Günlük arşivler: 24 Mayıs 2016

PKK DOSYASI : Korkunç istihbarat ! PKK’nın elinde onlarca füze var !


TSK’nın Çukurca’da düşen helikopterin füze ile vurulmuş olabileceğini açıklamasının ardından Rus füzesi ihtimali ağırlık kazandı.

Güvenlik kaynaklarına göre Rus SA-18 füzeleri Suriye’den getirildi. Mardin ve Şırnak’ta PKK’nın elinde bu silahtan onlarcası var.

Genelkurmay’ın açıklamasının ardından PKK’nın elindeki Rus yapımı füzeyle düşürülmüş olma ihtimali ağırlık kazandı.

Yeni Şafak’ın haberine göre, Mardin, Diyarbakır ve Şırnak bölgesinde PKK’nın elinde onlarca Rus yapımı SA-18 füzesi bulunuyor. Füzelerin Suriye üzerinden Türkiye’ye sokulduğu belirtiliyor.

TSK: Helikopter füzeyle düşürülmüş olabilir

KAMIŞLI’DAN GELMİŞ

PKK’nın yayınladığı füze görüntülerinden MANPADS (omuzdan atılan) karadan havaya füzeyi ateşleyen kişinin kurduğu cümleler ve üzerindeki kıyafetlerin analizinden Suriye bağlantısı deşifre edildi. Helikopterin vurulduğu Hakkari bölgesinde PKK’lıların çok koyu renkte ve kalın kemerli kıyafetler giydikleri, ancak füzeyi ateşleyen teröristin üzerindeki kıyafetin Botan, Derik, Kamışlı bölgesindeki teröristlerin giydiği, Hakkari bölgesi kıyafetine oranla daha açık, haki bir renk olduğuna işaret edildi.

FÜZE EĞİTİMİ ROJAVA’DA

Teröristler Rus yapımı füzelerin kullanımı Rojava’da kamplarda verildi. İran ile 9 Haziran 2007 Urmiye’de anlaşma imzalayan örgüt, bu tür silahları Kandil ve İran sınırları yakınlarına getirmeme taahhüttü verdi. PKK’nın elinde sadece SA-18 değil Amerikan üretimi stinger füzeleri olduğu da kaydedildi. PKK’ya 2013’te 2004 model 3 adet omuzdan ateşlemeli Stinger füzesinin Musul’un Zinar bölgesinde teslim edildiği, şuan PKK’nın elinde biri yeni olmak üzere 7 adet stinger olduğu kaydedildi.

Çukurca’da helikopteri düşüren o füze mi?

KALKIŞ ANINI TEHDİT EDİYOR

PKK füzeleri, terörle mücadelede Kobra ve Skorsky helikopterlerini tehdit ediyor. Füzelerin, kalkış anında F-16 ve F-4 savaş uçakları için de risk oluşturduğu ifade ediliyor. Karadan havaya füze sistemlerinin yüksek irtifada uçuş yapan savaş uçakları için havadayken herhangi bir risk oluşturmadığı belirtiliyor.

STİNGER İLE AYNI SİSTEM

ABD üretimi FIM-92 Stinger, Çukurca’da helikopteri düşürdüğü üzerinde durulan Rus SA-18 Grouse füze sistemi ile hemen hemen aynı sistemler. Rus SA-18 füzesi, Amerikan yapımı FIM-92 Stinger sisteminin Doğu Bloğu’ndaki karşılığı olarak biliniyor. Tek personel tarafından MANPADS (Omuzdan atılarak) kullanılması, yüksek isabet ve tahrip özelliği gibi sebeplerle kara birliklerinin hava savunmasında önemli bir yer tutuyor. Ayrıca helikopter ve her çeşit kara araçlarına monte edilebiliyorlar.

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI : ‘Cihat istihbaratı’na karşın havalimanında 3 yıl çalıştı


Almanya’nın başkenti Berlin’deki Tegel ve Schönefeld Havalimanı’nda radikal cihatçı gruplarla bağlantısı olan 26 yaşındaki bir kişinin temizlik işçisi olarak görevlendirildiği ortaya çıktı.

Adı Recep Ü. olarak açıklanan Türk’ün, Irak ve Suriye’ye savaşçı gönderen Selefi gruplar içinde aktif olduğuna ilişkin istihbarat bilgisine rağmen havalimanının güvenli bölümlerinde çalışmaya devam ettiği belirtildi.

İstihbarat teşkilatı, 2013’te Recep Ü’nün tehlikeli olduğu yönünde havalimanının yönetimine uyarı yaptı. Ancak yönetim bu uyarıyı ya dikkate almadı, ya da gözden kaçırdı. Recep Ü. de havalimanında çalışmayı sürdürdü.

Geçtiğimiz ekim ayında özel güvenlikçiler Recep Ü’nün üzerinde muşta buldu. Bunun üzerine havalimanı yönetimi Recep Ü’ye giriş yasağı getirdi.

Poliste ise Recep Ü’nün herhangi bir saldırı planı içinde olduğu yönünde bir bilgi bulunmuyor.

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI : IŞİD’le Siber Savaş Devam Ediyor


Amerika İstihbarat Direktörü James Clapper, Washington’da yaptığı konuşmada siber ortamdaki çalışmaların şekillenmeye devam ettiğini ve genel olarak iyi gittiğini söylüyor.

Amerikan hükümeti için çalışan bilgisayar korsanlarının hedefinde aylardır IŞİD var. Amerikan uçakları IŞİD’i hava saldırılarıyla vururken, bilgisayar korsanları da örgütü internetten silmeye çalışıyor. Ancak bu çalışmayı sürdürenler de ne kadar başarılı olduklarını bilmediklerini itiraf ediyor.

Askeri yetkililer ve istihbarat çalışanları IŞİD’in, siber ortamda belki de arazide olduğundan daha dirençli olduğunu söylüyor.

Başarı Oranı Belirsiz

Amerika İstihbarat Direktörü James Clapper, Washington’da yaptığı konuşmada siber ortamdaki çalışmaların şekillenmeye devam ettiğini ve genel olarak iyi gittiğini söyledi.

Gerçek anlamda bir operasyon içinde olduklarını söyleyen yetkili, bu deneyimin kendilerine yeni şeyler öğrettiğini, çalışmalar sürdükçe daha sağlıklı değerlendirme yapmanın mümkün olacağını söyledi.

Amerikalı yetkililer bugüne kadar IŞİD’e karşı süren siber savaşın içeriği konusunda açık konuşmaktan kaçındı. Ancak, Savunma Bakanı Ash Carter, Şubat ayı sonlarında görevin örgütün komuta ve kontrol mekanizmasını sekteye uğratmak olduğunu dile getirdi.

Bir diğer amaç da IŞİD’in siber ağlarına aşırı yükleme yaparak örgütü işlemez hale getirmek.

Tam bir Değerlendirme Yok

Yetkililer kullanılan yöntemlerle ilgili çok bilgi vermese de ilk belirtiler çalışmaların savaş alanlarına yansıdığını gösteriyor.

Amerika’nın Sesi’ne konuşan ve adını vermek istemeyen bir yetkili, bu çalışmaların örgütte kafa karışıklığı yarattığını ve kapasitelerini azalttığını söyledi.

Ancak bu azalan kapasitenin ne oranda olduğunu ölçmek kolay değil.

Siber operasyonlardan sorumlu üst düzey bir askeri yetkili, bu değerlendirmeleri yapmak için çok erken olduğunu söyledi. Yetkili, Amerika’nın, IŞİD’in bilgisayar ağları ile örgütün savaş alanlardaki eylem ve hareketleri arasındaki ilişkiyi ölçmeye çalıştığını ve daha iyi bir değerlendirmenin siber operasyon genişledikçe yapılabileceğini söyledi.

Bazı Amerikalı yetkililer IŞİD’e karşı süren siber operasyonların, zayıflıklardan yararlanarak istihbarat elde etmekle, bu zayıflıklara saldırarak örgütün çalışmasını engelleme arasında bir denge kurma konusunda bir deneme çalışması niteliğinde olduğunu söylüyor.

Ancak bir diğer zorluk da IŞİD’in siber operasyonlarının genişliği. Kontrol ve komuta operasyonlarının ötesinde örgüt siber ortamı, toprak kaybetmeyi sürdürürken elindeki bölgeleri yönetmek için kullanıyor. IŞİD, siber ortamda yeni militan kazanma ve propaganda faaliyetlerini sürdürüyor.

IŞİD siber ortamda güçlü

Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper “IŞİD açık arayla siber ortamı en iyi kullanan grup” diyor. Yetkili, karşılaştıkları zorluğun örgütün gün geçtikçe şifreleme yöntemlerini arttırması olduğunu ve bunun IŞİD’in planlarını öğrenmeyi güçleştirdiğini söylüyor.

IŞİD’in Irak ve Suriye’deki konvansiyonel güçleri azalırken, siber kapasitesini arttırmanın yeni yollarını bulması da endişe yaratıyor.

Bazı Amerikalı yetkililere göre örgütün internet ve siber teknolojiyi gün geçtikçe daha başarılı biçimde kullanması, siber ortamda zaferi gittikçe daha acil biçimde önemli kılıyor.

ABD Siber Komuta plan ve politikalar direktörü Tümgeneral Christopher Weggeman, siber alanda bir kırılma noktasında olunduğunu söylüyor.

Weggeman, Amerika’nın bu yönden önemli bir rakip haline gelmesi, gerekli önlemleri ve kontrol mekanizmalarını kurarak, iddia ettiği kadar güçlü olmayı başarması gerektiğini ifade ediyor.

Tümgeneral, “Daha konvansiyonel bir benzetme yapacaksak gemiyi bombalamalı ve batırmalıyız” diyor.

Bunun hem IŞİD’in yenilmezlik söylemini yok edeceği hem de caydırıcı etkisi olacağı düşünülüyor.

ABD Savunma Bakanlığı üst düzey danışmanı Charles Snyder, asıl önemli olanın düşmanın gözünü korkutarak, girişimlerinin boş olacağına inandırmak olduğunu söylüyor.

AMERİKA DOSYASI /// İşte ABD’nin son numarası : Havadan sürüyle saldıracaklar !


Tuncer Bahçıvan Amerika’nın insansız uçaklar alanındaki son projesini yazdı:

İnsansız uçaklar tüm savunma ve saldırı planlarını altüst edecek şekilde gelişiyor. İnsansız uçakları yöneten pilotlar ve komutanlar, insanlıları kullananlardan daha önemli hale geliyor. İnsansız uçaklar daha sessiz, görünmeden sinsi ve başarılı saldırılar yapabiliyor.

İnsansız uçakla saldırıların piri CIA Başkanı John Brennan, Afganistan’da ilk insansız uçak saldırılarını öngörüp başlatırken, bu günleri hayal etmiş midir bilinmez. Ama insansız uçaklar çok hızlı gelişiyor. İşte Amerika’nın en son numarası…

Bir C-130 veye C-5’in havadan çok sayıda insansız küçük uçağı, gökyüzüne saldığını düşünün! Geçen Salı günü Amerikan Hava Kuvvetleri, 20 yıllık bir projeyi açıkladı. Sürü halinde, ufak insansız uçakla istihbarat veya saldırı! Bu proje tüm saldırı ve savunma planlarını alt üst edecek düzeyde…

Düşman güçleri geleneksel (klasik) platformlarda daha sofistike silahlar ürettikleri için, yeni bir strateji gerekiyordu. Amerikan Hava Kuvvetleri, uzun zamandır minyatür drone (İHA) sürüsü ile saldırı ve gözlem yapmayı tartışmaktaydı. Sonunda, sürü halinde küçük İHAlar ile düşmanın savunmasını çökertme planını seçti.

Stratejinin kilit noktaları şöyle:

Amerikan Hava Kuvvetlerinden Albay Brandon Baker; “Sürüsel teknoloji, gelecekteki tüm harp oyunlarını değiştirecektir” diyor. Baker haklı, 7/24 havadan gözetleme veya saldırması sağlanacak bir sürüye dayanacak düşman yoktur.” dedi.

Sürüsel drone teknolojisi, Hava Kuvvetlerine ekonomik tasarruf da sağlayabilecek. 20 milyon dolarlık Reaper veya tek atışla düşebilecek 2 milyarlık B-2 bombardıman uçağı yerine, daha ucuz bir sürüyle düşmanı çoklu izlemeye, savunmaya ve vurmaya zorlayacak.

“Düşmanın tüm hesapları altüst olacaktır” diye konuşan Albay Baker, “bu durum bize açık üstünlük sağlayacak, ekonomik avantaj da bizden yana olacaktır”dedi

Herhangi bir platform doğrudan vurulabilir. Fakat drone sürüsüne bir çok silahla karmaşık atış gerekir.

Sunum sırasında bir çok drone platformu örnekleri de vardı; Raytheon’un Tiny Coyote, Boeing Insitu’s RQ-21 Blackjack ve Raytheon’un Silver Fox’u gibi.

Baker, şu anda Hava kuvvetlerinin, projenin model ve simulasyonu konularına odaklandığını söyledi

Albay Baker, Sürü(Toplu) drone projesinin operasyonel hale gelişini 2036 yılında görmekten mutlu olacağını, fakat bu aşamada programın kesin bitiş tarihini söyleyemeyeceğini ifade etti.

Keşif İstihbarat Korgenerali Robert Otto da bu teknolojinin, henüz çok yeni ve erken aşamasında olduğunu belirtti. Salı günü açıklanan planın geleceğe ait bir muharebe planı ve vizyonu da olduğunu vurguladı.

Otto,“Küçük,insansız havacılık sistemlerinin Hava kuvvetlerinin gelecek 20 yılı için “köşe taşı” olacağına inanıyoruz” dedi.

Bu sistem, diğer F-35 gibi, klasik saldırı uçaklarında da istihbarat ve saldırı desteği verebilecek ucu açık bir proje.

Kısacası, teknolojide geri kalan ülkelerle gelişmiş ülkelerin arasındaki fark, giderek açılacak. Benzetmek doğruysa; geri ülkeler hedefe kamyonla giderken, gelişmiş ülkeler sesin 10 katı bir hızla gidecek. Hedef ülkelerin kendini savunması neredeyse imkansız hale gelecek.

PKK ÖRGÜTÜ DOSYASI : Korkunç istihbarat PKK’nın elinde onlarcası var


TSK’nın Çukurca’da düşen helikopterin füze ile vurulmuş olabileceğini açıklamasının ardından Rus füzesi ihtimali ağırlık kazandı.

Güvenlik kaynaklarına göre Rus SA-18 füzeleri Suriye’den getirildi. Mardin ve Şırnak’ta PKK’nın elinde bu silahtan onlarcası var.

Genelkurmay’ın açıklamasının ardından PKK’nın elindeki Rus yapımı füzeyle düşürülmüş olma ihtimali ağırlık kazandı.

Yeni Şafak’ın haberine göre, Mardin, Diyarbakır ve Şırnak bölgesinde PKK’nın elinde onlarca Rus yapımı SA-18 füzesi bulunuyor. Füzelerin Suriye üzerinden Türkiye’ye sokulduğu belirtiliyor.

TSK: Helikopter füzeyle düşürülmüş olabilir

KAMIŞLI’DAN GELMİŞ

PKK’nın yayınladığı füze görüntülerinden MANPADS (omuzdan atılan) karadan havaya füzeyi ateşleyen kişinin kurduğu cümleler ve üzerindeki kıyafetlerin analizinden Suriye bağlantısı deşifre edildi. Helikopterin vurulduğu Hakkari bölgesinde PKK’lıların çok koyu renkte ve kalın kemerli kıyafetler giydikleri, ancak füzeyi ateşleyen teröristin üzerindeki kıyafetin Botan, Derik, Kamışlı bölgesindeki teröristlerin giydiği, Hakkari bölgesi kıyafetine oranla daha açık, haki bir renk olduğuna işaret edildi.

FÜZE EĞİTİMİ ROJAVA’DA

Teröristler Rus yapımı füzelerin kullanımı Rojava’da kamplarda verildi. İran ile 9 Haziran 2007 Urmiye’de anlaşma imzalayan örgüt, bu tür silahları Kandil ve İran sınırları yakınlarına getirmeme taahhüttü verdi. PKK’nın elinde sadece SA-18 değil Amerikan üretimi stinger füzeleri olduğu da kaydedildi. PKK’ya 2013’te 2004 model 3 adet omuzdan ateşlemeli Stinger füzesinin Musul’un Zinar bölgesinde teslim edildiği, şuan PKK’nın elinde biri yeni olmak üzere 7 adet stinger olduğu kaydedildi.

Çukurca’da helikopteri düşüren o füze mi?

KALKIŞ ANINI TEHDİT EDİYOR

PKK füzeleri, terörle mücadelede Kobra ve Skorsky helikopterlerini tehdit ediyor. Füzelerin, kalkış anında F-16 ve F-4 savaş uçakları için de risk oluşturduğu ifade ediliyor. Karadan havaya füze sistemlerinin yüksek irtifada uçuş yapan savaş uçakları için havadayken herhangi bir risk oluşturmadığı belirtiliyor.

STİNGER İLE AYNI SİSTEM

ABD üretimi FIM-92 Stinger, Çukurca’da helikopteri düşürdüğü üzerinde durulan Rus SA-18 Grouse füze sistemi ile hemen hemen aynı sistemler. Rus SA-18 füzesi, Amerikan yapımı FIM-92 Stinger sisteminin Doğu Bloğu’ndaki karşılığı olarak biliniyor. Tek personel tarafından MANPADS (Omuzdan atılarak) kullanılması, yüksek isabet ve tahrip özelliği gibi sebeplerle kara birliklerinin hava savunmasında önemli bir yer tutuyor. Ayrıca helikopter ve her çeşit kara araçlarına monte edilebiliyorlar.

