınmadığını söyleyerek, “E.E.’den 17.06.2011 tarihinde bu ifade alınmış olmasına rağmen, 2014 Yılı Mart ayında kadar ifadede geçen hususlar ile ilgili hiçbir soruşturma işlemi yapılmamış, ifadem dahi alınmamıştır. 2014 Yılı Mart ayında, TMK 10. Madde ile yetkili savcılık ve mahkemelerin kapanması ile dosya elinde kalmıştır. Bu durum, bu ifadenin kurgu olduğunun bir diğer göstergesidir. Mahkeme heyeti ve duruşma savcısı, E.E.’ya Y.A.’nın bahçesine kenevir ekmeye azmettiren kişiyi merak edip, tanığa sormamış ve araştırma girişiminde bulunmamıştır. Bu durum, Y.A.’nın işlediği suçtan beraat ettirilip, E.E. hakkında hüküm verilmesi kurgusunda mahkeme heyeti ve savcının da yer aldığını göstermektedir. E.E., ‘kenevir bitkisini Y.A.’nın bahçesine ben diktim’ beyanına itibar edilmişse, ‘müdürün talimatıyla diktim’ beyanına da itibar edilip araştırılması gerekmez mi?” iddiasında bulundu.

ARAŞTIRMA DOSYASI : Memos on Alleged Saudi-Affiliated Support of the 9/11 Attacks


5-17-2016 1-23-32 PM

Background

The National Archives released a series of memos written by Sept. 11 Commission staff members, a compilation of numerous possible connections between the hijackers and Saudis inside the United States.

The document appears to be a glimpse into what is still contained in the classified 28 pages of the congressional inquiry into the 2001 attacks.

The following documents were obtained through the Freedom of Information Act. Special thanks to the NY Times for their diligence in obtaining their release.

Declassified Documents

pdf.gifMemos on Alleged Saudi-Affiliated Support of the 9/11 Attacks [47 Pages, 13MB]

MK ULTRA PROJECT /// VİDEO : NSA whistle blower Karen Stewart on Guns. Electronic Harassment, TI


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=SeeNjUco6p0&feature=youtu.be

TEKNOLOJİ DOSYASI /// VİDEO : Barack Obama vs Binali Yıldırım (ALTYAZILI)


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=FnToDqMqlr4

NOT : ABD Başkanı Barack Obama teknoloji ile ilgili bir konuşma yaparak Amerikan Halkı’na sesleniyor. Aynı konuyu bakın Binali Yıldırım nasıl dile getiriyor.

KOMPLO TEORİLERİ /// VİDEO : Türk Mitolojisindeki En İlginç 10 Yaratık


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=UU3S82O7v_0&feature=em-subs_digest

HAVACILIK DOSYASI /// VİDEO : Tarihte Gerçekleşen İnanılmaz Uçak Kazaları


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=YdCtaDu4owE&feature=em-subs_digest

GÜNDEM ANALİZİ /// VİDEO : Ekopolitik Programı /// 27.05.2016 /// Uğur Civelek – Çetin Ünsalan – Ulusal Kanal


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=AipA3LFb2kQ&feature=em-subs_digest

KAMPANYA : Çin’deki Yulin Köpek Yeme Festivali’ne son verin !!!


KAMPANYAYA KATILMAK İÇİN BURAYA TIKLAYIN.

Her yaz başı binlerce köpeğin, Çin’in Yulin Köpek Yeme Festivali’nde yenmek için toplandığını biliyor muydun? Biz, bu acımasız festivalin 21. yüzyılda yeri olmadığını düşünüyoruz.

Aşağıda sıraladığımız ve çoğumuz için oldukça rahatsız edici olan birçok nedenden dolayı bu festival artık yapılmamalı.

Öldürülen birçok köpek, evlerinden çalınan evcil hayvanlar ya da köylerde yaşayan ailelerin baktığı köpekler. Köpek Yeme Festivali’nin devam etmesine izin vermek, bu hırsızlık şebekesine destek vermek anlamına geliyor.

Yulin Köpek Yeme Festivali, aynı zamanda oldukça büyük bir gıda güvenliği ve sağlık sorunu. Pazarlarda satılan köpekler hastalıklı, zehirlenmiş, ölmek üzere olan hayvanlar. Yaşadıkları yerlerden çalındıktan sonra aç, susuz, çok kötü koşullarda uzun mesafe taşınan bu hayvanlar birçok bulaşıcı hastalık taşıyor.

Bu masum köpeklerin yaşaması, halk sağlığı, gıda güvenliği ve Çin’in tüm dünyadaki imajı için yetkilileri harekete geçmeye çağırıyoruz. Yulin Köpek Yeme Festivali sonlandırmalı.

Bu kampanyayı imzalayarak, bu iğrenç festival ve ticari faaliyetin sonlandırılması gerektiğini düşünen milyonlarca insanın bir araya geldiği küresel bir harekete katılıyorsun. Önümüzdeki haftalar boyunca hem internette hem de sahada gerçekleşecek eylemlere katılma imkanı bulacak, patili dostlarımız için büyük bir iyilik yapmış olacaksın.

Desteğin için teşekkürler.

Duo Duo, Hayvan Hakları Projesi

MİT DOSYASI : Eski MİT Müsteşar Yardımcısı ‘MİT’i uyardı


Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, Milli İstihbarat Teşkilatı’na çeşitli uyarılarda bulundu…

Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, Milli İstihbarat Teşkilatı’nda yapılan değişiklikler konusunda hem uyardı hem de eleştirilerde bulundu. Öneş, "Silah ve benzeri araçları kayıt altına almama yetkisi MİT’e zarar verir" dedi.

Cumhuriyet’ten Alican Uludağ’a konuşan, Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, Taşınır Mal Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle Milli İstihbarat Teşkilatı’na (MİT) verilen “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nda yer alan görevlerin ifası amacıyla” satın aldığı silah, araç gibi “taşınır mallar”ı “kayıt altına almama” ve bunların giriş-çıkışlarında “işlem belgesi düzenlememe” yetkisini eleştirdi. Öneş, “Burada silah ve benzeri maddelerin satın alınması ve kullanılması meselesinde mutlak bir kapalı alan ortaya çıkarılmış oluyor. Kapalı alan derken herhangi bir denetime imkân vermeyen bir yapı kurulmuş. MİT TIR’ları meselesinde de olduğu gibi gerçekten bu konudaki tartışmalar, hem ülkemize zarar vermiştir, hem de MİT’in kurumsal yapısına zarar vermiştir. Kamuoyunda çok değişik bir algı ortaya çıkmıştır. Bu yıpratıcıdır. Kayda almama ilk planda tereddüt yaratıyor” dedi.

Öneş, kapalı sistemin denetim şartlarını ortadan kaldıracak bir hukuki yapı kurulmasının doğru olmadığını vurgulayarak “Bu durum, gerek teşkilatın üzerinde sorunlar ve soru işaretleri yaratması ve yahutta teşkilat hizmetlerinin kullanımında siyasi baskıların arttırılmasına imkân vermesi gibi çeşitli olumsuz durumların ortaya çıkmasına neden olur. Bu nedenle yönetmelik değişikliği çok riskli bir durumdur” diye konuştu.

Teşkilatın kendi prensipleri, yasal görevleri çerçevesinde taşınır malların kayda alınmaması gibi bir durumu kabul etmenin doğru olmadığının altını çizen Öneş, “Ayrıca teşkilatın özel faaliyetlerinin de kendi yönetmeliği içerisinde özellikle silah ve benzeri çalışmalardaki faaliyetlerinin de belirli bir şekilde sınırlarının çizilmesi ve kontrol imkânlarını ortadan kaldırmadan kendi ilkeleri çerçevesinde şeffaflıktan uzaklaşılmaması gerekir. Yoksa yanlış kullanımlar, yanlış kararlar ülkeye zarar verir” görüşünü kaydetti.

Öneş, şöyle devam etti:

“Bir de esasında özellikle MİT’in operasyonel faaliyetleri de yasal görevler çerçevesi içinde, milli çıkarlar ve anayasal ilkeler çerçevesinde şekillenebilir. Bunun dışındaki örneğin bir silah taşıma aracı olarak gerek ülkeler arasındaki sorunlarda MİT’in kullanılma olayı, bana göre istihbarat faaliyetinde zaafiyet ve risk yaratacak bir durumdur.”

"İSTİSMAR EDİLEBİLİR"

İstihbaratın denetimden kaçınmaması gerektiğini vurgulayan eski MİT yöneticisi Öneş, kayda alınmayan silah ve benzeri malzemelerin “istismar edilebileceğini” belirtti.

MİT DOSYASI : MİT’in başına olay isim


Odatv’de yer alan bir iddiaya göre MİT’in başına Ergenekon davasından 5 yıl tutuklu kalan emekli albay Levent Göktaş gelecek.

Ahmet Davutoğlu’nun Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından başbakanlıktan ve AKP Genel Başkanlığı’ndan azledilmesinin ardından, Davutoğlu ile yakın olduğu için Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı görevinden alınacağı iddia edilen Hakan Fidan’ın yerine, Ergenekon soruşturmaları kapsamında tutuklanarak 5 yıl hapishanede tutulan emekli albay Levent Göktaş’ın getirileceği öne sürüldü.

Odatv’den Barış Terkoğlu, Levent Göktaş’ın MİT’in başına getirileceği iddiaları üzerine kaleme aldığı yazısında, bir kaynağından edindiği bilgilere göre, görev teklifinin Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından Göktaş’a iletildiğini ve görüşmelerin sürdüğünü belirtti.

Barış Terkoğlu’nun “Hakan Fidan gidiyor MİT’in başına sürpriz bir isim geliyor” başlıklı yazısı şöyle:

Duyduğumda ilk tepkim "inanmıyorum" oldu.

Silivri Cezaevi’nden önümüzdeki dönemin MİT Müsteşarı’nın çıkacağı iddiasını çok uzak ihtimal görüyordum. Bu nedenle 5 yılı aşkın süre hapis yatmış Levent Göktaş’ın Hakan Fidan’ın koltuğuna oturacağı söylentisine inanmamıştım.

Yanılmışım…

Dün Sözcü’den Zeynep Gürcanlı da muhtemel isimler arasında onu işaret edince araştırmaya başladım.

Görüşmelere tanık olduğunu öğrendiğim bir ismi aradım.

"Levent Göktaş MİT Müsteşarı mı oluyor" diye sözü hiç dolandırmadan sordum.

"Bu ülkede ne olacağı belli değil" diye giriş yapsa da "ihtimali yüksek" yanıtını verdi.

Bir süredir, Cumhurbaşkanlığı kaynaklı isimler ile Göktaş arasında MİT Müsteşarlığı üzerine görüşmeler yapılıyordu.

Teklifin kimden geldiğini merak ettim. Göktaş’ın bu konuda bir talebi olmamıştı. Müsteşarlık teklif edilmiş, o da "belli rezervlerle" teklife olumlu yanıt vermişti.

Mesele daha da ilginç hale geliyordu.

Rezervin ne olduğunu merak ettim.

Kaynağıma göre; Göktaş "terörü bir yılda bitiririm" sözünü veriyordu, Cemaat’le mücadelede başarılı olacağını iddia ediyordu. Ancak "bu bir ekip işi, kendi ekibimi kurmama izin vermeleri lazım" diyordu. "Akademisyen" değil "operasyonel bir müsteşar" olmayı öneriyordu.

Arada, bir güven sorunu olduğu açıktı. Evet, "Ergenekon" diye bir örgüt yoktu. Yargıtay kararı da bunu söylüyordu. Ancak Ergenekon operasyonunda hedef olmak, hapis yatmak bu ülkede "üstü çizilmek" için maalesef yeterli bir nedendi.

Bir mesele daha vardı. Kasım 1998-Eylül 2000 arasında Şam’da askeri ateşelik yapmış, hayatının 2 yılını Suriye’de geçirmiş Göktaş’a göre Türkiye’nin huzuru Suriye ile barışmaktan geçiyordu. Yalnız Suriye değil, İsrail ya da İran’la da barışık bir politika izlenmek zorundaydı. Bir süredir bölge ülkeleriyle kavga eden politikayla, Göktaş’ın bakışı arasında fark vardı. Bu yaklaşımını kendisine teklif getirenlere de aktarmıştı.

Acaba Erdoğan, Levent Göktaş’la yüzyüze görüşmüş müydü? Ya da Saray’a gitmiş miydi?

Doğrudan böyle bir görüşmenin olmadığını öğrendim. Erdoğan adına, ona çok yakın isimler bu görüşmeleri yapıyorlardı.

Göktaş’ın Cumhurbaşkanı’na halihazırda güvenlik danışmanlığı yaptığı da bir süredir ileri sürülüyordu. Kaynağıma bu iddiayı da sordum, "Kesinlikle hayır" yanıtını aldım. Görüşmeleri bilen bazı isimlerin, Göktaş’ın MİT Müsteşarlığı’nın önünü kesmek için bu dedikoduları yaydığı düşünülüyordu.

