Günlük arşivler: 21 Mayıs 2016

TARİH : BULGAR TARİHİNDE KUMANLAR (XI-XIV. YÜZYILLAR)


Doğu Avrupa’nın kaderinde büyük rol oynayan Kuman (veya Kıpçak) halkının çekirdeğini oluşturan etnik grupların yapısı ve tarih öncesi, karanlığa gömüldü. “Doğu Hunlar” (Hsiung-nu) birliğinin oluştuğu M. Ö. III.-II. yüzyılda, şanyü Mao-t’un (veya Mo-de, M. Ö. 209-174) önderliğinde dünyanın ilk bozkır devleti bu Hunlar tarafından kurulunca Ting-ling (Din-lin) kavimlerinin batısında bulunan ve Kıpçakların muhtemel ataları olan Küe-she (K’in-ch’a) kavmi de Hunlar tarafından işgal edilmiştir. Moğol Dönemi’nde K’in-ch’a adı *K’im-ch’a (< Kıpçak) olarak telâffuz edilirdi. Başka bir ad olan K’u-mo-shi (K’u-mo-hi) de büyük ihtimalle Kumuk etnoniminin eski şeklini veya Kum-ak (~ Kuman) ve Kay kavimleri arasında muhtemel karışımını ima eden bir Kumgai (< *Kum-ak + gai) birliğini içerir.[1]

Bu halkın adı, eski Türk yazıtlarında bulunan “tür[k] [kı] bcak âlig yıl olurmuş” ‘Kıpçak Türklerinin 50 yıl boyunca [bizi] yönettikleri zaman’ şeklindeki ifadesinde de yer alır.[2] Daha sonra Sergey Klyaştorniy çeviriyi “Türk ve Kıpçaklar” olarak değiştirerek buna benzer başka metinlerinde de her iki halkın bir arada kullanıldığı gerekçesini destekleyen başka kanıtlar aradı. Sergey Klyaştorniy, daha eski döneme ait bazı kaynaklarda “Türkler ve Kıpçaklar” yerine “Türkler ve Siriler”[3] tabirinin kullanıldığını tespit etti ve bundan dolayı Kıpçaklar ve Sirilerin aynı halklar olduğunu ileri sürerek bu adların birleştirilmesini teklif etti. Uygurların zaferinden sonra bu halk Kuzey Altay ve Yukarı İrtiş bölgesine doğru çekildi. İşte bu topraklarda Kimeklere ve Kıpçaklara ait olduğunu sanılan ve 9-10. yüzyılda “Srostkin” kültürüne dönüşen eski Türklerin at gömmelerinin varyantları ortaya çıkar.[4]

Kimek Hanlığı içinde yer alan Kıpçakların tarihi bu araştırmanın konusu değildir. Kıpçakların batıya doğru ilerlemeleri, geri çekilen [O] ğuzları takip ederken öncü birliklerinin Karadeniz’e kadar ulaşmaları gibi konular da çalışmamızın dışındadır. Burada yalnız Kumanların “Balkan öncesi” tarihinin bazı ana çizgileri kısa olarak verilebilir.

744 tarihinde Uygurların zaferinden sonra Türkler ve Kıpçaklar Altay ve Sayan’a doğru kovulur. Türklerin bir bölümü de Volga nehrindeki Bulgar ve Issık Göl’ün kuzeyinde bulunan Balasagun arasındaki bozkıra yerleşir. Orada onlar İrtiş’te görünen Proto-Moğol Kimeklerin (Kıpçaklar tarafından onlar da Kuman < Kun olarak adlandırılıyordu) komşuları oldular. Kimekler, Batı Mançurya’dan gelmişlerdi ve Kıpçakların siyasî örgütlenmelerinin içinde “sağ kol” olarak yer aldılar.[5]

Kimeklerin gelişi, Proto-Moğol Kıtayların (Kitanlar, Kidanlar) topraklarını genişletmesiyle ilgilidir. Kıtaylar 916 yılında Çin’in (Kitay) Rusça ve Moğolca adını veren devleti kurdular. Yaklaşık 986 yılında Pekin’in kuzeybatısında bulunan bölgeleri alarak Kuman atalarının göçüne neden oldular. Daha sonra, yani XI. yüzyılda yapılan göçler, gene Kıtayların kuzeybatı bölgesine yaptıkları akınlarına bağlıdır. Kıtayların başında Lyao dinastisi vardı ve bu dinasti 1125’te iktidardan düşünce yeni göçler yaşandı. Kimak Konfederasyonu’nun bir bölümü olan Kıpçakların artık 1020 yılında Kün halkının, kendileriyle birlikte batıya sürüklediği Şarı Halkı’yla birleşerek Batı Sibirya’da Kuman-Şarı-Kıpçak adlı yeni bir kavim birliğinin temelini attığı sanılmaktadır. On yıl kadar sonra, 1030’da Harezm yakınlarında onlardan söz edilir.[6] Yaklaşık 1040 yılında Mançurya’daki Kimeklerin eski komşularının yanı sıra eski Moğol kökenli olan Kay kavmi bozkırda ortaya çıkar ve göçebe halkların bağlantılı bir zincirleme hareketine neden olur. On yıl içinde Kay kavimi Kimekleri püskürtür, Kimekler ise Kıpçakları, Kıpçaklar Oğuzları (Torkları), Torklar ise Peçenekleri eski yurtlarından batıya doğru püskürtür.[7]

Ortaya çıkan yeni halk XI. yüzyılın ortasında Rus sınırlarına doğru gelir. Rus kroniği 6563 (1053) yılında ondan söz eder: “Bluş Kıpçaklarla geldi ve Vsevolod Poloveklerle[8] barış antlaşması imzaladı ve onlar memleketlerine döndü”[9] Han Sokal (varyantı İskal) önderliğindeki Kumanlar 1061’de artık Pereyaslav Prensliği’ne saldırmış ve Vsevolod’a büyük bir darbe indirmişti.[10] Kumanlar 1068’de yeniden Rus topraklarına girerek İzyaslav, Svyatoslav ve Vsevolod prenslerin askeri birliğini, Alt nehrinin yakınında bozguna uğratmıştı. Büyük ihtimalle bu sıralarda Kay halkı artık bozkırları yönetiyordu. Kay, Kiyev prensi Svyatoslav İzyaslaviç’in kayınpederi olan Tugorkan’ın da ait olduğu Terter-Oba (?) hanedanının yerine Kıpçak yönetimini kurmuştu.[11]

1068 ile 1071 yılları arasında bazı Kuman gruplarının Moldova’nın[12] topraklarına sızmaya başladığını ve burada daha önce yerleşmiş Peçenek ve [Oğ] Uzlarla karıştıkları sanılıyor. Yeni yerleşen halkın, eski yönetimin ait olduğu Kimek sülalesine yakın olan, Kay baskınlarından geri çekilen göçebelerin bir bölümü olup olmadığı konusu çok zor kanıtlanabilir (Büyük ihtimalle Macarlar burada, Kuni adını Kuman adının bir varyantı olarak benimsemiştir). Aynı zamanda bu halkın temsilcilerinin, Kral Solomon’un Cserhalom (Kerles) yakınlarında bozguna uğrattığı bir doğu halkının 1068’de Transilvanya istilasında yer alıp almadığını kanıtlamak da zordur. Macar kaynakları, bu ihtilâlcileri Peçenek veya Kunlar (Kumanlar) olarak değerlendiriliyor ancak bu halkın Bizans’taki yenilgiden sonra kuzeye, Moldova’ya doğru çekilen Uzlar, yani Oğuzlar olmaları da mümkündür.[13] Polovekler, Kiyev Prensliği’nin güneybatı sınırına ulaştıkları 1071 yılında yeniden Macaristan’da “Kunorum”dan söz edilir. “Kunorum”lar, Transilvanya’dan geçerek Osul Han’ın önderliğinde Bihar ovasına girerler. Dönüşleri sırasında Zamos’un yakınlarında Kral Solomon tarafından bozguna uğratılmış ancak Kumanlar bundan sonra Tuna’nın kuzeyindeki topraklarında (sonraki Kumaniya) varlıklarını kesin olarak sürdürmüşlerdir. Zamanla, onlardan önce oraya yerleşen [G] uzlar (Torkler) ve Peçenekler[14] Kumanlarla karışmış, bunun sonucunda da büyük ihtimalle Türk lehçeleri Oğuz lehçesinden çok etkilenmiştir.

Kumanlar Büyük nehrin (Tuna) güneyinde XI. yüzyılın yetmişli yıllarında ortaya çıkarmışlardır. İlk önce Peçeneklerin müttefikleri olan Kumanlar fazla zaman geçmeden tek başına bu bölgeye gelmeye başlamışlardır. Kumanlar Adrianopolis’e kadar varan, VII. Mikhail Dukas’ın (1071-1078) yönetiminin sonuna doğru meydana gelen isyanları da kullanan Peçeneklerle birlikte ilk defa Bizans topraklarına girer.[15] Kumanların Balkanlar’a yaptıkları ikinci giriş I. Aleksios Komnenos’un (1081-1118) iktidara gelmesinden sonra gerçekleşir ve XI. yüzyılın seksenli yıllarındaki büyük Peçenek hücumu ile bağlantılıdır. Bu sıralarda Peçenekler Bogomillerin (Maniheyler, Pavlikanlar) yardımı ve İzmir’in yöneticisi olan Çaka’nın ittifakı ile Konstantinopolise kadar ulaşabilir. Genellikle bu hücumun başlangıcı, Kuzenleri II. Geza (1074-1077) ve I. Laszl’ö (1077-1095) tarafından iktidardan uzaklaştırılan Solomon’un, Kunlar olarak adlandırılan halkın yardımı ile yeniden iktidara dönme çabası ile bağlanmaktadır. Solomon, bir başarı karşılığında Peçenek Hanı Kutesk’e Transilvanya’yı bağışlama sözü vermiş, ancak göçebeler, Bököny yakınlarındaki Szabolcz bölgesinde yenilgiye uğramış, sonra Solomon onlarla birlikte Bizans’a yönelmiştir. 1084 (veya 1087) yılının ilkbaharında Tzelgu Han önderliğindeki 80 bin kişilik bir ordu, Tuna’dan güneye geçerek Trakya ve Makedonya’yı harap etmiştir. Bazı araştırmacılara göre bu güç, Kumanlardan oluşuyordu. Ancak işgalcilerin büyük bir bölümünün Peçeneklerden oluşmuş olması ihtimali daha yüksektir; bunun yanı sıra başka elemanlar da (Kuman ve Oğuz) Peçeneklerin yanında yer alıyordu.[16] Sonunda bu güç bozguna uğrar, sağ kalanlar ise Hemus’u geçerek bir yıl boyunca Tuna ovasında kalır.

Türkçe konuşan başka kişilerin Bulgaristan’a yerleşmesi, ki bu tarih orada yaşayan Peçeneklerle[17] Bizanslılar arasında imzalanan 30 yıllık Barış Antlaşmasının sona ermesine rastlar, Aleksios Birinci Komnenus’un onlara savaş açmasına sebep olur. Bizanslılar Dorostol’un (Dristra, Silistre) yakınlarına gelmeden önce bu şehrin komutanı olan Peçenek Tatus, Kumanların yardımını istemek için kuzeye gider. Bu arada Peçenekler İmparatora elçi göndererek ona “birlik” ve 30.000 atlı[18] teklif eder. Ancak imparator görüşmeyi reddeder. Yapılan savaşta Bizanslılar bozguna uğrayarak güneye doğru çekilir. Kumanlar, Tuna yakınlarına kadar gelip yardım etmek amacıyla bu kadar yol kat etmelerinin karşılığında ganimetten bir bölümünü istediği zaman savaş çoktan sona ermişti. Peçenekler, bu isteği reddedince Kumanlar onlara saldırır ve Ozolimuh (Uz bataklığı) yakınlarında Peçenekleri kuşatır. Yiyeceklerinin yetersiz olmasından dolayı öne sürdükleri isteklerinden vazgeçmek zorunda kalan Kumanlar geri döner.[19]

Kumanların geri çekilişi, Peçeneklerin Hemus’un güneyinde büyük bir saldırı düzenlemelerine izin verir. İmparator, iki halkın Bizans devletine karşı birlik kurma ihtimalinden korktuğundan Kumanların yardım[20] teklifini reddeder, ancak Peçenekler tüm Trakya’yı harap eder ve Konstantinopolis’e kadar varır. Bu nedenle Aleksios, 40.000 Kuman Aus yakınlarında bulunan Bizans ordusuna gözükünce hanları Maniyak’ı (Boniyak) ve Togortak’ı (Tugorkan) törenle karşılayarak beklenmedik yardımı kabul eder. Meriç’in ağızındaki Levinion’da gerçekleşen savaşta (29 Nisan 1091) Peçenekler topyekün bir yenilgiye uğrar. Kadınların ve çocukların da bulunduğu çoğu esir, bir gece içinde kılıçtan geçirilir. Kurtulanlar ise, Makedonya’daki Moglenam bölgesine zorla yerleştirilir. Bu döneme kadar imparatorun yürüttüğü savaşlar savunma özelliği taşıdığı için ve Flandırlı Grafı Robertin gönderdiği 500 süvari göçebe savaş taktiğini bilmediği için Kumanlar böyle bir zafer kazanmıştır.

Boniyak ve Tugorkan hak ettikleri ödülü almadan akıllıca geri çekilir. Kumanlar Bizanslıların esirlere gösterdiği davranıştan dolayı şaşkına döner. Hemen hemen aynı sıralarda Kumanlar (Kunlar) veya Peçenekler (Bessler, Bisenler) Macaristan’da ortaya çıkarlar. Kral Ladister Temeş’te, sonra da Tuna yakınlarında onları yenilgiye uğratır. Bir sene sonra Kumanlar Polonya’ya girer, 11. Yüzyılın sonuna doğru ise, Bonyak önderliğindeki küçük bir birlik Przemysl yakınlarında ağır silahlanmış Macar süvarilerine karşı büyük bir zafer kazanır.[21] Ancak 90’lı yıllarda, Kumanların dikkati daha çok Rus toprakları üzerinde yoğunlaşır. Onlar, yeni Kiyev Prensi Svyatopolk’u Kumanlarla daha önce yapılan anlaşmaları yenilemeğe razı edince[22] yeniden Bizans Devleti’ne yardım etme sorumluluğu üstlenebilirlerdi. O zaman Bonyak ve Tugorkan, ölmüş olan IV. Romanos Diogenes’in (1068-1071) oğlu olduğunu ilân eden ve iktidarı ele geçirmek isteyen Pseudo-Diogenes’i destekler. 1095’te Kuman askerleri Tuna’nın güneyine geçerek Ulah çobanları yardımıyla dağ geçitlerini aşar ve Trakya’ya saldırarak Edirne’ye kadar ulaşır.[23] Ancak Pseudo-Diogenes kurnazlıkla esir alınmış ve Konstantinopolis’te gözleri çıkarılmıştır. Kumanlar Taurokomos’un yakınında yapılan önemli savaşta 7000 askerini kaybetmiş ve 3000 asker de esir düşmüştür. Tuna’ya doğru geri çekilirken de başka esir ve ganimet bırakmışlardır. Bu savaşın siyasî amacına ulaşılmamış, Kumanlar, verilen kayıplara rağmen destekledikleri kişiyi iktidarı getiremeyerek, Balkanlar’daki nüfuzunu genişletmekle ilgili amaçlarını gerçekleştirememişlerdi. Döndükten sonra Bonyak Han ve Tugorkan Han, Rus topraklarını saldırarak (1096)[24] Pereyaslav ve Kiyev’in yakınlarına kadar ulaşmışlardı.[25]

Göçebeler on yıl gibi bir süre Bizans Devleti’ni rahatsız etmediler. Onlar Vladimir Monomax’ın etrafına toplanan, giderek güçlenen Rus prensleri ve Vladimir Monomax’ın yürüttüğü saldırgan siyasetle meşguldüler. Kay hemen, hemen aynı dönemde (yaklaşık 1110’da) bozkırdaki üstünlüğünü Donets yakınlarında boy gösteren Şarukan[26] önderliğindeki Ölberlü (Otperlyu veya Operlyu) halkına vermek zorunda kaldı. Sonra Şarukan, Bonyak ile birlikte birlik kuran Kuman kavimlerinin başına geçti. Ruslar, 1106 yılında Poleveklerin bir birliğini Tuna’ya doğru püskürttü ve onların ganimetini almaya başardı,[27] ancak o dönemde savaşlar genelde doğuda yapılıyordu ve bu savaş sonunda Kıpçakların bir kısmını göçe itti. Polovekler, Şarukoğlu Otrok (Atrak) önderliğinde Kafkasya’ya doğru, yani Abazya’ya göç ederek Gürcü Çarı olan II. David’in (1089-1125) hizmetine girdiler.

Çok daha sonra, 1114’te Bizans kaynaklarında yeniden Kumanlardan söz edilir. Kumanların Tuna kuzeyinde hareketlenmesi, imparatorun önlem almasına neden olur.[28] İmparator, göçebelerin sınırı geçtiğini anlayınca Vidin’e doğru yönelir, Kumanlar geri döndükleri için de herhangi bir karşılaşma gerçekleşmez. Peşlerine düşen İmparator güçleri göçebelere ulaşamamış, izleri de Tuna ötesine bulunan bir ırmakta kaybolmuştur. Kumanların, 1385’te sözü edilen Vadul Cumanilor ‘Kuman geçidi’ adlı bir köyün bulunduğu kuzeybatı bölgesine akın etmesi, geleceğin Ulah toprakları olan Tuna kuzeyindeki arazilerin bu dönemde Kumanlara ait olduğunu gösterir.

