Günlük arşivler: 8 Mayıs 2016

KAMPANYA : Bodrum için oyun kitaplığı istiyoruz !


KAMPANYAYA KATILMAK İÇİN BURAYA TIKLAYIN.

Bodrum Belediye Başkanlığı’na,

Kitap Okuyan Çocuklar olarak Türkiye’nin her ilinde ve semtinde

* Çocuk ve ailelerin birlikte faaliyet yapacakları ve zaman geçirecekleri

* Okul öncesi ve sonrası çocukların kitap okuyup, oyun oynayıp, çeşitli sanat faaliyetleri gerçekleştirecekleri

* Belediyenin uzman psikologlarının aileleri çocuk bakımı, çocuk hakları ve gelişimi gibi konularda ailelere destek verecekleri

* Belediye sınırlarında yaşayan ailelerin biraraya gelip; çocukları için paylaşımda bulunup, yaşadıkları topluma faydalı olacakları

Kitap Okuyan Çocuklar Oyun Kitaplığı’nın belediyeniz bünyesinde kurulmasını talep etmek ve topladığımız imza kampanyasıyla böyle bir merkezin Bodrum sakinleri tarafından ne kadar çok ihtiyaç duyulduğunu ve arzulandığını göstermek adına Kitap Okuyan Çocuklar Koordinatörü olarak size yazıyorum.

Yurtdışında bu tarz merkezlerin ‘aile’, ‘toplum’, ‘oyun’ merkezi ya da çocuk kütüphanesi adları altında hem gelişmiş hem gelişmekte olan ülkelerde benzeri yapıları olup Türkiye’de daha önceden Kitap Okuyan Çocuklar ilk uygulamayı İstanbul Kadıköy Belediyesi bünyesinde Özgürlük Park’ında parka yerleştirilen bir prefabrik yapının içinde açıncaya kadar benzeri bir modeli bulunmamış olmaktadır. İkinci Oyun Kitaplığımızı Mersin Mezitli Belediyesi bünyesinde Temmuz 2015’te açtık. Halihazırda İstanbul Beşiktaş ve Şişli Belediyeleri’nde açılış hazırlıkları sürmekte olan Kitap Okuyan Çocuklar Oyun Kitaplığı’nın belediyenizde de açılmasını talep etmekteyiz. Bu projeyi hayata geçirebilmek için

* Bebek arabalarının rahatlıkla girebileceği, aydınlık, rutubetsiz, düzayak ve yanında çocuklara uygun tuvalet & alt açma ünitesinin olduğu mümkünse yeşil bir alanın içinde (Kadıköy Belediyesi’nde olduğu gibi bir parkın içinde), en az 50 metrekarelik bir alan içinde bir mekanın tahsis edilmesine,

* Tahsis edilecek bu mekanın mümkünse merkezi konumda olan bir kamu binasında olmasına,

* Okul öncesi çocukların rahatlıkla oturup kitap okuyup, aktivite yapabilecekleri kendi boylarına uygun masa ve sandalyelerin olmasına,

* Rahatlıkla erişebilecekleri raf üniteleri ve kitapların çocuklara dönük bir şekilde yerleştirilmesine,

* Zeminin mikrop tutmayacak yumuşak bir malzemeden yapılmış olmasına (mikrop barındırmaması açısından halı olmamasına) ,

* Çocukların kullanabileceği kendi boyların tuvalet ve lavabonun olmasına,

* Çocukların deney yaparken kullanacakları bir alanın ve karbonat, sirke gibi deney malzemelerinin ve deney kitaplarının tahsis edilmesine,

* Okul öncesi çocukların koza, yaprak, tüy, pamuk gibi farklı dokularda olan doğal malzemeleri hissedip, hissederek öğrenip oyun kuracakları duyu havuzlarına,

* Okul öncesi dönemle ilgili yapılmış araştırmalar çocukların oyun kurmasının; evcilik, doktorculuk, manavcılık gibi oyunları oynamalarının gelişimleri ve hayal dünyalarını geliştirebilmeleri adına ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Dünyanın birçok ülkesindeki çocuk kütüphanelerinde örnekleri olduğu gibi çocuklar için ahşap malzemeden yapılmış terazi, manav dükkanı, mutfak gibi köşelerin olmasına ve T-puzzle, ahşap soma küpü gibi zeka geliştirici ahşap oyuncakların konulmasına,

* Okumalar yapılırken kullanılması ve yaratıcı drama calışmaları için yerden 20cm yükseltilmiş bir sahne alanına ve kukla gösterileri için kukla ve kukla sahnesine,

ihtiyacımız var.

Bodrum’da yaşayan ailelerin ve çocukların Kitap Okuyan Çocuklar Oyun Kitaplığı’na olan ilgisi ve talebini göstermek için topladığımız imza kampanyasını size arz ediyoruz. Oyun Kitaplığının en kısa zamanda Bodrum Belediyesi’nde açılmasını umut ve talep etmekteyiz. Gereğinin yapılmasını arz ederiz.

Esra Akçay Duff

Kitap Okuyan Çocuklar Koordinatörü

www.kitapokuyancocuklar.org
iletisim

AMERİKA DOSYASI /// SAADET ORUÇ : Obama yörüngesinden çıkınca


SAADET ORUÇ

ABD’de düzenlenen Nükleer Güvenlik Zirvesi, dünyayı her zamankinden daha fazla tehdit eden, ancak küresel boyutlarıyla da ülkemizi özellikle hedef alan terör gündemiyle eşgüdümlü olarak toplandı.

Dördüncüsü düzenlenen bu zirve aynı zamanda ABD Başkanı Barack Obama’nın jübilesi niteliğinde bir toplantı da oldu diyebiliriz. Obama bir süredir devlet adamlığı yörüngesinden çıkmış bir siyasetçi izlenimi veriyor. Dünya gündeminden çok kendi gündemiyle ilgileniyor.

Küba’yı ziyaret edip, farklı bir ABD Başkan’ı fotoğrafı vermeye çalışıyor. Che posterinin önünde poz veriyor, Raul Castro’nun vücut diliyle ABD hegemonyasına itirazı fotoğraf karelerine yansıyor. Obama, bu resimden şikayetçi görünmüyor. İran ile uzlaşıyor, ortak bir İran-ABD zemini oluşturmaya çalışıyor. İran Lideri Hasan Ruhani’nin PR çalışmasını sanki bizzat yürütüyor. Suriye’deki diktatörün survive etmesi pahasına Rusya ile gerilim istemiyor. “Ne olursa olsun, aman ağzımızın tası bozulmasın Ali Rıza Bey” diyen bir Hayriye Hanım izledik sanki son aylarda… Obama, şimdiden emeklilik moduna girmiş bir siyasetçi olarak anılarına karikatürize anekdotlar oluşturma çabasında gibi görünüyor.

Provokatif aktörler kimin oyuncağı?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gezisi öncesi ve sırasında yapılan provokasyonlara da burada değinmek boynumuzun borcu. Aslında Brookings Enstitüsü kapısında yaşanan olaylarda başrol oynayan “gazeteciler”, yazılmış bir senaryoyu sahnelemek üzere orada bulunan aktör ve aktrislerden başka bir işleve sahip değillerdi. Gezi öncesi ikili görüşme olacağını bile bile bir kriz havası yaratmaya çalışan gazetecilerin çabaları, tüm dikkatleri Erdoğan-Obama buluşmasına çevirmişti. Görüşme olmayacağını iddia eden ve bunu manşetlere taşıyan gazeteciler, söz konusu görüşmenin olacağını ilk andan itibaren biliyorlardı. Diplomasinin abece’sine aşina olanlar, ev sahibi bir ülkenin liderinin uluslararası toplantılarda tüm konuklarıyla mutlaka ama mutlaka biraraya geleceğini elbette bilirler. Ama ortalığı bulandırmaya çalışan bir elin olduğu da aşikardı. Seyahat öncesi ve sonrası ortalığı bulandırma çabaları bitmek bilmedi… Sonuçta, program planlandığı şekilde devam etti.

Önceden yazılmış senaryoyu sahnelemek üzere sahneye koşan zavallılar da karelere yansıdı.

Kimin, kime piyonluk yaptığı ve küresel bir operasyonun neresinde yer aldığı bir kez daha ortaya çıktı. “Yerli” ve “milli” itirazlarımıza da hangi “yerli” ve “milli” merhemlerin ilaç olacağını da bir kez daha anlamış olduk. Bu önemli seyahatin önemli sonuçlarından birisi de küresel piyonlar listesinin bir kez daha güncellenmesi oldu.

KAFKASYA DOSYASI /// PROF. DR. BERİL DEDEOĞLU : Azerbaycan Ermenistan hattında yüksek gerilim


Prof. Dr. BERİL DEDEOĞLU

Bir hafta önce, vesayet savaşlarının sadece terör örgütleri üzerinden değil devletler üzerinden de yapıldığını belirterek Azerbaycan Ermenistan arasında artan gerginliğin tırmanacağına dikkat çekmiştik.

Ne yazık ki öngörümüz doğru çıktı. Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki silahlı çatışma, adeta devletler arası bir savaşa dönüştü. 1991-1993 arasında Azerbaycan’a ait Dağlık Karabağ bölgesinin Ermenistan tarafından işgaliyle sonuçlanan bir savaş yaşanmış, 1994’deki ateşkes sonrasında da bu bölgede ara sıra çatışmalar sürmüştü. Bu arada 1992 yılında Helsinki’de AGİT bünyesinde ABD, Rusya ve Fransa’nın eş başkanlığını yaptığı, içinde Almanya, Portekiz, İtalya, Hollanda, İsveç, Finlandiya, Bela Rusya ve Türkiye ile Ermenistan ve Azerbaycan’ın yer aldığı Minsk Grubu oluşturulmuştu.

Portekiz’in Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki kronikleşmiş bu sorunun çözümüne ne türden bir katkı sağlayabileceği hiç anlaşılamamış, ancak esas tartışma Ermenistan konusunda pek de tarafsız olmayan Fransa’nın neden eş başkan olduğu üzerinden yapılmıştı.

Etkisiz eleman Minsk Grubu

Yirmi yılı aşkın süredir konu üzerine çalışan Minsk Grubu, ne ateşkes bozulduğunda bir yaptırımda bulunabildi, ne Ermenistan’ı işgalden vazgeçirebildi, ne de en azından Dağlık Karabağ’ın silahlardan arındırılması konusunda başarı kaydetti. Grup, genel olarak önce Azerbaycan’a dönüp “çok haklısınız, topraklarınız işgal altında”, sonra Ermenistan’a dönüp, “çok haklısınız bölgedekiler nasıl yaşamak istediklerine kendileri karar vermeliler” dedi.

Mesele, büyük ölçüde bir toprak mülkiyeti meselesi ve esasen Minsk Grubu’nun konuyu uluslararası hukuk kapsamında ele alması ve mahkeme süreçlerini harekete geçirmesi gerekirdi. Ancak Rusya’nın yeni bağımsızlığını kazandığı ve uluslararası sistemde zayıf olduğu dönemde bile bu yapılamadı; bugün hiç yapılamaz. Üstelik bugün konu daha çok bölgede yaşayan insanların kendi geleceklerini tayin hakları konusu üzerinden ele alınıyor. Diğer bir ifadeyle sanki Ermenistan’ın ülkesel bir genişleme derdi yokmuş da, Dağlık Karabağ bağımsızlık istiyormuş gibi bir zemin söz konusu.

Etkili eleman Rusya

Hal böyle olunca Minsk grubu içindeki ülkelerin büyük kısmı ikilem içinde kalıyor. Önce 2006’da Sırbistan’dan ayrılan Karadağ, ardından 2008’de Kosova’da ayrılma referandumları yapıp bağımsızlıklarını ilan etmişler ve batı tarafından tanınıp NATO’ya davet edilmişlerdi. Rusya, bu gelişmenin rövanşını 2014’de Kırım referandumu ile yapmış; bağımsız Kırım’ı ise kendisine katılmaya davet etmişti.

Minsk Grubu’nun batılı üyeleri doğrudan Karabağ’ın bağımsızlığını talep edemiyorlar; ortada Kırım örneği var; Kosova yüzünden de tersini savunamıyorlar. İşin bir yanı bu. Öte yandan Rusya’nın Kafkasya’da kendi dışındaki oyunculara göz açtırmayacağı da açık.

Muhtemelen Rusya tırmanan bu gerginlik yoluyla esas uyarıyı Azerbaycan’a yapıyor. Azerbaycan’ın ne zaman batılı ülkelerle ilişkilerinde bir hareketlenme olsa, Azerbaycan-Ermenistan cephe hattında da hareketlilik oluyor. Gerginlik yükselince Rusya çok üzülüyor ve iki devletin arasında derhal bir “arabuluculuk” yapıyor.

Gerginlik büyümesin diye mecburen (!) araya giren Rusya, bu yolla diğer oyuncuları bölgeden uzak tutmayı başarırken askeri ve stratejik konularda bu iki ülkenin hareket imkanlarını neredeyse yok ediyor. Anlaşılan o ki, Avrupa ülkeleri Ortadoğu’daki kayıplarını Kafkasya’da telafi etmeye yönelmişler ve Rusya buna izin vermiyor. ABD’nin bu politikaya bir itirazı olmayacağına göre, durumun Rusya denetimli bir kriz olduğu söylenebilir.

TARİH : OSMANLI DEVLETİ’NDE SOSYAL GÜVENLİK SİSTEMİ


OSMANLI DEVLET’NDE SOSYAL GVENLK SSTEM.pdf

TARİH /// TÜRKLERİN İSLÂM HUKUKUNA KATKILARI : SERAHSΠÖRNEĞİ


Müslüman bilginler, ilimler tarihindeki birçok düşünce ve inkişaflarıyla din ilimlerinin olduğu kadar felsefe ve fen bilimlerinin gelişmesinde de büyük katkılar sağlamışlardır. Gerek teorik bilimler gerekse pratik bilimler alanındaki sayısız araştırma ve ürünleriyle hukuktan ahlaka, tarihten felsefeye, tıptan matematiğe, fizikten kimyaya, astronomiden coğrafyaya kadar birçok biliminin gelişip yayılmasına öncülük etmişlerdir. Genel olarak teorik bilgiye dayanan eski Yunan felsefi mirasını dünyaya tanıtan ve bu mirası geliştirerek tabiî bilimlere, deney esaslı pratik yöntemi kazandıranlar da kuşkusuz Müslüman bilginler olmuşlardır. Müslümanların gerek din ilimlerine gerekse fen bilimlerine bu denli önem vermelerinin gerisinde yatan en büyük faktör, elbetteki, insanlığa maddî ya da manevî bir faydası dokunan her alanda bağlılarına sınırsız bir dinamizm kazandıran dinleri İslamiyet olmuştur.

İnsanlığa ilk mesajını 610 yılında “oku” emriyle duyuran ve “bilenlerle bilmeyenlerin asla bir olamayacağını”[1] ifade eden İslamiyet, 1400 yıllık tarihinde sürekli insanları hurafe ve safsataların esaretinden kurtulup Yaratıcı’nın varlığının bir nişanesi olarak sunduğu tabiî fenomenler üzerinde düşünmeye, tefekkür etmeye ve doğru bilgilere ulaşmak için akıllarını kullanmaya davet etmiş, onları hayal mahsûlü bir takım kuruntu ve kuşkuların peşinden gitmek yerine, akıl ya da doğru gözleme dayanan kesin bilgi ve objektif gerçekleri esas almaya teşvik etmiştir. İslam’ın yüce peygamberi Hz. Muhammed de “Hikmet Müslümanın yitiğidir. Onu her nerede bulursa, o, onu elde etmeye en layık olan kişidir.”[2] buyurarak bilimsel araştırma ve inceleme konusunda Müslümanların önüne sınırsız bir alan açmıştır.

İşte temel dinamizmlerini bu teşvik ve tavsiyelerden alan Müslüman bilim adamları, her nerede bilgi ve hikmet adına insanlık için yararlı bir şey bulmuşlarsa, kaynağına bakmaksızın onu, içtenlikle almışlar ve onu içselleştirerek daha da geliştirmek için mümkün olan her türlü gayreti sarfetme konusunda en ufak bir tereddüt göstermemişlerdir. Bu hususta kendi dinlerinden ise, Hıristiyan Skolastik düşüncesindeki gibi bir köstek değil, aksine teşvik ve destek görmüşlerdir. Bu gerçeğin bir ifadesi olarak “Hıristiyanlar, Hıristiyanlıktan uzaklaştıkça, Müslümanlar ise dinlerine bağlı kaldıkça yükselirler” sözü haklı olarak meşhur olmuştur.[3]

İslamiyet ile bilim arasındaki bu yakın ilişkiye, The Making of Humanity (İnsanlığın Meydana Gelişi, London 1919) adlı eserin sahibi Biriffault da “İslam medeniyetinin modern dünyaya en büyük yardım ve hediyesi, ilimdir”[4] diyerek işaret etmiştir. O nedenle İslamiyet’in 1400 yıllık tarihinin hemen hiçbir döneminde din ile bilim arasında, Batı tarihindekine benzer türden bir çatışma ve mücadele yaşanmadığı gibi bundan sonra da böyle bir mücadelenin yaşanması mümkün değildir. Aksine din ile fen bilimlerinin meczolunduğu dönemlerde Müslümanlar, kültür ve medeniyet bakımından doruk noktalara ulaşmışlar, aksi durumlarda ise kültür ve medeniyet yönünden gerileyerek kendilerini kuşatan kültür emperyalizminin tesiri altında öz benliklerini dahi yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır.

