Etiket arşivi: AMERİKA

AMERİKA DOSYASI : Amerika, Şu Anda Bir Arap Ülkesine Benziyorsun


indir_1_0.jpg?itok=LWKknuky

Kulübe hoşgeldiniz…

Sevgili Amerika,

Başkanlık seçimlerinizin dramasını, bir süredir ilgi ve merakla izliyorduk. Kendi ülkelerimiz ve sizinki arasındaki benzerlikleri farketmemek çok zor. Hummalı göreve başlama protestoları ve kalabalığın büyüklüğüne dair sert anlaşmazlıklardan, istihbarat servisinin politikaya girişi ve sağ kanat aşırılıkçılarının yükselişine kadar, epey bizim doğrultumuzda ilerlediğiniz görülüyor ve aynı zamanda, tıpkı bizim gibi, bölgenizde olup bitenleri açıklamaya çalışan dış muhabirlere karşı yükselen bir merak da söz konusu. Nereye gittiğiniz konusunda çılgına dönmüş olabilirsiniz, ama biz değiliz! Belki de bu, farklılıklarımızı bir kenara koymak ve ne kadar benzer olduğumuzu anlamak için bir imkân olur.

Hadi baştan başlayalım. Kampanya sırasında, Amerikan “mukhabarat” (istihbarat, devlet güvenliği, örneğin sizin FBI’ınız) ​​başkanının, sadece belirli bir soruşturma çizgisini takip etmeyi seçerek seçim sürecini elinde tutabilme etkisini öğrenmekten dolayı şaşkınız. Bilebileceğiniz üzere bu, bağımsızlığımızdan beri siyasetimizin daimî bir özelliği. Şaşkınlığımız, o dönemki devlet başkanı ve Arap politikasının bir diğer önemli özelliği olan Amerikan istihbaratı arasında çiçeklenen düşmanlığa tanık olmaya başlayınca hayrete dönüştü.

Bu da yetmezmiş gibi, kimilerinin sonuçlara etkisi olduğunu iddia ettiği, seçimlerinizdeki yabancı müdahalelerin raporları hakkında duyumlar almaya başladık. Tabii ki, bu durumla da epey aşinayız, özellikle yüzyıllardır süren sizin yönetim çabalarınız sebebiyle. Yine de, Amerika gibi bir ülkede "yabancı eller" ve "gizli gündemler" konusunu duymak bir sürpriz oldu. Acınızı anlıyoruz.

İşin iyi tarafı, bu aynı zamanda komplo teorilerinin de yayılmaya başladığı zamandı. Bizi bilirsiniz; komplo teorilerine epey düşkünüz- özellikle dış güçlerden kaynaklanan entrikaları içerdiklerinde- ve kendimizi bu türün duayeni olarak görüyoruz. Entrikalarınız köşelerde biraz pürüzlü, fakat itiraf etmeliyiz ki yaratıcılığın en üst seviyesinde. Trump’ın seçilmesi bir Rus komplosu muydu? Rus komplosundan bahsetmek, Trump’ı küçümsemek adına yapılan bir liberal komplo muydu? İstihbarat Trump’a zarar vermek için mi bilgi sızdırdı? Trump’ın sızdırılan bilgilerine olan medya ilgisi de onun yönetimini düşürme amaçlı bir liberal komplo teorisinin parçası mıydı? Bütün bunlar hoş bir biçimde karışık ve açık uçlu, tıpkı bizim sahip olduklarımız gibi.

Liberalleriniz, kahraman CIA’in kolu olan istihbaratı, iktidardaki aşırılıkçıları ve Rusya’dan müdahale eden dış güçleri kovmak için desteklemeye başladığında, işler daha da ilginçleşmeye başladı. Hatırlayacaksınız ki son yıllarda Mısır, Tunus ve Suriye’de benzer deneyimler yaşadık ve dünya konumumuzu anlamadığında hayal kırıklığına uğradık. Bununla beraber, devlet güvenliği için aleniyete dökülen yakınlıkları, ulusun aydın gardiyanlarını görmek dokunaklıydı.

Son zamanlarda, Amerikan "derin devleti" ile ilgili guruldamalar duymaya başladık bile.Bu ayrıca aşina olduğumuz bir şey ve pek çok farklı bakış açısını beraberinde getiriyor. Derin devlet yeni başkanı yerinden etmeye çalışacak mı? Yargı sistemi, siyasi programı bloke etmeye çalışacak mı? Ordu hangi tarafta olacak? Yabancı muhabirler "Amerikan devletinin gölge organları" hakkında konuşmaya başlayacak mı? Derin devletin eğlence kolu olan Hollywood başkana karşı çıkmak için gücünü nasıl kullanacak? Heyecandan başımız dönüyor.

Ve bu arada, ordudan bahsetmişken, başta başkanın askeri zemini olmadığı için hayal kırıklığına uğrasak da; hükümetin üst düzey görevlerine bir dizi generali atayarak durumu çabucak idare etmeye başladı. Kabine toplantılarına üniformalarıyla katılacaklarını umuyoruz; askeri kıyafetlerle çevrelenen ulus lideri konusunda oldukça güven verici bir takım şeyler var – sadece Saddam Hüseyin’i düşünün.

Trump açıkça büyük askeri görüntülerle ilgileniyor. Ordu, Pennsylvania Bulvarı’na doğru ilerliyor. Ordu, geçit törenleri sırasında New York ve Washington üzerinde uçuyor. İşte, liderlerin ne kadar büyük düşündüğünü gerçekten anlayan biri (Ayrıca, ona kendi seçkin askeri üniformalarını yapması için harika terziler de önerebiliriz.). Yeni başkana teşekkürlerimizi sunuyoruz, artık “Amerikan rejimi” terimini kullanabiliriz; ülkeniz bu şerefi tam olarak kazandı.

Tabii ki, bu dönüşüm için bir diğer önemli nokta, cumhurbaşkanının medyaya yönelik kibirli tutumu. Bizim hoş benzerliklerimiz. Basını, kendisini yerinden etmek için gizli komplolara dahil olmakla itham etmekten, belirli muhabirlerden soru almayı reddettiği için Beyaz Saray’a girişleri konusunda tehdit etmeye kadar Başkan Trump, bize kendi liderlerimizden birkaçını hatırlatıyor.Öyle ki, bir Arap liderinin CNN’nin yayın alanı hakkında ettiği şikayetler, aşağı yukarı siyasi hayatımızın temelini oluşturuyor.

Bu durum Başkan, medyayı istihbaratla olan kavgasını üretmekle suçladığında cumartesi günü ilginç bir dönüş yaşadı ve Haber Alma Bakanı Sean Spicer, Trump’ın başlangıç töreninin kalabalığının boyutlarını bildirdiği için medyayı kınadı. Başkan ve Bay Spicer tarafından medyaya yapılan örtülü olmayan tehditler, epey Arap yönetimi ruhuna sahip.

Trump’ın müdahil olmaya dayalı ihlaller ve usandırıcı basın ile nasıl başa çıkmayı planladığını görmek için bekliyoruz. Bu zamana dek, bize Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, belki de diğer liderlerden daha çok, basını geriye/yerine götürmek adına çaba sarfeden lideri, anımsattı. Sayın Erdoğan gibi basının özgürlüğünü aşamalı olarak azaltma örneğini izlemeye devam edecek mi, yoksa Arap yaklaşımını seçip tüm medyayı bir veya iki devlet medya organıyla mı değiştirecek?

Amerikan halkıyla gerçekten dayanışma hissettiğimiz an, BBC muhabirlerinin normalde Orta Doğu ülkesindekiler için kullandıkları bir tonla vatandaşlarınızı küçük görmesiydi. Muhabirler, çiftçiler ve fabrika işçilerinin nasıl hissettiğini anlamak ve küçümseyici sorular sormak için, Birleşik Devletler’ in her bir köşesine gönderildi. İngiliz Yayın Şirketi’ndenim, BBC’ye aşina mısınız? Haberlerinizi nereden alıyorsunuz? Öfkeli hissediyor musunuz? Din, oylamalarınızda bir rol oynuyor mu? (Eksik olan tek şey, baş parmaklarında mavi mürekkep olan insanların fotoğraflarıydı; lütfen, bu uygulamanın ileride tanıtıldığını düşünün.)

Kırsal kaleler ve kentsel burçlar hakkında da konuşmak lazım. Kökeni geçmişe dayanan derin sosyal ve coğrafi bölünmeler. Kabile bölünmeleri gibi değil, ama ilgimizi ateşlemek için gereğinden fazla dini ve siyasi mezhepçilik var. Liberaller ve muhafazakârlar kimlerdir ve anlaşmazlıkları nasıl başladı? Alternatif sağ ve Çay Partisi arasındaki fark ne? Yeni muhafazakârlar ve paleo-muhafazakârlar arasındaki hizipleşmenin temeli ne? Farklılıkları açıklamaya çalışan yabancı muhabirleri izlemek büyüleyici.

Ve ayrıca, bir de karışıklık mevzusu var. Görev başlangıcına kadar geçen sürede, rejim karşıtı gençlik protestoları hakkında duyumlar almaya başladık. Hadi ama! Bu, tam da intihalin sınırında. Lütfen kendi entrikalarınızı yazın ve bizimkileri ödünç almayı bırakın.

Her ne kadar protesto gösterisine başlamadan önce liderlerin iktidara gelmesini beklesek de sizin önalımsal devrim yaklaşımınızı seviyoruz.

Ve göreve başlama töreni, ne kadar da muhteşem bir şov: protestolar, isyanlar, biber gazı- bir Arap devrimi için gerekli tüm bileşenlere sahip. Amerika Bankasının kırık camlarının fotoğraflarını gördük ve alevler içinde kalan bir limuzinin. Görünüşe bakılırsa, Kara Blok sahneye çıktı. Birisi Trump heykelini ve Amerikan bayrağını yaktı (peki tamam, bu Kanada’da oldu, ama yine de oldu). Bu anların daha çok fotoğraflanmasını ve yabancı basında fotoğraf denemelerine dönüşmesini bekliyoruz.

Eğer bu protestoların başarılı törenlere dönüşmesini istiyorsanız, işte size bir iki elzem ipucu: Sosyal medyayı kullanın ve protesto hareketinin yayılması için Twitter ve Facebook’un önemini vurgulayın. Hareketinizin lidersiz ve organik olduğundan emin olun. Herhangi bir geleneksel siyasi partiye ya da yerleşik ideolojilere ait olmadığınız gerçeğini vurgulayın. Kolayca akılda kalan sloganlar bulun. Ve hepsinden önemlisi, ılımlı taraf olduğunuzun altını çizdiğinizden de emin olun. Kendi protestolarımızda keşfettiğimiz üzere, gazeteciler ve analistler, bu tarz şeyleri duymaktan hoşlanıyor.

Dış güçlerden yardım alırken dikkatli olun. Kanada ve Meksika’nın iç işlerinize müdahil olmaya çalışacaklarını duyduk. Ruslar halihazırda dahil olmuş durumda, bu ise, durumun uluslararası bir çatışmaya dönüşeceğini umut ediyor. Amerika’ya müdahale etmenin doğru mu yanlış mı olacağı, rejim değişikliğinin çabucak sağlanıp sağlanmayacağı ya da uzun süreli bir karışıklık olup olmayacağı, aracılı savaşın gündemde olup olmadığı gibi farklı düşünce parçacıkları tufanına hazır olun.

Yine de bu yola kalkışmadan önce bir uyarıda bulunalım. Devrim denen şeyi kendi başımıza denedik ve bizim için pek de iyi gitmedi. Belki de sadece yeni rejimde yaşamaya adapte olmanız gerekiyordur. Bir diktatörün görevde olmasının, Arap ülkeleri için en iyi çözüm olduğunu, aksi takdirde kaos olacağını her zaman söylemişizdir. Belki de Amerikan insanlar o kadar şeyden sonra demokrasiye hazır değildir. Hadi bununla yüzleş Amerika, şu an bir Arap ülkesine benziyorsun.

Saygılar,

Arap Dünyası

Not: Bayrağınızı yeniden tasarlama cesaretinde bulunduk; beğendiniz mi? Ayrıca, Arap Birliği’ne başvuru formu ekliyoruz, katılmayı göz önünde bulundurun.

Çeviren (Tam Metin): Gaye Polat

(Politico, Karl Sharro, America, You Look Like an Arab Country Right Now, 22 Ocak 2017)

Gaye Polat

TEKNOLOJİ & BİLİM & UZAY DOSYASI /// AMERİKA’DAKİ ÇILGIN TÜRKLERDEN BİR PORTRE : OSMAN KİBAR


SAMUMED ve OSMAN KİBAR

Yiğit namıyla anılır, bilinen adıyla “Asfalt Osman”dır Osman Kibar. Eski İzmir belediye başkanıdır kendisi. Lakin dünya Asfalt Osman’ı değil, kendisi ile aynı adı taşıyan torunu Osman Kibar’ı tanıyor. ne müthiş bir başarı, ne müthiş ve gurur duymamızı sağlayan bir öykü…

evet, asfalt osman’ın torunu büyüdü, amerika’ya gitti, burada bilim adamı oldu. şimdi dolar milyarderi. ama onu asıl meşhur eden şey ve onu gelecekte dünyanın en zengin insanları arasına sokacak olan şey “yaşlanmayı tersine çeviren ilacı” üretmeyi başarması…

bir türk, yaşlanmayı tersine çeviren (bkz: anti aging) ilacı ile önümüzdeki yıllarda çokça konuşulacak. tarih bir türk tarafından yeniden yazılıyor nitekim.

işte osman kibar, bu alanda çalışmalarıyla tanınan san diego merkezli “samumed” firmasının kurucusu ve aynı zamanda ceo’su. forbes dergisi tarafından samumed firmasının şu anki piyasa değeri 12 milyar dolar olarak lanse ediliyor.

samumed’in en büyük iddiası, geliştirdiği ilaçların yaşlanmayı tersine çevirmesi. bu ilaçların bir kısmı aynı zamanda, dökülen saçları hiçbir ek işlem olmadan yeniden çıkartıyor; beyazlayan saçların da eski rengine geri dönmesini sağlıyor.
diğer ilaçları ise, eklem ağrılarını yok edip omuriliği onarabildiği iddiasını taşıyor.

şirket tarafından geliştirilen ve yine wnt eksenindeki diğer grup ilaçları ise, dizlerde yaşlanma etkilerini ortadan kaldırıyor, omurilik disklerini onarıyor ve akciğer kanseri tedavisinde yaraların iyileşmesini sağlıyor.

bu ilaçlardan bazıları insanlar üstünde test edilmeye başlandı bile.

12 milyar dolarlık samumed’in kurucusu, finansal direktörü, hukuk direktörü ve tıp direktörü türk. bunların dışında şirkette başka türk isimler de çalışıyor.

ne yazık ki ülkemiz, bilim adamlarına, fenne, tıbba, araştırmalara yatırım yapmak yerine şu sıralar, diyanete, kutlu doğum haftasına, hafızlara, hocalara yatırım yapmayı tercih ediyor. işte bu yüzden de bizler doğdukları topraklar yerine amerikalarda başarıyı bulan aziz sancar gibi, osman kibar gibi bilim adamlarımızla gurur duyuyoruz.

yine ne yazık ki, bu bilim insanlarının geliştirdikleri projelerden de en son yararlanacak olanlar yine biz türkleriz.

KOMPLO TEORİLERİ : Amerika’yı Korkutan Siyah Helikopterler


komplo

1990’lı yıllarda Amerikan halkında oldukça korkutan siyah helikopterler komplosu, biraz modası geçmiş olsada dünya komplo senaryolarını en ünlülerinden biridir.

Hayal ürünü gibi görünse de aslında gerçek yönleri olan bu teoriye göre Soğuk savaş döneminde Birleşmiş Milletler, Amerika’yı denetlemek için radara yakalanmayan, süper teknolojik siyah helikopterleri gökyüzünde uçuruyordu. Bu gizli siyah helikopterlerde ki ajanlar suikastler, teknik takip, adam kaçırma, Sabotaj gibi pek çok gizli eylemi kimseye duyurmadan yapıyordu.

Darbelere Bile sembol olan siyah helikopterler, Ayrıca UFO teorileriyle ilişkilendirilmiştir. Amerika’nın 51. bölgedeki UFO teknolojilerinden yararlanarak bu süper teknolojik siyah helikopterleri tasarladı.

Bu siyah helikopterlerin Aslında Birleşmiş Milletler tarafından değil Amerika tarafından kullanıldığı ve hükümet aleyhinde haberler yapan, tutum takınan ve gizli dosyaları araştıran kişilerin ajanlar tarafından bu siyah helikopterler vasıtasıyla kaçırıldığı iddia edilmektedir.

Siyah helikopterler komplosu Amerika’nın bilinçaltında oldukça büyük bir yer edinmiştir. Pek çok film, dizi, şarkı sözünde siyah helikopterler geçmektedir. 1997 yapımı Mel Gibson’ın başrolünde oynadığı Komplo Teorisi filminde, siyah helikopterlerin gökyüzünde uçtuğu görülmektedir. Ayrıca Amerika’da gizli işleri araştıranlar için "Şimdi bahçene bir siyah helikopteri inecek" şeklinde bir şehir efsanesi de türemiştir. Sanal ortamda siyah helikopterlerin görüldüğü ve gerçekten bu Gizli işleri yaptığına dair pek çok paylaşım bulunmaktadır. Hatta siyah helikopterlerin videolarının YouTube‘a amatörce yüklendiği de görülmektedir.

Aslında biraz geçmişte kalan bir olay gibi görünsede siyah helikopterlere hala inananların sayısı az değildir. Bugün teknik takip ve Adam izleme için biraz eski moda bir olay gibi görünebilir siyah helikopterler. Çünkü günümüz sanal ortamında insanları izlemek ve yaptıklarını takip etmek için böyle cihazların yerine internet Ortamı daha kolay bir yöntemdir. Ancak adam kaçırma ve gizli işler için siyah helikopterler kullanılabilir bir araç olarak görülmektedir. Ancak siyah helikopterlerin varlığı kesin olarak kanıtlanmamıştır ve hala bilinç altlarında siyah helikopterlerin kendilerini kaçıracağı korkusu devam etmektedir.

MİLLİ SORUNLAR DOSYASI /// ORHAN KARAKOÇ : TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK DÜŞMANLARI /// AMERİKA VE PK K (KCK, PYD, YPG)


AMERİKA…

Yıl 1786 idi.

İlk defa, ABD bandıralı bir gemi Osmanlı limanlarından birine yanaştı.

Adı “Grand Türk” idi…

İçine taşıdığı yolcular ise, Anadolu’ya ekilmek üzere gönderilen ilk nifak tohumları olan misyonerlerdi.

İlk önce İzmir ve çevresine yuvalandılar.

Türk devletinin geniş hoşgörüsünden (aslında gafletinden) yararlandılar!

Anadolu’da birçok misyoner okulu açtılar. Okullarına öğrenci olarak da daha çok Bulgarları, Ermenileri, Rumları, İngilizleri, Yahudileri ve Kürtleri aldılar!

Yeni kiliseler kurdular etrafında cemaatler oluşturdular, Matbaalar kurdular ve maalesef bu milletin aleyhinde binlerce kitap, dergi vb. basmak suretiyle kararlı bir şekilde faaliyetlerine devam ettiler!

1863 yılına gelindiğinde bu matbaalarda Ermenice, Rumca, Bulgarca, İbranice, Kürtçe ve Türkçe olmak üzere basılan kitap sayısı 160.000’i aşmaktaydı. 1900 yılına gelindiğinde ise sadece Anadolu’da (İstanbul dâhil) 400’ü aşkın okulda 17.500 civarında öğrenci okutmaktaydılar.

Daha doğrusu, nifak tohumlarını bu öğrencileri zehirlemek suretiyle ekmekteydiler!

Bir karşılaştırma yapabilmek açısından aynı dönemdeki Türk okullarının sayılarını da vermek gerekmektedir. 1913-1914 yıllarında sadece Anadolu değil, bütün İmparatorluk dâhilindeki Sultaniye ve İdadilerin sayısı 63 ve buralarda okutulan öğrenci sayısı ise sadece 6.800 civarında idi.

Osmanlı devleti, 1869’dan itibaren her türlü yabancı okulu yakından izlemeye başlayınca, gözdağı vermek için Osmanlı karasularına ABD savaş gemilerinin gönderilmesini dahi gündeme getirdiler!

Çünkü dönemin ABD Başkanı Theodore Roosevelt’e göre dünyada herkesten önce ezilmesi gereken bir Türk gücü vardı.

Zaten misyonerlere verilmiş olan talimatta da öz olarak başka bir şey denilmiyordu. Misyonerleri Anadolu’ya gönderen güç, onlara verdiği talimatta: “Bir fetih savaşına girmiş askerler olduğunuzu unutmayın. Ve her ne kadar mücadele manevi alanda, kafanın kafayla, kalbin kalple mücadelesi ise de ve sizin silahınız Tanrı’nın inayeti ile güçlendirilmiş manevi bir silahsa da Napolyon’un askeri girişimleri kadar araştırma, bilgi ve düşünmeye ihtiyaç gösterir. Bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar silahsız bir Haçlı Seferi’yle geri alınacaktır” denilmekte idi.

Yani, “Grand Türk”’ün yolcuları aslında; “Büyük Türk”ü “Küçük Türk” yapabilmek için gelmişlerdi…

Bulgaristan’ı kuranlar, başta Robert Koleji olmak üzere bu okullarda yetiştirildiler.

Sonunda bağımsız Bulgaristan kuruldu!

Sonra, sonra ne mi oldu?

Neler olmadı ki?

Bir yandan misyonerler aracılığı ile Anadolu’da nifak tohumları ekilmeye, Anadolu’da yaşayan halklar birbirinden soğutularak düşman edilmeye çalışılırken, bir yandan da Anadolu’da can vermek üzere olan Hıristiyanlığa can suyu verilerek Anadolu yeniden Hıristiyanlaştırılmaya çalışılıyordu!

Yeter mi? Tabi ki yetmez…

1948’den başlayarak, etkileri 1970’li yıllara kadar devam eden Marşal Yardımı kapsamında; o dönemde Anadolu’da her evde koyun, keçi veya sığır (süt hayvanı) bulunduğu halde, içine ne katıldığı bilinmeyen süt tozları bütün Türk çocuklarına (okullarda) dağıtılıp içirilerek geri zekâlı bir nesil oluşturulmaya çalışıldı!

Buna rağmen Menderes döneminde Kore’ye gittik ve onlar için savaştık. Kan döktük can verdik.

Hatta şarkılar bile besteledik. Yaşı 60’ın üzerinde olanlar bu şarkıyı çok iyi hatırlarlar:

“Amerika Amerika,

Türkler dünya durdukça,

Beraberdir seninle,

Hürriyet savaşında.

***

Bu bir dostluk şarkısıdır,

Kardeşliğin yankısıdır.

Kore’de olduk kan kardeşi,

Sönmez bu yangının ateşi…”

Ama kazın ayağı hiç de öyle değildi.

1960 yılına geldiğimizde ise yeni bir tezgâh daha sahneye konulmuştu.

O yıl ABD büyükelçiliğinde bir albay başkanlığında 18 kişiden oluşan bir Kürt İşleri Bürosu kuruldu ve bu büro aracılığı ile, özellikle doğu illerimizde ABD adına görev yapacak çok iyi Kürtçe konuşabilen ve bölge hakkında çok geniş bilgilerle donatılan yeni ajanlar yetiştirilmeye, hiç vakit kaybetmeden Anadolu’ya yollanmaya başlandı!

Bu ajanlara, şeytanın silah arkadaşı olan Fransa Paris’te Kürtçe öğretildi.

Ajanların çok büyük bir bölümü çok zeki, çok genç ve çok güzel kızlardan oluşuyordu. Bu güzel kızları, o yolu yolağı olmayan Kürt köylerinde gören Kürt ve Türk gençlerinin ise içleri gidiyordu. Ne kadar da güzellerdi…

O zamanlar, Türkiye’de devam eden bir savaş olmamasına rağmen, bölgede görevlendirilen bu ajanlara “Amerikan Barış Gönüllüleri” deniliyordu…

1969 yılı itibariyle 69 ilimizde toplam 232 barış gönüllüsü bulunmaktaydı.

Bu sözünü ettiğimiz “Barış Gönüllüleri (Peace Corps) projesi”, ABD tarafından 1961 yılında dönemin ABD Başkanı olan Jonn F.Kenedy tarafından, parlamento kararı ile başlatılan bir projeydi.

Proje kapsamında ülkemize gelen gönüllü (pardon ajan) sayısı resmi rakamlara göre 1201 idi, ancak gerçek sayının ne kadar olduğu hiçbir zaman tespit edilemedi!

Sonrası?

Doğu’daki PKK hareketinin başlangıcı bir 10 yıl sonraya rast gelir!

Yani bu barış gönüllülerinin icraatları bu topraklara saçılan kin tohumlarına mükemmel birer gübre olmuştu!

Bizler ise Amerikan barış gönüllülerinin saçtığı zehri unuttuk. Bu zehre karşı panzehir üretmeyi ve kullanmayı maalesef yeterince akıl edemedik.

Ne mi yaptık?

Sadece zehirlenmiş kardeşlerimize düşman olduk!

Bu Amerikan ajanlarının yıllar önce insanlarımız arasına yavaş yavaş ektikleri nifak tohumlarının zehirli meyvelerini son 20/30 yıldır sık sık yemek zorunda kaldık.

Bu zehirli meyveleri hala yemeye devam etmiyor muyuz?

Biz her şeye rağmen saf saf Amerika’yı dost ve müttefik olarak görmeye devam ederken, 1974 yılında gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs Türk Barış Harekatı’na karşı çıkan, bu harekatı durdurmak için Akdeniz’e deniz filosu gönderen ve Harekattan sonra da uzun yıllar ülkemize silah, mühimmat ve askeri malzeme ambargosu uygulayan da bu dost Amerika idi!

Yine aynı yıllarda, ABD’nin Nihat Erim Hükümetine baskı yaparak Türkiye’de afyon ekimini yasaklattığını ve Ecevit’in iktidara gelmesiyle ABD’ye meydan okuyarak afyon ekiminin 1973 yılında yeniden başlatıldığını, Amerikan ambargosunun sebeplerinden birinin de bu afyon (haşhaş) ekimi krizi olduğunu unutmayalım.

Zaman ilerledi, 1992 yılına geldiğimizde başka bir Amerikan ihaneti ile karşı karşıya gelmiştik. 10 Aralık 1992’de ABD’ye ait Çekiç Güç helikopteri Cudi Dağı’ndaki PKK’lara silah, mühimmat ve malzeme attılar!

Yani ABD’nin PKK, PYD gibi Türk düşmanlarına yardım yapması hiç de yeni değildir.