İlginç bir ayrıntı daha var. Silivri Cezaevi’nde Levent Göktaş’ın avukatı Gazi Serdar Öztürk üst katımdaki hücrede kalıyordu. Ordudan emekli olduktan sonra avukatlık yapan Levent Göktaş, ofisine "yerleştirilen" ve polislerin "eliyle koymuş gibi" bulduğu bir DVD ile tutuklanmıştı. Göktaş’ın avukatlığını Serdar Öztürk üstlenmişti. Bu kez Öztürk’ün ofisi aranmış, ofisine "yerleştirilen" "ıslak imzalı" belge, polis tarafından "eliyle konmuş gibi" bulunmuştu. Ardından o da tutuklanmıştı.

Öztürk’ün "sen neden içeridesin" sorusuna verdiği yanıt malum. Peki Göktaş neden alınmıştı? Serdar Öztürk’e göre; Göktaş tutuklanmadan önce de MİT Müsteşarlığı için düşünülüyordu. Hatta bu nedenle devlet içinde bir ayrışma yaşanmıştı. Ancak Ergenekon operasyonunda gözaltına alınmasıyla bu süreç kesintiye uğradı.

Göktaş için yıllar önce biten hikaye şimdilerde yeniden başlıyor.

Ortada dolaşan bilgilere göre; MİT’in yeni patronunun kim olacağı iki hafta içinde netleşecek. Gitmesi yüksek görünen Fidan’ın yerine Levent Göktaş’ın da aralarında olduğu adaylardan biri gelecek.

Ama bu dönüşüm, sıradan bir değişiklik gibi görünmüyor.

Daha teorik bakarsak, Türkiye’de iktidar makas değişikliğine gidiyor.

Ahmet Davutoğlu’ndan Binali Yıldırım’a dönüş de, Hakan Fidan’dan vazgeçip Levent Göktaş’la görüşmek de aynı dönüşümün farklı duraklarını işaret ediyor.

Müzakere sürecinin çöküşü, Türkiye’nin başarısız dış politikasının iç soruna dönüşmesi, Cemaat’le mücadelede yaşanan zikzaklar, siyasi iktidarda bir yöntem değişikliğine gitme eğilimini doğurdu.

Önceki dönemin günahları Ahmet Davutoğlu veya Hakan Fidan’ın omuzlarına bırakılırsa şaşırmayın.

Bu öyle bir kopuş ki…

Düşünün, İmralı ile "müzakere sürecini" yürüten, Abdullah Öcalan’ın çok güvendiği Hakan Fidan’ın koltuğuna, Öcalan’ın yakalanması operasyonunda görev alan Levent Göktaş’ın oturmasını konuşuyoruz.

5 yıl boyunca Tayyip Erdoğan’a darbeyle haksız bir şekilde suçlanarak hapis yatan bir ismin, devletin istihbarat örgütünün başına geçmesinden söz ediyoruz.

Bir dönem Ordu’da aldığı cesaret madalyalarıyla adından söz ettiren, ardından Silivri hapsinde unutulan ve bugün MİT Müsteşarlığı için konuşulan Levent Göktaş’ın hikayesi "nereden nereye" dedirtiyor.

MK ULTRA PROJESİ : LİDERLERE BEYİN KONTROLÜ VE ZİHİNSEL OPERASYO NLAR


Erkan MACİT

Global sermayenin geçiş yollarından birisi olan Türkiye daima ilgi odağı olmuştur. Ve yabancı sermayedarlar, küresel elitler ya da emperyal güçler tarafından ele geçirilemese de bir şekilde içeri sızma ve yönetilmeye müsait durumlar oluşturulmaya çalışılmıştır. Türkiye’ye yapılan dolayısı ile Liderlere yapılan beyin kontrolü ve zihinsel operasyonlardan bahsediyorum.

CIA 1978 yılında “Operation Mind Control” Zihin Kontrol Harekâtı olarak projenin startını verdi. Bu alanda çok saha çalışmaları yaptı. Kendi Liderleri üzerinde bile denedi…

Evet, Türkiye’de de bazı liderler üzerinde bu zihin kontrolü uygulaması denendi. Hatta uygulandı… Kontrol tekniklerini öyle dizayn ettiler ki kimsenin ruhu bile duymayacaktı.

Eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal ki; Türk -Amerikan ilişkilerinin zirveye çıktığı dönem “ÖZAL dönemi “ olarak bilinir… Ancak bu dönemin başlangıcı oldukça nedametlidir. Baba Bush-Turgut Özal dostluğunun başlangıcı oldukça limonidir. Özal alışılmadık istekleri ABD’ye bir tedirginlik hissi doğurtur. Türkiye ‘ye yönelik kota talebi, ticaret hacminin genişletilmesi, ABD’ye olan borçların hibe edilmesi gibi istekler Abd yönetimini endişelendirmektedir.

I.Körfez savaşı hazırlığına 1987’de hazırlanan ABD dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın bu öne alınmaz isteklerinden rahatsızlığını 3. derecede diplomatlar ile onların üzerinden yine diplomatik bir dille ifade ederken Abd boş durmuyor CIA üzerinden Özal’a yönelik operasyonlar başlatılıyordu. Şu anda sizce böyle operasyonlar oluyor mudur.? Ben bilmem ama şüphe ederim..!

Neyse konumuza dönelim.! CIA yıllardır üzerinde çalıştığı projeyi uygulamaya başlıyordu. Bir yandan PKK‘nın terör katliamları çığ gibi büyürken, Mecliste bulunan SHP (Şimdiki CHP) parlementonun çalışmalarını kitleme noktasına getiriyordu. Diğer yandan da sol görüşlü işçi sendikaları sokağa iniyor ve ülkeyi bir kaosa sürüklüyordu.. Bunlar size tanıdık sahneler geliyor mu? Bence geliyordur..! Yani buna benzer sahneleri yakın geçmiş zamanda yaşadık… burada dikkat edeceğimiz husus şu; Sağ ve Liberal bir hükümete karşı Türk solu topyekün ABD ile işbirliğine girmiş ve Özal hükümetine karşı bir tavır almıştır.. Özal hükümeti ABD yönetimine karşı direnirken içeriden darbe yiyiyordu.

Ama Özal hükümeti direniyordu. ABD ile işbirliğine girmiyordu. Özal’a son çare olarak Zihin Kontrolü Operasyonuna girişilecekti. Her zaman mutlu bir aile babası portresi çizen Turgut Özal görünürde hiçbir sebep yokken bir anda ev içerisinde geçimsiz ve sinirli babaya dönüşmüştü. Adeta başka bir karaktere bürünmüştü.

Hükümet üyelerine sert çıkışırken, eski çalışma azmini de tamamen yitirme noktasına gelmişti. Aşırı yorgunluk iştahsızlık, panik davranışlar ve bir şeylerin ters gitmesi. Bülent Ecevit’e yapılan operasyonu unutmayın bir anda çöküşe girmişti ve bir anda saf dışı kalmıştı. Özal’a dönelim. Yapılan tüm tetkikler ve araştırmalar sonucu bir şey çıkmıyordu. Bir hastalık bulgusuna rastlanmıyor- du. Tam her şeyden umudu kesmişken, Askeri istihbarattan gelen bir emirle Özal’da ki değişimin sırrı da çözülecekti.

Genelkurmay’dan gelen uzmanlar yaptıkları incelemede Başbakanlık konutu üzerinde kaynağını keşfedemedikleri ve çözemedikleri çok güçlü elektromanyetik dalgalar keşfetmişlerdi, alelacele Turgut Özal ve ailesi Başbakanlık konutundan çıkartılıp başka bir konuta yerleştirilecekti. Ve Özal yeni konutunda ikinci gününde normale dönmeye başlamıştı.

Türkiye’de zihin kontrolünü uygulamaya kendini odaklayan CIA bu ve buna benzer operasyonlarını sürdürmeye devam etmektedir. Yazımın başında da değindiğim gibi ABD 1978 yılında bu operasyonlara başlamıştı. Ve projeye adını vermişti. Projenin Kod Adı: Uyuyan Güzel. Projenin amacı insan beyninin uzaktan kumanda edilmesi, yönetilmesi yönlendirilmesi ki bunu toplumlar üzerinde de denediler. Bunu söylerken neyi kast ettiğimi anladınız sanırım. Bir takım yakıp yıkma olaylarına geçmiş tarihte rastladık.

CIA tarafından yapılan deneyler Abd hükümetinin uyguladığı çok gizli zihin kontrol projesinin yalnızca bir kısmıdır. Bu deneyler binlerce kişi üzerinde 35 yıl devam etmiştir. Bu araştırmalar hipnoz tekniği, narkotik-hipnoz, elektronik olarak beynin uyarılması, ultrasonik, mikrodalgalar, alçak ses frekansları ile davranışların etkilenmesi, davranış değişiklikleri terapileridir. CIA bu konuda silah stoklarını psişik silahların değişik tiplerini geliştirmeyi başararak arttırmıştır. Bu kabiliyetlerini de yeni bir savaşa hazırlamışlardır. Bu savaşın sahası da insan beyni ve zihnidir.

Gelelim “Beyin Kontrolü Operasyonu’na” bunun için enteresan örneklere rastlıyoruz.” Sublımınal Kontrol”

Sublımınal Kontrol ilginç deney olarak ilk kez 1964’te İngiltere’de uygulandı. Abd On yıl sonra 1974 yılında bu yöntemi denedi. Hayvanlar ve insanlar üzerinde, Subliminal Kontrol ile kısaca bilinçaltını kontrol yönetimini, normal kulağın duymadığı, ses dalgalarını beyine göndererek hedefteki kişiyi ya da canlıyı kontrol altına almaya çalışarak, ya etkisiz hale getirmek ya da istediklerini yaptırmak için kullandılar, hala da kullanıyorlar… Başka ülkeler tarafından da…

Azeri- Ermeni savaşında Azeri askerlere Moskova tarafından yapılan uygulamada Karabağ dağlık bölgesinde her tarafın Ermeni askerler ile dolu olduğu izlenimi uyandırılmıştı. Oysa gerçekte dünyadaki bütün ermeni nüfusu toplansa dahi Karabağ bölgesinin bir dağının yüzeyini dahi dolduramaz.

Subliminal deneylere tabi tutulan biri de ABD devlet başkanlarından George W. Bush’tur. Bush seçim dönemlerinde ve seçim yarışlarında bir TV programında rakibi Al Gore ile yayına çıktığında, tartışma esnasında Gore’un fare gibi göründüğünü söylemişti. Gore Bush’u mahkemeye vermiş ve kazanmıştı.

Mahkeme tutanaklarına yansıyan Bush’un savunma ifadesinde çok enteresan bir detay vardı.” O sırada karşımda Gore değil bir fare duruyordu, eminim izleyicilerde öyle görüyordu “ diye savunmasını yapmıştır.

İlginç değimli? Ha bu arada değinmeden geçemeyeceğim, dönemin Başbakanı şimdi ki Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın attan düşmesi olayında da binilen atın bakıcıları tarafından çok sakin bir at olduğu ve uysal olduğu ne olduysa; Recep Tayyip Erdoğan’ın ata bindikten sonra olduğunu söylemeleri de kafalar da soru işareti uyandırmıyor değil hani. Acaba? Ne dersiniz? Yok, Canım der gibi olduğunuzu hissediyorum.

Ben bilmem! Bir düşünün derim…

GÜNDEM ANALİZİ /// VİDEO : Anında Gazete Programı /// 26.05.2016 – İsmail Hakkı Pekin – Beyazıt Ka rataş – Tuncay Mollaveisoğlu


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=xXCh9jlLki4&list=TLt1yJtWC0-nAyNzA1MjAxNg

TERÖRLE MÜCADELE DOSYASI : SAKİNE İLE KOMUTANIN TELSİZ KONUŞMASI


Savaşta mertlik hücrede kalleşlik gördük

‘Cudi Dağı’na gece yarısı 40 kişiyle 250 PKK’lının içine sızdım. Grubun lideri Sakine Cansız çatışma sonunda telsizime bağlandı. Şehit askerimizin takasını konuştuk’

Ergenekon tertibiyle 4 yıldır tutuklu bulunan TSK’nın üç hizmet madalyalı tek subayı emekli Albay Mustafa Levent Göktaş, Paris’te öldürülen PKK’lı Sakine Cansız ile ilgili olarak hakkında çıkan haberlere Aydınlık’a gönderdiği mektupla yanıt verdi. Cudi’ye düzenledikleri operasyon sırasında PKK’lı grubun başındaki Sakine Cansız’la telsizde konuşan Göktaş, devamını mektubunda anlattı. İşte Göktaş’ın o mektubu:

İşin gerçeği

“Geçen günlerde, Aydınlık gazetesi dahil internette bazı kanallarda “Sakineyi öldürmem için beni görevlendirdiler” gibi akıl almaz bir haber çıktı.

Olayı şöyle arz edeyim; Sanırım 2010 yılı Ocak-Şubat aylarında 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde SAYGI-SEVGİ konulu bir konuşma yapmıştım. Bu konuşmamda Paris’te öldürülen Sakine Cansız’ın da ismi geçmişti, ancak olayın Sakine ile hiçbir ilgisi olmamasına karşın; basında, “Beni Sakine’yi öldürmek için gönderdiler” şeklinde yer aldı. Halbuki olayın en güzel anlatımı 6 Haziran 2010 tarihli Aydınlık dergisinde Hikmet Çiçek imzası ile 20 Mayıs 2011’de Aydınlık gazetesinde Sezim Özadalı imzası ile çıkmıştı.