İslam dininin ilme olan teşvik ve desteği ile ilim adamlarına atfettiği büyük değer sayesindedir ki, Avrupa’nın kara bir barbarlık içinde bocaladığı bir devrede İslamiyetin hakim olduğu coğrafyalarda İstanbul, Bağdat, Kurtuba, Buhâra gibi dünyayı aydınlatan ilim merkezleri kurulmuştu. İslam’ın ilim ve medeniyete katkısını çağdaş düşünürlerden Prof. E. F. Gautier’da (1864-1940) şu sözleriyle ifade etmiştir: “Rönesansın ilk kekeleme anları öyle bir devre rastladı ki, barbarlıktan uyanmakta olan Avrupa, İslam medeniyetine bitkin bir hürmetle bakmaktaydı. Taklidi imkansız bir örnek karşısında cesaretini kaybeden Batı’nın kolları sarkıyordu”.[5]

Türklerin İslam Kültür ve Medeniyetine Katkıları

Gerek İslam medeniyetinin gerekse dolaylı olarak çağdaş Batı medeniyetinin doğmasında en büyük katkıyı sağlayan milletlerden birisi kuşkusuz, İslamiyeti din olarak benimsemelerinden sonra, ondan aldıkları ruh ve dinamizmle Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar uzanan geniş topraklarda büyük ve uzun ömürlü devletler kuran Türklerdir. Türklerin Müslüman olmaları, Türk ve İslam tarihinde olduğu kadar dünya tarihinde de önemli bir olaydır.

Tarihi kaynaklarda kaydedildiğine göre Türkler ile Müslüman Araplar arasındaki ilk temaslar 642 yılında yapılan Nihavend Savaşı’nı müteakip İran’ın fethinin tamamlanmasıyla başlamış, ilerleyen yıllarda bu ilişkiler artarak devam etmiştir. Bu yüzyılda Emevî fetihleriyle başlayan Türklerin İslamlaşması hareketleri, özellikle VIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türklerin önemli devlet hizmetlerinde kullanılmaya başlandığı Abbâsîler devrinde, İslam dinini yakından tanımalarıyla ivme kazandığı ve X. yüzyılın ilk yarısından itibaren de müstakil Müslüman Türk devletlerinin ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir. X. ve XI. yüzyıllarda ilk Müslüman Türk devletlerinin ortaya çıkmasıyla Türk dünyasında İslamlaşma hareketleri büyük bir gelişme göstermiş, XIV. yüzyıla gelindiğinde hemen hemen bütün Türk dünyası İslamiyeti din olarak benimsemiş ve ondan sonra gerek siyasî, askerî ve idârî sahalardaki gerekse İslam kültür ve medeniyeti ile felsefe ve fen bilimleri alanındaki yarışa Türkler de katılmışlardır. İslamiyeti din olarak benimsemeye başladıkları günden itibaren geçen bin yıllık tarihlerinde kuşkusuz Araplar, Farslar ve diğer milletlerin yanında Türkler de en az onlar kadar İslam ve dünya medeniyetinin gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuşlardır. Şaban Döğen tarafından hazırlanan Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi adlı eserde, dünya ilim tarihinde önemli iz ve eserler bırakan ilim öncülerinden seçilen 100 bilginden 30 kadarının, değişik Türk boylarına mensup ilim adamlarından oluştuğu göz önüne alındığında, Türklerin, İslam ve dolaylı olarak Batı medeniyetine sağladıkları katkıların nitelik ve niceliği daha iyi anlaşılır.

İslam dünyasında felsefe ve bilimin gelişmesi esas olarak eski Yunan ve Latin felsefî mirasının Arap diline kazandırılması amacıyla yapılan tercüme faaliyetleriyle başlamıştır. Bu faaliyetlerle birlikte İslam dünyasına girmeye başlayan eski Yunan ve Latin felsefesinin İslâmî düşünce ve inançlarla uzlaştırılıp İslam felsefesinin oluşturulmasında, Türk bilginlerinin inkar edilemez bir rolü olmuştur.

Meselâ, Yunan felsefesinin İslam düşünce tarihindeki ilk gerçek temsilcisi, bugünkü Kazakistan sınırları içerisinde bulunan Farâb doğumlu bir Türk bilgini olan Muhammed el-Farâbî’dir (ö. 339/950). Latin Ortaçağında Alfarabius adıyla anılan Farâbî, metafizik, fizik, astronomi, mantık, psikoloji, siyaset ve musiki gibi çeşitli bilim dallarında yazdığı 160[6] kadar eseriyle Aristotales’in hemen bütün fikirlerini İslamî düşünceyle uzlaştırmaya çalıştığı için Aristo’dan sonra “Muallim-i sani” unvanını almıştır.[7] Felsefî bilgisinin esasını Farâbî’den alan ve “Doktorların Sultanı” unvanıyla tanınan büyük bir filozof ve tabip olan İbn Sina’nın (ö. 428/1037) Orta Çağ’da tıbba birçok yenilikler getiren Kanun adlı eseri, İslam dünyasındaki önemi kadar Avrupa’da da “Tıbbın İncili” unvanını kazanarak 600 sene boyunca okullarında temel tıp kitabı olarak okutulmuştur. Sıfırı ilk kullanan Harizm (Aral gölünün güneyinde kalan topraklar) asıllı ve Latin kaynaklarında Alkarismi, Algaritmi veya Algarismi şeklinde geçen büyük matematik bilgini Harizmî (ö. 232/847) de el-Cebr ve’l-Mukabele isimli eseriyle Batı’da Algebra diye bilinen ve ismini zikri geçen eserden alan Cebr ilminin temellerini atmıştır. Diğer yandan dünyanın yuvarlak olup hem kendi etrafında hem de Güneş’in etrafından döndüğünü Avrupalılardan çok önce ispatlayan Beyrûnî (ö. 453/1061), aynı zamanda matematikteki fonksiyon fikrini ortaya atan, Newton’dan önce yer çekiminden bahseden, bir kısmı günümüz ölçümlerine tıpatıp uyan 18 kimyasal maddenin özgül ağırlığını hesaplayan dünya çapında bir bilgin olma özelliğine de sahiptir. Astronomi alanındaki kitapları Avrupa mekteplerinde 700 sene ders kitabı olarak okutulan dokuzuncu asır bilginlerinden Ahmed el-Fergânî (ö. 247/861’den sonra) de dünyanın bugünkü 23° 27’ dakika olan ekliptik eğilimini ilk doğru hesaplayan kişi olarak tarihe geçmiştir.

Mimari denilince, kuşkuşuz, ilk akla gelen ölümsüz eserleriyle hâlâ yaşamakta olan Koca Sinan’dır. Mimarlık yaşamında birçok cami, medrese, külliye, türbe, aşevi, dârüşşifa (sağlık ocağı), su yolu kemeri, hamam, saray ve kervan saray yaparak 364 esere imzasını koyan Mimar Sinan, asıl çıraklık dönemine ait İstanbul’daki Şehzade Camii ve Külliyesi, kalfalık dönemine ait Süleymaniye Camii ve ustalık dönemine ait Edirne’deki Selimiye Camii gibi eserleriyle ünlenmiştir. Coğrafyanın bir ilim haline gelmesinde 29 yıl hiç durmadan kıta kıta, ülke ülke gezen İbn Batuta (ö. 1369) ile bütün İslam coğrafyasını köşe köşe, bucak bucak dolaşan Evliya Çelebi’nin (ö. 1682) seyahatnameleri önemli rol oynamıştır. İslam dünyasında Coğrafya ilmindeki büyük gelişmenin bir sonucu olarak 800 sene öncesinde Müslüman bilginler tarafından zamanımızdakine benzer tarzda çizilen dünya haritaları yanında, özellikle Pîri Reis’in Amerika haritası gerçek bir şaheserdir.

Buraya kadar isimlerini zikredilip bilim tarihindeki önemli katkılarına işaret edilen bilginlerin tamamı Türk asıllıdırlar. Onlara bu dinamizmi kazandıran, ilim ve medeniyet bakımından yükselerek insanlığa önemli hizmetler sunmalarını sağlayan, elbetteki yeni dinleri İslamiyet olmuştur. Dolayısıyla denilebilir ki Türkler, gerek askerî ve idârî alanlarda gerekse kültür ve medeniyet sahalarında İslamiyetle tarih safhasına çıkmışlar, İslamiyetle tarih safhasında kalabilmişler ve hiç kuşku yoktur ki, yine İslamiyet sayesinde tarihteki yerlerini alacaklar ve onu ilelebet muhafaza edeceklerdir. Nitekim Türk kavimlerinden, İslamiyet yerine din olarak Musevîliği benimsemiş olan Hazarlar’la Hristiyanlığı benimsemiş olan Bulgar ve Macarlar gibi bazı azınlık guruplar kendi öz kimliklerini yitirmişler, hatta bugün için onların Türklükleri dahi kuşkulu hale gelmiştir.[8]

Türklerin İslam kültür ve medeniyetine katkıları elbetteki sadece tabii ve felsefî bilimlerle sınırlı kalmamış, bunun yanında Tefsir, Hadis, Fıkıh (Hukuk), Kelam, Tasavvuf gibi temel İslam bilimlerinin teşekkül edip gelişmesinde de büyük katkıları olmuştur. Meselâ, İslam dünyasında yaygın olan iki Sünnî kelam ekolünden birisini temsil eden Maturidiyye Mezhebinin kurucusu İmam Ebû Mansur el- Maturidî (ö. 333/944) ve başta, Kur’an’dan sonra en sağlam kaynak olarak görülen Sahih-i Buhari’nin müellifi İmam Buharî (ö. 256) olmak üzere Hadis ilminde Kütüb-i Sitte unvanıyla tanınan altı temel hadis koleksiyonunun müelliflerinin hemen hemen hepsi birer Türk bilginidirler.

Müslüman Türk alimlerinin İslam kültür ve medeniyetine katkıları birçok alanda görülmekle birlikte, daha yoğun biçimde hukuk (fıkıh) sahasında dikkati çekmektedir. Hukukta İslam kaynaklarında Maverâünnehir diye tabir edilen Türkistan bölgesi (Orta Asya) alimlerinin, özellikle, bugün İslam dünyasında en yaygın hukuk mektebi olan Hanefî fıkhının gelişmesinde katkıları büyük olmuştur.

İslam hukuku Hz. Peygamber devrinden sonra ortaya çıkan yeni meselelere gelişen şartlar ve durumlar çerçevesinde uygun çözümler üretmek üzere belli bir sistem içerisinde sahabe ve onların öğrencileri olan tabiin alimleri tarafından geliştirilmeye çalışılmıştır. Zamanla bu alanda içtihat yöntemi ve coğrafya farkından kaynaklanan bir ekolleşmeye gidilmiştir. Daha hicrî birinci asırda re’y ve içtihat ağırlıklı Irak mektebi ile rivayet ve hadis ağırlıklı Hicaz mektebi doğmuştur. İlk önceleri Irak ve Hicaz ekolleri çerçevesinde gelişme gösteren İslam hukukunda, sonraki dönemlerde hoca, yöntem ve ilkeler bazında farklılıklar arzeden ve özellikle kurucuları sayılan kişilere nisbetle Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî nisbeleriyle anılan hukuk mektepleri doğmuştur. Kitleler halinde İslâmiyete girdikleri X. yüzyıldan itibaren Türkler arasında İslam dünyasında yaygın olan bu dört mezhepten özellikle Hanefî mezhebinin daima, gerek toplum gerekse siyâsî idare tarafından benimsenip kollanan hâkim mezhep konumunda olduğu görülmektedir.[9]

Türk halkları arasında özellikle Hanefî mezhebinin yaygın olmasının elbette bir takım sosyo-kültürel sebepleri vardır. Her şeyden önce gerek Ebû Hanîfe’nin gerekse Ebû Yusuf, İmam Muhammed, İmam Züfer, İmam Hasan b. Ziyad gibi onun önde gelen öğrencilerinin yetiştirdiği birçok fakih özellikle Hârizm, Batı Türkistan, Horasan ve Mâverâünnehir gibi halkı yeni Müslüman olmuş bölgelere giderek oralarda hocalarının görüş ve içtihadlarının tanınması, benimsenmesi ve yayılması için büyük gayret göstermişlerdir.

Ebû Hanife’nin tabakat kitaplarında adı geçen 800’ü aşkın öğrencisinin önemli bir kesiminin, Ahvan, Isfahan, Hemedan, Rey, Cürcan, Nese, Merv (Bugünkü adıyla Mari), Buhara, Semerkant, Belh, Harizm gibi Irak’ın doğusunda yer alan ilim ve kültür merkezlerinden olduğu ifade edilmektedir. Bunların önemli bir kısmı gerek kendi bulundukları bölgelerde ders halkaları kurup talebe yetiştirerek gerekse kadılık görevi üslenerek Hanefliğin yayılmasında önemli katkılar sağlamışlardır.[10] Ayrıca İmam Muhammed’in bölgede yaygın olan eserleri ile değişik alimler tarafından bu eserler üzerine yapılan şerhlerin de, Hanefî mezhebinin bölgede iyice kök salmasında büyük rolü olmuştur.

Dolayısıyla hem Hanefî hukuk ekolünün geliştirilmesinde hem de onun İslam aleminde en büyük ve en yaygın ekol haline gelmesinde özellikle Maverâünnehir fakihlerinin katkıları büyük olmuştur. Genel olarak fıkhın özel olarak Hanefî fıkhının gelişme tarihinde, özellikle XI. ve XII. asırlardaki Maverâünnehir fıkıh faaliyetleri mühim bir yere sahiptir.[11]

Diğer taraftan zikredilen bölgelerde yaşayan Türk halkları, muhtemelen Hanefîliği kendi örf ve adetlerine, hayat anlayışlarına ve tabiatlarına daha uygun bulmuşlardır. Çünkü bu bağlamda Hanefîlik, dinin özellikle amelî yönünün anlaşılmasında re’y ve içtihada ağırlık vererek Hicaz-Arap toplumunun baskın örf ve telakkilerini nisbeten yumuşatan ve farklı muhitlerce daha kolay benimsenebilen bir anlayışı temsil etmekteydi.[12]

Mezhebin kurucusu Ebû Hanîfe ve ilk nesil Hanefî fakihlerinin (Ebû Yusuf, İmam Muhammed, İmam Züfer gibi) görüşleri etrafında oluşan fıkıh kültürünün IX. ve X. yüzyıllarda Irak ve Kûfe’nin doğusunda kalan İslam coğrafyasında hızla yayılmasının ardından her bölgede bu fıkhî mirasın, bölgenin sosyo-kültürel durumu ve kendine hâs şartlarıyla daha da zenginleştirilerek geliştirilmeye başlandığı ve fakihlerin, bulundukları bölge ve şehirlere nisbetle Belh alimleri, Buhâra alimleri, Irak alimleri, Horasan alimleri ve Maverâünnehir alimleri gibi bir gruplandırmaya tâbi tutulduğu görülmektedir.[13] Aynı metodolojiyi esas almalarına rağmen bu grurupların, kendi bölgelerinin sosyo-kültürel şartlarına paralel olarak zaman zaman farklı içtihadları benimsedikleri de olabilmekteydi.