KÜBA DOSYASI /// Küba istihbaratının 1 numaralı ismi anlattı : 36 yıl boyunca Fidel’i nasıl ko rudular


Fabián Escalante 36 yıl boyunca devrimin önderlerini korumakla görev yapmış, Küba istihbaratının 1 numaralı ismi. Celil Denktaş, Havana’da soL için etraflı bir söyleşi gerçekleştirdi kendisiyle. Hayatını Küba sosyalizmini korumaya adamış bu önemli ismin anlattıkları, sayısız derslerle dolu. Denktaş’ın söyleşisi dönüp dönüp bakılacak, arşivlik bir nitelik taşıyor: Örgütlü bir halkın neleri başarabileceğine dair sayısız örnek taşıması ve Küba’yı daha iyi anlamak adına.

Küba Devrimi’nin pek bilinmeyen yanlarından biri de, bin dereden su getirilip üzerinin örtülmeye çalışıldığı fakat devrimci kadroların kılı kırk yaran araştırmaları, inatla peşine düşmeleri sayesinde bir bir ortaya çıkartılan çoğu mide bulandıran, kimi de tüyleri diken diken eden, “Artık bu kadarı da olmaz!” diye isyan ettiren ABD tekellerinin mafya destekli gizli servis komplolarıdır. Bunların çok büyük bir bölümü, devrimi durduracağı “tespiti”yle doğrudan devrimin lider kadrosuna ve Fidel Castro’nun şahsına yönelik suikast girişimleridir.

Bu savaş aynı zamanda da emperyalizmin, devrimi, halk hareketlerini kavrayabilmekten ne denli uzak olduğunu gösteriyor. Elbette ki emperyalizmin bu zaafı sosyalistlerin elindeki en önemli koz, devrimcilerin haklılıklarına güç veren ayrı bir gerçeklik. Kişilerin kutsallaştırılması, örgütlülüğün küçümsenmesi, kitlelerin taleplerinin, hak mücadelelerinin küçümsenmesi nesnel olarak devrimin önünü açıyor, halk tarafından sahiplenilmesinin temelini oluşturuyor.

Fabián Escalante’nin eşsiz deneyiminden çıkardığı en önemli sonuç, halk kitlelerinin desteğini görebilmek, bunu devrime çevirebilmek. “Başlangıçta ne bir deneyimimiz vardı ne de düşmanın üstün teknik donanımıyla baş edecek silahlarımız. Halkın bize 24 saat verdiği destek olmasaydı bu saldırılarla baş edemezdik” diyor Escalante. Ne kadar öğretici!

Mart ayı başında Türkçe çevirisi de çıkan “Fidel Castro’yu Öldürmenin 634 yolu: Executive Action” adlı kitabın yazarı Fabián Escalante’yle Havana’da görüşüyoruz. Görüşmemize, Latin Amerika’nın önemli yayın organlarından, “Resumen” dergisinin Küba editörü Javier Salado Villacin tercümanlık yapıyor. Javier, görüşmenin sonunda aktardığımız anekdotu da anlatarak yazar hakkında bilgilenmemize katkı sağlıyor.

Fabián Escalante Font, son derece mütevazı bir kişi. Devrim önderlerinin yaşamlarından sorumlu olmak gibi bir yükü 36 yıl omuzlarında taşıyan sanki o değilmişçesine anlatıyor yaşadıklarını. Elbette her devrimcinin üstlendiği görevin türüne özgü farklı derecelerde sorumlulukları vardı, vardır. Devrim, bu sorumlulukların bir arada, örgütlü ve koordineli yürütülmesinin bir sonucudur. Ancak Fabián’nınki diğer tüm sorumlulukların sanki bir kat üzerinde gibi. Çünkü, yukarıda da belirtildiği gibi aslında, doğrudan Devrim’in korunmasından sorumlusunuz. Önderlerin yaşamları her ne denli kritik, kilit öneme sahip olsa da, sonuçta düşmanın hedefinde kişiler değil, Devrim’in kendisi yer alıyor.

Fabián Escalante, sosyalist devrimin insan yaşamına kattığı sağlık ve özgüvenin adeta somut bir simgesi; 76 yaşına rağmen oldukça dinç. Sanki Kübalıların tüm ortak özelliklerini şahsında toplamış; uzun boyu dışında. Konuşmasını ince esprilerle süslemeyi hiç ihmal etmiyor. Kendinden son derece emin, sakin bir ses tonuyla konuşuyor. Hafızasıysa benim diyen gençlere taş çıkartacak denli berrak. O konuştukça Küba Devrimi’nin Küba halkınca nasıl benimsendiği, ne şekilde yükseldiği, bugüne nasıl geldiği daha iyi anlaşılıyor. “Fidel Castro’yu Öldürmenin 634 Yolu”na ışıl ışıl yansıyan Devrim’in sağlam temeli, bir kez de bu büyük “eser”in neferlerinden birinin ağzından pekişiyor:

– Kitabınızda, 1940’da Havana’da doğmuş olduğunuz yazılı. Bundan sonra 20 yıllık bir boşluk var; yani, gizli göreve atanmanıza kadarki yaşamınızdan hiç söz edilmemiş. Bize yaşamınızın ilk yıllarından bahseder misiniz?

Ben, komünist bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Ailenin büyükleri, dedelerim, İspanyol sömürgeciliğine karşı savaşmış kişilerdir. Bu nedenle de bütün çocukluğum, bu mücadelerle, savaşlarla, ülke tarihiyle ilgili konuşmalara, tartışmalara tanık olmakla geçti diyebilirim. Çünkü atalarım hem sömürgeciliğe ve aynı zamanda da sonraki yıllarda kapitalizmin ortaya çıkarttığı faşist diktatörlüklere karşı fiilen savaşanların arasında yer alan kişilerdi. 1953’te, ortaokula başladığım yıllarda, bu okullarda örgütlenmiş olan bir terörist, yani öyle denmekteydi, bir gençlik grubuna katılmıştım. Altı ay kadar onlarla birlikte oldum. Daha sonra da, Sosyalist Parti’nin gençlik örgütü olan, Genç Sosyalistler’e üye oldum.

– Bu terörist(!) grubun adını hatırlayabiliyor musunuz?

Evet, “Triple A (Asociasión Armada Autentica)”; o kadar önemli bir örgüt değildi aslında. Anarşist bir gruptu. Ancak kendilerini terör eylemleriyle ifade etme yolunu seçmişlerdi.

– Kitabınızda da adı geçiyor böyle bir grubun, karşıdevrimci gruplar arasında…?

Hayır, hayır. Bu, o örgüt değil. Kitapta bahsedilen merkezi Arjantin’de olan, profesyonel katillerden oluşan faşist bir grup. Benim dediğim o değil. Bahsettiğim o yıllarda Küba’daki, Otantik Parti’nin (Partido Revolucionario Cubano-Auténtico)[1] uzantısı olan bir gençlik grubu, Otantik Silahlı Birliği. Küba tarihindeki enteresan örgütlerden biridir. Küba Devrimi’ne katılan pek çok devrimci önder o sıralarda bu partinin, aynı zamanda da bu gençlik grubunun üyesiydi. Bunlardan biri örneğin, Raúl Roa’dır[2].

– Yeniden çocukluk yıllarınıza dönelim. Anne ve babanız komünistti ve siz de evde sıkça onların kendi aralarındaki siyasi konuşmalara tanık olmaktaydınız. 13 yaşında da siyasi mücadeleye katıldınız. Buna nasıl karar verdiniz? O yıllarda marksist klasikleri okumaya başlamış mıydınız? Sizi bu karara iten ne oldu?

O yaştaki bir çocuk ne kadar anlarsa… Tabii asıl 1953 yılı; Kübalı her sosyalist devrimcinin olduğu gibi benim yaşamımda da, Moncada Kışlası Olayı dolayısıyla önemli bir dönüm noktası. Ama 1953’ün sonuna kadar o anarşist grubun bir parçasıydım; bir bakıma orada piştim diyebilirim. Sonra da genç sosyalistlere, Sosyalist Parti’nin gençlik örgütü olan gruba katıldığımda siyasi bilincim gelişmeye başladı…

– Yanılmıyorsam bu parti, Komünist Parti’nin kapatılmasından sonra yerine kurulmuş olan parti; yani, Küba Komünist Partisi’nin devamı…

Evet. Komünist Parti 1952’de kapatılıp yasaklandıktan sonra komünistler bu partiyi kurdu. Tam adı, Popüler Sosyalist Parti (Partido Socialista Popular-PSP). Genç Sosyalistler, bu partinin gençlik kollarına verilen addı.

– Anne ve baba komünist olmanın dışında ne işle uğraşıyorlardı? Aile, geçimini nasıl sağlıyordu?

Babam tam gün, komünist parti, daha sonra da PSP’nin militanıydı. Partinin sekreterlerindendi[3]. Annemse hemşire olarak çalışmaktaydı; tabii siyasi mücadelenin yanı sıra.

– Peki kaç kardeşiniz var?

Bir erkek kardeşim var. Benden bir yaş genç.

– Parti örgütlenmesi altında ne tür eylemlerde görev alıyordunuz?

O sıralarda Parti’nin bütün eylemlerine katılmaktaydık. Örneğin önemli bir eylemimiz 1955’teki, Toprak Sahipleri Birliği’nin (Asociación de Hacendados y Colonos de Cuba) Havana’daki merkez binası baskınıdır. Bu eylemler sırasında, yani 1959’a kadar dört kez yakalanıp hapsedildim.

– Yani, 15 yaşındayken hapishaneyle tanıştınız.

Evet. Son tutuklanmam, 29 Aralık 1958’deydi. İki gün sonra da devrim oldu ve serbest kaldım.

– Gerilla savaşı ayları boyunca hep hapiste miydiniz?

Evet. Hemen, hemen.

– Politika dışında başka şeylerle de meşgul oluyor muydunuz? Örneğin, güzel sanatlar, müzik gibi?

Sanat değil ama tıbba karşı ilgim vardı. Doktor olmak istiyordum. Ancak tabii çok önemli bir engelim vardı, çünkü tam üç kez okuduğum okullardan atıldım; komünist olarak çabucak adım çıkıyordu çünkü. Bu yüzden de ortaokulu bir türlü tamamlayamadım. Öğrenciler arasında yaptığım ajitasyon çalışmaları beni ele veriyordu. Son atılmam 1957’dedir. Artık adım iyice ortaya çıkmıştı. O yıl da, yeraltına geçtim zaten.

– Böylelikle okuma olanağı da zaten ortadan kalkmış oluyor…

Evet. Ancak devrimin başarısından sonra, 1959’da ortaokula devam etme olanağım oldu. Zaten bir yılım kalmıştı. Onu da o zaman, Yamari’de tamamladım. Ancak yine devamını getiremedim çünkü bu sefer de, Küba Gizli Servisi’ndeki görevim başladı, 1960’ta. Ta, 1972’de üniversite eğitimine devam olanağı doğdu. Hukuk okumayı seçtim. Tabii bir yandan da gizli servisteki görevim devam etmekteydi. Sonunda, avukat olarak üniversiteyi bitirdim.

– Yani şu anda diplomalı bir avukatsınız…

Yani onun gibi birşey. Çünkü diplomamı aldıktan sonra hiç avukatlık yapmadım. Gizli servisten emekli olduktan sonra da… Ama hukuk diplomam var işte.

– Çok güzel. Peki evlenmeye zaman bulabildiniz mi bari?

A, evet! Evliliğimin çok özel bir yanı bile var: Ben, 55 yıl aynı eşle birlikte yaşamını sürdürmeyi beceren ender Kübalılardan biriyim. Tabii eşim de öyle. İki de çocuğum var. İki erkek çocuk. Şu anda biri 53, diğeri de 50 yaşında. Onlar da hukuk okudular ve avukat oldular. Fakat yine onlar da benim gibi avukatlık yapmıyorlarlar. Her ikisi de farklı devlet kurumlarında memur olarak çalışmaktalar. Şu anda ikisi de yönetici konumunda.

– Devrimin getirdiği eğitim olanakları sayesinde yetiştiler…

Evet. Tabii ki.

10 AYDA 8770 CİVARI SALDIRI

– Önce tıpla ilgileniyor, sonra hukuk okuyorsunuz. Daha sonra da kitap yazmaya karar veriyorsunuz. Nasıl oldu bu? Edebiyata, yazmaya ilgi duymadığınız halde?

Bakın bu ilgi değil, bir “kendiliğinden görev” diyelim. Yazmaya emekli olduktan sonra başladım. Küba tarihinin, Küba Devrimi Tarihi’nin bu dönemi, 1960’lar 1970’ler gelecek kuşaklara aktarılmalıydı, unutulup gitmesine izin verilemezdi. Bugünkü gençliğin önemli bir bölümü, bırakın gençliği, yaşlı nüfusun da oldukça ciddi bir bölümü, örneğin “Domuzlar Körfezi Saldırısı” konusunda ne biliyor? Ki bu olay, yakın tarihimizde ülkemize karşı girişilen en önemli açık askeri işgal saldırısıdır. Bu açık işgal girişiminin yanı sıra emperyalizm 1960’tan başlayarak ülkemize karşı müthiş bir gizli savaş yürüttü. Terörist saldırılar, sabotajlar, suikastlar… Düşmanın düzenlediği bir sürü saldırı… Ben kitaplarımda bunları yazıyorum. Örneğin, Ekim 1962’deki “Füze Krizi!”; Bırakın Küba’yı, dünyada kaç kişi hatırlıyor? Hatırlayanlar ne kadarını biliyor bu krizin? Bilenler olayı yalnızca, Küba’nın çağrısı üzerine Sovyetlerin ABD’ye saldırmak üzere Küba’ya nükleer başlıklı füzeler yerleştirmiş olduğuyla sınırlı sanıyorlar. Bu, elbette ki gerçeğin basitleştirilmesi, tahrif edilmesinden başka birşey değil. CIA’nın, ABD Hükümeti’nin onayıyla 1962’nin yalnızca ilk on ayında Küba’ya karşı, 8 bin 770’ten fazla terörist saldırı gerçekleştirmiş olduğundan kimsenin haberi yok.

– “Sekiz bin yediyüz”den fazla?

Evet, aynen öyle. Hiç abartmasız. Kaç kişinin bundan haberi var bugün? Dolayısıyla bunları bilmeden Küba’nın neden Sovyet füzelerini topraklarına kabul ettiğini anlamak tabii ki olanaksız. Bununla ilgili ayrı bir kitap yazdım: Operasyon Mangoose. Sizin Türkçeye çevirmiş olduğunuz, “Fidel Castro’yu Öldürmenin 634 Yolu” adlı kitabımda da bahsi geçiyor, biliyorsunuz. Bu ad, ABD tarafından füzelere karşı girişilen operasyona CIA’nın taktığı ad. Yalnızca eylemleri değil propagandayı da içeriyor. Bir diğer örnek de hemen hemen herkesin bildiği, ABD Başkan’ı Kennedy’nin 1963’te bir suikasta kurban gitmesi olayı. Ancak yine hiç kimsenin bilmediği, 1963’ün ABD tarafından Küba’ya girişilmiş olan terörist saldırıların zirve yaptığı bir yıl oluşu. Yine 1970’li yıllar ABD’nin bütün dünya yüzeyinde, “WAVE” kod adını verdikleri saldırıların süreklilik kazandığı yıllar. Bu saldırılar sırasında çeşitli ülkelerde görevli Küba devleti temsilcileri ve Kübalı olan herkes, her şey hedef alınmıştı. 300’den fazla saldırı yapıldı bu yıllar boyunca. Bunların içerisinde en trajik olanı, sizin de bildiğiniz gibi, Küba Havayolları’na ait bir sivil yolcu uçağının 1976’da düşürülmesi eylemidir. Bagajına yerleştirilen bomba marifetiyle uçuş sırasında infilak ettirildi, tüm yolcu ve mürettabatıyla birlikte Atlantik Okyanusu’na gömüldü. Bu yılların iğrenç bir diğer saldırısı da, bu yıllar boyunca Küba’ya karşı yürütülmüş olan, “biyolojik savaş”tır. Bundan da kimsenin haberi yok bugün. Bu saldırıda Küba, kasaplık hayvan varlığının tamamını, yüzde 100’ünü kaybetmiştir. Ayrıca, şeker kamışı tarlaları, kahve üretiminin hemen hemen tamamı, tarım ürünlerinin tamamına yakını, kırsal nüfusun önemli bir bölümü yani insanlar, çiftçiler bu biyolojik saldırıdan etkilendi. Binden fazla çocuğun zehirlenerek ölümüne neden oldu. Şimdi bunları kim hatırlıyor?

Hem 1970’lerde, hem de 1980’lerde, bu kez de, “ideolojik savaş” zirve yaptı. Radyo, televizyon, uçaklardan atılan propaganda broşürleri, hatta Küba çevresindeki deniz akıntılarına salıverilen içerisinde propaganda ambalajlarıyla paketlenmiş cikletler bulunan plastik oyuncaklar şeklinde. Ki bunlar sahile, plajlara vuran sanki denizin sürükleyip getirdiği eşyalar izlenimi veriyordu… Bununla ilgili Küba çevresindeki akıntılarla ilgili ciddi ciddi uzun, detaylı çalışmalar yaptıklarını biliyoruz… Yine aynı yıllarda, Kanada’daki ve Portekiz’deki Küba büyükelçilikleri bombalandı. Bunları da kimse hatırlamaz. Fidel’e karşı girişilen yüzlerce suikastın kaçını, kaç kişi biliyor? 1959’dan önce başlayıp 2000 yılına kadarki dönemde neredeyse her dakika Fidel’e karşı bir saldırı örgütlenmiştir, yalnız ve yalnızca Fidel’i öldürmeyi hedefleyen. Aynı zamanda da Fidel’in moralini bozmaya, onu toplum karşısında pasifleştirmeye yönelik komplolar da düşünmüşlerdi.

İşin bir de ticari savaş boyutu var. ABD’de 1962 yılında, “Global Ticari Detektiflik” adı altında özel bir büro kuruldu. Bu büronun tek görevi Küba’yla ticari ilişki kuran devletleri, şirketleri, kişileri tespit ederek izlemekti. Elbette bu arada Küba’dan yapılmakta olan ihracatı sabote etmeyi de ihmal etmiyorlardı. Bunlar gerçekten oldukça ilginç ve ilginç olduğu kadar da, kimi dehşet verici önemli tarihi olaylardır. Çoğundan hiç kimsenin haberi olmamıştır; bugünse hiç kimse hiçbir şey hatırlamıyor.