Bu olayın Türk Jandarma ve İstihbarat Timleri tarafından fotoğraflanıp tespit edilmesi üzerine, Eşref Bitlis Paşa tarafından konu Genelkurmay Başkanlığı’na intikal ettirdi.

Bunun üzerine, 17 Aralık 1992’de Çekiç Güce bağlı ABD helikopterleri, Irak’ın Selahaddin Kenti’ne gitmekte olan Eşref Bitlis’in helikopterine ateş açtılar! Ama Paşa şimdilik kaydıyla kurtulmuştu.

Ve takvimler 01 Ekim 1992’yi gösterirken, ABD tarafından bir muhribimiz resmen (yanlışlıkla) vuruldu! Adı Muavenet idi.

Adını Çanakkale Savaşı’nda İngilizlerin Goliath Zırhlısı’nı batıran ünlü “Muavenet-i Milliye Muhribi”nden alan “Muavenet” adlı muhribimiz; dost ve stratejik ortak olarak bildiğimiz Amerika tarafından; Ege Denizi’nde gerçekleştirilen NATO Kararlılık Gösterisi-92 Tatbikatı sırasında, USS Saratoga (CV-60) uçak gemisinden üst üste ateşlenen füzeler tarafından, kaptan köşkü ve savaş harekât merkezinden vuruldu!

Bu elim olayda, yaşamlarının henüz baharında olan beş denizcimiz kalleşçe şehit edildi, 22 denizcimiz de yaralandı!

“Muavenet Muhribi 1 Ekim’de vuruldu, 4 Ekim’de ise Irak’ta Kürt Federe Devleti’nin ilan edildi!

Oysa Türkiye Irak’ta kurulacak bir Kürt devletini asla istemiyor ve hatta bunu savaş nedeni sayıyordu.

Diğer bir gelişme ise; Muavenet vurulduğunda Eşref Bitlis Paşa tarafından; Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı büyük bir harekât başlatılmıştı, ancak ABD bu harekâtın yapılmasını istemiyordu.

Artık bu Eşref Paşa Amerika için çok olmaya başlamıştı…

Nitekim üzeninden çok zaman geçmeyecek ve Eşref Bitlis Paşa; 1993 yılında uçağı düşürülerek (ABD parmağı olduğu düşünülen şaibeli bir uçak kazasında) şehit edilecekti!

1991 Yılındaki 1. Körfez Savaşı’nın ardından, 1996 yılında Saddam Hüseyin bölgedeki gücünü arttırınca, Kuzey Irak’ta barınamayacakları anlaşılan tam 7.500 CIA peşmergesi Kürt, ABD tarafından 1996 yazında bölgeden kaçırılmak zorunda kalındı.

Aynı yıl ABD tarafından Washington’da bir Kürt Enstitüsü kuruldu, başına da Mike Amitay adlı bir Yahudi getirildi…

İşte Irak’taki bugünkü sözde Kürt Devleti Projesi’nin taslak planları, daha önce Güneydoğu Anadolu’da defalarda inceleme gezisi süsü verilen istihbarat faaliyetlerinde yöneticilik görevi yapmış olan bu Yahudi ABD ajanı tarafından hazırlandı.

ABD’nin Kuzey Irak’tan kaçırdığı bu Kürtler ile Avrupa, Türkiye, Suriye ve İran gibi ülkelerden seçilen yetenekli Kürtler; bu Enstitü tarafından, ileride düşünülen işgal sonrası yapılacak operasyonlar için özel olarak yetiştirildiler!

Neler mi öğretildi?

Bir bölgenin demografik yapısı nasıl değiştirilir, nüfus ve tapu kayıtları nasıl sabote edilir, oylar nasıl değiştirilir ve Kerkük gibi kentlere göçmenler nasıl kaydırılır gibi “ince işler” öğretildi.

Aynı Enstitüde başka bir grup ise kurulacak Kürt Devletinin ihtiyaç duyacağı bürokrasiyi oluşturmak üzere yetiştirildi.

2002 yılına gelindiğinde ise 24 Temmuz – 15 Ağustos tarihleri arasında Kaliforniya’daki Nevada Çölü’nde, ABD tarihinin en büyük tatbikatı düzenlendi. Tatbikatın adı “Millennium Challenge-2002”, yani Türkçesi “Bin Yılın Meydan Okuması-2002” idi. Binlerce askerin katıldığı bu tatbikatta; ABD askerlerine, Türkiye’yi işgal eğitimi yaptırılıyordu.

Tatbikatın senaryosu ve başlangıç tarihi ise çok manidardı. Yani ABD, hedef tahtasına Türkiye’yi koyduğu tatbikatın başlangıç tarihi olarak, Lozan Anlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz’u seçiyor ve Türkiye’ye karşı bin yılın meydan okumasını yapıyordu!

Takvimler 20 Mart 2003’ü gösterirken “Özgürleştirme Operasyonu” adı altında ve naklen verilen dehşet dolu görüntülerle beklenen işgal hareketi başlatıldı!

ABD özel kuvvetleri ve ABD’de yetiştirilen Kürt gruplar 09 Nisan’da Kerkük’e, 10 Nisan’da da Musul’a girdiler ve buraları işgal ettiler.

Türk şehirlerine giren CIA Kürtleri 1. Körfez Savaşında olduğu gibi yine Tapu ve Nüfus Dairelerini yağmadılar!

Türk şehirlerindeki Tapu ve Nüfus kayıtlarının yok edilmesinin asıl sebebi ise, bölgedeki Türk kimliğini yok etmekti. Neden mi? Çünkü mevcut belgeler buraların Türklere ait olduğunu gösteriyordu. Öyleyse önce bunlar yok edilmeliydi.

Asıl amaç bölgede bir Kürt Devleti kurmaktı ve bu nedenle bölge Türksüz ve Arapsız hale getirilmeliydi! Öyle de yapıldı!

2’nci Körfez Savaşı ile Irak’ta gücünü ve etkinliğini arttıran ABD artık Irak’ta hiçbir Türk’ü istemiyordu.

Tarihler 04 Temmuz 2003’ü gösterirken ABD askerleri, Kuzey Irak’ta görev yapan Türk Özel Kuvvetlerine baskın yaptılar 11 askerimizi derdest ederek tutukladılar ve başlarına da ÇUVAL geçirdiler.

Bu çuval bütün Türk milletinin başına geçirilmiş bir çuval idi.

ABD tarafından bu baskında hırsızlık da yapılmıştır.

Türk Timi’nin karargâhı darmadağın edildi, odalardaki her şey kırıldı, döküldü, parçalandı. Türk bayrakları ve Atatürk tabloları yerlere atıldı. Karargâhtaki askeri uydu sistemi tahrip edildi, 30 tüfek, bilgisayar, harita, uydu fotoğrafları, çelik kasada bulunan 106.000 dolar para, telsizler, bir adet jeep, iki kamyonet ve bir otomobil çalındı.

Çok daha önemlisi, bu baskında çok önemli bir MİLLİ KRİPTO CİHAZI’mıza da el konuldu.

Daha sonraki yıllarda da Amerika’nın Türkiye aleyhindeki faaliyetleri ve Türk düşmanlarına yardımları hiç hız kesmeden devam etti.

2016 yılında ABD güdümündeki Irak’taki kukla hükümete gaz verilerek Musul’daki, Başika’daki askeri varlığımız tehdit edildi, tehlikeye sokuldu ve Irak’tan çıkmaya zorlandı.

Aslında geçmişe yönelik anlatılacak çok şey var ama isterseniz kısa keselim ve gelelim bu güne…

Ney yazık ki, Türk milletine zararlı Amerikan faaliyetleri azalmadığı gibi artarak devam etti ve halen de artarak devam etmektedir.

Artık gün; dün değil, bugün…

Gelen haberlere göre;

ABD tarafından, Suriye’nin Afrin bölgesinde bölücü örgüt PKK adına bir ‘TERÖR AKADEMİSİ’ kuruldu!

Şu anda birçok ülkeden gelen kürtçü teröristler bu kampta Türk milletine karşı eğitilmektedir!

Türk istihbarat birimleri tarafından Başbakan Binali Yıldırım’a sunulan rapora göre; sadece 2016 yılında PKK’ya verilen silahlarla ‘modern bir ordu’ kurulması mümkündür!

Son günlerde PKK/PYD’nin, önemli miktarda cephaneyi Münbiç-El Bab-Afrin hattına naklettiği bilgisi de gelen bilgiler arasındadır!

PKK’ya verilen silahlar arasında uçaksavarlar, roketatarlar, Dockalar, Kaleşnikof, Zagros, Dragunov ve G- 3 otomatik piyade tüfekleri de yer almaktadır!

Bu şu demektir: ABD tarafından PKK/PYD/YPG, şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde Türkiye’ye karşı güçlendirilmekte, eğitilmekte, donatılmakta ve silahlandırılmaktadır.

Burada verdiğimiz fotoğraf da zaten her şeyi açıkça ortaya koymaya yetmektedir. Afrin’de yeni çekilen bu fotoğraf, Türkçe Konuşan Ülkeler Uluslararası Gazeteciler Derneği (TKÜUGD) Suriye Medya Ofisi tarafından yayınlanmıştır.

Ne diyelim?

Böyle dost, böyle ortak… Düşman başına…

Aslında en güzelini, yıllar önce Aşık Mahzuni Şerif söylemiştir:

“Devleti devlete çatar,

İt gibi pusuda yatar,

Kan döktürür silah satar,

***

Su diye yutturur buzu,

Gafil düştük kuzu kuzu!

***

Bunca milletlere yazık,

Sömürülmüş bağrı ezik,

Seni sevenin fikri bozuk,

Ulkemizi parcalamaya calisan dIs guclere karsi, Türk milleti ve bu topraklarda yaşayan herkes din, dil, ırk, cinsiyet, milliyet, etnik köken farkı gozetmeksizin el ele, omuz omuza tek vücut olmalı, birlik, beraberlik icinde birbirimize kardesce, dostca, sevgi ve saygıyla davranarak bu cennet vatanımızı korumalıyız.

Sevgiyle, akılla, bilinçle ve mutlulukla kalın..

Orhan Karakoç

SİYASİ DOSYA : Bir yanda Amerikan demokrasisi bir yanda Türk işi demokrasi


Medya papağanları bu konuyu araştırsa iyi olacak.

310 Milyonluk Amerika Birleşik Devletleri nüfusunu oluşturan halklar;

1. Almanlar; 50 Milyon
2. İrlandalılar; 38-40 milyon (İrlanda nüfusundan fazla)
3. İngilizler; 30 Milyon
4. Meksikalı; 25-28 milyon
5. İskoçlar; 25 milyon (İskoçya nüfusundan fazla)
6. Amerikalı; 22 Milyon
7. İtalyanlar; 18 Milyon
8. Polonyalılar; 10 Milyon
9. Fransızlar; 10 milyon
10.Hollandalı; 6-8 Milyon
11.Norveçli; 5 Milyon (Norveç nüfusundan fazla)
12.Çinli; 4 Milyon
13.İsveçli; 4 Milyon
14.Filipinli; 3 Milyon
15.Rus; 3 Milyon
16.Hintli; 2.5-3 Milyon
17.Galli; 2 Milyon
18.Danimarkalı; 2 Milyon
19.Çek; 2 Milyon
20.Yunanlı; 2 Milyon
21.Koreli; 1.5 Milyon
22.Macar; 1.5 Milyon
23.Portekizli; 1.5 Milyon
24.Vietnamlı; 1-1.5 Milyon
25.Türk 300 bin
26.Ermeniler 500 bin kadar.

***

310 milyon ABD nüfusunun ancak 22 milyonu AMERİKALI,

Bir Alman,
Bir Fransız,
Bir İtalyan,

Anayasadan AMERİKAN lafını çıkarın desin hele…

Ya da resmi dilin dışında devlet dairesine bir dilekçe versinler göreyim …

[status draft]

ERMENİ SORUNU DOSYASI : TEK KİŞİLİK DEV ORDU “ŞÜKRÜ SERVER AYA” VE Büyükelçi Morgenthau


kmf9b.jpg

1930’da Romanya’nın Galati şehrinde dünyaya gelir. Şehrin adı kale anlamına gelen Kuman Türkçesinden gelmektedir. Ailesi ise 19. Yüzyılda Trabzon’dan gelerek Tuna nehrinin Karadeniz’e döküldüğü yerde bulunan bir liman kenti olan Sulina’ya yerleşmiştir. O zaman Sulina çoğunlukla Türklerin yaşadığı bir yerleşim bölgesidir.

Ağustos 1939’da Sovyetler Birliği’nin bugün Moldova olarak adlandırılan Besarabya bölgesini işgal etmesi üzerine babası tası tarağı toplar ve ailesi ile birlikte Türk bayraklı bir yük gemisi ile kaçarak anavatan Türkiye’ye İstanbul’a gelir.

İlk, Orta ve Lise öğretimini takiben bugünkü adı Boğaziçi Üniversitesi olan Robert Koleje kabul edilir. Babasının 1951’de bir deniz kazasında yaşamını kaybetmesi üzerine eğitimine ara verir ve ailesini destekler. Daha sonra tekrar okuluna döner ve 1953’de mezun olur.

Mezuniyetten sonra şirketini kurar, uluslararası ticarete başlar ve yaklaşık 50 yıl hem dünyayı gezer hem de para kazanır. Daha sonra yaşı ilerleyince işlerini tasfiye eder, keyfine keyif katacağına, balık tutup arkadaşlarına avcı hikayeleri anlatacağına o yine zorlu bir mücadeleyi seçer.

Çocukluğunun geçtiği Arnavutköy’de, okul sıralarında ve iş hayatında çok fazla sayıda Ermeni ile ilişki kurmuş ve arkadaş olmuştur. Fakat Ermeni iddiaları konusunda kafası karışmakta ve kuşku duymaktadır. Tarihe meraklıdır ve sonunda karar verir, 1915 olaylarının gerçek yüzünü araştıracaktır. Gerçekten ataları olan Türkler soykırım yaptı mı? Yoksa yargısız bir infaz mı söz konusu?

İddialar tamamen yalan ve iftira

Gerçekleri öğrenmek için kolları sıvar. “ Ermeni soykırımı “ iddiasında bulunan kitapları, makaleleri ve belgeleri tarar. Bu iddiaların tamamen yalan ve iftira olduğunu, büyük bir projenin bir parçası olduğunu görür. Bugüne kadar 3’ü İngilizce olmak üzere 5 kitap ve başvuru kaynağı yazmış ve hazırlamıştır.

Bu değerli ve yurtsever insanımız Şükrü Server Ayadır. Ben de beraber katıldığımız bir televizyon programında yakından tanıma onuruna eriştim. O günden beri arkadaşız ve dostuz. Kendisine Şükrü ağabey diye hitap etme ayrıcalığına sahibim.

Yarın ( 30 Mart 2013 ) saat 1530’da İstanbul Hasköy’de bulunan Rahmi Koç Müzesi’nde Şükrü ağabeyin “ Preposterous Pradoxes of Ambassador Morgenthau “ ( Büyükelçi Morgenthau’nun Mantık Dışı Çelişkileri ) adlı yeni kitabının basın mensuplarına ve uluslararası arenaya tanıtımı yapılacak.

Morgenthau Kasım 1913-Şubat 1916 arasında 26 aylık bir süreçte İstanbul Büyükelçisi olarak görev yapmış. Morgenthau’nun görev yaptığı dönem ile ilgili olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti Yöneticileri ile olan ilişkilerini, görüşlerini ve konuşmalarını, Ermeni tehciri ile ilgili olarak duyduklarını yazdığı “ Büyükelçi Morgenthau’nun anlatısı “ adlı bir kitabı var.

Bu kitap Ermeniler tarafından “ değeri paha biçilmez bir kaynak “ olarak nitelendirilmektedir. Ermenilerin sözde soykırım iddialarının çok büyük bir kısmı bu kitaba dayanmaktadır. Ama bu kitap, yalan, dolan ve iftiranın üstüne oturmaktadır. Kitabın yazarı bile şaibelidir!

Morgenthau İstanbul’da görev yaptığı süre içerisinde şehrin 10 km dışına dahi çıkmamıştır. Kitap, tercümanları olan Arşak Şimavonyan ve Agop Andonyan’ın anlatılarına dayanmaktadır. Büyükelçi ABD’ye döndükten sonra Osmanlı’yı suçlayabilecek böyle bir kitap yazabileceğini Başkan Wilson’a söyler ve onayını alır. Kitabın yazarının kendisi olduğu da yalandır biliyor musunuz? Kitap Pulitzer ödüllü Burton J. Hendrick’e yazdırılmış ve karşılığında bugünkü değeri yaklaşık 1 milyon 300 bin ABD doları verilmiştir.

İşte Sayın Aya’nın yarın tanıtacağı kendi kitabında bu rezillikleri, kepazelikleri ve iftiraları yabancı kaynaklı belgelere dayanarak anlatıyor. Kitabında karşı konulamaz ve inkar edilemez belgeler konuşuyor, masal anlatılmıyor. Bu kitabı mutlaka alın, okuyun ve çocuklarınıza ve torunlarınıza bırakmak için kütüphanenizde saklayın.

Öldürücü saldırı için hazırlanıyorlar

İki yıl sonra 1915 Ermeni iddialarının 100’üncü yıldönümü olacak. Emperyalizm ve onun güdümünde bulunan Ermeni Diasporası öldürücü saldırı için hazırlanıyorlar. 10 yılı aşkın süredir iktidarda bulunan AKP şimdiye kadar her konuda olduğu gibi bu konuda ne yaptı? Ne yapmayı planlıyor?

İlerlemiş yaşına rağmen gecesini gündüzüne katarak çalışan, üreten, bu konuda kendi ekonomik imkanlarını da harcayan ve bağrından çıktığı Türk Milletine hizmet etmeye çalışan Şükrü Server Aya ile gurur duyuyorum. Toplumlar kendisine hizmet edenlerle gurur duyar. Aksi, yani Yorgo ve Barzani gibi örnekler ancak hainler için söz konusudur.

Hiç şüphe yok ki “ Ermeni soykırımı “ emperyalist bir yalandır. Bu yalan büyük bir planın ve ulaşılmak istenen hedefin önünü açmak için uydurulmuştur. Aynen Ergenekon, Balyoz ve benzeri yalanlar gibi. Bu nedenle yalanların içinde çelişkilerin olması çok doğaldır. Her iki yalanın ve iftiranın da amacı bölgemize ve ülkemize yönelik olarak hazırlanan emperyalist planların realizasyonudur.

Yalanlar kendi içinde çelişkili olabilir ama 100 yıl arayla ortaya konan bu yalanların hizmet ettiği hedefler açısından emperyalizm tutarlıdır. Hedef dün Osmanlı, bugün onun halefi Türkiye’dir. Bölgenin istikrarsızlaştırılması, Türkiye’nin büyütülüyormuş gibi yapılıp küçültülmesi, iyice taşeronlaştırılması, komşularına terör ihracı ve rejim değişikliğidir.

ABD Büyükelçilerine fazla kızmayın, onlar emir kuludur, ülkemize ve bölgemize yönelik planların koordinasyon makamıdır!

Saygılar sunarım.

E. TUĞA. TÜRKER ERTÜRK

İLK KURŞUN

AMERİKA DOSYASI : Amerika’nın Afganistan Müdahalesi ve Sonrası


Amerika’nın Afganistan Müdahalesi ve Sonrası

Amerikan müdahaleciliği 20. Yüzyıldan beri başta Latin Amerika olmak üzere batı yarımküre olarak adlandırılabilecek bölgedeki ülkelerde gerçekleştirdiği müdahalelerle başlamıştı. Daha sonra bu müdahaleci tavrını dünyaya egemen olabilmek adına Orta Asya ve Orta Doğu bölgelerine doğru yaydı. Amerika’nın Soğuk Savaş döneminde gerçekleştirdiği müdahaleler ile Soğuk Savaş sonrası dönemde gerçekleştirdiği müdahalelere farklı adlar verdi. Soğuk Savaş döneminde ABD “meşru hükümetin çağrısı” , “kendi vatandaşlarını koruma” veya “meşru müdafaa” gibi gerekçeler gösterdi. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise “insani müdahale” , “teröre karşı savaş” gibi gerekçeler ileri sürdü. Bir diğer ve en önemli gerekçesi ise “demokratikleştirme” çabaları oldu.

Aslında ABD Orta Asya’ya Soğuk Savaş döneminde pek fazla önem vermemiş ve bölgeyle pek ilgilenmemişti. Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra bir süre bölgeyle uzaktan ilgilendi. Ancak bölgenin önemini anlayınca bölgeye yönelik politikalar geliştirmeye başladı. Sovyet Rusya’nın çökmesiyle kurulan Rusya Federasyonu bölgede hala varlığını korumaya ve ABD’nin bölgeye girmesini engellemeye çalışıyordu. Yine de Amerika’nın Orta Asya’dan vazgeçme gibi bir şansı yoktu çünkü artık Orta Asya Amerika için hayati önem arz ediyordu.

Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’un Orta Asya politikası dört temel unsura dayanıyordu: Bölge devletlerinin demokratikleşme ve pazar ekonomisine geçiş süreçleri hızlandırılacak ve sağlamlaştırılacak; Hazar enerji kaynaklarının güvenliği sağlanacak, bunun için de buradaki enerji potansiyelinin Rus denetiminde olmayan güzergahlarla dünya pazarlarına aktarılması için projeler geliştirilecek; bölgesel çatışmalar barışçıl yollarla çözüme kavuşturulacak ve Amerikan firmalarının bölgedeki ticari faaliyetleri desteklenecekti.

11 Eylül 2001 tarihine kadar Amerika’nın bölgeye olan ilgisi daha çok ekonomik nedenlere dayanmıştı. Yine de bölgenin stratejik öneminin de farkındaydı bu sebeple de Rusya, Çin ve Hindistan’ın etkinliğini dengelemeli ve bölge ülkeleriyle çok yönlü işbirliğine girmeliydi ancak bölgede aktif rol oynayan Rusya ve Çin ABD’yi sürekli olarak engellemekteydi. ABD bölgede yoğun olarak insan hakları ihlallerinin de boy gösterdiğinin farkındaydı. Bölge ülkelerinde demokratik olmayan yönetimlerin iş başında olması Amerika için bölgeye müdahale etme konusunda önemli bir adım olabilirdi ancak mevcut yönetimin değişmesi sonucu bölgede aşırı İslamcı ve Taliban gibi grupların yönetime gelmesi ve güç kazanmasından endişe ettiği için herhangi bir yaptırımda bulunmadı.

Gerçekten de, Orta Asya Cumhuriyetleri her türlü kökten dinci İslami grubu barındırmaktaydı. Radikal İslamcı olan bu grupların küreselleşmeyi reddeden ve küreselleşmeyi hedef alan tutumları Amerika’yı rahatsız etmekteydi. 11 Eylül 2001’de gerçekleştirilen terörist eylemler bir yandan ABD’ye “terörle mücadele” söylemiyle dünyanın belirli bölgelerinde askeri operasyonlar yapma hakkı tanırken diğer yandan da birçok ülkeyle yakın işbirliği içine girmesine yol açtı.

11 Eylül Olayları

11 Eylül 2001’de, 19 El-Kaide eylemcisi dört yolcu uçağını ele geçirdi; bunlardan ikisi Dünya Ticaret Merkezi’ne, bir diğeri Pentagon’a çarptı, dördüncü uçak ise yolcuların hava korsanlarına karşı ayaklanmasından sonra Pensilvanya’daki bir tarlaya indirildi. Saldırılarda yaklaşık üç bin kişi öldü.

Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerini ve Pentagon’un bir kısmını tahrip eden bu saldırıların yaşandığı 11 Eylül tarihi hem uluslararası ilişkiler hem de ABD’nin Soğuk Savaş dönemi stratejileri açısından önemli bir dönüm noktasıdır. 1990’lı yıllarda Sovyetler’in çöküşüyle Doğu Bloku’nun yıkılması sonucu ABD dünyada tek hegemonik güç olabilecek durumdaydı. Tıpkı François Fukuyama’nın “Tarih’in Sonu” adlı tezinde söylediği gibi Amerika tek başına kalmıştı ve bu Amerika’nın dünyayı biçimlendirme etkisini arttırmıştı ancak bu o kadar da uzun sürmedi. 11 Eylül saldırıları sonrasında bunun böyle olmadığı ortaya çıktı.

Bu saldırılar ABD’nin güvenlik algılamasını değiştirdi. 11 Eylül saldırıları sonrasında yeni bir dış politika geliştirildi ve Yeni Amerikan politikasında “Sovyet tehdidi”nin yerini “terör tehdidi” aldı. ABD’nin “ya bizimlesiniz ya teröristlerle” cümlesiyle ifade edilen Bush Doktrini ve “önleyici savaş” stratejisiyle 2001’de Afganistan ve ardından 2003’te Irak’ın işgali gerçekleştirildi.

ABD, saldırılardan El-Kaide örgütünü sorumlu tuttu. Bu örgütün Afganistan’da bulunan lideri Usame Bin Ladin’in iade edilmesini, tüm örgüt üyelerinin ya ABD’ye teslim edilmesini ya da Afganistan sınırları dışına çıkarılmasını istedi. ABD’nin tüm ısrarlarına rağmen Taliban’ın Ladin’i teslim etmemesiyle iki ülke arasında kriz başladı ve bu da Afganistan’ı terörizmin savunucusu konumuna getirdi.

11 Eylül Sonrası Amerikan’ın Afganistan Müdahalesi

ABD ile Afganistan arasındaki bu kriz sürerken 4 Ekim 2001’de İngiltere Başbakanı Blair, Usame bin Ladin’in El-Kaide örgütünün 11 Eylül saldırılarından sorumlu olduğuna dair kanıtları parlementoda yaptığı konuşmasında sundu. Bu da Başbakanlık internet sayfasında yayınlandı. Bunun sonucunda ABD’nin Afganistan’a müdahale edeceği kesinleşti ve müdahale 7 Ekim 2001’de başladı. 7 Ekim 2001’de George W. Bush düzenlediği basın toplantısında “ABD ordusunun Afganistan’da El-Kaide teröristlerinin eğitim kamplarını ve Taliban rejiminin askeri tesislerini bombalamaya başladığını, çünkü Taliban’ın ABD’nin taleplerini yanıtsız bıraktığını” açıkladı.