Maverâünnehir’de İslam Hukuku

Türklerin yoğun olarak yaşadıkları Maverâünnehir, hemen hemen bütün temel İslam bilimleri açısından olduğu gibi özellikle de hukuk (fıkıh) ilmi bakımından oldukça verimli bir bölge konumundadır. Daha ilk Müslüman oldukları günden itibaren Türkler arasından birçok fakih, müfessir, muhaddis, mütekellim ve mutasavvıf çıkmaya başlamıştır. Meselâ, ilk müstakil Müslüman Türk devletlerinden olan Karahanlılar devrinde Türklerin, Maverâünnehir’de özellikle İslam hukukunun gelişmesinde büyük katkılar sağladıkları görülmektedir. Bu dönemde 300 kadar İslam hukukçusu yetişmesi ve bunlara ait %98’i Hanefî fıkhına dair 350’den fazla eserin vucûda gelmesi dikkate şâyandır. Gerçekten tarih boyunca Maverâünnehir, özellikle doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâünnehir’de en büyük inkişafa ulaşan Hanefî fıkhının kalesi haline gelmiştir. Nitekim birçok meşhur Hanefî fakihinin, hep Mâverâünnehir bölgesine mensup oluşu bunun bir göstergesidir.[14]

Mâverâünnehir’de İslam hukuku bakımından çok hareketli ve canlı bir dönemi teşkil eden Karahanlılar idaresinde yetişen fakihler, tabir caizse İslam hukukunun kurucuları rolünü üslenmişlerdir. Bu dönemde yetişen fakihle kendilerini özellikle Ebû Hanifenin öğrencileri Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’den nakledilegelen kitapların tetkik, tedris ve şerhine vermişlerdir. Bu yüzden bölge halkının %99’u amelde Hanefî mezhebini, itikadde ise yine bir Hanefî alimi olan Ebû Mansur el- Maturîdî’ye nisbetle Maturidî unvanıyla anılan itikadî mezhebini benimsemiştir. Şafiî fukahâsından çok az kimseye rastlanan bölgede Hanbelî ve Malikî ekollerinden ise hemen hemen hiçbir eser ya da fakihe rastlanmamaktadır.

X. ve XI. yüzyıl Karahanlılar dönemi Maverâünnehir’inde Hanefî mezhebinin en üretken, en disiplinli ve en büyük temsilcilerinden birisi, hiç kuşkusuz, hukukçu olduğu kadar aynı zamanda usulcü ve münazaracı da olan Şemsüleimme es-Serahsî’dir.

Şemsüleimme es-Serahsî ve İslam Hukukuna Katkısı

Asıl adı Ebû Muhammed b. Ebî Sehl olan Şemsüleimme es-Serahsî[15] müteahhirin döneminde yetişen Hanefî hukukçularının en büyüklerindendir. Serahsî nisbesi doğum yeri olan ve Meşhed ile Merv (Mari) arasında bulunan, bugün İran ile Türkistan sınırı üzerinde Hariroud nehri kenarında yer alan, ancak eski bölgeleri Türkistan sınırları içerisinde kalan “Serahs”[16] adlı tarihi bir kasabadan gelmektedir. Şemsüleimme (İmamların güneşi) lakabı ise, hocası Şemsüleimme Abdulaziz el- Halvânî’nin (ö. 448/1056) vefatından sonra, ilmî yeterliliği ve hukukî formasyonunu takdir için kendisini hocasının kürsüsüne layık gören kamuoyu tarafından verilmiş onursal bir unvandır. Hocasının vefatında 48 yaşında olan Serahsî, hayatının geri kalan kısmında hep bu unvanla anılacak ve fıkıhta Şemsüleimme denilince, ilk anda hep o akla gelecektir.

Nisbeten yeni olan biyografi kaynaklarına göre doğumu 400/1009 yıllarına rastlayan Serahsî’nin, M. Hamidullah’ın ifadesine göre Türk soyundan olduğuna dair müspet bir delil bulunmasa da, Buhâra’da tahsil görmüş, daha sonra aynı bölgede ders vermiş, en önemli eserlerini Özkent (Bugünkü Özgön) hapishanesinde imlâ ettirmiş ve hayatının son yıllarını Fergana ve Merğinan’da[17] geçirmiş bulunması, onun Batı Karahanlılar döneminde yetişmiş bir Türk hukukçusu olma ihtimalini güçlendirmektedir. Eserlerinde sık sık Türklerden bahsedip ergenlik çağı gibi onlara ait çok özel haller hakkında bilgilere yer vermiş bulunması da bu tezi teyit etmektedir.[18]

Serahsî ilk yurtdışı seyahatini 410/1019 yılında çok genç yaşta babası ile birlikte ticârî amaçlarla gittiği Bağdat’a gerçekleştirmiştir. Bu tarihte Bağdat, Abbâsî hilafetinin başkenti ve dünya ticaret merkezlerinden biri konumunda olup Türkistan halkı, Bağdat idarecilerini halife olarak tanıyordu. Bu ilk seyahatinden sonra Buhârâ’ya dönen Serahsî, orada dinî ilimleri tahsile başladı. Bu dönemde Buhâra dünya ilim ve kültür merkezlerinden biri idi ve orada devrin ünlü fakihlerinden Şemsüleimme Abdulaziz el-Halvânî (ö. 448/1057) gibi alimler ders veriyordu. Dinî öğrenimini, Şemsüleimme el-Halvanî, Şeyhulislam Ebü’l-Hasan Ali es-Suğdî (ö. 461/1068) ve Ebû Hafs Ömer b. Mansur el-Bezzâz gibi devrin ileri gelen fakihlerinin ilim meclislerinde tamamlayan Serahsî’nin yetişmesinde en büyük katkıya sahip olan ve uzun süre yanından hiç ayrılmadığı hocası Halvânî ile başlayan ilim silsilesi, mezhebin kurucusu Ebû Hanife’nin mümtaz talebelerinden İmam Muhammed’e kadar uzanır.[19]

Bir taraftan Haçlı Seferleri gibi İslam dünyasına dış baskıların arttığı, diğer taraftan Maverâünnehir’de çeşitli siyâsî ve sosyal çalkantılar sonucunda merkezî idarenin parçalanarak birden fazla hanlığın ortaya çıktığı sıkıntılı bir dönemde, her türlü zorluk ve güçlüklere göğüs gererek öğrenim faaliyetlerini sürdüren Serahsî, fıkıh ilminde kendisini en iyi şekilde yetiştirerek Hanefî mezhebinde otorite konumuna yükselmiştir. Vefatından sonra hocasının postuna oturarak tedris faaliyetlerine başlamış ve müteakip yıllarda birçok değerli alimin yetişmesinde önemli katkılar sağlamıştır. Serahsî’nin ders halkalarına katılan öğrencilerin sayısı hakkında kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte, Burhaneddin Abdulaziz b. Ömer, Burhânüleimme Abdülaziz b. Mâze, Mahmud b. Abdulaziz el-Özgendî, Ruknüddin Mes’ud b. Hasan el-Kâşânî, Ebû Bekr Muhammed b. İbrahim el- Hasîrî ve Osman b. Ali el-Bîkendî gibi dönemin önde gelen alimlerinin hep onun rahle-i tedrisinde yetiştikleri bir gerçektir.

Fakihliğinin yanında, mütekellim, munazaracı ve usülcülüğü ile de meşhur olan Serahsî, üstün zekası ve güçlü hafızası ile tanınmaktadır. Nitekim hemen hemen bütün biyografi kaynaklarının ittifakıyla el-Mebsût gibi hacimli bir eseri Özkent’de mahpus tutulduğu kuyunun dibinden, kuyunun başında duran öğrencilerine tamamen hafızasından imlâ ettirmiş olması, onun ne kadar güçlü bir hafızaya sahip olduğunu gösterir.[20] Çocuk sahibi cariyelerin hür kimselerle evlendirilmesi gibi bazı fıkhî meseleler konusunda zamanının önde gelen alimlerinden üstünlüğünü ispatlayan Serahsî, hem ulemâ ve halkın hem de yöneticilerin takdirine mazhar olmasına rağmen yaptığı “bir nasihat sözü” sebebiyle dönemin idarecilerinin öfkesini üzerine çekmiş ve bu yüzden uzun müddet hapishanede tutuklu kalmıştır.

Hapis Hayatı

Kendi ifadesiyle yaptığı “bir nasihat sözü” yüzünden dönemin hükümdarının gazabına uğrayan Serahsî, bu yüzden Batı Karahanlılar Devleti’nin idârî merkezi olan Özkent’de 15 yıl kadar hapis yatmıştır.[21] Eserlerinin yirmiyi aşkın muhtelif yerinde, genellikle de bölüm sonlarında kısa kısa pasajlar halinde hapis hayatı hakkında bazı malumatlar veren Serahsî’nin, hapsedilmesinin asıl nedeni hakkında ayrıntılı bilgi vermekten özellikle kaçındığı gözlenmektedir. Ancak imalı bir şekilde, söylediği “bir nasihat sözü” yüzünden tehlikeli bir sultan tarafından ve bazı beyinsiz, aptal, fitneci, kalleş, zındık ve hevâperest alçakların kışkırtması nedeniyle hapse düştüğünü ve yakın gelecekte de pek kurtulma ümidi taşımadığını ifade etmektedir.[22] Serahsî’nin ifadelerinden, hükümdar nezdinde maddî ya da manevî bir çıkar peşinde koşan bu dalkavuk ve yaltakçı tiplerin, onun sözlerinden fena halde rahatsız oldukları ve kendisinin hapsedilmesinde önemli rol oynadıkları anlaşılmaktadır. Elbetteki Serahsî’nin siyâsî idareyle zıtlaşmasını gerektirecek maddî ya da kişisel hiçbir neden olamazdı. O sadece ilahî hukuku anlatıyor, idarecilerin hoşuna gitsin ya da gitmesin onun asla değiştirilemeyeceğini ifade etmeye çalışıyordu. Bununla beraber 15 yıl kadar ağır hapis cezasına çarptırılmasının, basit “bir nasihat sözü” ile geçiştirilemeyecek kadar ciddî nedenleri olmalıdır.

Serahsî’nin bu kadar uzun süre hapiste tutulmasının muhtemel nedenleri üzerinde çeşitli tezler ileri sürülmüştür. Bu tezleri tek tek değerlendiren M. Hamidullah, bu konuda en tutarlı tez olarak Prof. Menazir Ahsen Gîlânî’nin ileri sürdüğü tezi bulmuştur. Söz konusu teze göre Serahsî, idârî yolsuzluk ve baskıların arttığı bir dönemde hükümdar tarafından topluma zorla dayatılan haksız vergilere karşı çıkmış, böylece hükümdarın öfkesini üzerine çekmiş ve uzun yıllar hapiste tutulmuştur.

Hatta Serahsî’nin, şayet haksız vergiler dayatılırsa, halkın meşrû vergileri dahi ödememe hakkı bulunduğuna dair bir de fetvası bulunduğu söylenmektedir.[23] Bu dönemde idarî yolsuzluklar ve halka dayatılan haksız vergiler sebebiyle ulemâ ile devlet arasında ciddî gerginlikler yaşandığı, hatta bazı önde gelen fakihlerin hükümdarlar tarafından idam ettirildiği bir gerçektir. Serahsî’nin, kendi zamanındaki idarî yolsuzluk ve zulümlerle ilgili olarak el-Mebsût’ta geçen bazı sözleri,[24] onun da siyâsî idareye karşı tavır aldığı ve yapılan haksızlıklara karşı direnen bazı hareketleri desteklediğine işaret etmektedir. Dolayısıyla onun idareye karşı takındığı bu olumsuz tavrı, dönemin hükümdarının öfkesini üzerine çekmiş ve kendisini kontrol altında tutarak halkın üzerinde menfî bir etkide bulunmasını önlemek amacıyla uzun yıllar hapishanede mahpus tutulmuş olması mümkündür.

Serahsî’nin hangi hükümdarlar tarafından hapsedildiği hususunda açık bir bilgi bulunmamakla birlikte kaynaklarda geçen malumatlara göre onun Batı Karahanlılar Devleti hükümdarlarından Şemsülmülk Ebü’l-Hasan II. Nasr b. İbrahim (460-473/1068/1080), kardeşi Ebû Şücâ Hıdır b. İbrahim Han (473-474/1080-1081) ve Hıdır Han’ın oğlu Ahmed Han (474-487/1081-1095) dönemlerinde hapsedildiği anlaşılmaktadır.[25]

Uzun süre haksız yere hapiste tutulması Serahsî’ye çok ağır gelmişti. Nitekim hapiste imlâ ettirdiği el-Mebsût’un çeşitli bölüm sonlarında sık sık ailesi, çocukları, arkadaşları ve kitaplarından uzak kalışından yakınması, bir an önce kendisini bu sıkıntılı hayattan kurtarması için göz yaşları içerisinde sürekli yüce Allah’a dua etmekte olduğunu ifade etmesi, onun ne kadar ağır şartlar altından bulunduğunu gösterir.[26] Bütün bu zor şartlara rağmen yine de o, hapis hayatının zorluklarını sukûnetle, sabır ve tevekkülle karşılıyor, kendini ibadet ve taata vererek gecelerini nafile ibadetle, gündüzlerini ise oruç tutarak geçirmeye çalışıyordu. Onun bu zühd ve takva hâli hapishane idarecilerini de derinden etkilemiş olmalı ki, bir süre sonra tedris faaliyetlerini hapiste de devam ettirmesi yolunda kendisine izin verilmiştir.

Serahsî’nin mahpusluk devresi ilmî çalışmaları bakımından hayatının en verimli devresini oluşturmaktadır. Zira o, el-Mebsût, Usûlü’l-fıkh ve Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr gibi en hacimli ve en önemli eserlerini bu dönemde imlâ ettirmiştir. Serahsî, her ne kadar İslam kültür muhitinde hapishanede ilmî faaliyetlerini devam ettirip kıymetli eserler veren ilk alimlerden olsa da, insanlık tarihinde elbette ki yegâne değildir. Eski Yunan felsefesinin büyük temsilcilerinden Sokrates, yakın tarihten İtalyan asıllı Campanella (XVII. asır sonu), çağdaş alimlerden Hindistanlı Ebü’l-Kelam Azâd gibi bilginler de, uzun yıllarını geçirdikleri hapishanelerde ciltler tutan eserler veren müstesna kişilerdendirler.[27]

20 Rebiülevvel 480 tarihinde Serahsî hapisten çıkarıldı, 30 Rebiülevvel 480 tarihinde Fergana’ya hareket etti ve 10 Rebiülâhir 480 tarihinde de Merğinan’a ulaştı. Orada, muhtemelen Merğinan yöneticisi olan Emir Hasan’ın[28] özel ikram ve iltifatlarına nail oldu.

Hapis hayatını ve bu süre zarfında tutuklu bulunduğu yerlerle ilgili farklı rivâyetleri inceleyen M. Hamidullah’ın değerlendirmesine göre, Serahsî önce bir kuyuya atılmış, daha sonra kendisine kalede ders verme imkanı sağlanmış, sonra yine kale içerisinde bir zaviyede bir süre tecrit edildikten sonra Emir Gün lakabıyla tanınan üst düzey bir yetkilinin konağında bir müddet göz hapsinde tutulmuş ve sonra tekrar kaleye nakledilerek bir süre sonra tamamen serbest bırakılmıştır.[29] Menazir Ahsen Gîlânî’nin ileri sürdüğü ve Hamidullah tarafından da uygun görülen bir teze göre Serahsî’nin serbest bırakılmasında o sıralarda Buhâra, Semerkant ve Özkent gibi şehirlerin bulunduğu Maverâünnehir bölgesine sefer hazırlıkları içerisinde olan büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah etkili olmuştur. Melikşah’ın 482’de Buhâra’yı, ardından Semerkant’ı ve 483’te de Özkent’i kendi hakimiyet alanlarına katmış olduğu hususu dikkate alınırsa, böyle bir etkiden söz edilebilir.[30]

Yorucu ve sıkıntılı, ama İslam hukukuna katkısı bakımından oldukça verimli bir hayat süren Serahsî, 483/190-91 yılında ömrünün son anlarını geçirdiği Fergâna’da vefat etmiştir.[31] Tutukluluk hali 20 Rebîülevvel 480 yılında kalktığına göre, onun Fergana’da geçirdiği süre ancak üç yıl kadardır.