BUGÜN DEĞİŞEN SALDIRININ BİÇİMİ

– Evet ama artık durum değişiyor…

Değişiyor kuşkusuz. Zaten ABD Başkanı Obama da aynı şeyi söyledi, “Yöntemlerimizi değiştireceğiz” dedi, fakat “Nihai amacımızda bir değişiklik yok!” diye de ilave etti. Anlayacağınız saldırganlık politikasında bir değişiklik yok. Bize demokrasi getirmekte ısrarlılar. Şunu unutmayalım: ABD’nin bu politikası binlerce Kübalının hayatını tehdit etmeye devam edecek. İster doğrudan olsun, isterse dolaylı. İşte bu politik “istikrar” konusunda bugün pek bir kimsenin fikri olmadığı için, geçmişte aynı politikanın bize nelere mal olduğunu yazmaya karar verdim… Bugün değişen yalnızca saldırının biçimidir.

– Öyleyse siz henüz emekli olmamışsınız…

Öyle de diyebilirsiniz. Çünkü emeklilik göreli birşey. Eh, yazmak işi de bir görev, gönüllü bir görev tabii ki, başka bir çalışma.

– Peki resmi emekliliğiniz hangi tarihteydi?

1996 yılında.

– Bu sabotajları, saldırıları bu tarihten sonra yazmaya karar verdiniz yani?

Hayır. Emekli olduktan sonra bir süre başka bir işte çalıştım. Kitapları daha sonra planlamaya başladım.

– Peki, gizli serviste çalışmayı nasıl seçtiniz? Özel bir nedeni var mıydı?

Hayır. Bu benim seçimim değil. Yani böyle bir görev daha önce hiç aklımdan geçmemişti. İlgi falan duyduğum da yoktu…

– Yani sizi seçip buraya oturttular, onu mu demek istiyorsunuz?

Aynen öyle oldu. O zaman devrim günlerindeyiz. Size ne görev verilirse onu yapmak durumundaydınız. Elbette ki genç insanlar olarak birçok yaşıtımın, benim, kendi ideallerimiz, projelerimiz vardı o zaman. Ama öte tarafta da bizim kişisel hayallerimizin ötesinde bir an önce yapılması gereken bir yığın iş de devrimcileri beklemekteydi. Anlayacağınız pek fazla seçenek yoktu önümüzde…

– Peki sizin gönlünüzden ne geçmekteydi o sırada?

Aslında pek hayal kurma lüksümüz de yoktu o sıralarda. Zaten devrimci gençlik olarak o güne kadarki tek derdimiz faşist diktatörlüğün bir an önce yıkılmasıydı. Varımızla yoğumuzla buna odaklanmıştık. Tabii o mücadele yıllarında ustalaştığımız tek konu da yeraltı örgütlenmesinin olmazsa olmazı, gizli çalışma becerilerinin geliştirilmesiydi. Başka hayaller kuracak durumda değildik anlayacağınız… Devrim sonrasında da bu karşı-istihbarat işine hazırlanacak zamanı zar zor bulduk. Ben, bu işin sistemli bir biçimde yapılması konusunda eğitim almak üzere Sovyetlere gönderilen ilk grup arasındaydım. 1961 yılında gittik; 18 genç insan…

– Yalnızca 18 kişi mi?

Evet. Çok zor günlerdi ve bir an önce pek çok konuda organize olunması gerekmekteydi. Elde ne varsa… Her allahın günü yeni bir şeyle karşılaşıyorduk. Karşıdevrimciler derhal saldırılara, sabotajlara başlamışlardı. Örneğin bir gün, CIA destekli karşı devrimcilerin Havana’nın farklı yerlerine 100 civarında patlayıcı yerleştirmekte oldukları haberi geldi. Anlayacağınız başımızı kaşıyacak zamanımız yoktu. Öte yandan da bu tür çalışmalarla ilgili ne bir hazırlığımız ne de eğitimimiz vardı. Yani, karşı-istihbarat konusunda tamamen tecrübesizdik. Bu profesyonel saldırılarla nasıl baş edeceğimizi bilemiyorduk. Neyse ki, Küba halkı devrime büyük destek verdi ve saldırıların büyük bir çoğunluğunu halkın uyanıklığı, işbirliği sayesinde henüz planlama aşamasındayken savuşturduk. Küba halkının neredeyse yüzde 100’ü bize destek verdi. Zaten bu desteği alamasaydık ne gizli servis olurdu ne de Küba Devrimi…

– Bu oldukça nazik günlerde bir de gizli servis eğitimi için Sovyetler’e gönderildiniz; Ne kadar sürdü bu eğitim?

Altı ay.

– Yalnızca altı ay mı? Bu iş için üniversiteye gönderiyorlar başka yerlerde… Yalnızca altı ay yeterli oldu mu peki? Bir de, dil sorunu yaşamadınız mı eğitim sırasında? Eğitim İspanyolca mı verildi?

Başka türlü olamazdı ki, yani süre olarak. Buna göre programlanmış özel bir uzmanlık okulunda eğitim aldık. Neyse ki eğitim İspanyolca verildi. Öğretmenlerin bazıları İspanyolca biliyorlardı. Bilmeyenler için de tercümanlar devreye giriyordu. Zaten o yıllarda Sovyetler de hemen hemen her alanda oldukça üstündü. Pek sıkıntı çekmedik anlayacağınız. O aylarda pek çok olağanüstü insanla tanıştım orada. Örneğin, siz de tanırsınız, eğitmenler arasında, Kim Philby[4] de vardı; yaşlı bir İngiliz centilmeni…

– Çok ilginç. Bu işler için bildiğim kadarıyla özel yeteneği olan insanlar seçilir. Rasgele herkes beceremez bu işleri. Herhalde parti bu görevi vereceği kişileri özel bir dikkatle seçmiştir…

(Hiç tepki vermiyor)…

– Evet tabii ki öyledir. Başka türlüsü olamaz. Peki bu görevlendirmeler doğrudan, “26 Temmuz Hareketi”nin mi inisiyatifindeydi?

Evet. Yani hemen hemen öyle sayılır çünkü Devrim’in ilk yıllarında üçlü devrimci bir koalisyon vardı[5]. Küba gizli servisini oluşturan gençler de bu üç devrimci örgütten gelen kişilerdi. “26 Temmuz Hareketi” bunların içindeki en güçlü örgütlenmeydi.

– Ama siz hâlâ Sosyalist Parti üyesiydiniz; yani, komünist partinin görevlendirdiği bir üye.

Evet. Ama zaten üçlü koalisyon bir süre sonra, 1965’te, tek bir örgüte, Küba Komünist Partisi’ne dönüştü.

– Peki bu birleşmeden önce örgütler arasında sorunlar, sürtüşmeler oluyor muydu?

Evet oluyordu haliyle. Ama bunlar sürekli düşman tehdidi karşısında önemsiz kalıyordu. O günlerin acil sorunu, karşı-devrimle nasıl mücadele edileceği, Devrim’in nasıl korunacağı sorunuydu. “Emperyalizmin 50 Yıllık Saldırı Geçmişi” adlı kitabımın[6] son bölümünde bu konulara yer verdim. Orada bu ilişkileri açıklıyorum. 1960 yılının eylülünde, daha henüz gizli servisteki göreve atanalı bir iki ay ya geçmiş ya geçmemiş, o zamanki gizli servisin başkanı Kumandan Piñero yoldaş -ki bakanlıklardan birinin küçük bir odasında faaliyet gösteriyorduk o zamanlar- bir gün aniden beni yanına çağırdı. Dedi ki, hemen toplan Kosta Rika’ya gidiyorsun. Orada şu şu adlı biriyle irtibat kuracaksın. Buraya yapılması planlanan bir saldırıyla ilgili sana bilgi aktaracak. Şimdi doğru Roa’ya git -Dışişleri Bakanı Roa-, sekreteri sana hazırlanan sahte pasaportu verecek. Bana içi parayla dolu bir de kesekağıdı uzattı, al dedi bu da sana gereken para. Git uçak biletini de al. Bir an önce işi bitir ve geri gel; bekliyorum. İşte böyleydi çalışmamız o zamanlar…

– Bu denli basit yani…

Öyle. İstihbarat dediğimiz şey tamamen bizim uyanıklığımıza, yaratıcılığımıza kalmıştı. Elde hiç birşey yoktu ki. Gizli servis nedir, karşı-istihbarat nasıl yapılır, teknikleri nelerdir? Hiçbir birikimimiz yoktu o zamanlar.

– Kitabınızda da az çok bu, “yaratıcı acemilik” döneminden bahsediyorsunuz zaten. Fakat böylesine koşullarda dünyanın en donanımlı istihbarat örgütlerinden biri olan CIA’nın oyunlarını bozmanız olağanüstü bir başarı. Benim merak ettiğim, düşmanın kullandığı gelişmiş teknolojiyle nasıl başa çıktınız? Kullandıkları silahların çoğunu herhalde hayatınızda ilk kez görüyordunuz. Bu karmaşık araçlar sizi hiç çaresizliğe düşürmüyor muydu?

Elbette, tabiri caizse, “su kaynattığımız” zamanlar olmadı değil. Ancak bu günleri çabuk atlattık. O ilk saldırıların ardından elde ettiğimiz alet edevatı bir iki yıl içerisinde bu kez biz onlara karşı kullanmaya başladık…

– Kitabınızda operasyonlar sırasında ele geçirdiğiniz ilginç bir şifreleme aletinden bahsediyorsunuz. Aynı anda birkaç ayrı şifrelemeyi ve şifre açmayı yapabilen bir aletten…

Evet yani, şimdi sizin bahsettiğiniz hangisiydi bilemedim ama buna benzer bir dolu ekipman ele geçiriyorduk. Hani şimdi televizyon dizilerinde, filmlerde falan görüp hayret ediyorsunuz ya? Acayip, anlaşılmaz üstün aletler falan. İşte biz de o günlerde aynen bu durumdaydık. Bunlarla nasıl mı başa çıktık? Şöyle açıklamaya çalışayım: Hani kitaplarda, dizilerde bölümler vardır. Birinci bölüm, ikinci bölüm gibi. Her bölüm bir aşamadır; bir sonraki bölümü hazırlar, temelini kurar. İşte bizim çalışmamız da bu şekilde, tabii biraz da el yordamıyla sistemleşti. Sonuçta bu aletler bizim için sır olmaktan çıktı. 1970’lerin sonunda çok ilginç bir alet ele geçirmiştik. Belki sizin hatırladığınız o alet. Amerikalılar Kübalı karşı-devrimcilere Havana’daki ABD Çıkarları Ofisi kanalıyla doğrudan CIA merkeziyle irtibat kurabilsinler diye geliştirilmiş, uydu sinyalleriyle çalışan bir cihaz. Çok küçük bir aletti. Mesajınızı cihaza kaydediyorsunuz, ABD ofisinin çevresinde, binayı gören bir yere gidiyorsunuz, mesajı sinyalle ofise aktarıyorsunuz, aynı anda da size gelen bir mesaj varsa onu alıyorsunuz. Tabii bu ilk kez karşılaştığımız bir teknolojiydi; Anında uydu kullanımının devreye girmiş olmasını kastediyorum. ABD Ofisi üzerinden doğrudan Washington’a, CIA merkezine bağlanıyordunuz. Araba içerisinde de kullanılabiliyordu. Yani arabayla ABD Ofisi’nin yanından şöyle bir geçmeniz yeterli. Biz de başladık tabii aynısını kullanmaya. Tabii artık tüm bunlar demode oldu. Artık oturduğunuz yerden dünyanın her yerine ulaşabiliyorsunuz. Ama o zaman için oldukça pahalı ve karmaşık şeylerdi. Şimdi uydular, internet vesaire… Zaten pek gizlilik diye bir şey de kalmadı…

KENNEDY SUİKASTI

– Bu operasyonlar sırasında pek çok isim, örgüt vs. belirlemiştiniz. Bunların bir bölümünden kitabınızda da söz ediyorsunuz. Benim dikkatimi çeken, Fidel’e karşı girişilen komplolara adı karışan, ele geçirdiğiniz bu adlarla, Kennedy suikastına adı karışmış olan kişi ve örgütlerin bağlantılı olduğunu ortaya çıkarmış olmanız. ABD Senatosu’nda kurulan Select Komitesi de sanırım 1970’lerde sizin bilginize başvurmuştu…

Select Komitesi; 1976’da. Aslında bu konunun araştırılması için farklı zamanlarda üç ayrı komisyon oluşturmuşlardı. ABD Senatosu’nda Church Komitesi, Rockfeller Komitesi ve bir de Temsilciler Meclisi’nde oluşturulan Select Komitesi…

– Select Komitesi sizi davet mi etmişti? Yoksa ben mi yanlış biliyorum…

Hayır, hayır yanlış. Ben o sırada Küba gizli servisinin başındaydım. Böyle bir davet zaten olamazdı. Ama şöyle oldu: Select Komitesi’nin Küba Devleti’nden resmen istemiş olduğu adları ve belgeleri ben hazırlayıp onlara gönderdim. Yani, Küba Devleti olarak. Kişi veya gizli servis başkanı olarak değil… İstenen raporlar benim bürom tarafından yazıldı.

– Ama bu belgelerin kimin tarafından hazırlandığından haberleri vardı herhalde. Bunu bu şekilde talep ettiler ve de kabul ettiler. Soruşturmalarında kullandıkları sizin gönderdiğiniz bilgilerdi bunu biliyorlardı tabii. Doğru mu?

Evet. Öyle de diyebiliriz. Ancak doğrudan bana gelen bir talep ya da benimle doğrudan bir bağlantı söz konusu değil. Talebi, Başkumandan Fidel Castro’ya yapmışlardı. Ancak şöyle oldu: Daha sonraki yıllarda, 1995’te, ki o zaman da halen gizli servisin başındaydım, biri Bahama Adaları, diğeri de Brezilya’da düzenlenen iki ayrı uluslararası akademik seminere bu konuda konuşma yapmak üzere resmen davet edildim ve bildiklerimi belgeleriyle birlikte orada anlattım. Bu seminere katılan ABD’li akademisyenlerle de ayrıca görüşmelerim oldu. Fakat tekrar vurgulayayım, bunlar ABD hükümetinin dışında, sivil ilişkilerdi. Yani görevli olduğum sürece ABD Senatosu ya da hükümet yetkilileriyle resmi bir görüşmem olmadı, olamazdı da zaten.

– Peki. Bugüne gelelim. ABD, CIA halen Küba politikasında bir değişiklik yapmış değil. Tek değişen yöntemleri. Ancak Devrim liderlerine yönelik doğrudan suikast planlarını herhalde artık askıya almış durumdalar. En azından bir süredir böyle bir komplonun peşinde değiller. Bu doğru mu?

Hiç kuşkusuz ki şu anda ABD Elçiliği’ne yeniden dönüşmüş olan, sizin de bildiğiniz eski elçilik yani, ABD Çıkarları Ofisi’nde bir CIA-COST birimi harıl harıl çalışıyordur.

– COST, ne oluyor?

Bu, CIA’nın “istasyon” adı verilen bir üst şube örgütlenmesi. İngilizce açılımı, “Chief of Station” oluyor…

– Peki yani şimdi bile eğer fırsatını yakalarlarsa sizce Fidel’i öldürmeye teşebbüs ederler mi?

Hayır, buna ihtimal vermem. Gerçi, emekli olalı 20 yıl oldu. Bugün ne düşündükleri konusunda bir yorum yapacak durumda değilim. Ama dediğim gibi, bunu düşünmeleri için artık bir neden göremiyorum. O zamanlar durum farklıydı.

– Yani artık liderleri öldürme takıntısından kurtuldular. Çünkü bu iş bir ara gerçeklikten kopmuş, iyiden inada dönmüştü. Ama halen rejim aleyhinde çalışmayı sürdürüyorlar ve bu yüzden de tehdit oluşturmaktalar.

Evet, tabii ki. Buna hiç kuşku yok. CIA’nın şu an dünya yüzünde yürütmekte olduğu faaliyetlerin benim zamanımdakileri 500 kat geçtiğinden emin olabilirsiniz. Basit bir örnek, şu anda onların İngilizce “case officer” olarak adlandırdıkları, yalnızca belirli bir konu ya da alan veya ülke üzerinde odaklanmış kadrolu görevli ya da işbirlikçi sayısı benim zamanımdakileri kat be kat aşmış durumda…

14 BİN KÜBALI ÇOCUK ABD’YE KAÇIRILDI

– Kitabınızda, Kübalı çocukların Devrim’in ilk yıllarında ABD’ye kaçırılmasıyla ilgili dehşet verici bir diğer olaydan bahsediyorsunuz. Bu nasıl örgütlendi?