Olay şöyle:

1995 yılında Kuzey Harekatı için Irak’a sızmıştık. Ve PKK’nın Haftanin kampına girdik. Harekatın bitiminde bir mesaj geldi telsizden, Cudi-Ballıkaya bölgesinde Cemil Bayık ve Sakine Cansız komutasında 250 kişilik çok güçlü bir PKK grubu tespit edildi. Mehmetçik girerse çok şehit ve yaralı verilebilir. Senin önden girmeni istiyoruz şeklinde Asayiş Komutanı ve Özel Kuvvetler Komutanı imzalı.

Uzatmayayım Silopi’ye geldim. Ve Cudi dağına sızdım gece yarısı. Ve sabaha karşı Ballıkaya’ya vardım. Kış olduğu için yaklaşık -40 derece soğuk ve etraf kar dolu.

Hedef tespitini yaptıktan sonra 40 kişilik bir grupla 250 kişilik PKK grubu içine girdim. Çok yoğun temas başladı. İnan, 5 metre mesafeden temas devam ediyordu ve girdiğimiz yer PKK açısından çok avantajlı bizim açımızdan aleyhe idi. Giriş anında 10 subay-astsubay yaralandı ve ilerleyen zamanda bir uzman çavuşumuz şehit oldu. Karşı taraf da çok sayıda kayıp verdi. İnanılmaz bir muharebe oldu. Hava kararınca geri çekilip tepelerde mevzilendim. Mevzilendim ancak şehit arkadaşımızın naaşını alamadık. Saaat gece 01-02’ye kadar birkaç deneme yaptık. Ancak havanın çok soğuk, yerlerin kaygan, çok karanlık olması ve PKK’nın sürekli ateşine maruz kalmamız nedeniyle şehidi alamadık. Gece yarısı, Sakine ve yanında bulunan Şimşek kod isimli kişi telsizden beni aradı. Benim telsiz kodum da Ozan idi. Cevap verdim, “Dinliyorum, ben Ozan” dedim. Epey konuştuktan sonra dediler ki “Ozan bak, durmadan girip çıkıyorsun. Bu cenazeyi alamazsın, vermeyiz. Ama anlaşalım, şehidi sana verelim”. Ben de “Ne istiyorsunuz” dedim.

‘Mert adamsın’

Dediler ki, “Bak, hava çok soğuk burda kalmanız çok zor, 1-2 gün içinde gidersiniz. Bizim de çok şehit ve yaralımız var, sizin de. Buradan ayrılırken, Armut Boğazı denilen yerden geçerken, oradaki ilk ağacın altına çuval içinde; konserve, ekmek, oksijen, tentürdiyot, sargı bezi gibi sağlık malzemesi koyacam diye söz verirsen, ki seni aşağıda savaşırken gördüm, mert bir adamsın. Savaşçısın. Koyacam dersen inanırız. Eğer malzemeyi ağaç altına koyarsan biz de sana şehit cenazesini verelim”. “Nasıl vereceksiniz” dedim. “Sabah saat 09.00’da tek başına yanımıza ineceksin, alıp gideceksin” dediler.

‘Cenazesi temizlenmiş silahı da yanında’

Herkesin telsize girip beni uyarmasına karşın ben, şehit çocuğun eşini ve çocuklarını düşünerek “olur” dedim. Anlaştık. Sabah olunca aşağıya indim. Baktım, cenazesi tertemiz temizlenmiş, yerde yatıyor. Yanında silahı, parmağında yüzüğü, her şeyi tam. Aldım sırtıma koydum. Etrafıma baktım. Tam yürümeye başladım. Sağ-soldaki PKK’lılar ayağa kalkıp beni selamladılar, saygılarını gösterdiler ve yukarı çıktım. Armut Boğazı’na malzemeyi koydum ve sonra oradan ayrıldım.

Bunu mahkemede niye anlattım; dedim ki “Bir gün ABD’de bir uçak tam havalanacakken birden durmuş. Pilot, yolculara demiş ki “bir Kahramanlık Madalyalı Kore gazimiz gecikti, 5 dakika içinde uçakta olacak, onun için bekliyoruz”.

Uzatmayayım; Gazi gelmiş, kapıdan içeri girmiş, uçaktaki herkes ayağa kalkmış ve gaziyi alkışlayıp saygı ve sevgilerini sunmuşlar.

‘Hücrede öldürmek için eziyet ediyorlar’

Dedim ki “Ben Türk subayı olarak diğer Türk subayları gibi yüzlerce sıcak temasa girdim. 3 tane Kahramanlık Madalyası aldım; değil saygı/sevgi, bizi hücrede öldürmek için eziyet ediyorlar”.

Bize PKK bile savaşçılığımız nedeniyle saygı gösterdi, siz göstermiyorsunuz. Olay böyle ancak bu olay “Beni Sakineyi öldürmeye gönderdiler” şeklinde lanse edildi.

Hikmet Çiçek yazısında çok güzel anlatmıştı.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nde hiç bir subayı-astsubayı “Sakineyi öldür, vs.yi öldür” diye bir göreve göndermezler… Operasyona gidersiniz. “Teslim ol” dersiniz. Teslim olur, ne âlâ. Olmazsa çatışma çıkar. Sonunda istemediğiniz halde ölümler olur.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nde subaylar-astsubaylar, inanın bana Hz. Muhammed (SAV) ve Hz. Ali (KVC) ahlakı ile ahlaklanmış muharebe ederler. Asla aman dileyene elimiz kalkmaz. Ve inanın TSK mensupları sizin de bildiğiniz gibi mum gibidirler, yani kendi diplerine ışık vermezler ama kendi varlıklarını eritip etraflarını aydınlatan fedakarlık ve feragat sembolüdürler.

Girdiğim çatışmalarda 75 subay-astsubay ve birçok Mehmetçik şehit-gazi oldular. Hemen hepsi; ölüm anında bir takım Rahmet meleklerinin yanlarında hazır bulunacaklarını, Cenab-ı Hak’kın manevi huzurunda hazır olarak rızıklandırılacaklarını bilip hissettikleri için şehit olma, şahadet mertebesine ulaşma isteği ile savaştılar. Ama hep ülke savunması için, milletimizin huzuru için. Asil Türk Bayrağı’nın ebeddiyen gönderinde dalgalanması için.

Ve inanın, yanımda yaralanan, Şehit olan Sb-Asb-Uzman-Erbaş-Erlerden bir tanesi dahi “Komutanım beni kurtarın” demedi. Hepsi; “Şehit olacağım” diye Kelime-i Şahadet getirip, Ayetel Kürsi duasını okudular.

‘Eli elinizde, size bakıyor’

Düşünün ki yağmurlu bir gecede etrafınız sarılmış ve 200-300 kişilik bir PKK grubu ile Kuzey Irak’ta savaşıyorsunuz.

Astsubayınızı, şans bu ya, yıldırım çarpıyor. Hava yağışlı temas devam ediyor. Görüş sıfır.

Astsubayınız mayına basıyor. Görüş sıfır, temas var.

Subayınız göğsünden vuruluyor. Görüş sıfır, yağış var, temas var.

Subayınız kafasından vuruluyor. Görüş sıfır, yağış var, temas var. Ve helikopter gelip yaralıları alamıyor. Sabaha kadar Subay-Astsubayınız eli elinizde, gözleri ile size bakıyor. Bir elinizle ateş ediyor, diğer elinizle onları tutuyorsunuz. Ve o Subay-Astsubay sizin gözünüzün içine baka baka şehit oluyor ve siz hiçbir şey yapamıyorsunuz. Size yüzlerce olay anlatabilirim. İşte kahraman ve asil Türk Subayı, Türk Astsubayı, Türk Mehmetçiği dağlarda, şehirlerde, köylerde, ovalarda hep böyle yaşıyor.

Ve inanın bana; Şehit arkadaşlarımı şehitliğe defin ederken; arkalarında kalan eşi ve çocukları bu kadar üzüntüye, eleme, kedere rağmen sadece bir cümle söylüyorlar.

“Vatan sağolsun”

İşte Türk Subay/Astsubay/Mehmetçiği ve aileleri de böyle yaşıyorlar. Saygılar, selamlar.”

NOT:O yazının başlığı “Sakineyi öldürmek için gönderildim” değil “biraz saygı biraz sevgi” olmalı diye düşünüyorum.

Başarıları

– Göktaş, yüksek atlama serbest paraşütçü, dağ ve sualtı komandosu olan ilk ve tek subay.

– En çok üstün cesaret ve feragat madalyası ve takdirname sahibi asker.

– Üç tane “Üstün cesaret ve feragat madalyası” olan tek subay.

– Altı adet “Üstün birlik yetiştirme beratı” sahibi.

– 180 adet “Takdirname” sahibi.

– Sayısı bilinmeyen şerit rozeti.

– Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın en seçkin suba birliklerinin kurucusu.

– Kara Harp Okulu İşletme mezunu.

– Gazi Üniversitesi İşletme Ana Bilim Dalı Üretim Yönetimi-Planlama yüksek lisans sahibi.

– Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu.

– Dönemin Makedonya Genelkurmay Başkanı’nın uluslararası bir ortamda, kendisi için, “Benim hocam (Özel Kuvvetler) hayran olduğum ve örnek aldığım subaydır” dediği rivayet edilir.

– İngilizce, Rusça ve Arapça bilir.

YOLSUZLUK DOSYASI /// VİDEO : REZA, TOGEMDER, EMİNE ERDOĞAN ve ABD SORUŞTURMASI


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=zE7DdRvxVLg&feature=em-subs_digest

İŞ DÜNYASI DOSYASI /// VİDEO : İnternet Üzerinden Satılmış En Tuhaf 10 Ürün


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=FSwcjn3Srgc&feature=em-subs_digest

KOMPLO TEORİLERİ /// Haluk Hepkon : Komplo teorilerinin babasını n öyküsü..


LİNK : http://odatv.com/komplo-teorilerinin-babasinin-oykusu-2305161200.html

Soner Yalçın’ın geçen Pazar günkü Gerald Fitzmaurice’in yaşamını anlattığı yazısına bakarken okurun G. R. Berridge’nin “İngiliz Gizli Belgelerinde Yahudi Dönmesi İttihatçılar” isimli kitabının hikâyesini öğrenmesi gerektiğini düşündüm.

Bazı kitapların hikâyeleri vardır. Soner Yalçın’ın geçen Pazar günkü Gerald Fitzmaurice’in yaşamını anlattığı yazısına bakarken okurun G. R. Berridge’nin “İngiliz Gizli Belgelerinde Yahudi Dönmesi İttihatçılar” isimli kitabının hikâyesini öğrenmesi gerektiğini düşündüm.[1] Gerçekten de Fitzmaurice, üzerinde yaşadığımız coğrafyayı etkilemiş ilginç bir isim. Berridge’in kitabı da bu önemli ismin tarihin karanlık sayfalarında kaybolmasını önleyen kıymetli bir çalışma.

İsterseniz öncelikle G. Fitzmaurice’in ismiyle ilk nasıl karşılaştığımı anlatayım. Osmanlı İmparatorluğu’nda komplo teorilerinin ortaya çıkışıyla ilgili her araştırma sizi ister istemez Lowther Raporu’na götürecektir. Benim maceram da böyle başladı. İngiltere’nin o dönemdeki büyükelçisi Gerard Lowther’ın ismiyle anılan söz konusu raporda özetle, Jön Türklerin Yahudi ve masonlardan oluşan bir klik olduğu ve iktidarı uluslararası Yahudilikle ilişkilerini kullanarak ele geçirdikleri iddia edilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun hükmettiği coğrafyada mason ve Yahudi karşıtı hurafelerin Batı’daki komplo teorilerine benzer bir biçimde ilk kez ortaya çıkışı söz konusu raporla olmuştur. Lowther Raporu’nun önemi de buradadır.

Raporla ilgili araştırma yaparken ilk olarak Elie Kedourie’nin yazdıkları dikkatimi çekmişti. Kedourie özetle raporun altındaki imza her ne kadar Lowther’e ait görünse de, İstanbul’a yeni tayin edilen büyükelçiyi asıl yönlendirenin dönemin baştercümanı Fitzmaurice olduğunu iddia ediyordu. Meseleyi inceledikçe Kedourie’nin bu iddiasını mantıklı bulmaya başlamıştım. Nitekim Lowther’in ismi bu olaydan sonra hiç duyulmamış ama Fitzmaurice’in “Dünyayı Yahudiler yönetiyor” şeklindeki hezeyanları Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında İngiliz dış politikasına yön vermeye devam etmişti.