II. Johannes Komnenos (1118-1143) Dönemi’nde “İskitlerle” 1121-1122 (veya 1122-1123) yılında yeni bir savaşın yapıldığından söz edilir. Ancak bu durumda bunlar, büyük ihtimalle P. Diaconu’nun tahmin ettiği gibi Kumanlar değil, 1048’de kuzeyde kalan bir grup Peçeneğin torunlarıydı.[29] Bizans yazarları 40’lı yıllarında yeniden Kumanlardan söz eder. Kaynaklara göre Kumanlar 1148’de Tuna’nın güneyine geçerek bir şehir ele geçirir, sonra da Koca Balkan’a kadar uzanan bölgeleri harap ederler. Bu sırada yeni Bizans imparatoru I. Manuel Komnenos (1143-1180) Korfu yolu üzerinde bulunan Philippopolis’te (Filibe) bulunmaktadır.[30] Göçebelerin, bölgeye akın etmesi imparatorun Adriyatik’e karşı hazırladığı seferi yarıda keserek kuzeye dönmesine, donanmasına da Tuna’yı geçerek su akışının tersine doğru ilerlemelerini emretmesine sebep olmuştur. T. Manuel, söz konusu yardımları beklerken Kumanların büyük bir ganimetle geri döndüklerini öğrenir. O, su üzerinde dizilmiş teknelerden yapılan bir köprü üzerinden 500 kişilik bir grupla Tuna’nın kuzeyine geçer. Orada Bizanslar başka iki büyük nehre[31] ulaşır, sonra da Tauroscythia sınırında Kumanların terk ettiği kampı bulur. Ertesi gün Bizans öncüleri Kuman askerlerine rastlar ve İmparatorun güçlerine haber verir. Kumanlar, savaş sırasında yüz kadar esir bırakarak hemen geri çekilirler.[32]

Daha sonra ortaya çıkan I. Manuel ve Macar Kralı II. Géza (1141-1161) arasındaki sorun sırasında Kumanlar yeniden Tuna’dan geçerek (1154 veya 1155’te), yakında bulunan köyleri yağmalarlar. Tek başlarına mı yoksa Macarların yardımcıları olarak mı bunu yaptılar bilinmez. Ancak onlara karşı gönderilen asker gücünü bozguna uğrattıkları ve gasp ettikleri her şeyi rahatlıkla götürebildikleri kesindir. I. Manuel’in doğuda savaşla meşgul olduğu tarihlerde, yeniden Kumanlardan söz edilir. Kumanların bir ordusu, I. Manuel, Selçuklularla yaptığı savaştan döndüğü sıralarda Tuna’nın aşağısındaki bölgeye girer (1159 veya 1160’ta). Bu durum Bizans İmparatoru’nun yolunu değiştirmesine sebep olur ve o Çanakkale’den geçerek kuzeye yönelir. Galiba Kumanların sayısı fazla değildir, çünkü onlar Bizanslarla karşılaşmaktan kaçar ve kısa bir süre sonra nehri geçerek geri çekilirler.

Komnin sülâlesinin iktidarda bulunduğu dönemin sonuna kadar Kumanlar, Bizans Devleti’ni rahatsız etmez. Onlar, bundan sonra Rus topraklarına doğru yönelir. Ancak bu dönemde Kumanlar, batıda Karpatlar, güneyde Tuna nehrine kadar uzanan Moldova ve Doğu Ulahya (Montenya) topraklarında üstünlük sağlamışlardır. Karpatlar ve Tuna nehri Kumanların mevsim göçlerini yaptığı sınırları belirliyordu. Kumanlar hareketli hayvancılığın geleneksel özelliklerine göre, kışın sürüleriyle hava şartlarının daha yumuşak olduğu güneye yazın ise, otların her zaman yeşil kaldığı kuzeye yöneliyorlardı. Bu ritim, Kumanların Bizans’a karşı gerçekleştirdikleri baskınların veya daha sonra Bulgar prenslerinin müttefikleri olarak yaptıkları Tuna güneyindeki inişlerin zamanını belirlerdi.[33]

30 yıl boyunca Bizans İmparatorluğu göçebeler tarafından rahatsız edilmediğinden Bizans tarihçileri doğal olarak onlardan söz etmedi. Ancak Kuman temsilcilerin, bu dönemde artık yerleşik hayat sürdüren, Türkçe konuşan, Bulgar topraklarındaki halkla da karıştığı tahmin edilebilir.[34] Zamanla Kumanların Bulgar topraklarının geniş bir bölümüne -Makedonya, Sofya, Tırnova bölgesi, Vratsa etrafı, Vidin ve Kotel, Vit nehri yakınlarına, Silistre bölgesi vs. gibi yerlere- yerleştikleri çok açıktır. Plevne, Vidin, Vratsa, Pernik ve Sofya etrafındaki yerleşim merkezlerinin adlarının büyük bir bölümü Türkçe kökenlidir.[35] Büyük ihtimalle daha büyük Oğuz ve Kuman grupları Kuzeydoğu Bulgaristan’a, yani onlardan önce Peçenek halkın yerleştiği, daha önce de Protobulgarların bulunduğu topraklara yerleşmiştir.[36] Buraya gelenler, geleneksel kültürlerin bazı elemanlarını koruyarak yavaş yavaş yeni ortama entegre olmuşlardır. XII. yüzyılda Balkanlar’da artık karışık Slav-Türk kökünden gelen bir halk gurubu bulunuyor ve bunlar Bizans kaynaklarında “miksobarbarlar” olarak adlandırılıyordu. İkinci Bulgar Çarlığı’nı kuran Peter ve Asen kardeşler de bu halktan gelmektedir.

Büyük Bulgar tarihçisi Asen Zlatarski, Asen ailesinin, Bulgar-Kuman kökenli olduğu ile ilgili hipotezini ortaya atmıştır. Ona göre, Kuman[37] kökenli “İskit” Boril’in torunları olan Asen ailesinin kökeni Bulgar-Kumanlara dayanır. Dil bilimcisi Stefan Mladenov ise, Belgun olan Asenlerin takma adının Türk kökenli olduğunu kanıtlar.[38]

Asen antroponimi genelde Âsen, Esen (< Türk. esen)[39] ile kıyaslanır ancak bu antroponim, Aşina ile VI-VII. yüzyıllarda yaşayan Türk dinastisinin Çince transkripsiyonunun yanı sıra daha eski olan Vu-sun (< Â-sun ~ *Âs-un) yani Hsiung-nu tarafından M.Ö. II. yüzyılda işgal edilen Usun (Osun)[40] ile de kıyaslanabilir. Büyük ihtimalle yalnız As (Asian) kavimleri ve onların torunları olan Alanlar değil, T’u-küe’nin yönetici dinastisi de Usunlarla bağlıydı. Asen adı Bulgaristan’dan önce 1082’de ölen Kıpçak Hanı Osen’in (< Âsen)[41] adı olarak kayda geçmiştir. Han Osen, 1107’de Prens Yuriy Vladimiroviç’le evlenen Aepa’nın babası veya kayınpederidir. Büyük ihtimalle hanın adı Osenev şehrine verilmiştir. Adı daha sonra Şarukan veya Çeşuyev olarak değiştirilen[42] Osenev şehri, 1111 ve 1116 yıllarda iki kere Ruslar tarafından ele geçirilmiş. Asin adını taşıyan başka bir Kuman Hanı, 1096’ta Sarkel veya Şar[y] -kel’in (Belaya veja) yakınlarında esir düşmüştür. Bulgar Asenlerin yükselmesiyle bu antroponim, Bizans kaynaklarına geçer. Daha sonra da Yunanistan’a ve Romanya’da da yaygınlaşır; Romanya’nın en eski asil ailelerinden biri Asan soy adını taşıyordu.[43] Bu isme, Bulgaristan topraklarına ait en eski Osmanlı defterlerinde de rastlanır, ancak o zaman bu ad günümüzde olduğu kadar yaygın değildi. Eski yönetici bir ailenin adı olduğundan, herkese bu isim verilmemiş, genelde aynı sülâleden gelen çocuklara verilmiştir.[44] Bu durum ilk Asenlerin gerçek kökeniyle ilgili soruyu ortaya çıkarır. Ancak bu konuda herhangi bir kaynak olmadığından gerçek olmayan iddialar da üretilebilir.

Bunun yanı sıra patriarkal toplumlarda, eski isimleri yeniden yaşatma geleneği var olduğundan, yeni dünyaya gelen oğlana dedenin veya aileden başka bir ferdin adının verildiğinin unutulmaması gerekir. Peter, Asen ve Kaloyan, “Miksobarbar” olarak Tuna’nın güney bölgesine yerleşen önemli göçebe savaşçının yerli ve Hıristiyan bir Bulgar kadını ile yaptığı evliliğin ilk veya ikinci kuşağıdır. Babalarının adı bilinmez, ancak üç kardeş “İskit” olan Boril’in torunlarıdır. Büyük ihtimalle Kaloyan’dan sonra iktidara gelen Asenlerin kız kardeşinin oğlu Boril’e bu dedenin adı verilmiştir. Asen’in (Belgun) de aynı şekilde bir dedesinin adını taşıdığı tahmin edilebilir. Ancak ondan önce bu adla bilinen (kayda geçen) tek kişi, XI. yüzyılın sonuna doğru ölen ünlü Bonyak’ın babası ve Kay halkının Avrupa’ya geldiklerinde hanları olan Osen’dir. Kumanların Bizans’a akın etmesi, yıllar boyu Batı Kanadı’nı yöneten Bonyak’ın dönemine rastlar. Tuna’ya en yakın bölgelere hatta Tuna’nın güneyine kadar sızan Kuman grupları da Batı Kıpçak Kanadı’na aittir. Bu durumda “İskit” olan Boril de Kıpçaklardan gelir; Bulgarlaştırılmış torunlarından birine de Asen adını vermeleri, Boril’in babasının adının Asen olduğunu açıklıyor olabilir. Bu durum, Bulgaristan’daki Asenlerin dinastisi, Kuman dedesinin aracılığıyla Kay’ın Asen dinastisiyle, buradan da Büyük Bonyak Hanı’yla akraba oldukları sorusunu cevaplıyor mu? Bu konuda yalnızca tahminler üretilebilir.[45] Asenler, karışık bir kökene sahip olmalarına rağmen dış güçlere karşı yaptıkları savaşlar sırasında Kumanların yardımına hep güvenmişlerdir.

XII-XIV. yüzyıllar arasındaki Bulgar-Kuman ilişkileri üzerine yazmak, ikinci Bulgar Çarlığı’nın ve dış komşuları olan ülkelerin siyasî tarihini incelemek anlamına gelir, çünkü Kumanlar bu dönemde de aktif bir şekilde ya müttefik olarak ya da paralı asker şeklinde (kiralanmış asker olarak) bu olaylarda yer alıyorlardı. Bu dönemde Türkler ya ayrı ya da toplu bir şekilde Balkanlar’a göç ediyorlardı (yalnız Tuna nehrinin kuzeyinde, bugünkü Romen topraklarında değil aynı zamanda günümüzün Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk ve Sırbistanı’na, hatta bugünkü Kosova’ya göç ediyorlardı.[46] Bu nedenle göçebe işgalcilerin Tuna güneyine yaptıkları baskınlar daha sonra da devam etmiş olsaydı, “bölgenin Bulgar etnografi özelliğini ciddi bir şekilde tehdit edebilirdi” şeklinde yazan Peter Nikov haklı olabilir.[47]

Kumanlar, Bulgar Devleti’nin yeniden kurulması döneminde büyük rol oynamışlardı. Tırnova’daki isyanın (1185) patlak vermesinden hemen sonra kardeşlerden daha büyük olan Teodor taçı takıp ve ayağına kırmızı çizmeyi (yönetimin sembolleri) geçirerek kendini “Bulgarların Çarı” olarak ilân eder, Peter[48] adını alır sonra da eski Bulgar Çarlığı’yla bağlantısı olduğunu göstermeye çalışarak büyük ihtimalle resmi olarak iktidara getirilmesi için eski başkenti olan Preslav’a girmeye çalışır. Büyük ihtimalle isyanın gerçek yöneticisi Asen aynı zamanda, Teodor’un yönetici “ortağı” olarak ilân edilir. Daha sonra Peter, Provadya ve Preslav[49] etrafındaki topraklarla, Dobruca bölgesinin yöneticiliği kendisine bırakılır bırakılmaz devlet işlerini tamamen Asen’e verir.

Sanırım, büyük kardeşin eski Bulgar başkentin etrafını kapsayan bölgeye “çekilmiş” olması gibi açıklamalar pek inandırıcı değildir.[50] Ancak bu konu göçebe Türk gelenekleri içinde değerlendirilirse, pek çok şey anlaşılabilir. En üst yönetici sıfatındaki, Peter Han Asparuh döneminden bu yana Bulgar halkı için merkezi bir bölge olan ve büyük önem taşıyan doğu topraklarındaydı.[51] Yeni başkenti Tırnova’dan[52] ülkeyi yöneten Asen ise, ilk önce yeniden kurulan Bulgar Devleti’nin Sağ (batı) Kolunun yöneticisiydi. Büyük ihtimalle kardeşler, Bizans’a karşı yürüttükleri savaş sırasında birlik içinde[53] hareket etmiş olsalardı, Mizya’ya geri alınca da ağabey olarak Peter’a merkez topraklarını yönetme hakkı verilirdi. Peter, büyük ihtimalle bu topraklarda Büyük Preslav’da 1195/6 en üst yönetici sıfatıyla kendisine ve Asen’e gönderilen yeni Bizans İmparatoru III. Aleksios Angelos’un (1195-1203) elçilerini kabul etti.

Ancak bundan 10 yıl önce isyanın sonu belli değildi. Peter ve Asen ilk başarılardan sonra II. İsaak Angelos’un (1185-1195), 1186’da Kuzey Bulgaristan’a giren askerlerine karşı fazla dayanamayıp geri çekilmek zorunda kaldı. Kardeşler Kumanlardan yardım istedi. Bu dönemde Kumanlar büyük ihtimalle kuzeydeki otlaklarda bulunuyordu, çünkü dönme zamanı gelince kışı geçirdikleri Tuna yakınlarına geldiler. Peter ve Asen, Kumanların yardımlarıyla tüm Mizya’yı alabildi, sonra da Koca Balkan’ın güneyinde bulunan diğer Bulgar topraklarına yöneldi. Kumanlar, ondan sonra yapılan tüm savaşlarda, genelde sonbahar, kışın ve ilkbahar dönemlerde Bulgarların müttefikiydi.[54] Bu durum, söz konusu dönemde de Kumanların ana gücünün Tuna nehrinin kuzey bölgesinde bulunduğunu gösterir. Bizans İmparatoru, 1190’da Kumanların yaklaştığını duyar duymaz Tırnova etrafındaki askerini geri çekerek Hemus’tan geri döner. İmparator, 1191 yılının baharında gene Filibe yakınlarında Kumanlara rastlamış, 1198 (veya 1199) yılın baharında yeni Bulgar Çarı Kaloyan’ın (1197-1207) askerî güçleri çok sayıda Kuman birlikleriyle Konstantinopolis’e kadar varmıştır.

Kumanlar, Kaloyan’ın beş senelik seferi sırasında Makedonya’ya[55] sızmış ve Bulgar güçleriyle birlikte Trakya’yı[56] harap etmişti. IV. Haçlı Seferi (13 Nisan 1204) sırasında Konstantinopolis’in ele geçmesinden sonra (Böylece Graf Balduyin Flandırski’nin Latin İmparatorluğu kurulur.) 14.000 bin Kuman süvarisi Kaloyan’ın Edirne’deki (15 Nisan 1205) büyük zaferine yardımcı olmuşlardır.[57] Kaloyan, Mayıs ayının sonuna kadar savaşı sürdürmüş ve bundan sonra Kumanlar güneyde daha fazla kalamadıkları için geri dönmüşlerdir. Onlar ertesi yılın ilkbaharında (1206) yeniden Bulgar müttefiki olarak Trakya’ya gelmiş ve burada birçok şehri harap etmişlerdir. Kumanlar, 1207 yılının ilkbaharında Adrianopolis’in kuşatmasında yer almışlardır. Bu kuşatma Nisan’ın sonuna kadar sürmüş ve sonra göçebeler geri toplanmışlardır. Bu durum, şehrin teslim olmaya hazır olduğu bir anda Kaloyan’ı geri çekilmeye zorlamıştır.[58] Kumanlar, Selânik’in kuşatılması sırasında (1207) yeniden Bulgar çarının ordusunda yer almışlardır. Kumanların başında Manastır (< manastir?) vardı. Aynı şahıs Kaloyan’a karşı yapılan suikastta da yer almıştır. Robert de Clery’nın yazdıklarına göre iki yıl önce Latinlerle yapılan görüşmelerde Bulgar elçilerin yanı sıra Kuman önderlerin de yer almalarına rağmen, Selanik kuşatması sırasında Manastır’ın çadırı (şatra) çarın çadırı bitişiğinde bulunuyordu. Böyle bir şey ancak bir Bulgar komutanı için mümkündü, müttefik kuvvetlerin önderi veya kiralık bir komutan için değil.[59] Büyük ihtimalle Manastır’ın askerleri daha uzun bir süre için (veya temelli olarak) Bulgar topraklarında kalıyordu, kendisi de çardan sonra gelen başkomutan pozisyonundaydı. Bu durum, Kaloyan’ın adı bilinmeyen bir “İskit” Prensesi (Kuman) ile yaptığı evliliğiyle açıklanabilir. Bazı tarihçilere göre bu kadın, Bulgar kilise defterine (Sinodnik) kaydedilen Ana-Anisya ile aynı kişidir.[60]

Kaloyan’ın ölümünden sonra yeğeni Boril çarın dul karısıyla evlenerek, çarlığını resmileştirmiş, Kumanlar ise Bulgaristan’ın siyasî hayatında yer almaya devam etmiştir. Kumanlar, Çar Asen’in reşit olmayan oğullarını İvan Asen’i ve Aleksandır’ı “Rusların topraklarına” varmadan önce gizli olarak Tuna’nın kuzeyine geçirerek (yani Kumanya’ya) misafir etmiştir.[61]

İlk başta Kumanlardan oluşan müttefik birlikleri, yeni çarın[62] savaşlarında yer almaya devam eder, ancak fazla zaman geçmeden ilişkilerde bir soğuma başlar. Boril’in uğradığı başarısızlıklar, boyarların memnuniyetsizliği ve 1213’ün sonu veya 1214’ün başında Boril’in Kuman kökenli olan çariçeyle ayrılmış olması ve Latin İmparatoru I. Anri Flandırski’nin yeğeniyle evlenmesi, bu soğukluğu hazırlayan bazı nedenler olabilir. Kumanlar yavaş yavaş çardan uzaklaşmaya başlar. 1211 veya en geç 1213/14 yılında Vidin’de adları bilinmeyen, Boril’in “dört akrabası”nın isyanı başlar ve söz konusu isyan Karaç ve başka iki Kuman komutanın güçleri tarafından desteklenir. Bu isyan yalnızca Macarların yardımıyla bastırılabilmiştir. İsyanın, Asen’in oğlu iktidara gelmeden birkaç yıl önce başlayan Boril ve II. İvan Asen arasındaki savaşla bağlantılı olma ihtimali vardır. Yani Kumanlar ve Boril’in “akrabaları”, aslında kendilerine göre gerçek mirasçıları saydıkları Asen (ve Bonyak) dinastisinin temsilcisini desteklemiştir.