Bir kere bunun başını çeken bizzat, Küba Katolik Kilisesi. Tabii Küba burjuvazisi, oligarşi de büyük destek verdi bu operasyona. Öte yandan CIA, yani ABD hükümeti, başından beri bunun örgütleyicisiydi. Olay şu şekilde gelişti: Önce Küba Devrimci Hükümeti adına sahte bildiriler basıp halka dağıttılar. Bildirilerde bundan böyle çocukların ana baba vesayetinden alınarak tamamen devletin vesayetine verileceğine dair yeni bir kanun çıktığı yalanı yazılıydı. Ayrıca kiliselerin de vaftiz işlemleri yasaklanacaktı, bu bildiriye göre. Tabii tahmin edileceği gibi aileler büyük bir paniğe kapıldılar. 14 binden fazla çocuk bu yalanla ABD’ye kaçırıldı. Nasıl mı? Şunu göz önüne alın: Olay 1960’da tezgahlanıyor. O zaman ABD’yle henüz ilişkiler kopmamıştı. ABD’yle Küba arasındaki ulaşım, uçak seferleri normal bir şekilde sürmekteydi. Kilise, çocukları güya ABD’ye, eğitime, gezmeye, kampa vs. diye uçaklara doldurup doldurup götürmeye başladı. Görünürde anormal bir durum yoktu. Doğrusunu isterseniz biz de biraz geç uyandık duruma, yani kilisenin böyle birşey yapacağı kimin aklına gelir ki? Zaten aileler de kendi rızalarıyla çocuklarını kiliseye teslim ediyorlardı. Ne diyebilirsiniz? Gerçek şu ki, zaten Kübalıların ruhuna işlemiş o klasik antikomünist propaganda yoğun bir biçimde devreye sokulmuştu. Yani mülkiyet elden gidiyor, çocuklara da devlet el koyacak şeklinde. Tabii bir de o sahte broşür ortalıkta dolaşmaya başlayınca insanlar müthiş tedirgin oldular, özellikle de küçük burjuvalar, orta sınıflar böylesine bir yalana inanmaya dünden hazırdı ve hiç olmazsa çocukları kurtarmak(!) için kilisenin yalanına teslim oldular. Çocuklarının ABD’ye kaçırılmasına göz yumdular. 14 bin çocuk! Düşünebiliyor musunuz? Zaten Küba’nın nüfusu neydi ki o yıllarda? Oranlarsanız oldukça ciddi bir rakam olduğunu görürsünüz. Küba açısından yıkıcı bir olaydır. CIA, bu işi oldukça dikkatli ve profesyonelce yönetti. Doğrusu Katolik Kilisesi de üzerine düşeni hakkıyla(!) yerine getirdi. Müthiş bir ideolojik kampanyayla da CIA, bu işin üstünü örtmeyi başardı. Aileler komünizmden kurtarıyoruz diye kendi öz çocuklarını bilmeden sonsuzluğa teslim ettiler.

– Bu çocuklar bir daha geri dönmedi mi?

Hayır. Orada kaldılar. Daha doğrusu, “kaybedildiler!” Yani, bunların ana babaları daha sonra çeşitli yollardan ABD’ye gitmelerine rağmen çocuklarının izini bulamadılar. Çünkü çocukları orada karşılayan ABD Katolik Kilisesi onları farklı farklı eyaletlere, kentlere, kasabalara koskoca ülkenin dört bir yanına dağıtmıştı ve üstelik de tümünün kimliklerini değiştirmişti. Yani artık kilisenin arşivlerine girilmeden, ki orada kayıtların varlığı ve doğruluğu da şüpheli, çocukların izini bulmak mümkün değildi. Zaten çocuklar muhtemelen tümüyle ailelere evlatlık olarak dağıtılmışlardı. Tabii sahte kimliklerle. Ne yeni aile, ne de çocuğun kendisi artık gerçek kimliklere ulaşabilirdi. Kısaca, 14 bin Kübalı çocuk CIA ve Kilise’nin işbirliğiyle bu şekilde kaybedildi.

– Bu operasyona ilginç bir de isim takmışlar…

Evet. Peter Pan Operasyonu! Olayı tüm detaylarıyla anlatan bir kitap da yayımlandı. Devlet yayınevlerinden biri tarafından basıldı…

– Evet, aldım o kitabı. En kısa zamanda Türkçeye çevirmeyi planlıyorum. Emperyalizmin kirli yüzünü sergilemek açısından son derece önemli. Son bir sorum daha olacak. Çalışmanız sırasında bu işleri çeviren CIA ve ABD Mafyası’nın bizzat ABD iş çevrelerince maddi olarak desteklendiğine dair somut veriler elde ettiniz mi?

Evet. Bu bilgiler, belgeler “çok gizli” kaydıyla devletin arşivlerinde duruyor…

– Bu söylediğinizin gizlilik süresi halen devam ediyor mu?

Bu bilgilere artık internetten ulaşılabiliniyor. Artık hiçbiri gizli değil. Yani “çok gizli”, bunların sadece tasnif ediliş halidir, yoksa artık gizliliği falan kalmadı. “National Security Archives” şeklinde arayacaksınız. Yöneticisinin adı, Peter Kornbluh[7]. Internette onun web sayfasına girdiğinizde de kolaylıkla görebilirsiniz. Aynı şekilde, internette “Church Komisyonu Raporu”na da ulaşmak mümkün. Aynı bilgiler orada da var. Bu raporda özellikle Fidel Castro’ya karşı düzenlenen 8 suikast girişimi bütün detaylarıyla mevcut. Nasıl organize edildi, kimler tarafından finanse edildi, nasıl yürütüldü, kimler rol aldı vs. herşeyi orada, bizzat CIA tutanaklarından okuyabilirsiniz.

– Peki finanse eden büyük tekellerin adlarını açıkça yazmışlar mı?

Evet, elbette. Bunlardan biri, ITT örneğin. Şunu unutmayın ki Devrim öncesinde Küba’nın ulusal varlığının hemen hemen yüzde 90’ı yabancıların malıydı. Yalnızca ABD firmaları değil. Çok çarpıcı bir örnek vereyim: Havana’daki gaz şirketi ve toplu taşım şirketinin sahibi, aynı zamanda bir ABD vatandaşı olan, Brezilya’nın Küba büyükelçisiydi. Devrim, tüm bu mülkiyet ilişkilerini alt üst etti. Dolayısıyla da bunlar, eski mallarına kavuşmak için devrimci hükümete karşı girişilen bütün eylemlere maddi destek verdiler. Mafya’nın bu işlere bulaşmasının nedeni de aynı. Küba’daki tüm işlerini kaybetmişlerdi; kumar, kaçakçılık, fuhuş… Bu yüzden de yalnızca maddi destek vermekle kalmayıp katillerini de karşıdevrimci girişimlerin hizmetine verdiler. Bunu detaylarıyla yazan bir kitap var; İngilizcesi de bulunuyor. Adı, “The Mafia in Havana: A Carribean Mob Story”. Yazarı bir Kübalı, Enrique Cirules. Bu çıkar ilişkilerini mükemmel bir şekilde açıklıyor. Ben de zaten gizliliği kalkan, internette ulaşılabilen verileri yazıyorum. Yani aslında kimsenin bilmediği gizli saklı şeyler değil bunlar. Ancak ilgi az…

– Özetleyecek olursak, bu olanlara CIA ya da ABD hükümeti içerisinde görevli üç beş manyağın delilikleri olarak bakmak yerine tüm bunların emperyalizm tarafın oldukça detaylı planlanmış bir saldırının parçaları olduğunu söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle! Zaten o yüzden yazarken de, bunlar Kübalıların uydurması demesinler diye onların kendi arşivlerini, araştırma raporlarını hep esas aldım. Yazdığım herşey belgeli ve bizzat düşmanın kendi belgeleri. Küba Gizli Servisi olarak kendi topladığımız bilgiler, belgeler aslında bunların kat be kat fazlası ama ben yalnızca onların ulaşabildikleri ya da zaten bilip de artık kimseden saklayamaz hale geldikleri bilgileri yayımlamakla yetiniyorum, ki bunlar bile -sizin de gördüğünüz gibi- yeterince dehşet verici…

– Sayın Escalante, zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Acil bitirilecek işlerinizin olduğunu biliyorum. Sizi daha fazla oyalamayayım.

Asıl ben teşekkür ederim. Umarım kitap Türkiyeli okurlar için aydınlatıcı olur. Sizinle nasılsa ileride de görüşürüz…

Fabián Escalante’yle görüşmemiz burada bitiyor. Zaten tahminimizin ötesinde oldukça uzamıştı. Fabián’ın acelesi var, çünkü bir gün sonra, sabahın köründe Nikaragua’ya hareket edecek. “Ben yaşlı bir adamım”, diyor gülümseyerek, “Malum, doktor kontrolü, reçete filan; Yarın erkenden doktor randevularım var”. Aceleyle vedalaşıyoruz. Neden sonra birlikte bir fotoğrafımızın bile olmadığı aklıma geliyor. Hayıflanıyorum. Javier, teselli ediyor, “Merak etme”, diyor, “Artık yakın dost oldunuz. Nasılsa ileride birlikte fotoğraf çektirme fırsatınız olur”. Ardından da Fabián’la ilgili pek kimsenin bilmediği şu anekdotu aktarıyor:

“… Bu olayın orda burda anlatılmasından pek hoşlanmaz, çünkü onbinlerce devrimcinin başından geçmiş olağan şeylerden biridir o yaşadıkları onun için. Yani ödenen olağan bir bedel. Bu yüzden de öyle övünülecek, kendine pay çıkartılacak bir şey olmadığını düşünür. Olay şu: Batista karşıtı eylemleri esnasında son yakalanması oldukça talihsiz bir zamana denk gelir. 1958’in son günleri. Yani dağlardaki gerilla savaşının, kentlerde de yeraltı mücadelesinin zirveye çıktığı dönem. Fabián, bir yanda işkenceye direnmeye çalışırken, diğer yandan da sıcak mücadelenin içerisinde yer alamamanın hırsını içinde duymaktadır. Belki de bu hırsı sayesinde işkenceye direnir. Sonunda işkencecisini pes ettirir. Artık onun çözülmeyeceğine kanaat getiren işkencecisi son gece, günlük olağan işkence “mesaisi”ni tamamladıktan sonra keyifsiz, hücresine gelir, “Bana bak sıska!” der -ki, o zaman Fabián günler süren eziyetlerin sonucunda gerçekten bir deri bir kemik kalmıştır-, “Benden bu kadar. Senden bir bok çıkmaz. Yukarıdan da emir geldi, artık burada fazlalıksın. Şimdi senin işini bitirecektim fakat bugün çok yoruldum. Leşinle uğraşacak halim kalmadı. Bu yüzden bir gece daha yaşamana müsaade ettim. Bak bu kıyağı kimseye yapmam ha, bunu bilesin. Ama yarın sabah gırtlağını büyük bir zevkle kesmek için erkenden burada olacağım. Anladın mı?” Yani, aşağı yukarı böyle konuşur işte. Tüm sefil insan müsveddeleri gibi… Tarih, 31 Aralık 1958. Ertesi sabah Fabián, yarım yamalak uykusundan büyük bir gürültüyle uyanır. Önce, o sadist herifin kasten gürültü yaparak onu öldürmeden önce iyice bir korkutmak istediğini düşünür. Ancak hemen sonra gürültünün kazmalarla, balyozlarla kırılmakta olan duvarlardan geldiğini ayırdeder. Kısa bir süre sonra da insan uğultuları, sevinç çığlıkları ortalığı sarar. Diktatör Batista’nın don paça ülkeden kaçmasının ardından ordu ve polis tamamen çözülmüş, halk ayaklanarak hapishaneyi basmıştır. Nice yurtsevere, devrimciye mezar olmuş hapishane kısa bir sürede halkın kazmaları ve öfkesiyle taş taş üstünde kalmamacasına, içerisinde yaşatılan onca acıyla, dökülen onca kanla birlikte tümüyle yerle bir edilecektir. Tarih, 1 Ocak 1959…. Kendisine bir gece önce ölüm randevusu veren zavallıysa sırra kadem basmıştır elbette. Bir daha hiç karşılaşmazlar. Halen sağ mıdır, değil midir? Daha da önemlisi, ola ki sağdır, bir gün karşılaşsalar adamın suratının nasıl bir hâl alacağını hep merak eder Fabián, gülümseyerek. Gülümser çünkü, o sefil yaratığın elinden kurtulanlar sayesinde kurulmuş olan yeni hayatın herkese eşit dağıttığı nimetlerden nasıl da utanmadan yararlanmakta olduğuna bakıp da epeyce şaşıracağından emindir…”

Bu anektodu, Fabián’nın iznini almadan aktarıyorum. Aktarılması gerektiğine inandığımdan. Hem zaten bunu bana anlatan da kendisi değildi…

[1] Sosyalist Devrim öncesi Küba Cumhuriyeti tarihinde, komünist hareketin dışında, birbirinin içinden doğan iki önemli muhalif politik akım/parti öne çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, içerisinde pek çok sosyalist devrimcinin yetiştiği, kısaca Otantikler diye anılan (Partido Revolucionario Cubano-Auténtico) ve diğeri, yine bu partinin içerisinde doğarak 1947’de partiden ayrılıp kendi politik partilerini kuran, Ortodokslar (Partido del Pueblo Cubano-Ortodoxo). Fidel Castro, Raúl Castro gibi daha sonra “26 Temmuz Hareketi”ne önderlik edecek olan kadroların bir bölümü bu ikinci partinin gençlik örgütlenmesi içerisinde yetiştiler. Otantik ve ortodoks sözcüklerinin tam Türkçe karşılıkları göz önüne alındığında, gerçek ve doğru, bu politik hareketlerin neden kendilerine bu adları taktıkları daha iyi anlaşılır: Gerçek Devrimciler ve Doğruyu “Söyleyenler”, gibi. CD.

[2] Raúl Roa García: Bireyleri, Küba’nın İspanyol sömürgeciliği ve ABD emperyalizmine karşı mücadelesinde fiilen savaşan bir aileden gelen, 1907 doğumlu Raúl Roa’nın tüm yaşamı da tıpkı aile büyükleri gibi devrim mücadelesine adanmıştır. Roa aynı zamanda da Küba’nın yetiştirdiği önemli kültür ve bilim insanlarından biridir. Sosyalist Devrim öncesinde üniversitede, demokratik hükümetlerde ve çeşitli yerüstü, yeraltı örgütlenmelerinde çalıştı. 1930’da yazdığı, Devrimci Öğrenciler İçin Rehber (Directorio Estudiantil Revolucionario) Küba’daki sosyalist mücadelenin temel kaynaklarından biri olarak bilinir. Diktatörlüğe karşı silahlı mücadelenin tek çıkar yol olduğunu savunmuştur. 1933’te, Machado diktatörlüğünün çökertilmesinde önemli rol oynayan genel grevin örgütlenmesinde öncü görev üstlenenler arasındadır. Sosyalist Devrim’in hemen sonrasında dışişleri bakanlığı görevini üstlendi ve 1976’ya kadar, 17 yıl bu görevi yürüttü. Raúl Roa, bugün Küba’nın ABD emperyalizmini dize getirmesinde önemli rol oynayan, Latin Amerika ülkelerinin emperyalizme karşı ekonomik ve siyasi bir blok oluşturması politikasının ilk mimarlarındandır. Roa, 1982 yılında 75 yaşındayken hayatını kaybetmiştir.

[3] César Escalante Dellundé (1915-1965). Fidel, Küba Devrimi’nde önemli görevler üstlenmiş olan bu ailenin önde gelen komünist üyeleri, César ve Aníbal Escalante’den (1909-1977) övgüyle söz etmektedir. Fabián’ın amcası Aníbal Escalante Dellundé 1960 sonrası, sosyalizmin inşası sürecinde her ne kadar Devrim’in ilkeleriyle ters düştüğü konusunda ciddi eleştiriler almış hatta karşı devrimcilikle suçlanarak hapse mahkum edilmiş olsa da Fidel’in gözünde hiçbir zaman değerini yitirmedi (“In Conversation With Fidel”, Ignacio Ramonet, Cuban Council of State Publications, Havana, 2008, sf. 45-246). Amcasının başından geçen bunca olumsuzluk Fabián’nın gizli servis içerisindeki yükselişini ve sonunda da generallik rütbesine layık görülmesini engellemedi. Fabián Escalante örneği, Küba Devrimi’nin özgün karakteristiklerindendir.

[4] Harold Adrian Russel “Kim” Philby (1912-1988): 1963’te, KGB’yle olan ilişkisi ortaya çıktığında Sovyetler’e sığınarak ömrünün geri kalan bölümünü burada tamamlayan, “soğuk savaş” yıllarının ünlü İngiliz istihbarat subayı.

[5] Birleşik Devrimci Örgütler-ORI (Organizaciones Revolucionarias Integradas): Popüler Sosyalist Parti, 13 Mart Devrimci Önderliği ve Fidel Castro’nun lideri olduğu, 26 Temmuz Hareketi. Birlik, 26 Mart 1962’de, Küba Birleşik Sosyalist Devrim Partisi-PURSC (Partido Unido de la Revolución Socialista de Cuba) adını aldı. Daha sonra da, 3 Ekim 1965’te partinin adı, Küba Komünist Partisi-PCC (Partido Comunista de Cuba) olarak değiştirildi.

[6] 50 Años de Agresiones Contra Cuba, Fabián Escalante’nin henüz bir başka dile çevilmemiş olan yeni kitabıdır.

[7] Peter Kornbluh, Küba arşivlerinin yanı sıra, Şili ve Nikaragua ile ilgili arşivlerin yayımına da önayak olmuştu.

İNGİLTERE DOSYASI : ‘İngiltere eski Başbakanı Blair yargılanabilir’


İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’e Irak’ın işgali ve istihbarat yalanları nedeniyle yargı yolu açılıyor.

İngiltere İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn, İngiltere’nin Irak işgalindeki rolünün zamanla açığa çıkacağını belirterek zamanın İşçi Partili Başbakanı Tony Blair’in İngiltere’yi yalan iddialar üzerine savaşa sokmasından dolayı yargılanabileceğini söyledi. Corbyn, "Blair’in, Saddam Hüseyin’in 45 dakika içinde savaşa hazır hale getirilebilen kimyasal ve biyolojik silahları olduğu iddiasının yalan olduğunu görmekteyiz" açıklamasında bulundu. Jeremy Corbyn, Temmuz ayında Chilcott Komisyonu tarafından yayımlanacak belgeler hakkında “Ama biz savaşa gittik. Chilcott raporu birkaç haftalık zaman içinde yayınlanacak ve bence zaten bildiğimiz, bilmemiz gerekenleri söyleyecek. Kitle imha silahları yoktu, 45 dakika içinde saldırı kabiliyeti yoktu ve Bush’la önceden bir anlaşma yapılmıştı.” ifadelerini kullandı.