Fitzmaurice ismiyle ilk karşılaşmam böyle olmuştu. Fitzmaurice başından beri Jön Türklerden nefret etmiş ve iktidarı ele geçiren hükümetin şikâyetleri sonucu Londra tarafından kızağa çekilmiş, İstanbul’daki etkisi yitirmeye başlamıştı. Koyu bir Katolik olan Fitzmaurice’in Jön Türklere olan nefretini dini eğitimi esnasında öğrendiği komplo teorileriyle ifade etmesi son derece normaldi. Fitzmaurice’in yetiştiği dönemin antisemit havasını anlamak için yine aynı zaman diliminde Fransa’da yaşanan Dreyfus Davası anımsanabilir.

Fitzmaurice’in ismi döneme ait günlüklerde sıklıkla geçmektedir. İttihatçıların nefretle bahsettiği Fitzmaurice bu süre zarfında dini eğitimi esnasında öğrendiği saçmalıkları rapor haline getirmekte, irtibatta olduğu Miralay Sadık, Mevlanzade Rıfat gibi gericiler vasıtasıyla komplo teorilerinin Jön Türk düşmanı çevreler arasında yayılmasını sağlamaktadır. İlerleyen dönemde komplo teorileri bu kanal üzerinden Araplar arasında da taraftar bulmaya başlayacaktır.

FİTZMAURİCE VE İNGİLİZ DIŞ POLİTİKASI

Fitzmaurice’in raporlarında dile getirdiği ve bugün bile ülkemizdeki gericiler tarafından sıklıkla kullanılan tezler ilk zamanlarda Londra’da ciddiye alınmıyordu ama siyasi gelişmeler bu durumu değiştirdi. Londra, özellikle Mısır ve Hindistan’daki Jön Türklere yönelik sempatiden rahatsızdı. Kısa süre içerisinde bu sempatiyi ortadan kaldırmak için söz konusu raporların kullanılabileceği anlaşıldı. Bunun üzerine broşür haline getirilen Lowther Raporu bu ülkelerde bolca dağıtıldı.

Birinci Dünya Savaşı esnasında durum bir başka boyut kazanacaktı. İngiltere, İstanbul’un çıkardığı cihad fetvasının sömürgelerindeki Müslümanların isyanına neden olabileceğinden endişe ediyordu. Bunu engellemek için özellikle Arabistan’da halifenin mason-Yahudi Jön Türklerin elinde esir olduğu, dolayısıyla söz konusu fetvanın geçersiz olduğu tezi işlendi. Fitzmaurice’in tezleri 26 Eylül 1916 tarihli Arab Bulletin dergisinde “Yeni Rejim (1908-1914) altındaki Türkiye’de Farmasonluk üzerine tezler” başlığıyla yayımlandı. Bahsi geçen dergi İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Araplar arasında bir ayaklanma tezgâhlamak amacıyla kurduğu Arap Bürosu’nun yayın organıydı. Arab Bulletin’in aboneleri arasında Hindistan Genel Valisi, Mısır ve Sudan’daki İngiliz başkomutanlıkları ve Savaş ile Deniz bakanlıklarının bulunduğunu söylemek, Fitzmaurice’in fikirlerinin İngiliz dış politikasındaki etkisini göstermektedir.

Bu histerik durum 1917 Ekim Devrimi ile bambaşka bir noktaya geldi. Yahudilerin bir dünya devrimi peşinde olduğu tezi artık genel kabul görüyordu. Fitzmaurice’in ürettiği komplo teorileri Nesta Webster gibi komplo teorisyenlerinin yanı sıra Winston Churchill gibi devlet adamlarını bile etkisi altına almıştı. Churchill de yazılarında Ekim Devrimi’ni aslında Yahudilerin yaptığını ileri sürüyordu. Bu toplu histeri giderek tuhaf bir biçime dönüştü. Fitzmaurice ve Sykes-Picot Anlaşması’na adını veren Mark Sykes gibi İngiliz Hariciyesi’ndeki diğer antisemitler uluslararası Yahudilikle mücadele etmek yerine uzlaşmak gerektiğine inanmaya başlamışlardı. Böylelikle İngiliz Hariciyesi’ndeki yeminli Yahudi düşmanları Siyonistleri desteklemeye karar verdiler. Bu hastalıklı süreç Balfour Deklarasyonu’nun imzalanmasıyla sonuçlanacak, bir başka deyişle antisemitizm Ortadoğu’da kurulacak bir Yahudi devletinin önünü açacaktı.

Buraya kadar özetlediğim tezleri ilk olarak Komplo Teorileri Tarihi isimli kitabımda yazmıştım[2]. Daha sonra G. R. Berridge’in Gerald Fitzmaurice (1835-1939) Chief Dragoman of the British Embassy in Turkey kitabını buldum[3]. Tesadüfen benim çalışmamla aynı yıl yayımlanmış bu kitabı ilk okuduğumda çok etkilenmiştim. Bunun üzerine meseleyi daha geniş bir biçimde ele almaya karar verdim. Bu karar aynı zamanda Jön Türkler ve Komplo Teorileri isimli yeni kitabımın kaleme alınmasıyla sona erecek bir sürecin başlamasına da neden olmuştu.[4]

BİYOGRAFİ VE MEKTUPLAR NASIL BİRLEŞTİ?

Hayatta bazen güzel rastlantılar vardır. Çalışmalarım esnasında Berrigde’in, Fitzmaurice’in 1906-1915 yılları arasında George Lloyd’a yazdığı mektupları da derlediğini fark ettim. Mektuplar, tesadüfe bakın yine aynı yıl, Türkiye’de İngilizce yayımlanmıştı.[5] Yeni çalışmamda her iki kitaptan da faydalanacaktım ama bir taraftan da bu iki kitabın Türk okuruna doğrudan sunulması gerektiğini düşünüyordum. Okur, Fitzmaurice’in kim olduğuna ve komplo teorilerinin yayılışındaki rolüne kendi karar verebilmeliydi. Bu noktada tek sıkıntı Berridge’in, Fitzmaurice’in biyografisini ve mektuplarını ayrı ayrı yayımlamış olmasıydı. Bunun üzerine hemen yayınevi olarak kendisiyle irtibata geçtik ve Genel Yayın Yönetmenimiz İlknur Özdemir aracılığıyla her iki çalışmayı birleştirmeyi önerdik. Berridge bu öneriyi hemen kabul etti ve bu çalışmasının Türk okuruna ulaşmasından dolayı çok memnun olacağını iletti. Nitekim bu memnuniyetini, dilimize İngiliz Gizli BelgelerindeYahudi Dönmesi İttihatçılarGerald H. Fitzmaurice Türkiye’deki İngiliz Büyükelçiliği Baştercümanı’nın Anıları şeklinde çevrilen kitabın önsözünde de belirtti.

FİTZMAURİCE’İN ETKİLERİNİ ÖĞRENMEK

Gerald Fitzmaurice 23 Mart 1939 yılında Londra’daki bir bakımevinde hayata veda etti. Ölümünün ardından Times’ta çıkan bir yazıda onun için “İlham verme gücü muazzamdı” deniliyordu. Gerçekten de Fitzmaurice verdiği ilhamlarla sadece bütün dünyadaki ve ülkemizdeki komplo teorisyenlerini etkilemekle kalmamış, uzun bir dönem İngiltere’nin dışişlerini de etkilemiştir. Üstelik bu etkiler Sykes-Picot Anlaşması ile Balfour Deklarasyonu ve dolaylı olarak da İsrail’in kuruluşu gibi dünya tarihinde önemli dönüm noktalarına neden olmuştur. Fitzmaurice’in hayatı aslında tutkulu bir manyağın tarihte bazen ne büyük kırılmalara yol açabileceğine örnek olması açısından kıymetlidir. Bizim tarihimizi de de doğrudan etkileyen Fitzmaurice’in hayatı bu yüzden önemlidir ve onun hayatını anlatan iki büyük çalışmanın tek bir kitap biçiminde dilimize kazandırılmasının hikâyesi anlatılmayı hak etmektedir. Bu yazıyla bunu başarabildimse ne mutlu…

Haluk Hepkon
Kırmızı Kedi Yayınevi

Odatv.com
Kaynaklar:

[1] G. R. Berridge, İngiliz Gizli Belgelerinde “Yahudi Dönmesi İttihatçılar” Gerald H. Fitzmaurice Türkiye’deki İngiliz Büyükelçiliği Baştercümanı’nın Anıları, Çev. Utku Umut Bulsun, Kırmızı Kedi Yayınları, Ocak 2016, İstanbul.

[2] Haluk Hepkon, Komplo Teorileri Tarihi, Kaynak Yayınları, Kasım 2007, İstanbul.

[3] G. R. Berridge, Gerald Fitzmaurice (1835-1939) Chief Dragoman of the British Embassy in Turkey, Martinus Nijhoff, 2007, Leiden-Boston.

[4] Haluk Hepkon, Jön Türkler ve Komplo Teorileri, Kırmızı Kedi Yayınları, Ekim 2012, İstanbul.

[5] G. R. Berridge, Tilkidom and the Ottoman Empire The Letters of Gerald Fitzmaurice to George Lloyd, 1906-1915, 2007, Isis Press, Istanbul.

İŞ DÜNYASI /// VİDEO : Coca-Cola Hakkında Oha Diyeceğiniz 15 İlginç Bilgi


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=466KJO9bHw8&list=TLHocRUiJsEUoyNjA1MjAxNg

ERMENİ SORUNU DOSYASI /// VİDEO : Kral Çıplak Programı /// 20.05.2016 /// Dr. Doğu Perinçek – Onur Ö ymen – Mustafa Mutlu – Ulusal Kanal


TOPLAM 3 BÖLÜM

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=YNmJPuvRL_I

https://www.youtube.com/watch?v=YPm3kP4XEkU

https://www.youtube.com/watch?v=rofKPFkz2GU&list=TLllXsvN0kOwUyNjA1MjAxNg

TARİH : MEMLÛKLER DÖNEMİ (1250-1517) İLMÎ HAREKETİNE GENEL BİR BAKIŞ


1. İlmî Hayatın Canlanması

bbasi Hilâfeti’nin Doğu İslâm dünyasını yerle bir eden Moğollar tarafından yıkılışından 6 yıl önce, 1250 yılında Mısır’da kurulan Memlükler, hakimiyetlerini 1517 yılında Osmanlılar tarafından yıkılmalarına kadar sürdürdüler. Memlük tarihçilerinin Türk Devleti adıyla zikrettiği bu büyük ve uzun ömürlü devletin tarihi, günümüzde genellikle sultanlarının mensup olduğu ırka göre ikiye ayrılarak incelenmekte, Türk asıllı sultanların hüküm sürdüğü birinci döneme (1250-1382) “Bahrî Memlükler veya Türk Memlükleri”, Çerkez asıllı sultanların hüküm sürdüğü ikinci döneme (1382-1517) ise “Burcî Memlükler veya Çerkez Memlükleri” isimleri verilmektedir

1260 yılında, kuruluşlarından sadece 10 yıl sonra, Doğu İslâm dünyasını kasıp-kavuran Moğolları Aynicâlut’ta hezimete uğratarak adeta tarihin akışını değiştiren Memlükler, kazandıkları bu mühim zafer sayesinde, başta ülkeleri Mısır ve Suriye olmak üzere İslâm dünyasının kalan kısmını, bütün insanlığı tehdit eden Moğol tehlikesinden kurtarmakla iyi bir başlangıç yapmışlardı. Onlar, bu üstün hizmetlerini, İlhanlı Moğollarına ve onlarla işbirliği yapan Orta Doğu Haçlı prensliklerine karşı yürüttükleri başarılı mücadeleyle sürdürdüler. Moğolları durduran ve söz konusu Haçlıları nihâî olarak bölgeden çıkaran Memlükler, Mısır Abbâsî Hilâfeti’nin merkezi olmak ve mukaddes Hicaz bölgesinin hakimiyetini üstlenmekle elde etmiş oldukları merkez ve en güçlü İslâm devleti olma özelliklerini, dengenin Osmanlılar lehine bozulmasına kadar iki asırdan fazla devam ettirdiler. Bu siyâsî ve askerî başarılar yanında, Memlükler devri, eşine az rastlanır parlak bir ilmî harekete sahne oldu.

Hz. Ömer zamanında gerçekleştirilen İslâmî fetihlerden itibaren canlı bir ilmî hayata sahip olan Kahire ve Dımaşk, Memlüklerin kuruluş yıllarında, İslâm dünyasının en önemli iki kültür merkezi haline gelmişti. Çünkü İslam dünyasının doğuda Moğollar ve Haçlılar, Endülüs’te ise Muvahhidleri yıkarak Müslümanlara ait merkezlerin çoğunu istilâ eden Haçlılar yüzünden tarihinin en önemli krizini yaşadığı bu yıllarda, zamanın güvenlik içindeki yegane İslâm ülkesi olan Memlük Devleti’nin himayesine sığınan Müslüman mültecilerin arasında, bu ülkelerin en mümtaz alimleri de bulunuyordu. Bu alimlerin de katılmasıyla Memlük Devleti’nin başşehri Kahire, birkaç yıl önce Moğollar tarafından tahrip edilen İslam dünyasının en önemli kültür merkezi Bağdat’ın yerini aldı. Abbasi Hilafeti’nin Memlüklerin himayesinde Kahire’de yeniden kurulması da, Memlük başkentini aynı zamanda İslam dünyasının en önemli siyasî ve dînî merkezi haline getirmişti.[1] Bu gelişme, ülkeye gelen alimlerin sayısını daha da arttırdı. Salâhaddin-i Eyyûbî ve halefleri tarafından yaptırılmış olan çok sayıdaki medrese, zamanın en ünlü alimlerini bir araya getiren kurumlar oldu. Doğu ve Batı İslam dünyasının ilim yıldızlarını bünyesinde toplayan Kahire ve Dımaşk medreselerinde merkezileşen ilmî hareket, Memlük sultanlarının da desteğiyle büyük bir gelişme gösterdi. İlme ve ilim adamlarına büyük önem veren sultanlar ve diğer devlet adamları, adeta birbirleriyle yarışarak çok sayıda medrese inşa ettirdiler ve bu medreselerde görev yapan müderrisler, okuyan talebeler ve hizmetlilerin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak geniş vakıflar tahsis ettiler. Onların bilhassa Kahire ve Dımaşk’ta yaptırmış olduğu bu müesseselerden günümüze kadar ayakta kalanlar, Memlük ilmî hareketinin canlı şahitleri durumundadırlar.