Bulgar tahtına aday olan şahıs, Kumanlar tarafından kontrol edilen topraklardan geçerek ülkesine döner. O “İskitlerin” (Kumanlar) veya “ipsiz sapsız Ruslar”ın yardımıyla Tuna’ya doğru yönelir.[63] Bizans tarihçisi Georgios Akropolites’in belirttiğine göre, II. İvan Asen (1218-1241) iktidara geçtikten sonra her zaman bu “İskitlere” güvenebilirdi ve “onlarla birlikte istediği güçlere saldırabilirdi”. Söz konusu çar, 1230 yılında Selanik (Epir) İmparatoru Teodor Angelos Komnenos’la yaptığı savaş sırasında Kuman yardımını kullanıyordu. Daha sonra da Kuman yardımından yararlandı.

II. İvan Asen diplomasî ve askerî baskısını birleştirerek akıllıca bir siyasetle Bulgar Devleti’nin Çar Simeon dönemindeki büyüklüğünü yeniden sağlayabildi. Bulgaristan yeniden üç denize açılıyordu, yöneticisi ’’Bulgarların ve Yunanların Çarı” (1230) unvanına sahipti. İki yüz yıllık bir aradan sonra da Bulgar Patrikhanesi (1255) yeniden kurulmuştu.

II. İvan Asen’in çarlık dönemi, Cengiz Han’ın yükselişinden sonra ortaya çıkan Avrasya’daki büyük hareketlenmenin ve Moğol İmparatorluğu’nun kurulmasına denk gelir. Bu çerçevede etnik katmanlar karışır ve batıda Rusya ve Macaristan’a veya güneyde Balkanlara doğru Kumanların büyük göçleri gerçekleştirilir. 1219’da Cengiz Han Harezm’e karşı seferine başlar, 1221-1222’te ise, Moğollar Avrupa’nın kapılarını çalar. Cebe ve Subuday tarafından yönetilen Kuzey Kafkasya’daki küçük bir ordu, Alanların ve Kıpçakların güçler birliğini bozguna uğratır, sonra Kıpçak topraklarını harap eder ve Kırım’a kadar gelir. Büyük ihtimalle o sırada Danilo Kobyakoviç[64] ve Rusların “Tüm Kıpçakların en büyüğü” olarak kabul ettikleri Yuriy Konçakobiç[65] ölür. Galitsiya Prensi Mstislav, kayınpederi olan Kutyan Sutoeviç ile birlikte kurtulanlar ise Ruslardan yardım ister.[66] 31 Mayıs (16 Haziran) 1223 veya 1224’te Kalka nehri yakınlarında yapılan savaş sırasında birleşen Rus-Polovek güçleri büyük bir yenilgiye uğrar. O an için Moğollar geri çekilir (1237’de Avrupa’ya karşı sefere başlarlar), ancak Kalka yakınlarında gerçekleşen yenilgi ile bozkırdaki Kıpçak gücü sona erer. Macar Kralı II. Stefan (İstvan), hemen bu sıralarda bir grup Kuman göçmeni muhacir olarak Macaristan’a kabul eder. Moldova’ya göç eden Borz Han’ın (Borç, Burc)[67] 15.000 Kumanı 1227’de Gran Başpiskoposu Robert tarafından vaftiz edilmiş ve Milkov’daki Tatar istilâsı sırasında yıkılan ayrı bir Kuman Piskoposluğu’nun kurulmasına (yaklaşık 1229) neden olmuştur. “Rex Cumaniae” unvanını da alan Kral IV. Bâla’nın (1235-1270) iktidarı sırasında başka göçebe guruplar da Macaristan’a sığınmıştır. Çar, Kumanları ülkenin farklı bölgelerine yerleştirir ve yalnız yönetici sülâlesini saraya yakın bir yerde, yani Peşt’te bırakır.[68] Göçebelerin Macaristan’a gelmeleri, Moğolların yeni istilâsı sırasında Kırım’daki Kumanların total yenilgisine bağlıdır. Moğol istilâsı sırasında, yaklaşık 1238’de Köten Han (Kuthen) halkından sağ kalanlarla (40.000 çadır) Macaristan’a göç etmiştir. Oraya gidenler Katolik olur, Köten Han’n kızı da Veliaht İstvan’la (V. Stephan) evlenir.[69]

“Birkaç bin kişilik Kumanlardan” (10.000 kişi) oluşan başka bir göçebe grubu, 1237 yılının yazında II. İvan Asen’in karşı çıkmasına rağmen Tuna’yı geçmiş ve Çar onları Doğu Trakya’ya yerleştirmek zorunda kalmıştır. Bu Kumanlar, Meriç nehrinin güneyine Ionas Han’ın (Yunus?) önderliğinde yerleştiler ve 1240’ta Latin İmparatoru II. Balduin’le birleştiler. Bir yıl sonra, yani Han’ın ölümün ardından yönetim ortağı olan Soronius, halkıyla Nikey İmparatorluğumun tarafına geçti. III. Yohannes Dukas Vatatzes (1223-1254) yeni gelenleri, Trakya, Makedonya ya da Anadolu’nun sınır bölgelerine yerleştirdi. Onlardan, Bizans tarihinin birçok olayında yer alan güçlü bir kolordu oluşturdu. Dinastilerin üyeleri arasında Kleopa (Soronius?) “İskit’in dışında, babası VIII. Michael Palaiologos’un (1259-1282) akrabasıyla evlenen Sirgian’dan (Sitzigan) da söz edilir.[70]

Söz konusu Kumanların bir bölümü, Bulgar topraklarında kalmış olabilir. XV. yüzyıla ait Osmanlı belgelerine göre Akdeniz Trakyası’nda, adları Türk olan (belki de Kuman) Hıristiyanlar yaşıyordu.[71] Bulgaristan’ın kuzeybatı bölgesine 1241 ’in ilkbaharında daha fazla Kumanın yerleşmiş olması lâzım. Bu sıralarda, Han Köten’in öldürülmesinden sonra onu destekleyen ve akrabaları olan (Terter-oba sülâlesinin üyeleri) Bulgaristan’a sığınmışlardır. Köten’e[72] karşı düzenlenen suikastın arkasında yerli aristokrasinin (Alman aristokrasinin de dahil olmak üzere) zedelenmiş çıkarlarının yattığı sanılıyor, ancak eğer Batu Han’ın, kendisine ait köleler olduklarını öne sürerek Macar Kralı’ndan Kumanların kendisine verilmesini istediğini kabul edecek olursak, suikast hazırlayanların, hanı öldürdükten sonra Moğol tehlikesinden kurtulabileceklerine inanmış olduklarını düşünebiliriz. Aksi halde 1241 yılının Mart ayında Moğollar, Macar sınırına ulaştıkları zaman, böyle bir şeyin yapılması zor açıklanabilir. Kumanlar, Hanlarının ölümü üzerine Güney Macaristan’ı tahrip ederek intikam alır, sonra da Batu’nun istilâsından önce Balkanlar’a göç ederler. Batu’nun çekilmesinden sonra IV. Béla onları geri davet eder ve 1246’da Béla’nrn Avusturya Hertsogu II. Friedrich’le yaptığı savaşta yer alırlar. Bir sene sonra IV. Béla, oğlunu, yani Macaristan’ın müstakbel Kralı V. Etien’i (1270-1272) Kuman Hanı’nın kızıyla evlendirir ve buna bağlı olarak Kumanlar sadık kalacakları konusunda ant içer. IV. Béla, 1264-1265 yıllarında, diğer oğluyla ve Köten’in kızıyla evli junior Rex- Stephan’la yaptığı savaş sırasında Kumanların yardımından yararlanır.

Ancak görünüşe göre, tüm Kumanlar Macaristan’a dönmez. Onlardan bir kısmı, Balkanlar’da kalmayı tercih eder. Daha geç döneme ait Macar kaynaklarına göre, yönetici olan Kuman aileleri arasında şunlar vardır: Çertan, Ulaşoba (Ulaşeviçi), Burçoba (Burçeviçi) ve Koloba (Kolobiçi). Onlar arsında Tertoroba;[73] yani Köten’in ait olduğu Terteroba sülâlesi yoktur. Bu durum, Köten’e doğrudan bağlı olan Kumanların Bulgaristan’a göç ettiklerini (ve kaldıklarını) gösterir. Belki de I. Georgi Terter’in babası, bu Kumanlardan geliyordu. I. Georgi Terter, öldürülen Kuman yöneticisinin kardeşi, oğlu veya yeğeni ya da en azından aynı dinastinin üst düzey tabakasından gelen bir insan olabilir.[74]

Asen Dinastisi’nin çöküşünden sonra I. Georgi Terter’in Çar olarak seçilmesi, yalnız şahsi değerlere değil Bulgaristan’daki tüm Kumanların başında olduğu, III. İvan Asen’in (1279-1280) kız kardeşi olan Kira Mariya ile evli olduğu için de mümkün olmuştur. Aynı zamanda da Terter-oba’nın mirasçısı olarak en önemli komşu yöneticileri ile akrabalık bağı vardı; Han Köten’in torunu ve Macar Kralı IV. Ladislav Kün ile (1272-1290) olduğu gibi Sırp Kralı Andronikos Dragutin (1276-1282) ve Bizans Veliahtı II. Palailogos (1282-1328) da Kral Lâszlö’nun kız kardeşleriyle evliydiler. Kuzeybatı Bulgaristan’a yapılan göçebelerin bu toplu göçleri yüzyılın sonuna doğru bölgedeki Kuman aristokrasisinin yoğun varlığını da açıklar. Bu varlık, yalnızca farklı boyarların isimlerinde değil, Osmanlı varlığının ilk yüzyıllarında aktif olarak kullanılmaya devam edilen bir çok toponim ve antroponimde de kendini gösterir.[75]

II. İvan Asen’in ölümü yaklaşık olarak Terter Dinastisi’nin göçüne ve bir kolları Tuna’nın güneyine geçen Macaristan ve Polonya’dan dönen Moğolların geri dönüşüne rastlar. Bu olayların büyük yöneticisinin ölümüyle direkt olarak bağlantılı olması mümkün değildir, ancak onun ölümünden sonra Bulgar Çarlığı, bir zamanın büyük imparatorluğunun gölgesinden başka bir şey değildir. II. İvan Asen’in yeğenleri I. Kaloyan (1241-1246) ve Mihail Asen’in (1246-1257) geniş toprakları komşularına kaptırmış olmasıyla (formal bile olsa) Altınordu’ya bağımlı olmuştur. Çar Konstantin Asen Tih (1257-1277) döneminde Tatarlar o kadar rahat bir şekilde ülkenin dört bir yanında dolaşıyordu ki,[76] bu durum ülkenin ekonomik krize girmesine, isyana ve Çar olarak ilân edilmiş halktan gelen İvaylo’nun Bizans Devleti tarafından desteklenen III. İvan Asen ile savaşmasına neden olur. Bu karışık zamanlarda ülkenin kuzeydoğu bölgelerine başka Kumanların yerleşmesi ihtimali de vardır. Kumanlar, Nogay’ın Tatar savaşçılarından bir kısmı olabilir, çünkü Altınordu’da Kuman-Kıpçak halkının büyük bir bölümü kalır. Bu halk İslâm’ı kabul ettikten sonra ve başka birçok faktörün etkisiyle XV. yüzyıldan sonra Doğu Avrupa’daki Türkçe konuşan yeni halkların temelini oluştururdu.

Kumanlar, I. Georgi Terter’in (1280-1292) iktidarda kalmasından sonra Bulgar Devleti’nin işlerinde daha büyük rol oynamaya başlar. Kumanlar, yalnız askerî birliklerde yer almıyor (Tatar, Alan ve Ruslarla birlikte Çar Ordusunda veya paralı asker olarak görev almıyordu) aynı zamanda aristokrat bir çevreye de sahiptiler. Söz konusu yöneticinin akraba ve yakın çevre temsilcileri önemli görevlere getirilirdi. Bunların kökeni daha çok Kumandı. Bunlardan bazıları, Kırım bölgesinin yöneticisi Terter’in kardeşi Aldimir (Eltimir), Vidin bölgesinin Şişman[77] (son Bulgar Orta Çağ Dinastisi’nin kurucusu) ve Dobruca’nın yöneticisi Balik’in babası ve Şişman’ın kardeşi Belaur, Braniç Prensleri (Durman ve Kudelin Kardeşleri) ve de Han Nogay’ın topraklarından olan, kendilerine ait kiralanmış birliklere sahip birçokları idi.[78]

Zamanla Macaristan, Bizans İmparatorluğu, Rusya, Moldova-Ulahya, Altınordu, Mısır ve saire yerlerdeki Kumanların torunları bulundukları şartlara entegre oldukları gibi, bunlar da Bulgarlaşmıştır. Bu süreç, aristokraside daha çabuk gerçekleşiyor gibidir. Oysa alt tabakalarda asimilasyon daha yavaş ve daha uzun bir süre içinde gerçekleşiyordu. Bu nedenle Osmanlılar Balkanlar’a geldiklerinde eski Peçenek, Uz ve Kumanların torunlarından oluşan kitlelerle karşılaştılar. Bunlar Türkçe konuşan bir ortamda büyük ihtimalle Anadolu’dan gelen Türk kolonistlerle birleşti. Bu arada Kuzeydoğu Bulgaristan’ın halkı, XIV. yüzyılın başında gerçekleşen Beyazid oğulları arasındaki mücadelede Taht adaylarından birini destekliyordu. Büyük Osmanlı gezgini Evliya Çelebi ise, XVII. yüzyılda Kuzeydoğu Bulgar topraklarını Uz Eyaleti olarak değerlendirir ve yerli Türk halkının özelliğine dayanarak, ona “Çitak” lâkabını verir.

Doç. Dr. Valeri STOYANOV

Bulgaristan Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü / Bulgaristan

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 2 Sayfa: 798-809

TARİH : BULGAR TOPRAKLARINDA KURULAN MENZİL SİSTEMİNİN ORGANİZASYONU (XVI-XVIII. YÜZYILLAR)


Modern toplumların olduğu gibi, eski toplumların yöneticileri de karayolu, denizyolu ve nehiryolu ulaşımının organizasyonuna büyük önem veriyordu. Aslında merkez ve eyaletler arasında bağ oluşturan ulaşım hatları kurulmadan bir devletin yönetilmesi mümkün değildir. Bu sebeple bir yönetimin güçlü olabilmesi için devlet kuryelerinin serbest dolaşımı ve normal ticarî trafiğin sağlanması gibi önlemler alınması gerekir. Ulaştırmanın organizasyonu, siyasî açıdan güçlü Orta Çağ Avrupa devletlerinin bile her zaman sağlayamadığı büyük maddî imkânlar gerektiriyordu. Mansio olarak adlandırılan istasyon sistemine dayanan karayollarının organizasyonun, Batı Roma İmparatorluğu’nun yok olmasından sonra yalnızca bir hatıraya dönüşmesi bir tesadüf değildir. Bakıma gereken para olmadığı için yavaş yavaş bozulan yolların kaderi de, istasyon sisteminin kaderinden farklı değildi.