7 Ekim 2001 günü ABD İngiltere’yi de yanına alarak, El Kaide lideri Usame Bin Ladin’in saklandığı Afganistan’a karşı “Sonsuz Özgürlük Operasyonu” adı verilen hava operasyonlarını başlattı. ABD’nin Afganistan operasyonuna İngiltere’nin dışında Rusya, Çin, Türkiye gibi ülkeler de destek verdi; İtalya, Almanya, Hollanda, Çek Cumhuriyeti, Gürcistan, Özbekistan, Tacikistan, Umman, Katar, Suudi Arabistan, Filipinler, Yeni Zelanda ve Kanada gibi ülkeler de askeri destekte bulunabileceklerini açıkladılar. ABD ve İngiltere’nin beraber gerçekleştirmiş olduğu bu müdahale Güvenlik Konseyi’nin almış olduğu kararlar ve meşru müdafaa hakkı çerçevesinde oldu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 11 Eylül olaylarıyla ilgili, 12 Eylül 2001’de 1368 sayılı, 28 Eylül 2001’de de 1373 sayılı kararları aldı. Bu kararlarda, terörizmin uluslararası barış ve güvenliğe tehdit oluşturduğu ve ABD’nin meşru müdafaa hakkına sahip olduğu belirtildi. Ancak burada ABD’nin terörizmle mücadele için askeri güç kullanabileceğine dair bir hüküm bulunmuyordu ve bu kuvvet kullanımı için bir sınırlama da getirilmedi. Bu belirsizlik ABD’nin Afganistan müdahalesine meşruiyet kazandırdı. Maalesef Afganistan bunun bedelini çok ağır ödedi.

ABD, Afganistan’da El−Kaide’ye ve ona destek veren Taliban rejimine karşı sürdürdüğü operasyonlar kapsamında Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan hava sahalarından yararlanmaya başladı. Kırgızistan’a 3000, Özbekistan’a 1000 Amerikan askeri yerleştirilirken, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’a yapılan ekonomik yardımlar bir önceki yıla göre 2 kat arttırıldı. Ayrıca Amerikan savaş uçaklarının acil durumlarda Almatı havaalanına inebilmesi için Amerika ile Kazakistan arasında anlaşma imzalandı.

Bölgeye girmeye çoktandır hevesli olan Amerika “insani müdahale” kapsamında değil ancak “terörle mücadele” söylemiyle girdi. Bu da bölgeye güçlü bir şekilde girebilmenin yolunu arayan Amerika’nın Orta Asya’ya yönelik askeri müdahalelerinin önünü açtı. Bu durumu Rusya’nın geçici onayı ve bölge ülkelerinin işbirliği sağlamış oldu.

Koalisyon Güçleri yaptıkları operasyonlar neticesinde Taliban rejimini devirmeyi başardı ve ülkenin yeniden inşa edilme sürecini başlattı. Ülkenin yeniden inşası için 5 Aralık 2001 tarihinde BM önderliğinde Afgan grupların da katılımıyla Bonn Antlaşması imzalandı. Taliban rejimi sonrasında ülkede doğabilecek istikrarsızlık endişesi nedeniyle güvenliğin sağlanması ve bölgenin yeniden inşa sürecine yardımcı olması amacıyla Uluslararası Güvenlik Destek Gücü (ISAF) oluşturuldu. 2003’te ISAF görevini NATO’ya devretti. 2006 yılında ise bölgedeki NATO varlığı daha çok hissedilir oldu.

Barack Obama Mayıs 2014 yılında yaptığı bir konuşmasında Afganistan’daki askeri varlığını azaltacağını söyledi. ABD ile Afganistan Senatosu 2015 yılında yürürlüğe girecek olan ikili antlaşma imzaladı ve bu antlaşma uyarınca Afganistan’daki ABD askeri varlığı azaltıldı, 9.800 personel Afganistan askerlerine terörle mücadele amacıyla eğitim vermeye başladı. NATO ise Aralık 2014 itibariyle 87.000 askerini Afganistan’dan çekme kararı aldı. Afganistan Senatosu tarafından onaylanan Barış için Ortaklık Kuvvetlerinin Statüsü Anlaşması’na (SOFA) göre NATO, Afgan güvenlik güçlerine eğitim, destek ve danışmanlık hizmeti sağlamak amacıyla Afganistan’da varlığını sürdürecektir. 2015’in ilk ayında başlatılan Kararlı Destek Misyonu çerçevesinde 40 ülkeden toplamda 12.500 askerin hizmet vermesi planlandı. Ayrıca Ortak Özel Harekat Komutanlığı’nın Taliban ve El Kaide’ye karşı mücadele edeceği ve grupların kendilerine güvenli bölgeler yaratmasının önüne geçileceği belirtildi.

Afranur ARIKAN, Giresun Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü

KAYNAKÇA

  • Serdar ÖRNEK, 11 Eylül Olayları Ve Afganistan Operasyonu, Yalova Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Ocak 2012
  • Türkkaya ATAÖV, 11 Eylül: Terörle Savaş Mı Bahane Mİ, 11 Eylül ve Sonrası, Alkım Yayınevi, 27 Şubat 2004
  • Ömer Faruk KARAGÜZEL, 11 Eylül Ve Bush Doktrininin Sürekliliği, Umran Dergisi, Eylül 2011
  • Çağrı Taner ERHAN, ABD’nin Orta Asya Politikası ve 11 Eylül Sonrası Yeni Açılımları, Aylık Strateji ve Analiz e-dergisi, Ekim 2003, sayı:9
  • Kerem BATIR, Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Amerikan Müdahaleciliği ve Uluslararası Hukuk, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Yönetim Bilimleri Dergisi, 1 Ocak 2011
  • Şatlık AMANOV, ABD’nin Orta Asya Politikaları, Gökkubbe Yayınları, 24 Aralık 2007

AMERİKA DOSYASI : Amerika’da darbe mi olacak ?


Teoman Alili

Hep onlar mı soracak? Bu sefer biz soralım dedik. Üstelik biz yalan yanlış bilgiler yayıp daha sonra bazı hainler bulup besleyip, ülkeleri karıştırmıyoruz. Sözde "düşünce kuruluşu" özde CIA merkezi olan provokasyon ve kaos üretme kurumlarında planlar yapmıyoruz. Üstelik bütün bunları yaparken Cumhuriyetçilerin başkan adayı olup demokratların finans kaynaklarını kullanırken derin yapılarını ortaya dökmekten çekinmediklerini de görüyoruz. Meslea McCain gibi, Soros fonları parasıyla gençleri kandırıp demokrasicilik oyunu oynayarak "Arap Baharı" adı altında cinayet işletmiyoruz. Kaddafi gibi bir yiğidi kendi ülkesinden çıkan hainlere linç ettirmiyoruz. Richard Hoolbroke gibi CIA ajanlarını Balkanlara gönderip Otpor çocukları örgütlemiyoruz. Yapılan seçimleri yapılmamış sayarak seçimlerin ikinci turunu beklemeden bir ülkeyi haritadan silmiyoruz. Sadece olgulara bakıyoruz ve Avrasya basınının satır aralarında dile getirilen soruya dikkat çekiyoruz. ABD’de darbe mi olacak?

RUS DİPLOMATLARIN SINIR DIŞI EDİLMESİ

Reklamdan sonra devam ediyor ABD’de başkanlık seçimleri yapıldı ve Trump kazandı. Rakibi Hillary Clinton seçim sonuçları açıklandıktan sonra Trump’ı kutladı ve sonucu tanıdı. 20 Ocak 2017’ye kadar Trump’ın koltuğunda Obama var. Buraya kadar her şey normal. Fakat yeni yıldan hemen önce ABD Başkanı Obama 35 Rus diplomatı sınır dışı ettiğini açıkladı. Gerekçe: "ABD seçim sonuçlarına müdahale edildiği ve siber saldırı yoluyla sonuçlara etki edildiği" Rus diplomatlar sınır dışı edildiğine göre ortada ispatlanmış bir suç olmalı. Yani Amerikan makamları, seçim kurulu veya mahkemeleri seçim sonuçlarına müdahale edildiğini ve sonuçların gayrı meşru olduğunu tesbit etmiş olmalı. Öyle ya suç kesin değilse ceza neden? ABD hala bir engizisyon papası tarafından mı yönetiliyor yoksa Obama veya Trump karşıtı cephe 20 Ocak’ta koltuğu mu vermeyecek? Böyle durumlarda sopayı ortadan tutmak imkansız eliniz mutlaka pisliğe bulaşacak. ABD, "demokrasi jandarması" ABD ya seçimlerin sonuçlarını gayrı meşru ilan edip yeniden seçim yapacak yada suçu sabit olmadığı halde Rus diplomatları neden sınır dışı ettiğini açıklayacak. Putin akıllı adam Obama’nın oyununa gelmedi çünkü demokratik kurallar gereği koltuğun gerçek sahibinin kararını bekliyor. Açıklanan sonuçlara göre Amerikan başkanlık koltuğuna oturması beklenen Trump "seçimleri Rusların müdahalesiyle kazandı" gölgesini nasıl ortadan kaldıracak göreceğiz. Obama’nın kendisinden önce emekli olan başkanlar gibi inzivaya çekilmek yerine Washington’da çok odalı bir malikane kiralaması da ilginç doğrusu.

BALKANİZASYON MU?

Washington orayı burayı parçalama planları yaparken 1. Dünya Savaşı’ndan bu yana süre gelen siyasi kaos terimini "Balkanizasyon"u kullandı. Nihayet 1990’larda önce Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ni (SFRY) böldü, Irak’ı bölmek için ilk hamlelerini başlattı. Projenin adını da "Yeni Dünya Düzeni" koydu. Soğuk savaşın galibi olarak Balkanizasyon’u harekete geçirdi ve "böl yönet" taktiğini benimsedi. Sonuçta Yugoslavya önce 5 parçaya bölündü. Sırbistan ve Karadağ Cumhuriyetleri "Yeni Yugoslavya" adı altında Yugoslavya isminin tarihten silinmemesi için ayrı devletler kurmadılar ancak Hırvatistan, Bosna Hersek, Makedonya ve Slovenya ayrı devletler kurdu. SFRY içinde nispeten daha zengin olan Slovenya ve Hırvatistan biraz mezhep biraz da ekonomik bahanelerle federasyondan ayrılma kararı aldı. Irak’ta fiili bölünme yaşanmadı ama Irak’ın kuzeyinde bir kukla yapı "Kürdistan" adı altında şekillendirilmeye başlandı. Özetle paralı ve kaynaklı yani petrollü bölgeler Balkanizasyon yada bölünme için harekete geçirildi. California ve Texas. Satır aralarında bu iki ABD eyaletinin ayrılmasından bahsediliyor. Biri çok zengin eyalet diğeri petrol kaynağı. Çok benzemiyor mu sizce? Hani diyorum zengin başkan seçim sonuçları gayrı meşru ilan edilirse ne yapar acaba? En büyük destekçilerinden biri de "Yok edici" Amerikancasıyla "Terminatör"dü. Eski California Valisi Svayzeneger yahu. Balkanizasyon tüfeği serttir ters teper mi? Kim bilir? Amerikan Ordusu buna ne der acaba?

SOROS ÇOCUKLARI

Trump seçildikten sonra Amerikan sokaklarında olaylar çıktı. Bazı gençler, Hollywood yıldızları, rapçiler, rakçılar, popçular ve topçular hatta geyler, lezbiyenler falan Trump’a karşı sokaklarda "demokrasi" gösterileri yaptılar. Hani şu iki partili, yeşiller garnitürlü Amerikan demokrasisi var ya onu savunmak için bildik eylemlerini yaptılar. Eylemler Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna hatta "Arap Baharı" dönemi eylemlerine çok benziyordu. Otpor ve Canvas sanki ana vatanına dönmüştü. Aklımıza Miloşeviç’in başkanlıktan indirildiği eylemler geldi. Malum o eylemleri yapanlar ABD tarafından açıkça desteklenen, Soros fonlarıyla beslenen gençlik grubu Otpor’du. Sırbistan’da da seçimler yapılmış, iki turlu seçimlerin ilk turunda Miloşeviç’in Sırbistan Sosyalist Partisi yüzde 48.8, rakibi Koştunica’nın Demokrasi Blok’u yüzde 40.8 oranında oy almıştı. Dönemin seçim yapısına göre ikinci tur gerekiyordu ama sonuçlar tasdik edilmesine ve ikinci tur için listeler asılmasına rağmen ayaklanma çıktı ve Miloşeviç devrildi. Bir başka değişle sonuçlar resmen gayrı meşru ilan edilmemiş olmasına rağmen gayrı meşru sayılıp Soros destekli ilk darbe gerçek oldu. Kim bilir Soros’un Otpor çocukları ana vatanlarına dönmüşken benzer şeyler olabilir mi?

AVRASYA KAYASI

Bütün bu tablonun tek nedeni var. ABD bunu görmeli ve anlamalı. "Yeni Dünya Düzeni", "Büyük Ortadoğu Projesi" falan hepsi ABD için rüya değil kabustur. 1990’ların başında gördükleri rüyaya "Tarihin Sonu" diyerek sarılan Amerikan hayalperestleri bin yılların medeniyetlerini kendi hesaplarına çatıştırabileceklerini düşündüler. Tam tersi oluyor ve "medeniyetler çatışmıyor", medeniyetler birleşiyor. Tarih kurtuluyor ve kurtulurken aslında ABD’ye de mertçe el uzatıyor. Bakın Putin, ABD’li diplomatları sınır dışı etmedi, Türkiye "terörü desteklemeyi kesin, gelin eşit koşullarda Astana Zirvesi’nde barış görüşmelerine katılın" dedi. Türkiye ve Rusya, İran’la birlikte hazırladıkları ve garantör oldukları Suriye ateşkes mutabakatını BM Güvenlik Konseyi’nden geçirdi. Karadeniz artık Türk Slav birliğinin gölü oldu, Trakya üzerinden Türk Akımı’yla Balkanlara uzanıyor. Balkanizasyon’un yerini Yunanistan’la, Makedonya’yı, Makedonya’yla Sırbistan’ı, Sırbistan’la Macaristan’ı ve Asya enerjisiyle Avrupa’yı birleştiren Avrasyalılaşma dönemine giriyoruz. "Avrasyalılık umut edebilmektir" bu yüzden ABD için umudumuz ; yeni yönetiminin yıllar boyu tüm dünyayı yakıp kavuran bir zalimliğin devamı olmak yerine doğu kültürünün dostluk anlayışını kavrayabilen yeni bir başlangıç yapmasıdır.

Teoman Alili
ulusalkanal.com.tr

KOMPLO TEORİLERİ : İRAN’DA YAPAY DEPREM ve Van Depremi İlişkisi /// NSA + CIA İŞBİRLİĞİ GÖREV BAŞINDA


122774.jpg

İran’da daha önce de depremler oldu. Tıpkı, Türkiye’de İzmit-Gölcük merkezli deprem gibi. Bu depremlerle ilgili çeşitli iddialar ortaya atıldı. Bazıları, bu iddiaların deli saçması şeyler olduğuna inanırken, bazıları da komplo teorilerine merakından olsa gerek inandırıcı buldu. Bu yazı, depremin teknolojik bir silah olarak kullanılıp kullanılamayacağına ilişkin bir düşünce jimnastiği olarak görülebilir.

Daha önce de yapay depremler konusunda yazanlar oldu. Bunlardan birisi de benim. Okuyanlar hatırlayacaktır, “Üç Dünya” isimli romanımda, İzmit-Gölcük depreminin yapay olarak ve bir kaza sonucu gerçekleştiğine ilişkin iddialar dile getirmiştim. Bu iddiaların başka kaynaklarda bulunması da okuyucuya sürpriz gelmemelidir.

Depremin teknolojik bir silah olarak kullanılabileceğine ilişkin iddialar, uzun zamandır dile getiriliyor. Bu iddiaların çoğunda, N. Tesla’nın düşüncelerinden alıntılar yapıldığını biliyoruz. Çok yüksek frekanslı ses ya da radyo dalgaları ile fay kırıklarının harekete geçirilerek yapay depremler yaratmanın mümkün olduğuna ilişkin düşünceler, N. Tesla’dan bu yana dile getirilmektedir.

Şimdi gelelim bomba iddiamıza. İran’ın Güneydoğusu bölgesinde Pakistan sınırında bir deprem meydana geldi. 7.5 richter ölçeğinin üstünde olduğu açıklanan depremin can ve mal kaybına yol açtığı iddia ediliyor. Bu yazı yazılırken, depremle ilgili bilgiler yeni yeni ulaşmaya başlıyordu. Yakın zamanda İran’da 6 richter ölçeği üstünde başka depremler de oldu. Bu depremlerin İran üzerinde yoğunlaşmasının nedenini konuyla ilgili bilim adamlarına bırakmakla birlikte, bizler de iddialarımızı dile getirmeyi görev biliyoruz.

Şunu baştan hatırlatayım ki, bu yazıyı, deprem bilimci ya da bir mühendisi kimliğinde bir yazar olarak kaleme almıyorum. Sadece hayal dünyamızın da yaşamın bir parçası olduğuna inanıyorum. Bilim dünyasında devrim yaratmış birçok bilim adamı da hayal gücünün önemine dikkat çekmiştir.

Bilimin efendisi sayılan Albert Einstein, dünyayı hayal gücünün döndürdüğünü, hayal gücünün bilgiden daha önemli olduğunu söylemişti. İngiliz edebiyatının hiciv ustası Jonathan Swift, hayal gücü olan insanların görülemeyenleri gördüğünü ifade etmişti. Bir başka bilim adamı Pascal’a göre hayal gücü, güzelliği, adaleti, mutluluğu yaratmaktadır. Askeri deha Napolyon ise insanların hayal güçleriyle idare edildiğini söylemişti. Yahya Kemal de hayal gücünü önemini ne güzel anlatmıştır: İnsan, dünyada hayal ettiği sürece yaşar. Bir başka bilimsel deha Edison, dehanın onda birinin hayal gücü, onda dokuzunun ter (emek) olduğuna inanır (Hayal gücü hakkında ünlülerin sözleri için bakınız ; http://nedir.antoloji.com/hayal-gucu/sayfa-3/).

Her konuda komplo teorileri olduğu gibi, son dönemde küresel güçlerin doğa olaylarına müdahale edebilecek gizli teknoloji ve silahlara da sahip olduğuna yönelik teoriler geliştirilmeye başladı. Komplo teorilerini fazla abartmamak gerekir, ancak dünyada komplo teorileri değil, komplolar olduğunu ileri sürenleri de ciddiye almakta yarar vardır.

Suriye’de örtülü işgale yönelik küresel saldırının hız kazandığı ve sıranın İran’a geldiği açık biçimde görülürken art arda üçüncü depremin yaşanması, akla ister istemez bazı komplo teorilerini getirmektedir. İran’da yaşanan ve yüzlerce insanın hayatını yitirdiği depremde yaşamını yitirenlere rahmet diliyorum. Umarım bu acının yaraları kısa zamanda sarılır.

Depremler konusunda komplo teorileri üretildiğinden söz etmiştim. 21. yüzyılda savaşların klasik silahlarla değil, silah olduğu bile anlaşılamayan teknolojilerle yapılacağını tahmin ediyoruz. Rusya’nın ve ABD’nin bu konuda ilginç silahlar geliştirmeye başladığını biliyoruz. Özellikle yüksek frekanslı radyo dalgalarıyla düşünce etkileme ya da düşmanı etkisiz kılmaya dönük silahlar üzerinde çalışılıyor.

Son İran depreminin yapay bir deprem olduğu konusunda net bir kanıt bulma olanağımız elbette yoktur. Ne var i, Japonya’daki deprem ve tsunami felaketi gibi, İran’da depremlerin son zamanlarda yoğunlaşması da kafamızda soru işaretleri bırakıyor. Özellikle nükleer teknoloji elde etmeye çalışan İran’a yönelik yapay deprem silahı kullanılıyor olabilir mi diye düşünmeden edemiyoruz.

Acaba yapay depremler üretmek mümkün mü? Bu depremlerden birisi, İzmit-Gölcük depremi olabilir mi? Japonya ve İran depremleri yapay olarak üretilmiş olabilir mi? Bu soruları en azından sormanın bile cesaret istediğini düşünüyorum. Başımıza iş açmak pahasına, bu soruları sormaya devam edeceğiz.

Komplo teorilerine fazla inanmasanız da lütfen kulaklarınızı tıkamayın. Tarihte yaşanmış nice olay, zamanın insanları tarafından duyulmamıştı. Birçoğu tarihin tozlu raflarında gizli olarak kalmaya devam ediyor. Komplosuz ve barış içinde bir dünyayı hepimiz istiyoruz, ancak karşımızda her şeyi silah olarak kullanmaya çalışan ahlaksız bir küresel güç var. Bu nedenle, düşünce sınırlarımızı zorlamak durumundayız.

BİROL ERTAN

İLK KURŞUN

HAARP İLE İLGİLİ DIŞ GÖRÜNTÜLER :

Lütfen bu yazıda yazılanlara aa komplo teorisi demeden önce google da HAARP ile ilgili geniş bir araştırma yapın.

Van depreminde vefat eden kürt, türk tüm kardeşlerimize Allahtan rahmet dilerim. Bu konuda yapılacak yardımları zaten yapıyorsunuzdur bu yüzden konu başlığında yazdığım konuya giriş yapmak istiyorum.

En son japonyada olan büyük deprem, ülkemizde olan gölcük depremi ve van depremleri büyük depremlerdir. Son yıllarda özellikle ülkemizde büyük depremler olması kamuoyunun aklına soru işaretleri getiriyor. Acaba tektonik savaşlar dönemindemiyiz ve tektonkik savaşlarının en büyük silahı Haarp teknolojisi ile düşman ülkede depremler oluşturmak mı ?

Bu durumu da göz önünde bulundurarak öncelikle HAARP teknolojisi nedir onu tanıyalım. Nikola Tesla’nın yüz yıl önce başlagıç temelini attığı Haarp teknolojisi gerçekten akıllara durgunluk veriyor.

KARA BiLiM HAARP VE TESLA

HAARP’in gerçek amaçlari söyle özetlenebilir: Atmosferi manipüle etmek ve modifikasyon saglamak, genis kitlelerin düsüncelerini ve ruhsal durumlarini kontrol edebilmek, istenilen ülkelerin iletisim sistemlerini çökertmek. Temel prensipleri, Tesla’nin 100 yil önce gelistirdigi fikirlere dayaniyor,

ikinci Dünya Savasi’ndan sonra, bugünlere kadar gelen süre içerisinde, çesitli çevrelerde en çok tartisilan konulardan biri “kara bilim” oldu. “Kara bilim” basta ABD olmak üzere büyük devletlerin, dünyayi kendi hegemonyalari altinda tutabilmek için yaptiklari bilimsel-teknik arastirmalara ve üzerinde çalistiklari çesitli projelerin toplamina verilen ad. Bu projeler büyük ölçekli ve büyük bütçelerle yürütülen, gizli veya yan gizli projelerdir. Saldin/savunma silahlari üretimi, gözetim sistemleri ve düsünce kontrolü üzerine yapilan çalismalar, dogayi manipüle etme amaçli arastirmalar, bu projelerin içerigini olusturur.

Söz konusu projeler gizli oldugu için, ortalikta pek çok rivayet dolasmaktadir ve elimizde bu projeler hakkinda çok da fazla bilgi yoktur. Buna karsin, bu projeler içinde çalisan bazi insanlarini çalismalarini desifre etmesi, insanlik disi bir bilimi kabul etmeyen arastirmacilarin ve bilim insanlarinin çabalari, devletler arasindaki çelismeler ve nihayet bu projelerin bazilarinin gizli kalamayip ister istemez su yüzüne çikmasi sonucu, söz konusu projeler hakkinda az da olsa bilgi sahibiyiz.

Bu projelerin ilki, 2. Dünya Savasi sirasinda gerçeklestirilen Manhattan Projesi’ydi. 1941 yilinda çalismalarina baslanan Manhattan Projesi’nin konusu atom bombasinin üretimiydi. Bu projenin gerçekligi Hirosima ve Nagazaki’de aci bir biçimde kanitlandi.

Gerçek oldugu en son kanitlanan girisim ise ECHELON Projesi oldu. 2. Dünya Savasi’ndan sonra ABD önderliginde, ingiltere, Yeni Zelanda, Avustralya ve Kanada arasinda yapilan Ukusa Antlasmasi’nin uygulamalarinin 1980’lere yansimasi olan ECHELON sistemiyle; tüm e-postalar, “chat” tipin de iletisim biçimleri, faks, teleks, telefon haberlesmeleri gözlenebiliyor. ABD ve digerleri yillardir bunun bir komplo teorisi oldugunu, ECHELON Projesi diye bir proje olmadigini iddia ediyorlardi. Geçtigimiz Şubat ayinda yasanan gelismeler ise ECHELON’un gerçekligini ortaya koydu.

Basinda ve internette çikan haberlere göre, ABD’nin yukarida adi sayili diger devletler ile birlikte casusluk yapmasi ortaligi karistirdi. Fransa, ABD ve ingiltere’ye karsi hukuki islemlere basvurmaya hazirlaniyor. Alman ve italyan parlamentolari ise konu hakkinda arastirma baslatti. Avrupa Parlamentosu, Bilimsel ve Teknolojik Seçenek Degerlendirme Dairesi (STAO), konu ile ilgili özel bir rapor hazirladi. Avrupa Parlamentosu’nun konuyla ilgili raporu 22 Şubat’ta Özgürlükler Komitesi’nde ele alinacakti. Şimdiye kadar varligi kabul edilmeyen ECHELON’un adi, Amerikan Savunma Bakanligi’nin (Pentagon) Şubat ayinda internete verdigi, gizlilik derecesi olmayan belgelerden bazilarinda da geçiyor.

İste kamuoyunda HAARP (High-Fre-quency Active Auroral Re-search Program) Projesi’nin de bu tip bir kara proje olduguna dair ciddi iddialar ve çalismalar var.

Kamuoyunu aydınlatma görevini kimse üstlenmeyecekse o zaman bu görevi biz yerine getirelim.

AMERİKALI BİR EKİBİN ÇEKTİĞİ GÖRÜNTÜLER :

Nikola Tesla

Nikola Tesla 9 Temmuz 1856’da, Sirbistan’da dogdu. 1884’de ABD’ye göç etti. Tesla, tarih kitaplarindan adi silinmis önemli bir arastirmaci ve mucittir. Tesla 1800’lerin sonlarinda, bugün tüm dünyada kullanilan “alternatif akim” (AC) sistemini buldu ve patentini aldi. Tesla’nin buluslari arasinda “rotatif manyetik alan”, dinamo, AC endüksiyon motoru, vs. vardir. Tesla ABD’ye gidisinden bir yil sonra, 1885’de alternatif akim dinamo, transformör ve motor sisteminin patent haklarim, adi bugün Tesla’ninkinden çok daha popüler olan George Westinghouse’a satti. Tesla 1891?de ünlü bulusu olan “Tesla Bobini”ni (Tesla Coil) icat etti. Bu bulus, radyo teknolojisinde genis olarak kullanilabilecek bir endüksiyon bobiniydi.