YASADIŞI SAVAŞ

Corbyn, Salı günü, London School of Economics’te sol görüşlü akademisyen ve Ed Miliband’ın babası Ralph Miliband onuruna yaptığı konuşması sırasında Blair’in liderlik ettiği İşçi Partisi hükümetini eleştirdi. Corbyn “Bence Irak yasa dışı bir savaştı, şu konuda eminim ki, aslında (Eski BM Genel Sekreteri) Kofi Annan bunun yasa dışı bir savaş olduğunu doğruladı ve bu yüzden kendisi bunu açıklamalı. O, (Tony Blair) bunun için yargılanır mı, bilmem. Yargılanmalı mı? Muhtemelen” dedi. Corbyn, geçtiğimiz sene İşçi Partisi liderliği için yarışırken de Tony Blair’in Irak İşgali üzerinden savaş suçları nedeniyle yargılanabileceğini söylemişti.

SUÇUNU İTİRAF ETTİ

1997 ve 2007 yıllarında İngiltere Başbakanı olan Tony Blair, ABD ile birlikte Irak’ı işgal etmişti. Irak savaşının öncesinde ve sırasında alınan kararları soruşturmak amacıyla, İngiltere Başbakanı olan Gordon Brown’ın talimatıyla 2009 yılında bir komisyon oluşturmuştu. John Chilcott başkanlığındaki beş kişilik komisyon, 2001-2009 yılları arasındaki olayları inceleyerek geniş çaplı bir rapor hazırladı. 18 ay içerisinde tamamlanması beklenen bu raporun yayımlanması birçok gerekçeyle defalarca ertelendi. Komisyonun kamuoyunda anılan ismiyle “Chilcott raporu”nun önümüzdeki günlerde yayımlanması bekleniyor. Eski İngiltere Başbakanı geçtiğimiz Ekim ayında Irak’ta istihbarat ve planlama hataları yaptıklarını ve DAEŞ’in ortaya çıkmasına sebep olduğunu söyleyerek suçunu itiraf etmiş ve İngiliz halkından özür dilemişti.

KİTAP TAVSİYESİ : LİSTE /// Gerçek, devletin puslu koridorlarında


Devletin zirvesinin katıldığı güvenlik toplantısında bir istihbarat polisi öldürülüyor. Katil, polisin elindeki dosyayı alıp kaçıyor. Köşkün kapıları kapatılıyor, başbakan dâhil herkes şüpheli oluyor. Dedektif Çavlan katile ve listeye ulaşmaya çalışıyor.

Gazeteci Timur Soykan’la yeni romanı ‘Liste’yi, Radikal’in istihbarat masasında yıllarca birlikte çalıştığı meslektaşı Demet Bilge konuştu.(Fotoğraf: TUGAY SOYKAN)

Türkiye’de uzun zamandır “Bu kadarı filmlerde bile olmaz” denilen olaylar peş peşe yaşanıyor. Daha bir öncekinin analizi bile bitmeden, ikinci ve daha da hayret verici olanı çıkıyor ortaya. Bu dönemi, “Düşünebiliyor musunuz, devletin polis teşkilatı istihbarat teşkilatının çevresini kuşatacak… Silahlar çekilecek. Kurum direnecek ve elemanlarını güvenli evlerde saklayacak. Bunu hayal etsen edemezsin. O kadar fantastik. Bir polisiye yazarı için inanılmaz bir atmosfer var” sözleriyle özetleyen gazeteci Timur Soykan, ‘Liste’ adını verdiği yeni romanında gerçekle kurguyu bir araya getirerek dönemin net bir fotoğrafını ortaya koyuyor.

MİT’e çalışan bir cemaatçi
Liste’nin konusu özetle şöyle: “İstanbul’un tarihi köşklerinden birinde ‘Güvenli İstanbul’ toplantısı yapılıyor. Başbakan, MİT, Başsavcılık, Emniyet, Jandarma’nın en tepesindeki kişiler toplantıya katılıyor. Devlet bu toplantıyla gövde gösterisine hazırlanırken, köşkün tuvaletinde işlenen bir cinayet, tüm hesapları alt üst ediyor. Cemaat içinde MİT için çalışan bir istihbarat polisi öldürülüyor. Başbakan, Cinayet Büro Amiri Çavlan’ı tam yetkiyle görevlendiriyor. ‘Ben dahil herkesi sorgulayacaksın’ diyor. O sırada köşkte olan başbakan dahil olmak üzere herkesin şüpheli olduğu nefes nefese bir soruşturma başlıyor. Cinayet Büro Amiri Çavlan, sadece katili değil, öldürülen polisin yanında olduğu anlaşılan ‘liste’yi de bulmakla da görevlendiriliyor.”

Yarattığın katil vasıflı olmalı
Bundan sonrasında okuyucu kendini devletin puslu koridorlarında çok bilinmeyenli bir denklemin içinde buluyor. Timur Soykan, gazetecilik deneyimi ve kıvraklığını Türkiye’nin gerçekleriyle birleştirerek katilin ve listenin peşine düşüyor. “Kitapta derdim politik bir şeyler anlatmak değil. Bu bir polisiye. Okurun katili merak edeceği, ipuçlarını takip edeceği bir kitap. Devletin parmağı olduğu bir cinayet soruşturmasında neler yaşanıyor, soruşturmanın önü nasıl kesiliyor. Bunları anlatıyorum kitapta” diyen Soykan şöyle devam ediyor: “Bir polis teknolojik gelişmelerle nasıl soruşturma yürütüyorsa öyle bir yol izledim kitapta. MOBESE kayıtları, telefon görüşmeleri… Hepsi araştırılıyor. Ama ya devlet içinde bilgi edineceğin yerlere sızmış bir örgüt varsa ve önünü kesmeye çalışıyorsa… O zaman iş karmaşıklaşıyor. Güçlerin savaştığı bir çizgiye geliyor.

‘Liste’, bir ‘Katil kim’ kitabı. Aynı zamanda bir dönem polisiyesi. Ama burada beni heyecanlandıran, katilin devletin içinde farklı güçlerin içinde saklanan bir yerde duruyor olması. Devlet içinde yapılanmış pek çok örgüt olduğu için katili aramak yazar için de okuyucu için de keyifli bir hale geliyor. Bu cinayet bir kurgu. ‘Liste’, devletin karanlık labirentlerinde boğuşan bir dedektifin hikâyesini anlatıyor. Katil listeyi aldı ve kaçtı. Devletin içindeki farklı güçler listeyi arıyor. Kitap polisiye olarak şöyle bir özellik taşıyor: Bir soruşturma nasıl yürütülür. Eskiden polis sadece tanıkları dinlerdi. Sınırlı olanaklarla soruşturma yapıyor, insanlar ceza alıyordu. Günümüzde ise suç işleyen birinin yakalanamaması mucize. Cep telefonları, MOBESE’ler, HTS kayıtları, log kayıtları… Bir suçluyu yakalayamamak için çaba harcanması lazım. Bir polisiye yazarı için de zor. Çünkü yarattığın katilin, suçlunun da vasıflı olması lazım.”

Mesleğine ihanet edenlerin sürecini yaşıyoruz
Romanında bürokratların dünyasını detaylı bir şekilde anlatan Soykan’a göre şu an Türkiye’nin içinde bulunduğu süreçte mesleğine ihanet eden bürokratların büyük rolü var: “Türkiye çok büyük bir dönüşüm yaşadı, yaşıyor. Neredeyse 14 yıllık iktidarın yedi-sekiz yılını alsa da bu dönüşüm aslında kolay oldu. Herkesin aklında şu soru var: Devleti ele geçirmek bu kadar kolay olabilir mi? Bunun yanıtı insan zaafı. Devlet, bir suç işleyecekse buna ikna olacak karakterlerle dolu. Zaaflarıyla, yükselme hırslarıyla karakter zaaflarıyla o dönüşüme hizmet ettiler. Aslında yaşadığımız süreç mesleğine ihanet edenlerin sürecidir.”

MİMİKLERİ OLMAYAN BİR KARAKTER
‘Liste’nin ana karakteri Çavlan yüzünde ve yüreğinde derin bir ara izi taşıyor. Duygusal olduğunu anlıyorsunuz ama kitap boyunca bunu ortaya çıkarmıyor. Soykan, dedektif Çavlan’ı şöyle anlatıyor: “Edebi olmaya da çalıştım. Sonuçta her öykü, anlatılabilecek en iyi kurguyu en iyi kelimeleri arıyor. Burada asıl dert aslında o hissi insanın içinde yaratabilmek. O anlamda bütün karakterlerin edebi misyonu var. Örneğin Çavlan, dışarıdan baktığında yüzünde maske var gibi, duyguları olmayan belli etmeyen bir karakter. Ama içinde kendini yalnız, güçsüz ve kimi zaman çocuk gibi hisseden bir karakter… Bu tarz insanlar bence dünyanın en edebi insanları… Kendini ifade edemeyen insanlar… Onları incelemek, ruhunu çözmeye uğraşmak çok keyifli… İçinde pişmanlıkları olan biri. Kendini belli eden insanlara hayran olan ama bunu yapamayan bir adam. Çavlan’ın iyi bir dedektif olduğunu düşünüyorum. Mimikleri olmayan birini ana karakter yapmak zor ve güzeldi.”

LİSTE
Timur Soykan
Kırmızı Kedi, 2016
380 sayfa, 28 TL.

TARİH : GÖKTÜRK – MAYHAN UUL KURGANI


Mayhan Uul Kurganı

Üzgün erkekler ve kadınlar; önlerinden geçen tören alayı, atlı müzisyenler. Pişmiş topraktan 45 heykelcik… Yeraltına inen koridorun duvarlarında dev parslar, kutsal ağaçların altında ağlayan kadınlar. Bir Göktürk kağanına ait, bulunan ilk yeraltı mezarı… Moğolistan’ın başkenti Ulan Bator’un batısındaki Mayhan Uul Kurganı 7. yüzyıldaki Türklerin yaşam tarzı, sanatı, mimarisi, gömü geleneği ve dünyaya bakışı hakkında eşsiz bilgiler sağlıyor.

Göktürk kağanlarının “örgü (saray) yükseltip” örgülerine dokuz tuğ dikerek 200 yıl saltanat sürdükleri Altın Beşik, şimdiki Moğolistan’ın sınırları içinde yer alıyor. Göktürkler bu topraklarda binlerce değerli kültür mirası bırakmışlardı. Bunlardan biri de Mayhan Uul Kurganı’ydı. Kazakistan ve Moğolistan’ın 2011 yılında Prof. Kharcaubay Sartkojaulı’nın başkanlığında başlattığı ortak bir proje ile bu kurganda kazılar gerçekleştirildi.

Mayhan Uul Kurganı Orta Moğolistan’da, başkent Ulan Bator’un 210 kilometre batısında, Bulgan eyaletinde, adını aldığı dağın, Mayhan Uul’un (Çadır Dağı’nın) eteğindedir. Ayrıca, yine bu dağın eteklerinde, Mayhan Uul gibi yığma topraktan, kümbete benzer 12 kurgan bulunmaktadır; 7-10. yüzyıllar arasına tarihlenen bu anıtmezarların tümü Göktürklere özgü bir gelenek olarak bilinen hendeklerle çevrilidir.

Mayhan Dağı’nın güney eteğinde uzanan Ulan Hirem (Kızıl Kale) bozkırında ise, kalesiyle bu bozkıra adını veren bir ortaçağ kentinin kalıntıları bulunmaktadır. Mayhan Uul Kurganı’nın 20 kilometre batısında da bir eski Türk yazıtı olan Ar Hanan yer alır. Bu coğrafyayı şekillendiren bir diğer özellik ise kurganların 5 kilometre kadar doğusunda, kuzeye doğru akan Tola Irmağı’dır. Eski Türk yazıtlarında Tola Irmağı’nın adı “toﻻla” diye yazılıdır ve eski Moğolcada da “toﻻla” olarak geçer. Eski Türkçedeki anlamı gibi nehir kavislenerek yani menderesler yaparak ilerler.

Mayhan Uul Kurganı

Mayhan Uul Kurganı 34×36 metre çapında bir alanı kaplar ve yüksekliği 4 metreye ulaşır. Kurganı çevreleyen 110 metre çapındaki hendeğin bugünkü derinliği 50 santimetre kadardır.

Bir benzeri, 760 yılında “İl Etmiş Bilge Kağan” onuruna yapılan Mogoyn Şine Us Barıqın (Barıqın: anıt tapınak) yanındaki Örgöt Dağı’nın tepesinde bulunan bu tür kurganların, şekilleri bozmayacak bir yöntemle kazılmaları gerekiyordu. Kazakistan adına Kharcaubay Sartkojaulı ve Jantekin Kharjaubayulı ile Moğolistan adına Ayudayn Oçir ve Lhagvasuren Erdeneboldlar’ın katıldığı proje ekibi, özellikle bozkır arkeolojisinde pek fazla bilinmeyen, sadece yığma topraktan tepe şeklinde yapılan bu tür kurganlar için yeni bir kazı stratejisi geliştirme ihtiyacı duydu. Gerek yükseltiyi tahrip etmeyen, gerekse geniş alanları kazmadan anıtmezara ulaşmaya yönelik bir strateji geliştirildi ve anıtmezarın yapımı sırasında giriş çıkışı sağlayan, dromos adını verdiğimiz koridor tespit edilerek kazılara bu koridordan başlandı.

İlk olarak topoğrafik detaylara göre kurganın güney eteğindeki giriş koridorunun izi belirlendi ve onu tamamen dolduran toprak ve taş temizlendi. Uzunluğu 42 metreye ulaşan koridorun ilk 20 metresi yaklaşık 35 derecelik eğimle alçalıyordu. Düz ilerleyen son 22 metrede ise kenarların yıkılmasını engellemek için beş tane kemer yapılmıştı. Bu son bölümün inşası için önce aynı hizada 7,5 metre derinliğinde dört çukur açıldıktan sonra çukurların arasındaki toprak alttan tünel gibi delinerek birbirine bağlanmıştı. Bu sayede arada kalan kısımlar kemer şeklini almış ve kemerli bir koridor oluşmuştu. Anıtmezarı inşa edenler bu yöntem sayesinde hem hava ve ışık ihtiyaçlarını gideriyor, hem de kazılan toprakları buralardan çıkartıyorlardı.

Koridorun bütün duvarları samanlı bir harçla sıvanıp üzerine ince toprakla son kat çekilmiş ve resimlerle bezenmişti. Duvarlarda, 99,2 metrelik bir bölümü kaplayan, kırmızı ve siyah boyalarla yapılmış 45 resim açığa çıkarıldı. Bunların en büyüğü, ürkütücü bir şekilde tasvir edilen ve boyu 7,5 metreyi bulan pars betimlemesiydi. Kemerleri süsleyen resimler arasında oryantal üslupta tapınaklar, koruyucu boğa ve nilüfer çiçeği dikkati çeken diğer betimleri oluşturuyordu.

Koridorun eğimli kısmında iki pars, altı kırmızı bayrak ve sekiz farklı rütbe ve teçhizata sahip insan resimleri ile karşılaşıldı. Koridorun diğer yarısı da resimlerle kaplıydı. İlk çukurun bulunduğu yerde iki süvari ile koşumlu iki at; ikinci çukurda iki erkek betimi; üçüncüde yine iki erkek ve bir tazı ile dördüncüde dört erkek hizmetçi resmi bulundu. Oldukça net ve en ince detaya kadar özenle yapılan resimler niteliklerinin yanı sıra çok sayıda ve büyük boyutlu olmalarıyla da Moğol bozkırında bir ilki temsil ediyordu.

Töreni Anlatan Heykelcikler

Dördüncü çukurun bulunduğu kesimde bizleri bir başka keşif bekliyordu. Mezar odasına ulaşan koridorun duvarına açılan iki odacık (niş) ahşap bir kapı ile örtülerek tunç bir kilitle de kilitlenmişti. Dış yüzü düğmelerle süslü, 122х102 santimetre boyutlarındaki iki kanatlı kapının ardındaki bu odacıkların her birinde pişmiş topraktan 45 heykelcik bulundu. Kadın ve erkek betimlerinden oluşan, bazıları elinde bayrak tutan bir grup, yuvarlak bir dönüşe sahip kenarlara paralel dizilmişlerdi. Odacığın ortasında ise at üstünde müzisyenler, zırhlı at, deve, tanımlanamayan bazı hayvan ve tazı heykelcikleri yer alıyordu. Olasılıkla gömü törenini canlandıran bu eserler Mayhan Uul Kurganı’nın bir başka gizemini ortaya koyuyordu.

Mezar Odası

Kurganın ana bölümünü oluşturan mezar odasının girişine ulaştığımızda, mezarı soygunculardan ve mezar kapatılırken koridora doldurulan topraktan korumak için örülmüş bir taş duvar ile karşılaştık. Duvarın yanı sıra girişte, koruyucu olarak birçok yırtıcı hayvanın karakteristik yanlarını kendinde toplayan iki mitolojik hayvan ile iki zırhlı insan heykeli yer alıyordu. Boyalarla renklendirilen bu pişmiş topraktan insan heykelcikleri, varlıkları kadar oldukça detaylı işlenmiş yüzleriyle dikkat çekiyordu.

Heykellerin ardında, mezar odasının ahşaptan, kilitli kapısına ulaşıldı. Ne yazık ki çöken toprak kapıyı tahrip ettiği gibi mezar odasının zeminindeki tüm buluntuları örtmüş ve odayı 1,5 metre yüksekliğe kadar doldurmuştu. Odanın eni ve boyu 4 metre, yüksekliği ise 4,5 metreydi. Temizliği tamamlandıktan sonra odanın batı kenarında ahşap bir tabut, doğusunda ise ahşap eşyalar açığa çıkarıldı. Yamuk biçimde, iki kat tahtadan yapılan tabutun içinde, 80×35 santimetre boyutunda bir kutu vardı. Dört kat farklı bezle sarılan kutunun içinde altından yapılmış eşyalar ile karşılaşılırken, kutunun yanında duran bez torbanın içinde de 45 adet altından Bizans ve yerel üretim sikke bulundu. Göktürk geleneklerine göre yakılan ölünün külleri ise ahşap bir kutuya konulmuştu.