Büyük bir malî kaynağı gerektiren bu sistem, Bizans Devleti’nde uygulanmaya koyulmadı; Bulgarların sınırlı imkânları da, böyle bir sistemi yaşatmak için asla yeterli değildi. Balkanlar, Osmanlılar tarafından alındıktan sonra, menzilhaneye dayanan Roma sistemine benzer bir ulaştırma sistemi kurulmaya başlanır. Osmanlı Beyliği’nin yukarıya doğru çıkan (dikey) siyasî gelişimi ve ekonomî düzeyi farklı olan devletlerin entegrasyonunun yanı sıra Beyliğin merkezleştirilmiş bir despotluğa dönüşmesi, İstanbul ve Edirne gibi merkezlerin bürokratlarıyla eyaletlerdeki bürokratları arasında hızlı bir haberleşme sağlayan söz konusu organizasyonun kurulmasını gerektiriyordu. Bu anlamda K. İreçek, Roma İmparatorluğu’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun, yolların bakımı için çaba gösteren tek devlet olduğunu belirtir.[1]

1. Ulaklar

Menzil sistemi, Anadolu ve Rumeli topraklarından geçen ana yollar üzerinde, XVII. yüzyıldan itibaren de Tuna ve deniz limanlarında kurulmuştur. Menzil sisteminin görevi, devlet kuryelerine ve de orduya hizmet vermekti.[2] Osmanlı menzilinin hangi modeli tekrarladığı konusunda kesin bir bilgi mevcut değildir. Bu menzilin bazı açılardan 13. yüzyılda kurulan Moğol modeliyle ortak yanları vardır. Marko Polo, bu tür menzilin tasvirini ayrıntılı bir şekilde verir.[3] Kuzey Çin’in 1234’te Moğollar tarafından fethedilmesinden sonra Büyük Kağan Ögedey tarafından kurulan ve Jam2in veya Jam olarak adlandırılan yol istasyonlarının amacı, atla yolculuk eden devlet temsilcilerine hizmet vermekti.[4] Oysa Abbasi ve Memlûklarda buna benzer sistemin adı Berid idi.[5]

Menzilhane[6] olarak adlandırılan ve atla yolculuk eden kuryelerin güvenliğini sağlayan yol istasyonu sistemi, XVI. yüzyıla kadar henüz kurulmamıştı. Başkent ve eyaletler arasındaki bağ, kaynaklara ulak[7] olarak geçen özel kişiler tarafından sağlanırdı. Kurye servisinin Osmanlı tipini, Moğol modelinin büyük ölçüdeki tekrarı olarak kabul etmek mümkündür.

XV. yüzyıla ait ulak sisteminin faaliyeti konusunda bilgi çok sınırlıdır. Sitemle ilgili en eski bilgi, Laonik Halkokandil’e aittir. Laonik Halkokandil, II. Mehmed’in 1462 yılında Ulah Voyvodası Vlad Tsepeş’e karşı yaptığı seferini anlatırken, merkez-eyalet bağlantısını sağlayan iki tür özel elçiden söz eder. Sultandan eyaletlere gönderilen ve yapılacak olan seferi bildirmekle görevli elçiler için kerykes (oi de tou basileos kerykes) terimini, eyaletten saraya haber götüren elçiler için de angeloi (angeloi epeidan ti neoteron xymbainoi epi tas thyras)[8] terimi kullanır. Bu iki terimin, Osmanlıcası olan ulak yerine kullanılması, Halkokadil’in Osmanlı kurye sisteminin aslını bilmediği ve büyük ihtimalle iki tür elçi sistemi üzerinde kurulan Bizans modelini tasvir ettiği ya da sultan tarafından gönderilen elçileri kerykes, eyaletlerden merkeze giden elçileri de angeloi olarak adlandırmış olması mümkündür. Osmanlı Devletinde görev yapan kuryeler arasında herhangi bir fark olmadığı için Halkokandil’in tasvir ettiği sistemin aslında Bizans kurye sistemi olduğu kabul edilebilir.

XV. yüzyılın ikinci yarısına ait birkaç ferman, kurye servisinin organizasyonu konusunda daha fazla bilgi verir.

Bilinen en eski ferman, 15.10.1482’de Edirne’de çıkarılır. Bu ferman, büyük ihtimalle büyük bir devlet misyonu yerine getirmekle görevli bir sultan elçisine teslim edilir. Söz konusu belgede elçinin adı ya da misyonun özelliği ile ilgili bilgi yoktur. Fermanda yalnız geçtiği her yerde ona yardım edilmesi ve her menzilde birer ulak verilmesi (…) menzil be-menzil bir ulak viriler (…)[9] gerektiği bildirilir. II. Bayezid’in (1481-1512) tuğrasını taşıyan bu ferman, aslında bir hüküm[10] sayılır. Yani söz konusu ferman, genel olarak ulak hükmü şekilde adlandırılabilecek özel evrak türüne ait bir belge olarak kabul edilebilir. Bu tür evraklar, devletin herhangi bir görevini yerine getiren kuryelere teslim edilirdi. Fermanın içerdiği söz konusu emirler, Osmanlı Devleti’nde çalışan kurye servisinin ilk organizasyonu hakkında bilgi veren en eski belge niteliğini taşır. Taşıyıcının adının bulunmaması, ancak büyük ihtimalle daha sonra eklenebilmesi için boş bir yerin bırakılmasına dayanarak, sık sık kullanılan ve “sirkülyer”olarak adlandırabileceğimiz bir emir türünden söz edildiği tahmin edilebilir. Belki de yerel yönetim için kuryeler tarafından taşınan bu emirlerdeki en bağlayıcı şey, kuryenin adı değil sultanın tuğrasıdır. Fermanda menzil ve ulak gibi terimlerin kullanılması dikkat çekicidir. İlk bakışta menzil teriminin kullanışı, zamanında yol istasyonlarından oluşan bir sistemin var olduğunun göstergesiymiş gibi kabul edilebilir. Kuryeler için gereken yeni at, konaklama ve rehber sağlayan menzilhanelerin, XVI. yüzyılın ortasına doğru kurulmaya başlandığı göz önünde bulundurulursa, söz konusu terimin yerleşim merkezlerinde var olan dinleme yerlerini belirlemek için kullanıldığını kabul edebiliriz.[11] Ulak terimine gelince, burada posta atının verilmesiyle ilgili kullanılmıştır.[12]

30.08.1497-08.09.1497 tarihleri arasında İstanbul’da çıkarılan başka bir fermanın içeriği de Edirne fermanına benzer.[13] Bu ferman, XV. yüzyılın sonuna doğru var olan kurye servisinin organizasyonunu daha iyi açıklamaktadır. Ferman, önemli bir görevle ilgili Karaman Vilayeti’ne yolculuk eden, sarayda görevli İlyas isminde bir kişiye yardım yapılması için kadılara yöneltilen bir emirden ibarettir. Ulak sahibi,[14] misyonunu başarıyla tamamlayabilmesi için gidişi ve dönüşü sırasında durduğu her yerde söz konusu kişiye at sağlamak zorundadır. Bu belge, XV. yüzyılın sonuna doğru Osmanlı Devleti’nde bulunan kurye servisinin ilk organizasyonunun özelliğini açıklar. Görünüşe göre bu dönemde özel bir reaya gurubuna, ulaklara gereken at sayısını sağlamak gibi bir görev verilmişti. Belgede yer alan ulak sahibi teriminin bu anlamda değerlendirilmesi gerekir. Ulak sahiplerinin görevi, resmi temsilcileri tarafından kullanılacak at yetiştirmekle ilgilidir. Emrin kadılara yönelik olması, at sağlamak konusundaki sorumluluğun onlara ait olduğunu gösterir. Bu emirde belli mesafeyi geçtikten sonra bırakılan atlarla ne yapıldığı açıklanmaz.

1493 tarihli bir fermana dayanarak ulakların gereken atları sağlamak için başka bir yola da baş vurduklarını tahmin edebiliriz. Söz konusu fermanla, Rumeli’deki sancakbeyi, kadı ve subaşıların, Dobrovnik elçisinin başkente doğru yapacağı yolculuğu sırasında engel çıkarmamaları emredilir. Belgede, elçinin atlarının ulaklar tarafından alınmaması gerektiği hususu özellikle belirtilir.[15] Bu fermanda, kurye servisi organizasyonunun ilk aşaması hakkında bilgi mevcuttur. Yolcuların atlarının yolculuk sırasında alınmasıyla ilgili uygulama, eyaletlerdeki yerel yönetimin ulaklara gereken at sayısını sağlayamadığını açıklar. Aynı zamanda söz konusu durum, sistemin iyi çalışmadığını da gösterir. Yolcuların atlarının zorla alınması, bir ulak emrinin etkisinin ne kadar büyük olduğunu gösterir. Bu nedenle de söz konusu belge, sahiplerinin gittikçe çoğalmasına, yanız devlet görevlileri için verilen at kullanma hakkının ise, speküle edilmesine neden olur. Yerel yönetimlerin at sağlama konusundaki başarısızlığı, yollarda baskı uygulamasına sebebiyet verir. Bu durum, ulak emri verme hakkına sahip birçok yöneticinin bulunmasından da kaynaklanır.

İlk başta bu emirler yalnız sultan tarafından çıkartılabilirdi. Fazla bir zaman geçmeden vezir ve defterdarlar da, eyaletlerde ise, sancakbeyi, kadı ve subaşıları bu tür emir çıkartma hakkına sahip olmaya başladılar. Askeriyeye ait olmayan, ancak gereken emir belgesine sahip tüccar ve başka şahıslar da özel ihtiyaçlarını karşılamak için bu atlardan yararlanır. Resmi görevini yerine getirmek için yolculuk eden ve bu belgeye sahip yolcu, gerektiğinden daha fazla at alır ve onları geri teslim etmek gibi bir mecburiyeti de yoktur. Öyle ki sancak beyleri, başkente olması gerektiği gibi bir veya iki değil 3-4 ulağı gönderir. Ulaklar da halkın atlarını toplar, kadıların ahırlarına girip bulduğu tüm atlarına el koyar, dolayısıyla gerçek ulakları atsız bırakırdı.[16] Bu durum, merkez yönetiminin olaya el atmasını gerektirir. Yönetim, halkın bir kısmının özel kanunlar yardımıyla ulak müessesesine olan vazifelerini düzenlemeye çalışır.

II. Bayezid Dönemi’ne ait Siderokaps’la ilgili kanun, böyle önlemlerin alındığının bir göstergesidir. Bu kanunda hem madencilerin ve kömürcülerin hak ve vazifeleri düzenlenir hem de oradan geçen ulakların görev sırasında madenci ve kömürcülerden at alması yasaklanır. Kanun’da şöyle denilir: “(…) ve dağdan kömür etmeğe mâni’olmayalar, kim dilerse ede ve dahı bargilerin ulağa dutmayalar, harâcgüzâr ispencelerin tamam verdüklerinden sonra ulak borçları yokdur ve ma’dencilerün bargirlerin ulağa dutmayalar, subaşı ve kadı bu zikr olunları men’edüb ta’addî etdirmeyeler (,..).”[17] Bu maden ocağı, Orfano’yu[18] Struma vadisi boyunca Sofya ve Orta kolu ile bağlayan ana yolu üzerinde bulunurdu ve görüldüğü gibi madencilerin atları, oradan geçen ulaklar tarafından geri verilmemek üzere alınıyordu. Bu uygulama, madenlerin çalışmasını ve kömürün nakliyesini zorlaştırırdı. Bu nedenle de madencilerin haklarını düzenleme ihtiyacı ortaya çıkar. Daha önce söz ettiğimiz ferman ve de söz konusu kanun, ulaklarla alâkası olmayan ancak ulak belgesine sahip insanların bu durumdan nasıl yararlandıklarını kesin bir şekilde ortaya koyan bir belgedir. Sağlam bir kontrol uygulanmadığı için ulak sistemi krize girer ve merkez ile eyaletler arasındaki bağlantı zorlaştırılır.

Ulakların bu suistimalleri, devletin kuryelere at sağlama yönünde çaba göstermediği anlamına gelmez. Bu konuda devletin ana prensipleri, XV. yüzyılın ikinci yarısı ve XVI. yüzyılın başına ait birkaç kanundan incelenebilir. XV. yüzyılın ikinci yarısına ait Sultan Mehmed’in kanunlarında bile ulaklar için at yetiştiren insanların statüsü belirlenir. Kanunda, bu insanların (doğancı, katrancı, çeltikçi, ahâli-i ma’den, ahâli-i köprü, tuzcu, sayyâd, derbentçi ve ortakçıl) yaptıkları görev karşılığında olağanüstü vergilerden serbest bırakılmaları gerektiği kaydedilir.[19] Menteşe Sancağı’nın adaletnamesinde [Sultan I. Selim (1512-1520) Dönemi] hemen hemen aynı metnin tekrarı vardır.[20] XV. yüzyılın başına ait Niş Kanunu’nda ise defterlere kayıtlı olan, olağanüstü vergilerden serbest bırakılan çeltikçiler, derbentçiler ve ulaklar için at bakan imamların vazifeleri yer alır.[21] Söz konusu kanunlar, olağanüstü vergilerden muaf olma karşılığında ulakların kullandığı atların bakım görevini üstlenen özel insan gruplarının (ulak besleyenler) oluştuğunu açıklar. Aslında Ulak Müessesenin ilk organizasyonu bundan ibarettir. Belgelerde ayrıntılı bilginin olmamasından dolayı reayanın yüzde kaçının böyle bir statüye sahip olduğunu çıkarmak zordur, ancak büyük ihtimalle Anadolu ve Rumeli’de ana yollar yakınında oturan halkın böyle bir vazifesi vardı. Sistemin özel ihtiyaçlar için de kullanılması, ulaklar için gereken atların sağlanılmaması, atların her yolcu hatta yabancı elçiler[22] tarafından zorla alınması, yollarda kaba kuvvetin de kullanılmasına imkan verir. Tüm bunlar, zor çalışan yapının değişmesi yolundaki ilk teşebbüsün yapılmasını gerektirir. Bu model, büyük ihtimalle 1537/38-1540/41 yılları arasında, Büyük Vezir Lütfi Paşa’nın dönemine dek uygulanır.[23] Lütfi Paşa, Âsâfnâme adlı ünlü eserinde şöyle der: “Olur olmaz yere ulak için hüküm verememek gerek. Ulak gibi memâlik-i Osmaniye’de nâhemvâı zulüm yoktur. Ulak hükmü kati mühim olub omur-u saltanata zarar ihtimali virmek olur erde gerekdir. Olur olmaz yerde câyiz değildir. Fıkarâyı halâs içün sadâretim zamanında menzil-i bârgirleri bâzı güşelerde vaz‘itdim”[24]

2. Menziller

Büyük ihtimalle, devlet yolları üzerinde kurulan menzilhanelerin oluşumuyla, ulakların kullandığı atlar konusunda bir düzen getirilmesi yolunda ilk adımlar atılmıştır. Aslında menzil sisteminin oluşması, düzenli olarak nitelendiremeyeceğimiz karmaşık ve uzun bir süreç teşkil eder. Büyük ihtimalle reform, ilk etapta yol istasyonlarını korumakla ilgiliydi ve devlet görevlilerine at sağlama geleneği büyük ölçüde korunmuştur. Söz konusu durum, reaya grubunun menzillere olan vazifelerini belirleyen bir dizi belgeden anlaşılır. 15.6.1576 tarihli ve bir yerleşim merkezinin (yerin özel adı okunamıyor) kadıya hitaben yazılan bir emirden de anlaşılacağı gibi, ulaklar için at sağlayan köy ve kasabaların yeni yapılan listesine göre, 15 aile bir atı beslemekle görevliydi. Bu anlamda bir emir çıkartılır ve menzil defteri imzalanırdı. Söz konusu emrin çerçevesinde 135 aile 9 atın beslenmesinden sorumlu idi. Bu kişiler, üstlendikleri vazifenin karşılığında avariz vergisinden muaf tutulduğu gibi kürekçi olarak görev yapma gibi başka yükümlülüklerden de muaf tutulurdu.[25] 1576 tarihli Filibeli celeplerin defterinde ise, at beslemekle görevli altı celebin kaydı mevcuttur. Celepler, bu görev karşılığında kırklu (!) adıyla kayda geçmiş ve 40 akçe ödemekten muaf tutulmuştur.[26] Ancak bu prensibin sık sık ihmal edildiği hususunu belirtmemiz gerekir. Menzil atı beslemekle görevli aileler, sık sık olağanüstü vergilerle vergilendirildiği için Babıali’ye şikâyet dilekçesi gönderilir.

Hasköy Kazası’na bağlı Tükürlü köyünde yaşayan halkın 1576 tarihli şikâyet mektubu, tipik bir örnek sayılır. Dilekçenin nedeni, sahip oldukları statüyü değiştirme konusundaki girişimle ilgilidir. Dilekçe sahibi halkın vazifesi, dört menzil atın beslemesinden ibaretti ve bunun karşılığında olağanüstü vergilerden muaf tutulurdu. Bu anlamda da onlara kutsal bir emir çıkartılmıştı. Ancak yeni olağanüstü vergilerin uygulanması, şikâyetin gerçek nedenidir. Hasköy’deki kadıya gönderilmiş sultanın bir emriyle, bu insanların görevini yerine getirip getirmedikleri konusunda kontrol yapılmasını, belirlenen atlarla da ilgilendikleri durumlarda olağanüstü vergilerden muaf tutulmaları isteniyordu.[27] XVII. yüzyılın ikinci yarısına kadar süren döneme ait, Lütfi Paşa’nın kurduğu menzil sisteminin fonksiyonu konusunda çok az bilgi mevcuttur. Yol istasyonu giderlerinin muhasebesini yapan belgelerin mevcudu, ulak hükmü ve menzil hanelerinin bir arada ve uzun bir süre içinde faaliyet göstermeleri ve de menzillerin muhasebesini yapan birimlerin yavaş yavaş oluşmasına bağlı olabilir.