İlmî Kişiliği

Serahsî, kuşkusuz Maverâünnehir bölgesinde yetişen Hanefî fakihlerinin en önde gelenlerindendir. Onun kendisini daha çok fıkıh alanında yetiştirmesinde, elbetteki onun ilim anlayışı etkili olmuştur. Eserlerinin önsözlerinde yer alan ifadelerine bakılırsa, Serahsi’ye göre yüce Allah’a imandan sonra en büyük farz ilim talep etmektir. Zira ilim peygamberlik mirasıdır. Peygamberler hiçbir zaman miras olarak dinar ya da dirhem bırakmamışlardır. Onların bıraktıkları miras, ancak ilimdir. Bu ilmi alan kişi de gerçekten nasipli ve bahtiyar kişidir. İlmi, tevhid ve fıkıh ilmi diye ikiye ayıran Serahsî, toplumun her kesimden en az bir grubun dinde geniş bilgi sahibi olmasını emreden et-Tevbe sûresinin 122. âyeti ile “Allah kime hayır murat ederse, onu dinde anlayış sahibi (fakih) kılar”,[32] “İlim öğrenmek her Müslümana farzdır”[33] hadisleri gibi din ilimlerini talep etmeye teşvik eden naslara istinat ederek fıkhı, tevhit (usûlüddin) ilminden sonra en üstün ilim olarak değerlendirmektedir.[34]

Serahsî ve çağdaşı Ebü’l-Usr Pezdevî, İslam hukuk metodolojisi (usul) ve furû fıkha (mevzûat) dair yazdıkları eserlerin yanısıra mezhep içi içtihat ve tercihleriyle de sonraki dönem Hanefî fıkıh literatürü ve fakihleri için önemli birer kaynak ve mesnet olmuşlardır.[35] Eski ve yeni birçok kişi, Serahsî’nin Hanefî içtihat mertebelerinden üçüncü kategoriyi teşkil eden mesâilde (meselelerde) müçtehit mertebesinde olduğunu söylemiştir.[36]

Bu mertebede olan bir müçtehit, ilmî bakımdan özellikle mezhep kurucularından herhangi bir görüşün nakledilmediği konularda mezhebin içtihat esaslarına dayanarak görüş beyan edebilecek ve yeni meselelere çözüm getirebilecek yeterliliktedir. Serahsî, elbetteki sıradan bir hukukçu değildi. O, akıllı, dirayetli ve çalışkan bir fakih idi. Nitekim en önemli eserlerini çok zor ve sıkıntılı bir dönemde hapiste imlâ ettirmiş olması, onun ne kadar üstün bir zeka, kabiliyet, sabır ve metânet sahibi bir kişi olduğunu gösterir.

Esasen siyasî sebeplerden dolayı hapse atılan Serahsî, üstün bir siyasî bakış açısına sahip olmak ve aynı zamanda İslamî literatüre vukûfiyetiyle özellikle de ilk dönemlerdeki sosyo-politik olayları çok yönlü olarak yorumlayabilme kabiliyetiyle dikkati çekmektedir. Mesela, Hz. Peygamber’in, görünürde tamamen Müslümanların aleyhine olan Hudeybiye Anlaşmasını kabul edişini, genel kanaatın aksine o, Mekke müşrikleri ile Hayber Yahudileri arasında yapılan gizli bir anlaşmaya bağlamıştır. Anlaşmaya göre şayet Muhammed, Mekke üzerine yürürse, Yahudiler Medine’ye saldıracak, Hayber üzerine yürürse, bu defa müşrikler Medine’ye saldıracaktı. Durumun Müslümanlar açısından oldukça kritik olduğunu farkeden Resulullah (s.a.s.) aleyhte gibi görünen bu anlaşmayı her türlü itiraz ve eleştirilere rağmen kabul etmenin Müslümanlar açısından daha uygun olacağını düşünmüştü.[37] Böyle bir yorum kuşkusuz, ancak tarihî bilgilere derin vukûfiyetle mümkün olabilir.

Eserleri

Hayatını Maverâünnehir’de fıkıh ilmini geliştirip yaymaya adayan Serahsî, o zengin fıkhî birikimini, kendisi ile birlikte götürmemiş, aksine gerek ders halkalarına katılan öğrencileri aracılığıyla gerekse ölümsüz eserleri vasıtasıyla sonraki nesillere aktarmak suretiyle onu İslam ve insanlığın hizmetine sunmuştur. Daha talebelik yıllarında iken ürün vermeye başlayan Serahsi,[38] eserlerini Arap dilinde kaleme almış, bazı fıkhî kavramların Farsça karşılıklarını zikretmek ve zaman zaman Farsça beyitler nakletmek dışında eserlerinde başka herhangi bir dil kullanmamıştır. En önemli eserleri ise şunlardır:

1. El-Mebsut [39]

Serahsî’nin el-Mebsut isimli eseri, ilk dönem Hanefî fıkıh kültürünün sonraki nesillere aktarılması yanında onun anlaşılmasında da büyük rol oynayan önemli furû fıkıh eserlerinden biri konumundadır. Mezhebin kurucusu Ebû Hanife (ö. 150/767) ders halkalarında fıkhî meseleleri öğrencileri ile birlikte değerlendirip tartıştıktan sonra ortaya çıkan çözümleri onlara imlâ ettiriyordu. Bu imlâ faaliyetleri sonucunda oluşan ilk dönem Hanefi fıkhının en güvenilir metinleri, Ebû Hanifenin öğrencilerinden Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî (ö. 189/805) tarafından derlenen ve sonraki nesillere tevatür ve şöhret yoluyla nakledildiği için “Zahirü’r-rivaye” adıyla anılan şu altı kitaptır: el-Asl (el-Mebsût), ez- Ziyâdât, el-Camiu’l-kebîr, el-Camius’s-sağîr, es-Siyerü’l-kebîr ve es-Siyerü’s-sağîr. Bu eserler Hanefî fıkhının birinci dereceden kaynakları olup özellikle mezhebin kurucusu İmam Ebû Hanife ile onun önde gelen iki öğrencisi İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşlerini ihtiva etmektedir. Daha sonra Hakim eş-Şehîd (ö. 334/945) lakabıyla anılan Ebü’l-Fadl Muhammed b. Ahmed el-Mervezî, himmetleri zayıflamış fıkıh öğrencilerine kolaylık sağlamak ve kendilerinden istifadeyi umûmileştirmek amacıyla Şeybânî’nin zikri geçen kitaplarını, tekrarları çıkarmak suretiyle ihtisar ederek el-Kâfî adlı eserini meydana getirmiştir. Şemsüleimme es-Serahsî de el-Kâfî’yi el-Mebsût adıyla 30 cüzlük bir eserde şerhetmiştir.

1. el-Mebsût’un önsözünde geçen bazı ifadeler dikkatle incelenirse, XII. yüzyılda Maverâünnehir’de fıkıh ilminin kısmî bir kriz yaşadığı anlaşılır. Serahsî bu krize temelde üç sebep göstermektedir.

2. Fıkıh öğrencilerindeki gayret ve himmet eksikliği.

3. Bazı hocaların fıkıh bakımından pek önem arzetmeyen tâli meseleleri geniş geniş tahlile girişmeleri ve özellikle de hilâfiyât meselelerine dalmaları.

4. Özellikle bazı kelam bilginlerinin fıkhî terminolojiyi, felsefî terminoloji ile açıklama çabaları.

İşte Serahsî, hapishanede tutuklu bulunurken bazı alim dostlarının da talebi üzerine fıkıh ilminin yaşamakta olduğu bu krizin aşılmasına katkıda bulunmak amacıyla mezhepte en güvenilir ve en temel metinleri, genel kabul görmüş sağlam rivâyet ve eserlerle şerhe girişmiştir.[40] Serahsî, H. 466 yılında imlâya başladığı 30 cüzlük bu hacimli eserini, yaklaşık on üç yıl süren yoğun bir çalışmadan sonra H. 479 yılında hitama erdirmiştir. Buna göre yılda iki ciltten fazla eser vermiş olmaktadır ki, bu onun eser verme kabiliyetinin hayli yüksek olduğunu gösterir.[41]

XII. asırda Maverâünnehir bölgesi fakihlerinden bir çoğu tarafından el-Mebsût adıyla kendi zamanına kadarki Hanefî doktrin, rivâyet ve içtihatlarını toplayan kapsamlı eserler yazılmış olmasına rağmen, hiçbirisi Serahsî’ninki kadar meşhur olamamıştır. Serahsî’nin eseri ise mezhep fıkhını delilleriyle birlikte aktarması bakımından ayrı bir önem taşımaktadır. O nedenle Hanefî literatüründe Şemsüleimme denilince Serahsî, el-Mebsût denilince de onun bu eseri akla gelir.[42]

Hanefî fıkhının temellendirildiği ve bu mezhebe ait fıkhî görüşlerin delilleri ile birlikte açıklanıp sistemli bir tahlilinin yapıldığı ilk ve en hacimli mutemed eser olan el-Mebsut’un[43] önsözünde Serahsî, eserinde mezhebin görüş ve içtihatları özlü bir biçimde açıkladığını belirtse de[44] eserin hacmi, bunu nefyeder mahiyettedir. Mezhebin kabul edilmiş dokrininin tesis edilip doğruluğunun isbatına çalışılan eser, aynı zamanda ele alınan konularla ilgili diğer görüşlerin de zikredilip tarafsız bir şekilde sistemli tahlilinin yapıldığı ilk eser olma özelliği taşımaktadır. İslam hukukunda mütehassıs olan meşhur Batılı müsteşriklerden Schacht’ın ifadesiyle Serahsî, meseleleri felsefî bir tarzda ele almakta olup mezhep içerisinde meseleleri bu şekilde ele alıp inceleyenlerin ilk mümessili durumundadır.[45]

el-Mebsût Hanefî fıkhına olan katkısı yanında, ayrıca XII. yüzyıl Türkistan ve Mâverâünnehir bölgesinin sosyo-ekonomik ve sosyo-politik durumu ile ilgili ihtiva ettiği pek çok değerli bilgiyle umûmi tarih bakımından da önem arzetmektedir.

2. Usûlü’s-Serahsî[46]

Hanefî metodolojisine dair kaleme alınan usûl eserlerinin en önemlilerinden birisi, kuşkusuz Usûlü’s-Serahsî adıyla şöhret bulan Serahsî’nin, kendi isimlendirmesiyle Temhidü’l-fusûl fi’l-usûl veya Bülûğu’s-sûl fi’l-usûl’üdür.[47]

Fıkıh literatüründe “usûl” adıyla kaleme alınan eserler, hukuk metodolojisi türünde yapılan çalışmaları ifade etmektedir. Fıkıh usûlü, fıkhî hükümlerin (mevzûât) istinbatında dikkate alınması gereken kuralları açıklayan ilmin adı, bir başka ifadeyle, başta Kur’an ve Sünnet nasları olmak üzere icma, kıyas, istihsan, maslahat, örf vb. gibi hüküm kaynaklarından hareketle yeni yeni ortaya çıkan meselelere şer’i çözümler üretmek için bağlı kalınması gereken kurallar bütünüdür. Bir anlamda İslam Hukuk Usûlü, bir mücerret hukuk çalışması, kanunların felsefesi, kanun yapma metodu, kanunların yorum ve tatbikinde takip edilmesi gereken kurallar demektir. Bu çeşit bir çalışma ne eski Yunan ve Roma’da, ne Çin’de, ne de eski dünyanın herhangi bir yerinde mevcuttu. Bunu ilk düşünmüş olanlar, Müslümanlardır.[48]

Hanefî fıkıh ekolünde ilk tedvin edilen fıkıh kitaplarında mütekaddim müctehidlere ait hüküm ve fetvalar aktarılırken, hangi usûlün takip edildiği ve hangi kuralların esas alındığı ve konuyla ilgili mevcut nasların nasıl değerlendirildiğine hemen hemen hiç yer verilmeyip sadece hangi meselede hangi müctehidin nasıl bir görüşü bulunduğunun, varsa, istidlâl ettiği âyet ya da hadisin zikredilmesiyle yetinilirdi. Literatürde usûliyyûn (usulcüler) diye adlandırılan bilginler, usûl çalışmalarında doktrin sahibi müctehidlerin vardıkları fıkhî çözümleri ve varsa, takip ettikleri metodlarla ilgili açıklamalarını baz alarak ilk dönem mezhep doktrine ve kendi dönemlerine kadar oluşan fıkıh kültürüne ortak bir açıklama getirebilecek bir takım metodolojik kurallar, ilke ve esaslar belirlemeye çalışmışlardır.[49]

Fıkıh Usûlü dalında ilk ürünleri İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in verdikleri, ancak onların eserlerinin değişik nedenlerden dolayı günümüze kadar ulaşmadıkları ifade edilmektedir. Bu sahada eseri günümüze ulaşan ilk bilgin ise, er-Risâle’siyle İmam Şafiî (ö. 204/820) olmuştur. Ondan sonra gerek Hanefî bilginleri gerekse diğer mezheplere mensup bilginler, bu alanda sayısız eserler vücuda getirmişlerdir. Serahsî’nin yaşadığı XI-XII. yüzyıllara ait Hanefî usûl literatürü bir yönüyle daha önceki asırlarda hoca-talebe ilişkisi çerçevesinde gelişen şifahî geleneğin tedvini, bir yönüyle de o döneme kadar ki, Hanefî fakihlerinin mezhepte genel kabul görmüş çözüm ve fetvalarını temellendirme, belli kurallarla açıklama, savunma ve hangi nastan nasıl bir usulle istinbat edilmiş olabileceğini tesbit etmeye yönelik gayretler olarak görülmektedir.[50] Böyle bir çalışmanın ürünü olan Serahsî’nin usûlü ile çağdaşı Fahrulislam Pezdevî’nin usûlü, hem bu sahada daha önce yazılan eserlerin sistematik tahlil ve tenkitinin yapıldığı hem de daha sonraki Hanefî usulcülerinin esas aldıkları kaynakların başında gelen eserler olarak dikkati çekmektedir.[51] Öyleki Pezdevî ile Serahsî herhangi bir meselede görüş birliğine varmışlarsa bu, “İki üstat (şeyh) ittifak etmiştir” cümlesiyle ifade edilirdi.[52]

Önsözünde usûlünü 479 Şevval’inin sonunda Özkent kalesinde tutuklu bulunurken imlâya başladığını belirten Serahsî, aynı yerde eserini telif nedenine de işaret etmektedir. Serahsî’ye göre, yolların en hayırlısı önceki imamların yolunu takip etmektir. Bu bağlamda mezhebin kurucusu İmam Ebû Hanife ile ikinci nesil ülemâsından İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed gibi fakihler, örnek alınması gereken ilmi ile amil gerçek fakihlerdir.

Bu yüzden Serahsî, özellikle bu üç imamın görüş ve içtihatlarını toplayan İmam Muhammed’in daha evvel zikri geçen kitaplarını şerhe yönelmiş, el-Mebsût isimli geniş şerhini tamamladıktan sonra da, şerhte takip ettiği usûlü, fer’î meselelerin hakikatlerini anlamalarına yardımcı olması ve yeni meselelerin çözümünde nasıl bir yöntem takip etmeleri gerektiğini göstermek amacıyla fıkıh talebeleri için müstakil bir eserde toplamıştır. Zira fer’i meseleler (hadiseler) sınırsız, usûl (genel kurallar) ise sınırlıdır.[53]

Çeşitli baskıları yapılan eser, ifade ve üslup bakımından nisbeten ağır olsa da hâlâ en önemli usul eserlerinden biri olarak değerlendirilmekte, tarihteki önem ve değerini günümüzde de muhafazaya devam etmektedir.

3. Şerhu’s-Siyeri’l-kebîr [54]

Serahsî’nin on kadar eser imlâ ettiği Özkent hapishanesinde en son kaleme aldığı eseri ise, İmam Muhammed’in son tasnifini oluşturan devletler umûmi hukukuna dair olan es-Siyerü’l-kebîr adlı eserine yazdığı özel şerhidir. Bizzat kendi ifadesine göre Serahsî, bu şerhini yazmaya Özkent’de Emir Gûn lakabıyla tanınan bir üst düzey yetkilinin konağında göz hapsinde tutulduğu sırada 1 Zülkâde 479/Şubat 1087 tarihinde başlamış olup, daha sonra hapishanede yazım işine devam etmiştir.