Bulunan eşyalar arasında taç, altın bardak ve kemer plakalar olasılıkla gömü töreni için yapılmamış, mezar sahibinin yaşarken kullandığı eşyalardı. Koridorda olduğu gibi mezar odasının duvarları da büyük boy resimlerle kaplıydı. Yanında erkek ve kadın bulunan kutsal ağaç resmi beş ayrı yeri süslüyordu. Yüzleri hüzünlü olarak betimlenen insanlar arasındaki bir kadın figürü de elinde mendile benzer bez parçasıyla ağlar şekilde çizilmişti.

Yazılı bir belgeye rastlanmayan mezarın gerek yapım şekli, gerekse açığa çıkarılan buluntular değerlendirildiğinde Göktürk yöneticilerinden birine ait olduğu anlaşılmaktadır. Tabuttan çıkan Bizans sikkelerine göre 7. yüzyılın ortalarında yapıldığı anlaşılan kurgan Göktürk yöneticilerine ait, bugüne kadar bulunan ilk mezar. Toplam 560 ahşap eşya, pişmiş topraktan heykelcikler, altın eşyalar, süslemeler ve duvar resimleri gibi çeşitli buluntular yine 7. yüzyılda bu bölgede yaşayan Türklerin yaşam tarzı, sanatı, mimarisi, gömü geleneği ve dünyaya bakışı hakkında eşsiz bilgilere ulaşmamızı sağladı.

Prof. Dr. Sartkojauli KARCAUBAY

Avrasya Üniversitesi Türkoloji Enstitüsü Müdürü

Cantekin KARCAUBAY

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü. Tarih Bölümü’nde doktora öğrencisi

TERÖR DOSYASI /// TUNCA BENGİN : Silahları istihbarat örgütleri pazarlıyor


Tunca Bengin

Hakkari’de Super Cobra’nın düşürülmesinden sonra en kritik tek soru “Rus menşeli füzeler PKK”nın eline nasıl geçti? Buna dönük öngörüler ise çok farklı. Örneğin bu durumu “PKK’ya doğrudan bir destek göstergesi” diye yorumlayan da var, yabancı istihbarat örgütlerinin hedef şaşırtması olabileceğini söyleyen de. Dahası PYD üzerinden PKK’ya aktarıldığını savunanlar da mevcut. Yani olayda silah ve tetikçi belli ama silahların kaynağı her zamanki gibi “meçhul” kalmaya aday. Niyesini Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı İsmail Hakkı Pekin şöyle özetliyor:

– Rus menşeli olması Rusya verdi anlamına gelmez. Varşova Paktı dağıldıktan sonra Doğu Avrupa ülkelerinde, Doğu Almanya’da o kadar çok silah vardıki örneğin bizde de Kaleşnikof, Kanas (SVD) ve Doçka (DŞK) var, hepsini de tütün ve çay karşılığı Beyaz Rusya’dan aldık. Yani bunları heryerden, özellikle de Ortadoğu’daki pazardan çok rahat bulabilirsiniz.

– Devletler direk vermez, silah kaçakçılarını organize eden istihbarat örgütleri var. Onların bilgisi olmadan PKK’ya silah gitmez, kaçakçılık olmaz. Çünkü silah tüccarlarını devreye sokan istihbarat örgütleri bu işten haraç, pay alıyorlar. Dolayısıyla da bölgedeki istihbarat çalışmaları ve çatışmaların finansmanlarını bu şekilde silah kaçakçılarından sağlıyorlar.

O nedenle istihbarat örgütleri satılan silahların nereye gittiği ve ne amaçla kullanıldığını mutlaka bilir.

– Bütün ülkeler silah satarken bunların 3. ülkelere verilmemesi ya da verilirken kendilerine sorulması konusunda anlaşma yaparlar. Çünkü son tahlilde silahın kime gideceği en son kullanıcısının kim olacağını bilemezsiniz. Onun için çok titiz davranırlar özellikle de bu hava savunma silahları konusunda. Ama PYD’nin ısrarı karşısında ABD’nin verdiğini sanıyorum çünkü PYD’ye yönelik Suriye’nin hava taarruzları da vardı. Tabi ABD şimdi çıkıpta ben oraya şunları verdim demez…

Soruyoruz Pekin’e;

Bunları bizim istihbaratımız bilmez mi?

“Bilmesi lazım…”

Suriyeli sığınmacılar seçmen olacak

2014-2015’deki “Bir oyun en kıymetli olduğu” dört seçimde de Suriyeli sığınmacıların oy kullanıp kullanmayacağı çok tartışıldı. O nedenle de her seçim öncesi ve sonrasında başbakan yardımcıları ya da ilgili bakanlara onlarca soru önergesi yöneltildi. Hepsine gelen yanıtlarda ‘kullanmayacak, kullanmadı” oldu. Dolayısıyla da bu konu kafa bulanıklığı olarak kaldı. Şimdilerde ise bu tartışma evrildi ve Suriye’deki iç savaşın başlangıcı kabul edilen 15 Mart 2011 tarihinden itibaren Türkiye’ye akın eden yaklaşık 3 milyon mülteciden ne kadarı Türk vatandaşlığına kabul edildiye döndü. Çünkü Türk Vatandaşlığı Kanunu’na göre;Türk vatandaşlığını kazanmak isteyen bir yabancı için öngörülen “5 yıl kesintisiz ikamet şartı” doldu. Yani şehir efsanesi gerçek olabilir ya da oluyor. Nitekim CHP Gaziantep Milletvekili Akif Ekici de, İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesinde 5 yıl kesintisiz ikamet şartını tamamlamayarak Türk vatandaşlığına başvuran ve başvurusu kabul edilen, ayrıca evlilik yoluyla, evlat edinilme ile ya da doğumla Türk vatandaşlığı edinen Suriyeli sığınmacı sayısının açıklanmasını istedi. Henüz yanıt gelmedi ama Ekici’nin bu konudaki öngörüleri çok çarpıcı:

“Türkiye’de 3 milyon Suriyeli var. Bunun yaklaşık 1,5 milyonu ilk dönemde gelen insanlardır. Bunların içerisinde oy kullanma ehliyetine sahip olanlarda 1 milyon civarındadır.”

Tabi bu hepsine vatandaşlık hakkı verilmesi durumunda ortaya çıkacak bir tablo. Peki verilir mi? Bu soruya YSK’daki CHP temsilcisi Av. Mehmet Hadimi Yakupoğlu’nun verdiği yanıt ise şöyle:

“Vatandaşlık hakkını kazandıkları anda oy kullanırlar ona yapacak hiçbir şey yok. Ancak hepsine birden verilip verilmeyeceği belli olmaz. Çünkü vatandaşlık hakkı sadece beş yıla bağlı olan bir hüküm değil ama o kaynaktan oy kazanmak amacıyla ‘şartlar uygundur’ deyip verebilirler.O zamanda ‘niye verdin’ diyemeyiz.”

Özetle dememiz o ki; büyük olasılıkla önümüzdeki ilk seçimde Suriyeli sığınmacılar “seçmen” olacak, dahası parlamentoda Suriye kökenli bir milletvekilimizin olması da yakındır…

AMERİKA & NSA DOSYASI : ABD istihbaratı Millî Gazete’yi satır satır arşivlemiş


ABD Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA)istihbarat bilgilerini gizli yazışmalarını ifşa eden Wikilekas’ın yayınladığı belgelerdeki çok önemli bir ayrıntı dikkat çekiyor. Belgelerin Türkiye kısmında yer alan ayrıntı Millî Gazete’nin ABD tarafından satır satır, en ince detayına kadar okunarak arşivlendiğini ortaya çıkardı. Bu belgeler Millî Gazete’nin sahip olduğu misyonun önemine ve yaptığı haberlerin toplumda oluşturduğu etki gücüne dikkat çekiyor.

İsveç merkezli uluslararası bir organizasyon olan WikiLeaks’in, ABD Dışişleri Bakanlığının gizli belgelerini yayınlaması uluslararası alanda yankı uyandırmıştı. Büyük bir bölümü, çeşitli ülkelerin büyükelçiliklerinde görevli ABD’li diplomatların, görev yaptıkları ülkeler ve yönetimleri hakkında Washington’a gönderdikleri kriptolardan (şifreli yazılar) oluşan bu belgelerin sayısı yüz binlerle ifade ediliyor.

GİZLİ BELGELERİ SIZDIRIP YAYINLIYOR

20 Kasım 2010’da biten NATO zirvesinin ardından patlak veren WikiLeaks skandalı, ABD istihbaratının gizli yazışma ve bilgilerini açığa çıkardı. Kuruluşundan bir yıl sonra organizasyonun ve wikileaks.org’un veri tabanında 1,2 milyondan fazla doküman yayımlandı. WikiLeaks 26 Temmuz 2010’da Amerikan ordusunun 2004-2009 yılları arasında Afganistan Savaşı’nda tutmuş olduğu 92 bin belgeyi, The Guardian, The New York Times ve Der Spiegel gazeteleriyle birlikte açıkladı. WikiLeaks, son olarak 19 Haziran 2015 tarihinde The Saudi Cables kod adıyla, “çok gizli” olarak tasnif edilmiş 500 bin Suudi Arabistan dokümanını paylaştı.

MİLLİ GAZETE’NİN ETKİSİ BÜYÜK

ABD Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) istihbarat bilgilerini ve gizli yazışmalarını ifşa eden WikiLekas’in yayınladığı belgelerdeki çok önemli bir ayrıntı dikkat çekiyor. Belgelerin Türkiye kısmında yer alan ayrıntı Millî Gazete’nin ABD tarafından satır satır, en ince detayına kadar okunarak arşivlendiğini ortaya çıkardı. Belgelerde Millî Gazete’de çıkan haberlerin ve köşe yazarlarının yazdığı makalelerinin İngilizceye çevrilmek suretiyle ABD’ye gönderildiği ve burada değerlendirmeye tabi tutulduğu anlaşılıyor… Bu belgeler Millî Gazete’nin sahip olduğu misyonun önemine ve yaptığı haberlerin toplumda oluşturduğu etki gücüne dikkat çekiyor. Gazetenin yazarlarından Abdülkadir Özkan ve Doğan Bekin’in makalelerinin İngilizceye çevrilerek, ABD’ye gönderildiği ve üzerlerine notlar düşüldüğü belgelerle görülüyor.

Kaynak: Milli Gazete

İSTİHBARAT DOSYASI /// ESKİ MİT KONTR-TERÖR BAŞKANI MEHMET EYMÜR : ABD istihbarat alanında başarılı değil’


Mehmet Eymür İbrahim Baran’a konuştu

Emekli MİT’çi Mehmet Eymür dünyada yoğunluğu her geçen gün artan istihbarat savaşları hakkında açıklamalar yaptı

MP-5 ve MPT-76 projeleri, geçtiğimiz günlerde MKE silah fabrikası müdürü tarafından Amerikalı bir şirkete satılmaya çalışılmıştı. MKE fabrika müdürü suç üstü yakalanmıştı.

Türkiye bugüne kadar pek çok casusluk olayı ile karşı karşıya kaldı. Bunların bir kısmı bertaraf edildi, kimisi de başarıyla sonuçlandı. Peki casusluk nedir? Türkiye hangi güçlerin hedefinde? Bir devlet casusluk faaliyetinden nasıl korunur?

İbrahim Baran yakın tarihin en önemli casusluk olayını deşifre eden önemli bir isimle, Milli İstihbarat Teşkilatı eski Kontrterör Merkezi Başkanı Mehmet Eymür’le konuştu…

* Casusluk ya da bir istihbarat terimi olarak espiyonaj nedir ve niçin yapılır?

Fransızca “espionnage” kelimesinden gelen ve dilimizde “casusluk” olarak karşılık bulan kelime istihbaratta, yabancı bir ülkede yürütülen casusluk ve benzeri gizli faaliyetlerin tamamına verilen isim olarak kullanılır. Bir ülkede casusluk ve benzeri gizli faaliyetler yürüten yabancı unsurların bu faaliyetlerini önlemek için yapılan karşı çalışmaların tümüne ise “kontrespiyonaj” denir. Bazen casusluk için yanlış bir şekilde kullanılan “entelijans” kelimesi ise Fransızca ve İngilizce kökenli “intelligence” kelimesinden türemiş. İngiliz ve ABD istihbarat servislerinin adında da kullanılan “intelligence” kelimesi “akıl, zeka” anlamı taşıyor. Türkçe’de “anlama, kavrama, idrak” karşılığına gelse de pratikte “istihbarat” anlamında kullanılıyor. “İstihbarat” Arapça kökenli bir kelime. “Yeni öğrenilen bilgiler, haberler, duyumlar, bilgi toplama, haber alma” demek. İstihbari faaliyetler içinde “casusluk ve gizli faaliyetler” olsa da büyük bölümü açık kaynaklara dayanan “istihbarat” çalışmasının bütününü casusluk veya gizli faaliyetler olarak nitelemek yanlış olur. Ayrıca istihbaratta “haber”, sadece işlenmemiş ham bilgiyi ifade eder. Bir kavram olarak istihbarat ise, devlet çapında belirlenen ihtiyaçlara karşılık olarak çeşitli kaynaklardan derlenen haber, bilgi ve dokümanların işlenmesi sonucu elde edilen üründür. Bu kavram karışıklığı nedeniyle 07 Haziran 1920’de “Matbuat ve İstihbarat Müdüriyeti Umumiyesi” kurulmuş, daha sonra adı “Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü” olarak değiştirilmiştir. İnsanlık tarihi kadar eski olan istihbarat faaliyetleri, devletlerinin yaşamında çök önemli rol oynuyor. İstihbarat ile olması muhtemel olayları, hasım veya hasım olması mümkün olan ülkelerin imkan ve kabiliyetlerini önceden tespit etmek ve temel hareket tarzlarını saptamak mümkün. İyi ve sağlıklı istihbari çalışmalar ile geleceği öngörebilmek, oluşabilecek sorunlar hakkında önceden bilgi edinmek, perde arkasındaki gerçeklere ulaşabilmek, mümkün olabilir.

İSTİHBARAT HAYATIN HER BÖLÜMÜNDE KULLANILIYOR

* Hakkında bilgi toplanacak, casusluk faaliyeti yürütülecek bir devletin ne gibi özellikleri olmalı? Veya her devlet casusluk faaliyetine muhatap olacak kadar önemli midir?

Casusluk, istihbarat faaliyeti içinde gizli yürütülen bir bölüm. Açık kaynaklar yeterli olmadığında başvurulur. İstihbarat ise yaşamın her bölümünde kullanılıyor. İş adamının faaliyet gösterdiği alanda, piyasa ve rakipleri hakkında bilgi edinmemesi mümkün mü? Devletler için bunu daha büyük çapta düşünmek lazım. İstihbarat icra şekline göre üçe ayrılır; stratejik, operatif ve taktik. İstihbaratın yöneldiği temel hedefler, bir devletin veya toplumun bütün yaşam alanlarını, diğer bir ifade ile millî gücünü oluşturan bütün unsurlarını kapsamak zorunda. Bu istihbarat alanları şunlardır:

1. Askeri İstihbarat: Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri ile füze sistemleri ve kitlesel imha silâhlarına yönelik bilgi toplama amacı ile yapılan istihbarattır.

2. Ekonomik İstihbarat: Ekonominin zayıf ve güçlü yanlarını tespit etmeye ve ekonominin o ülkenin silahlı kuvvetlerini destekleyebilme derecesini tespite yönelik istihbarattır.

3. Biyografik İstihbarat: Bir ülkede askerî, siyasî, kültürel, ekonomik nitelikli önemli şahıslara, toplumları yönlendirebilecek pozisyondaki kişilere yönelik bilgi toplama faaliyetidir.

4. Bilim ve Teknoloji İstihbaratı: Düşman veya rakip, ya da olması muhtemel ülkelerle ilgili bilgi toplama ve bilimsel çalışma ve teknolojik gelişmeleri takip etmeye yönelik istihbarattır.

5. Ulaşım ve İletişim İstihbaratı: Ulaşım ve iletişim istihbaratı, ülkelerin ulaşım altyapılarına ve iletişim tesislerine yönelik olarak yapılan bilgi toplama faaliyetidir.

6. Coğrafya İstihbaratı: Askerî operasyonları etkileyecek her türlü fiziksel ve kültürel çevrenin tespit ve analizine yönelik çalışmadır.

7. Siyasal İstihbarat: Bir ülkenin siyasal yapısını oluşturan bütün unsurlara karşı yapılan istihbarattır.

8. Sosyolojik İstihbarat: Toplumsal yapıya yönelik olarak gerçekleştirilen bilgi toplama faaliyetidir.

Bütün bu alanlara yönelik olarak gerçekleştirilen istihbarat faaliyetleri çok boyutlu, karmaşık ve sistemleştirilmiş, kendi içinde uzmanlaşmayı gerektiren bir yapı arz eder. İstihbarat üretim şekillerine göre de; temel, cari ve hedef istihbaratı olarak üçe ayrılıyor. Kaynaklara göre ise; açık kaynak istihbaratı, görüntü istihbaratı, insan İstihbaratı, radar (izleme, ölçme ve iz) istihbaratı, sinyal (iletişim, elektronik, cihaz sinyali) ve teknik istihbarat olmak üzere altı ana başlık altında toplanabilir. Genelde en fazla istihbarat (%85 civarı) “açık kaynaklar” vasıtasıyla üretilir. Açık kaynaklar; internet, yazılı, işitsel, görsel medya, akademik yayınlar, kitaplar gibi kaynaklardır. Geriye kalan %15’lik kısmın ise, %10’u kapalı kaynaklar (insan istihbaratı), %5’i ise teknik, elektronik ve görüntü istihbaratı ile toplanır.

ABD İSTİHBARAT ALANINDA ÇOK BAŞARILI DEĞİL

* Dünyada espiyonajı en profesyonel ve başarılı bir şekilde yürüten devlet ve istihbarat teşkilatı hangisidir?