1900?ün baslarinda Tesla, en büyük bulusu olarak gördügü “karasal sabit dalgalar”! (terrestrial stationery waves) kesfetti. Bu bulusu ile yeryüzünün belirli frekanslardaki elektrik titresimlerine duyarli oldugunu ve bir iletken/iletici (conductor) olarak kullanilabilecegini kanitladi. Tesla’nin bir diger önemli projesi ise kablosuz elektrik transferiydi. 200 ampulü arada kablo olmadan, 25 mil uzakliktan yakabildigi rivayet edilir. Tesla’nin en büyük amaçlarindan biri ionosferden bedava elektrik üretmekti. Kablosuz ve bedava elektrik projeleri gibi çalismalari olan Tesla’nin, finansörü J. P. Morgan’a Long Island’da yapimina baslanan ancak tamamlanamayan, deneyler için kullanilacak laboratuar kulenin islevinin, mesaj gibi elektrik iletmek oldugunu itiraf etmesi, onun inisinin de baslangici oldu. Tekeller oylarin ona karsi kullandilar. Tesla, sistemin görmek istediklerinden daha fazlasini yapmisti.

Konvansiyonel olmayan enerji teknolojileri alaninda Tesla çok önemli bir isim olmasina karsin, tarih kitaplarinda ona, sanki önemsiz tarihsel bir figürmüs gibi davranildi. Tesla-Edison karsilastirmasi bu açidan ilginçtir. DC (dogru-sal akim-direct current) sisteminin mu-cidi Edison’u herkes tanir. Ancak onun DC sisteminden çok daha kullanisli olan ve bugün kullanilan AC sisteminin mucidi Tesla küçük bir çevre disinda taninmaz. Edison’un DC sistemi, merkez-den bir mil uzakliktaki ampulü yakamiyordu. Tesla’nin AC sisteminde ise elektrik, yüksek voltajlarda yüzlerce mil yolculuk yapabilir.

20. yüzyila girmeden hemen önce Tesla yeni tip elektrik dalgasini kesfetmis ve kullanmisti. Görünüse göre kesfi o kadar esasliydi ki, Tesla’nin arkasindaki finansal destegin geri çekilmesinden, kasitli olarak izole edilmesinden ve adinin kitaplardan silinmesinden sorumluydu.

Tesla 1. Dünya Savasi’ndan itibaren izole bir yasam sürdü. Ara sira yeni, bedava enerji kaynagi kesfini, bütün düsman ordulari ve yüzlerce mil öteden bütün uçaklari yok edebilecek “ates topu” silahlari teorisini, akil almaz bir savunma hazirlayabilecek bir silah düsüncesini ve kablosuz, kayipsiz enerji transferinin mükemmelligini açiklamak için yüzeye çikti. Tesla 7 Ocak 1943?de yokluk içinde ölürken arkasinda pek çok radikal icat ve fikir birakmisti. Öyle ki,

kendisine “Elektrigin Tanrisi” dendi. : Pek çok arastirmaciya göre HAARP 1 Projesi, ilk kez Nikola Tesla tarafindan ileri sürülen konseptleri kendine temel aldi. Pentagon, HAARP Projesi ile “Tesla teknolojisini” yeniden yaratip, bu teknolojiyi tehlikeli amaçlar için kullanmayi hedefliyor.

HAARP: Sadece bir akademik arastirma mi?

High-frequency Active Auroral Re-search Program (HAARP) dünyanin en büyük ve en güçlü radyo transmiterlerinden (iletici) birini imal etme projesidir. Proje, Amerikan Hava ve Deniz Kuvvetleri tarafindan ortaklasa finanse ediliyor. 30 milyon dolarlik programin yürütme görevi ise Alaska Üniversitesi’nin. Proje, Alaska/Gakona’nin 11 mil dogusunda hâlâ insa halindedir. 1993 yilinda uygulamaya konan programin 2002 veya 2003 yilinda tamamlanmasi bekleniyor.

HAARP dev antenlerden sinyaller gönderecek yüksek frekans transmiterlerinden ve bunun disinda 19 enstrümandan ibaret. Geçen yillarda 48 anteni insa edilmis olan ve 5 arc’lik bir alana yayilan HAARP, program tamamlandiginda her biri 2 tane 10 kilowatthk radyo transmiterli 180 antene sahip olacak ve 33 acr’lik bir alana yayilacak. Enerji için dizel jeneratörler kullanilacak ve 3.6 megawatthk radyo sinyalini ionos-fere gönderme kapasitesine sahip olacak. Kisaca HAARP, inanilmaz güç düzeylerinde ELF (extremely low frequ-ency-son derece düsük frekans) ve VHF (very high frequency-çok yüksek fre-kans) transferine yetenekli, dünyanin en büyük radyo frekansi (RF) transmitteri olacak.

HAARP’m siradan bir radyo istasyonundan farki daha güçlü olmasi ve antenlerinin yönlendirilebilir ve belirli bir noktaya odaklanabilir olmasi. Bunun anlami 3.6 megawattlik radyo sinyali sadece gelisigüzel bir sekilde disari yayilmayacak, bunun ötesinde, bu radyo sinyalleri bir isinin içinde yükselebilecek. Bu isinin parlakligi radyo mühendislerinin “effective radiated power” (ERP-etkili isinsallastirilmis enerji) olarak adlandirdiklari sey. HAARP’in tamamlanmis hali 4.7 gigawatt civannda ERP’ye sahip olacak.

Desinatörieri HAARP’in enerji üretmeyecegini, sadece kendine yüklenen enerjiyi istenen belirli noktalara transfer edecegini belirtiyorlar.

Konuyu daha iyi kavrayabilmek için Daily News gazetesinden Doug O’Har-ra’nin verdigi bir örnegi aktaralim. iki elektrik ampulü düsünün. Bu ampullerin bir tanesi 100 watt digeri 1000 watt. Onlari bir alanin ortasina yerlestirin. 1000 wattlik ampul 100 wattlik ampul-den 10 kez daha parlaktir. 10 kat fazla enerji yayar. Şimdi, 100 wattlik ampulü isigin isinini 10 kez parlaklastiran bir reflektör (yansitici) ile birlikte bir elektrik fenerinin içine yerlestirin. Elektrik feneri 1000 wattlik bir ERP’ye sahip olacaktir. Eger bu size çevrilirse, 100 wattlik elektrik feneri 1000 wattlik ampul gibi parlak görünecektir. Hâlâ sadece 100 watt gönderiyor fakat sinirli bir yerden 1000 wattlik ampul kadar parlak görünüyor olacaktir.

Mühendisler HAARP’in antenlerinin radyo enerjisinin üzerinde elektrik feneri reflektörü gibi hareket edecegini söylüyorlar. Tonosferin bir bölümü üzerinde, 4.7 giga-watt ERP’ye sahip bir isin içinde, 3.6 megawatt odaklayacaktir.

Eger HAARP’in bütün antenleri en yüksek frekansina, 10 Mhz civarina, getirilirse ve ionosferin en alçak bölümüne, 50-55 mil civarina, hedeflenirse, radyo isini tarafindan vumlan alan 30 mil kare civarinda olacak. HAARP mühendislerine göre bu, HA” ARP’in çalisabilecegi en dar ve en çok odaklanmis alan. Diger yerlesimlerde ve irtifalarda isin, enerjisini daha genis bir alan üzerinde yayabilecek.

Aslinda HAARP gizli bir proje degil. Amerikan Savun-ma Bakanligi da HAARP’m varligini diger projelerde oldugu gibi inkar etmiyor. Internette HAARP’in kendi web sitesi bile var. Giz ve ihtilaf, amaçlar ve sonuçlar söz konusu oldugunda basliyor.

Bu ihtilafli projenin yöneticisi olan John Heckscher’e göre HAARP’in amaci gayet masumane: HAARP, iyonosferi dev bir anten olarak kullanabilmek amaciyla, bir ionosfer yamasini isitmak için arastirmacilarin kullanabilecegi bir alet. HAARP tamamlanip harekete geçirildigi zaman, dev antenler, ayni zamanda yüksek frekansli radyo dalgalarmi dar bir isinin içinden ilete-cekler. Bu radyo dalgalan ionosfere gönderilecek.

Bu yüksek frekans radyasyon isini ile, arastirmacilar elektrojetin (aurorasal perde boyunca bir milyon amperlik dogal akimlar) küçük bir parçasini degistirebilecekler. Elektrojetin gücünün degistirilmesiyle, ionosferin çok düsük frekansi (extremely low ferquency-ELF) radyo dalgalan üretmek için kullanilmasi mümkün hale gelecek. Geophysical Institute (Jeofizik Enstitüsü) yöneticisi Syun Akasofu’ya göre HA-ARP gibi bir araç olmadan, bu frekans genisliginde yayin yapabilmek için yüzlerce mil uzunlugunda bir antene ihtiyaç vardir. HAARP etkili bir sekilde aurorayi bir çesit antene dönüstürüyor. Çünkü ELF radyo dalgalari okyanuslara nüfuz edebiliyor. Böylece denizaltilar suyun yüzeyine çikmak zorunda kalmadan radyo sinyallerini alabilecek. ELF dalgalari ayrica uzun mesafeli komünikasyonlari kolaylastirabilecek. ELF dalgalari, aynen okyanusa oldugu gibi, yeryüzüne de derinden nüfuz edebilecek. Monitöre bagli bir alici kullanarak, objelerden dünyanin yüzeyine siçrayan dalgalar sayesinde tüneller veya gizli yeralti barinaklarinin varligi ortaya çikacak. Bu jeologlarin yeralti minerallerini ve petrol depolarini bulmak için yillardir kullandiklariyla ayni teknik.

Heckscher’e göre HAARP’m yayacagi sinyaller hükümetin herhangi bir elektrik sinyali için uygun buldugu güvenlik düzeyinden bir milyon kez daha az tehlikeli. HAARP’m transmiteri halihazirda 1/3 megawatt güce sahip. Gelecek yillarda bu rakam 3 megavvatt’a ulasacak. Heckscher HAARP’m ionosfer üzerindeki etkisinin az olacagini basit bir örnekle açiklamaya çalisiyor: Küçük bir elektrik bobmim bir fincan kahveye veya büyük bir nehire daldirmak. Heckscher’e göre HAARP ile yapilacak olan ikincisi.

Akasofu da bu gibi durumlarda hep ifade edildigi gibi, HAARP Projesi’nin dogaya ve insanlara ciddi zararlari olacagi iddiasinin bir bilim kurgu oldugunu söylüyor. Ona göre projenin, transmiter faaliyet halindeyken o yörede uçan uçaklardaki elektronik ekipman için potansiyel bir tehlikesi var. Fakat buna karsi güvenlik tedbirleri mevcut. HAARP operatörleri Federal Aviation Administration’a HAARP’in iletim takvimini verecekler ve mühendisler yörede uçan uçaklarin güvenligini temin etmek için HAARP’a uçak belirleme radarlari yerlestirecekler. Ayni prosedür roketler için de takip edilecek.

HAARP’I desifre etme girisimleri

HAARP’a karsi muhalefet önce internet kanalinda basladi. Pek çok insan Alaska’daki süpheli askeri faaliyetlere dikkat çekmek için interneti kullandi. Protestonun basili kismi, daha sonra Alaska’da yasamaya baslayan bir antinükleer aktivist Dennis Specht, Nexus adli dergiye HAARP konulu bir haber gönderdiginde basladi. Daha sonra, Alaskali bir politik aktivist ve Anchorage’da bilimsel arastirmaci olan Nick Begich, kendilerini teknokesisler olarak tanimlayan, Arizona/Sedona’da yasayan Patrick ve Gael Crystal ile net üzerinden iletisim kurdu ve onlardan bir Avustralya dergisi olan Nexus’u kontrol etmelerini istedi. Begich kendi memleketiyle ilgili bir konuyu Nexus’a görmekten çok sasirdi ve makalede zikredilen dökümanlari bulup çikarmak için acilen çalismaya basladi.

Muhalif arastirmacilara ve bilim insanlarina göre HAARP bir çesit gelismis “ionosferik isitici” (ionosferic he-ater). Bu ionosferik isitici üst atmosferi, odaklanmis ve yönlendirilmis elektro-manyetik isini ile zaplayacak. Ultragüçlü dalgalari, atmosferimizdeki elektrikle yüklü bölgenin titremesine (vibrate) ve dramatik bir sekilde yanmasina neden olabilir.

ionosfer atmosferin tabakalarindan biridir. ionosfer, dünyanin üst atmosferini saran elektrik yüklü bir alandir. Dünyanin yüzeyinin üstünden, asagi yukari 35-50 milden baslayip 500-600 mil yükseklige kadar uzanir (48 km ila 50000 km). tonosfer ion ve elektron olarak adlandirilan pozitif ve negatif yüklü atomik parçaciklar içerir. Uzaydan gelen zararli isinlara karsi dogal bir kalkan islevi görür. Amerikan ordusu HAARP için, “ionosfer üzerine yapilan bilimsel bir arastirma” gibi zararsiz bir gerekçe ileri sürmektedir. îonosfer tabakasi askeriye için önemlidir. Çünkü ordu tarafindan kullanilan iletisim, gözetim ve denizcilik sistemlerinin hepsi ionosferin içinden geçer veya ionosfer tarafindan yansitilir. ionosferin bir bütün olarak anlasilmasi ve kontrol edilmesi Pentagon’a bu sistemler üzerinde daha iyi kontrol imkani verecek.

HAARP üzerine en kapsamli arastirmayi yapip, çalismalarini Angels Don’t Play Thîs HAARP-Advencis in Tesla Technology adli kitapta derleyen Dr. Nick Begich ve Jeane Manning’e göre, HA-ARP bir çesit radyo teleskobunun degistirilmis hali. Antenler sinyalleri almak yerine, gönderiyorlar. Yazarlar HAARP’i ionosfer alanlarini, bir isini odaklayarak, isinin odaklandigi bu bölgeleri isitip yükselten süper güçlü radyo dalgasi, isinlama teknolojisi için bir test olarak degerlendiriyorlar. Elektromanyetik dalgalar daha sonra dünyaya geri siçrayacak ve her seye nüfuz edecek.

Begich ve Manning “HA-ARP tellaUari”nm, projenin komünikasyon sistemini gelistirmek için ionosferi degistirme amaçli, iyi niyetli akademik bir proje oldugu izlenimi verdiklerini; bu programin Arerico, Porto Riko, Tromsk, Norveç ve eski Sovyetler Biriligi’ndeki diger tamamen güvenli ionosferik isitici operasyonlarindan bir farki olmadigini iddia ettiklerini, bununla birlikte askeri dökümanlarin meseleyi açikça ortaya koydugunu ifade ediyorlar. HAARP’m gerçek amaçlarindan biri, Pentagon’un hedefleri için ionosferin nasil sömürülecegini ögrenmek. RF gücü ionosferi dogal olmayan aktivitelere götürecek. Bu proje ancak bir nükleer silahini yapabilecegi boyutlarda tehlikeler içeriyor. Ayrica bizi, ionize evrenin ve hiç durmadan bizi bombalayan yildizlara ait radyasyonun zararli etkilerinden koruyan gezegenin kalkaninin dogasini degistir-meye çabaliyor.

Uygulayicilari tarafindan ionosferik bir arastirma olarak nitelenen HAARP ile gündeme gelen ilk soru: “Gökte delikler mi açiyorlar?” sorusu. Tesla’nin çalismalarini baz alan bu ihtilafli transmitter veya isiticinin dünyanin üst atmosferinde 30 millik delikler açmayi da içeren pek çok potansiyel tehlike içerdigi bilim insanlari tarafindan ciddi bir sekilde ileri sürülüyor. Çogu bilim insani, HAARP’in eger havanin kontrolü için kullanilmazsa, hava modifikasyonu için kullanilabilecegi konusunda görüs birligi içindeler.

Bunun yaninda, “HAARP’in sahipleri” onu kullanarak üst atmosferde bir reflektör yaratma imkanina sahip olacaklar. Bunu HAARP’tan transfer edilen enerjiyi, gökyüzünün bir bölümüne odaklayarak ve elektrik akimini açarak yapacaklar. Hava tamamen dramatik olarak isinacak ve ordunun, radyo dalgalari ve radar isinlari için kullanabilecegi bir donuk nokta (opaque spot) yaratacak. Bu sekilde onlar, isinlarina dünyanin etrafini “egmek” için imkan verecek sanal yansima istasyonu (virtu-al reflectmg station) yaratmaya yetenekli olacaklar.

HAARP aynca, verili bölgenin üstündeki ionosfer bölümünü kiskirtarak (uyandirarak), dünyanin herhangi bir yerindeki iletisimi engelleyebilecek. Etki, yerel bir firtina gibi olacak: bölgenin içine veya disina herhangi bir yayini total bir engelle karsilasacak.

Begich ve Manning, Bernard Eastlund isimli Teksasli fizikçinin çalismalari üzerine insa edilen baska patentlere bakinca, ordunun HAARP transmiterini nasil -ne sekilde kullanmaya niyet ettiginin, daha açik hale gelecegini söylüyor-lar. Bu ayrica, hükümetin proje konusundaki yalanlamalarini daha az inanilir hale getiriyor. Yazarlara göre Pentagon bu teknolojiyi hangi niyetlerle ve ne sekilde kullanacagini biliyor ve dokümanlarinda bu konuda “temizlik” yapiyor. Ordu kasti olarak, sofistike kelime oyunlari, hile ve açik dezenformasyon araciligi ile halki aldatiyor. Pentagon, HAARP sisteminin:

– Orduya atmosferik termonükleer cihazlarinin elektromanyetik titresim etkisini tekrar yerine koyacak (yerine baskasini geçirmek) bir alet verebilecegini;

– Çok büyük ELF denizalti iletisim sistemini, ELF dalgalari üreterek yeni ve daha siki bir teknolojiyle yeniden yapilandiracagini;

– Askeriyenin kendi iletisim sistemlerinin çalismasini korurken, son derece genis alanlardaki iletisimleri silip süpürmesine yol hazirlayabilecegini;

– Eger EMASS’in kompüterize yetenekleriyle ve Cray bilgisayarlarla birlesirse dünyanin tomografisini çekme imkani sayesinde, barisin korunmasina katkilari olacagini;

– Büyük bir alan üstünde petrol, gaz ve mineral tortular bulmak amaciyla jeofiziksel yoklama için bir araç sagladigini;

– Yaklasan uçaklar ve kurvazör füzelerini meydana çikarmak için kullanilabilecegini ve diger teknolojileri kullanilmaz hale getirecegini söylüyor.

HAARP’IN arka plani

Kuskusuz, HAARP izole olmus bir proje degil. ABD’nin uzun yillardir üzerinde çalistigi pek çok projeden olu-san demetin bir parçasi. Aslinda HAARP “Yildiz Savaslari” (Star Wars) programinin önemli bir bölümünü olusturuyor.

ABD uzayla, 2. Dünya Savasi sirasinda ve sonrasinda ciddi bir biçimde ilgilenmeye basladi. Bu derin ilginin nedenleri roket teknolojisinin baslangicinin -nükleer teknolojinin de esligiyle- bu dönemde ortaya çikmasidir. ilk çalismalar sonucunda gürültü bombalan ve rehberli füzeler ortaya çikti. Roket ve nükleer silah teknolojisi ayni zamanda, 1945-1963 yillan arasinda gelisti. Bu süre zarfinda yeryüzünün üstünde ve altinda siddetli nükleer testler tecrübe edildi. îonosfer ve stratosfer üzerine yapilan çalismalar sonucu atmosferin bir parçasi olan ve evrenden solar ve galaktik rüzgarlarla gelen protonlar, electronlar ve alfa parçaciklari gibi yüklü parçaciklari tutarak dünyayi koruyan “Van Allen Belts” (Van Allen Kemerleri) bulundu. Bu kemerler Amerika’nin ilk uydu operasyonu -Explorer I-sirasinda 1958?de kesfedildi.

Agustos-Eylül 1958 arasinda ABD, “Argus Projesi” adi altinda 3 nükleer bomba ve 2 de hidrojen bombasi deneyi yapti. Bu projenin amacinin, yüksek irtifadaki nükleer patlamalarin elektromanyetik titresim (EMP) nedeniyle radyo iletimlerine ve radar operasyonlarina etkisine deger biçmek, jeomanyetik alanlar ve onun içindeki yüklü parçaciklari daha iyi anlamak oldugu söyleniyor.

13-20 Agustos 1961?de Amerikan ordusu ionosferde bir “telekomünikasyon kalkani” yaratmayi planladi. Bu kalkan 3000 km yükseklikte kurulacakti. Kalkanin ionosferde kurulma sebebi telekomünikasyonlara manyetik firtinalar ve günes isinlari tarafindan zarar verilebilir olmasidir.

9 Temmuz 1962?de Pentagon “Project Starfish” adi altinda ionosferle ilgili bir dizi yeni deney yapmaya giristi. Bu deneyler alt Van Allen kemerine zarar verdi. 1968?de “Solar Power Satellite Project (SPS) ile günes enerjisiyle çalisan her biri bir ada büyüklügünde olan uydular üzerine çalisildi. 1975?de firlatilan “Saturn V Rocket” atmosferde yandi. Bu yanma ionosferde büyük bir delik açti.

1978?de SPS Projesi üzerine yeniden çalisilmaya baslandi. Bu dönemde antibalistik füzeler için uydu isin silahlari üzerine çalisildi. Yüksek enerjili lazer isinlarinin bir “termal silah” olarak düsman füzelerini yok etmek için en uygun araç oldugu ileri sürüldü. SPS ayni zamanda psikolojik ve anti-personel bir silahi da ifade etmekteydi. Lazer isinlan güç bataryalari bir SPS uydusundan diger uydulara veya platformlara yayilabilecektir. Bir psikolojik silah olarak insanlar üzerinde genel bir panik yaratma etkisi vardir. SPS’in dünyanin herhangi bir yerindeki askeri operasyonda ihtiyaç olunan enerjiyi iletme kapasitesinden bahsedilmektedir. Bunlarin disinda, gözetim ve erken uyan sistemlerinde gelismeler, düsman ordularin yayinini bozma ve ionosferde fiziksel degisiklikler yaratma yetenegine sahiptir.

SPS projesine Baskan Carter’m onay vermesine karsilik, projenin çok pahali olmasi (Enerji Bakanligi’nin tüm bütçesinden daha fazla bir bütçeye ihtiyaç duyuluyordu) nedeniyle program rafa kaldirildi. Ta ki Ronald Reagen baskan olana dek. Proje Reagen, döneminde yeniden su yüzüne çikti. Reagen projeyi, Pentagon’un bütçesinden daha büyük bir bütçe ayirarak “Star Wars” (Yildiz Savaslari) adi altinda harekete geçirdi.

1970?lerin sonlarinda Pentagon, düsmana ait nükleer çevrede iletisimin radyo ve televizyon teknolojisinde kullanilan geleneksel yöntemlerle gerçeklestirilemedigini farketti. 1982?de bir komuta kontrol elektronik alt sistemi gelistirildi. “Ground Wave Emergency Net-work (GWEN)” denilen bu sistemle roketler monitörden izlenip kontrol edilebiliyordu.

1981 yilinda “Orbit Maneuvering System” (OMS) ile uzay mekikleri için SPS uzay platformlari insasi planlandi. NASA’nin ürettigi uzay mekiginin ionosfere enjekte ettigi gazlarin ionosfere etkisi üzerine çalisildi. Deneyler sonu-cunda ABD ionosferik delikler açabildigini gördü. 1985 yilinda yeni mekik deneyleri yapilmaya baslandi. 1980?lerde ABD yilda 500-600 civarinda roket firlatiyordu. Bu sayi 1989?da zirveye (1500 adet) ulasti. Bütün bu deneylerin atmosfere ciddi etkileri oldu.

1986?da, Çernobil faciasindan hemen önce, ABD Mighty Oaks olarak bilinen Nevada’daki test bölgesinde hidrojen bombasi deneyleri yapiyordu. Bu deneyler X isinlari ve parçacik isini silahlarinin gelistirilmesi programinin bir parçasiydi. ABD 1991?de Körfez Savasi sirasin-da elektromanyetik titresim silahlari (EMP) olarak adlandirilan silahlari test etti.

1993 yilinda baslatilan HAARP projesi iste tüm bu deneylerin devami ve Star Wars programinin bir parçasi durumunda.

HAARP’in tarihi

Dünyadaki en büyük petrol sirketlerinden biri olan ARCO’nun subesi ARCO Power Technologies Incorporated (AP-TI), HAARP projesini insa edecek müteahhit sirketti. ARCO bu subeyi, patentleri ve ikinci safha insa kontratiyla Haziran 1994?de E-Systems’e satti. E-Systems istihbarat servislerine is yapan, dünyadaki en büyük müteahhit sirketlerden biridir. CIA, savunma istihbarat örgütleri ve digerleri için is yapar. Yillik satislarinin 1.8 trilyon dolari, kara projeler (o kadar gizli projeler ki ABD Kongresi paranin nasil harcandigini konusmuyor) için olan 800 milyon dolarla birlikte, bu örgûûereûir.

E-Systems’in hisseleri, dünyadaki en genis savunma müteahhitlerinden biri olan Raytheon tarafindan satin alindi. 1994?de Raytheon Fortune, ilk 500?ler listesinde 42 numaradaydi. Raytheon, bazilari HAARP projesinde degerli olacak binlerce patente sahip. Asagidaki 12 patent, HAARP projesinin omurgasi ve simdi Raytheon ismi altinda tutulan binlerce digerleri arasinda saklaniyor.

Bemard J. Eastlund’un 4686605 nolu patenti, “Method and Apparatus for Al-tering a Region in the Earth’s Atmosphere, lonosphere, andor Magnetosphere (Dünyanin Atmosferinde, îonosferinde ve/veya Magnetosferinde Bir Bölgeyi Degistirmek için Yöntem ve Cihazlar) bir yildir hükümet gizli emri altinda mühürlü. Bu patente göre, Nikola Tesla’nin 1900?lerin basindaki çalismasi arastirmanin temellerini sekillendirdi.

Olayin bir de ticari boyutu olabilir tabii. Bu teknolojinin, patentlerin sahibi ARCO için ne kiymeti olacak? Elektrik gücünü gaz alanlari içinde bir güç merkezinden tüketiciye kablosuz olarak isinlayarak muazzam kazançlar elde edebilirler.

Bir süre için, HAARP arastirmacilari bunun HAARP için amaçlanmis kullanimlardan biri oldugunu kamtîayamadilar. Bununla birlikte, Nisan 1995?de Begich diger patentleri buldu. Bu yeni APTI patentlerinin bazilari gerçekten de elektrik gücünü göndermek için kablosuz bir sistemdi. Ayni, Tesla’nin projesi gibi.

Eastlund’un patenti, bu teknolojinin uçaklarin ve füzelerin sofistike rehber sistemlerini bozabilecegini veya tamamen çatlatabilecegini söylüyordu. Dahasi, dünyanin genis alanlarina baskalasan frekanslarin elektromanyetik dalgalari ile bu püskürtme yetenegi ve bu dalgalardaki degisimleri kontrol, karada ve denizde, havada oldugu gibi iletisimi nakavt etmeyi mümkün hale getirecekti.