Serbest bırakılmasından sonra Fergana’ya giden Serahsî, Merğinan’da Şeyh Seyfeddin İbrahim b. İshak’ın evinde, Şeyh Seyfeddin ve bazı yöre fakihlerinin isteği üzerine çalışmalarına kaldığı yerden devam ederek 3 Cemâdiyelûlâ 480/Ağustos 1087 tarihinde eseri tamamlamıştır.[55]

İmam Muhammed’in “Zâhiru’r-rivâye” diye bilinen meşhur altı kitabından bazıları üzerine değişik bilim adamlarınca yapılan birçok şerhten önemli bir kısmının yazmaları günümüze ulaşmış olmakla birlikte,[56] bunlar içerisinde bir kaç defa neşredilme şansını yakalayan Serahsî’nin Şerhu’s-Siyeri’l- kebîr’i ayrı bir önem arzetmektedir. Serahsî, diğer eserlerinin aksine es-Siyerü’l-kebîr’i hocaları Halvânî, Suğdî ve Bezzâz tarikleriyle İmam Muhammed’e kadar uzanan ilmî silsile yoluyla elde etmiştir. Hatta hocası Suğdî de esere bir şerh yazmış, ancak onun şerhi günümüze kadar ulaşma şansına sahip olamamıştır.[57]

Eser, genel olarak devletler umûmî hukuku alanında kaleme alınan eserlerin en ilklerinden olması yönüyle de ayrı bir öneme sahiptir. Zira Batı aleminde devletler umûmi hukukuna dair gerçek eserler Bello, Vittoria, Ayala ve Gentili gibi müelliflerle XVI. asırda ancak başlayabilmiştir. Bu tarihte İtalyan, İspanyol, Hollandalı vs. alimler, devletler hukukuna dair eserlerinde sadece Hristiyan milletlerin ve bilhassa beyaz ırkın devletler hukukunu göz önüne almışlardı. Avrupalı olmayan diğer memleketlerin medenî milletler kulubüne girme hakkına sahip olabilmeleri için ise daha bir kaç asır beklemek gerekecekti. Serahsî’nin Devletler Umûmî Hukuku’na dair olan bu şerhi ise, kendisi Şarlman, Nikefor ve Hârun er-Reşid’in çağdaşı olan Şeybânî’nin kaleme almış bulunduğu daha eski bir eserin şerhidir. Buna göre Müslümanlar bu sahada Avrupalılara nazaran sekiz asırlık bir önceliğe sahiptirler.[58]

Netice olarak gerek Bizans topraklarında gerekse Orta Asya illerinde vazifeli bulunan Müslümanların askeri hayatına dair canlı bir tablo çizmesi yönüyle siyasî tarih bakımından son derece önemli olan es-Siyerü’l-kebîr şerhi, umûmî tarih bakımından da dönemin sosyo-politik ve sosyo-ekonomik durumu hakkında ilgi çekici sayısız vak’alar ihtiva etmektedir. Bu yönüyle eser, hukukçular dışındakilere de birçok faydalı malumat veren bir eser olarak gözükmekte ve ayrıca, ilk Müslüman hukukçular tarafından geliştirilmiş Devletler Umûmi Hukukunun en eski bir âbidesini teşkil etmektedir.

Bunlardan başka Serahsî’nin telif ve şerh türünde kaleme aldığı daha pek çok eseri bulunmaktadır. İmam Muhammed’in Ziyâdâtü’z-Ziyâdât’ı üzerine yazdığı en-Nüket’i (Haydarâbâd 1378/1958), Hanefî fıkhını derli toplu halde özetleyen ve günümüze ulaşan ilk el kitabı Muhtasaru’t- Tehâvî şerhi, İmam Muhammed’in Kitâbü’l-kesb’ini şerhi, yine İmam Muhammed’in el-Camiu’s-sağîr, el-Camiu’l-kebîr ve ez-Ziyâdât’ını şerhleri, Hassâf’ın Kitâbü’n-nafakât ve Edebü’l-Kâdî’sini şerhleri, Sıfatü eşrâtü’s-sâ’a, el-Fevâidü’l-fıkhıyye, Kitabü’l-Hayz ve Makâmâtü’l-Kıyâme’si bunların başlıcalarıdır. Bu eserlerden önemli bir kısmı günümüze ulaşmış olup yazmalar halinde değişik dünya kütüphanelerinde mevcuttur.

Sonuç olarak denilebilir ki, Orta Asya Türk bilginlerinin İslam kültür ve medeniyetlerine olduğu kadar dünya kültür ve medeniyetine de katkıları inkar edilemeyecek kadar büyük olmuştur. Onların İslam kültür ve medeniyetine katkıları, özellikle hukukta Hanefî fıkhını geliştirme, temellendirme, savunma ve yayma alanında daha bariz biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu katkıda en büyük paya sahip olanlardan birisi, kuşkusuz Maverâünnehir Hanefî bilginlerinin tartışmasız en önde gelenlerinden olan Şemsüleimme es-Serahsî’dir. Zira kendisine zulmedenler tarihin karanlık sayfalarında unutulup gittikleri halde o, gerek yetiştirdiği öğrencileri gerekse geride bıraktığı dev eserleri vasıtasıyla, İslam kültür ve medeniyetine yaptığı katkılarıyla hep hatırlanmış ve dünya durdukça da hatırlanmaya devam edecektir. Bu münasebetle 1964 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi tarafından Serahsî’nin 900. ölüm yıldönümü münasebetiyle bir anma toplantısı düzenlenmiş olduğunu da hatırlatmış olalım. Söz konusu toplantıda onun hayatı, eserleri ve eserlerinin yazmaları hakkında çeşitli bilim adamları tarafından birbirinden değerli tebliğler sunulmuş ve bilâhere bu tebliğler bir kitap halinde neşredilmiştir. Bundan böyle Serahsî gibi değerli bilginlerin asıl doğup büyüdükleri, hayatlarını geçirdikleri, hizmet verdikleri ve vefat ettikleri Orta Asya Bağımsız Türk Cumhuriyetleri’nde de çeşitli münasebetlerle anılıp yâdedileceklerini, onların hatıralarının oralarda da yaşatılıp canlı tutulacağını ümit etmekteyiz.

Tahlîlî bir ruha sahip olan Serahsî, şerhlerinde elbetteki tamamen hareket serbestisine sahip değildi. Zira o, şerhettiği metne bağlı kalmak zorunda idi. Bununla birlikte özellikle Şerhu’s-Siyeri’l- kebîr’i, kendi döneminde Müslüman idarecilerin ihtiyaç duydukları bilgileri de ihtiva etmekte idi. Eserde gerek Bizans topraklarında gerekse Orta Asya illerinde vazifeli bulunan Müslümanların askerî hayatına dair canlı bir tablo çizilmektedir. Eser ayrıca umûmî tarih bakımından da ilgi çekiçi birçok vak’a ihtiva etmektedir. Meselâ, Serahsî, Bizanslıların Bulgar kırallığı ile münasebetlerinden bahsederken, toprak altında cerayan eden muharebeleri alelâde şeylermiş gibi anlatır. Ayrıca küçüklere, kadınlara ve hatta yabancı elçilere ait ticaret mallarından gümrük vergisi alınıp alınmayacağından, İslam ordusunda görev alan çeşitli yardımcılardan ve bu arada kadın hasta bakıcılardan ve hatta genç kızlardan bahseder.

Serahsî eserlerinde yine o dönemde cari olan para birimlerinden de söz eder. Ganimet malı olarak alınan şahinlerden, avda kullanılan yabanî Hint kedilerinden, hara atlarından, Merv (Mari), Buhârâ vs. şehirlerde imal edilmiş astarlı veya astarsız kaftanlardan, Kûfe ve Buhâra şehirlerinde inşa edilmiş evlerin özelliklerinden uzun uzun bahseder. Türkistan köylerinindeki camilerde Irak’ta bulunmayan vaizlerin mevcudiyetine işaret eder.[59]

İslamî ilimlere olduğu kadar kendi döneminin sosyo-kültürel ve sosyo-politik durumlarına da hakim olan Serahsî, eserlerindeki izahlarına kuvvet vermek için Kur’an ve Sünnet yanında, o derin ilmî vukûfiyetiyle tarihî vak’alardan da geniş ölçüde istifade etmesini bilmiştir.

Kuşkusuz büyük ilim adamları yalnız yetiştikleri muhitlerin değil, bütün ilim dünyasının kendileriyle iftihar ettiği müstesna şahsiyetlerdir. Bu büyük şahsiyetlerin hatıralarını yaşatıp ilmî faaliyetlerini devam ettirmek, elbetteki, kendilerinden sonra gelen nesiller için hem bir vazife hem de bir şeref vesilesidir. Bu üstün kişilerden birisi de büyük Türk hukukçusu Şemsüleimme Serahsî’dir.

Serahsî’nin ömrünün hemen hemen tamamını geçirdiği Buhâra, Özkent (Özgön), Fergana ve Merğinan şehirleri, XI. ve XII. asırlarda Maverâünnehir’in en önemli ilim ve kültür merkezleri idi. Bugün Özkent hariç, zikri geçen şehirlerin hepsi Özbekistan sınırları içerisinde yer almaktadır. Özkent (Özgön) ise Kırgızistan’ın Oş oblastına bağlı bir şehirdir (reyon). Serahsî’nin doğum yeri olan Serahs kasabası ise bugünkü Türkmenistan sınırları içerisinde bulunmaktadır.

2000 yılında 3000. kuruluş yıldönümü kutlanan tarihî şehir Oş’ta, bu uzun tarihi geçmişini hatırlatacak kayda değer herhangi bir tarihî esere rastlamak mümkün olmadığı gibi gerek Serahsî’nin kendi eserlerinde gerekse onunla ilgili biyografi kaynaklarında sıklıkla zikri geçen Karahanlılar devletinin Özkent’teki tarihî kalesinden de geriye sadece bir minare ile bir türbe kalmıştır. Bu durum, üzücü olduğu kadar ilim ve medeniyet adıyla yola çıkan emperyalist güçlerin kültür ve medeniyet değerlerine ne denli saygı gösterdiklerinin de tarihî bir belgesi hüviyetindedir.

Oldukça üretken bir alim olan Serahsî’nin çeşitli dünya kütüphanelerinde birçok yazmaları bulunan eserlerinden, el-Mebsût’un bir nushası dışında, hiçbir yazmasının Orta Asya yazmalarının toplandığı Taşkent kütüphanesi kataloğunda mevcut olmayışı da[60] ayrı bir üzüntü kaynağıdır. Geçmişte gerek din ilimleri gerekse fen bilimleri alanında oldukça münbit bir toprak olan Orta Asya bölgesinin, yeniden kendisini tarihteki yerine layık bir konuma yülseltecek alim ve bilginleri yetiştirmesi dileğiyle millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un yüzyılın başlarında yazdığı şu iki beyitle sözlerimi bitirmek istiyorum:

O Buhara! O mubarek, o muazzam toprak!
Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak!
İbn-i Sina’ları yüzlerce doğurmuş iklim,
Tek çocuk vermiyor âgûşuna ilmin, ne akim.[61]

Dr. Âdem YERİNDE

Sofya Yüksek İslâm Enstitüsü / Bulgaristan

TARİH : Bartınlı Es-Seyyid İbrahim Hamdi Efendi’nin Atlas’ında Eflak ve Boğdan (Memleketeyn)


Bartnl Es-Seyyid brahim Hamdi Efendi’nin Atlas’nda Eflak ve Bodan (Memleketeyn).pdf

KARA PARA DOSYASI : Panama Bandıralı Gemiler Nereye Demirler ?


KAYNAK : Stratejik Düşünce Enstitüsü

Son günlerde “Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (ICIJ), dünya genelinde 130 bin kişinin adının geçtiği Offshore hesaplarındaki kirli çamaşırları ortaya döktü” şeklinde haberler görüyoruz. 2010 sonunda WikiLeaks belgeleri ile diplomatik dedikodular fa’şedilerek bu ifşaatların köpürtülmesiyle devletlerarası politik çatışmalar hedeflenmiş, devlet adamlarının kirli ilişkileri, rakipleri hakkında kanaatleri ortaya çıkartılmıştı. WikiLeaks’le özellikle ve ağırlıklı olarak İslam ülkelerinin liderleri hedef alınmıştı. Büyük Orta Doğu Projesi ile gerçekleştirilemeyen dosyalar tozlu raflara kaldırılmış ama bu defa Müslüman ülkelerin bu dedikodularla istikrarsızlaşması hedeflenmişti. Ama bunu da tam olarak beceremediler.

Şimdi WikiLeaks’e benzer bir ifşaat dünyayı sarsıyor. Bu defa olay, dedikodu olmanın çok çok ötesinde önem taşıyor. Kendi halkının parasını çalan devlet adamları, kara para aklayan baronlar, vergi kaçıran işadamları bir anda açıkta kalacaklar. Bu, kalabalık içinde normal giyimli dolaşan birinin bir anda çırılçıplak hale gelmesi gibi etki doğuracak bir gelişme. Dedikoduların te’vilini bir şekilde yapabilirsiniz. Ama Panama belgeleri, öyle kolay kolay izah edilebilecek konu değil.

Panama Belgeleri’nin sızdırılmasını, gizli paraları deşifre edip bulunduğu yerden ürküterek, oradan kaçan sermayenin kendi ülkesine yönelmesi amacıyla yapılmış bir Amerikan projesi olarak görenler veya gösterenler var.

Şunu unutmamak lazım ki Panama, Kıbrıs Rum kesimi, İsviçre, Cayman Adaları, Singapur ve Hong Kong gibi kara para cenneti küçük ülkelerin bu işleri kendi başlarına yapabilmeleri mümkün değil. Bu işler güçlü dünya devletlerinin izni, talebi ve korumasıyla yapılıyordu. Dolayısıyla Panama Belgeleri’nin fa’şedilmesini bir ABD projesi gibi görmek ve göstermek son derece yanlış ve yanıltıcı olur. ABD piyasalarının iflası ve intiharı olur. Eğer bu paralar Kıbrıs Rum Kesimi, İsviçre, Cayman Adaları, Singapur ve Hong Kong gibi merkezlerden kaçarsa ABD piyasalarına girmez. Üstelik bu Panama Belgeleri’ni CIA deşifre ediyorsa yatırımcılar bu CIA’in devletine neden güvensinler ki..?

Hatırlayınız… Çin son on yıldır üst üste astronomik büyüme rakamları açıklıyor ve dünyayı şaşkına çeviriyordu. Yaklaşık 2 ay kadar önce birileri çıktı ve Çin’in büyüme efsanesinin sadece balon olduğunu, Pekin yönetiminin dünyayı aldattığını, sahte rakamlarla hak etmediği kadar yabancı sermaye çektiğini deşifre etmişti. Bir anda “Çin malı büyüme” anlaşıldı ve balon söndü. Aldatılan yatırımcılar, hesapları yeniden yapmaya ve Çin’den kaçmaya başladılar. Peki Çin’den kaçan sermaye nereye yönelecekti? ABD ve Avrupa’ya… Hâlbuki Panama Belgeleri neyi ortaya çıkardı? Batı bankacılık sistemi ve Offshore piyasalarının güvensiz olduğunu ve asla tercih edilmemesi gerektiğini.

Çin’den kaçan Avrupa ve ABD sistemine de asla güven duymayan sermaye nereye yönelecek! Yeniden Çin’e ve Batı’ya mı?

Öyle görülüyor ki, Panama Belgeleri’nin sızdırılması en çok ABD’yi ve Avrupa’yı etkileyecek. Beşşar Esad ve rejimi, siyasi olarak Rusya’ya ve İran’a sığınmıştı, satıldı. Paralel örgüt, ABD’ye sığınmıştı, satılacak. PKK, ABD ve Rusya’ya sığınmıştı, satılacaklar… Kendi halkından kaçıp başkalarına sığınanlar nasıl ki satıldılar ve satılacaklar; halktan kaçırdıkları paralarla Batı’ya sığınanlar da bundan böyle rahat olamayacaklar.

2 ay önce Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil Bin Cübeyr "Dünyanın ekonomisine katkı sağlayan ABD, Avrupa ve Çin’de bulunan 7,6 trilyon dolar İslam ülkelerine ait yatırım ve paraları geri çekilebiliriz. Bu durumda dünya ekonomisinin ne hale geleceğini Batılı ve Çinli dostlarımız bir kez daha düşünsünler. Ortak geçmişimiz olan dostumuz Türkiye ile ciddi mali çalışmalarımızı başlattık. Türkiye Bankalarında ciddi yatırımlarda bulunacağız” demiş miydi?

Bundan hemen sonra neler oldu? Çin’in büyüme rakamlarının balon olduğu patladı. Çin piyasası allak bullak oldu. Şimdi de Batı’daki bankacılık sisteminin gizlilik perdesi ortadan kaldırıldı. Panama olayı sadece Batı’nın gizli bankacılık sisteminin çökmesi anlamına gelmiyor. ABD başta olmak üzere dimağlarda büyütülen Batı efsanesinin de çökme sürecini başlatıyor. Batı’nın geliştirdiği teknolojik sistemlerin ne kadar da kırılgan ve güvensiz olduğunu gösteriyor.

Hani 8 Mart 2014’te Malezya Havayolları’na ait 370 sefer sayılı uçağın 239 yolcu ve mürettebatla, kaybolması üzerine o uçağı 2 yılı aşkın bir süre hala arayan ve bulamayan teknoloji diyorum..!

Bakalım Panama bandıralı gemiler nereye demirleyecek?

İSRAİL DOSYASI : ŞOK ! Sığınmacıların Arkasında İsrail !


Tehlike ağır!

İSRAİL’E YENİ TOPRAKLAR

İsrail’in Ortadoğu’daki yeni stratejisi, etnik ve mezhepsel farklılar temelinde Müslüman ülkelerin iç savaşa kışkırtılarak birbirine kırdırılması, parçalanması ve İsrail’e müttefikler kurulması esasına dayanmaktır.

Irak olduğu gibi Suriye de İsrail’in hedefindedir.

Lübnan’ın beş parçaya, Suriye’nin de beşten az olmamak üzere parçacıklara ayrılması İsrail planının temel taşlarıdır.