Müstemleke idare etmiş İngiltere, Almanya, Fransa gibi sömürgeci ülkeler, İsrail gibi savaşlar görmüş, soyu dünyanın her yerine dağılmış ülkeler, istihbari konularda ve operasyonlarda hayli tecrübeli ve başarılı ülkeler olarak sayılabilir. Keza Ruslar da çok deneyimli ve çok disiplinli çalışıyorlar. ABD parasal ve teknik imkânları büyük bir ülke. Çok büyük istihbarat kuruluşları var. Ancak istihbarat alanında çok başarılı olduklarını düşünmüyorum. Yurtdışında gizli faaliyet yürütmek zor ve risklidir. En başarılı operasyonlar arkasında kimin olduğu belli olmayan veya kimsenin bir istihbarat teşkilatınca yapıldığını bilmediği, anlamadığı operasyonlardır. “Örtülü operasyonlar” denilen ve İngilizce “Covert Action Operations” olarak adlandırılan esas organizatörü gizleyen ve gerektiğinde ilişkisini ve sorumluluğunu reddetmek imkanı oluşturmak amacıyla planlanan, uygulanan operasyon şeklidir. Bu operasyonlarda organizatörün kimliğini gizlemek için gizli faaliyet teknikleri uygulanır. Örtülü operasyonlar genelde gözle görülür bir sonuç elde etmek maksadıyla uygulandıklarından, diğer gizli faaliyet operasyonlarından ayrı mütalaa edilirler. Günümüzde birden bire ortaya çıkan DAEŞ (İŞİD) örgütü bu tip bir operasyonun mahsülü olabilir. Diğer bir istihbarat operasyonu şekli ise “Gizli (Saklı) Operasyonlardır”. İngilizce “Clandestine Operation” denilen, halk tarafından fark edilmeyecek, anlaşılmayacak, şekilde istihbarat veya askeri birimlerce yürütülen operasyondur. Gizli (Saklı) operasyonu “Örtülü Operasyon”dan ayıran husus, örtülü operasyondaki gibi arkasındaki gücü, esas organizatörü saklamak değil, doğrudan operasyonun kendisini saklamaktır. Son yıllardaki bütün tertiplerden, devlet içindeki paralel yapılanmalardan, en gizli konuşmaların dinlenip yayınlanmasından, Fuat Avni’lerden, sadece Pensilvanyalı FETÖ örgütünün sorumlu olmadığı, arkasında bu tip bir istihbarat operasyonunun bulunabileceği düşünülmeli ve dikkate alınmalıdır.

* İstihbarat çok çeşitli şekillerde yapılıyor. İstihbarat yöntemleri arasında önem sırasına göre bir hiyerarşi oluşturacak olursak casusluk faaliyetini nereye koyabiliriz?

Tabiatıyla casusluk faaliyeti zor ve riskli bir gizli faaliyettir ve diğer çalışmalarla mukayese kabul etmez. Ancak sefaret ve diplomatik dokunulmazlığına sahip bir kişinin casusluk faaliyeti ile tamamen illegal, sahte kimlikle casusluk faaliyeti yürüten kişi arasında önemli risk farkları vardır. Teknoloji geliştikçe gizli faaliyet ihtiyacı da azaldı. Eskiden büyük riskler alarak, sınırları illegal şekilde geçerek çekilen askeri veya önemli tesis resimlerine şimdi Google’dan uluşmak mümkün. Keza eskiden meşakkatle elde edilen kişilere ait biyografik bilgilere şimdi Facebook gibi sosyal medya kanallarından rahatlıkla ulaşılabiliyor.

* “Türkiye, son yıllarda casusluk faaliyetine geçmişe nazaran daha fazla muhatap oluyor” şeklinde bir kanaat var. Buna katılır mısınız? Bu iddia doğruysa bunun sebebi Türkiye’nin geçmişe nazaran daha güçlü ve stratejik bir noktada bulunması olabilir mi?

Daha fazla casusluk faaliyeti kanaatine nasıl ulaşılmış bilmiyorum. Her gün teröre maruz kalan, bombaların patladığı, top mermilerinin, roketlerin düştüğü bir Türkiye’nin eskiye nazaran güçlü olduğunu söylemek biraz fazla iyimser bir ifade olur.

İSTİHBARATA KARŞI KOYAN GÜVENLİK BİRİMLERİ MİLLİLEŞTİRİLMELİ

* Peki, casusluk faaliyetini önlemek için neler yapmak gerekir?

Milli İstihbarat Teşkilatı, ülke menfaatleri açısından son derecede önemli bir kuruluş. MİT Müsteşarı, Başbakan’a bağlı müsteşardan biri ama çok geniş yetki ve imkanları, büyük bir örtülü ödeneği, yurt içi ve yurt dışında geniş personel ve eleman ağı, zengin teknik imkanları olan, “bilgi gücü” ile “operasyonel gücün” birleştiği bir kuvvet merkezi. Bu onu diğer müsteşarlardan önemli ölçüde farklı kılıyor. Geniş yetkisine rağmen sorumluluğu yok, sorumluluğu sadece Başbakana karşı. Hiçbir denetime tabi değil. Yani merkezi bir teşkilat olan MİT, milli duyguları yüksek, iyi bir müsteşarın elinde, ülke için son derecede yararlı, kötü ellerde ise tehlikeli hale gelebilecek bir durumda. Öncelikle MİT Müsteşarının seçiminde bir takım ciddi kıstaslar koymalı, MİT ve müsteşarı, çalışmaları ve gizliliğini bozmayacak şekilde periyodik olarak denetlenmeli. Her şeyden önce MİT’i ve istihbarata karşı koyan güvenlik birimleri yabancıların etkinliğinden arındırılıp millileştirmeli, MİT içinde Kontrespiyonaj bölümü güçlendirmeli. Zamanında büyük emeklerle kurulan ve sonradan kapatılan Kontrterör Merkezi yeniden kurulmalı. MİT ve Polis dışında ABD’deki FBI gibi, başbakanlığa bağlı, ülke içinde önemli olayları, yabancı istihbarat ve casusluk faaliyetlerini izleyecek, her ilde ufak bir alt birimi olan yeni bir teşkilat kurulmalı.

Kimdir:

Mehmet Eymür 1943’te İstanbul’da doğdu. 1960’lı yıllarda Milli İstihbarat Teşkilatı’na girdi. 9 Mart 1971 darbe teşebbüsünden sonra MİT’te Hiram Abas’la birlikte 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün’ün emrinde çalıştı. Kızıldere ve Ulaş Bardakçı operasyonlarına katıldı. 1975’te Ankara MİT Bölge Dairesi Başkanlığı Takip Şube Müdürlüğü de yapan Eymür, 1982’de ASALA’ya karşı eylemlerde görevlendirildi. Türkiye’ye döndükten sonra Mardin MİT Bölge Müdürlüğü’ne getirildi. Daha sonra Ankara’da Kontrespiyonaj Dairesi içinde kurulan Kaçakçılık ve İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne tayin edildi. Başkan yardımcılığı görevine getirildikten sonra 1984’te Genelkurmay Başkanlığı’ndan alınan izinle Babalar Operasyonu’nu başlattı. 1988’de MİT’ten istifa etti, 1993’te tekrar kuruma geri döndü. Teşkilatta Kontrterör Merkezi’ni kurdu ve bu merkeze başkanlık yaptı. 2003’te emekli oldu. Eymür’ün Analiz, Sentez ve Belgeli Yazılar isimli 3 kitabı bulunuyor.

SURİYE DOSYASI : ‘Türk istihbaratı, Lazkiye’ye 5 bin Uygur yerleştirdi’


Milli İstihbarat Teşkilatı’nın, Suriye’nin Lazkiye vilayetine Çin vatandaşı Uygurları aileleriyle birlikte yerleştirdiği iddia ediliyor.

Türkiye’nin Çin ile arasının bozulmasına neden olan Uygur meselesinde, Suriye’nin demografik yapısı da devreye giriyor.

The Levant News‘den Dr. Haytham Mouzahem‘in haberine göre, Çin vatandaşı Uygurlar, Suriye’de Ahrar’uş Şam, IŞİD ve Nusra Cephesi saflarında savaşıyorlar.

Şincan kökenli bu Uygurlar, çoğunlukla İdlib, Lazkiye ve Rakka ile halep kırsalında bulunuyorlar. İdlib’dekiler de çoğunlukla stratejik Cisreşşuğur, Eriha ve Cebel Zaviye’deler.

Habere göre, Uygur militanların çoğu aileleriyle birlikte bölgeye geldi ve buralara yerleşti. Militanların çoğu, El Kaide bağlantılı Türkistan İslami Partisi’ne (TİP) üye.

Uygurların, Alevilerin terk ettiği Cisreşşuğur (İdlib), Gab (Hama) ve Cebel Ahmer (Lazkiye) bölgelerine yerleştiği söyleniyor.

Türkiye El Kaide bağlantılı Uygurları İdlib’e yerleştirirken: Çin, Suriye’ye asker mi gönderecek?

Uygur militanların geri dönmemek üzere Suriye’ye yerleştiği, Suriye’ye Türkiye üzerinde geçiş yaptıkları belirtiliyor.

Kaynaklar, en az 2000-2500 Uygur militanın Suriye’de savaştığını tahmin ediyor. Bunlardan 500 ila 1000 tanesi, "Horasan Vilayeti" adı altında IŞİD için savaşıyor.

Ancak daha önemlisi, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 4000-5000 Uygur, Lazkiye’deki Türkmen Dağı ve İdlib-Cisreşşuğur’daki Zunbaki köyüne yerleştirildi.

Haberde, bu ailelerin Türk istihbaratı MİT’in gözetiminde, bölgenin demografik yapısını değiştirerek Türk etnik kimliğine sahip kişileri bölgeye sokmak amacıyla yerleştirildiği öne sürülüyor.

TİP, Fetih Ordusu’nun geçen seneki İdlib operasyonuna da destek vermişti. Türkiye, Fetih Ordusu’nu destekleyenler arasında yer alıyor.

TALİBAN ÖRGÜTÜ DOSYASI /// Afgan istihbaratı ABD’yi doğruladı : Taliban lideri öldürüldü


ABD İHA’larının Pakistan’da bulunan Taliban liderini öldürdüğü iddiasına Afganistan istihbaratından doğrulama geldi.

Afganistan istihbarat servisi Taliban lideri Molla Ahtar Mansur’un ABD’nin insansız uçakla düzenlediği bir saldırıda öldüğünü doğruladı.

Saldırıda Mansur’un içinde bulunduğu araç, Cumartesi günü Pakistan’ın güneybatısında, Afganistan sınırına yakın bir noktada vurulmuştu.

BBC Türkçe’de yer alan habere göre, ABD Dışileri Bakanı John Kerry, Mansur’un "Amerikan personeli için sürekli tehdit oluşturduğunu" söyledi.

Mansur, liderliği Temmuz 2015’te Taliban’ın kurucusu ve manevi lideri Molla Ömer Muhammed’den devralmıştı.

Afgan Ulusal Güvenlik Müdürlüğü, Mansur’un Belucistan vilayetinin Dalbandi bölgesinde öldürüldüğünü açıkladı. Bu, Taliban liderinin ölümünü teyit eden ilk resmi açıklama oldu.

TERÖR DOSYASI : Erdoğan’a suikast soruşturmasında ilginç gelişme


‘Erdoğan’a suikast amacıyla getirildiği’ iddia edilen minibüsle ilgili devam eden soruşturmada “gizli tanık” olarak dinlenen Emniyet İstihbarat Dairesi’nde görevli bir polis, minibüsün Emniyet İstihbarat’ın garajında hazırlandığını iddia etti.

‘Erdoğan’a suikast için getirildi’ denilen minibüste polisin daha önce inceleme yaptığı ortaya çıktı. Suçlanan polislerden 2’si il emniyet müdür yardımcısı, biri Emniyet Kriminal Daire Başkanlığı’nda üst düzey yetkili.

Cumhuriyet’ten Kemal Göktaş’ın haberine göre; Ankara’da 2007 yılında bir otoparkta bulunan ve o dönem Başbakan olan Tayyip Erdoğan’a yönelik suikastta kullanılmak üzere hazırlandığı iddia edilen bomba yüklü minibüsle ilgili “kumpas” iddialarının araştırıldığı mahkeme soruşturmasından çarpıcı bilgiler ortaya çıktı.

‘MİNİBÜS, EMNİYET İSTİHBARAT’IN GARAJINDA HAZIRLANDI’ İDDİASI

Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un olayın “kumpas” olduğunu iddia etmesinin ardından mahkemenin yürüttüğü soruşturmada “gizli tanık” olarak dinlenen Emniyet İstihbarat Dairesi’nde görevli bir polis, minibüsün Emniyet İstihbarat’ın garajında hazırlandığını iddia etti.

Kriminal Daire Başkanlığı’nda görevli üst düzey bir polis müdürü de bomba yüklü aracın Ankara’ya getirileceğinin istihbarat tarafından bilindiğini ve bir elemanlarının minibüsü Ankara’ya getirilmeden önce “incelediğini” söyledi. Gizli tanığın olayla ilgili suçladığı polisler halen görevde. Bu polislerden birinin il emniyet müdürü, 2’sinin il emniyet müdür yardımcısı, birinin Emniyet Genel Müdürlüğü Kriminal Daire Başkanlığı’nda üst düzey yetkili olması dikkat çekti.

GİZLİ TANIK: EMNİYETTE HAZIRLANDI

Soruşturmada, İstihbarat Daire Başkanlığı B (bölücü faaliyetler) Şube’de çalışan bir makam şoförü olan gizli tanık mahkemede ifade verdi. Gizli tanık, minibüsün Emniyet’in garajında “hazırlandığını” ise şöyle anlattı:

"Minibüs, İstihbarat Daire Başkanlığı garajına 7-8 Eylül 2007 günü gecesi bırakıldığını hatırlıyorum. Gittiğimizde akşam saat 19-20 sıralarıydı. Araç garajın gizli bölmesine saklanmıştı.

Bu ilk gidişimizde beraberimizde bulunan kişiler B Şube Müdürü M.C, B Şube Müdür Yardımcısı İ.E, B-1 Büro amiri B.Y, Kriminal Daire Başkan Yardımcısı C.Ö, Terörle Mücadele Daire Başkanlığında görevli komiser K., Şube Müdürü M.C’nin şoförü M.G bulunuyorlardı.

Aracın içinde bulunan sayısını hatırlamadığım kadar çuvallar içinde bulunan gübrelere baktık. Ayrıca 20- 25 adet küçük piknik tüpleri ve büyük mutfak tüpleri vardı. Büyük boy sabun kalıbı gibi patlayıcı olduğunu söyledikleri malzemeler vardı.”

Mahkemede ifade veren polislerden Kriminal Daire Başkan Yardımcısı C.Ö ise ifadesinin başında bütün iddiaları reddetmişken gizli tanık ifadesinin okunmasından sonra çarpıcı bir bilgi verdi. C.Ö şunları söyledi:

“İstihbarat tarafından bomba yüklü, terör eylemi amaçlı minibüsün getirileceği kesinleşince, istihbarat yetkililerinden bu minibüsü görmemizin mümkün olup olmayacağını sordum. Şu an ismini hatırlayamadığım, muhtemelen bizim birimde görevli bir uzman arkadaş, aracı giderek istihbaratçıların kontrolünde inceleyip kontrol etti, patlayıcıların ve sistemin ne olduğu konusunda bilgi sahibi oldu.

Ben bizzat kendim gitmediğim için aracın bulunduğu yeri tam olarak hatırlamıyorum. Dolayısıyla iddia edildiği şekilde bomba yüklü minibüsün o garajda olup olmadığını teyit edemiyorum.”

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI /// TOLGA ŞARDAN : Elazığ’daki IŞİD operasyonu


Tolga Şardan

Gaziantep’te 1 Mayıs sabahında yaşanan ve göreve gitmeye hazırlanan polislere yönelik olduğu anlaşılan IŞİD’in bombalı araç eylemi, güvenlik birimlerinin dikkatlerini yeniden radikal dinci terör örgütüne çevirdi.

Saldırının ardından polis birimleri, kendi sorumluluk bölgelerinde IŞİD’in “uyuyan hücreleri”nin peşine düştü.

Eylem yememek için uyuyan hücreleri gün ışığına çıkarmayı amaçlayan son operasyonlardan biri de geçen hafta Elazığ’da gerçekleştirildi. Operasyon, haber bültenlerine “IŞİD’in üst düzey yöneticisi”nin yakalandığı şeklinde geçti.

Uyuyan hücre

Elazığ’daki MİT Bölge Başkanlığı ile İl Emniyet Müdürlüğü bünyesindeki Terörle Mücadele ve İstihbarat şubelerinin ortak çalışmasıyla kentteki IŞİD’in “uyuyan hücresi” uyandırıldı.

Her ne kadar operasyonda gözaltına alınan Suriyeli 7 şüpheli istatistiklerde rakam olarak gözükse de soruşturmanın içeriğinde çok önemli bilgiler var.

Öncelikle şimdiye kadar batıdaki büyük kentler ile Adıyaman, Diyarbakır, Şanlıurfa, Kilis, Gaziantep’te faaliyetleri ağırlıklı olan IŞİD’in, yabancı uyruklu kadrolarıyla Elazığ’da kendini göstermesi dikkat çekici.

Bunun nedeni; kentin, IŞİD tarafından istihbarat terminolojisinde “safe house” olarak adlandırılan “güvenli alan/bölge” olarak değerlendirilmesi. Sınır kentlerindeki operasyonlardan bunalan örgüt, Elazığ’da konuşlanarak hem kendisini gizlemiş oluyor, hem de asıl hareket alanı olan kentlerden uzaklaşmadan faaliyetlerine devam ediyor. Kaldı ki; Elazığ, Diyarbakır – Şanlıurfa hattını kullanarak sınırdan çıkış yapmak için de kolay bir nokta.

İki aylık takip

Gelelim soruşturmanın ayrıntılarına.