Begich bunun disinda 11 tane baska APTI patenti buldu. Nükleer çapli radyasyonsuz patlamalarin, güç isinlama sistemlerinin, radarlarini, nükleer baslik tasiyan füzeler için dedektör sistemlerinin, simdiye kadar termonükleer silahlar tarafindan üretilen elektromanyetik titresimlerin ve diger Yildiz Savaslari oyunlarinin nasil yapilacagini açiklayan çalismalardi bunlar. Bu patent demeti HAARP silah sisteminin temelinde yatiyor.

iki yazara göre, sanki havadaki ve zihinsel tahriplerdeki EM titresimler yetmemis gibi, Eastlund süper güçlü ionosferik isiticinin havayi kontrol edebilecegiyle övünüyor. Begich ve Manning’m aydinlattigi hükümet dökümanlari gösteriyor ki, Pentagon hava kontrol teknolojisine sahip. HAARP tam güç düzeyine eristiginde, tüm yarimküreler üzerinde hava etkileri yaratabilecek. Eger bir hükümet dünyanin hava modelleri ile deney yapiyorsa, yapilan is gezegendeki herkesin en önemli ortak sorunlarindan biridir.

Begich ve Manning’in kitabi, Prof. Elizabeth Rauscher gibi bagimsiz bilim insanlariyla görüsmeleri içeriyor. Ytiksek enerji fiziginde uzun ve etkileyici bir kariyere sahip olan ve prestijli bilim dergilerinde yazilari, kitaplari basilan Rauscher, HAARP’i yorumluyor: “Korkunç enerjiyi, son derece nazik, ionosfer olarak çagirdigimiz bu birden fazla tabakalari kapsayan moleküler konfigürasyonun içine pompaliyorsunuz.” îonosfer, katalitik reaksiyonlara egilimli, Rauscher açikliyor: “Eger küçük bir parça degistirilirse, ionosferde büyük bir degisim olabilir”.

îonosferi nazik bir balans sistemi olarak tanimlarken, Dr. Rauscher, onun, zihnindeki resmini paylasiyor: bir çorba kabarcik. “Eger kabarcikta yeterince büyük bir delik açilirsa”, Rauscher kehanette bulunuyor, “patlayabilir”.

Bilinç kontrolü mü?

Begich ve Manning tarafindan yapilan arastirmalar, garip projelerin örtüsünü kaldirdi. Örnegin, ABD Hava Kuvvetleri dökümanlari insanin zihinsel eylemlerini manipüle etmek ve degistirmek [genis cografik alanlar üzerinde titresen radyo frekans radyasyonu (HAARP’in maddesi) araciligi ile] için bir sistem gelistirildigini meydana çikardi. Bu teknoloji hakkinda en çok anlatilan materyal, ünlü Zbigniew Brzezinski’nin (Carter’in eski ulusal güvenlik danismani) ve J. F. MacDonald’m (Johnson’m bilim danismani ve UCLA’da jeofizik profösörü) jeofizikal ve çevresel savas için güç isinlama transmiteri hakkinda yazdiklari yazilarindan gelir. Bu dökümanlar, bu etkilerin nasil insan sagligi ve düsüncesi üzerinde olumsuz etkilere neden olabilecegini gösterir.

Brzezinski 25 yil önce Kolombiya Üniversitesi’nde bir profesörken yazmis oldugu bir kitapta söyle diyor:

“Politika stratejistleri beyin ve insan davranislari üzerine yapilan arastirmalari sömürmeyi özendiriyorlar. Jeofizikçi G. J. F. MacDonald (savas problemlerinde uzman) dogru olarak zamanlanmis, suni olarak uyandirilan elektronik darbelerin dünyanin belirli bölgeleri üzerinde göreceli yüksek güç düzeyleri üretecek sarsmalar kalibina önderlik edebilecegini söylüyor. Bu yolda birisi, ciddi olarak, seçilmis bölgelerde çok genis nüfusun beyin performansini bozacak bir sistem gelistirebilir. Ulusal çikarlar için davranislari manipüle etmede çevreyi kullanma düsüncesinin ne kadar derinden rahatsiz edici oldugu kimileri için sorun degil; böyle kullanima teknolojinin izin vermesi, galiba gelecek birkaç on yil içinde gelisecek.”

1966?da MacDonald, Baskan’in “Bilim Danisma Komitesi”nin ve daha sonra Baskan’in “Çevre Niteligi Konseyi”nin bir üyesiydi. Askeri amaçlar için çevresel kontrol teknolojilerinin kullanimi üzerine yazilar yazdi. Bir jeofizikçi olarak yaptigi en derin yorum, jeofiziksel savasin anahtarinin, çevresel istikrarsizliklarin (yani küçük bir miktar enerjinin ilavesinin çok daha büyük miktarlarda enerjiyi salivermesi) tanimlanmasi oldugu önermesidir.

Jeofizikçiler çevresel karmasaya enerji eklemenin genis etkileri olabilecegini fark ettiler. Bununla birlikte insanlik halihazirda çevremize, kritik kütle tesis ettigini anlamadan, ciddi miktarlarda elektromanyetik enerji ekliyor. Begich ve Manning’in kitabi bu konuda çesitli sorular yükseltiyor: “Bu ekler etkisiz mi yoksa ötesinde onarilamaz bir zarar verecek kümülatif bir miktar var mi? HAARP geri dönemeyecegimiz bir yolculugun son basamagi mi? Baska bir seri seytani Pandora’nin Kutusu’ndan saliverecek baska bir enerji deneyi üzerine para yatirmak üzere miyiz?”

1970 baslarinda Z. Brzezins” ki, yavas yavas ortaya çikacak, teknoloji bagimli “daha kontrol edilebilir ve daha yönetilebilir bir toplum”u Öngördü. Bu topluma, oy kullananlari iddiali süper bilimsel “know-how” ile etki altinda birakacak bir elit grup tarafindan hükmedilecekti. Bu elit, halkin davranislarini etkilemek ve toplumu yakin gözetim ve kontrol altinda tutmak için son modern teknikleri kullanarak politik amaçlarina ulasmada tereddüt etmeyecekti.

Begich’e göre Brzezinski’nin tahminleri dogru çikti. Bugün, söz konusu elit için birkaç yeni araç ortaya çikiyor. Araçlari kullanma izni için politikalar zaten hazir. “ABD nasil yavas yavas kontrol edilebilir teknotopluma dönüsecek?” sorusu soruluyor. Kademe taslari arasinda Brzezinski, halkinin güvenini kazanmak için, devam eden sosyal krizleri ve kitle medyasinin kullanimim umut ediyor.

ABD Kongresine ait kayitlar, ionosfere gönderilen sinyallerle dünyaya nüfuz etmek için, HAARP’in kullanimiyla mesgul oluyor. Bu sinyaller gezegenin içinden kilometrelerce derine bakarak, düzenli yeralti askeri gereçlerinin, minerallerin ve tünellerin yerini bulmak için kullanilacak. Senato 1996?da sadece bu yetenegi gelistirmek için 15 milyon dolar ödenek ayirdi. Problem su: dünyaya nüfuz eden radyasyonlar için gerekli olan frekans, insanin zihinsel fonksiyonlarinin tahribi için en çok zikredilen frekans dizisinin içinde. Ayrica baliklarin ve vahsi hayvanlarin (ki kendi rotalarini bulmak için rahatsiz edilmemis enerji alani üzerinde ilerlerler) göç modelleri üzerinde pek derin etkilere sahip olacak.

Begich ve Manning yeni teknolojilerin insanin beyin potansiyelini gelistirmek için inanilmaz imkanlara sahip oldugunu söylüyorlar. Bu teknolojiler ögrenme, hafizayi gelistirme ve insan davranisi modifikasyonu için kullanilabilir. Beyin teknolojileri alaninda önemli bir isim olan Michael Hutchison, bu alani siradan insanlara açti.

Hutchison’un açikladigi gibi beyin, oranli dar üstün frekanslar bagi içinde çalisir. Üstün beyin dalga frekanslari beyinde yer alan aktivite çesitlerine araci olur. 4 temel beyin dalga frekansi grubu vardir ki bunlar çogu zihinsel aktiviteyle birlesirler. Birincisi, beta dalgalari (13-15 Hertz veya titresim saniyede), bir kisinin dikkati normal aktivitelere dogru disa yöneldigi zaman, normal aktivite ile birlesir. Bu alanin yüksek sonu, stres ve kiskirmis (heyecenli) durumlar -ki düsünmeyi ve algisal becerileri bozar -ile birlesir. îkinci grup, alfa dalgalan (8-12 Hertz), gevsetmeye araci olabilir. Alfa frekanslari ögrenme ve

odaklanmis zihinsel fonksiyonlar (is görme) için idealdir. Üçüncüsü teta dalgalari (4-7 Hertz); zihinsel imgelemeye, hafizaya ve iç zihinsel odaga girise araci olur. Bu durum genellikle genç çocuklarla, davranissal n-iodifikasyon ve uyku durumlariyla ilgilidir. Son olarak, ultra yavas delta dalgalan (5-3 Hertz), bir kimse derin uykudayken bulunur. Genel kural odur ki, beynin üstün dalga frekansi, saniyede titresim süresinde rahatlanildiginda en düsüktür ve insan en uyanik ve heyecanliyken en yüksektir. Beynin, elektromanyetik araçlar ile distan canlandirilmasi (tahrik edilmesi) bir dis cihaz (jeneratör) ile yeni bir safhaya geçirilmesine veya kilitlenmesine neden olabilir. Üstün beyin dalgalari dis tahrik tarafindan yeni frekans kaliplarina sürülebilir veya itilebilir. Baska bir deyisle, dis sinyal sürücüsü veya itici cihaz beyni bir yolculuga çikarir, normal frekanslari beyin dalgalarinda degisiklige neden olmaya bütünüyle götürür; ki bu daha sonra beyin kimyasinda degismeye neden olur; ve bu da daha sonra beyin çiktilarinda, düsünce sekillerinde, duygu veya fiziksel durum sekillerinde degismeye neden olur. Beyin manipülasyonu iki yoldan birine çikar: Faydali veya zararli.

Spesifik dalga formlari kombinasyonu ile birlikte çesitli frekanslar beynindeki belirli kimyasal karsiliklari tetikler. Bu nörokimyasallarin saliverilmesi beyinde endise duygulari, hirs, depresyon, ask vb. sonuçlari olan spesifik reaksiyonlara neden olur. Bütün bunlar ve duygusal entellektüel karsiliklarin tüm bu gidis gelisi (degisimler), spesifik elektriksel uyanlar sonucu ortaya çikan bu beyin kimyasallarin (kimyasal ajanlarin) özel kombinasyonlari sonucunda ortaya çikar. Beyin sivilarindaki bu belirli karisimlar olaganüstü özel zihinsel durumlari ortaya çikarabilirler. Örnegin, bilinçli davranis kaybi, karanlik korkusu vb. Bu alandaki çalismalar düzenli olarak yapilan yeni bulusla da çok hizli bir yüzdede ilerlemektedir. Bu spesifik frekanslarin bilgisinin çözümü, insan sagligini anlamada anlamli bir gelisme saglayabilir. ELF için tasiyici olarak hareket eden radyo frekans radyasyonu kablosuz olarak beyin dalgalarini degistirmede kullanilabilecek. Bu HAARP’ini bilinç kontrolü konusunda, uygulamalarinda neler yapabileceginin göstergesidir. Bununla beraber, HAARP’m kayitlarinda, bunun insandaki yan etkileri henüz ortaya çikarilmamistir; fakat Begich ve Manning’in kitaplarindaki hükümet dökümanlarinda görünmektedir.

Beyin aktivitesinin kontrolü için gereken güç düzeyi 5-20 mikroamper gibi çok küçük bir degerdir ki bu da 60 Wattlik bir ampulü yakmak için gereken enerjiden binlerce kat daha küçüktür. Yazarlar çalismalarinda gerekli olan çok küçük enerji üzerine konusmaktalar. Beyin aktivitesini etkilemek için gereken hiz, enerji seviyesi ve dalgalar formu kombinasyonundan olusur. Son yirmi yilda ve özellikle son birkaç yildaki gelismeler çok büyük ilerlemeler sunmaktadir.

Arastirmalar, uluslararasi olarak, dis elektromanyetik alanlar tarafindan beynin kolayca yönlendirilebilecegini veya durumlari degistirmek için etkilenebilecegini buldu. Bu buluslar hem bilim insanlari hem de siradan insanlar için yeni araçlar tedarik etti. Yeni araçlar elektrikli “cranial” kafaya iliskin uyari aletlerini, ses sistemlerini, isikli uyan sistemlerini ve diger birçok beyin yönlendirme ve geri tepki (destek yanki) cihazlarini içermektedir. Teknolojik ilerlemeler ayrica, insanlarin kendi beyin aktivitelerinin yararli sonuçlar için nasil kontrol ve manipüle edilecegini ögrenmelerine izin veren özel kontrol ve gözetim araçlarina eklendi. Raporlar digerlerinin yaninda gevsemeyi, agri kontrolünü, ögrenme hizini ve hafizanin gelistirilmesini içermektedir.

Hutchison’m en son çalismasi henüz birlestirilen düsünce teknolojilerinin son tanimlarini sagliyor. Onun son kitabi “büyük beyin gücü”, okuyucularini çok hizli degisen (o kadar ki bilimin uy-gulamalardan daha hizli gelistiginin farkedildigi) alana ulastiriyor. Sinir sistemi bozukluklarinin düzeltilmesi, dikkat daginikligi ve çocuklardaki hiperaktif bozukluklarin düzeltilmesi, diger seyler arasinda ilaç ve alkole bagli bozukluklarin düzeltilmesi konusundaki son durum tartisiliyor. Bu tip elektrotip, bu tibbi arastirmalarin en ilginç alanlarini olusturur.

Son yillarda arastirmalar tibbi ve psikolojik uygulamalarin sasirtici olumlu sonuçlarina dogru genislemistir. Bu sonuçlarin bazilari Amerikan Hava Kuvvetleri tarafindan fark edildi. Ne yazik ki askeri çalismalar bu teknolojiyi insanlik yararina kullanmaktan çok silah sistemlerinde kullanma yönünde devam etmektedir.

Flanagan’m nörofonu

Amerikanin en yetenekli mucitlerinden Dr. Patrick Flanagan, 1962?de tibbin degisecegini öngörmüstü. “Bir gün tibbi pratigin tüm konsepti elektronik tarafindan degistirilecek. însanlar ilaç-tan ziyade elektronik olarak tedavi edilecek.” diyen Dr. Flanagan, o zamanlarda muhtemelen hâlâ en gelismis beyin yönlendirme araci olarak kabul edilen “Neurophone”u (elektronik telepati makinesi) kesfetmisti.

Flanagan son söylesisinde, HAARP’in sadece dünyanin en büyük ionosferik isiticisi degil, ayni zamanda tasavvur edilmis en büyük beyin yönlendirme cihazi oldugunu not etmektedir. HAARP kayitlarina göre, cihaza son sekli verildiginde (cihaz tüm bölgesel topluluklari etkilemeye yetecek düzey-de enerjiye sahip birçok dalga formu kullanir), VLF ve ELP dalgalarini gön-derebilecek.

Dr. R. 0. Becker 60?lann basinda ELF tasimak için DC akiminin üstüne sinyal ekleyerek ELP deneyleri yapti. Becker bu konsepti bir ELF kullanarak test etti, 1-10 Hertz (pulses per second) sinyal insanlar üzerinde, test subjeleri arasinda yükselen bilinç kaybi sonucu-nu verdi. Sonuçlar ELF’nin yani insanin beyin fonksiyonlarim en çok etkileyen frekanslarin, disardan çok derin sonuçlarla manipüle edilebilir oldugunu gösterdi.

1958?de Dr. Patrick Flanagan, 14 yasindayken nörofonu icat etti. Bu ona zamanimizin en parlak mucitlerinden biri unvanini kazandirdi. Nörofon cihazi, sesi (kelimeler ve müzik gibi) elektrik uyansina (impulse), hem de bunu vücut üzerindeki herhangi bir noktadan direk olarak kulak ve bütün duyma mekanizmasini büsbütün baypas edip beyne transfer ederek, dönüstürebilir. Arastirmacilar teknolojiyi tartisirken, alti yildan fazla bir süredir “Birlesik Devletler Patent Ofisi” cihaz için patent vermeyi reddetmektedir. Sonuçta hükümet nörofonun asla çalismayacagim açikladi ve patenti reddetti. Bundan sonra Flanagan ve avukati, çalisan cihazi inceleyicisine göstermek amaciyla alet modeliyle Washington DC’ye gittiler. inceleyici ikiliye sagir olan isçilerinden biri üzerinde kullanilip olumlu sonuç alindigi takdirde cihaz için patenti tekrar açacagini ifade etti. Alet denendi, sagir isçi gönderilen sesi duydu ve patent onaylandi.

Dr. Flanagan daha sonra Tafts Üniversitesi’ne çatismak üzere gitti. Burada nörofonun bir sonraki arastirma kademesini geçme amaciyla çalisti. Deniz Kuvvetleri için insan ile yunus ko-nusmasi üzerine çalismaya basladi. Bu arastirma 3 boyutlu (3-D) holografik ses sisteminin gelisme-sine olanak sagladi. Bu sistemin özü bir sesin uzayda herhangi bir yere yerlestirilmesi ve bir dinleyicinin bu sesi fark edebilmesine dayanir.

ilave çalismalar dijital nörofonun gelismesine büyük olanak sagladi. Cihazin önemini kesfeden ABD Savunma îstihbarat Ajansi (DIA) acil olarak onu ulusal güvenlik maddesi olarak gizlilik altina akli. Dr. Flanagan yeni çalismalar yapmaktan ve teknolojisi hakkinda konusmaktan 4 yil boyunca men edildi. Güvenlik gerekçesi sonunda kaldirildiktan ve ilk nörofonun icadindan 20 yil sonra Dr. FIanagan sinirli olarak Mark XI ve Thinkman Model 50 ürete-bilme asamasina geldi ve bunlar ögrenme aletleri olarak kullanildi çünkü ilkel örneklerdi.

0 yillardan itibaren Flanagan periyodik olarak yeni konsept üzerinde çalisti ve nörofonik teknoloji için gelismeler dizayn etti. Bu cihazin gelismis sekilleri, bilgisayar beyin etkilesimi cihazlari olarak kullanilabilir. Büyük miktarlarda düzgün olarak formatlanmis enformasyonun uzun dönem hafizaya transfer edilmesi fikri egitimde devrim niteliginde bir gelismedir.

Nörofon simdiye kadar gelistirilmis en güçlü beyin yönlendirme aletlerinden biridir. Flanagan son yillarda, diger iletim modelleri üzerine vurgu ile, bu teknolojiler üzerine çalismaya devam etti. DIA’nin nörofona ilgisi vardi. Onu gelistirmek için çalismaya devam ettiler. Patrick ve Crystel Flanagan HAARP projesinin, bu radyo transmiterinin veya ionosferik isiticinin, kablosuz bir nörofon olarak kullanilabilmesinin mümkün oldugunu söylüyorlar. Bu kullanimin hangi imkanlara sahip oldugu ise çok açik.

“Real Time Brain Biofeedback” (Ayni Anda Beyin Destek Yankisi) beyin arastirmalarinda baska bir alan. Bu alan, düsünce kontrolünün elde edilmesinde yeni yaklasimlar sunuyor. interaktif beyin teknolojileri ile simdi beyin dalgalarini “gerçek zaman temelinde görmek mümkün, böylece bu aletleri kullanan bireyler bir kimse düsünürken beyin dalgalarinin grafiksel olarak neye benzedigini bilgisayar ekraninda görebilirler. Hükümetler bu teknolojilerle tehlike olarak gördükleri kalabaliklari kontrol altinda tutmak için ilgileniyorlar.

HAARP’in kontrat dokümanlarinda ve planlama kayitlarinda açiklanan olanaklarin, yazarlar tarafindan toplanan Hava Kuvvetleri materyallerinin teshiriyle birlikte dikkatlice yeniden gözden geçirilmesinden sonra, elektromanyetik dalgalarin düsünce kontrolü için sundugu imkanlar apaçik ortaya çikti. HAARP iletim (transmiting) sistemi, dikkatsizce veya kasten zihinsel fonksiyonlari degistirmek için kullanilabilir.

Dr. Delgado 1952?den beri insan beynini arastiriyor ve sonuçlarini yayimliyor. Çalismalari düsünce kontrolü üzerinde odakli. Onun ilk çalismalari bizim insan beynini anlamamiza öncülük etti. Çalismalarini 1969 yilinda yazdigi Physical Control of the Minâ: Toward a Psychocivilized Society (Düsüncenin Fi-ziksel Kontrolü: Psikomedeni Bir Toplum doilu a,dU Idtabuida. özetledi Bu erken çalisma temelde hayvanlarin arastirilmasiydi ve hayvanlarin beynine elektrod sokmayi içeriyordu. Subjesinin beyninde elektrik akimi imal ederek davranisi manipüle edebilecegini buldu. Delgado, uykudan yüksek heyecanli bilinç durumlarina kadar bir dizi etki yaratabilecegini kesfetti. Daha sonraki çalismalari kablosuz olarak yapildi. Düsünce manipülasyonu etkisini belirli bir uzakliktan, herhangi bir fiziksel kontak veya manipüle edilen canli üzerinde araç olmadan aktivite etti. Delgado, frekansi veya kobay üzerindeki dalga formunu degistirerek, onlarin düsünmelerini ve duygusal durumlarini tamamen degistirebilecegini buldu. Ayni zamanda hükümet tarafindan kötüye kullanma olanaklari açilirken, Delgado’nun çalismalari diger pek çok arastirmaci için temel oldu.

Delgado’nun arastirmasi 1969?da CIA/OR için-çalisan Dr. Gottlieb tarafindan, bu teknolojinin mümkün kullanimlarini ararken, yeniden degerlendirildi. O zamanlarda çalismanin hâlâ ham olmasiyla birilikte, CIA Delgado’nun görüsünü psikomedeni bir topluma izin verecek teknikler açisindan paylasiyordu.

Bu süre içinde Tulana Üniversitesi’nden bir nöroloji operatörü olan Dr. Heath bu ihtimali, beyinde elektriksel tahrik (ESB) çalismasiyla gerçege yakin hale getirdi. ESB insanda zevkli ve kor-kutucu halüsünasyonlar yaratabiliyordu.

CIA’nm düsünce kontrolüyle ilgilenmesi Kore Savasi ile baslamisti. CIA bu alanda çesitli fiyaskolarla sonuçlanan arastirmalara basladi. Bunlarin bazilari üstü örtülmüs skandallardir: Kanadali vatandaslarin izinleri olamadan zihinsel olarak manipüle edilmeye çalisilmalari, binlerce üniversite ögrencisi ve askeri personel üzerinde LSD denemeleri gibi.

Delgado’nun kablosuz etkileri, CIA’nm agzini sulandiran bir düsünce oldu. Delgado hayvanlarin belirli bir elektromanyetik alanin içine konup sonra herhangi bir fiziksel kontak olmadan manipüle edilebilecegini kesfetti. Bu teknolojiler baska arastirmacilar tarafindan fark edildi ve çok hizli bir gelisme yasandi.

HAARP program menajeri J. Heckscher, HAARP içinde kullanilan frekanslarini ve enerjilerin kontrol edilebilir oldugunu ve bazi uygulamalarda 1-20 Hertz dizisinde titrestirilecegini söylüyor. Bu da HAARP’in düsünce kontrolü amaciyla kullanilabilecegini gösteriyor.

HAARP sistemi çok büyük kontrol edilebilir bir elektromanyetik alan yaratiyor ki bu, Delgado’nun EMF’si ile karsilastirilabilir. Bir nokta disinda: HAARP sadece bir odayi doldurmuyor, potansiyel olarak büyük bir bölgeyi hatta bir yarimküreyi doldurmasi mümkün. Temelde HAARP transmiteri bu uygula-mada dünyaninkiyle (ki Dr Dolego’inin kablosuz deneylerinde ihtiyaç olunandan 50 kat daha fazladir) ayni düzeyde enerjiyi disariya yayiyor. Bunun anlami eger HAARP dogru frekansa getirilirse, sadece dogru dalga formlarini kullanarak, zihinsel ayirma, bir bölgenin tamaminda kasten veya radyo frekans iletiminin yan etkisi olarak olusturulabilir.

Sonuç

Basta Dr. Nick Begich ve Jeane Man-ning’in arastirmalari olmak üzere tüm arastirmacilarin çalismalari, HAARP’m pek de masum bir girisim olmadiginin isaretlerini veriyorlar. Bu görüslere göre HAARP tamamlandigi zaman ABD’nin elindeki olanaklar sunlar:

– Atmosferi manipüle etmek ve modifikasyon saglamak,

– Askeri ve güçlü bir silaha sahip olmak,

– Genis kitlelerin düsüncelerinin ve ruhsal durumlarinin kontrol edilmesini saglamak,

– Kendi komünikasyon sistemini gelistirip, istenilen ülkelerin sistemlerini çökertmek.

ABD’nin kirli sicili; bilimi, teknolojiyi ve bilim insanlarini nasil kullana geldigi düsünülürse ve ortaya konan deliller göz önünde tutulursa yapilmak istenenlerin bunlar olmadigini söylemek çok zor.

İLGİLİ VİDEOLAR

KAYNAK :

http://www.teknotrik.com/haarp-teknolojisi-ve-van-depremi.html?utm_source=Teknotrik&utm_medium=Celilcan&utm_campaign=Teknotrik

[status draft]

YENİ DÜNYA DÜZENİ DOSYASI : Trump Amerikası ve Yeni Dünya Düzeni


donald-trump-oval-office-723618.jpg?itok=jcphFgfu

Siyaset Bilimci Francis Fukuyama, 1989’da liberal demokrasinin zaferinin “ tarhin sonunu” işaret ettiğini söylemişti. Şimdilerde ise Batı’yı yönlendiren milliyetçi politikalara eğiliyor.

Donald Trump’ın Hillary Clinton karşısındaki şaşırtıcı seçim zaferi, sadece Amerika siyaseti için değil, tüm dünya düzeni için bir dönüm noktasını işaret ediyor. 1950lerden beri süregelen dominant liberal düzenin, kızgın ve enerji dolu demokratik çoğunlukların saldırısına uğraması, yeni bir popülist milliyetçi çağa giriyor olduğumuzu gösteriyor. Böylesine rekabetçi ve aynı düzeyde de kızgın milliyetçilikler dünyasına kayışın riski oldukça büyük, ve eğer bu gerçekleşirse 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi önemli bir dönemeci işaret edecek.