Dünya Siyonist Dergisi Kivunim’de yayımlanan İsrail planında yer alan SURİYE ve LÜBNAN tasaraıları bu tespitlerimizi tartışmasız bir şekilde kanıtlamaktadır:

“…Batı cephesi yüzeyde daha problematik gözükse de aslında manşet olan olayların çoğunun son zamanlarda meydana geldiği Doğu cephesinden daha az karmaşıktır. Lübnan’ın beş bölgeye bölünmesi Mısır, Suriye ve Irak da dahil olmak üzere tüm Arap dünyası için bir başlangıçtır ve aslında Arap yarımadası şimdiden bu yolda ilerlemektedir.

Suriye ve daha sonra Irak’ın feshi ve Lübnan’da olduğu gibi etnik ve dini bölgelere ayrılması İsrail’in uzun vadede Doğu cephesindeki bir numaralı hedefidir ve bunun için kısa vadede bu devletlerin askeri gücünün feshi ana hedeftir.

Suriye etnik ve dini yapısına istinaden tıpkı bugün Lübnan’da olduğu gibi birkaç eyalete bölünecek ve kıyıda Şii-Alevi bir eyalet, Halep bölgesinde Sünni bir eyalet, Şam’da Kuzey komşusuna düşman olan bir diğer Sünni eyalet olacak ve Dürziler de belki bize ait olan Golan’da, mutlaka Havran’da Kuzey Ürdün’de başka eyaletler kuracaklardır. Bu gelişmeler uzun vadede barış ve güvenlik için garantör olacaktır ve bu hedef bugün bile erişebileceğimiz bir noktadadır.”

NEDEN SURİYE?

İsrail’e en yakın tehdit Suriye’dir. Lübnan’daki Hizbullah varlığı da İran-Suriye ekseninden aldığı güçle İsrail’e yine bir tehdit olarak ortaya çıkmaktadır.

Suriye’nin parçalanması halinde Lübnan desteği kesilecek ve İsrail, Suriye toprakları üzerinde oynayacağı bir boş alan kendine yaratacaktır.

İsrail bu planını Tevrat’ta yer alan ayetlerle de desteklemektedir. İşin içine Tevrat’ın girmesi, İsrail’e hem Musevi hem de Hristiyan dünyasından büyük destek sağlamaktadır.

Tevrat’ın kehanete göre Şam’ın Babil ve Mısır’dan öte kalır yanı olmayacaktır; yıkılacaktır, onuru kırılacaktır, çok insan öldürülecektir, nerdeyse taş üstünde taş kalmayacaktır.

Tevrat’ta Yahudi Peygamberi Yeşaya işte böyle söylemektedir:

– “…Şam’la ilgili bildiri: İşte Şam kent olmaktan çıkacak, Enkaz yığınına dönecek. Aroer kentleri terk edilecek, hayvan sürüleri orada yatacak, onları ürküten olmayacak. Efrayim’de surlu kent kalmayacak, Şam’ın egemenliği yok olacak. Sağ kalan Aramlılar’ın onuru İsrail’in onuru gibi kırılacak…

– Eyvah, çok sayıda ulus kükrüyor, azgın deniz gibi gürlüyorlar. Halklar güçlü sular gibi çağlıyor. Halklar kabaran sular gibi çağlayabilir, Ama Tanrı onları azarlayınca uzaklara kaçacaklar. Rüzgarın önünde dağdaki saman ufağı gibi, Kasırganın önünde diken yumağı gibi savrulacaklar. Akşam dehşet saçıyorlardı, sabah olmadan yok olup gittiler. Bizi yağmalayanların, bizi soyanların sonu budur[2].

Bugün 19 Nisan 2016…

Tıpkı İsrail planında olduğu gibi Suriye’nin Halep kenti yanıyor, ülke iç savaşta, kardeş kardeşi öldürüyor, yüzyıllardır birlikte yaşamış olan insanlar birbirlerini öldürüyor.

Öte yanda Suriye boşalıyor; terk ediliyor ve Türkiye’ye gelen belki de 4 milyona yakın Suriyelini geri dönmeye pek de niyeti yok!

Ne yazık ki Suriye’nin düşürüldüğü bu duruma en fazla katkı sağlayan, muhalif unsurları kışkırtıp doğrudan destek veren tek Müslüman ülke de Türkiye oluyor, tıpkı Libya ve Mısır’da, tıpkı Irak’ta yaptığı gibi.

Şimdi soru şu; Türkiye’ye gelen bu 4 milyon sığınmacı kim?

İkinci soru da; Suriye’nin boşalan topraklarına kim gelip yerleşecek?

İlk sorunun cevabı için, bu gelen kişilerle 1915, 1924 ve 1930 Van-Hakkari ve Ağrı isyanlarından kaçıp Suriye’ye gidenler arasındaki soy bağlarına bir bakmalı!

İkinci sorunun cevabına gelince… Kendi çıkarları için Suriye’yi yakıp yıkan Yahudi siyaseti elbet bunun için de bir tedbir düşünmüştür!

Bu noktada son soru şu olmalı; AKP siyaseti neden 4 milyona yakın sığınmacıyı ülkeye alıyor ve İsrail planına kapıları sonuna kadar açıyor?

BİLGETÜRK

TARİH : Şeyh Şamil ve Aile Fertlerinin Knez A. İ. Baryatinskiy’e Yazdıkları Bazı Mektuplar


eyh amil ve Aile Fertlerinin Knez A. . Baryatinskiy’e Yazdklar Baz Mektuplar.pdf

RUSYA DOSYASI : Türkiye ve Rusya Federasyonu Ticari İlişkileri


Trkiye ve Rusya Federasyonu Ticari likileri.pdf

TARİH /// Doğu Akdeniz’de İngiliz Ticareti : İskenderun-Londra Hattında İngiliz Ticaret Filosu (1704 -1706)


Dou Akdeniz’de ngiliz Ticareti – skenderun-Londra Hattnda ngiliz Ticaret Filosu (1704-1706).pdf

TARİH : Delhi Türk Sultanlarının Telingana Seferleri


Delhi Trk Sultanlarnn Telingana Seferleri.pdf

TARİH /// VİDEO : Türkler Belgeseli & Bölüm 5 – Büyük Buluşma


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=dPlcExPC3QY

DİN & DİYANET DOSYASI /// SAADET ORUÇ : İslam Zirvesi Neden Önemliydi ?


SAADET ORUÇ

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında düzenlenen 13. İslam Zirvesi, sonuçları itibariyle önemli fırsatlar sunan bir buluşma oldu. “Dünya beşten büyüktür” şiarıyla Birleşmiş Milletler’in bir kaç küresel aktörün satranç tahtası haline gelmesine güçlü bir itiraz geldi zirveden. Yeni bir refleksle, küresel sistemde Müslüman ülkelerin hak ettiği yeri yakalaması için zemin arayışlarına sahne oldu. Zirvenin önemini anlamak için momentumu en basit haliyle tasvir edelim.

Müslüman ülkelerden savaşlar, felaketler, göç dalgaları eksik olmuyor. Batı başkentlerinde neredeyse aylık periyotlarla, Ortadoğu kentlerinde ise aşağı yukarı günlük formatlarda bombalar patlıyor. Patlayan her bombanın neden olduğu onlarca kayıp da Müslüman ülkelerin hanesine fatura ediliyor. Batılı için, yönetenlerinin özenle hazırladığı stratejilerinin sonucu olarak domuz eti yemeyen, alkol almayan her kişi potansiyel terörist, kelime-i şahadet getiren her Müslüman irkilerek bakılacak bir hedef haline gelmek üzere. Cadı avına az kaldı Batı dünyasında. İslam adını kullanarak teröre başvuran odaklarla mücadeleyi Müslüman ülkelerin ortak mücadelesi sonuca ulaştırabilir. Batı’nın yakalandığı İslamofobi ve ayrımcılık hastalığından kurtulmasına da yine İslam ülkeleri yardımcı olabilir. Ama önce ekonomisiyle, güvenliğiyle, kadın ve gençlik gibi başlıklardaki atılımlarıyla küresel sistemde söyleyecek sözü, yapacak itirazı ve önerecek yöntemi olan bir noktanın yakalanması hedefleniyor.

Somut pek çok öneri getirildi. Daha önceki İslam Zirvelerinin aksine, lafta kalmayan, hayata geçirilecek olan kararlar alındı. Türkiye, İİT’yi alışıldık hantal yapısından kurtarmayı hedefliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında yeni bir paradigma oluşuyor. Batı’ya ters düşmeyen ama bu coğrafyanın da söyleyecek sözü var diyen, ayakları yere sağlam basan, bağırmadan altını doldurduğu gerekçeleriyle haklılığını ortaya koyan yeni bir duruş. Takipçisi olalım hep birlikte… Barış ve adalet için.

Türkiye-İran: Bölgesel çözümler için ortaklık

İran Devlet Başkanı Hasan Ruhani Ankara’ya resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Çok sayıda anlaşmanın imzalandığı stratejik öneme sahip bir toplantıya ev sahipliği yaptı Ankara. Cumhurbaşkanı Erdoğan, İranlı muhatabı Ruhani ile İslam Zirvesi vesilesiyle İstanbul’da bir araya gelmişti. Ankara’daki ikinci randevuda, öncelikli olarak bölgesel sorunlara dışarıdan güçlerin değil, bölgesel aktörlerin çözüm bulmasının önemine dikkat çekildi. Ambargo nedeniyle 22 milyar dolardan 10 milyar dolara gerileyen ticaret hacminin 30 milyar dolara çıkarılması hedefinin altını çizdi Cumhurbaşkanı Erdoğan. Bankacılık ve borsa alanında atılacak ortak adımlar da dönüm noktası niteliğinde. İran, uzun yıllar süren ambargonun ardından dünya pazarı ve küresel sermayeyle yeni bir sayfa açıyor. Bölgedeki pek çok krizin da alt metninde bu sayfaya geçişin doğum sancıları yatıyor. İran ile Türkiye arasında belirli politik konularda görüş ayrılıkları mevcut elbette. Ancak Ankara randevusu, bölge sözlüğünde güç kavramının karşısında isimleri yazan bu iki ülkenin işbirliği için sağlam bir zemin sundu.

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI /// PROF. DR. BERİL DEDEOĞLU : DAEŞ Füzeleri


Prof. Dr. BERİL DEDEOĞLU

Son üç ayda Kilis’e otuzdan fazla füze, yüzlerce de mermi atıldı; bu saldırılarda yedi kişi hayatını kaybetti, birçok kişi yaralandı.

DAEŞ, Türkiye sınırına yakın bölgeleri her ele geçirdiğinde silahlarının birazını da Türkiye’ye çeviriyor. Rastgele yollanan füzelerin ilk geldiği dönemde, bunların ÖSO ile mücadele sırasında rotasını şaşıran füzeler olduğu varsayımıyla “düşme” sözü kullanılıyordu. Bugün artık füzelerin düştüğünü değil, atıldığını söylemek durumundayız.

Her ne kadar çok belirli bir hedefe yönelik füzeler olduğu söylenemese de, sonuç itibarıyla şehri hedef alan ve menzili yettiği ölçüde sivillere zarar verme amacı taşıyan bir saldırı söz konusu. Yaklaşık iki kilometre çapı olan bir alanda etkili olan bu füzeler, kolay taşınabilir ve atış yaptıktan sonra hemen başka yere taşınabilir aygıtlarla atılıyormuş; söylenen bu. Hedef sabit olmayınca, füze ateşlendikten sonra bunun bertaraf edilmesini sağlayacak karşı vuruşun hedefi tutturması zor oluyormuş. Tam bir vur kaç eylemi ve bu haliyle de Türkiye’ye yönelik saldırılar yapıldığı çok açık.

Amaç müdahaleye zorlamak değil

DAEŞ’in şehirlerde düzenlediği büyük terör eylemleri, Türkiye’yi DAEŞ’le mücadeleye davet eden, bu örgütün saldırdığı diğer devletlerle Türkiye’yi aynı safa iten, Türkiye ile Avrupa ülkelerini işbirliğine zorlayan bir ortam yaratmaya yönetmelikti. Tam olarak örgütün amacı bu muydu bilinmez, ancak yarattığı etki bu yönde sonuçları zorladı.

Kilis sınırından yapılan saldırıların ise Türkiye’nin doğrudan global dış ilişkilerini etkilemeye yönelik gibi gözükmüyor. Bu saldırılar daha çok bölgesel nitelikte gibi.

Sınırlarının dışından bir ülkeye füze atılması, esasen savaş sebebidir. DAEŞ bu saldırılarıyla Türkiye’yi Suriye topraklarına sokmaya çalışıyor desek, Türkiye’nin bu türden bir davete icabet etmek için çok fazla tahrikle karşılaştığını ve Suriye topraklarına girmeme kararlılığını defalarca gösterdiğini hatırlamamız gerekir.

DAEŞ, muhtemelen Türkiye’nin sadece sınırdan karşılık vereceğini biliyordur. Bu durumda örgüt, yaptığı saldırılarla başka bir şey ifade etmeye çalışıyor demektir.

Amaç, dolaylı baskı

DAEŞ, öncelikle ÖSO’nun, yani Türkiye’nin desteklediği muhalif grubun pek de güçlü olmadığını, sınır bölgesini tutacak kapasitesinin bulunmadığını söylüyor. Bu bir anlamda Türkiye’nin de kendi sınır hattını korumada pek başarılı olamadığını ima eder. Ancak öte yandan safları DAEŞ’e kaptıran ÖSO’nun Türkiye tarafından daha fazla desteklenmesi gereği ortaya çıkar diye de füze atışları sıklaşmış olabilir. Diğer bir ifadeyle DAEŞ, Türkiye’nin ÖSO üzerinden dahi olsa Suriye sorunsalından uzak durması uyarısında bulunuyor.

DAEŞ, hesapta hem Suriyeli silahlı Kürt gruplarla, hem rejim güçleriyle, hem Esad rejimiyle, hem de Rusya ile mücadele ediyor. Ama sonuçta DAEŞ, Esad rejiminin varlığını sürdürmesine, Rusya’nın Suriye’de kalmasına, Kürtlerin güçlenmesine ve Türkiye’nin de kendi sınırları içinde kalmasına yol açıyor.

Bu sonuca rağmen DAEŞ’in Kilis’e yolladığı füzelerin işaret ettiği bir başka konu daha olabilir. Eğer ÖSO sınır bölgesini denetimde tutamayacaksa, Türkiye DAEŞ’le mücadele adına Suriye’ye girmeyecekse ve örgütle mücadele eden güçler de bu hatta etkili olamayacaklarsa, o zaman Türkiye kendi güvenliği için başka bir grupla işbirliğine yönelebilir. Üstelik seçenek de fazla yok; DAEŞ’le mücadele edebilecek gruplar belli.

Amacı kestirmek kolay değil ama eylemlerin etkileri bakımından sanki DAEŞ Türkiye için Suriyeli Kürt grupları işaret ediyor.

TATAR TÜRKLERİ DOSYASI /// İKLİL KURBAN : TATAR BAĞIMSIZLIĞI UĞRUNA SAVAŞ


Yıl 1990 Ağustos ayı, yani bundan tam 20 yıl önce, Tatar ulusu tüm dünyaya bağımsızlık bildirisini ilan etmişti. Bu bir rastlantı değil, “Yaşlı Tarihin Yankısı” idi. Bilindiği gibi Tatar devletinin başkenti olan Kazan şehri, 1552 yılının Ekim ayında, başında Çar Korkunç İvan’ın (1530-1584) bulunduğu 150.000 kişilik Rus ordusu tarafından işgal edilmiş ve insanlık tarihinin en facialı-en kanlı Tatar soykırımı gerçekleştirilmişti. Erkek-kadın-çocuk demeden 30.000 kişilik Kazanlı Tatar kılıçtan geçirilip, şehir büsbütün Tatardan arındırılmıştı. Fakat bu soykırım Tatarların sonu değildi. İşte o günden bu güne kadar geçen bu 458 yıl (1552-2010), geride kalan Tatarların ulusal intikamı uğruna-kaybettiği devleti uğruna, Ruslara karşı aralıksız savaş yılları olarak tarihe geçmiştir. Yüz yıllar boyu sürüp giden bu ölüm kalım savaşı, insanlık tarihinde ve günümüz dünyasında da, bir intikam örneği-bir direniş sembolü olarak algılanmaktadır. Evet, bu korkunç soykırım gereği Ruslar, Tatarların ezeli ve ebedi düşmanı olma kimliğini kazanmıştır.

Bir ulus için bağımsızlıktan daha değerli, bir birey için özgürlükten daha tatlı hiçbir şey yoktur. Tatar ulusu tüm tarihi boyunca bu değerlere bağlı ve sadık kalmış, canı pahasına en çetin savaşları günümüze kadar sürdüre gelmiştir. Tatarlara göre, bağımsızlık ve özgürlük “benim karakterimdir.”