XVII. yüzyılın ortasından sonra Rumeli ve Anadolu’daki menzillerin işleri, Osmanlı’nın en büyük malî idaresi olan mevkufat kaleminin menzil halifesi dairesinde yapılırdı. Mevkufatın içinde menzillerden sorumlu bir dairenin açılması çok mantıklıdır, çünkü bu dairede ordunun ihtiyaçlarına göre paylaştırılan ve olağanüstü vergilerden sağlanan gelirlerin muhasebesi yapılırdı. Kurye servisinin bu daireye bağlanması çok mantıklıdır. Çünkü posta istasyonlarına gereken yiyecek ve odun, aynı zamanda savaş sırasında orduya gereken her şey, vergiden toplanan söz konusu parayla sağlanırdı.[28] XVII. yüzyılın ortasından sonra ulaştırmanın organizasyonu ile ilgili bilgiler daha ayrıntılıdır. Bu durum, mevkufatta tutulan menzil defterlerine bağlıdır. Söz konusu belgelerde menzil sisteminde uygulanan her tür değişiklik yer alır. Büyük ihtimalle ilk önce menzile ihtiyaç duyulan yer belirlenirdi. Sonra da trafiğin yoğunluğuna bağlı olarak atların sayısı ve menzilin hangi kazaya bağlı olacağını karar verilirdi. Bundan sonra gelir-gider bilânçosu yapılırdı.[29] Bu yeni uygulama şekli, kuryelere gereken at sayısına bakılmadığı anlamına gelmez.

XVII. yüzyılda Rumeli ve Anadolu vilayetlerindeki menziller en iyi durumdaydı. Her iki vilayette bulunan yollar, Sağ kol, Orta kol ve Sol kol olarak üç kola ayrılmıştı.[30] Şu andaki Bulgar toprakları üzerinde bulunan menzillerin tam sayısını belirlemek zordur. Çünkü ordunun geçtiği yerlerde bulunan bazı menziller gereksiz oldukları için önemini yetiriyor, bazıları ise faaliyetini devam ediyor. Bunun yanı sıra yeni yol istasyonlar da eklenmiştir. Rumeli’de (buna bağlı olarak da Bulgar topraklarında) Osmanlı İmparatorluğu açısından çok önemli yollar mevcuttu ve XVII. yüzyılda bu topraklardan ordu geçiyordu.

Yolların geçtiği bölgeleri, bir atlının 16 ile 12 saat içinde geçebileceği mesafede (araziye göre bu mesafe 20 ile 70 km arasında değişir) yer alan menzillerden belirlemek mümkün.

İstanbul’u Kırım’la bağlayan Sağ kol, “Kırım yolu” olarak da bilinir. Bu yol, büyük ihtimalle XVIII. yüzyılda Kırk Kilise’den (Lozengrad) başlıyor, Kuzey istikametteki Karadeniz sahilini takip ederek, Doğu Koca Balkanı Aydos (Aytos) ve Pir-i-vadi (Prevadi-Provadiya) bölgesini veya Kazgan (Kotel) Geçidi’ni[31] keserek, Deliorman’ın doğu bölgesinden geçiyor ve Hacıoğlu Pazarı (Dobriç) adlı çok önemli bir yol istasyonuna kadar uzanıyordu. Yol, bu istasyondan iki kola ayrılırdı. Kırım yolu; Divane Ali (Kuzey Dobruca’da bulunan ancak günümüzde olmayan eski bir yerleşim merkezi) Menzili ve Karasu’dan geçerek İsmail’deki (İzmail) delta kollarından önce Tuna nehrini kesiyor ve Babadağ’a doğru devam ederek sonra da Uzun Kalesi (Oçakovo) yakınlarından kuzeydoğuya uzanıyordu. Rusya’nın yavaş yavaş Karadeniz’e doğru ilerlemesiyle, XVIII. yüzyılın ilk yarısında Uzi Kalesi dışında da yol istasyonu ağı kurulur, bu yol ağı Kırım yolunu Azak Denizi ile bağlar ve Dnestır’a giden eski Roma yolunu takip ederek Bender Kalesi’yle[32] bağlantı sağlar. Hacıoğlu Pazarı’ndan ayrılan yeni kollarından biri, Silistre’ye (Silistra) giden yoldur. Bu yol sonra Tuna nehrinin sağ sahilini takip ederek, Rusçuk, Niğbolu (Nikopol) ve Vidin’e doğru devam eder ve Tuna boyunda bulunan menzillerle birleşir.[33]

Orta kol olarak adlandırılan yol, en iyi bilinen yoldur. Orta kol eski askerî yolunu takip eder ve XVIII. yüzyıla kadar askerî amaçla en çok kullanılan yoldur. Osmanlılar, Orta Avrupa’daki topraklarını kaybedince Orta kol yolu da önemini kaybeder ve onun yerini Sağ kol alır. Sağ kol, Edirne’den başlayarak Meriç nehrini takip eder, Cizri Mustafa Paşa (Svilengrad), Harmanlu (Harmanli), Filibe, Tatar Pazarı (Pazarcık), İhtiman, Sofya ve Niş Mitroviçe’den (Niş) geçerek Belgrad’a kadar uzanır. Sağ kol, iki ana kolla bağlandığı diğer küçük yollarıyla birlikte, tarihte en iyi bilinir.[34]

Sol kol, XVIII. yüzyılda Türkmenlü Menzili’nden başlayarak Tekirdağ’dan (Tekfurdağ, Rodosçuk) geçer, Viya Egnatsiya Roma yolunu takip eder, sonra da Kavala ve Selânik’ten geçer. Buradan bir kolu Duratso’daki Akdeniz’e ulaşmak için Epir ve Arnavutluk’tan geçer. Ana yolu ise Teselya’dan Mora’ya doğru devam eder.[35]

Menzil defterlerinde, yalnız menzillerin bulunduğu yer ve saat ile ölçülen mesafelerle ilgili değil, menzillerin bakımıyla ilgili bilgiler yer alır. 1697 yılının sonunda yapılan reformlardan sonra, yani menzilciler at kullananların görevi ve at sayısını kayda geçirmeye başlayınca farklı ve kişisel bir defter türü de ortaya çıkar. Bu defterler kaza kadıları tarafından tasdik edilir ve işler bitince de mevkufata gönderilirdi.[36] XVII. yüzyılın sonuna doğru menzil defterlerinde, menzilcilerin adlarına da rastlanır. Menzilciler genelde bir yıl için tayin edilirdi-bir yılın Ruz-i Hazırı’ndan diğer yılın Ruz-i Hazırın’a, veya yarım yıl için- Ruz-i Hazır’dan Ruz-i Hasıma kadar. Menzil yöneticileri, kadılar tarafından teklif ediliyor ve sultanın bir fermanıyla belirlenen süre için tayin ediliyordu. Sık sık şöyle bir şeyden söz edilir; menzilci, yol istasyonu yöneticiliğini üstlendiği zaman atlar için belirlenen harcamaları yükseltmeyeceği konusundaki sorumluluğu da kabul ediyor, kadı belirlenen sürenin sonunda defteri kontrol edip tasdik ediyordu.[37]

Sık sık bazı menzillerin birkaç menzilci tarafından yönetilmesi durumuyla da karşılaşıyoruz. Her menzilin at ahırı vardı. Bu atların amacı, ulaklara hizmet vermekti, sayıları ise ulak trafiğine göre o an için belirlenirdi.[38]

Büyük ihtimalle Menzil sistemi, XVII. yüzyılda önce Rumeli, XVIII. yüzyılın ikinci yarısında da Anadolu’da kiralanabiliyordu. Bazı büyük menzilin, Hıristiyanlar tarafından kiralandığı durumu dikkat çekicidir. 1692’de gayrimüslim olan Sefer, İstanbul, Silivri ve Edirne’deki,[39] menzilleri kiralardı; Mitrovitsa’daki menzil ise 1687’de bile dört Hıristiyan tarafından kiralanmış bulunuyor: Jivko, Kuzman, Peyo ve Mato. Vermiş olduğumuz son örnekten de görüldüğü gibi, menzil savaşın yapıldığı yere yakın olsa da, şehrin malî çıkarları ön plandaydı.[40]

Sefer sırasında merkezle yapılan mektuplaşmanın gecikmemesi amacıyla at sayısının yükselmesiyle birlikte, yeni menziller de kurulur. Bu, en çok İran’a yapılan seferler sırasında yapılır, ancak yeni yol istasyonu Rumeli’de de kurulur. Eğer Tatar Pazarı (Pazarcık) ve Hacıoğlu Pazarı (Dobriç) şehirlerinin tarihini inceleyecek olursak, onların menzilleriyle sağladıkları tarihî önemi görmemek mümkün değildir. Ancak ilk önce söz konusu şehirlerin yol istasyonlarının mu yoksa şehir merkezlerinin mi kurulduğu konusunu kanıtlamak çok zordur.

Başka bir ihtimal de vardır. “Eskiden beri” ulakların yolculuk ettiği merkezler hiçbir zaman menzil olarak seçilmezdi. Bu şehirlerdeki giderler, halk ve at kullandığı için kira ödeyen devlet arasında paylaşılırdı. Tüm hesaplar kadı tarafından tutulurdu. Örneğin XVIII. yüzyılın başında Yeni Pazar ve Yambolu (Yanbol) merkezlerinin menzil olarak kayıta geçmeleri reddedilir, yol istasyonu açılırken, mesafe ve yerin coğrafî durumu göz önünde bulundurulurdu. 1721’de Vidin ve Niğbolu Muhafızı olan Hasan Paşa ve kaza naiplerinden gelen istek üzerine, Hotaliç’te 4 atlı bir menzilin açılmasına izin verildi. Söz konusu isteğin gerekçesi, Vidin ve Niğbolu arasındaki mesafenin çok fazla olduğu, yolun bir çok dağ tarafından kesildiği ve dolayısıyla atların öldüğü ile ilgiliydi. Yeni menzilin mevkufata kayda geçmesi emredilir.

Menzillerin yeniden yapılması işlemi de, hem karmaşık hem de uzun bir süreç sayılır. 1690 yılındaki Avusturya işgalinden sonra Niş Mitroviçe ve Belgrad arasındaki yol istasyonlarının yeniden eski hale getirilmesi gerekirdi. Özel bir mubassırın hazırladığı rapor sayesinde Dragoman’dan Belgrad’a giden yol üzerindeki menzillerin tamiri mümkün olmuştur. Bu konuyla ilgili 1690-1691 yıllarında çıkartılan özel fermanlar, her posta istasyonu için gereken at sayısını, günlük giderlerini ve gelir sağlayan kaynaklarını belirler. Bu belgelerden, istasyonların yeniden yapılması için gereken giderlerin, Sofya ve Pirot etrafında bulunan birkaç köyün vergilerinden karşılanması gerektiği anlaşılır.

Verilen örneklerden de anlaşıldığı gibi menzil sistemi çok dinamik idi. Yol istasyonlarının açılışı veya kapanışı, devletin gerçek ihtiyaçlarına bağlıydı. Örneğin İstanbul’dan 24 saat ve Fakilü Derbend’den (Fakya)[41] 12 saat mesafede bulunan Aydos (Aytos) Menzili, 1673’te dört ata sahipti.

Giderler, 33.000 akçe ödeyen 88 avariz-haneden ve 23.328 akçeden oluşan Aydos kazası halkından toplanan bedel-nuzuldan karşılanırdı (toplam 56.328 akçe),[42] 1697’de artık menzilde 17 at vardı ve bu atlar için yılda 2507,5 kuruş harcanırdı.[43] 1721’de menzil tekrar bir yıl için kiralanır. Bu kiralama işi kadı tarafından verilen teklif üzerine yapılır ve Mustafa tarafından alınan bir fermandan sağlanırdı. Atların sayısı 15 tir, menzil giderleri 2212,5 kuruştu. 1125 kuruş at kullanan ulakların hesaplarından alınırdı, kalan 1087,5 kuruşun ise söz konusu menzile ayrılan, 1567 kuruşluk da ocaklık şekilde Aydos ve Ruskasrı (Rusokastro) kazalarından sağlanırdı. Bu 1567’den 1087,5 kuruş menzil için ayrılıyordu, kalan 479,5 kuruşun ise, hazineye teslim edilmesi gerekirdi.[44] 1725-1726 yılında bu menzil, Elhaçoğlu Ahmet tarafından kiralanır. Atların sayısı gene 15’tir, ocaklık geliri ise, aynı kazaların avariz ve nuzul vergisinden oluşurdu. Para miktarı aynıdır.[45] 1726-1727 yıllarda menzil İbrahim tarafından kiralanır, at sayısı ise yedi indirilir.[46]

Aydos’tan (Aytos) 4 saat mesafede bulunan Karinabad (Karnobad) Menzili’nin harcamaları da bu kadardır.[47] 1673’te bu menzilin 4 atı vardı ve bakımları için 56.328 akçe harcanırdı.[48] Bu menzilde 1697’de 17 at vardı ve bunlar için Aydos Menzili’ndeki gibi aynı miktarda para harcanırdı.[49]

Aydos’tan 14 ve İstanbul’dan[50] 38 saat mesafede bulunan Prevadi (Provadya) Menzili de 1673’te 4 ata bakıyordu.[51] 1697’te atların sayısı 12’ye yükselir. Harcanan para 1.770 kuruştu.[52] 1722-1723 dönemi için Ali tarafından menzil kiralanır. At sayısı gene 12’dir ve harcamalar 1.700 kuruşa çıkar. Onlardan 900 kuruş ulakların hesaplarından ödenir, 870 kuruş olan kalan kısmı ise, Prevadi reayasından toplanan, “menzilciyan” olarak adlandırılan ve toplamı 1.500 kuruş olan avariz ve nuzuldan alınır. Kalan 630 kuruşun da hazineye geri gitmesi gerekir.[53]

Vermiş olduğumuz örneklerden yola çıkarak XVII.-XVIII. yüzyılların menzil sisteminin malî yardımının dayandığı prensipler belirlenebilir. 1697 yılında yapılan reforma rağmen XVII. yüzyılın sonuna doğru menzillerle gereken paranın yarısı menzilkeş olarak adlandırılan reayadan toplanan olağanüstü vergilerden sağlanırdı. Sık sık menzillerin bulunduğu komşu kazalar, bu menzilin giderlerini üstleniyordu. Divane Ali’deki menzilin giderleri bu şekilde sağlanıyordu. Karasu (Çerna voda) ve Hacıoğlu Pazarı arasında bulunan Divane Ali’de Silistre’deki kadıya gönderilen bir emirle 1673’te bir menzil yapılır. Yeni menzilin sahip olduğu 25 atın bakımı Balçık ve Mangalya tarafından sağlanırdı.[54] 1687’de Divane Ali Menzili’nde 30 at vardı. Bu atlar için yapılan harcamalar Silistre, Mangalya ve Balçık kazaları tarafından karşılanırdı.[55] Reformdan hemen sonra, 1687-1698’de bu menzil dört kola hizmet vermekteydi: Yani 8 saat mesafede bulunan Hacıoğlu Pazarı, gene 8 saat mesafedeki Karasu, 10 saat mesafedeki Balçık ve 6 saat mesafedeki Mangalya menzilleriyle bağlantı sağlıyordu. Yol istasyonunda yalnız 10 at vardı. Bu menzillerin harcamalarını karşılamak için başka yöntemler de bulunurdu. Günlük şartlarına bağlı olarak farklı malî kalemler aranırdı. Mitrovitsa Menzili’nin giderlerini kapatan olay bu konuda açıklayıcı bir örnek sayılır. 1687 tarihli dört menzilcinin maaşları ila ilgili kadı hüccetine göre, aynı kazadan toplanan cizyeden 36.000 akçe bu kişilere ödenmiştir.[56]

Savaş sırasında menzillerin fonksiyonu için yapılan harcamalar çok yükseliyordu. Ulakların trafiği yoğunlaştığı için reayanın malî yükü de ağırlaşıyordu. Bu nedenle Cizri Mustafa Paşa’ya bağlı Habibce’nin menzil reayası, Babıali’ye şikâyet dilekçesi göndermiştir. Dilekçenin nedeni, 1695 yılında yükselen menzil giderleriyle ilgilidir. Savaş nedeniyle bu yıl menzilden daha çok ulak geçiyordu. Bu durum, yol istasyonu harcamalarını yükseltiyordu. Gereken 30.000 akçenin yanında ek olarak 1600 kilo arpa verilmişti. Dilekçede menzile bağlı reayanın bundan sonra görevini yerine getirmesinin mümkün olmadığı ifade ediliyordu. Bu durumda bir haneden 75 kuruşluk bedel-i sürsat adlı ek bir ödeme fermanla getirilir. Şikâyet dilekçesinde menzil reaya statüsünde oldukları için diğer olağanüstü vergilerden muaf tutuldukları gibi bu vergiden de muaf tutmalarında ısrar ediliyordu.[57]

3. Reform Çabaları

XVII. yüzyılın sonunda yapılan Osmanlı-Avusturya Savaşı (1683-1697), menzil sisteminin durumunu kötüleştirir ve bu husus, reform gerektirir. Rebiyül-ahır’dan (10.11.1108) olan sultanın fermanı menzil sistemini kökünden değiştirir.[58] Söz konusu fermanda Rumeli ve Anadolu’daki menzillerin önemli devlet işlerine hizmet vermek amacıyla kuruldukları, ancak Büyük Vezir, komutanlar, mütesellimler tarafından özel işlerini yapan kişilere verilen emirler aracılığıyla menzil sayısını fazlasıyla arttırdığı ifade edilir. Menzillerin bakımından sorumlu köyler, bundan çekiyordu. Köylülerin çoğu yerlerini terk etmiş, bakımsız kalan atlar ise ölmüştür. Bu durum, menzil sisteminde köklü bir değişiklik gerektiriyordu. XVII. yüzyılın Osmanlı şartlarına uygun pazar ekonomisi ve özelleştirme prensiplerine dayanan menzillerin yeni kullanım şekli yürürlüğe girmiştir.[59] Atların daha akıllıca bir şekilde kullanılması açısından yol istasyonlarının masraflarını karşılama şekli değişti. Değişiklik çok şaşırtıcıydı, çünkü menzil atı kullanan herkesin para ödemesi gerekirdi.