Gözaltına alınan 7 Suriyeli’ye yönelik iki aydır MİT ve Emniyet İstihbarat tarafından takipler yapılıyordu. Bu takipler sırasında, soruşturmada tutuklanan Aboud A.’nın Elazığ’a Şubat 2015’te ilk gelen kişi olduğu anlaşıldı. Aboud A.’nın grupta “lider” konumunda olduğu ve aynı zamanda yanında oğlu Aysor A.’nın yer aldığı görüldü.

Şüpheli Aboud A. ve oğlunun yanısıra Ahmad H., Hıdır Ş., İyad H., Ahmad S. ve Sofi Muhammed A.’nın aynı grup içinde faaliyet yürüttükleri anlaşılırken, lider konumundaki Aboud A.’nın IŞİD’in Suriye’deki petrol kuyularından sorumlu olduğu tespit edildi.

Baba-oğul dışındaki diğer şüphelilerin 2015’in sonlarına doğru aileleri olmaksızın Elazığ’a gelip yerleştikleri belirlendi.

Zanlılardan Sofi Muhammed A.’nın, Suriye’de IŞİD içinde faaliyetleri sırasında “kafa kesme” eylemlerine katıldığı ve aynı zamanda Fehet Çemberi kod adını kullandığı istihbarat birimlerince ortaya çıkarıldı.

Grubun kendilerini gizlemek için Elazığ’ın Sanayi Mahallesi bölgesindeki beş farklı evde yaşadıkları ve herhangi bir işte çalışmadıkları için düzenli gelirlerinin olmadığı tespit edildi.

‘ÖSO’cuyuz’ dediler, IŞİD’çi çıktılar

Yapılan istihbarat çalışmalarında, grubun lideri olduğu değerlendirilen Aboud A.’nın, farklı zamanlarda 4 kez toplamda yaklaşık 500 bin doları özel kuryelerle IŞİD’e gönderdiği yine istihbarat birimlerince saptandı.

İşin başka önemli ilginç yanı ise şüphelilerin Türkiye’ye girişlerinde uyguladıkları yöntem olarak güvenlik birimlerinin karşısına çıktı. IŞİD’çi oldukları iddiasıyla gözaltına alınan 7 Suriyeli’nin, Şanlıurfa’dan Türkiye’ye girişleri sırasında kendilerini “Özgür Suriye Ordusu’ndan (ÖSO) olduklarını” belirtikleri ve bu tanıtma karşılığında Göç İdaresi’nden “geçici kimlik numarası” aldıkları ortaya çıkarıldı.

Zanlıların böylelikle Türkiye içinde çok daha kolay hareket imkanı yarattıkları ve sığınmacılara sağlanan olanaklardan faydalandıkları gün ışığına çıkarıldı. Operasyonunda gözaltına alınan Aboud A. ile oğlu Aysor A. tutuklanarak cezaevine gönderildi, diğer zanlılar hakkında adli kontrol hükmü verildi.

Elazığ’daki IŞİD operasyonu, yasadışı radikal dinci örgütün “yerleşik faaliyetleri”nin ortaya çıkarılması açısından önemli. Şimdiye kadar yabancı uyruklu IŞİD’çilerin Türkiye’de uzun süreli kalıcı faaliyetleri pek tespit edilememişti. Daha çok gerçekleştirilen terör eylemlerinin arkasında yer aldıkları “kilit” roller biliniyordu.

Ancak bu operasyonla örgütün yabancı uyruklu kişilerden oluşan “uyuyan hücreleri”nin kalıcı biçimde ülke içinde barındığı gerçeği ortaya çıkarılmış oldu.

İRAN & SAVAMA & SAVAK DOSYASI : Van’daki “Casusluk” Davasının Gerekçeli Kararı Hazır


Van’da "casusluk" iddiasıyla yargılanan 2 İranlı sanığın, "yasaklanan bilgilerin casusluk maksadıyla temini" suçundan 6 yıl 8 ay hapse mahkum edildiği davanın gerekçeli kararı açıklandı.

Van‘da "casusluk" iddiasıyla yargılanan 2 İranlı sanığın, "yasaklanan bilgilerin casusluk maksadıyla temini" suçundan 6 yıl 8 ay hapse mahkum edildiği davanın gerekçeli kararı açıklandı.

Van 2. Ağır Ceza Mahkemesince hazırlanan gerekçeli kararda, sanıkların Türkiye‘ye sığınan İranlı muhalif komutanın yerini belirleyerek, İranlı yetkililere bildirmeye çalıştıkları, bu amaçla kentteki otelleri dolaşarak bilgi elde etmeye çalıştıkları bildirildi.

Kararda, sanıklardan Abdulselam Tatari’nin üzerinde İranlı komutana ait fotoğraf ve telefon numarası bulunduğu belirtilerek, delillerin değerlendirilmesi sonucunda sanığın Van‘a kaçan komutanın adresini bulup İran‘da "Rahman" ve "Hacı" isimlerini kullanan kişiye bildireceği konusunda tereddüt duyulmadığı kaydedildi.

Sanık Muhammed Delahzı’nın ise davanın tüm aşamalarında inkara yönelik savunmalarda bulunduğuna işaret edilen kararda, sanıkların aynı evde kalmaları, ülkeye birlikte giriş yapmaları ve yakalama anında kaçmaya çalışmaları nedeniyle birlikte hareket ettikleri kanaatine ulaşıldığı vurgulandı.

"Casusluk, hile ile bilgiye ulaşma faaliyetleridir"

Casusluğun, "bir bilgi ya da hedefe ulaşmak için yürütülen gizli haber alma faaliyeti, organizasyon ve metotlara verilen isim" olarak tanımlandığı bildirilen kararda şu ifadelere yer verildi:

"Casusluk faaliyetini diğer istihbarat çalışmalarından ayıran özellik, bilginin bulunduğu yere veya bilgiyi bilen insanların arasına girerek hile ile bilgiye ulaşma faaliyetlerinin tümünü kapsamasıdır. Casus ve istihbarat memuru kavramlarının aynı anlamda olmadığını vurgulamakta yarar vardır. İstihbarat memuru, kendi devletinin veya organizasyonun politika üretmesinde kolaylık sağlamak maksadıyla bilginin toplanması, birleştirilmesi ve analiz edilmesi konularında uzmanlaşmış, silahlı kuvvetler, polis teşkilatı veya diğer sivil istihbarat birimlerinde görevli personeli tanımlamak için kullanılan bir kavramdır.

Hem insanla hem de teknolojik vasıtalarla yapılan casusluk faaliyeti, üzerinde çalışılan grubun sırlarını öğrenmek maksadıyla, uzun bir bekleyiş, tuzak, hile ve bunlara benzer birçok yöntemle gözlem, inceleme ve aldatma yapabilen bir insan grubunu gerektirmektedir."

Merak, intikam, ekonomik sıkıntı gibi kişisel ve konjonktürel nedenlerle casusluğa bulaşanların yaptıkları işin, fiilen ve hukuken "casusluk" kapsamına girdiğinin bildirildiği kararda, profesyonel casus ve örgütlerin geçici olarak kullandığı bu kişilerin, aşk, heves, intikam gibi nedenlerle casusluğa yöneldikleri kaydedildi.

Kararda devletlerin, güvenlik ve bekası için önem arz eden bilgilerini gizlemeye eğilimli oldukları vurgulanarak, şu tespitlerde bulunuldu:

"Devletler, kendi milli güvenliğini ilgilendiren bilgilerini korumak için birtakım yöntemler uygular ve devletle ilgili bilgileri gerekli olan koruma seviyesine göre sınıflandırmaya tabi tutarlar. Resmi makamların, her istediği bilginin açıklanmasını yasaklamak yetkisi yoktur ve bu konudaki tasarrufu sınırsız değildir. Suçun oluşması için kanun ve düzenleyici işlemlerin, yetkili makamlara o konudaki bilgilerin açıklanmasını yasaklamak yetkisini vermiş bulunması gerekir.

Bilgilerin, yetkili bulunmayan kişilerin hakkında bilgi sahibi olmaları durumunda devletin güvenliğini, milli güvenliğinin, tehlikeye düşebileceği bilgilerden olması gereklidir."

Ülkesinden kaçarak Türkiye‘ye sığınan muhalif komutanın, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanun’a göre "şartlı mülteci" kapsamında üçüncü ülkeye gidene kadar koruma altına alındığının anımsatıldığı kararda, sanıkların mağduru geri götürmek amacıyla İran gizli servisinin görevlileriyle anlaştığı aktarıldı.

Kararda sanıkların, komutanın Van‘da kaldığı oteli belirleyerek, İran gizli servisi görevlilerine ilettiği ifade edilerek, şunlar kaydedildi:

"Ülkemizde şartlı mülteci statüsünde bulunan bir kimsenin yabancı bir ülkenin görevlileri tarafından alıkonularak ülkemiz dışına çıkarılması halinde, bu durumun Türkiye Cumhuriyeti‘nin siyasi itibarına getireceği olumsuzluklar, uluslararası alanda ülkemizin itibar kaybı değerlendirildiğinde sanıkların elde ettiği bilginin ülkenin siyasi ve milli güvenliği bakımından gizli kalması gereken düzenleyici işlemlerle yasaklanmış bilgi niteliğinde olduğu kabul edilerek, sanıkların cezalandırılmaları yoluna gidilmiştir."

Van’da 13 Eylül 2015’te, ihbar üzerine yakalanan ve İran‘dan kaçarak Türkiye‘ye sığınan muhalif komutanı kaçırmaya çalıştıkları belirlenen Abdulselam Tatari ve Muhammad Delahzı hakkında TCK‘nın 335/1. maddesinde yer alan, "Açıklanması yasaklanan gizli bilgileri casusluk maksadıyla temin etmek" suçundan 12 yıla kadar hapis istemiyle dava açılmıştı.

Van 2. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davanın 31 Mart’taki karar duruşmasında sanıklar, 6 yıl sekizer ay hapis cezasına çarptırılmıştı.

ÇEÇEN DOSYASI : Suikast silahı, istihbaratçı jandarmadan


Türkiye’deki Çeçenlere suikast hazırlığı yaparken Aksaray’da yakalanan Rus pasaportlu suikastçıya silahı Jandarma İstihbarat’ta çalışan bir astsubay temin etmiş

İstanbul Emniyet Müdürlüğü Muhabere Elektronik Şube Müdürlüğü’ne 18 Nisan 2016 günü telefonla bir ihbar ulaştı. İhbarda, Rus istihbaratına çalıştığı değerlendirilen Makharbı Isaev’in İstanbul-Aksaray’daki bir otelde kaldığı ve Çeçenler’e suikast hazırlığı yaptığı ileri sürüldü. Bahsi geçen otelde yapılan operasyonda Makharbı Isaev ele geçirildi. Odasında yapılan aramada ise sırt çantasında VZOR 70 CAL model silah ve silaha ait mermiler bulundu.

SİLAH MALATYA’DAN GELDİ
11 Nisan 2016 günü Atatürk Havalimanı’ndan Türkiye‘ye giriş yaptığı belirlenen şüphelinin silahı nerden temin ettiğinin peşine düşen terör polisi, ilginç bağlantılara ulaştı. Söz konusu silahın şüpheli A.A. tarafından Malatya ilinden İstanbul Otogarı’na kargo içinde gönderildiği, silahın şüpheli Iakhmat Goıgereeva ve bir diğer şüpheli H.S. tarafından A.A.’nın oğlu olan M.A’dan teslim alındığı, daha sonra söz konusu silahın suikastçı olduğu iddia Isaev’e teslim edildiği saptandı. Rusya Federasyonu pasaportu taşıyan Makharbı Isaev ve Iakhmat Goıgereeva casusluk suçu kapsamında tutuklanırken M.A. ifadesinde babasının gönderdiği kargoda silah olduğunu bilmediğini belirtince serbest bırakıldı. M.A. ifadesinde gelen kargo karşılığında Astsubay H.S.’nin kendisine 2000 lira verildiğini de belirtti.

TELEFONDA "EMANET"
H.S. ile şüpheli Iakhmat Goıgereeva arasında telefon konuşmalarında ’emanet’ ifadesinin geçtiği görüşmeler belirlendi. İstanbul İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube’de Başçavuş olarak görev yapan H.S. sorgusunun ardından casusluk suçu kapsamında tutuklamaya sevk edilse de adli kontrol kararı verilerek serbest bırakıldı. H.S. ifadesinde Goıgereeva’yı 2009/2010 yıllarında Trabzon İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube’de görevliyken tanıdığını, kendisinden kaçakçılık ve asayiş gibi konularda bilgi aldığını iddia etti. İstanbul ve Trabzon İl Jandarma Komutanlıkları’na müzekkere yazan savcılık, H.S.’nin belirttiği resmi görev konularının doğruluğu hakkında bilgi talep etti. H.S.’nin askeri birlikteki odasında ve evinde arama yapılırken telefonuna da el konuldu. Makharbı Isaev’in, Türkiye’deki Çeçen muhaliflere suikast girişiminden önce yakalanan Isa Zakrıev ve Musshaikh Salmurzaev ile birlikte Rus gizli servisi FSB adına görev yaptığı iddia edildi.

KEŞİF YAPARKEN TUTUKLAMA
8 Nisan’da İstanbul’da MİT ve polisin ortak yürüttüğü soruşturmada, Çeçen komutan Edelgiriev’in öldürülmesine karıştıkları gerekçesiyle Iurii Anisimov (52) ve Aleksandr Smirnov (55), yeni eylem için keşif yaptıkları sırada ajan oldukları iddiasıyla tutuklanmıştı.

ÇEÇEN DOSYASI : Kocaeli’de Çeçen Cinayetinin Zanlıları Tutuklandı


Kocaeli’de Çeçenistan uyruklu İsrapilov’un öldürülmesi olayıyla ilgili yakalanan 3 kişi çıkarıldıkları mahkemece tutuklandı. Zanlıların cinayeti alacak meselesi yüzünden işlediği belirtiliyor.

Mahkeme, Kocaeli‘de 10 gün önce yaşanan Çeçenistan uyruklu bir kişinin silahla öldürülmesi olayı ile alakalı Jandarma ekipleri tarafından yakalanan 3 kişiyi tutukladı. Olayın yaşandığı gün İsrapilov’un arkadaşları cinayetin ardında ‘Rus istihbaratı var’ iddiasını ortaya atmıştı ancak zanlıların cinayeti alacak meselesi yüzünden işlediği belirtiliyor.

GECE EVİNE GELEN KİMLİĞİ BELİRSİZ KİŞİLERCE İNFAZ EDİLMİŞTİ

Kocaeli’nin Körfez ilçesinde 10 gün önce yaşanan olayda, ülkesinden kaçarak Türkiye‘ye sığınan ve devlet tarafından İlimtepe Kalıcı Konutları bölgesine yerleştirilen Çeçen asıllı Ruslan İsrapilov isimli kişi, gece geç saatlerde evine gelen kimliği belirsiz kişiler tarafından infaz edilmişti.

JANDARMA 3 KİŞİYE ULAŞTI

Ruslan İsrapilov’un silahla öldürülmesinin ardından zanlı veya zanlıları yakalamak için çalışma başlatan Körfez İlçe Jandarma Komutanlığı ekipleri, olayın yaşandığı İlimtepe bölgesinde ikamet eden Emi İsrailov(30), Salakh İsrailov(22) ve Selakh Aziev(22) isimli 3 kişiye ulaştı.

GÖZALTINA ALINDILAR

Cinayetle bağlantısı oldukları öne sürülen şahıslar Jandarma ekipleri tarafından gözaltına alınarak Körfez İlçe Jandarma Komutanlığı’na götürüldü.

ZANLILAR TUTUKLANARAK CEZAEVİNE GÖNDERİLDİ

Körfez İlçe Jandarma Komutanlığı’nda üstlerine yöneltilen suçlamaları kabul etmedikleri iddia edilen 3 sanık, yapılan sorgularının ardından Körfez Adliyesi’ne sevk edildi. Burada savcılık tarafından ifadelerinin alınmasının ardından mahkemeye çıkarılan zanlılar, çıkarıldıkları mahkeme tarafından planlayarak kasten adam öldürmek suçundan ötürü tutuklanarak cezaevine gönderildi. Öte yandan, zanlılar Emi İsrailov, Salakh İsrailov ve Selakh Aziev’in kendilerini yurt dışına çıkarması için öldürülen Ruslan İsrapilov’a yüksek miktarda para verdikleri ve İsrapilov’un verdiği sözleri tutmaması üzerine infaz edildiği iddia edildi.

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI : Fransız firari Julien Caron istihbaratın takibinde


MİT, söz konusu kişilerin intihar saldırısı girişiminde bulunabileceğini raporlaştırarak ilgili birimleri uyardı

MİT, Fransa’da cezaevinden kaçan ‘Ubeyd Allah’ kod adlı firari mahkûm Julien Caron’un (25) izini sürüyor. 2015’te terör örgütü DAEŞ’e katılmak için Türkiye üzerinden Suriye’ye geçen Julien Caron’un, ‘Türkiye, canlı bomba elveda’ içeren bir veda mesajı yazdığı belirlendi. MİT, Caron’un yanı sıra kardeşi Nicolas Caron, kuzeni Laura Caron ve dini nikâhlı eşi Vanessa Bouguerra’yı da takip ediyor. 2015 yılının mart ayında cezaevinden kaçan Julien Caron’un, geçen yıl aralık ayından bu yana kuzeni Bernard Nicolas Patrik Caron’un (23) pasaportunu kullandığını tespit eden MİT, söz konusu kişilerin intihar saldırısı girişiminde bulunabileceğini raporlaştırarak ilgili birimleri uyardı.

KARDEŞİ DE TÜRKİYE ÜZERİNDEN GEÇTİ

MİT, liderliğini ‘Ömer Omsen’ kod adlı Oumar Diaby’nın yaptığı Firgat Al-Ghuraba isimli terörist grupla irtibatlı olan Julien Caron’un kardeşi Nicolas Caron’un da 16 Ağustos 2015 tarihinde sahte Belçika pasaportu ile Suriye’ye geçerek kardeşiyle buluştuğunu tespit etti.

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.