Memlük sultanlarından bazıları, ilim ve ilim adamlarına büyük değer veriyor ve onları saraylarına çağırarak ilmî meclisler düzenliyorlardı. İbn Tağrîberdî’nin bildirdiğine göre, tarih dinlemenin tecrübeden daha önemli olduğunu söyleyen I. Baybars, tarihçilere büyük ilgi gösteriyor ve onları dinlemeyi seviyordu.[2] Yine onun alimlere ve şeyhlere hürmet ettiği, bilhassa Şeyh Hızır’ın bütün söylediklerini yerine getirdiği,[3] dînî meselelerdeki hataları yüzünden kendisini şiddetli bir dille uyaran büyük alim Nevevî’ye sonuna kadar tahammül gösterdiği bilinmektedir.[4] Önemli sultanlardan Muhammed b. Kalavun da alimlere büyük değer verir, sık sık onlarla toplantı yapardı. Ünlü tarihçi Ebü’l-Fidâ onun yakın dostuydu. O, meşhur alim İbn Teymiye’ye de hürmet eder; hatta onu ayakta karşılardı.[5] el-Melikü’n-Nasır Hasan ve Müeyyed Şeyh el-Mahmudî gibi ilimle bizzat meşgul olan sultanlar vardı. Siraceddin Bulkînî’den aldığı Sahih-i Buhârî icâzetnâmesini seferlerinde dahi yanında götüren Şeyh el-Müeyyed,[6] Aynî’nin anlattığına göre, haftada iki gün alim ve salihlerden bir grubu toplar, yapılan ilmî tartışmalara müeddep bir şekilde bizzat katılırdı. Çoğu Cuma akşamlarında da, fukahâ, kurrâ ve vaizlerin katıldığı mecliste, gece yarısına kadar Kur’an okunur, ilmî tartışmalar yapılırdı.[7] Kelam, fıkıh, tefsir, nahiv ve belâgat ilimlerinde geniş bilgisi olan ve siyer ve tarih kitaplarını okumaya ve güzel sanatlara düşkünlüğüyle bilinen Kansuh el-Gavrî’nin huzurunda toplanan ilim meclisleri de meşhurdu. Sultan ilmî tartışmalara alimlerden biri gibi katılırdı.[8] Sultanların bu şekilde ilme değer vermeleri ve alimlerle yakından ilgilenmeleri, şüphesiz ki, ilmî hayatın canlanmasına ve ilim müesseselerinin gelişmesine büyük katkı sağlamıştır.

2. Eğitim ve Öğretim Müesseseleri

A. Mektepler/İlkokullar

Memlükler zamanında özel ve genel olmak üzere iki tip ilkokul/mektep bulunuyordu. Geçimini öğretmenlikten kazanmak isteyen şahıslar tarafından açılan özel ilkokullarda öğrenci velilerinden belirli bir ücret alınırdı. Genel mektepler ise, sultanlar, diğer devlet adamları ve büyük tüccarlar tarafından sırf Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla inşâ ettirilir, bütün ihtiyaçları devlet veya bu eserlerin sahiplerince yapılan vakıflar tarafından karşılanırdı.[9] Genellikle cami, medrese ve hastanelerin bünyesinde yer alan[10] ve asıl maksat yetim çocuklarını himaye olduğu için Mekâtibü’l- eytâm/yetim mektepleri adıyla bilinen bu mekteplere yetim çocuklar yanında fakir ve asker çocukları da devam ederdi. Mekteplerde okuma-yazma öğretimiyle birlikte, Kur’an-ı Kerim ve bazı hadis metinleri okutulur, hafızlık yaptırılır, ilmihal bilgileri, temel hesap bilgileri ve yazışma usulleri öğretilirdi. İlköğretimden hedeflenen, çocukların en uygun usulle iyi bir şekilde yetişmelerini sağlamak ve onları faydalı birer insan olmaya hazırlamaktı. Bu maksatla edep ve görgü kaideleri üzerinde hassasiyetle durulur, çocuklara anne-babalarına itaat etmeleri, iyi alışkanlıklar edinmeleri ve kötülüklerden uzak durmaları tavsiye edilirdi.[11]

İlkokul öğretmenlerinde güzel ahlak sahibi, ilim ve amel bakımından ehil kimseler olmaları şartları aranırdı. İbnü’l-Uhuvve bu şartlar hakkında şöyle demektedir:

“Muallimin ehl-i salah kişilerden, güvenilir, iffet sahibi, hafız-ı Kur’an, güzel yazı yazan ve hesabı iyi bilen biri olması şart koşulurdu. Onun evli olması tercih edilir, güzel ahlak ve dindarlığıyla tanınmış çok yaşlı olanları hariç bekarların çocukları okutmak için mektep açmasına izin verilmezdi. Bununla birlikte, muallimlik izni, ancak ehliyetinin kesin olarak bilinmesi ve güvenilir kimselerin tezkiyesi şartıyla verilirdi.”[12] Muallimlerde bulunması gereken bu şartlar, çoğu kere mektepler için hazırlanan vakfiyelerde yer alırdı.[13] Mekteplerde çalışan diğer görevliler için de güzel ahlak sahibi olma şartları aranırdı.[14]

Mekteplere başlama hususunda en makbul yaş 7 olmakla birlikte, ailelerin pek çoğu daha küçük yaşlardaki çocuklarını da gönderirlerdi. Öğretim süresi, çocuğun kabiliyetine göre değişmekle beraber, ergenlik yaşına ulaşanların ilişiği kesilirdi; ancak hafızlıklarını tamamlamak gibi özel bir durumları olanlara, bir süre daha devam izni verilirdi. Ayrıca her mektebe devam edecek öğrencilerin azami sayısı vakfiyelere yazılırdı.[15]

Mekteplerde günlük program güneşin doğmasından itibaren başlar ve ikindiye kadar devam ederdi. Cuma günleriyle dînî bayramlardan önce ve sonra birkaç gün resmî tatil olurdu. Mekteplerde hafızlığını tamamlayanlar için görkemli hatim merasimleri yapılır, güzel bir şekilde giydirilen hafızlar, en güzel şekilde süslenmiş atlara bindirilerek şehrin caddelerinde dolaştırılırdı. Bu mektepleri başarıyla tamamlayanların önemli bir kısmı, üst seviyedeki eğitim-öğretim kurumları olan medreselere devam ederdi.

B. Medreseler

Medreseler, İslâm dünyasında bir eğitim kurumu olarak ortaya çıkışından itibaren Ehl-i Sünnet kültürünü güçlendirmek gibi önemli bir misyon üslenmişti. 1055 yılında Bağdat’a girerek Abbâsî Hilâfeti’ni Şîî Büveyhîlerin hakimiyetinden kurtaran Selçuklu sultanları, bir asırdan fazla Bağdat’a hakim olan bu hanedan zamanında halk arasında yayılmış aşırı Şîî düşünce ve inançları ortadan kaldırarak Ehl-i Sünnet ilkelerini hakim kılmak için ilmî hareketi canlandırmaya büyük önem vermişlerdi. Bu maksatla dinin doğru öğretilmesini sağlayacak müesseseler olarak gördükleri medreseler inşâ ettirerek kısa sürede onların sayısını arttırdılar. Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan (1064-1072) ve veziri Nizamülmülk, inşa ettirdikleri Nizamiyye medreseleriyle bu konuda önemli bir çığır açarak kendilerinden sonrakilere öncülük etmişlerdi.

Başta fıkıh ilmi olmak üzere dînî ilimler ve Arap dili öğretimine dayanan medrese geleneği, Selçuklulardan sonra Zengiler ve Eyyubiler tarafından da devam ettirildi. Suriye’de ilk medreseler, Batınîlere karşı Ehl-i Sünnet düşüncesini yaymak ve ülkede siyasî birliği temin etmek için başlatmış olduğu çalışmada medreselere büyük önem veren Nureddin Zengi tarafından inşa ettirilmişti. Mısır’da ise, Eyyubilerin kurucusu büyük devlet adamı Salahaddin-i Eyyûbî tarafından yaptırıldı.[16] Devletini Şîî Fatımî Devleti’nin enkazı üzerine kuran Salahaddin, yönetimi ele geçirdikten hemen sonra, Kahire’de, dört Sünnî mezheb üzere medreseler açtı. Maksadı 962-1171 yılları arasında bir asırdan daha fazla Şîî Fatımî Devleti’nin merkezi olarak kalan ülkesinde Şîî düşüncenin izlerini silmek ve Sünnî mezhebleri güçlendirmekti. O, Suriye’yi hakimiyeti altına aldıktan sonra Dımaşk’ta da yeni medreseler yaptırdı. Onun halefleri ve diğer devlet ricali, bu faaliyetinde onu taklit ederek büyük şehirlerde çok sayıda medrese inşâ ettirdiler.

Dolayısıyla, Mısır ve Suriye tahtını Eyyubilerden devralan Memlüklerin kurulduğu yıllarda ülkede pekçok medrese bulunuyordu. Eyyûbî devlet adamlarını örnek alan Memluk sultanları ve büyük emirler, medrese, cami, hangâh ve zaviye gibi her biri önemli kültür merkezi olan müesseseler inşa ettirmek hususunda birbirleriyle yarıştılar. Medreselerin müderrislerini bizzat kendileri tayin eden Memluk sultanları, müderris ve talebelerin ihtiyaçlarını karşılamak hususunda çok cömert davranırlardı. İçlerinden bazıları, bu medreselere giderek, zamanın meşhur alimlerinin vermiş olduğu dersleri takip ederlerdi.

Fıkıhla birlikte diğer dînî ilimler ve dil ilimlerinin de okutulduğu bu medreselerin ekseriyyeti, dört mezhebten birine ait fıkıh medresesi hüviyetini taşıyordu. Bazı medreselerde ise iki, üç, ya da dört mezhebin fıkhı birlikte okutuluyordu. Bu fıkıh medreseleri yanında, Daru’l-Kur’an ve Daru’l-hadis adı verilen Kur’an ve Hadis ilimlerine mahsus ihtisas medreseleri mevcuttu. Bu şekilde dini ilimler ve Arap dilinin okutulduğu medreselerin sayısı, Memlükler zamanında büyük rakamlara ulaşmıştı. Başkent Kahire’de, bazıları faal olmamakla beraber, 74 medrese mevcuttu. Makrizî’nin Kahire topoğrafyasına dair “el-Hıtat” isimli eserinde tanıttığı bu medreselerin mezhepler ve okutulan ilimlere göre dağılımı şöyleydi:

Şafiî medreseleri 14

Malikî medreseleri 4

Hanefî medreseleri 10

Şafiî-Malikî medreseleri 3

Şafiî-Hanefî medreseleri 6

Malikî-Hanefî medreseleri 1

Dört Mezheb medreseleri 4

Daru’l-hadis 2

Mezheb belirtilmeyenler 25

İnşaat halindekiler 5

Toplam 74

Memlükler devrinde Suriye’nin merkezi Dımaşk’ta (Şam) bulunan medreseler, sayı bakımından Kahire medreselerinin iki katından daha fazlaydı. Nuaymî, bu medreseleri ve oralarda görev yapan müderrisleri tanıttığı meşhur eserinde,[17] toplam olarak 159 medrese hakkında bilgi vermiştir. Onun tasnifine göre, fıkıh medreseleri Kahire’dekilerden farklı olarak tek mezhebe aittir, yine burada Kahire’de adı geçmeyen Dâru’l-Kur’anlar ve müstakil tıp medreseleri vardır. Şam medreselerinin ilimlere ve mezheblere göre dağılımı şöyledir:

Daru’l-Kur’an 7

Daru’l-hadis 16

Daru’l-Kur’an ve’l-hadis 3

Şafiî medreseleri 63

Hanefî medreseleri 52

Malikî medreseleri 4

Hanbelî medreseleri 11

Tıp Medreseleri 3

Toplam 159

Memlükler zamanında diğer şehirlerde de çok sayıda medrese bulunuyordu. Hatta ünlü seyyah İbn Battûta, Mısır medreselerinin sayılamayacak kadar çok olduğunu söylemiştir.[18] Önemli ilim merkezlerinden biri olan Kudüs’teki medreselerin sayısı ise 40 civarındaydı.[19]