Fermana göre, atın bir saatlik kirası 10 akçeydi. Aynı zamanda, yük atı kullanıldığı durumda da belli bir ücret ödenirdi. Kullanılan at sürücüleri için de ödeniyordu. Böylece kağıt üzerinde olsa bile hazine tarafından menzillere direk ödeme sistemi getiriliyordu. Bu sistemle ulaklar tarafından kullanılan at sayısını azaltmak ve yol istasyonlarının harcamalarını hafifletmek gibi şeyler amaçlanıyordu. Kanunda altı aylık bir geçiş süresi öngörülüyordu. Ruz-i Hazır’dan Ruz-i Hazır’a kadar süren bu geçici dönem için de giderler ile ilgili öngörülen paraların, eski sisteme uygun olarak toplanılmasına ve menzil yöneticileri tarafından kullanılmasına karar verilmişti. 1696 yılının Ruz-i Hatır’ından itibaren atların kullanımıyla ilgili yeni kanun yürürlüğe giriyordu. Atların saat üzerinde ödenmesiyle ilgili uygulama, yeni defterleri de gerektiriyordu. Bu yeni defterlerde, menzilin hizmet verdiği yollar ve diğer menzillere kadar saat üzerinde ölçülmüş mesafeler yazılıydı. Örnek olarak 1108-1109 (1696-1697) tarihli ve Edirne’den ayrılan üç ana yolun üzerinde bulunan İsakça, Belgrad ve Mora menzil defteri gösterilebilir.[60]

Bu reformdan sonra Rumeli ve Anadolu’daki kurye sisteminin altüst olduğu söylenebilir. Reformdan önce menzil harcamaları avaliz ve nuzul vergilerinden veya onların yerine devlete hizmet vermek ile; aynı zamanda cizye ve de gümrük vergisinden sağlanan başka gelirlerle karşılanırdı. Başka bir deyişle, menzilin bulunduğu kaza, menzil masraflarını ödemek zorundaydı. Atların paralı olması, at kullanmak için gereken belgeye sahip olma zorunluluğu, menzil sisteminin gelişiminde yeni bir aşama sayılır. Buna rağmen reformdan sonra bile yol istasyonlarının masrafları ya avarizden ya da başka kazalardan yapılan para yardımıyla karşılanırdı. Bu durum, Divane Ali Menzil’in gelir ve gider bilânçosundan çok iyi görülür. Menzilin 10 atı vardı. Giderleri 1485 kuruş idi, ancak onlardan 428 kuruş imdat olarak Silistre, Balçık ve Mangalya kazalarından toplanmıştır.[61]

Görüldüğü gibi Babıali tarafından başlatılan pek çok reformda olduğu gibi, menzil sistemi alanındaki reform da iyi niyetten başka bir şey olamamıştır. Bu durum, 1713 yılına ait Rumeli ve Anadolu’da bulunan menzillerin gelir-giderlerinin genel bilânçosunda da görülür. Aynı yıl için Anadolu ve Rumeli menzillerinin masrafları için 244.000 kuruşa ihtiyaç vardı. Ulaklar tarafından kullanılan atlar için ödeme miktarı 136.000 kuruş, farklı mukatadan sağlanan gelir 10.000 kuruş ve eski menzil köylerinde toplanan avariz vergisi 98.000 kuruştu.[62] At kullanımında kuralların uygulanmasını emreden 17.11.1739 tarihli sultan fermanı da, reformun belli bir süre için başarılı olmuş olsa bile bu sürenin çok kısa olduğunu kanıtlar.[63] Aslında herhangi bir savaş, bu istasyonlardan geçen trafiği yoğunlaştırıyordu. Bundan sonra yapılan diğer adım ise, kuryelerin atları için saat üzerine para ödemeleri ile ilgili mecburiyetini kaldırmaktı. 1696 tarihli reformu ayrıntılı bir şekilde değerlendirmeden, menzil sisteminin işlerini yürütme konusunda önemli bir değişikliğin yapıldığı konusunu belirtmemiz gerekir. 1696’dan sonra yol istasyonu yöneticileri tarafından tutulan ve kadılardan tasdik edilen şahsi menzil defterlerinin sayısı çok fazla artmaktadır. Söz konusu defter türü, Mustafa Reşid Paşa’nın Avrupa’daki modern posta servisine benzer postahane sistemini kuruncaya, yani XIX. yüzyıla kadar korunur.

Osmanlı Devleti’nin haberleşmesini sağlayan yol sisteminin genel bir değerlendirmesini yapacak olursak, K. İreçek’in yüz yıl önce söylediklerini genel olarak kullanabiliriz. K. İreçek’e göre Roma İmparatorluğundan sonra, haberleşme alanında böylesine büyük bir hizmet veren Osmanlı İmparatorluğu’ndan başka bir devlet yoktur.

Dr. Aleksandır ANTONOV

St. Klıment Ohrıdskı Üniversitesi / Bulgaristan

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 927-934

TARİH /// VİDEO : Türklerin Ulu Atası Mete Han (Oğuz Kağan)


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=9vZiQYP37-w&feature=em-subs_digest

GÜNDEM ANALİZİ /// VİDEO : Ekopolitik Programı /// 20.05.2016 /// Uğur Civelek – Çetin Ünsalan – Ulusal Kanal


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=UyMupEjTCDo&feature=em-subs_digest

ARAŞTIRMA DOSYASI : Cold Fusion


Cold Fusion

The site ColdFusionNow.com describes “Cold Fusion” as the following:

Cold fusion describes a form of energy generated when hydrogen interacts with various metals like nickel and palladium. Cold fusion is a field of condensed matter nuclear science CMNS, and is also called low-energy nuclear reactions LENR,lattice-assisted nuclear reactions LANR, low energy nanoscale reactions LENR, among others.

Cold fusion is also referred to as the Anomalous Heat Effect AHE, reflecting the fact that there is no definitive theory of the elusive reaction.

The following are documents related to “Cold Fusion.”

Declassified Documents

Sorted from Newest to Oldest based on publication date.

pdf.gifThe Status of “Cold Fusion”, February 17, 1998 [29 Pages, 2.5MB] – The questions raised by reports of nuclear reactions at low energies, so called ‘cold fusion,’ are not yet answered to the satisfaction of many scientists. Further experimental investigations of these and related questions seems desirable, at least for scientific if not practical reasons. Properly conducted, such investigations would be indistinguishable from normal research. They would yield information germane to accepted areas of scientific inquiry and technological utility. The announcement on 23 March 1989 by Pons and Fleischmann that they had achieved power generation from nuclear reactions at ordinary temperature had a rapid and enormous impact. About six weeks later, the cover stories of three major popular news magazines in the U. S. were on ‘cold fusion’. The response to the prospect of easy and inexhaustible energy, maybe with little residual radiation, was comparable to the public reaction to Roentgen’s report of x-rays in 1895. Then it was thought that privacy would no longer be possible. The strength of the ‘cold fusion’ surprise had two bases. One was the strong knowledge, on the part of physicists, that high energy beams (or equivalently, high temperature plasmas, with their associated high particle velocities) are needed to force nuclei into contact, a prerequisite for their reaction. Physicists had worked hard for four decades, and spent billions of dollars, in only partially successful efforts to produce and contain the multi-million degree plasmas needed to get significant energy out of nuclear fusion. Despite the major progress on heating fusion plasmas, and on overcoming many instabilities which tend to destroy plasma containment, three milestones remain to make fusion energy useful.

pdf.gifA Summary of NRL Research on Anomalous Effects in Deuterated Palladium Electrochemical Systems, January 9, 1996 [146 Pages, 9.6MB] – Claims of excess power produced in electrochemical cells have been made by many investigators including those from two Navy laboratories. The excess power reportedly occurs in palladium electrodes highly loaded with deuterium. Other anomalous effects such helium-4, tritium and low energy radiation production have also been reported. This report summarizes the experimental results from a number of electrochemical loading/calorimetric experiments on palladium electrodes run at NRL. The experiments were carried out with the purpose of replicating the published excess power results obtained at the other Navy laboratories and with the goal of identifying the experimental conditions necessary to produce anomalous effects. Most of the experiments described were attempts to electrolytically load pure palladium or palladium alloy cathodes with deuterium (or hydrogen) and then to measure the power produced in the electrolytic cells. Loading was monitored in situ by measuring the change in the axial resistance of the cathode and comparing the measure values with the known relationship between resistance and the D(H)/Pd atomic ratios. While attaining high levels of deuterium loading in palladium cathodes was difficult we found that using materials with a large grain microstructure facilitated the loading. Calorimetric measurements on the highly loaded cathodes were initially made in isoperibol calorimeters that had a sensitivity of ±10%. No excess power (200 mW) and no radiation above the background were measured in any of the experiments described. Highly sensitive heat conduction calorimeters were evaluated for their use with the electrochemical cells. Results showed that measurements at the ±10 mW level were possible in the heat conduction calorimeters when data were collected frequently and signal averaging was used. Another experiment that was investigated was the electrochemical codeposition of palladium and deuterium on cathodes. Again, no radiation above background levels was detected in these experiments.

pdf.gifCold Fusion Verification, March 1991 [62 Pages, 2.3MB] – The objective of this work was to verify and reproduce experimental observations of Cold Nuclear Fusion (CNF), as originally reported in 1989 by Fleischmann, Pons, and Hawkins (see reference 1). The method was to start with the original report and add such additional information as became available to build a set of operational electrolytic CNF cells. Verification was to be achieved by first observing cells for neutron production, and for those cells that demonstrated a nuclear effect, careful calorimetric measurements were planned.

TÜRK MİLLİYETÇİLERİ DOSYASI : MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİ /// Bir inci Vazife Yürüyüşü görüntüleri


Birinci Vazife Yürüyüşü görüntüleri

ODA TV yürüyüşten görüntüler yayımladı

LİNhttp://odatv.com/mustafa-kemalin-askerleri-yuruyor-1905161200.html

Diğer görüntüler:

(Bu son fotoğraf 16 Mayıs günlü tanıtım çalışmasına aittir)

__._,_.___

KAFKASYA DOSYASI : BAĞIMSIZLIK SONRASI RUSYA-ÖZBEKİSTAN İLİŞKİLERİ


1 Eylül saldırısının ardından uluslararası gelişmeler özellikle Orta Asya bölgesinde ciddi uzun vadeli jeopolitik değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Saldırılardan Afganistan’daki Bin Ladin’i ve Taliban rejimini sorumlu tutarak harekete geçen ABD, Rusya’nın sürekli “arka bahçesi ve yakın çevresi” olarak telakki ettiği Türkistan coğrafyasına doğrudan müdahale imkanı kazanmıştır. Bu durum bölgede Rusya’nın etkisinden kurtulma çabası gösteren Türk cumhuriyetlerine yeni bir fırsat yaratmıştır. Bu Türk cumhuriyetleri içerisinde özellikle Özbekistan öne çıkmıştır. Bağımsızlığın ardından Rusya ile ilişkilerinde bağımsızlığı ilk öncelik olarak belirleyen Özbekistan, 11 Eylül terör saldırısının sağladığı ortamı Rusya’nın etki alanından temelli çıkma ve bu noktada ABD’nin desteğini kullanmada en önemli fırsat olarak değerlendirmiştir.

Özbekistan’ın bu fırsatı hangi ölçüde kullanabileceği ve Rusya’nın Orta Asya’daki etkinliğinin geleceği Rusya-Özbekistan ilişkileriyle doğrudan bağlantılıdır. Rusya’nın Türkistan cumhuriyetlerinin nüfus itibariyle en büyüğü olan, Rusya’yla kara sınırı bulunmayan, ülkesinde Rus askeri bulundurmayan ve zaman zaman Orta Asya’da bölgesel liderlik söylemini kullanan Özbekistan’la ilişkileri bütünlükte Türkistan coğrafyasının geleceğini belirlemede esas unsurlardan biri olarak değerlendirilebilir. 1991 sonrası Rusya-Özbekistan ilişkilerini Rusya’nın tarihsel bölgesel egemenlik çabaları ile Özbekistan için temel unsuru olarak öne çıkan siyasi ve ekonomik bağımsızlık girişimleri ve güvenlik endişeleri bağlamında değerlendirmek gerekir. Ayrıca 11 Eylül’ün ardındaki gelişmelerin bu ilişkileri nasıl etkileyeceği üzerine değerlendirmelere de yer verilerek, bu ilişkilerin geleceğine ilişkin ipuçları da yakalamak çabası içinde olunmuştur.

SSCB Çöküşünün Ardından Rusya-Özbekistan İlişkileri

Rusya-Özbekistan ilişkilerine değinmeden önce, Orta Asya’da 1991 sonrası değişen jeopolitik gerçekler üzerinde durmak ve Rusya’nın Orta Asya politikasına ilişkin bazı değerlendirmelerde bulunmak Rus-Özbek ilişkilerinin çerçevesini anlamak bakımından büyük önem arz etmektedir.

SSCB’nin çöküşü Orta Asya’da yeni jeopolitik gerçekleri de beraberinde getirdi. Orta Asya bölgesi artık SSCB’ye bağlı ve Sovyetlerin tek hâkim güç olduğu bir coğrafya değildi ve bölgede yeni cumhuriyetler ortaya çıkmıştı. Aslında bu durum Rus ve Sovyet lider kadrosu tarafından kabulü çok zor ve çarpıcı bir olaydı. Çünkü Çarlık Rusya’sı devlet erkanı ve Sovyet liderleri Orta Asya’yı, Rusya ve Sovyetler Birliği için büyük askerî ve jeostratejik önemi olan bölge olarak algılamışlardır. Her şeyden önce Orta Asya, Avrasya kalbgâhının güney sınırında, güneyden gelebilecek her hangi bir saldırıya karşı engel oluşturma işlevi yürütmekte; ikinci olarak da imparatorluğun doğusu ile batı arasında hayatî bağlantıyı sağlamaktaydı.[1]

Fakat Moskova, 1990’lı yıların başına gelindiğinde SSCB’nin çöküşü ile beraber Orta Asya’dan kendi rızasıyla çekilerek Avrasya haritasında muazzam bir jeopolitik boşluk yarattı.[2] Rusya ve ardından Sovyet algılaması içinde geleneksel olarak önemli bir bölge için ilk bakışta garip bir durum olarak değerlendirilecek bu gelişmenin yaşanmasında bazı yeni yaklaşımlar etkin olmuştur.

Birincisi, Sovyet sisteminin çöküşünün hemen arifesinde Sovyet politik elitinde ekonomik endişeler öne çıkmış ve bu bağlamda Orta Asya iflasın eşiğinde olan Sovyet ekonomisi için yük olarak değerlendirilmiştir. Hatta ünlü Rus yazarı Alexsandr Soljenitsin 1990’da Sovyet liderlerine dikkati Slav coğrafyasının geliştirilmesine yöneltmeyi ve Orta Asya’ya sırt çevirmeyi önermiştir.[3] Aslında 3 Slav cumhuriyetinin (Rusya Federasyonu, Ukrayna ve Beyaz Rusya) SSCB’nin hukuken dağıldığını ve Bağımsız Devletler Topluluğu’nu (BDT) kurduklarını ilan ettikleri 21 Aralık 1991 tarihli girişimin gerçekleşmesinde de bu yaklaşımın etkisinin olduğu söylenebilir. Öte yandan, bu dönemde Rus ulusal çıkar anlayışına ilişkin değerlendirmelerde eski SSCB cumhuriyetlerinin yeni bir önem sıralamasını yapan yayınlar ve analizler öne çıktı. Bu anlayış içerisinde Rusya ile geniş sınırları bulunan ve büyük miktarda Rus’un yaşadığı Kazakistan dışındaki Orta Asya cumhuriyetlerinin öneminin azaldığını gösteren analizlere geniş yer verilmekteydi. Örneğin, Ağustos 1992’de, Rusya’da gayri resmî bir kurum niteliği taşıyan, fakat politik etkinlik gücüne sahip Dış ve Savunma Politikası Konseyi’nin hazırladığı “Rusya için Strateji’ isimli raporda, hükümete ülkenin kilit çıkarlarının bulunduğu Kazakistan, Beyaz Rusya ve Gürcistan’la ilişkilere dikkat gösterilmesi önerisinde bulunulmaktaydı.[4]

İkinci olarak, 1991-1992’de döneminde Rus politik düşüncesi içinde ve devletin lider kadrosunda liberal-demokrat düşünce yükselen bir değerdi. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Boris Yeltsin SSCB lideri Mihail Gorbaçov’a karşı liberal-demokratik söylemlerle mücadele ederek Rusya’nın bağımsızlığını ilan etmiş ve bağımsız Rusya Federasyonu’nun demokratik bir gelişme çizgisini takip etmesi için demokrat ve liberal görüşlere sahip ve Batı’yla uzlaşmacı bir tavır benimsemiş Yegor Gaydar başkanlığında bir hükümeti işbaşına getirmiştir. Rusya’nın tercih ettiği yeni anlayış dış politika alanına da sıçramış, özellikle 1992’de bu alan Batı’yla entegrasyonu savunan Atlantikçilik ile Rusya’nın kendine özgün gelişme yolu olduğunu ve dış dünya görüşünün de buna uygun olarak şekillenmesini öngören Avrasyacılık arasında bir mücadeleye sahne olmuştur. Bu yaklaşım mücadelesi sırasında, yani 1992 yılında, görev başında olan Rus hükümeti ve onun Dışişleri Bakanı Andrey Kozirev yeni bağımsız ülkelere yönelik net bir dış politika geliştirememiştir.[5] Kozirev’in kafasını sürekli olarak Batıyla ilişkiler meşgul ederken, eski SSCB üyesi devletlerle yeni ilişkiler kurma sorunu sık-sık gözardı edilmekte veya ertelenmekteydi. Sonuç olarak Rusya’nın 1991-1992 dönemindeki Orta Asya politikası en iyi biçimde “geri çekilme ve şaşkınlık” kavramları ile ifade edilebilir.[6]

Fakat Rusya’nın 1991-1992’de Orta Asya’daki etkinliğinin zayıflamasına ilişkin “geri çekilme ve şaşkınlık” değerlendirmesine temelde Rus liberal elitinden gelen bazı itirazlar da yapılmaktadır. Aslında Rusya’nın bu bölgedeki etkisinin zayıflaması konusuna farklı bir yorum getiren bu itirazlar; durumu Rus liberal elitinin dış politika anlayışı çerçevesinde açıklama çabasındadır. Bu teze göre, Rusya’nın 90’lı yılların hemen başında bölgenin kendi rızasıyla boşaltması bilinçli bir tercihti ve kısa bir süre için iktidar olan yeni Rusya liberal elitinin dış politika doktrininden kaynaklanmaktaydı.[7] Bu yeni dış politika anlayışının oluşturucuları olan Rus demokrat politikacılar cumhuriyetler arasındaki derin ekonomik ilişkiler, ortak ekonomik yapı ve de aynı ruble alanı içinde bulunmanın kendiliğinden entegrasyonu sağlayacağını düşünüyorlardı. Ayrıca BDT ülkelerinin, savunma harcamalarını azaltacağını dikkate alarak, askerî işbirliğinin (özellikle ortak silahlı kuvvetlerin, Hava Savunma Sistemi’nin ve iletişimin korunmasında) sürdürülmesine büyük ilgi gösterecekleri düşünülüyordu.[8] Fakat Rusya için yeni bir dış politika anlayışının gündeme getiren bu görüş Rusya iktidar çevrelerinde eski anlayışın direnişi ile karşılaştı ve Rusya’da iç dengeler nedeniyle etkinliği azalan ve daha sonra da iktidarı kaybeden liberal Başbakan Gaydar yönetimi ile birlikte gündemin dışında kaldı.