Trump’ın zaferi, onun mobilize ettiği hareketin sosyal tabanını gözler önüne seriyor. Oy haritasına bir bakış attığımızda, Clinton’ın desteğinin coğrafi olarak kıyı bölgelerinde yoğunlaştığını, kırsal alanların ve küçük Amerikan şehirlerinin ağırlıklı olarak Trump için oy verdiğini görüyoruz. En sürpriz kayış ise, kuzeyde yer alan ve son seçimlerde ağırlıklı olarak Demokratları destekleyen Pensilvanya, Michigan ve Clinton’ın seçim kampanyası yürütmeye bile zahmet etmediği Winsconsin gibi sanayi şehirlerinde yaşanandı. Trump, sanayisizleşme sebebiyle zarar gören sendikalı işçilere, kaybettikleri üretici işleri geri kazandırmak için “ Amerika’yı Yeniden Harika Yapma” sözü vererek seçimi kazanabildi.

Bu hikayeyi daha önce de gördük. Bu, Ayrılık yanlısı oyların benzer şekilde kırsal alanlarda ve Londra dışındaki küçük şehirlerde yoğunlaştığı Brexit’in hikayesi. Bu durum, ebeveynleri ve büyük babaları Komunist ya da Sosyalist partiler için oy vermiş, şimdilerde Ulusal Cephe adayı Marine Le Pen için oy kullanan işçi sınıfının ülkesi Fransa için de geçerli.

Ancak popülist milliyetçilik bundan daha geniş bir fenomen. Vladimir Putin, St Petersburg ve Moskova gibi büyük şehirlerdeki daha eğitimli seçmenler arasında rağmet görmese de, ülkenin geri kalanında geniş bir destek tabanına sahip. Benzeri, ülkenin muhafazakar alt orta sınıfları arasında coşkulu bir desteğe sahip olan Türkiye cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ya da her yerde rağbet gören ama asıl desteğini Budapeşte’den alan Macaristan başbakanı Victor Orban için de geçerli.

Bugün, birilerinin eğitim seviyesiyle tanımlanan sosyal sınıf, sayısız endüstrileşmiş ve gelişmekte olan ülkelerde tek önemli sosyal kırılma haline geliyor gibi görünüyor. Bu durum, sırasıyla, doğrudan küreselleşme ve 1945’te büyük oranda Birleşik Devletler tarafından kurulan liberal dünya düzeninin kolaylaştırdığı teknolojik ilerleyiş tarafından yönlendiriliyor.

Liberal dünya düzeni hakkında konuştuğumuzda, kurallara dayalı bir uluslararası ticaret sisteminden ve son yıllarda küresel büyümeyi arttıran yatırımlardan bahsediyoruz. Bu, iPhoneların Çin’de monte edilmesini ve Noel’den önceki hafta Birleşik Devletler’deki ya da Avrupa’daki tüketicilere kargolanmasına izin veren bir sistem. Bu sistem aynı zamanda, milyonlarca insanın yoksul ülkelerden, kendileri ve çocukları için daha iyi fırsatlar sunan zengin ülkelere göç etmesini kolaylaştırıyor. Bu sistem tanıtıldığı gibi çalıştı: 1970 ve 2008’deki Birleşik Devletler finansal krizi arasında, ürünlerin ve hizmetlerin küresel üretimi/verimi dört katına çıktı, yüz milyonlarca insanı, sadece Çin ve Hindistan’da değil, Latin Amerika ve Sahra altı Afrika’da da yoksulluktan kurtardı.

Ancak şimdilerde herkesin acı verici şekilde deneyimlediği üzere, bu sistemin yararları tüm nüfusa yayılmadı. Gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfı, şirketler işlerini dışarıdaki ülkelerde yaptırırken ve kıyasıya rekabetçi küresel markette verimlilik baskısı artarken, kendi işlerinin yok olmaya başladığını gördüler.

Bu uzun süreli hikaye, 2008 Amerikan krizi ve birkaç yıl sonra Avrupa’yı vuran euro krizi tarafından daha kötü bir hal aldı. Her iki olayda da, elitler tarafından dizayn edilen sistem – Amerikan örneğindeki serbestleştirilmiş finans market, ve euro, uluslararası göç konusundaki Schengen sistemi gibi Avrupa politikaları – dışsal şoklar karşısında dramatik bir şekilde çöktü. Bu başarısızlıkların maliyeti, yine elitlerden ziyade, daha ağr bir şekilde sıradan işçilere kesildi. O tarihten bu yana, asıl soru, popülismin neden 2016’da ortaya çıktığı değil, ancak onun dışavurumunun neden çok uzun zaman olduğu olmalı.

Amerika’da sistem geleneksel işçi sınfını yeterince temsil etmediği için siyasi bir başarısızlık söz konusu. Cumhuriyetçi parti, tüzel Amerika (şirketler) ve onun küreselleşmenin nimetlerinden cömertçe faydalanan müttefikleri tarafından domine edilirken; Demokrat parti, kadınların koalisyonu, Afro-Amerikalılar, Hispanikler, çevreciler ve LGBT toplumu gibi kimlik politikalarının partisi haline gelip, ekonomik konulardaki vurgusunu kaybetti.

Amerikan solunun işçi sınıfını temsil etmedeki başarısızlığı, Avrupa genelindeki benzer başarısızlıkları da yansıtıyor. Avrupa sosyal demokrasisi, küreselleşmeyle barışı birkaç on yıl önce Blairite merkezciliğiyle ya da 2000lerde Gerhard Schröder’in Sosyal Demokratlarının tasarladığı bir tür noeliberal reformism ile gerçekleşti.

Ancak daha geniş çerçevede solun başarısızlığı, 1914’le ve İngiliz-Çek filozof Ernest Gellner’in yerinde ifadesiyle, “sınıf” damgalı posta kutusuna yollanan bir mektubun yanlışlıkla “ulus” işaretliye teslim edilmesi durumunu sembolize eden Büyük Savaş (I. Dünya Savaşı) zamanıyla benzerlikler barındırıyor. Ulus kavramı genellikle ‘sınıfı’ gölgede bırakıyor çünkü ulus güçlü bir kimlikle bağlantı kurabiliyor ve organik bir kültürle cemaatsel bağlantı sağlıyor. Kimliğe duyulan bu özlem, önceleri toplum dışına itilmiş grupların beyaz milliyetçiliğinin bir formunu işaret ederken, şimdilerde Amerikan alternatif sağında kendine yer buluyor. Bazı aşırılıkçılar dışındakiler bile, birçok sıradan Amerikan vatandaşı, toplumlarının neden göçmenlerle dolduğunu ve problemleri hakkında şikayetçi bile olamayacakları siyasi doğrucu dili kimin yetkili kıldığını merak etmeye başladı. Bu, Donald Trump’ın neden çok daha iyi eğitimli ve küreselleşmenin kurbanı olmayan ancak ülkelerinin elinden alındığını düşünen refah içindekilerden oy aldığını gösteriyor. Bu dinaminiğin Brexit oylamasının altında yatanla aynı sebep olduğunu söylemeye gerek yok.

Trump’ın zaferinin uluslararası sistem adına somut sonuçları ne olabilir ? Ona yöneltilen eleştirilerin aksine, Trump tutarlı ve iyi düşünülmüş bir pozisyonda: Ekonomi politikasında ve küresel siyasi sistem konusunda milliyetçi bir çizgide. Trump, açıkça NAFTA ve belki de WTO (Dünya Ticaret Örgütü) gibi var olan ticari anlaşmaları yeniden görüşmenin yollarını arayacağını, ve istediğini alamazsa, bu anlaşmalardan çıkmayı düşünebileceğini söyledi. Ve, Rusya lideri Putin gibi önemli kararlarla sonuçlar alabilen güçlü liderlere olan hayranlığını ifade etti. Aynı zamanda, buna uygun şekilde,geleneksel Birleşik Devletler müttefikleri olan NATO, Japonya ve Güney Kore gibi ülkelere daha az hayran ve onları Amerikan gücünden faydalanmakla suçluyor. Buna göre, onlara olan desteğin devamı maliyet-paylaşım anlaşmasının yeniden görüşülmesine bağlı olacak.

Bu pozisyonların, hem küresel ekonomi hem de küresel güvenlik sistemine yönelik yarattığı tehlikeleri mübalağa etmek imkansız. Bugün dünya ekonomik milliyetçilikle kaynıyor (dolup taştı). Geleneksel olarak açık ticaret ve yatırım rejimi, Birleşik Devletler’in hegemonik gücüne bağlı kalarak hayatta. Eğer Birleşik Devletler tek taraflı olarak anlaşmanın koşullarını değiştirmeye çalışırsa, dünya genelinde intikam almaktan mutlu olacak birçok güçlü oyuncu var, ve 1930ları andıracak şekilde aşağı yönlü bir ekonomik sarmalı tetikleyebilir.

Uluslararası güvenlik sistemine yönelik tehdit ise daha büyük. Rusya ve Çin geçtiğimiz on yıllarda önde gelen otoriter büyük güçler olarak ortaya çıktılar, ve her ikisi de coğrafi hırslara(isteklere) sahipler. Trump’ın özellikle Rusya konusundaki pozisyonu sıkıntılı: Hiçbir zaman Putin hakkında eleştirel bir söylem dile getirmedi, ve onun Kırım’ı ilhakının bile meşru görülebileceğini ileri sürdü. Onun dış politikanın birçok konusundaki bilgisizliğine rağmen, Rusya’ya yönelik tutarlı özgüllüğü, Putin’in onun üzerinde, belki de Trump’ı iş dünyasında canlı tutan Rus kaynaklarına olan borcu gibi bazı gizli baskıları olduğu izlenimi veriyor. Rusya ile “iyi geçinelim” diyen herhangi bir Trumpçı yaklaşımın ilk kurbanları, demokrasi mücadelesi ederken, bağımsızlığı için de Birleşik Devletler’e güvenen Ukrayna ve Gürcistan olacak.

Daha geniş bir çerçeveden bakınca, Trump’ın başkanlığı, dünyanın dört bir yanında yozlaşmış otoriter yönetimler altında yaşayan insanlar için demokrasiyi sembolize eden Amerikan çağının sonunu işaret ediyor. Amerika’nın etkisi, Irak’ın işgalinin ardından olduğu gibi yanlış güç çıkarımlardan daha ziyade “ yumuşak güce” dayanıyor. Amerika’nın geçtiğimiz Salı yaptığı seçim, liberal kurumsal kamptan popülist milliyetçi bir kampa geçişi işaret ediyor. Trump’ın Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi lideri Nigel Farage tarafından güçlü bir şekilde desteklenmesi ve onu tebrik eden ilk kişilerden birisinin Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen olması bir tesadüf değil.

Geçtiğimiz yıl boyunca, benzer düşüncedeki grupların bilgi ve sınır ötesi desteklerini paylaştıkları yeni bir popülist-milliyetçi dalga ortaya çıktı. Putin Rusya’sı bu dalgaya en ateşli şekilde katkıda bulunanlardan birisi, ancak bunun nedeni Putin’in başka insanların ulusal kimliğiyle ilgilenmesi değil, sadece yıkıcı olmak istemesinden. Rusya’nın Ulusal Demokratik Komite’nin emaillerini hackleyerek başlattığı bilgi savaşı halihazırda Amerikan kurumları üzerinde yıpratıcı rol oynuyor ve bunun devam etmesini bekleyebiliriz.

Yeni Amerika konusunda birçok belirsizlik söz konusu. Trump kalben tutarlı bir milliyetçi olmasına rağmen, son derece etkileşimsel (transactional) birisi. Trump, diğer ülkelerin var olan ticaret anlaşmalarını ya da müttefiklik anlaşmalarını kendisinin istediği şekilde revize etmeyi istemediğini farkedince ne yapacak ? En iyi anlaşma için masaya mı oturacak, yoksa sadece basıp gidecek mi ? Onun nükleer gerilimi tetikleme tehlikesi konusunda konuşulacak çok şey var ancak, ben onun dünyanın herhangi bir yerinde askeri güç kullanma sevdalısı birisi olmaktan ziyade, daha çok soyutlanma taraftarı olduğunu düşünüyorum. Suriye iç savaşının gerçekliğiyle karşı karşıya kalınca, Obama’nın taktik tahtasından devam etme sürecine son verip, bu süreçte yer almama fikrini sürdürebilir.

Karakterin devreye girdiği nokta burası. Diğer birçok Amerikalı gibi, Trump’ı gibi özgür dünyanın liderliğine bu denli az uyan bir kişiliği tasavvur etmekte zorlanıyorum. Bu, onun aşırı gösterişçiliği ve hakaretlere karşı duyarlılığı kadar, kararlı siyasi pozisyonundan kaynaklanıyor. Geçtiğimiz hafta, şeref madalyası kazananlarla birlikte aynı sahnedeyken, “ekonomik açıdan çok cesur” olduğunu söyleyiverdi. Bütün düşmanlarından ve eleştirilerden intikamını almak istediğini açıkladı. Kendisini küçümseyen diğer dünya liderleriyle karşılaştığında, mücadeleci bir Mafya patronu gibi mi, yoksa etkileşimci bir iş adamı gibi mi?

Bugün, liberal demokrasiye yönelik en büyük meydan okuma Çin gibi otoriter güçlerden değil, kendi içlerinden geliyor. Birleşik Devletler’de, Britanya’da, Avrupa’da ve diğer birçok ülkede, siyasi sistemin demokratik kısmı liberal kısmınA karşı ayaklanıyor, ve onun meşruiyetini kullanarak şimdiye kadar kendilerini kısıtlayan kuralları, açık ve hoşgörülü dünyayı yıkmakla tehdit ediyor. Sistemi kuran liberal elitler, kapının dışında kalan kızgın kalabalıkları dinlemek zorundalar ve üzerine eğilmeleri gereken sosyal eşitlik ve kimlik gibi en önemli konular hakkında düşünmeliler. Şu veya bu şekilde, gelecek birkaç yıl sıkıntılı/sıkı bir süreç yaşayacağız.

Çeviren (Tam Metin): Cemal Taşpınar

(FT, Francis Fukuyama, US against the world? Trump’s America and the new global order, 11 Kasım 2016)

TARİH : Amerika’nın İlk Beyaz Müslümanı – Muhammad A. R. Webb


DÖKÜMANI BURADAN İNDİREBİLİRSİNİZ.

TARİH : Amerika Yerli Halkları ve Türklükle Bağlantıları Konular ında Yapılan Çalışmalar


Meksika%2BOaxan%C4%B1ka%2CMaya%2CGuatemala%2BHal%C4%B1%2Bve%2BKilimleri.jpg

Amerika Yerli Halkları ve Türklükle Bağlantıları Konularında Yapılan Çalışmalar

Doç.Dr. İsmail Doğan

Amerika yerli halkları ve Türklükle bağlantıları hakkında yapılan araştırma, inceleme ve değerlendirme çalışmaları yeni değildir. Amerika yerli halklarının menşei konularında ilk kez 16. yy’da Edward Brarewood adlı bir İngiliz, Berring Bölgesini göstererek, ‘Tatarların elinde olan Asya’nın Kuzeydoğu kara parçası, Amerika’ya geçiş yolu olmuştur’ diyerek, dolaylı da olsa Türklükle bağlantılarından bahseder.

Daha sonra 1672 yılında Londra’da John Josselyn, ‘New-Englands Rarities Discovered’ adlı dergide, Dakota yerlilerinden Mohawk Kızılderililerinin dillerinin Tatarca ile benzerliğinden bahseder. John Josselyn, dilin Türkçe ile aynı olduğunu da iddia eder. 1800’lerde Von Humboldt, Amerika yerli dillerinden derlediği 137 kelime kökünün, Ural Altay Dil Ailesinde bulunan dillerle, hatta özellikle Uygurca ile izah edilebileceğini bildirir.

Bu çalışmadan sonra Otto Rerigu’nun yapmış olduğu araştırmalar ve bu konuda Kazan İlimler Akademisine yazmış olduğu mektuplar, dikkat çekicidir.Philedelphia’da yaşayan Otto Rerigu, 1861 yılında, Kazan İlimler Akademisi’nin başkanı İbrahim Halfin’e , Arap harfleriyle ve Kazan Tatar Türkçesi ile yazılmış bir mektup gönderir. O. Rerigu, F. L. O. Rochrig, R. J. A Williamson, S. R. A. Riggs ve benzeri kaynaklardan yararlanarak Siyu, Keçua ve Dakota yerlileri ile Mayaların dillerindeki Türkçe benzerlikleri belirlemiş ve bunları yazarak, Kazan İlimler Akademisi’nden yardımlaşma istemiştir.

Ancak o sıralarda Halfin ölmüş, 6 Şubat 1861 tarihinde Kazan İlimler Akademisi’nin başına N. İ. İlminskiy geçmiştir. N. İ. İlminskiy, Otto Rerigu’ya herhangi bir cevap yazmaz. Cevap alamayan Otto Rerigu, 1863 yılında tekrar bu kez Rusça bir mektup daha yazar. Otto Rerigu, bu mektubunda da, Philedelphia’nın bir kartpostal üzerindeki fotoğrafını da gönderir; fotoğrafın kenarlarına not düşerek yerli halkın yaşadığı bölgeleri de gösterir. Otto Rerigu’nun ısrarlı mektuplarına karşılık İlminskiy, nihayet bu konuyla ilgilenmediklerini belirten bir cevap yazar .

Otto Rerigu mektuplarında, Siyu ya da Dakotaların Ural-Altay dil ailesinden olabileceğini ifade eder. Bunların Doğu Avrupa, Sibirya ve Orta Asya halklarıyla benzeştiğini, Orta Avrupa Fin Uygur ailesiyle de benzerlikleri olduğunu söyler.17-18. yy.da Missouri nehirleri ve Missisipi arasındaki steplerden Skalistih dağına, Kaliforniya ve Arkansas bölgelerinde yaşamış olan Siyuların, Dakota, Mandan, Vinnebagu, Jidatsa, Apruka gibi diyalektleri bulunmaktadır.

Siyular; 1862, 1872, 1890 yıllarında Amerikalı yönetimlerce gruplar halinde göçe zorlandılar. En son 1963 yılında 77.000 civarında Siyu, Kuzey ve Güney Dakota, Karina, Montina, Nebraska gibi birbirinden uzak bölgelere yerleştirildiler. Bir kısmı Kanada’nın eyaletlerine göçtüler. Onların tarihleri, destanları, halk inanışları, folklorları üzerinde F.Kuper, M.Rid gibi araştırmacılar çalıştı. Otto Rerigu, Siyu dilindeki sap-sapa ‘kap-kara’, cet-cera ‘kıpkırmızı’ gibi Türkçe mantıklı ikilemelere dikkati çeker. Siyu dilinde yön gösterme görevinde kullanılan son ek +ta/+te ekini, Türk lehçelerinde kullanılan yön gösterme edatı görevindeki ‘yakta’ ile benzeştirirken, Siyu dilindeki ‘+sa / +se ekini Türkçe’deki balıkçı, çömlekçi örneklerindeki meslek yapım eki olan +çI ile birleştirmektedir.Siyu dilinde kullanılan wakan ‘hakan’ kelimesindeki kelime başı ‘#w’ ünsüzünün, Türkçe kelime başı # K sesi ile denk olduğunu, wakan < kagan değişimi şeklinde geliştiğini ifade eder.Otto Rerigu, elindeki kaynaklardan Türkçe ile ilgili gördüğü kelimeleri de tarayarak bir liste halinde vermiştir. Siyu, Keçua ve Maya dilleri için vermiş olduğu örnekler şunlardır.

Otto Rerigu, bu kelime listelerinin yanında, Yukatan yarımadasında, Kotoç, Çılan, Tulum, Yaşıl, İçmul, Tas, Yapıç / Tepiç, Kaçı, Şaman-sama, Çigen, Sayıl gibi Türkçe kaynaklı olduğunu ifade ettiği yer adlarını da örnek verir.Toung De Kien, 1924’de Rio’da toplanan 20. Amerikanistler Kongresi’nde, Çin kaynağı tezini ileri sürerken, bunu, Türk soyundan olan ‘Çular’ın zamanına bağlar ve Amerika yerlilerini Altaylı diye tanımlar.Amerika yerlilerinin Türklükle bağlantıları konusunda, yukarıda bahsettiğimiz çalışmalar dışında, değişik zaman dilimlerinde, az da olsa günümüze dek süren çalışmalar yapılmıştır. Türkiye’de bu konuyla ilgili çalışmalarıyla tanınan 1944 yılında Hüseyin Nihal Atsız’ın liderliğindeki Türkçü hareket içerisinde yer alan, Türkçü ilim adamı Reha Oğuz Türkkan, kendisinin ve başkalarının bu konuda yapmış oldukları çalışmaları, Kızılderililer ve Türkler; Bir Tarihin, Bir Dramın Hikayesi adlı eserinde genişçe vermiştir.

Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, Türk Dili Dergisi’nde yazdığı, ‘Kelimeler Arasında’başlıklı seri yazılarında, bazı kelimelerin açıklamalarını yaparken, Amerika yerli halkların dillerindeki kelimelerle benzerlikleri göstermiş; Türklüğün Amerika kıtasına ulaşması ile ilgili muhtelif görüşlere de yer vermiştir.Bugün Kanada sınırları içerisinde yer alan, kendileri için ayrılmış muhtelif kamplarda yaşayagelen Dene ve Na-Dene yerlilerinin, M.S. Cengiz Han’dan Amerika’ya kaçan Uygur Türkleri olduğunu ifade eden Ethel G. Stewart’ın, ‘Dene ve Na-Dene Kızılderilileri’adlı çalışması da dikkat çekicidir.

Amerika yerlileri ile Türklük arasındaki bağlantılar hakkında Cumhuriyet döneminde resmi çalışmaları Atatürk başlatmıştır. Atatürk’ün “Türk Kimdir?” sorusuna cevap arayan bilimsel yaklaşım ve arayışları, 1931’de ‘Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni kurarak, yapılacak araştırmalara da zemin hazırlamıştı. Son zamanlarda, Colonel James Churcward’ın, “Kaybolmuş Mu Kıtası”, “Mu’nun Çocukları”, “Mu’nun Mukaddes Sembolleri” adlı eserlerinin Türkçe’ye aktarılması ile Meksika ve Amerika kıtasındaki Türk izlerini öğrenme merakı da yeniden başlamıştır. Ancak günümüzde benzeri konulardaki çalışmalar, maalesef magazin haberi değeriyle okuyucuya sunulmakta, işin bilimsel yönü dikkatlerden uzak tutulmaktadır.

Hepsi : http://yayinlar.yesevi.edu.tr/static/kitaplar/mayalar_e_book/kitap/mayalar_ve_turkluk.pdf

Mu Çocukları (TDK Kaynaklı) : https://www.academia.edu/11358198/Mu_Çocukları

Mu Kıtasının Kutsal Sembolleri (TDK Kaynaklı) : https://www.academia.edu/11358220/Mu_Kıtasının_Kutsal_Sembolleri

CIA DOSYASI : YAZAR Mark Mazzetti ile CIA ve ABD’nin Karanlık Savaşı üzerine


Yazar Mark Mazzetti ile CIA Ve Amerika’nın Gölge (Karanlık) Savaşı Hakkında Mülakat

Pulitzer ödüllü muhabir Mark Mazzetti’nin yeni kitabı "Bıçağın Yolu: CIA, Gizli Bir Ordu ve Dünyanın Uç Noktalarında Savaş", 11 Eylül 2001 terör saldırılarından bu yana CIA’in rolünün nasıl değiştiğine göz atıyor. O, CIA’in dış istihbarat toplamakla vazifeli bir teşkilattan, baş vazifesi teröristler ve militanları avlamak ve öldürmek olan bir teşkilata evrilmesinin izlerini takip ediyor.

RFE/RL’den Heather Maher, "The New York Times" gazetesinin milli güvenlik muhabiri olan Mazzetti’yle gazetenin Washington bürosunda görüştü.

RFE/RL: Kitabınız zamanın Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in ofisinin 11 Eylül’den kısa bir süre sonra önemli bir toplantısının tasviriyle başlıyor. Bize biraz detay verebilir misiniz?

Mark Mazzetti: Toplantı, 11 Eylül’den [2001] birkaç ay sonra gerçekleşti. O noktada CIA’e, Başkan [George W.] Bush tarafından zaten öldürme yetkisi verilmişti. 11 Eylül’den bir hafta sonra Başkan Bush, CIA’e tüm dünyada El Kaide elemanlarını yakalama ve öldürme yetkisi veren, “başkanlık buluşu” olarak adlandırılan kararnameyi imzaladı.

Kitabın 1. Bölüm’ünde anlattığım toplantı, bundan birkaç ay sonradır ve CIA temelde bu yetkiyle ne yapacağını, bu vuruş timlerini -daha iyi bir kelime olmadığı için- nasıl kullanacağını, bu insan gruplarını El Kaide üyeleri ya da başkanın öldürülmesini istediği kişileri öldürmeleri için ülkelere nasıl göndereceğini soruyor. Bu, Başkan Yardımcısı Cheney ve personeli arasındaydı. Başkan Yardımcısı Cheney toplantı sonrasında eğitimin başlaması için talimat verdi.

RFE/RL: Siz bugünün CIA’ini "ölüm makinesi" olarak adlandırıyorsunuz ve ABD istihbarat operasyonlarını askeri operasyonlardan ayıran çizginin tamamen ortadan kalktığını yazıyorsunuz. Bu nasıl oldu?

Mazzetti: CIA’in bazı kirli çamaşırlarını ortaya döken Kongre’deki oturumlarda 1970’lerdeki olaylarla ilgili çok sayıdaki açıklamalardan sonra CIA, öldürme işini bir süredir bırakmıştı. Bir nesil CIA görevlisi, klasik casusluk vasıtaları hususunda gerçek bir eğitimden geçti. Ama 11 Eylül sonrasında CIA’in Terörle Mücadele Merkezi teşkilatın gerçek kalbi oldu ve paramiliter işlevler gerçekleştirdi.

İşin çılgınlık tarafında ordu da kendi insan istihbaratı toplama, yetki ve operasyonlarını olağanüstü derecede genişletti. 11 Eylül civarında Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Pentagon’un varmış gibi olduğunu gördü ve global bir savaşın üstesinden gelebilmek için yetersiz donanımda olduğunu düşündü. Rumsfeld, bizim “sıcak” savaşlar olmayan yerlerde olmamız gerektiğini söyledi. Bu yüzden Pentagon’un bir kısmı, özel operasyonlar askerlerini, dünyanın karanlık bölgelerinde istihbarat toplamak üzere daha ziyade casuslar gibi eğitiyordu.

RFE/RL: Usame Bin Ladin’in bulunduğu yerleşkeye baskını Özel Operasyonlar Kuvvetleri’nin gerçekleştirmesi ama bunu CIA’in yönlendirmesi altında yapması bu yüzden midir?