Bu medreseler zengin kütüphanelere sahipti. Ayrıca pek çoğunun bünyesinde önce işaret ettiğimiz gibi yetim ve yoksul çocuklar için yapılmış mektepler mevcuttu. Bu medreselerde görev yapan müderrisler, okuyan talebeler ve orada görev yapacak hizmetlilerin her birinin ihtiyacı medreseye tahsis edilen gelirlerden karşılanırdı. Medrese yaptıran sultan veya emir, inşâatın başlaması safhasında veya açılış merasiminde, medreseye tahsis ettiği vakıfları açıklardı. Makrizî, Zâhiriyye medresesi hakkında verdiği şu bilgi, durumu açıklamaya yeterlidir:

“2 Rebiülahir 660 günü temeli atılan medresenin inşaatı 2 yılda tamamlandı. İnşaatın başladığı günlerde Şam’da bulunan Sultan (el-Melikü’z-Zâhir Rükneddin Baybars), bu medreseye tahsis ettiği vakıfların listesini emir Cemaleddin b. Yağmur’a göndererek, ona, bu inşaatta hiç bir şekilde ücretsiz usta ve işçi çalıştırılmamasını ve çalışanların ücretlerinin de eksiksiz olarak ödenmesini emretti… Medresede bir kütüphane yapılmıştı. Bu kütüphane, çeşitli ilim dallarında yazılmış başlıca eserleri ihtiva ediyordu. Ayrıca medresenin yanında Müslümanların yetim çocuklarının Allah’ın kitabını öğrenmelerini sağlamak için bir mektep inşa edilmişti. Bu çocuklara, elbise ve burslar dağıtıldı…”[20]

Makrizi’nin kayıtlarına göre, Karasungûriyye, Elbûbekriyye, Sâbıkiyye ve Cemâliyye medreselerinde de birer kütüphane ve birer yetim mektebi bulunuyordu.[21] Dımaşk tarihçisi Nuaymî de, Şam medreselerindeki yetim mektepleri hakkında malumat vermiştir.[22]

Kahire’deki Mansuriyye[23] ve Müeyyediyye medreselerinde tıp dersleri verildiğinin bildirilmesi[24] bu medreselerin bazılarında, tıp ve diğer müsbet ilimlerin de okutulduğunu göstermektedir. Diğer taraftan Nuaymî’nin Dımaşk’taki 3 adet tıp medresesini tanıtması, az sayıda da olsa müstakil tıp okullarının bulunduğunu ortaya koymaktadır.[25]

Talebe mevcudu, medrese binalarının ve vakıf gelirlerinin kapasitesine göre değişiyordu. Muasır tarihçilerin, “dünyada benzeri yok”[26] diye tavsif ettikleri Sultan Hasan en-Nasır medresesesinin öğrenci sayısı 400.[27] Şeyh el-Müeyyed’in az önce adı geçen Müyyediyye’nin öğrenci sayısı ise 155 idi.[28] Memlükler zamanında görüldüğü şekilde sayıları oldukça artan medreseler, ilim ve te’lifle uğraşan yeni nesillerin yetişmesine ve yoğun bir ilmî faaliyete zemin hazırladı. İslâmî ilimlere yeni bir altın devir yaşatan dönem alimleri, sahalarında yerleri doldurulamayan kıymetli eserler kaleme aldılar.

Diğer taraftan, Osmanlı ilmî muhitinin teşekkülünde, Memlük medreselerinde yetişen alimlerin büyük katkıda bulundukları görülmektedir. Bu alimlerin başında, Orhan Bey zamanında açılan ve ilk Osmanlı medresesesi olan İznik medresesinin ilk başmüderrisi, Davud el-Kayserî (ö. 1350) gelmektedir. Tahsilini Mısır’da tamamlayan bu alim, başmüderrislik görevini 20 yıl sürdürmüş, ilmî şahsiyetiyle talebeleri üzerinde etkili olmuş ve tasavvufun Osmanlı ülkesinde kolaylıkla benimsenmesini sağlamıştır.[29] Onun gibi tasavvufun yayılmasında etkili olan meşhur Osmanlı alimi Şemseddin Fenâri de yüksek tasilini Mısır’da yapanlardandı.[30] Dımaşklı meşhur kırâat alimi İbnü’l- Cezerî, Bursa’da 4 yıl kalmış, bu sürede çok sayıda talebe yetiştirmişti. Osmanlı ilim yıldızlarından Molla Güranî de, tahsilini Memlük medreselerinde tamamlamıştı.

C. Câmiler

Asr-ı Saâdet’ten itibaren aynı zamanda bir ilim merkezi olan camiler, sadece eğitim ve öğretim faaliyetini yürüten medreselerin ortaya çıkmasından sonra da bu fonksiyonunu devam ettirdi. Medreselerin son derece yaygınlaştığı Memlükler döneminde de ülkenin büyük câmileri, dînî ilimlerin okutulduğu önemli medreseler durumundaydı. Câmi ve mescidlerde kurulan ders halkalarına, talebeler yanında normal cemâatten kimseler de katılabiliyordu. Bu bakımdan herkese açık birer öğretim kurumu özelliği taşıyor ve bütün halkın aydınlatılmasına katkıda bulunuyordu.

İslâmî fetihlerin ardından Mısır’da inşâ edilen ilk câmi olan Amr b. As Câmii’inde Memlükler zamanında fıkıh öğretimi yapılan 8 ders salonu bulunuyordu.[31] İbn Tulun Câmii’nde ise dört mezheb fıkhı yanında, tefsir, hadis ve tıp dersleri veriliyordu.[32] Sultan Baybars tarafından tamir ettirildikten sonra yeniden açılan Ezher Camii de, ilim meclisleriyle meşhurdu.[33] Hakim Camii’nde, dört mezheb fıkhı yanında hadis ve nahiv dersleri veriliyordu.[34] Büyük câmilerden olan ve dört mezheb fıkhı okutulan Müeyyediyye’yi inşa ettiren Sultan Şeyh el-Müeyyed (1412-1421), İbn Hacer gibi bazı müderrislerin derslerini zaman zaman bizzat dinlerdi.[35] Âmir câmii, Kur’an-ı Kerim, Kur’an ilimleri, fıkıh, hadis ve nahiv ilimlerinin okunduğu, vaaz ve zikir halkalarının kurulduğu önemli merkezlerden biri idi.[36] Şam şehrinde ise, 8 ders salonu ve zamanın meşhur alimlerine ait çok sayıda ders halkasının mevcut olduğu meşhur Ümeyye Camii, şehrin en önemli ilim merkezlerinden biri durumundaydı.

Müeyyediyye’de olduğu gibi, bazı camilerde zengin kütüphaneler mevcuttu. Kal’atülcebel’deki pek çok kitabın nakledildiği bu kütüphane, Katibu’s-sır Nasırüddin el-Barizî’nin 500 cilt kitap bağışıyla daha da zenginleşti. Zamanın sultanı, bağış sahibini, cami hatipliği ve kütüphane müdürlüğü yanında bu görevin evlâdında kalmasıyla taltif etmişti.[37]

D. Hangâh, Ribat ve Zâviyeler

İslam tasavvufunun altın çağını yaşadığı Memlükler zamanında, tarikatlara ait müesseselerin sayısı da son derece artmıştı. Sultanlar, emirler ve büyük tüccarlar, tekke ve zâviye inşaatında sanki birbirleriyle yarışmışlardı.[38] Sûfilerin barındığı ve tarikat âdâbını yerine getirdiği bu müesseseler, bir ibâdet ve zikir yeri olmanın yanında, zengin kütüphaneleri ihtiva eden birer eğitim-öğretim kurumu özelliğini taşıyordu. Buralarda tasavvufla birlikte diğer dini ilimler de okutulurdu. Meselâ, Şeyhû Hangahı’nda dört mezheb fıkhı, hadis, kırâat ve tasavvuf,[39] 400 sûfî ve l00 askerin barındığı Baybars el-Çaşngir Hangâhı’nda ise hadis dersleri veriliyordu.[40] Kadınlara mahsus ribatlarda da, tasavvufi eğitim yanında, kadın öğretim üyeleri tarafından vaaz veriliyor ve fıkıh okutuluyordu. Bu ribatlardan biri olan Bağdâdiyye Ribatı, eşleri tarafından boşanan veya eşlerinden ayrılan kadınlara tahsis edilmişti. Bu kadınlar kocalarına dönene veya başka bir erkekle evlenene kadar burada korunuyorlardı.[41]

Önemli birer öğretim yuvası olan bu müesseselerin sayısı oldukça fazlaydı. Makrizî, Kahire’de mevcut, 22 hangâh, 11 ribat ve 25 zâviye hakkında bilgi vermiş,[42] Şam tarihçisi Nuaymi ise, Dımaşk’taki 29 hangâh, 21 ribat ve 25 zâviyeyi tanıtmıştır.[43] Memlükler dönemi fikrî hareketine damgasını vuran meşhur alimlerden bazıları, bu müesselerde görev yapmışlardır. Bu alimlerden İbn Haldun, Baybars Hangâhı şeyhliği yapmış, aynı vazifeyi yürüten İbn Hacer ise orada hadis imlâ ettirmiş; Şeyhûniyye Hangâhı’nda da fıkıh ve hadis dersi vermiştir. Şeyhûniyye şeyliği görevinde bulunan Muhyiddin el-Kâfiyeci de çok sayıda talebe okutmuştur. Suyûtî ve Bedreddin Aynî Berkûkiyye; Abdülbâsıt el-Hanefî ise Şeyhûniyye Hangâhı sûfilerindendir.[44] Uzun bir süre müderrislik ve hangâh şeyhliğinden sonra Kahire dışında yaptırdığı zaviyesine çekilip bütün ihtiyaçlarını bizzat karşıladığı talebeleriyle meşgul olan Burhaneddin İbnâsî de bunlardan biridir.[45]

E. Hastaneler

Memlük sultanları ve diğer devlet ricali tarafından yaptırılan ve zamanına göre son derece gelişmiş olan hastanelerin, eğitim-öğretim kurumları arasında önemli bir yeri vardı. Hastanelerin ilgili bölümlerinde tıp öğretimi yapılıyor, bu müesseselerde teori ve pratik bir arada yürütülüyordu. Tıp öğretiminin yapıldığı bu birimler, tıp alanında yazılmış kitaplar ve tıbbî aletlerle teçhiz edilmişti. Buralarda yetişen doktorlar, branşlarına göre farklı kitaplardan imtihana alınır, kazananlara hekimlik icazeti verilirdi.[46] Medreselerle ilgili kısımda geçtiği gibi, ayrıca tıp okutulan özel medreseler de mevcuttu. Nuaymî’nin bildirdiğine göre, dönemin meşhur doktorlarının vakfı olarak kurulan Dımaşk’taki üç tıp okulundan ilki, Eyyûbîler döneminde meşhur tabip Mühezzebüddin Abdürrahim b. Ali ed-Dıhvâr tarafından yaptırılan “ed-Dıhvâriyye Medresesi” idi. Küçük kan dolaşımını keşfeden Memlük doktoru İbnü’n-Nefis, burada öğrenim görenlerdendi. Diğer iki tıp okulu Düneysiriyye ve Lebbûdiyye de bânilerinin adını taşıyordu.[47] Yine medreseler bölümünde geçtiği gibi, dînî ilimlerin okutulduğu bazı medreselerde de tıp dersi verilirdi.