Kazan şehrinin düşmesi tüm Kazan Hanlığının, tüm Tatar dünyasının düşmesi anlamına gelmez. Kazan Hanlığının son hanı Süyümbike’nin kardeşi Ali Ekrem, Batır Şah ve Salavat Yolay gibi kahramanlar başkanlığındaki çetin ve kanlı direnişler yıllar boyu sürüp gidecektir. Sibirya Tatarlarının hanı Küçüm Han’ın Ruslara karşı yürüttüğü ölüm kalım savaşı Moskova’yı derinden sarsacaktır. Sadece kaba güç kullanma yoluyla Tatarları yok etmenin olanaksızlığını kabul eden Ruslar, Tatarların Hıristiyanlaştırılmasının-Ruslaştırılmasının çarelerini ararlar ve bu işte bir dereceye kadar başarılı da olurlar. Bugünkü Kreşin (Tapındırılmış) Tatarlar bu çarelerin ürünüdür. Fakat Ruslar ne yapsalar da Tatarlar bitmez.

XX. Yüzyıl başları… Rus-Japon Savaşı ve Şubat-Ekim Devrimleri sonucu, kuruluşunu Çar Korkunç İvan’ın başlattığı Avrasya’nın yarısını işgal etmiş Çarizm Rusya’sı sarsılır. Bu fırsatı değerlendiren Tatarlar tarihlerinin en yalın ve en şiddetli siyasi savaşını başlatırlar. Başında Mirseyit Sultangaliyev (1892-1940), İlyas Aklin (1895-1937) ve Zeki Velidi Toğan’ların (1890-1970) bulunduğu bu siyasi savaş, Lenin (1870-1923) ve Stalin’in (1879-1953) aldatıcı oyunları sonucu amacına ulaşamaz. Sultangaliyev ve Alkin’ler öldürülür, Toğan yurt dışına kaçar. Zamana ayak uydurmada çaresiz kalan Çarizmin yerini komünizm alır, fakat Rusya sınırları sabit kalır.

XX. Yüzyıl sonları… Aynı Çarizm gibi komünizm de zamana ayak uydurmakta çaresizdir. Demokrasi, özgürlük ve ulusal devlet ilkelerinin gittikçe güçlenerek bayrak kaldırması sonucu, dünyamızda Çarizme yer kalmadığı gibi komünizme de yer kalmadığı anlaşılmaktadır. İnsanlık, artık insan hakları kavramını anlamış ve bunun gereği, insanlık düşmanı emperyalizmin bulunmadığı bambaşka yeni bir düzen-yeni bir dünya arzulamaktadır. Tüm tarihleri boyunca emperyalizm uğruna kan dökmüş olan Ruslar çaresizdir…..

Bağımsızlık ve özgürlük uğruna canını feda eden Mirseyit Sultangaliyev’ın öldürülmesinden tam yarım yüzyıl (1940-1990) geçmişti. Yıl 1990 Temmuz ayı, Boris Yeltsin Tataristan’a gelir. O, Tataristan’ın birçok bölgelerini gezdikten sonra, Kazan’daki Yazarlar Birliğinin salonunda Tatar aydınlarının sorularını yanıtlar. Onun konuşması içindeki en can alıcı deyişi, “Bağımsızlık istediğiniz kadar olsun, ne kadar hazmedebilseniz, o kadar olsun” olmuştur. Yeltsin bu deyişi ile Tatarlar arasında ne kadar taraftar toplayabildiyse, Tatarlar da bu deyişi kendi amaçları uğruna o kadar kullanabilmiştir. Elbette o zaman Rus Emperyalizme karşı esen, demokrasi-özgürlük-ulusal devlet ilkelerinin yıkıcı-güçlü esintilerini sağ selim atlatabilmede bu deyişin Yeltsin için çok yararlı olduğunda hiç kuşku yoktur. Fakat bu deyişin aldatıcı etkisi, Tatarları geleceğe dönük tedbirsiz bırakmakla kalmamış, Tatar bağımsızlık inancını “Rus güvencesi altına almıştır”(!)

Böylece Tatar ulusunun yüzyıllar boyu uğrunda savaştığı, bağımsızlık ve ulusal devlet olarak yüreklerine işlenmiş arzularının gerçekleşeceği günler gelip çatmış gibiydi… Yeltsin’in deyişini de arkasına alan Tatarlar 30 Ağustos 1990 yılında “Devlet Bağımsızlığı Bildirisi”ni emin bir halde dünyaya ilan ederler. İşte o günden başlayarak 30 Ağustos bağımsızlık bayramı olarak coşkulu bir şekilde kutlanmaya başlar. Bu bayramın coşkusunu yaşamak, 30.08.1995 günü bana da nasip olmuştu. Fakat bu günlerde Tatar ulusunun görünürde ne kadar mutlu ise de, eski günlerini hatırlatan kaygıları da az değildi. Şubat 1994 yılında Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin ile Tataristan Devlet Başkanı Mintimer Şeymiyev arasında “Yetki Paylaşımı” olarak adlandırılan bir anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşma gereği, Tatarların bu güne kadar elde ettiği tüm hakları geçersiz sayılmış, Yeltsin’in 1990 yılında söylediği aldatmacasının zamanı geçmiş-rolü bitmiş, artık Emperyalist Rusya düştüğü yerinden kalkmıştır. Şeymiyev bu imzası karşılığında Tatar bağımsızlığının bir numaralı haini olma kimliğini hak etmiştir.

Yıl 2000, Yeltsin halef seçiminde yanılmaz, yalancılıkta-namussuzlukta-ikiyüzlülükte kendisini aratmayacak kadar mükemmel olan Vladimir Putin’i yerine koyup kendisi ölüme gider. Rusya adım adım, görünümü farklı, fakat özü aynı olan Korkunç İvan’ın, Büyük Petro’nun (1672-1725) ve Stalin’in yönettiği Çarizm ülkesi haline gelirken, bu yeniden doğuş sürecinde eski KGB ajanı olan Vladimir Putin hayati rol oynamıştır. Bu sebeple Tatarlar Putin’e “Küçük Stalin” adını vermiştir. Putin iktidara gelir gelmez 300.000 Çeçen’i boğazlayarak Çeçen bağımsızlık sorununu bertaraf ederken, sırada Tatar bağımsızlık sorunu beklemekteydi. Putin Çeçenlere kullandığı yöntemi Tatarlara kullanmaktan çekinir ve sinsi-aldatıcı-ikiyüzlü yöntemlere başvurur. O sık sık Kazan’a gelir ve bir-iki cümle Tatarca konuşup-Tatar yanlısı gözüküp, çevresindeki yalakalarının alkışını kazanır. 2005 yılının Ağustos ayında, “Kazan’ın 1000 Yıllığı” denilen bir yalanın eşliğinde Kazan’a gelen Putin, dinleyicilerine şöyle seslenir: “Kazan 1000 yaşındadır, bu yıl 30 Ağustos günü Kazan’ın doğum günü olarak kutlanmalıdır. Bağımsızlık demek ne demek?! Rusya devletinin ulusu yaratılacaktır!” der. Böylece Putin’e göre, 30 Ağustos bağımsızlık günü, Kazan’ın doğum günü olarak bitmiştir. O bu sözlerini daha da kalıcı konuma getirmek ve Tatar hainlerini çoğaltmak amacıyla, kendisinin imzaladığı “Kazan’ın 1000 Yıllığı” adını taşıyan madalya almak isteyen herkese verilir. Putin’in Tatarlara yönelik işlediği cinayetlerinin hızı kesilmez-sonu gelmez. İçi tamamen boşaltılıp sadece adı kalmış Tataristan Cumhuriyeti, Rusya’yı oluşturan 85 bölgenin biri haline getirilir; başkanı Moskova tarafından tayin edilir; “Kazan Devlet Üniversitesi”, “Bölge Üniversitesi” olarak değiştirilir. vesaire… Şu günlerde Tatar okulları sürekli kapatılıp, Tatar dilinin yok edilmesi Putin’in acil gündemindedir. Putin’in Türklük aleyhindeki bu cinayetleri Kazan ile sınırlı kalmaz Türkiye’ye de taşınmıştır.

Emperyalist Rusya’nın bugünkü böyle kudurmuş döneminde, aynı Çar Korkunç İvan devrindeki hain Tatar mirzaları gibi, günümüzdeki ikiyüzlü Tatar hainlerinin de alabildiğine at oynattığını nefretle seyretmekteyiz. Bunlar yetmiyor gibi bazı çıkarcı-ilkesiz hükümetlerin de, Rusya karşısındaki yalakalık eylemlerine de tiksintiyle şahit olmaktayız. Bunlar geçicidir. Yaradılışından günümüze kadar tüm dünyayla-tüm insanlıkla düşmanlaşa gelen Ruslar-zalim ve arsızdır. Vahşi eski Çarizm nasıl çöktüyse, kan içici Sovyetler nasıl çöktüyse, başında cellat Putin’in bulunduğu bu yırtıcı yeni Çarizm de öyle çökecektir ki, bu tarihin hükmü, insanlığın iradesidir. Ruslar bundan 1000 yıl önce çıktığı eski inine-Moskova yöresindeki bataklığa elbette geri dönecektir. Çünkü yaşamda ve doğada başkalarını yiyerek geçinen yırtıcıların sonu hep böyledir. Onların işledikleri cinayetler, başkalarının yurdunda kalabilme-yaşayabilme olanağını-saygınlığını yiyip bitirmiştir.

Türk-Tatar ulusu uzun tarihinde büyük kahramanlar, destanlar ve olağanüstü mucizeler yaratmış ulu olan bir ulustur. Ululuk Türklüğün özünde vardır. Yaradılışı alçak olan Rusların yarattığı bugünkü bu kölelik-kulluk elbette geçicidir, ululuk karşısında alçaklık her zaman ölüme mahkumdur. Putin’in Kazan’dayken Tatarlara karşı Çeçenlere oranla çekingen davranışının sırrı budur-korku. Tüm canilerin ayrılmaz dostu korkudur.

IRAK DOSYASI /// El-Abadi’yi iktidardan kim uzaklaştırıyor : İranlılar mı yoksa Amerikalılar mı ? Neden ?


Son iki haftadır, pek çok nedenden dolayı Irak’ta reform yapma çağrıları yoğunlaşmaya ve yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştır. İlk olarak, Irak’ta El Abadi’yi iktidara getirme konusunda etkili olan Ayetullah Ali Sistani’nin temsil ettiği Şii Marja desteğini çekmiştir. Gerekçe olarak El Abadi hükümetinin reformları gerçekleştirmede başarısız olduğunu söylemiştir. İkinci olarak, geniş bir kitle tarafından desteklenen ve güçlü bir konuma sahip olan genç din adamı Mukteda El Sadr taraftarlarına hükümeti devirmek için Yeşil Bölge’ye girme çağrısında bulunmuştur. 4 Mart Cuma günü on binlerce Iraklı, Yeşil Bölge’ye girmiştir. Göstericilerin tek talebi şöyle olmuştur: “Kahrolsun yozlaşmış hükümet! Temiz ve etkili bir teknokrat hükümet istiyoruz”. El Sadr, El Abadi’nin 2014 yılında kurduğu koalisyon hükümetinden desteğini çektiğini ifade etmiş ve hükümet görevden çekilene kadar protestoları artırmakla tehdit etmiştir. Sözünü yerine getirmek için kendisi ve binlerce taraftarı Yeşil Bölge’deki varlıklarını güçlendirmiştir. Bu, Irak’taki durumu çok kritik bir hale getirmiştir. Bağdat’ta farklı senaryolara ilişkin birçok endişe verici söylenti dolaşmaktadır. Bu senaryolar arasında silahlı Şii gruplar arasında bir çatışma olması ve 2006-2014 yılları arasında başbakanlık yapan, Davet partisi mensubu Nuri el-Maliki’ye bağlı subayların bir askeri darbe girişimi gerçekleştirme ihtimalleri bulunmaktadır. Aslında, Sadr’ın milislerinin Bağdat’tan çekilmemesi durumunda El Maliki grubu, silahlı taraftarlarına çatışma emri vermek zorunda kalacakları tehdidinde bulunmuştur. Nihayetinde, bu olaylar zinciri Başbakan Abadi’yi onaylanması beklenen yeni bir kabine oluşturmaya itmiştir.

El Sadr, hükümete karşı muhalif tutumunu daha yoğun bir biçimde hissettirmeden önce de her cuma gerçekleşen barışçıl toplantılar düzenlenmiştir. Bu toplantılar mezhebe dayalı, yozlaşmış ve din adamlarını temel alan hükümete son vermek ve sivil bir yönetim kurmak isteyen El Hirak El Madani isimli bir grup tarafından düzenlenmiştir. Sadr, son zamanlarda devam eden protestoların tarafında olduğunu ifade etmiş ve tüm Iraklıları protestolara katılmaya davet etmiştir. Bu durum büyüyerek El Abadi hükümetini ciddi anlamda tehdit edecek bir noktaya ulaşabilir.

El Abadi’ye her gruptan karşı çıkanlar olmakla birlikte, pek çok insan kendisinin Irak’ı bu çok yönlü ve kritik ulusal krizden çıkarma görevine uygun olmadığını düşünmektedir. Hem Sünni Irak Ulusal Güçler İttifakı hem de Kürdistan İttifakı kendilerine danışılmadığı sürece hükümette yapılacak hiçbir değişikliği kabul etmeyeceklerini vurgulamıştır. Her iki grup da Irak Şii Birliği’nin mezhep ve etnik köken temsiline bağlı olmayan bir hükümet kurma bahanesiyle kendilerini iktidarın dışında bırakacaklarından endişelenmektedir. Bu nedenle El Abadi’nin durumu pek de iç açıcı değildir. Burada cevaplanması gereken soru, Irak’taki bu iki güçlü aktörden hangisinin El Abadi’nin ayağını kaydırmaya çalışıyor olduğudur: İranlılar mı yoksa Amerikalılar mı? Neden?

Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) gücü azaldıkça IŞİD’den sonraki Irak’ı kimin kontrol edeceği ve bu topraklara kimin hâkim olacağı konusunda ABD ve İran arasında bir rekabet olduğu görülmektedir. Bu rekabet, Irak Şiileri siyasi yelpazesindeki iki rakip kamp (İran’ın desteklediği Nuri el-Maliki taraftarları ve ABD’nin desteklediği Haydar El Abadi) arasındaki belirgin mücadelede kendini göstermeye başlamaktadır. İki kamp arasındaki çatışmanın bir süredir gizliden devam ettiği, ancak Irak’taki IŞİD tehdidinden dolayı su yüzüne çıkmadığı görülmektedir.

Hem El Abadi hem de El Maliki 1960’ların sonlarında kurulan İslami Davet partisine bağlıdır. Aynı İslam hareketinden gelmiş olmalarına rağmen, El Maliki ve El Abadi’nin geçmişleri oldukça farklıdır. Maliki, güney Irak’ın kırsal kesimindeki bir köyde yetişmiş, Suriye ve İran’da sürgün hayatı yaşamıştır. Kendisi herhangi bir yabancı dil konuşmamakta ve Batı’ya karşı derinden bir nefret ve şüphe duymaktadır. Abadi ise kentli ve daha kültürlüdür. El Abadi ile çalışan Amerikan diplomatlar da onun hakkında olumlu bakış açısına sahiptir. Ancak El Abadi Irak’ın yönetimi konusunda pek çok sorunla karşılaşmaktadır. Bunlardan başta geleni ise kendisinin kararsız yapısı ve Davet partisinin ağır otoriter ve mezhebe dayalı zihniyetidir.

İran ve ABD’nin El Abadi’ye bakış açıları:

El Abadi her zaman ABD yönetimi ile yakın olma ve birlikte çalışma konusunu şiddetle savunmuştur. Bu durumun aksine, El Maliki 2008 yılında gerçekleştirilen müzakereler ve "Güçlerin Statüsü Anlaşması"nın imzalanması sürecinde ABD’nin Irak’ta doğrudan varlık göstermesini engellemeye çalışmıştır. El Abadi, ABD’nin Irak’ta yeniden harekete geçmesinin, Irak hükümetinin askeri destek açısından İran’a daha az bağımlı hale getireceğini düşünmektedir. İranlılar başlangıçta El Abadi’nin El Maliki yerine geçmesine karşı çıkmıştır. Ancak Sistani, El Maliki’nin artık Irak’ı yönetemeyeceği konusunda ısrar edince onlar da kabul etmişlerdir.

El Abadi, İran’ın Irak üzerindeki himayesinden rahatsız olmaktadır. Kendisinin İran Devrim Muhafızları (Kudüs Gücü) Komutanı Kasım Süleymani ile de yakın ilişkileri olmadığı görülmektedir.