Mazzetti: Evet. Ve bu, gizli operasyonlar gerçekleştirmek üzere ABD askerlerinin Pakistan gibi yerlere gönderilmesinde olduğu gibi daha önce de olmuştu. Bürokratik olarak bir olayda yabancı ülkelerde faaliyette bulunmak üzere size daha fazla yetki verilir, siz CIA elemanına dönüşürsünüz. Askerler tam olarak casus oldular.

Sizin de ifade ettiğiniz gibi bu konuda en meşhur örnek, Bin Ladin baskınıdır [Mayıs 2011]. O, Amerikan ordusu tarafından gerçekleştirilen bir operasyondu ama CIA direktörünün kontrolündeydi, CIA yetkisi altındaydı. Bu durumda siz, Amerika Birleşik Devletleri’nin savaş halinde olmadığı bir ülkede ABD askerleri bulunduruyorsunuz ve bunlar ülkenin kalbinin derinliklerinde askeri operasyon gerçekleştiriyor.

RFE/RL: Görevlerdeki bu bulanıklık, ordu ve CIA’in bazı yerlerde birbirlerinin alanına girmelerine yol açabilecek gibi görünüyor. Bu tür vakalar oldu mu?

Mazzetti: Oldu. Bugün, 11 Eylül’den sonra ilk birkaç yılda olduğundan çok daha iyi işbirliği olduğunu düşünüyorum. Eskiden birbirleri üzerinde çalışan çok sayıda insan vardı. Rumsfeld özel operasyon askerlerini ülkelere gönderir ve bunu CIA istasyon şefi ya da Amerikan büyükelçisine söylemezdi. Bir sürü çarpı işareti vardı.

Ben kitabımda 2005-06 civarında bir problem olduğunu idrak ettiklerini anlatıyorum. CIA ve Pentagon bir şekilde bir araya geldi ve ülke ülke temelinde anlaşmalar yaptı. "Tamam, biz burada görev yapacağız, siz de orada görev yapacaksınız. Eğer bizim adamlarımız bu ülkede –mesela Pakistan- operasyon yaparsa biz CIA’in kontrolü altında olacağız” dediler. Böylece bu, işlerin daha iyiye gittiği bir dönem oldu. Ama elbette siz yine de CIA ve Pentagon arasında halen kalmaya devam eden çok sayıda görev çakışması, fazlalık, rekabet görürsünüz.

RFE/RL: Siz yine CIA’in teröristleri avlamada genişletilmiş rolünün, istihbarat toplama pahasına meydana geldiği kanaatinde misiniz?

Mazzetti: Her şeyin bir fırsat maliyeti vardır. Beyaz Saray tarafından baş vazifesi avlamak ve öldürmek olan bir CIA’iniz olduğu zaman, dünyada olanlarla ilgili istihbarat toplama ve olay meydana gelmeden bunu başkana söyleme gibi CIA’in asıl yapması gereken bazı vazifelerini kaçırırsınız.

CIA’in Tunus’taki kıvılcımı ve bu kıvılcımın ne olacağını –bu fal bakmak olur- tahmin etmesi gerektiğini söylemenin haksız bir eleştiri olduğunu düşünüyorum. Ama aynı zamanda, Tunus’ta devrim meydana geldiği zaman Arap aleminde kademe kademe devrimler meydana geldi. Beyaz Saray’da üst düzey insanlar tarafından kesinlikle CIA’in bu dönemecin gerisinde kaldığına dair eleştiriler dile getirildiğini düşünüyorum; devrimler oluyordu, CIA hep bir adım geride kalıyordu.

RFE/RL: Başkan Barack Obama, CIA’in insansız hava aracı programını büyük ölçüde genişletti ve hedef gözeterek “öldürme” listeleri ve yurt dışında Amerikalıların öldürülmesinin hukuki tartışmaları sebebiyle bazı Kongre üyelerini kızdırdı. Bu konuda yönetimde iç tartışma var mı?

Mazzetti: Programı daha iyi izah etmesi ve biraz daha şeffaf ve savunulabilir yapması için Başkan Obama’ya baskılar biriktiğinde kuşku yok. Bunu sene başında işitmeye başladınız ve sanırım bu daha da artmaya başlayacak. CIA’in bu işin tamamen dışında bırakılıp bırakılmamasına dair tartışmalar var, ki ben bunun gerçekleşeceğini sanmıyorum. CIA’in bazı görevleri orduya bırakabileceğini düşünüyorum ama Obama ya da müstakbel bir devlet başkanının bunu tamamen CIA’den alacağını sanmıyorum. Sonra Kongre’nin ne kadar bilmesi gerektiği ve Amerikan halkının ne kadar bilmesi gerektiği hususunda da tartışmalar var.

RFE/RL: CIA içinde de tartışmalar var mı? Yeni başkan John Brennan, Obama’nın hedef gözeten öldürme programında önemli rol oynadı. Onun teşkilatı hangi yöne yönelteceğini düşünüyorsunuz?

Mazzetti: CIA’in ne kadar dönüştüğü hususunda elbette CIA içinde endişeler var. Ve elbette Brennan’ın neslindeki CIA görevlileri arasında endişeler var. Bunlar ona bazı değişiklikler yapılması gerektiği tavsiyesinde bulunuyorlar.

Sizin de dediğiniz gibi, Brennan Beyaz Saray’da, hedef gözeterek öldürmeler konusunda kendisine olağanüstü yetkiler verilen işinde dört sene bu operasyonlara samimiyetle ve derinden müdahil oldu. İşaret ettiği üzere CIA’i bu işin dışında tutmak ya da en azından biraz hızını kesmek isteyip istemediğini göreceğiz.

Ama ben bunun biraz zaman alacağını düşünüyorum. Zira ben, halen CIA’in biraz böyle yapmaya devam etmesinde menfaat olacağını düşünüyorum. Çünkü, gizli kalmaya devam etmek istiyorlarsa bu gizlilik için daha iyidir.

Aynı zamanda, siz savaşla bu kadar bütünleşmiş, insan avlamayla bu kadar bütünleşmiş bir CIA görevlisi nesline -11 Eylül sonrası nesli- sahip olduğunuz için değişim zordur. Ve bu şeyleri öğrenmek uzun zaman alıyor. Siz onlara yeni beceriler öğretecekseniz, onların bunları yapmaları da zaman alacaktır. Bundan dolayı, CIA’i değiştirmek, gerçekten bir değişimse, bu başka bir nesil alabilir.

Kaynak: Radio Free Europe/ Radio Liberty

Dünya Bülteni için çeviren: Emin Arvas

[status draft]

YENİ DÜNYA DÜZENİ DOSYASI : Trump Amerikası ve Yeni Dünya Düzeni


KAYNAK : http://www.surecanaliz.org/tr/makale/trump-amerikasi-ve-yeni-dunya-duzeni

Siyaset Bilimci Francis Fukuyama, 1989’da liberal demokrasinin zaferinin “ tarhin sonunu” işaret ettiğini söylemişti. Şimdilerde ise Batı’yı yönlendiren milliyetçi politikalara eğiliyor.

Donald Trump’ın Hillary Clinton karşısındaki şaşırtıcı seçim zaferi, sadece Amerika siyaseti için değil, tüm dünya düzeni için bir dönüm noktasını işaret ediyor. 1950lerden beri süregelen dominant liberal düzenin, kızgın ve enerji dolu demokratik çoğunlukların saldırısına uğraması, yeni bir popülist milliyetçi çağa giriyor olduğumuzu gösteriyor. Böylesine rekabetçi ve aynı düzeyde de kızgın milliyetçilikler dünyasına kayışın riski oldukça büyük, ve eğer bu gerçekleşirse 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi önemli bir dönemeci işaret edecek.

Trump’ın zaferi, onun mobilize ettiği hareketin sosyal tabanını gözler önüne seriyor. Oy haritasına bir bakış attığımızda, Clinton’ın desteğinin coğrafi olarak kıyı bölgelerinde yoğunlaştığını, kırsal alanların ve küçük Amerikan şehirlerinin ağırlıklı olarak Trump için oy verdiğini görüyoruz. En sürpriz kayış ise, kuzeyde yer alan ve son seçimlerde ağırlıklı olarak Demokratları destekleyen Pensilvanya, Michigan ve Clinton’ın seçim kampanyası yürütmeye bile zahmet etmediği Winsconsin gibi sanayi şehirlerinde yaşanandı. Trump, sanayisizleşme sebebiyle zarar gören sendikalı işçilere, kaybettikleri üretici işleri geri kazandırmak için “ Amerika’yı Yeniden Harika Yapma” sözü vererek seçimi kazanabildi.

Bu hikayeyi daha önce de gördük. Bu, Ayrılık yanlısı oyların benzer şekilde kırsal alanlarda ve Londra dışındaki küçük şehirlerde yoğunlaştığı Brexit’in hikayesi. Bu durum, ebeveynleri ve büyük babaları Komunist ya da Sosyalist partiler için oy vermiş, şimdilerde Ulusal Cephe adayı Marine Le Pen için oy kullanan işçi sınıfının ülkesi Fransa için de geçerli.

Ancak popülist milliyetçilik bundan daha geniş bir fenomen. Vladimir Putin, St Petersburg ve Moskova gibi büyük şehirlerdeki daha eğitimli seçmenler arasında rağmet görmese de, ülkenin geri kalanında geniş bir destek tabanına sahip. Benzeri, ülkenin muhafazakar alt orta sınıfları arasında coşkulu bir desteğe sahip olan Türkiye cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ya da her yerde rağbet gören ama asıl desteğini Budapeşte’den alan Macaristan başbakanı Victor Orban için de geçerli.

Bugün, birilerinin eğitim seviyesiyle tanımlanan sosyal sınıf, sayısız endüstrileşmiş ve gelişmekte olan ülkelerde tek önemli sosyal kırılma haline geliyor gibi görünüyor. Bu durum, sırasıyla, doğrudan küreselleşme ve 1945’te büyük oranda Birleşik Devletler tarafından kurulan liberal dünya düzeninin kolaylaştırdığı teknolojik ilerleyiş tarafından yönlendiriliyor.

Liberal dünya düzeni hakkında konuştuğumuzda, kurallara dayalı bir uluslararası ticaret sisteminden ve son yıllarda küresel büyümeyi arttıran yatırımlardan bahsediyoruz. Bu, iPhoneların Çin’de monte edilmesini ve Noel’den önceki hafta Birleşik Devletler’deki ya da Avrupa’daki tüketicilere kargolanmasına izin veren bir sistem. Bu sistem aynı zamanda, milyonlarca insanın yoksul ülkelerden, kendileri ve çocukları için daha iyi fırsatlar sunan zengin ülkelere göç etmesini kolaylaştırıyor. Bu sistem tanıtıldığı gibi çalıştı: 1970 ve 2008’deki Birleşik Devletler finansal krizi arasında, ürünlerin ve hizmetlerin küresel üretimi/verimi dört katına çıktı, yüz milyonlarca insanı, sadece Çin ve Hindistan’da değil, Latin Amerika ve Sahra altı Afrika’da da yoksulluktan kurtardı.

Ancak şimdilerde herkesin acı verici şekilde deneyimlediği üzere, bu sistemin yararları tüm nüfusa yayılmadı. Gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfı, şirketler işlerini dışarıdaki ülkelerde yaptırırken ve kıyasıya rekabetçi küresel markette verimlilik baskısı artarken, kendi işlerinin yok olmaya başladığını gördüler.

Bu uzun süreli hikaye, 2008 Amerikan krizi ve birkaç yıl sonra Avrupa’yı vuran euro krizi tarafından daha kötü bir hal aldı. Her iki olayda da, elitler tarafından dizayn edilen sistem – Amerikan örneğindeki serbestleştirilmiş finans market, ve euro, uluslararası göç konusundaki Schengen sistemi gibi Avrupa politikaları – dışsal şoklar karşısında dramatik bir şekilde çöktü. Bu başarısızlıkların maliyeti, yine elitlerden ziyade, daha ağr bir şekilde sıradan işçilere kesildi. O tarihten bu yana, asıl soru, popülismin neden 2016’da ortaya çıktığı değil, ancak onun dışavurumunun neden çok uzun zaman olduğu olmalı.

Amerika’da sistem geleneksel işçi sınfını yeterince temsil etmediği için siyasi bir başarısızlık söz konusu. Cumhuriyetçi parti, tüzel Amerika (şirketler) ve onun küreselleşmenin nimetlerinden cömertçe faydalanan müttefikleri tarafından domine edilirken; Demokrat parti, kadınların koalisyonu, Afro-Amerikalılar, Hispanikler, çevreciler ve LGBT toplumu gibi kimlik politikalarının partisi haline gelip, ekonomik konulardaki vurgusunu kaybetti.

Amerikan solunun işçi sınıfını temsil etmedeki başarısızlığı, Avrupa genelindeki benzer başarısızlıkları da yansıtıyor. Avrupa sosyal demokrasisi, küreselleşmeyle barışı birkaç on yıl önce Blairite merkezciliğiyle ya da 2000lerde Gerhard Schröder’in Sosyal Demokratlarının tasarladığı bir tür noeliberal reformism ile gerçekleşti.

Ancak daha geniş çerçevede solun başarısızlığı, 1914’le ve İngiliz-Çek filozof Ernest Gellner’in yerinde ifadesiyle, “sınıf” damgalı posta kutusuna yollanan bir mektubun yanlışlıkla “ulus” işaretliye teslim edilmesi durumunu sembolize eden Büyük Savaş (I. Dünya Savaşı) zamanıyla benzerlikler barındırıyor. Ulus kavramı genellikle ‘sınıfı’ gölgede bırakıyor çünkü ulus güçlü bir kimlikle bağlantı kurabiliyor ve organik bir kültürle cemaatsel bağlantı sağlıyor. Kimliğe duyulan bu özlem, önceleri toplum dışına itilmiş grupların beyaz milliyetçiliğinin bir formunu işaret ederken, şimdilerde Amerikan alternatif sağında kendine yer buluyor. Bazı aşırılıkçılar dışındakiler bile, birçok sıradan Amerikan vatandaşı, toplumlarının neden göçmenlerle dolduğunu ve problemleri hakkında şikayetçi bile olamayacakları siyasi doğrucu dili kimin yetkili kıldığını merak etmeye başladı. Bu, Donald Trump’ın neden çok daha iyi eğitimli ve küreselleşmenin kurbanı olmayan ancak ülkelerinin elinden alındığını düşünen refah içindekilerden oy aldığını gösteriyor. Bu dinaminiğin Brexit oylamasının altında yatanla aynı sebep olduğunu söylemeye gerek yok.

Trump’ın zaferinin uluslararası sistem adına somut sonuçları ne olabilir ? Ona yöneltilen eleştirilerin aksine, Trump tutarlı ve iyi düşünülmüş bir pozisyonda: Ekonomi politikasında ve küresel siyasi sistem konusunda milliyetçi bir çizgide. Trump, açıkça NAFTA ve belki de WTO (Dünya Ticaret Örgütü) gibi var olan ticari anlaşmaları yeniden görüşmenin yollarını arayacağını, ve istediğini alamazsa, bu anlaşmalardan çıkmayı düşünebileceğini söyledi. Ve, Rusya lideri Putin gibi önemli kararlarla sonuçlar alabilen güçlü liderlere olan hayranlığını ifade etti. Aynı zamanda, buna uygun şekilde,geleneksel Birleşik Devletler müttefikleri olan NATO, Japonya ve Güney Kore gibi ülkelere daha az hayran ve onları Amerikan gücünden faydalanmakla suçluyor. Buna göre, onlara olan desteğin devamı maliyet-paylaşım anlaşmasının yeniden görüşülmesine bağlı olacak.

Bu pozisyonların, hem küresel ekonomi hem de küresel güvenlik sistemine yönelik yarattığı tehlikeleri mübalağa etmek imkansız. Bugün dünya ekonomik milliyetçilikle kaynıyor (dolup taştı). Geleneksel olarak açık ticaret ve yatırım rejimi, Birleşik Devletler’in hegemonik gücüne bağlı kalarak hayatta. Eğer Birleşik Devletler tek taraflı olarak anlaşmanın koşullarını değiştirmeye çalışırsa, dünya genelinde intikam almaktan mutlu olacak birçok güçlü oyuncu var, ve 1930ları andıracak şekilde aşağı yönlü bir ekonomik sarmalı tetikleyebilir.

Uluslararası güvenlik sistemine yönelik tehdit ise daha büyük. Rusya ve Çin geçtiğimiz on yıllarda önde gelen otoriter büyük güçler olarak ortaya çıktılar, ve her ikisi de coğrafi hırslara(isteklere) sahipler. Trump’ın özellikle Rusya konusundaki pozisyonu sıkıntılı: Hiçbir zaman Putin hakkında eleştirel bir söylem dile getirmedi, ve onun Kırım’ı ilhakının bile meşru görülebileceğini ileri sürdü. Onun dış politikanın birçok konusundaki bilgisizliğine rağmen, Rusya’ya yönelik tutarlı özgüllüğü, Putin’in onun üzerinde, belki de Trump’ı iş dünyasında canlı tutan Rus kaynaklarına olan borcu gibi bazı gizli baskıları olduğu izlenimi veriyor. Rusya ile “iyi geçinelim” diyen herhangi bir Trumpçı yaklaşımın ilk kurbanları, demokrasi mücadelesi ederken, bağımsızlığı için de Birleşik Devletler’e güvenen Ukrayna ve Gürcistan olacak.

Daha geniş bir çerçeveden bakınca, Trump’ın başkanlığı, dünyanın dört bir yanında yozlaşmış otoriter yönetimler altında yaşayan insanlar için demokrasiyi sembolize eden Amerikan çağının sonunu işaret ediyor. Amerika’nın etkisi, Irak’ın işgalinin ardından olduğu gibi yanlış güç çıkarımlardan daha ziyade “ yumuşak güce” dayanıyor. Amerika’nın geçtiğimiz Salı yaptığı seçim, liberal kurumsal kamptan popülist milliyetçi bir kampa geçişi işaret ediyor. Trump’ın Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi lideri Nigel Farage tarafından güçlü bir şekilde desteklenmesi ve onu tebrik eden ilk kişilerden birisinin Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen olması bir tesadüf değil.

Geçtiğimiz yıl boyunca, benzer düşüncedeki grupların bilgi ve sınır ötesi desteklerini paylaştıkları yeni bir popülist-milliyetçi dalga ortaya çıktı. Putin Rusya’sı bu dalgaya en ateşli şekilde katkıda bulunanlardan birisi, ancak bunun nedeni Putin’in başka insanların ulusal kimliğiyle ilgilenmesi değil, sadece yıkıcı olmak istemesinden. Rusya’nın Ulusal Demokratik Komite’nin emaillerini hackleyerek başlattığı bilgi savaşı halihazırda Amerikan kurumları üzerinde yıpratıcı rol oynuyor ve bunun devam etmesini bekleyebiliriz.

Yeni Amerika konusunda birçok belirsizlik söz konusu. Trump kalben tutarlı bir milliyetçi olmasına rağmen, son derece etkileşimsel (transactional) birisi. Trump, diğer ülkelerin var olan ticaret anlaşmalarını ya da müttefiklik anlaşmalarını kendisinin istediği şekilde revize etmeyi istemediğini farkedince ne yapacak ? En iyi anlaşma için masaya mı oturacak, yoksa sadece basıp gidecek mi ? Onun nükleer gerilimi tetikleme tehlikesi konusunda konuşulacak çok şey var ancak, ben onun dünyanın herhangi bir yerinde askeri güç kullanma sevdalısı birisi olmaktan ziyade, daha çok soyutlanma taraftarı olduğunu düşünüyorum. Suriye iç savaşının gerçekliğiyle karşı karşıya kalınca, Obama’nın taktik tahtasından devam etme sürecine son verip, bu süreçte yer almama fikrini sürdürebilir.

Karakterin devreye girdiği nokta burası. Diğer birçok Amerikalı gibi, Trump’ı gibi özgür dünyanın liderliğine bu denli az uyan bir kişiliği tasavvur etmekte zorlanıyorum. Bu, onun aşırı gösterişçiliği ve hakaretlere karşı duyarlılığı kadar, kararlı siyasi pozisyonundan kaynaklanıyor. Geçtiğimiz hafta, şeref madalyası kazananlarla birlikte aynı sahnedeyken, “ekonomik açıdan çok cesur” olduğunu söyleyiverdi. Bütün düşmanlarından ve eleştirilerden intikamını almak istediğini açıkladı. Kendisini küçümseyen diğer dünya liderleriyle karşılaştığında, mücadeleci bir Mafya patronu gibi mi, yoksa etkileşimci bir iş adamı gibi mi?

Bugün, liberal demokrasiye yönelik en büyük meydan okuma Çin gibi otoriter güçlerden değil, kendi içlerinden geliyor. Birleşik Devletler’de, Britanya’da, Avrupa’da ve diğer birçok ülkede, siyasi sistemin demokratik kısmı liberal kısmınA karşı ayaklanıyor, ve onun meşruiyetini kullanarak şimdiye kadar kendilerini kısıtlayan kuralları, açık ve hoşgörülü dünyayı yıkmakla tehdit ediyor. Sistemi kuran liberal elitler, kapının dışında kalan kızgın kalabalıkları dinlemek zorundalar ve üzerine eğilmeleri gereken sosyal eşitlik ve kimlik gibi en önemli konular hakkında düşünmeliler. Şu veya bu şekilde, gelecek birkaç yıl sıkıntılı/sıkı bir süreç yaşayacağız.

Çeviren (Tam Metin): Cemal Taşpınar

(FT, Francis Fukuyama, US against the world? Trump’s America and the new global order, 11 Kasım 2016)

AMERİKA DOSYASI /// VİDEO : MİT ve KGB Ajanları Amerikada Büyük Bir Gezi Park Eylemi Başlatacak


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=LndrmXz1Aio&feature=youtu.be

PKK ÖRGÜTÜ DOSYASI : PYD’ye istihbaratı Amerika veriyor


Özgür Suriye Ordusu komutanı, Türkiye ile El-Bab’a yönlenmelerinin ardından Amerika’nın harekete geçtiğini ve aleyhlerine çalıştığını söyledi. Yeni Şafak’a konuşan komutan, “60 kişilik ABD askeri bölgede PYD’ye hem havadan hem de karadan istihbarat veriyor” dedi.

Yeni Şafak’a özel bilgiler veren ÖSO komutanı son 10 günde ciddi kayıplar verdiklerini ve bu gelişmelerde ABD’nin PYD’ye sağladığı istihbarat desteğinin etkisi olduğunu ve ellerinde bu istihbarat dağılımın DEAŞ ve rejimi de kapsadığını gösteren önemli veriler olduğunu söyledi.

60 ABD ASKERİ BÖLGEDE

Çobanbey, Havar bölgelerinde görevli 60 ABD askerinin 8-10 kişilik timler halinde saha çalışması yaptığını anlatan ÖSO komutanı, “Bize karşı savaşan PYD’nin Münbiç-El Bab cephesine sevk ettiği militanlara destek veren ABD askeri sayısının 80’den fazla olduğunu biliyoruz. Elbette bu gruplar arasında bilgi/istihbarat paylaşımı var ve bu durum sahada bizim aleyhimize sonuçlar doğurmaya devam ediyor" ifadelerini kullandı.

Havar ve Çobanbey bölgesinde iki ayrı gruptan oluşan 60 kişilik ABD kara birliklerinin sürekli alan taraması yaptıklarını belirten Suriyeli muhalif komutan, “İnsansız hava araçlarının hava hareketliliği de devam ediyor ancak bizimle paylaşmıyorlar" diye konuştu.

EL BAB’A GİRMEYİN DİYORLAR

“24 Kasım günü gerçekleşen hava saldırısı son 10 günlük engelleme çabalarının bir devamı olarak değerlendiriyoruz" diyen ÖSO komutanı şunları söyledi: “Rejim bölgesinden gelen savaş uçağı Kifre mezrasında toplanma noktamızı vurdu. Esed kanadından yapılan açıklamalar ise belirsizliğin devam etmesini sağlıyor. Güçlerimizin tamamını El Bab’ın merkezine yönlendirmemiz ısrarla engelleniyor. Bab ilçe merkezine yapacağımız operasyonda sürpriz yaşamamak adına çevrede tehdit unsuru olan Kubbesin kasabasını almak istiyoruz fakat 3 kez ele geçirdiğimiz kasabadan DEAŞ bugüne kadar görülmemiş bir ısrarla vazgeçmiyor.

Harekat tam gaz

El Bab’a doğru birliklerin ilerleyişi sırasında rejimin hava unsurlarınca saldırıya maruz kalan Türk Özel Kuvvetleri, operasyonu hızlandırdı. Hafta başından itibaren El Bab ve çevresindeki DEAŞ mevzilerine karşı gerçekleştirilen hava operasyonları, dün ve bugün arttırılarak devam etti. Halen El Bab çevresinde ÖSO güçlerinin yanısıra Esed rejimi ve PYD/PKK unsurlarının şehri ele geçirmek üzere çabalarını arttırdığı bildirildi. EL BAB’A İLERLEYİŞ SIRASINDA VURULDULAREdinilen bilgiye göre, ÖSO ile birlikte El Bab’a doğru ilerleyişini sürdüren Özel Kuvvetler unsurları, harekat sırasında hava saldırısına maruz kaldı. Kuveyrs bölgesinden kalkan rejime ait Albatros eğitim uçağı yüksekten uçarken bir anda dalıp bomba bıraktı. Bomba bırakılan noktanın karargah değil, DEAŞ unsurlarından ele geçirilen ve EYP’lerden temizlenmesi faaliyeti süren bir bina olduğu belirtiliyor. GECE İLERLEYİŞ ÖSO’nun ilerleyişine 10-15 kişilik gruplar halinde destek veren ÖKK unsurlarının saldırı esnasında EYP kontrolü yaptığı, vurulan bina içerisindeki Özel Kuvvet personelinin şehit düştüğü, çevredeki personelin ise yaralandığı kaydediliyor. Bu nedenle de bombardımanda herhangi bir tank veya ZPT aracı hasar görmedi. Çünkü zırhlı araçlar, ÖKK destekli ÖSO unsurları bölgeyi temizledikten sonra içeri girip kasaba veya köyün çevresinde kontrolü sağlıyor. Olay günü de araçların 1-2 km daha geride olduğu belirtiliyor.