3. İlmî Çalışmalar ve Meşhur Alimler

A. Dini İlimler

Memlüklerin hükümran olduğu iki buçuk asırlık uzun zaman dilimi içinde, dînî ilimlerin her branşında pek çok büyük alim yetişmiştir. Tek bir ilimde ihtisaslaşmak yerine pek çok ilimde birden derinleşmenin söz konusu olduğu bu dönemde, yeri geldikçe isimlerini vereceğimiz alimlerin büyük kısmı, bir ilim dalında daha meşhur olmakla birlikte, bütün ilimlerde yetişmiş komple ilim adamları durumundadırlar. Bu yüzden, pek çoğunun ismi, zarûrî olarak birkaç defa zikredilecektir.

a) Kırâat: Memlükler dönemi ilmî hareketi, Kur’an ilimlerinde büyük isimler yetiştirmiştir. Kırâat ilmi sahasında yeri doldurulamayacak eserlerin sahibi İbnü’l-Cezerî bunlardan biridir. 1395 yılından Ankara Savaşı’na kadar Bursa’da kalan ve orada kırâat müderrisliği yapan bu büyük alim, Osmanlı ilmî hareketine de önemli katkıda bulunmuştur.[48] Cerâidî, İbnü’s-Serrac el-Ca’berî ve İbrahim b. Musa el-Kerekî bu sahada eserler yazan diğer kırâat üstadları olmuştur.[49]

b) Tefsir: Memlükler dönemi müfessirleri, diğer sahalardaki muasırları gibi, mufassal eserler yazarak, tefsir tarihinin en geniş örneklerini ilim alemine sunmuşlardır. Bütün tefsirleri tek bir kitapta toplama faaliyetine de rastlanan bu dönemde, rivâyet, dirâyet ve ahkâm tefsirlerinin en güzel örnekleri yazılmıştır. İhtisar, hâşiye ve sûre tefsiri geleneği de oldukça yaygın olmuştur. Tefsir tarihinin mühim isimleri arasında yer alan pek çok müfessir bu dönemde yaşamıştır. Endülüs’te yetiştikten sonra Mısır’a gelen ve ömrünün son safhasını Memlüklerin merkezi Kahire’de geçiren Kurtubî, ahkâm tefsiri özelliğini taşıyan ve dirayet tefsir metoduna göre yazılmış tefsirlerin en güzel örneklerinden sayılan eserini yazmıştır. Rivâyet tefsirinin en sağlam ve en güzel örneklerinden birini kaleme alan İbn Kesir, Gırnata şehrinde doğan ve tahsilini Endülüs’te tamamladıktan sonra Kahire’ye gelerek muhtelif medreselerde müderrislik yapan ve tefsirinde nahiv, kırâat ve i’rap konularına geniş yer veren Ebu Hayyan el-Endelûsî, en muteber kısa tefsirlerin başında gelen Celâleyn tefsirinin yazarları Celâleddin Mahallî ve Suyûtî döneme damgalarını vuran diğer müfessirlerdir. Suyûtî’nin ed-Dürrü’l-mensûr isimli tefsiri de rivayet tefsir metoduna göre yazılan meşhur eserlerden biridir. İbnü’l-Münîr, Dîrînî, İbnü’n- Nakîb el-Makdisî, İbnü’l-Bârizî ve Burhaneddin Bikâî, Memlükler döneminin diğer meşhur müfessirleridir.[50]

Müfessirlerin hal tercümelerine tahsis edilen ilk kitaplar da bu dönemde yazılmıştır. Bu türün ilk örneği Suyûtî’ye aittir. Bu geleneği onun talebesi tefsir tarihi sahibi Dâvûdî devam ettirmiştir.

c) Hadis: Memlükler zamanı, hadis ilmi için de çok verimli bir dönem olmuştur. Hadis ilminin altın devirlerinden biri kabul edilen[51] bu dönemin alimleri tarafından yazılan hadis şerhleri ve rical kitapları, bu sahanın en güvenilir eserleri arasında önemli bir yere sahiptir. Zamanın muhaddisleri, başlıca hadis kaynaklarının cem ve telfikini yapmak, onlara istidrak, zevaid ve şerh mahiyetinde eserler yazmak, ya da onlardaki belirli konulara dair hadisleri toplayan kitaplar hazırlamakla meşgul olmuşlardır. Bu dönem hadis çalışmaları, başlıca hadis kaynaklarına yazılan mufassal ve mükemmel şerhleriyle temayüz etmektedir. Bu şerhlerin başında da İbn Hacer, Aynî ve Kastallânî’nin Sahih-i Buhari şerhleri, Nevevî’nin Sahih-i Müslim şerhi gelmektedir.

Tabakat ve tercüme-i hal eserleri için parlak bir sayfa olan Memlükler devri ilmî hareketinde, bu çalışmalardan en büyük payı, hadis ilmi almıştır. Çünkü hadis râvileri hakkında yazılmış en muteber ricâl kitaplarının çoğu bu dönemde yazılmıştır. Mizzî, İbn Hacer, Zehebî ve Sehâvî gibi cerh ve ta’dil alimlerinin eserlerini hatırlatmak yeterli olacaktır. Diğer taraftan, hadis tarihinin en başarılı zevâid kitapları ve ahkâm hadislerini toplayan eserlerin en güzel örnekleri yine bu devirde te’lif edilmiştir. Heysemî, İbn Hacer, İbn Dakîk bu nevi çalışmaların başarılı isimleri olmuşlardır. Yine Nevevî’nin meşhur eseri başta olmak üzere kırk hadis geleneğinde başarılı eserler yazılmıştır. Dimyâtî, İbnü’t- Türkmânî, Moğoltay b. Kılıç, İbn Receb, Hafız el-Irâkî, Suyûtî ve Zekeriyya el-Ensârî de zamanın meşhur muhaddislerindendir.

Daru’l-hadisleriyle şöhret kazanan Memlükler zamanı hadis çalışmalarında dikkat çeken önemli bir husus da, çok sayıda kadın hadisçinin yetişmiş olmasıdır. İbnü’l-Cezerî’nin hocalarından Sittü’l- Arab, İbn Hacer’in hocalarından Âişe bint Muhammed ve Sehâvî’nin, “ölümüyle Mısır, hadis rivâyeti bakımından bir derece kaybetti.”[52] diye övdüğü Sâra bint Cemâa bunlara örnektir.

d) Fıkıh: Medreselerden bahsettiğimiz yerde geçtiği gibi, birkaç ihtisas medresesi hariç, onların tamamı fıkıh medresesi olup bu okullarda ağırlıklı olarak fıkıh ilmi okutuluyordu. Medreselere devam eden öğrencilerin sayısı büyük rakamlara ulaşıyordu. İlmi faaliyetin büyük bir yoğunluk kazandığı, alim ve talebe sayısının son derece arttığı bu dönemde, fıkıh çalışmalarının mezheb taassubu ve taklid damgası taşıdığı ve çalışmalarda nakilcilik ve ezberciliğin ağır bastığı görülmektedir. Dolayısıyla Hicri VI-VIII. asırların ilmî faaliyetler açısından şöhreti, Ebu Zehra’nın belirttiği gibi, düşüncenin gelişmesi değil, alim sayısının çoğalması ve ilmin büyük bir yaygınlık kazanması olmuştur.[53] İlmî harekete damgasını vuran bu özelliğin en önemli sebebi, yaygın kanaate göre, dindarlıklarıyla temayüz eden Memlük sultanlarının, Ehl-i Sünnet düşüncesinin dışına çıkan fikrî ve felsefî akımlara karşı müsamahasız davranmalarıdır. Bu çerçevenin dışına çıkanların siyasi baskılara maruz kalıp çeşitli cezalara çarptırılması, hukukçuları şerh, ihtisar ve haşiye yazmaya yöneltmiştir.[54] Herşeye rağmen, dirayetli fıkıh alimlerinin çokluğu bakımından Memlükler zamanı büyük bir zenginlik arz etmektedir. İbn Kesir’in Kahire’nin en büyük medreselerinden Nâsriyye’deki müderrislerin sayısı hakkında verdiği rakamlar, bu alimlerin sayısının ne kadar yüksek olduğunu açıkça göstermektedir. Bu alimin bildirdiğine göre, Hicrî 724 yılında bu medresede görev yapan dört mezhebden her birine ait 30 fakih sayısı 54’e çıkarılmış ve toplam sayı 216 olmuştur.[55]

Şafii fakihlerden İzzeddin b. Abdüsselam, İbn Dakîki’l-îd, Sadreddin b. Vekil, Bedreddin b. Cemâa, Takiyyeddin es-Sübkî, Taceddin es-Sübkî ve Bulkînî; Hanefi fakihlerden Zeyleî, Kâkî, İbn Ebi’l-Vefâ, Ekmelüddin el-Babertî, İbnü’z-Ziya; İbnü’l-Hümam, İbn Kutluboğa ve İbn Arabşah; Hanbelî fakihlerden Tûfî, İbn Teymiye, İbn Kudâme ve İbn Kayyim el-Cevziyye; Malikî fakihlerden Karafî ve İbn Ferhun, bu döneme damgasını vuran fıkıh alimlerinin en meşhurlarıdır.[56]

e) Kelâm: Önceden yapılan kelâmî çalışmaların yeterli bulunduğu anlayışının yaygın olduğu bu dönemde, kelâm ilmi, diğer dînî ilimlerin gördüğü alâkayı görmemiştir. Dönemin büyük alimi İbn Haldun’un bu ilim hakkındaki şu sözleri, bunun sebebini açıklamaktadır:

“Özetleyecek olursak, bilinmesi gereken şudur ki, kelâm ilmi, bu devirde talebeler için zarûrî olmayan bir ilimdir. Zira inkarcılar ve bid’at ehli artık ortadan silinmişlerdir. Ehl-i sünnet imamları, yazdıkları kitaplarla, bizi onlardan kurtarmışlar, onlara karşı zafer kazanarak bizi onlarla uğraşmaktan müstağnî kılmışlardır.”[57] Aynı asırlarda Doğu İslâm dünyasında Sadeddin et-Taftazânî (ö. 1390), Adûdiddin el-Îcî (ö. 1355), Seyyid Şerif el-Cürcânî (ö. 1413) ve Devvânî (ö. 1502) gibi büyük kelam alimlerinin yetişmesine karşılık, Memlük ülkesinde onların seviyesinde kelâmcılar yetişmemiştir. Memlük sultanlarının, hem fıkhî hem de itikâdî mezhepler bakımından gösterdiği taassub bunda etkili olmalıdır. Çünkü bu alanın dışına çıkan alimler, İbn Teymiye gibi, çeşitli cezalara çarptırılıyordu. Her şeye rağmen, Memlük ilmî hareketi, az sayıda da olsa, bu sahada önemli eserler yazan kelamcılar yetiştirmiştir. Bu alimlerin başında İbn Teymiye ve talebesi İbn Kayyim gelmektedir. Hanefî fakihleri İbnü’l-Hümam ve İbn Kutluboğa da, Matürîdî kelâmı sahasında eser vermişlerdir.

f) Tasavvuf: Memlükler zamanında tarihinin altın çağını yaşayan tasavvuf hareketi, son derece güçlenmiş ve sosyal hayata damgasını vurmuştu.[58] Tarikat şeyhlerine büyük hürmet gösteren ve bazıları birer mürid olan sultanların ve diğer devlet ricalinin yakın ilgi ve desteğiyle, önce geçtiği gibi, ülkede tarikatlara ait tekke, hangah, ribat ve zaviyelerin sayısı çok artmıştı. Sultanın tayin ettiği görevlilerin yönetimindeki bu müesseselerin sayısı sadece Kahire’de 58, Dımaşk’ta ise 78 civarında idi. Sufilere mahsus bu müesseseler, aynı zamanda dini ilimlerin okutulduğu birer medrese ve yine sınırlarda cihada hazırlanan askerler için birer karargâh durumundaydı. Nitekim önce geçtiği gibi Baybars el-Çaşngîr Hangâhı’nda 400 sûfi, bitişiğindeki ribatta ise 100 asker bulunuyor; hadis dersinin de verildiği bu müesesesede, kurrâya ait bölümde gece-gündüz Kur’an-ı Kerim okunuyordu.[59]

Ülkede en çok Bedeviyye, Rifâiyye, Şâzeliyye ve Düskiyye tarikatları yayılmıştı. Bu tarikatlardan Bedeviyye’nin kurucusu, Mısır’ın en büyük velisi Seyyid Ahmed Bedevî (ö. 1276) ile Düsûkiyye’nin pîri Burhanüddin Düsûkî (ö. 1272), Memlükler döneminde yaşamıştı. Şâzeliyye tarikatının Mısır’daki temsilcileri, İbn Ataullah el-İskenderî, Muhammed Vefa Şâzelî ve İbn Vefâ, zamanın diğer büyük mutasavvıfları idiler.

B. Arap Dili ve Edebiyatı

Memlükler zamanı ilmî hareketinde Arap dili alanındaki çalışmalar da önemli bir yer tutmaktadır. Arap dili gramerinin en mühim temsilcilerinden sayılan pek çok alim, bu dönemde yetişmiştir. Onların yazdığı eserler, bu sahanın klasikleri arasında yer almaktadır. Arap dilinde yazılan en geniş lügatın sahibi İbn Manzur da bu dönem dilcilerindendir. Memlükler zamanında yetişerek Arap dili sahasında elden düşmeyen eserler kaleme alan bu nahivcilerin en meşhurları şunlardır: İbn Mâlik, İbnü’n- Nehhâs, İbn Manzur, Ebu Hayyan el-Endelûsî, İbn Hişam el-Ensârî, İbn Nübâte, İbn Akîl ve İbn Ammâr.[60]

Bu dilcilerden Ebu Hayyan el-Endelüsî (ö. 1344), Türk, Fars ve Habeş dillerine dair eserler de yazmıştır. Onun Türk diline duyduğu ilgi, tabîî olarak hayatının son dönemini geçirdiği Mısır’da başlamıştır. Türk Memlükleri Devleti’nde Türkçeye verilen ehemmiyetten kaynaklanan bu ilgi, bir taraftan bazı eserlerin Türkçe yazılmasına zemin hazırlamış, diğer taraftan da, Ebu Hayyan gibi bazı alimleri Araplara Türkçe öğretmek maksadıyla Türk dili üzerinde eserler hazırlamaya sevketmiştir. Onun bu konuda yazdığı dört eserden zamanımıza ulaşan ve Türk dilinin en eski gramer kitaplarından olup daha sonra Doğu’da yazılan eserlere kaynaklık eden “Kitâbü’l-idrâk li-lisâni’l-Etrâk” adını taşıyan ve 2200 kelimelik bir lügat ile sarf ve nahiv bölümlerinden meydana gelen eser İstanbul’da 1892’te Mustafa Bey, daha sonra 1931’de yeniden tahkik ve tercüme edilerek Ahmet Caferoğlu tarafından yayımlanmıştır.[61]

Arap nesir ve şiiri de, Memlükler döneminde parlak bir safha yaşamıştır. Edebî bir ekol özelliğini taşıyan Dîvân-ı inşâ, sanatkârâne nesirde Kâdî el-Fâzıl ekolünü devam ettiren İbn Abdüzzâhir, nesir ve şiirleriyle büyük bir miras bırakan Şihâb Mahmud b. Süleyman ve resmî yazışmalar sahasındaki kıymetli eserlerin sahipleri Nüveyrî, Ömerî ve Kalkaşandî’yi yetiştirmiştir. Anonim Antere ve Baybars hikayeleri son şekline o dönemde ulaşmıştır. Orta Çağ İslâm dünyasından günümüze ulaşan gölge oyunuyla ilgili tek dramatik nazım örneği de o dönemde yetişen İbn Danyal el-Huzâî’ye aittir.