Rus dış politikasında şaşkınlık ve farklı akımların kıyasıya mücadelesi ile simgelenen birinci dönem Nisan 1993’te ilan edilen Yakın Çevre Doktrini ile sona erdi. 1993-1995 yıllarını kapsayan yeni dönem büyük güç retoriğinin kullanıldığı bir dönemdi.[9] Bu anlayış büyük güç statüsünün yeniden vurgulanması, eski Sovyet mekanında tek başına egemenliği ve bu coğrafyada Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) dışında bir ortak yapılanmanın bulunmasına rıza göstermeyen bir yaklaşımı içermekteydi.[10] Bu nedenle, Rusya Orta Asya’da da geleneksel sıfır toplamlı oyun anlayışına geri döndü.[11]

Bu dönemde Rusya’nın bölgede etkinlik kazanma çabaları özellikle, Tacikistan bağlamında etkili oldu. 1996’da Primakov’un dışişleri bakanlığı döneminde Rusya, bölgesel sorunlarda “bekle gör politikası” uygulamak ve ardından sorunlara kendinin faal rol alacağı “pragmatik çözümler” önermek ve BDT entegrasyonunu güçlendirmek çizgisini seçmiştir. Rusya özellikle, bölgede giderek artan oranda ortaya çıkan dinî radikalizm ve esasen bu faktörden kaynaklanan güvenlik tehdidinî Orta Asya’da etkinliğini artırmak için kullanmış; bunu da bölge ülkeleriyle askerî işbirliğini artırmak, BDT’nin askerî çerçevesini daha kapsayıcı boyutlara çekmek ve Şanghay İşbirliği Örgütü’nün oluşumu için meşru bir gerekçe olarak kullanmak gibi hususlarla gerçekleştirme çabasına girişmiştir. Rusya’nın bölgesel politikasında diğer önemli bir unsur ekonomi, özellikle enerji faktörü olmuştur. Rusya etkinliğini BDT çerçevesinde ekonomik entegrasyon sürecini hızlandırma çabalarının yanı sıra Avrasya Ekonomik Birliği benzeri bölgesel örgütler aracılığı sağlamaya çalışmıştır.[12] Ayrıca Rusya’nın Orta Asya’ya politikasında enerji faktörü stratejik bir araç olarak öne çıkmış ve Rusya bölgedeki enerji projelerinde en aktif aktör olarak yerini almıştır.[13]

Rusya’da Putin’in iktidar gelmesiyle bu ülkenin Orta Asya politikasında da önemli değişiklikler yaşandı. Putin döneminde Rusya-Orta Asya ilişkilerindeki değişim dört ana hususla ortaya kondu.[14] Birincisi, Rus dış politikası, 2000 yazında kabul edilen yeni dış politika doktrine uygun olarak, güçlü bir pragmatizm duygusu ile yürütülmekteydi. İkincisi, Bağımsız Devletler Topluluğu ve onun iskeletini oluşturan Orta Asya devletleri öncelik arz etmekteydi. Üçüncüsü, ayrıntılı bir Hazar politikası belirlenmişti. Son olarak da ilişkiler çoktaraflı ve iki taraflı biçimde karakterize edilmekteydi.[15] Putin döneminde Rusya’nın bölge politikası, BDT’nin ekonomik ve güvenlik alanında entegrasyonu, Rusya’nın bölge enerji projelerinde aktif rol alması ve bölge ülkelerinin güvenlik endişelerini kullanarak ikili ve bölgesel güvenlik işbirliğini derinleştirerek aktif biçimde yürütülmüştür. Yeltsin’den farklı olarak Putin yalnız Kazakistan ve Kırgızistan’ı güvenilir partner olarak değerlendirmekle kalmamış, bizzat kendisi Türkmenistan’ı (Mayıs 2000) ve Özbekistan’ı (Aralık 1999 ve Mayıs 2000) ziyaret etmiştir.[16]

Özetle, Rusya’nın geçen süreçteki Orta Asya politikasının geldiği nokta, ikinci büyük oyun mücadelesinde bölgesel pozisyon itibariyle ABD, Türkiye, Çin ve İran gibi aktörlere oranla daha kuvvetli bir durumda olması ve bölgesel faktörleri kullanarak etkinliğini sürdürme noktasında başarılı olmasıdır. Fakat 11 Eylül’den sonra uluslararası sistemin tamamını etkileyen gelişmeler Orta Asya’daki mevcut dengeleri de derinden etkilemiş ve bölgenin stratejik geleceğini kökünden değiştirecek yeni koşulları ve gerçekleri beraberinde getirmiştir.

Rusya’nın Orta Asya politikasına ilişkin bu genel değerlendirmenin ardından Rusya-Özbekistan ilişkilerini özelde incelemeye geçebiliriz. Fakat bu incelemenin sağlıklı yapılabilmesi için iki ülke arasındaki ilişkileri genel ilişkiler çerçevesi ve özel durum olarak nitelendirebileceğimiz güvenlik alanındaki ilişkiler olarak iki farklı alt başlık altında ele alacağız.

A. Rusya-Özbekistan İlişkilerinin Genel Çerçevesi

Aralık 1991’de SSCB’nin çöküşü Rusya ve Özbekistan arasından yeni ilişkiler çerçevesi geliştirilmesi zorunluluğunu beraberinde getirdi. Rus dış politikası ister genel anlamda, isterse de Orta Asya bağlamında yeni politik gerçeklerle karşı karşıya kalırken, o güne kadar dış ilişkileri Moskova’nın tekelinde bulunan Özbekistan da yeni jeopolitik gerçeklere ve bağımsız devlet olma niteliğine uygun olarak dış politika oluşturma gerçeği ile karşı karşıya kalmıştır. Rusya açısından, Özbekistan’la ilişkiler bu yeni jeopolitik gerçekler çerçevesinde ve esasen Rusya’nın Orta Asya politikasının bir parçası olarak değerlendirilmekteydi. Buna uygun olarak Rusya için 90’ların ilk yılarında Orta Asya’nın önemindeki göreceli azalma ve bu bölgede mevzilerini kaybetme süreci Özbekistan bağlamında da geçerli olmuştur.

Fakat 1993’de Yakın Çevre Doktrini ile Rusya eski Sovyet mekanında etkinliğini sürdürme kararlığını ilan edince, Özbekistan’a da özel bir önem atfedilmeğe ve Rusya Dışişleri Bakanlığı resmî belgelerinde “Özbekistan’ın tarihî, dinî, coğrafî, demografik ve ekonomik faktörler bakımından bölgenin en saygın ülkesi durumunda olduğu”[17] görüşü vurgulanmaya başlandı. Rus dışişleri belgesinde “Rusya’nın Özbekistan’la ilişkileri Orta Asya’daki yeni bağımsız devletlerdeki Rus menfaatlerinin korunmasında belirleyici unsur olmanın yanı sıra, Orta Asya’da bizim menfaatlerimize uygun güç dengesinin muhafaza edilmesinde önemli rol oynamakta olduğu” ifade edilmekteydi.[18] Ayrıca Rusya’nın Özbekistan politikasının ayrıntılı olarak ortaya konduğu belgede, bu ülkeyle hem BDT çerçevesinde ve hem de ikili düzeyde ilişki geliştirmenin yararlarına değinilmekte ve izlenecek dış politikanın stratejik, siyasî, güvenlik, ekonomik ve sosyal araçları konusunda önemli ipuçlarına yer verilmektedir.[19]

Rusya’nın Özbekistan konusundaki tavrını etkileyen ve 90’ların ortalarından itibaren Özbekistan’ın önemini artıran diğer bir etken bölgesel enerji kaynaklarını kullanmak için Moskova’nın Orta Asya devletleri ile yeni anlaşmalar yapma çabaları olmuştur.[20] Öte yandan Rusya’nın tekstil bölgelerini sanayicileri ve temsilcilerinden oluşan bir grup ve Orta Asya’nın Rusya ulusal çıkarları için önemli olduğunu düşünen bazı dış politika ve askerî yetkililer bölge ile sıkı ilişkiler için lobi yapmaya başlamıştır.[21] Orta Doğu uzmanı ve Avrasyacı görüşleri ile bilinen Yevgeni Primakov’un Ocak 1996’da Dışişleri Bakanı görevine atanması Moskova’nın Orta Asya’nın önemini vurgulayan Güney stratejisinde kıpırdamaları beraberinde getirmiştir. Primakov Özbekistan’ı da kapsayan ilk resmî ziyaretini Ocak-Şubat 1996 döneminde Orta Asya’ya yapmıştır.[22] Fakat Primakov’un Şubat 1996’daki Taşkent ziyareti sırasında, Özbekistan mesafeli davranmış ve her iki ülke arasında yalnızca Özbekistan’daki Rus azınlığın statüsüne ilişkin bir anlaşma imzalanmıştır.[23]

Öte yandan yeni bağımsız Özbekistan’ın Orta Asya’nın eski kolonyal gücü Rusya Federasyonu ile ilişkileri önemli zorluklar ve dönemsel faklılıklar içermiştir. Özbekistan’ın dış politikasının esas amacı Rusya Federasyonu’nun Orta Asya’daki rolünü azaltmak olmuştur.[24] Fakat Rusya ile tarihî geçmişinden kaynaklanan ilişkileri Taşkent’e, bu amacının gerçekleştirmesi sürecinde, Moskova ile önemli ilişkilerini kaybettirerek etnik, ekonomik ve güvenlik alanında ciddî sorunlar doğuracağı açıktı. Bu bağlamda uygulanacak dış politika yeni siyasî ve jeopolitik gerçekler ve bölgesel gelişmeler dikkate alınarak yürütülmek durumundaydı.

Başta Kerimov olmak üzere Özbekistan üst yönetim kadrosunun SSCB’nin çöküşüne hazırlıksız yakalandığı ve yeni siyasî, ekonomik ve askerî gerçeklere hazır olmadığı da bilinen bir gerçektir. Bu bakımdan Özbekistan ilk başta Rusya’yla ilişkilerini koparmadan ihtiyatlı hareket etmiş ve Rusya’nın etkisine açık olan BDT’ye üye olma konusunda acele etmiş, 13 Aralık 1991’de kendisini diğer Orta Asya devletleri ile beraber bu kurumun eşit statülü kurucu üyesi yapan BDT anlaşmasını imzalamıştır.[25] Aslında bir oldu bitti karşısında biraz da reaksiyoner biçimde BDT üyeliğine imza atmanın ardından Özbekistan kısa bir dönem entegrasyon ve bağımsızlık arasında bir arayış süreci yaşamıştır.[26]

İlk başta Kerimov ortak para, ekonominin ortak yönetimi, BDT Merkezî Bankası ve cumhuriyetler arası serbest ticaret yapılmasının destekleyicisi durumundaydı.[27] Fakat, Ocak 1992’de Özbek tarafından BDT’ye ve özellikle Rusya’ya ilişkin ilk kıpırdamalar başladı. Rus yetkililerin kendilerini Sovyet yönetiminin ve kurumlarının tek varisi ilan etmeleri ve Rusya’nın Ocak 1992’de diğer cumhuriyetleri bu arada Özbekistan’ı da dikkate almadan ekonominin liberalizasyonu politikalarını uygulamaları bu rahatsızlığın esas motifini oluşturmaktaydı. Özellikle Rus ekonomisinin liberalizasyonu süreci Sovyetler döneminde kalma bağları nedeniyle Özbekistan ekonomisini zor durumda bıraktı ve fiyatların artması Taşkent’te yaklaşık 20 dolayında kişinin öldüğü öğrenci gösterisi ile kendini gösterdi.[28] Kerimov Rusya’nın bu uygulamalarıyla BDT anlaşması ve Ekonomik Topluluk anlaşmalarında yer alan eşit ortaklık statüsüne aykırı davrandığını belirtti, “bazı cumhuriyetlerin” liderlerini “emperyal tutkularından” vazgeçmeye çağırdı.[29] Bu gelişmelere tepki olarak Özbekistan, BDT ekonomik kurumlarının önemini yeniden değerlendirmeye başladı. Kerimov BDT’nin para ve fiyat konusundaki karar verme mekanizmasına katılmayı sürdürdü, fakat bu kurumların yalnızca Rusya’nın tekelinde kalmasını desteklemedi.[30] Rusya’nın fiyatların liberalizasyonunun koordine edilmesinde zayıf BDT kurumlarını beklemekte hevesli olmadığı açığa çıkınca, Özbekistan’ın kendi yoluyla gitmesi süreci daha da netleşti.[31] Kerimov her cumhuriyetin kendi fiyat politikası olması gerektiğini deklare etti. Böylece Özbekistan, Rusya ve diğer BDT cumhuriyetlerine bağımlılığını azaltan bir ekonomi politikası izleme sürecine girdi.

SSCB’nin çöküşünün doğurduğu şoktan kurtulan, Rusya ile BDT çerçevesinde entegrasyon sürecinin yürümeyeceğini anlayan ve izlediği iç ve dış politika nedeniyle Muhammet Salih ve Abdurrahman Pulatov gibi kişilerin liderliğini yaptığı muhalefetinin sert eleştirileriyle karşılaşan Kerimov yönetimi siyasî ve ekonomik anlamda daha bağımsızlıkçı, Rusya’yla eşit ikili ilişkiler kurma çabası gösteren, Rusya’nın Orta Asya’daki rolünü küçültmeye yönelen, hatta zaman zaman onunla bölgede rekabet eden politikalar izlemeye başladı. Bu politikalar çerçevesinde, Özbekistan 30 Mayıs 1992’de Rusya ile ikili ilişkileri düzenleyen anlaşma imzalamış,[32] 1993’den itibaren “Türkistan Ortak Evimiz” girişimi ve 1992-1994 döneminde Tacikistan örneklerinde olduğu gibi Orta Asya’da bölgesel güç gibi Rusya’yla rekabet eden politikalar geliştirmiş, 1993’de Ruble bölgesinden çıkmış ve 13 Kasım 1993’de kendi millî parasını tedavüle sokmuş[33] ve 1993’den itibaren Devlet Başkanı İslam Kerimov tarafından gündeme getirilerek Nisan 1995’de kurulan ve Rusya’yı dışarıda bırakan bölgesel örgüt Orta Asya Birliği’nin kurulmasına öncüllük etmiştir.[34]

Özbekistan, her fırsatta özellikle siyasî tarafı ekonomik ağırlığından daha etkin olduğuna inandığı ve kendisini Rusya ile köklü bir entegrasyona itebilecek her türlü girişimden uzak durmaya çalışmıştır. Bu bağlamda, Moskova’nın yeni entegrasyon kurumlarına katılma davetini, örneğin, BDT Parlamentolararası Asamblesi’ne katılmayı kabul etmemiş, uluslarüstü kurum olması gerekçesi ile BDT’ye uluslararası hukukun bir subjesi olma hakkının verilmesini ve BDT Gümrük İttifakı’na girmeyi de reddetmiştir.[35] Özbekistan 1999’da Rusya’ya karşı diğer BDT üyelerine oranla daha bağımsız davranan cumhuriyetlerin oluşturduğu GUUAM’a üye olmuş, buna karşılık Rus etkinliğinin açıkça ortaya çıktığı Avrasya Ekonomi Birliği içerisinde yer almaktan kaçınmıştır.