Saldırının gece saatlerinde gerçekleşmesine ilişkin olarak da gece operasyonlarının harekattaki kritik önemine dikkat çekiliyor. DEAŞ’a karşı özellikle gece operasyonlarında büyük ilerleme kaydediliyor. Eski teknoloji gece görüş sistemleri kullanan DEAŞ unsurları, TSK’nın ileri teknoloji gece görüş ve termal görüntüleme sistemleriyle gafil avlanıyor. Bu nedenle de operasyonlar gece-gündüz kesintisiz sürüyor.HAVA SAVUNMASI NEDEN HAREKETE GEÇİRİLMEDİ?Kaynaklar, saldırının nasıl önlenemediği noktasında da şu ayrıntıya işaret ediyorlar: Hava Savunma Harekat Merkezi’nin uçağın izini görmemesi imkansız. Kilis’teki Hava Savunma Harekat Merkezi’nin yanısıra Hava Kuvvetleri Komutanlığı Harekat Merkezi’nden de uçağın izi görülüyor. Ancak şuana kadar rejimden herhangi bir saldırı veya tahrik gelmemiş olması ve bu yönde de bir beklenti olmaması nedeniyle uçak sadece izleniyor. EĞİTİM UÇAĞI ALDATTIUçağın eğitim uçağı oluşu da bunda etkili bir diğer unsur oluyor. Hareket halindeki uçak bir anda dalıp bombayı bırakıyor ve bölgeyi terk ediyor. Dolayısıyla hava savunma sistemleri harekete geçirilemiyor. Halen Fırat Kalkanı Harekatı kapsamında Türk askeri, hava savunma sistemleriyle birlikte ilerliyor. Hem tanklar ve ZPT’ler üzerindeki uçaksavarlar hem de araçların güvenliğini sağlamak için stinger füzelerinin harekat unsurları içinde bulunduğu belirtiliyor.

BİZİ KUBBESİNDE BOĞMAK İSTİYORLAR

60’tan fazla ölü vermelerine rağmen halen bu noktada tutunmaya çalışıyorlar. Bu normal bir durum değil. Biz Kubbesin’de DEAŞ’la savaşırken güneyden rejim doğudan ise PYD’nin havan saldırılarına maruz kalıyoruz. Bize karşı oluşan bir güç birliği konusunda hiçbir şüphemiz yok ve hepsinin de ortak bir koordinasyon merkezinden yönetildiğine inanıyoruz."

Kritik noktalar vuruluyor

“El Bab’a girme ihtimalimiz her şeyi değiştirdi, hem DEAŞ hem de PYD cephesi olağanüstü hareketlendi ve buna son dönemde birde Şam Rejimi eklendi" diyen ÖSO komutanı sözlerini şöyle sürdürdü. Kubbeyin köyü ve çevresinde DEAŞ ve PYD’nin adı konulmamış bir ittifakı var. Eş güdümlü hareket ediyorlar ve geride kalan 5 gün içerisinde 7 tank, 4 zırhlı aracımız havan ve füze saldırıları ile vuruldu. Bu saldırılara 30’dan fazla yaralı 21 şehid verdik. Saldırıların en kritik noktaları hedef alması ve isabet oranı içeriden ciddi istihbarat verilme ihtimalini güçlendiriyor. Esed rejiminin böyle bir imkanı yok, DEAŞ ve PYD’nin ise bu noktaları tespit ihtimali sıfır.

AMERİKA DOSYASI : Amerika, Suriye’de yeni bir oyun içinde.


Suriye’de iki büyük aktör var. Biri Amerika, diğeri Rusya. Daha önce konu ile ilgili yazdığımız yazılarda Suriye’deki bu iki büyük oyuncunun tam bir anlaşma içerisinde olduğunu, bu oyuna üçüncü ülkenin katılmasına da izin vermeyeceklerini vurgulamıştık. Bugün gelinen noktaya baktığımızda bu görüşlerimizdeki haklılığımızın ortaya çıkmakta olduğunu görüyoruz.

Türkiye, şu anda Amerika ve Rusya’ya rağmen Suriye’de üçüncü oyuncu olmaya çalışıyor. Gerekçe de açık ve net: 900 kilometrelik sınırımızda terör tehlikesini uzaklaştırmak, arındırmak ve ülkemizin güvenliğini sağlama almak.

Bu nedenle daha önce başlatılan “Fırat Kalkanı”nda IŞİD tehlikesi uzaklaştırıldı. PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG güçlerine karşı da belirlenen hedeflere çekilmesi istendi. Bu konuda Amerika’nın PYD/YPG’ ye destek vermesi ile başlayan gerginlik de şu anda sürüyor. Ancak, Türkiye’nin de kararlılığında ısrarcı olduğunu biliyoruz.

Amerika’nın asıl hedefi Münbiç ile Afrin’i, birleştirip hedeflediği Kürt koridorunu hayata geçirmektir. Bu nedenle müttefikimiz bütün uyarılarımıza rağmen bölgede Türkiye’nin önünü kesmeye çalışıyor. Suriye’de de PKK ve PYD/YPG’nin tüm hareketlerini yönlendiriyor.

Son gelişmelere göz atalım:

Amerika Afrin ve Mümbiç’teki tüm terör örgütlerini El Bab’a sevk ediyor. Bu çerçevede Mümbiç’e büyük sevkiyat yapan Amerika’nın TIR’lar dolusu silahları da bu terör örgütlerine ulaştırdığı haberleri geliyor.

IŞİD El Bab’dan yavaş yavaş Rakka’ya doğru çekilirken ABD, PKK/PYD’nin El Bab’ı kontrol altına alması için desteğini artırdı. ABD, El Bab’ın Türkiye’den önce PKK/PYD’nin eline geçmesi için çalışıyor. Güvenlik kaynakları “PKK/PYD’nin Fırat’ın doğusuna çekileceğini açıklayan ABD tam tersini yapıyor. Fırat’ın doğusundan özellikle de Kamışlı’dan Münbiç’e nüfus kaydıran ABD, PKK/PYD’nin belirlediği isimlerin Münbiç’e yerleşmesini sağlıyor” diyor.

Bölgenin Türkiye’den önce PYD güçlerinin eline geçmesi isteniliyor.

Bunun anlamı da şudur:

Eğer Türkiye kararlılığını sürdürür Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile bölgenin ele geçirilmesi için hareket yaparsa burada YPG güçleri ile çatışacaktır. Bir noktada Amerika ve Türkiye vekâlet savaşı ile bölgede karşı karşıya gelmiş olacaktır.
Bölgedeki son değerlendirme ilgililerce şu şekilde yapılıyor:

“PKK/PYD’nin tüm hareketlerini ABD yönlendiriyor. ABD bir taraftan PKK/PYD kontrolündeki Afrin bölgesindeki kuvvetleri El Bab’a yönlendirirken diğer taraftan Münbiç’teki PKK/PYD’lileri El Bab’a sevk etmiş durumda. Her türlü silah ve mühimmat desteğini de esirgemiyor. Bu çerçevede iki gün önce Münbiç’e 60 TIR yardım gönderdi. Bir günde gönderilen 60 TIR’da silah ve mühimmat da olduğu biliniyor. ABD, koridor için faaliyetlerini yoğunlaştırdı.”

Suriye’de oyun içinde oyun oynanıyor. Bizimle müttefik olanlar bile gerektiğinde yalan söylüyor. Bizi oyalamaya çalışıyor.

Şimdi de El Bab’ta kimyasal endişesi var.

TSK’nın destek verdiği Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) güçlerinden 17 kişinin kimyasal zehirlenme şüphesiyle Kilis’e getirilip KBRN bölümünde (Kimyasal Biyolojik Radyasyon ve Nükleer tehlikeli maddeler) tedavi altına alınması ve yapılan araştırmalar bölgedeki terörist güçlerin kimyasal kullanmaya başladığını ortaya koyuyor.

Türkiye destekli ÖSO’nun kuşatma altına aldığı Suriye’nin El Bab bölgesine düzenlenen kimyasal saldırının kim tarafından yapıldığı araştırılıyor.

Genelkurmay Başkanlığınca, Fırat Kalkanı Harekâtı kapsamında Suriye’nin Haliliye bölgesinde terör örgütü DEAŞ tarafından atılan roket sonucu 22 muhalifin göz ve vücutlarında kimyasal gaza maruz kalma belirtilerinin gözlemlendiği açıklandı.

Ne var ki dünya buna da sessiz kaldı.

Şu gerçeği de görmemiz gerekiyor:

Amerika, PKK ve Suriye uzantısı PYD’ ye destek veriyor, silah sağlıyor. İşin artık gizlisi saklısı da kalmadı doğrudan terör örgütlerine destek veriliyor. Buna Batı’nın da destek verdiğini kattığımızda çevremizin nasıl bir “Haçlı ordusu” tarafından kuşatılmaya çalışıldığını daha net görebiliriz.

Dış güçlerin bölgede hedeflerine ulaşabilmek için mücadele tiklerini söyledikleri IŞİD’ı bile kullandıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten “IŞİD ile mücadele” adı altında bölgedeki haritaların değiştirilmesi hedeflenmiyor mu?

Süper güçler etrafında tüm dünya bütünleşti, IŞİD gibi bir terör örgütü ile başa çıkılamıyor, siz bunu inandırıcı buluyor musunuz?

Türkiye’yi sıkıntıya sokmak, boğmak, iyice zayıflatabilmek için başlatılan bu sinsi oyuna karşı, teröre karşı başlattığımız kararlılığımızın sürmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bugün için önemli olan ülkemizin sınır güvenliği ve bölünme tehlikesinden uzaklaşmak olmalıdır.

Gerek siyasi irade, gerekse TSK’nın bu konudaki kararlılığını daha önce olduğu gibi bugün de doğru buluyor ve destekliyoruz.

necdetbuluz
www.facebook.com/necdet.buluz

PKK ÖRGÜTÜ DOSYASI : Amerika’nın PKK aşkı bitmiyor.


Amerika’nın PKK aşkı bitmiyor…

NECDET BULUZ

Cumhurbaşkanı Erdoğan Amerika’da Başkan Yardımcısı Biden ile görüşmeden sonra yaptığı açıklamada “ 3 gün önce Kobani’ye yine uçak dolusu silah indirdiler. Amerika, kusura bakmasınlar dün de Biden’e söyledim. “Bundan haberin var mı?” dedim. “Hayır haberim yok” dedi. “Benim haberim var” dedim. Ortada böyle acı bir tablo var. Bizim sağlıklı biçimde Amerika ile elele bölgedeki sıkıntıyı aşmamız lazım” diye konuştu.

Dikkat edin, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu açıklamaları yaptığı sırada ABD Savunma Bakanı Ashton Carter, Suriyeli Kürtlere silah verdiklerini ve desteklemeye devam edeceklerini söyledi.

Bizim her zaman vurgulamaya çalıştığımı şu olmuştur:

Suriye batağı kurutulmadan PKK terörünü bitirmek de kolay olmayacaktır. PKK, PYD sayesinde burada yuvalandı. PYD’ ye verilen silahlar PKK’nın da elinde bulunuyor. Daha açık bir ifade ile Amerika PYD kanalı ile PKK’yı güçlendiriyor. Müttefikimizin PKK aşkı bir türlü bitmek bilmiyor. Bunlara nasıl inanacağız ve bunlarla nasıl yola çıkacağız?

Üstelik bu işi açık açık yapıyorlar. “PYD, terör örgütü PYD’nin devamıdır” diyoruz. Bilgi ve belgeler veriyoruz ama gözümüzün içine baka baka yine de PYD’ye silah veriliyor.

Demek ki bu iş böyle olmayacak. Suriye’deki terörist örgütlere karşı mücadelemizin de önü tıkanıyor. Ne kendileri bu işi yapıyor, ne de bizim yapmamıza izin veriliyor. Terörle mücadelede bu anlayışla başarılı olmak mümkün olabilir mi?

Daha önemli ve kalıcı adımların atılması gerekiyor.

Terör örgütü PYD şımartılıyor. Amerika şemsiyesi altında sınırımıza kadar dayanarak bizi tehdit noktasına bile geldiler. Bulundukları binalara da Amerikan bayrakları asarak adeta oyun oynuyorlar.

Carter, Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford ile Senato Silahlı Hizmetler Komitesi’nde, Suriye’de ve diğer bölgelerde ABD’nin katıldığı askeri operasyonlar hakkında senatörlerin sorularını yanıtladı.

“Suriyeli Kürtlerin silahlandırmasını destekliyor musunuz?” sorusu üzerine Carter, “Daha önce zaten silah vermiştik, onlar Suriyeli Demokratik Güçler’in bir parçası. Suriyeli Kürtlerle çalışmaya devam edilmesini destekliyorum.” dedi.

Söylemek istediğimiz şu:

Amerika’nın iki numaralı adamı, Suriye’de PYD’ye silah verilip verilmediği konusunda “Hayır haberim yok” diyebilir mi? Bu adam bu kadar mı bilgisiz? Bizimle resmen dalga geçiyorlar, işlerine geldiği gibi hareket ediyorlar.

Kaldı ki, yıllardan bu yana Kobani’ye PYD unsurlarına ve diğer Kürtlere Amerika’nın silah yardımı yaptığını duymayan mı kaldı? Zaten bunu da açık şekilde ifade etmiyorlar mı? Amerikanın ne PYD, ne Kürt ne de PKK aşkı bitmek bilmiyor. Bu işin sonunda nasıl bir tablo çıkacak bunu gerçekten merak ediyoruz?

Suriye’de işler karışık. Daha da karışacak gibi.

Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) içinde çatlak var. Amerikan yanlılarının artık operasyonlara katılmadığı ifade ediliyor. Amerikalıların bir söylediği, ötekini tutmuyor. Artık bunların ipi ile kuyuya inilemeyeceğini de söylemliyiz.
IŞİD ile mücadele adı altında başka işler çevriliyor.

Geçenlerde konu ile ilgili yazdığımız yazıda Amerikalıların hedeflerinden birinin Türkiye’yi Suriye batağına çekmek olduğuna değinmiş ve “Asıl hedef Esad güçleri ile Türkiye’yi çatıştırmaktır” demiştik. Buna adım adım yaklaşılmakta olduğunu da görmekteyiz.

İşte şu haber Suriye’deki durumu ve geleceği çok güzel özetliyor:

iç savaşın üzerinden beş yılı aşkın bir zaman geçtiğini, yüz binlerce insan hayatını kaybederken milyonlarca insanın ise evlerini terk etmek zorunda kaldığını belirten McCain, “Fakat ABD’nin hala Suriye’de savaşı sona erdirmeyi hedefleyen net bir planı yok.” diye konuştu.

Öte yandan Carter, DAEŞ’e karşı yapılan operasyonlarda başarı elde edilmesine rağmen, terör örgütünün kimyasal silah üretiminde ilerleme gösterdiğine yönelik kaygılarının olduğunu söyledi. “Koalisyon güçleri DAEŞ’in kimyasal silah üretimini durdurmaya çalışıyor, koalisyon güçlerinin ve Irak ordusunun bu tehlikeye maruz kalmaması için çalışıyoruz.” diyen Carter, geçen hafta koalisyon güçlerinin Musul civarında yaptığı operasyonda, kimyasal silah yapımında kullanılan malzeme üreten bir depoyu hedef aldığını belirtti.

Sorun bu kadarla da sınırlı değil. Bir soğuk duş da Esad’dan geldi. Rusya ve İran’ın desteğindeki Esad, son açıklamasında “Savaş devam edecek” dedi.

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad Associated Press Haber Ajansı’na açıklamalarda bulundu. Esad, muhaliflerine karşı dış destek devam ettiği için savaşın da muhtemelen devam edeceğini söyledi.

Devlet Başkanı Esad, ülkenin doğusunda Amerikan Ordusu’nun düzenlediği hava saldırısının bir saat sürdüğünü, saldırının kesinlikle kasıtlı olduğunu da söyledi. Esad, Amerika’yı Rusya ile varılan ateşkesin bitmesine neden olmakla suçladı.

Esad, daha önce yaptığı açıklamada da “Amerika IŞID ile mücadele edenlerin önünü keserek bu terör örgütüne destek vermiştir. Amerikanın ikili oynadığının bundan daha güzel bir örneği olabilir mi?” demişti. Suriye Devlet Başkanı, Amerika’nın bölgede IŞİD ‘la mücadele bahanesi ile gizli işler çevirmekte olduğuna da dikkatleri çekmişti.

Gelişmeler bu açıklamaların doğruluğunu gösteriyor.

Bütün bu gelişmeler ve açıklamalar Suriye’de işlerin kolay olmadığını, gelecekte çok şeylerin değişebileceğini de gösteriyor.

necdetbuluz
www.facebook.com/necdet.buluz

AMERİKA DOSYASI : Amerika Başkanı Bizi Neden İlgilendirir ?


Amerika Başkanı Bizi Neden İlgilendirir?

Amerikancı olduğumuzdan veya Amerika’yı çok önemsediğimizden değil fakat Türkiye’nin güçlenme ve millîleşme iradesini desteklediğimizden dolayı Amerikan seçimleri ile bu kadar yakından ilgilendik.

Donald Trump’ın Amerikan başkanlık seçimlerini kazanması hem dünyada hem de Türkiye’de ciddi bir şaşkınlığa sebep oldu. Ancak Trump’ın başarısı Amerikan hegemonyasına kapılmamış, Amerikan derin devletinin değil Türkiye’nin çıkarlarını merkeze alarak düşünen ve hepsinden önemlisi neyin olmasını istediğini bir kenara bırakıp neyin olacağını öngörmeye çalışarak analiz yapanları şaşırtmayan bir sonuç. Örneğin SETA Strateji Araştırmaları Direktörü Hasan Basri Yalçın’ın da aralarında bulunduğu bir grup analist baştan beri Obama’nın özellikle dış politikadaki performansının Trump gibi bir Cumhuriyetçi başkanın kazanmasının zeminini hazırladığını ve dahası Cumhuriyetçi bir başkanın uzun süredir Suriye ve FETÖ meseleleri ekseninde gerilen Türk-Amerikan ilişkilerini rahatlatacağını savundu.

Trump’ın seçilmesiyle analizin ilk kısmı doğrulanmış oldu. Gelelim ikinci kısma. Gerçekten Trump’ın seçilmesi uzun süredir gergin seyreden Türk-Amerikan ilişkilerini rahatlatır mı? Trump’la birlikte Amerika Suriye’de terör örgütlerinin peşine takılmaktan vazgeçip Türkiye gibi müttefiklerinin çıkarlarını daha fazla gözeten bir politika izler mi? Türkiye’den topladıkları himmet paralarını Clinton’ın seçim kampanyasına yatıran FETÖ’nun elebaşısının Türkiye’ye iadesi gerçekleşir mi?

Önce tablonun karamsar kısmından başlayalım: Evet, Trump başkan seçildi ama bu her şeyin bir anda değişeceği anlamına gelmiyor. Amerika devletinin kurumları bildiğini okumaya devam edecek ve bu anlamda kısa vadede bir değişiklik beklemek hayalci olur. Kısa vadede Amerikan dış politikasında bir donukluk bile bekleyebiliriz. Bir yanda alışılagelmiş politika öte yandan Trump etkisi Amerikan politika uygulayıcılarını bocalatabilir. Hatta bu bocalama döneminde devletin içerisindeki farklı güç odakları fırsattan istifade adımlar da atabilir.

Orta ve uzun vadede ise Trump’ın Cumhuriyetçi bir başkandan beklenen politikaları uygulamaya koymaya başlaması ile Türkiye için daha kolay uzlaşılabilir ve ortaklaşılabilir bir Amerika resminin oluşacağı söylenebilir. Obama’nın ne yaptığını bilmeyen bölge politikasına kıyasla daha kestirilebilir olması beklenen Trump dönemi, bu açıdan Türkiye için daha verimli olabilir. Türkiye Amerika’nın Suriye siyasetini baştan beri muğlak olması ve masada uzlaşılan meselelerin sahaya yansımasının farklı olması nedeniyle eleştiriyor. Bunun yanında bireysel olarak Obama figürünün ayrıca yıprandığı ve Türkiye’ye güven telkin etmediği artık bir sır değil. Trump’ın seçilmesi yeni bir başlangıç anlamına geleceği için sırf bu açıdan bile Türkiye açısından olumlu bir gösterge.

Trump’ın seçilmesinin Türkiye’nin çıkarlarını önceleyenler açısından hayra yorulabilecek tarafları çoğunlukta. Lakin yine de dikensiz gül bahçesi beklememek, yani hayalci olmamak lazım. Eninde sonunda anlaşmazlıklar çıkacaktır ve her şey Türkiye’nin lehine cereyan etmeyecektir. Muhtemel anlaşmazlıklar seçilen başkanın partisinin, kişiliğinin ve politikasının ötesinde çok daha yapısal bir zeminde gerçekleşecektir. Türkiye kendi otonom siyasetini takip etme iradesini sürdürdüğü müddetçe Suriye ve diğer meselelerde Amerika ve diğer aktörlerle çatışma yaşayacaktır. Sorunlar muhataplarımız Türkiye’nin yeni pozisyonunu ve gücünü kabul edene kadar devam edecek.

Son seçimin sonuçlarının Türkiye’de diğer Amerikan seçimlerine kıyasla çok daha büyük bir ilgi ve merakla takip edilmesi de bu açıdan oldukça dikkat çekici. Türkiye artık kim başkan olursa olsun, Amerikan siyasetine hangi güç odağı hükmederse etsin, onlarla iyi çalışacak ne derlerse peşinen kabul edecek konumda değil. Tam da bu nedenle Amerikan yönetimindeki değişim Türkiye için eskiden olduğundan daha fazla anlam ifade ediyor. Amerikancı olduğumuzdan veya Amerika’yı çok önemsediğimizden değil fakat Türkiye’nin güçlenme ve millîleşme iradesini desteklediğimizden dolayı Amerikan seçimleri ile bu kadar yakından ilgilendik.

[Türkiye, 10 Kasım 2016]

AMERİKA DOSYASI : “Failed Leader” Amerika


“Failed Leader” Amerika

Devlet otoritesi çökmüş ve meşruiyetini kaybetmiş ülkeler için “failed states” kavramı kullanılıyor. Bu kavram, onu bulanların çıkarları doğrultusunda başka ülkelere müdahalesini de meşrulaştıran bir araca dönüşüyor çoğu zaman.

Irak “failed state” oldu, hadi müdahale edip bu ülkeye demokrasi ve barış getirelim!

Afganistan “failed state” oldu, hadi müdahale edelim…

Bu müdahaleyi kimin, ne zaman yapacağı meselesi ise, müdahaleye maruz kalan ülke halklarının değil küresel güçlerin çıkarları ve kendi aralarındaki dengeler doğrultusunda şekilleniyor. Bu çıkar ve denge hesaplarından dolayı, dünyanın birçok yerinde yıllardır devam eden iç savaşlara sahne olan ülkeler müdahale edilmeye değer görülmezken, 2003 yılında böyle bir iç savaş yaşamayan Irak müdahaleye maruz kalmıştı.

Bir devletin “failed state” olduğuna ve ona müdahale edilmesine kim karar verecekti?

Bu aslında Birleşmiş Milletler’in işiydi, ancak Güvenlik Konseyi’ndeki veto nedeniyle işlemeyen karar mekanizması yüzünden BM bu görevini hiçbir zaman yerine getiremedi. Bu durumda ortaya çıkan boşluğu uluslararası sistemin güçlü aktörleri doldurdu ki, Amerika Birleşik Devletleri onların başında gelmiştir.

Washington’un uluslararası sistemdeki rolüne biraz yakından bakalım.

1990’ların başında, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku yıkılıp Soğuk Savaş sona erdiğinde ABD tek süper güç olarak kalmıştı. Dünya lideri olarak önünde iki seçenek vardı. Birinci seçenek, gücünü uluslararası hukukun temel belirleyici olduğu, hakkaniyete ve adalete dayalı bir uluslararası sistem inşa etmekte kullanmak yönünde olabilirdi. İkinci seçeneği ise, karşısında kendisini dengeleyecek bir güç olmamasını bir fırsata dönüştürerek güç politikasına yönelmek ve sadece kendi çıkarlarını düşünen, yayılmacı ve saldırgan bir politika izlemekti.

Washington yönetimi, birinci seçeneği tercih etseydi, yani uluslararası hukuku güçlendirmeyi esas alan adil bir uluslararası sistem kurmaya yönelseydi, liderlik pozisyonunu diğer devletlerin büyük bir çoğunluğunun kabul edeceğini görecekti. Böyle bir durumda, dünya barışını tehdit eden bir gelişme yaşandığında, dünya lideri olarak bu gelişmeye müdahale etmek isteyen ABD diğer ülkelerin de desteğini alacaktı.

Ancak Amerikan yönetimi ikinci seçeneği tercih etti, yani Sovyetlerin çöküşünün ardından kalan tek süper güç konumunu kendi çıkarları doğrultusunda başka ülkelere hukuksuz müdahaleler ve saldırgan politikalar için kullandı.

Demokrasiler yerine darbeleri destekledi.

Mısır’da ilk defa halkın oylarıyla seçilen Cumhurbaşkanı Mursi’yi deviren darbeci Sisi’ye destek verdi ve darbe sonrasında binlerce insanın katledilmesine seyirci kaldı. Filistin’de 2006 yılında yapılan seçimleri kazanan Hamas’ın ülkeyi yönetmesine izin vermeyen aktörlerin başında da ABD yer aldı. Türkiye’de 28 Şubat Darbesini destekledi, 15 Temmuz darbe girişimine de destek verdiğinden kimse kuşku duymuyor.

Adaletli bir lider olması beklenen ABD, uluslararası hukuka sahip çıkmak yerine terör örgütlerine destek veren bir politikayı tercih etti. Müttefiki Türkiye için en büyük tehdidi oluşturan FETÖ/PDY’nin yanında PKK’nın Suriye kolu olan PYD’ye de sahip çıkmaya devam ediyor. Türkiye’de darbeye kalkışarak 246 kişinin ölümüne ve 2000’den fazla kişinin yaralanmasına yol açan FETÖ/PDY örgütünün ülkesindeki varlığına karşı adım atmak istemiyor.

Darbecileri destekleyen bir ülke “dünya lideri” olarak kabul görür mü?

Terör örgütlerini destekleyen bir ülke, bu örgütlerin hedefi olan devletler tarafından “dünya lideri” olarak kabul edilebilir mi?

Suriye’de altı yıldır yaşanan katliamlara, kimyasal silahlarla ve varil bombalarıyla yüz binlerce insanın öldürülmesine seyirci kalan bir ülke “dünya lideri” olabilir mi?

Libya’da, Yemen’de, Ukrayna’da ve dünyanın birçok yerinde yaşanan çatışmalara sadece kendi çıkarları çerçevesinde bakıp bu çatışmalar yüzünden öldürülen yüz binlerce insanı umursamayan bir ülke “dünya lideri” olabilir mi?

Eğer dünyanın diğer ülkelerindeki seçilmiş meşru iktidarlar sürekli ondan nasıl yeni bir tehdit gelecek diye diken üstünde duruyorlar ve buna karşılık terörist örgütler ve her türlü hukuksuz aktörler ona bel bağlamışlarsa, ABD “dünya lideri” olma şansını çoktan kaybetmiş demektir.

Bu durumda ancak bir “failed leader” ile karşı karşıyayız ve gelecek salı yapılacak seçimlerin de bu durumu düzeltme ihtimali yok gibi görünüyor.

[Türkiye, 2 Kasım 2016]

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.