Marja’nın El Abadi’yi desteklemesi, güçlü düşmanları karşısında elindeki tek gerçek dayanaktır. Bu düşmanlar arasında özellikle de İranlıların desteklediği 70,000 güçlü Haşdi Şaabi’nin (Halk Yığınları) korumasında olan El Maliki bulunmaktadır. Sistani aynı zamanda İran rejimi ve İran’daki Ayetullah Ali Hamaney’in temsil ettiği Velayet-i Fakih’i destekleyen, Kum’da bulunan din adamları ile de çatışma içindedir.

Ayrıca, İran’ın Irak’taki sert politikası pek çok Şii grubu yabancılaştırmıştır. Örneğin, Irak İslam Yüksek Konseyi “Davet” partisi ve Sadr hareketi İran’ın manipülasyonlarından dolayı iç bölünmeler yaşamıştır.

Son zamanlarda İran, El Abadi’nin ABD ile ilişkilerinin ilerlemesinden rahatsızlık duymuştur. ABD’nin de cesaretlendirmesiyle, El Abadi hükümeti büyük reformlar gerçekleştirecek bir teknokrat hükümeti kurmaya çalışmaktadır. İran yanlısı çevreler bunu Haşdi Şabi’yi ve kendilerini küçümseyecek bir girişim olarak görmektedir. El Abadi hükümeti Haşdi Şabi’yi Ramadi’nin Sünni bölgelerindeki mücadelelerin dışında tutmuştur ve Musul’da gerçekleşecek mücadele için de aynı şekilde davranmak niyetindedir. Bunun yerine, İranlılar El Maliki ve Haşdi Şabi lideri Hadi Alamiri ile çalışmaktadır. Bu durum, hükümetin reform programını riske atmıştır. Pek çok durumda, çoğunluk Sistani’nin söylediklerini İran’ın reformu engellemek için El Maliki ve Haşdi Şabi liderlerini desteklemesine yönelik bir protesto olarak görmüştür.

ABD, El Maliki’nin Bağdat’a geri dönme çabalarını durdurmak için Irak’ta daha aktif bir tutum sergilemezse El Abadi ülkeyi yönetmekte güçlük çekecektir. Yeni kabinenin ilanından beri karşılaştığı zorluklar da Irak’ta zaten arapsaçına dönmüş siyasi yapıda reform gerçekleştirmenin ne kadar zor olacağının diğer bir kanıtıdır.

KARA PARA DOSYASI : Putin’e “RIZA SARRAF” Dosyası !


Putin öyle bir savunma yaptı ki…

PUTİN: O HAYIRSEVER BİR İNSAN

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Saint Petersburg’daki bir medya forumundaki konuşmasında, ‘Panama Belgeleri’ne değindi.

Putin, "Panama Belgeleri’nde ben yokum. Bu belgelerin yolsuzlukla bir ilgisi yok" ifadelerini kullandı.

Rusya lideri Putin, şu vurguyu yaptı: "Bunlar, durumu içeriden istikrarsızlaştırmaya, bizi daha itaatkar hale getirmeye ve hükümete olan güveni sarsmaya yönelik girişimler. Bundan daha basit bir yöntem yok."

Panama Belgeleri’nde adının geçtiği söylenen ve yakın arkadaşı olan Rus müzisyen Sergey Roldugin’e de gönderme yapan Putin, "Rusya Devlet Başkanı’nın bir arkadaşı bir şeyler yapmış, bunun mutlaka yolsuzlukla bir ilgisi vardır (diye düşünüyorlar). Ama hayır, burada hiçbir yolsuzluk unsuru yok" dedi(Dış Basın).

Putin’in bu savunması Türkiye’de yaşanılan 17/25 yolsuzluk belgelerini hatırlattı, Rıza Sarraf’ı ve onunla bağlantılı kişileri hatırlattı.

O zaman da benzer şekilde yoılsuzlukla suçlanan kişiler "biz bu belgelerde yokuz, yolsuzluk yaptığı söylenen kişi hayırsever birisidir, bu olay yolsuzluk olayı değil, bir darbedir" gibisinden açıklamalar yapılmıştı…

Bakalım her iki olayda ve dosyada işin ucu nerelere kadar gidecek…

BİLGETÜRK

SURİYE DOSYASI /// PROF. DR. İBRAHİM KALIN : Suriye Savaşı, Kürtler ve Türkiye


Prof. Dr. İBRAHİM KALIN

Suriye’de ilk defa geniş çaplı ateşkes 26 Şubat 2016’da başladı. Münih Anlaşması’nın ne kadar etkili olacağını ve ateşkesin geleceğini herkes merak ediyor. Şu ana kadar yüze yakın irili ufaklı ihlal yaşandı. BM Genel Sekreterine bir mektup gönderen Suriye muhalefet lideri Riyad Hicab, ihlaller devam ederse 7 Mart’ta yapılması öngörülen görüşmelerin riske gireceğini söyledi.

Türkiye, DAİŞ karşıtı koalisyonun bir parçası ve bu terör örgütüne karşı alınacak tedbirleri destekliyor. Nitekim bu hafta TSK topları, DAİŞ hedeflerini vurdu. Türkiye sınırını hem DAİŞ, hem Esed rejimi, hem de diğer terör örgütlerinden temizlemeye çalışıyor.

Terör neden meşrulaştırılıyor?

Suriye savaşı, Türkiye için ciddi güvenlik riskleri oluşturuyor. Sınır güvenliği, göç, kaçakçılık, terör örgütleri bunların başında geliyor. Ankara’nın PYD/YPG ile ilgili kaygıları da bu bağlamda ele alınmalı.

İki temel unsur Türkiye’nin PYD/YPG konusunda açık ve sert bir tavır almasını zorunlu kılıyor. İlki YPG’nin Azez, Tel Rıfat ve Halep civarında muhaliflere saldırarak Afrin’in doğusuna geçme çabası. Böylece Halep-Kilis hattı tamamen kesilecek ve bu bölge rejime teslim edilecek.

YPG DAİŞ’le mücadele bahanesiyle muhalifleri zayıflatmayı ve topraklarını genişletmeyi planlıyor, bunu yaparken de Rusya ve Esed’in desteğini alıyor. Esed’in YPG’ye askeri destek verdiğini Beşar Caferi ve Buseyna Ebu Şaban gibi rejim sözcüleri artık açıkça ifade ediyor. Amerikalılar YPG ile Rusya arasındaki işbirliği olduğunu kabul ediyor ama bir şey söylemiyor. Son olarak İngiltere Dışişleri Hammond, PYD/YPG ile Rusya ve Esed rejimi arasında artan işbirliğinden rahatsız olduklarını açıkladı. Bu konuda uluslararası basında da daha fazla haber ve yorum çıkmaya başladı. Türkiye endişelerinde haksız değil.

Türkiye’nin ikinci temel endişesi ve itirazı öteden beri var olan PYD/YPG ve PKK ilişkisi. YPG, Suriye tarafından PKK’ya destek veriyor. PYD’nin kontrolündeki bölgelerden Türkiye’ye silah ve terörist akışını durdurmaya çalışıyor. Nitekim 17 Şubat Ankara saldırısının aynı anda hem PKK hem de PYD/YPG bölgeleriyle olan irtibatını biliyoruz.

Bu noktada Türkiye, sınırlarını sadece DAİŞ’e karşı güvence altına almaya çalışmıyor. Aynı zamanda sınırdan PKK sızmalarına karşı da tedbir alıyor ve almak durumunda. YPG’nin gördüğü uluslararası destek, PKK’yı cesaretlendiriyor. PKK, Suriye’deki iç savaş ve kaos ortamını fırsat bilerek kendisine adam topluyor ve Türkiye’ye yönelik saldırılar düzenliyor.

Ulusal ve uluslararası basında PKK yanlısı yorumcuların görmezden geldiği bir gerçek var: PKK, silah bırakmayı hiç bir zaman kabul edemediği için çözüm sürecini sabote etti ve bunun için de Suriye savaşını ve DAİŞ’le mücadeleyi bir bahane olarak kullandı. Bir buçuk yıl önce alınan bu kararında ısrar ediyor. Bu süre zarfında uluslararası kamuoyundan gördüğü desteği daha da arttırma çabası içinde. Fakat Suriye’de savaş ortamı PKK’nın bu hesaplarını da boşa çıkartacaktır.

Öte yandan şunun da altını çizmemiz lazım: Eğer PKK gerçekten Kürt halkı için mücadele etseydi, çözüm süreci kapsamında terör saldırılarını sonlandırır ve silah bırakırdı. Böylece PKK, Erdoğan karşıtlarının ağızlarına pelesenk ettiği sözümona ‘Erdoğan’ın Kürt Halkına yönelik savaşı’nı da boşa çıkartmış olurlardı. Ama PKK böyle yapmadı. Terörden yana tavır aldı ve barış ve demokrasi kelimelerini kirletmeye devam etti.

Türkiye’nin terörle mücadelesinde müttefiklerinden destek beklemesi en doğal hakkı. PKK ve YPG’nin arasındaki organik bağa göz yummak veya görmezden gelmekse hem ahlaken hem siyaseten yanlış. PYD’yi 2003’te Abdullah Öcalan kurmuştu. Bu örgüt PKK ile aynı ideolojik amaca hizmet ediyor ve bağlarını da gizlemiyor. 1980’den beri PKK’nın savaşçılarının yüzde 20’si Suriye’den geliyor.

Türkiye’nin PYD ve PKK’ya karşı olan net tutumunu Kürt karşıtlığı olarak lanse etmek ancak ikiyüzlülükle izah edilebilir. Türkiye’nin terörle sorunu var ve bu terör ister etnik, ister dini isterse de Marksist-Leninist bir ideolojiden beslensin, buna karşı herkesin tavır alması gerekir. PKK gibi terör örgütleriyle Kürtleri özdeşleştirmek, el-Kaide ve DAİŞ gibi örgütleri Müslümanlarla, yahut KKK gibi örgütleri beyaz Amerikalıların tamamıyla özdeşleştirmekten farksız.

Nasıl PKK, Türkiye Kürtlerini temsil etmiyorsa, PYD de Suriye Kürtlerini temsil etmiyor. Aksini iddia etmek, PYD ve PKK’ya destek vermeyen, hatta onların ideolojisine ve baskılarına karşı çıkan yüzbinlerce Kürt’e en büyük haksızlık olur.

Türkiye’nin, kendi topraklarında, Suriye’de, Irak ve İran’da yaşayan Kürtlerle bir sorunu yok. Türkiye’nin Irak Kürtleriyle son derece iyi ilişkileri var. Irak Kürtleri PKK ve PYD ile işbirliğine gitmediği gibi Esed rejimiyle de karanlık ve şaibeli ilişkiler içerisinde değil.

Batı, kendi çıkarına hizmet ettiği müddetçe terör örgütlerini meşrulaştırmak gibi bir alışkanlığa sahip. Geçmişte Ruslara karşı Usame bin Ladin’e verilen desteği düşünün…

Bugünlerde Erdoğan husumetleri o dereceye ulaştı ki PKK gibi örgütleri dahi desteklemeyi elverişli bir strateji olarak görüyorlar.

Esed devreye girince

Geçen hafta basına Amerikan istihbaratının elinde PKK ve PYD iş birliğine dair belgeler olduğu bilgisi sızdı. Bloomberg’de yayınlanan bir analiz ise ABD yetkililerinin YPG’nin Esed ve PKK bağlantısını kabul ettiğini yazıyordu. Analize göre ABD’li yetkililer, Amerikan istihbaratının Kürt silahlı kuvvetleri ile Esed rejimine destek vermek için 2011’den beri muhaliflerle savaşan İranlı gruplar arasında bazı görüşmeler olduğunun belgesini ele geçirdiklerini açıklamışlar.

Bu gelişmeler karşısında Ankara’nın Rusya, Esed veya ABD desteği ile Suriye’nin kuzeyinde PKK kontrolünde bir siyasi oluşumu kabul etmesi mümkün değildir. Yalın bir şekilde ifade etmek gerekirse Türkiye, ne adına olursa olsun Suriye’de PKK güdümünde bir siyasi yapılanmaya izin vermeyecektir.

Türkiye’nin bu tavrının bölgedeki Kürtlerle ve onların haklarının korunmasıyla hiç bir ilgisi yoktur. Henüz ortada savaş yokken ve kimse Suriye Kürtlerinin adını bile anmazken Cumhurbaşkanı Erdoğan, Beşar Esed’le Suriye Kürtlerine kimlik kartları verilmesi ve haklarının korunması konusunu gündeme getirmişti. 2014’te Kobani’ye saldırdığında 200 bin Kürde kapılarını açan da Türkiye’dir.

Olup bitenin Kürtlerle ilgisi yok. Mesele YPG’nin Kürt olmayan bölgelere yayılma planıyla ilgili. Nitekim bu yönde yaşanan hak ihlallerini herkes kabul ediyor. Uluslararası Af Örgütü YPG’nin Tel Abyad’da muhtemel savaş suçları işlediğini söyleyen kapsamlı bir rapor yayınladı.

Şu anda sahada olan şey şu: Amerika, YPG’yi DAİŞ’e karşı, Rusya da Esed’i ayaktan tutmak için kullanıyor. Esed de YPG ve benzeri örgütleri hayatta kalmak, muhalifleri bitirmek ve Türkiye’ye karşı saldırtmak için kullanıyor.

Esed Rejiminin Kürtlere Yaptıklarını Unuttuk mu?

Hatırlayalım, Esed’in babası Hafız Esed de PKK’nın 1980’li ve 90’lı yıllarda Suriye’de yuvalanmasına ve Öcalan’ın burada barınmasına müsaade etmişti. PKK, Türkiye’ye karşı işe yarar bir araç olmaktan çıkınca da onları kapı dışarı etmişti. Bu süreçte Kürtlere yönelik baskı politikaları da aynen devam etti.

Daha bir sene öncesine kadar oğul Esed de Suriye Kürtlerine karşı benzer bir politika izledi. Bugün işine geldiği için Kürtlerin yanındaymış gibi gözüküyor. Oysa nasıl baba Esed Kürtleri kullanıp attıysa oğul Esed de farklı bir şey yapmayacaktır. Suriye Kürtlerinin geleceğini bir tarafta PKK’ya diğer tarafta Esed rejimine ipotek etmeye çalışan PYD ve YPG,

Kürtlere en büyük kötülüğü yapıyor.

Öte yandan bugün YPG’ye verilen askeri destek Kürtlere falan değil doğrudan Esed rejimine ve Rusya’ya yarıyor.

DAİŞ’le mücadele adı altında yürütülen vekalet savaşları, en fazla bölge halklarını vuruyor. Arap, Kürt, Türkmen, Ezidi, Alevi, Nusayri, Süryani… Bu savaşın kaybedenleri bu Suriye halkları. Onların geleceğini eli kanlı bir rejime ve terör örgütlerine teslim etmek, o halklara yapılan en büyük haksızlık olacaktır.

ARAŞTIRMA DOSYASI : Simple Sabotage Field Manual, 1944


2016-04-07_15-13-58

Background

Since World War II, US intelligence agencies have devised innovative ways to defeat their adversaries. In 1944, CIA’s precursor, the Office of Strategic Services (OSS), created the Simple Sabotage Field Manual.

This classified booklet described ways to sabotage the US’ World War II enemies. The OSS Director William J. Donovan recommended that the sabotage guidance be declassified and distributed to citizens of enemy states via pamphlets and targeted broadcasts.

Surprisingly Relevant Sabotage Instructions

Many of the sabotage instructions guide ordinary citizens, who may not have agree with their country’s wartime policies towards the US, to destabilize their governments by taking disruptive actions. Some of the instructions seem outdated; others remain surprisingly relevant. Together they are a reminder of how easily productivity and order can be undermined.

Here’s a list of five particularly timeless tips from the Simple Sabotage Field Manual

1. Managers and Supervisors: To lower morale and production, be pleasant to inefficient workers; give them undeserved promotions. Discriminate against efficient workers; complain unjustly about their work.

2. Employees: Work slowly. Think of ways to increase the number of movements needed to do your job: use a light hammer instead of a heavy one; try to make a small wrench do instead of a big one.

3. Organizations and Conferences: When possible, refer all matters to committees, for “further study and consideration.” Attempt to make the committees as large and bureaucratic as possible. Hold conferences when there is more critical work to be done.

4. Telephone: At office, hotel and local telephone switchboards, delay putting calls through, give out wrong numbers, cut people off “accidentally,” or forget to disconnect them so that the line cannot be used again.

5. Transportation: Make train travel as inconvenient as possible for enemy personnel. Issue two tickets for the same seat on a train in order to set up an “interesting” argument.

Download the Document

pdf.gifSimple Sabotage Field Manual, 1944 [20 Pages, 2.9MB]

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.