Bu devirde yetişen şairlerin başında, Hz. Peygamber hakkında yazdığı kasidesiyle şöhret kazanan Bûsirî gelir. Şerefeddin el-Ensârî, İbn Hicce. Şihâb Mahmud b. Süleyman, İbn Nübâte, İbn Ebî Hacele ve Aişe el-Bâuniyye de meşhur şairlerdendir

C. Tarih ve Coğrafya

Memlükler dönemi, İslam tarihçiliği açısından da parlak bir dönem olmuş, siyâsî tarih, tarihî coğrafya, mahallî tarih, şehir tarihi, müesseseler tarihi, siyer, biyografi ve ilimler tarihi alanlarında kıymetli eserler kaleme alan çok sayıda büyük tarihçi bu dönemde yetişmiştir. İslam tarihinin hiç bir safhasının, yetiştirdiği önemli tarihçilerinin çokluğu ve yazdıkları eserlerinin zenginliği bakımından Memlükler zamanıyla mukayese edilemeyeceğini söylemek mübâlağa olmayacaktır.

İslam ilimler tarihinde “ansiklopediler çağı” olarak meşhur olan bu dönemde, umumi tarih çalışmalarına devam edilmiş, yine bir sultanın zamanını anlatan tarihler de yazılmıştır.[62] Bu dönemde önceden yazılmış tarih kitaplarına zeyl yazma geleneğinin yaygın olduğu; yine tarihte iz bırakan meşhur şahıslar için yazılan biyoğrafi çalışmalarının önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Biyografi sahasının yıldızı kabul edilen İbn Hallikan, hayatının son safhasını bu dönemde geçirmiştir. Kütübî, Safedî, İbn Hacer, Zehebî ve Sehâvî’nin eserleri de bu türün en güzel örneklerinden sayılır. Mahalli tarih çalışmalarında ise, Makrizi’nin öncülük ettiği Mısır tarihçilik ekolü, İbn Tağriberdî, Sehâvî ve İbn İyas tarafından devam ettirilmiş, bu tarihçiler eserlerinde, Mısır’ın siyasi, içtimai ve iktisadi durumunu geniş bir şekilde anlatmışlardır. Mekke tarihçileri Necmeddin b. Fehd ve oğlu İzzeddin, Medine tarihçisi Semhûdî, Kudüs tarihçisi Uleymî, şehir tarihçiliği geleneğini sürdürmüşlerdir.

Ansiklopedi çığırının ilk temsilcisi Nüveyri’yi, Ömeri ve Kalkaşandî takip etmiştir. Bu alimler ve yine İbn Şahin ez-Zahirî ve Makrizî, devlet teşkilatını ele alan eserler te’lif etmişlerdir. Diğer taraftan dönemin büyük tarihçisi İbn Haldun, tarih felsefesi ve sosyoloji ilminin temellerini atmıştır. Kâfiyecî, Suyûtî ve Sehâvi de tarih tenkidine dair eserler kaleme almışlardır. İbn Abdüzzahir, Baybars ed- Devâdâr el-Mansûrî, İbn Seyyidinnas, İbnü’l-Verdî, İbnu’l-Furat, İbn Habib el-Halebî, Mufaddal b. Ebü’l-Fezâil, Yûnûnî, İbn Dokmak, İbn Kesir, İbn Arabşah ve Aynî dönemin diğer önemli tarihçileridir.

Tarih çalışmalarıyla birlikte seyreden tarihi-coğrafya alanında da İzzeddin b. Şeddad, Ebu’l-Fidâ, Ömerî, Kalkaşandî ve Makrizî ilim alemine önemli katkıda bulunmuşlardır. Bu arada ünlü Arap denizcisi İbn Mâcid, Hint okyanusunda seyredecek gemiler için rehber kitaplar hazırlamış ve Hindistan yolculuğunda Vasco de Gama’ya rehberlik yapmıştır.[63]

D. Felsefe, Riyâzî ve Tabîî İlimler

Müslümanlar, aklî ilimler sahasında VIII. yüzyılda ele geçirmiş oldukları üstünlüğü, XIII. yüzyılın başlarından itibaren kaybetmeye başlamışlardı. Ancak, Doğu İslam dünyasında astronomi ve matematik, Mısır ve Suriye’de ise özellikle göz hastalıklarında olmak üzere tıp ilmindeki üstünlüklerini bundan sonra da devam ettirdiler. Tıp alanındaki bu üstünlük, Memlük hastaneleri ve onların bünyesindeki tıp külliyelerinde görev yapan tabipler tarafından geliştirilen buluşlarla sürdürüldü. XIII. yüzyılda göz hastalıklarının tedavisinde en önemli gelişme Mısır ve Suriye’de yaşandı. Halepli Halife b. Ebi’l-Mehasin, katarakt ameliyatını başarırken, Suriye-Mısır tıp akımının önemli temsilcisi İbnü’n- Nefis, Portekizli Servetus’tan üç asır önce, küçük kan dolaşımını keşfederek önemli bir tıbbî buluş gerçekleştirdi. Bu iki büyük tabip dışında, sahalarında kıymetli eserler yazmış pek çok doktorun yetiştiği Memlükler döneminde, aynı zamanda bir göz hekimi olan İbn Ebî Usaybia, tabiplerin haltercümelerini ihtiva eden meşhur eserini yazdı.[64]

Tıp öğrenimi, büyük ölçüde hastanelerin bünyesindeki tıp külliyelerinde yürütülüyordu. Bu birimler, tıp alanında yazılmış kitaplar ve tıbbî aletlerle donatılmıştı; ayrıca üç tanesi Dımaşk’ta olmak üzere tıp öğreniminin verildiği medreseler vardı. Memlük ülkesinde, Kahire ve Dımaşk şehirlerinde çok sayıda hastane bulunuyordu. Bazıları Eyyûbîler zamanından kalma bu hastaneler, zamanına göre son derece gelişmişti. Dönemin her bakımdan en mükemmel hastanesi olan Sultan Kalavun Hastanesi, dahiliye, cerrahiye, göz hastalıkları ve ortopedi kısımlarına ayrılmıştı. Hastalar arasında zengin-fakir ayırımı yapılmayan bu hastanede, yatmak süresine sınır konulmamıştı.

Memlükler devrinde baytarlık alanında Bedreddin Bektût ve İbnü’l-Münzir el-Baytar kıymetli eserleriyle döneme damgalarını vurdular. Sultan Muhammed b. Kalavun’un mîrâhur ve başbaytarı İbnü’l-Münzir’in atlar hakkında yazılan kitapların en muteberi sayılan Batılı ilim adamlarını birkaç yüzyıl geride bıraktığı Kâmilü’s-sınâateyn fi’l-baytara ve’z-zerdeka adını taşıyan ünlü kitabı daha sonraki eserlerin önemli kaynaklarından biri olmuştur.[65] İlmü’l-hayevân sahasındaki meşhur ansiklopedinin sahibi Demîrî’de bu dönem alimlerindendir.

Tıp dışındaki aklî ilimlerin genellikle özel derslerde okunduğu bu dönemde yetişen fizik alimi Ebu’l-Abbas Ahmed Şihabeddin, gök kuşağından bahsettiği risalesiyle meşhur olmuştur. Dönemin sonlarında Mısır’da yetişen Ebu’l-Feth es-Sûfî ve oğlu Şemseddin Muhammed, matematikçi-astronom Uluğ Bey’in zîcini ıslah için kaleme aldıkları eserlerinde, astonomik-geometri hakkında kıymetli bilgiler vermişlerdir. Yine ezan saatleri ve kıble tayini tablolarıyla ilgili çalışmalar, XIV. yüzyılda Dımaşk’ta en yüksek seviyesine ulaşmış, çok sayıda mîkâtî (astronom) yetişmişti. Matematik, geometri, felsefe, mantık ve eski kimya ilimlerinde yetişen alimlerden bazıları da şunlardı: Huveyyî, usturlâb sahipleri Şemseddin el-Mizzî, İbnü’ş-Şâtır, Musa b. Muhammed el-Halîlî, ünlü matematikçi İbnü’l-Hâim, İbnü’l- Lebbûdî ve Sıbtü’l-Mardînî.

Diğer taraftan, barut kelimesini, ilk olarak ünlü botanikçi İbnü’l-Baytar’ın (ö. 1248) ve ardından XIII. yüzyılın ikinci yarısında Memlükler zamanında yaşayan Mısırlı alim Hasan er-Rammâh’ın kullandıkları tesbit edilmiştir. er-Rammah, günümüze ulaşan meşhur eserinde barutun yapılışını da izah etmiştir. Onun ve Ebu Şâme ve Ömerî gibi tarihçilerin verdiği bilgilerden, Memlüklerin barutu diğer milletlerden asırlarca önce kullanmaya başladıkları sonucu çıkarılmıştır.[66] Memlükler, ateşli silahların ve özellikle topun kullanılmasında da öncü durumundadırlar; ancak onlar bu sahada gereken ilerlemeyi gösteremeyip, kendilerini geride bırakan Osmanlılar ve Portekizlilerle boy ölçüşememişlerdir.

4. Sonuç

İslam ilimler tarihinde parlak bir sayfa olan Memlükler devri, İslâmî ilimlerin bütün şubeleri, lügat ilimleri ve tarih sahasında yetiştirdiği alimleri ve bu alimler tarafından yazılmış eserlerinin çokluğu bakımından, son derece zengindir. İslâm tarihinin başka bir döneminde, bu kadar alimin yetişmediğini ve yine bu dönemde yazılanlar ölçüsünde çok ve hacimli eser yazılmadığını söylemek mümkündür. Suyûtî’nin sadece hadis hocalarının 150 civarında olduğunu ve aynı alimin 600 civarında eser yazdığını hatırlatmak dahi, ilim adamı ve eser sayısı hakkında bir kanaat edinmeye yetecektir. İslâm kültürünün en kıymetli ürünleri arasında yer alan biyografi kitapları ve mufassal ansiklopedik eserlerin pek çoğu bu dönemde yazılmış ve bu dönem, bilhassa büyük şarihleri ve ansiklopedistleri ile temayüz etmiştir.[67] Günümüz ilim adamlarının, İslâmî ilimler, tarih ve edebiyat alanında, bu dönem alimlerinin sayısız eserlerinden müstağnî kalması mümkün değildir.[68]

Memlükler dönemi alimleri arasında Türk asıllıların sayısı oldukça fazladır. İlmî hareketin yıldızlarından olan Zehebî, Safedî, Aynî, İbnü’l-Hümam, Muhyiddin el-Kâfiyecî, İbn Kutluboğa, İbn Tağrîberdî ve İbn İyas bu alimlerin en meşhurlarıdır. Dikkat çeken diğer önemli bir husus da, geçtiği gibi çok sayıda kadın hadis aliminin yetişmiş olmasıdır.

Askerî bir iktâ devleti olan Memlüklerde, sultanın temsil ettiği Türk ve Çerkez asıllı emir ve Memlüklerin teşkil ettiği hâkim askerî sınıf ile çoğunluğu Arap olan halk tabakası arasında bir vasıta rolünü oynayan Memlük dönemi alimleri, ilmî ve medenî cesaretleriyle de temayüz etmişlerdir. Onlardan bazıları, sultanların haksız icraatlarına cesaretle karşı çıkmışlar, bu hususta bildiklerini söylemek ve her ne pahasına olursa olsun, sultanları uyarmaktan çekinmemişlerdir. Hakkı tebliğ hususunda sembolleşen bu alimlerin başında, İzzeddin b. Abdüsselâm, Baybars’a yazdığı meşhur mektuplarıyla alim olmanın sorumluluğunu en güzel şekilde yerine getiren Nevevî ve Suriye’ye yönelen bir Moğol saldırısı esnasında, sultana giderek, onu, savaş için Suriye’ye çağıran ve gitmediği takdirde, başlarına başka bir sultan seçmekle tehdit eden İbn Teymiye[69] gelmektedir.

Prof. Dr. İsmail YİĞİT

Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 748-756

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.