Rusya ve Özbekistan arasında ilişkilerin diğer önemli boyutunu oluşturan ekonomi alanında ilişkiler, siyasî alandaki ilişkilere oranla daha sıkı bir nitelik arz etmiştir. Kerimov ülkenin Rusya’ya bağımlılığını azaltan ve ülkeye özgün bir ekonomik kalkınma politikası uygulamaktaydı. Özbekistan bir yandan kendisinin Rusya’ya ekonomik bağımlılığını sağlayan eski ilişkileri yeniden düzenlemekte, ticari partnerlerini çeşitlendirerek Rusya’nın bu alandaki ağırlığını azaltma çabasındaydı. Buna paralel olarak ülkenin Rusya’ya petrol bağımlılığından kurtulması yönünde çaba gösterilmekteydi. Bu çabaların sonucunda 90’lı yıların başında Rusya’dan yıllık 5,5 milyon ton petrol satın alan Özbekistan, 1996 yılında yıllık 8 milyon ton petrol üretme başarısı göstererek Rusya’dan petrol almayı durdurdu.[36]

Özellikle, 1996-97 döneminden itibaren ikili ekonomik ilişikler alanında önemli anlaşmalar imzalandı. Bu bağlamda Mart 1997’de Moskova’da bir araya gelen Rusya Başbakanı Viktor Çernomirdin ve Özbekistan Başbakanı Utkir Sultanov 1998-2000 döneminde Rusya ve Özbekistan arasında ekonomik işbirliğinin temel ilkeleri ve yönlerini belirleyen bir anlaşma imzaladı.[37] Ayrıca Kerimov’un Mayıs 1998’de Moskova ziyareti sırasında iki ülke arasında imzalanan ve sayıları 20’den fazla olan anlaşmalar içinde iki ülke arasında 10 yıllık ekonomik işbirliği anlaşması da vardı.[38]

Putin döneminde Rusya’nın Orta Asya politikasına ilişkin değişim Rusya’nın Özbekistan politikasında da önemli bir etki yarattı. Putin’in iktidarı sırasında Aralık 1999 ve Mayıs 2000’de Özbekistan’ı ziyaret ederek önemli ikili anlaşmalara imza attı. Putin Mayıs 2000’deki Taşkent ziyareti sırasında Özbekistan’ın Rusya için önemini “Özbekistan Rusya’nın Orta Asya bölgesi ile uluslararası bağlantıları için destek noktası olabilir” ifadesi ile ortaya koymuştur.[39]

Özet olarak, Rusya-Özbekistan ilişkilerinin genel çerçevesini bütün olarak değerlendirirsek geçen dönem içerisinde Özbekistan, 90’ların hemen başında SSCB’nin çöküşünün verdiği şokla ilk başta BDT çerçevesinde Rusya ile sıkı ve hatta ekonomik anlamda entegrasyonu öngören bir politik eğilim göstermiş, fakat daha sonra Rusya’nın siyasî ve ekonomik yörüngesinden çıkma ve kendisinin bölgesel liderlik iddiasına uygun olarak Rusya’nın Orta Asya bölgesindeki rolünü küçültmeyi amaçlayan, bu arada bu ülkeyle normal ikili eşit statülü ilişkiler geliştirme amacını da göz ardı etmeyen bir politikayı tercih etmiştir. Rusya ise, Özbekistan’ın özellikle BDT bağlamında Rusya’ya ile sıkı işbirliğine girme konusunda arzulu olduğu 90’ların hemen başında, Orta Asya’ya azalan ilgisi oranında Özbekistan’la ilişkilerini de göz ardı edecek bir politika izlemiş, 1993’de Yakın Çevre Doktrini’nin ilan edilmesi ile bu ilişkilere tekrar önem atz etmeye başlamış, bölgenin petrol kaynakları da bu ilgiyi teşvik edici ve zaman zaman da en önemli unsurlardan biri olarak öne çıkmıştır. Rusya’nın özellikle 90’ların ortalarından itibaren Özbekistan’la ilişkilerini geliştirme ve hatta BDT çerçevesinde entegrasyona gitme çabaları Özbekistan tarafından hep ihtiyatla karşılanmış, Rusya ile ilişkilerde eşit statülü siyasî ve ekonomik ilişkiler politikası tercih edilmiştir. Putin’in iktidara gelmesi ile de Rusya’nın Orta Asya politikasında Özbekistan’la ilişkiler daha sistematik ve hızlı biçimde artarak daha sıkı bir düzeye ulaşmıştır. İki ülke arasında ilişkilerin derinleşmesinde, Putin’in yeni koşullara uygulanmış dış politikasının yanı sıra 90’lı yılların sonundan itibaren artan bölgesel dinî radikalizm tehdidi zorlayıcı unsur olmuştur.

B. İlişkilerde Özel Durum: Güvenlik

Rusya-Özbekistan ilişkilerinde güvenlik boyutunun farklı bir başlık altında ele almamızın nedeni güvenlik ilişkilerinin genel durumdan farklı bir süreç yaşamasıdır. Yani iki ülke ilişkileri genel olarak Özbekistan’ın Rusya etkisinden giderek daha fazla oranda kurtulması yönünde gelişme gösterirken, güvenlik alanında 1990’ların ilk yarısına kadar Rusya’dan göreceli olarak daha bağımsız bir politika yürüten Özbekistan 90’ların sonunda giderek daha fazla oranda bu ülkeyle işbirliğine sürüklenmekteydi. İki ülke arasında özellikle bölgesel güvenlik alanında işbirliğinin daha da derinleşmesi ve 90’ların sonundan itibaren Rusya’ya avantaj sağlayan bir gelişme süreci yaşaması bölgede artan dinî radikalizm tehdidinden kaynaklanmaktadır.

Özbekistan, geçen on sene içerisinde bölgesel istikrar ile Rusya’nın tekeli altına düşmeme arasında tercih yapma durumu ile karşı karşıya kalmış ve bu da iki ülke arasındaki güvenlik ilişkilerinde zigzaglı ilişkileri beraberinde getirmiştir. Özbekistan bir tarafta SSCB’nin çöküşü ile Orta Asya’da mevcut bölgesel güvenlik sisteminin bozulduğu, özellikle komşuları Tacikistan ve Afganistan’daki çatışmaların kendisi için de bir tehdit teşkil ettiği değerlendirmesini yapmaktaydı. Aslında bu tehdit değerlendirmesi oldukça gerçekçiydi. Her şeyden önce, çatışmalar Özbekistan sınırındaki iki devlet (Tacikistan ve Afganistan) içerisinde yapılmaktaydı. İkincisi, her iki çatışmada da çatışan taraflardan biri dinsel söylemi esas motif olarak kullanmaktaydı ve bu durum çatışmaların Özbekistan gibi toplumsal yapısı içinde dinîn önemli bir yer aldığı ve henüz kendi ordusunu oluşturamamış bir ülkeye sıçramasını teşvik eden bir husustu. Ayrıca, iç çatışmanın yaşandığı Tacikistan ve Afganistan önemli miktarda Özbek azınlık mevcuttu ve bu da Özbekistan’ı çatışmanın içine çekebilecek bir unsurdu. Bu bağlamda, güvenlik alanında mevcut koşullarda bölgeye müdahale edebilecek tek büyük askerî güç olan Rusya ile güvenlik alanında işbirliğine ihtiyaç duyulmaktaydı.

Öte yandan, Rusya’yla bu alanda işbirliği kendi içinde Özbekistan’ın bağımsızlığını tehdit altına alabilecek ve bu ülkenin Rusya’nın yörüngesinden çıkmasını engelleyici bir niteliğe sahipti. Bu koşullarda Özbekistan bölgesel güvenliğini sağlamada Rusya’yla işbirliği yapmak, fakat bu işbirliğini kendi bağımsızlığına tehdit edici unsura dönüşmesini önleyecek askerî ve güvenlik politikası izlemeye başlamıştır. Bu politikanın esas hedefi, SSCB döneminin güvenlik sisteminin hemen parçalanmasını önleyerek, bir yandan bölgesel tehditlere direnmede Rusya’nın ve diğer eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin desteğini almak ve bu arada da zaman içinde kendi ulusal askerî gücünü oluşturmaktı. Özbekistan bu amacını gerçekleştirmede ilk olarak BDT’yi uygun bir çerçeve olarak görmekteydi. Bu bağlamda, Özbekistan bir yandan ortak BDT ordusunun kurulmasına karşı çıkan tek Orta Asya devleti konumundayken,[40] öte yandan Kerimov, BDT içinde NATO tipi askerî bir boyutun olması gerektiğini savunmakta ve Özbekistan, 15 Mayıs 1992’de Rusya, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, ve Ermenistan’la ortak savunma anlaşması imzalamaktaydı.[41] Kerimov bir yandan Mart 1992’de ülkesindeki BDT sınır kuvvetlerinin kendi kontrolü alan kararı açıklamış,[42] öte yandan 30 Mayıs 1992’de Rusya ile Özbekistan arasında imzalanan ikili anlaşmada taraflar “Rusya ve Özbekistan topraklarının ortak stratejik askerî bölge oluşturması”[43] konusunda uzlaşmaya varmıştır.

Özbekistan için Rusya ile ister ikili alanda, isterse de BDT çerçevesinde güvenlik işbirliğinin temel unsurunu bölgesel güvenlik tehditleri oluşturduğu için bölgedeki çatışmaların durumu ilişkilerin düzeyini ciddî biçimde etkilemiştir. Örneğin, Haziran 1992’da Tacikistan’da çatışmaların yoğunlaşması iki ülke arasında güvenlik alanında derin işbirliğine yol açmıştır. Özbekistan, ilk güvenlik tehdidi olarak, Haziran 1992’de, İslamî köktendincilik söylemiyle Tacikistan’da askerî faaliyetlerini artıran ve bu ülkede çıkan iç savaş sonucunda çoğunluğu Özbek kökenli olan göçmenlerin gelmesine neden olan Birleşik Tacik Muhalefeti’ni gördü.[44] Özbekistan İslamî köktendincilik yayılmasını önlemek için Rusya ile birlikte hareket ederek Tacikistan ordusunun oluşturulmasını ve muhalefeti yenmesini sağlamıştır.[45]

1992-1993’de Tacikistan’dan gelebilecek tehdit için Rusya ile işbirliğine giden Özbekistan, BDT içinde kalmakla beraber bu kurumun askerî entegrasyonuna karşı çıkar bir tutum sergilemeye başlamıştır. Bu tavrın takınılmasında, Yakın Çevre Doktrini’nin ilan edilmesinin ardından Rusya’nın BDT çerçevesinde askerî entegrasyon isteklerinin, Özbekistan’ın kendi güvenlik endişelerini gidermekten çok, eski SSCB coğrafyasında denetimi tekrar sağlamaya ve özellikle 1995’den itibaren de NATO’nun genişlemesine karşı bir güvenlik bloğu oluşturma amacına hizmet etmesi yatmaktadır. Bu arada Özbekistan için bölgesel güvenlik dengelerinde önemli değişimler yaşanmıştır. Her şeyden önce Özbekistan Orta Asya devletleri içerisinde en güçlü ordu niteliği kazanan 70 bin kişilik askerî gücünü oluşturmuş ve ordu içinde 1992’deki yüzde altı oranında olan Özbek kökenli subayların oranını yüzde seksene çıkarmıştır.[46] Komşusu Tacikistan’daki dinî radikalizm tehlikesinin bertaraf edilmesi hususunda alınan mesafenin yanı sıra, Özbekistan, Afganistan’dan gelebilecek tehdidi de Kuzey Afganistan’da bölgesel idare kurmuş olan Özbek general Raşit Dostum’a destek vererek aşma politikasını izlemeye başlamıştır. Bu gelişmeler ışığında, azalan bölgesel tehditler nedeniyle Rusya’ya bağımlılığı göreceli olarak zayıflayan Özbekistan, BDT’nin çok taraflı askerî entegrasyonunu en sıkı biçimde eleştiren üyelerden birine dönüşmüştür. Bu gelişmeye uygun olarak 1995 yılının başında, Özbekistan’da bulunan BDT Barış Gücünün son parçasını teşkil eden MİG-25’lerden oluşan hava filosu Tacikistan’a taşınmıştır.[47]

Aralık 1996’da dönemin Rusya Savunma Bakanı İgor Rodionov, NATO’nun doğuya genişlemesine karşın BDT ülkelerinin askerî teknik işbirliğini güçlendirme ve kendi aralarında özel anlaşmalar imzalamasını önerdiğinde[48] Kerimov hemen hemen aynı gün içinde bu öneriyi kesinlikle reddettiğini açıklamıştır.[49] Özbekistan Nisan 1999’da BDT Ortak Güvenlik Anlaşmasının yenilemeyeceğini belirtmiş ve Özbekistan Dışişleri Bakanlığı da bu kararın Rusya ile işbirliğini etkilemeyeceğini ilan etmiştir.[50]

Özbekistan’ın Rusya ile güvenlik alanında ikili işbirliği de BDT’dekine benzer bir süreç izlemekteydi. Özbekistan 1995’den itibaren sınırların korunması ve hava savunması alanında Rusya ile işbirliğini azaltmaya başladı. Her iki ülke arasında sınır güvenliğinin sağlanması alanında işbirliği olmasına rağmen, Afganistan sınırında Rus sınır kuvvetleri bulunmamaktaydı, ayrıca 27 Mart 1997’de imzalanan ikili anlaşmada tarafların hava savunması alanındaki işbirliğinin bilgi alış verişi boyutu ile sınırlı kalması sınır güvenliği ve hava savunması alanında işbirliğinin giderek azaldığını göstermekteydi.[51] Özbekistan’ın ülkesinde Rus askerî ve askerî üssü bulundurmaması ve Rusya vatandaşlarının anlaşmalı olarak Ulusal Ordu’da askerî görevler yürütmesine izin veren anlaşmayı imzalamayan tek Orta Asya ülkesi olması[52] da bu ülkenin Rusya ile güvenlik alanındaki işbirliğinin sınırlığını anlatma noktasında önemli unsurlar olarak öne çıkmaktadır.

Fakat 1999-2000 döneminde Orta Asya’daki askerî-politik olaylar bölgesel güvenlik dengelerinde ciddî değişimleri beraberinde getirdi ve bu gelişmeler Rus-Özbek güvenlik ilişkilerini de yeni bir mecraya soktu. Aslında bölgesel güvenlik gelişmelerinin iki ana boyutu vardı.

Bunlardan birincisi, Afganistan’da Taliban faktörünün bölgesel güvenliği ve doğrudan Özbekistan’ın güvenliğinin tehdit edebilecek kadar güç kazanmasıydı.

1994’te Afganistan siyasî sahnesine giren Taliban 1995’te Herat’ı, Ekim 1996’da Kabili alarak Afganistan’ın esas egemenine dönüştü.[53] Kabil’in alınmasın hemen ardından 4 Ekim 1996’da Almaatı’da Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan Devlet Başkanları ve Rusya Başbakanı Çernomirdin bir görüşme yaparak durum değerlendirmesi yaptılar.[54] Toplantıda alınan kararda bu durumun ciddî güvenlik tehdidi yarattığı üzerinde duruldu. Almaatı’da ayrıca Orta Asya liderleri ortak deklarasyon yayınlayarak Afganistan-BDT sınırında istikrarı bozacak her bir hareketin kabul edilemez olduğunu ve tehdit olarak değerlendirilip BDT Ortak Güvenlik Anlaşması uyarınca cevap verileceği belirtildi.[55]

11 Eylül saldırısı, Orta Asya devletlerinden Özbekistan tarafından bir fırsat olarak değerlendirildi. Her şeyden önce ABD’nin bölgeye aktif biçimde nüfuz etmesi durumda Özbekistan, Rusya’ya güvenlik bağımlılığından kurtulacaktı. Böylece Özbekistan, ABD’nin uluslararası terörizmle mücadelesinin Taliban ve onun yoğun desteğini alarak Özbekistan’da etkin olmağa çalışan ÖİH’nin oluşturduğu tehdidi ortadan kaldırmaya yarayacağını düşünmekteydi. Ayrıca Kerimov, krizi Batıyla yakınlaşma olarak değerlendirmekteydi.[80] Bu bağlamda, Özbekistan Rusya’nın baskısına rağmen ABD’ye tam destek verdiğini açıkladı. Devlet Başkanı Kerimov, ABD Başkanı George W. Bush’un 13 Eylül’de yolladığı mektuba “terörizmle savaşta çabalarımızın birleştirme”si biçiminde karşılık verdi.[81] Saldırıdan beş gün sonra The Washington Post gazetesinde yayınlanan mülakatında Özbekistan Dışişleri Bakanı Abdulaziz Kamilov “Biz bu konuda her türlü işbirliğine hazırız” açıklamasını yaptı.[82] Kamilov’a İvanov’un 14 Eylül’deki demeci hatırlatıldığında, Özbekistan’ın dış politikasını hiç kimseyle koordine etmek zorunda olmadığını ve ülkesinin esas önceliğinin teröristlerin imhası olduğunu vurgulamıştır. Bu arada 22 Eylül’de basında çıkan “Özbekistan’a iki Amerikan askerî uçağının indiği” haberi ise Özbek yetkililer tarafından onaylanmasa da yalanlanması için de fazla gayret gösterilmedi. Kerimov “Bugün açıkça belirtmek gerekir ki, biz ABD yönetimiyle uluslararası terörizmle mücadelede işbirliği konusunda görüşmeler yapıyoruz. Bu görüşmeler sürdürülmektedir ve kimse bunu inkar etmiyor.” biçimindeki açıklamayla ABD ile işbirliği yaptığını açıkça beyan etmiştir.[83] 7 Ekim’de ABD ve Özbekistan arasında terörizm alanında ikili işbirliği anlaşması imzalanmıştır.[84] Ardından 12 Ekim’de ABD ve Özbekistan arasındaki ortak açıklama iki ülke arasındaki yeni stratejik işbirliği evresinin başladığını ve ABD’nin İslam Kerimov yönetimine güvenlik garantileri verdiğini belirmekteydi.[85] Ayrıca, Özbekistan Afganistan operasyonu için kendi askerî olanaklarının ABD tarafından kullanılmasına izin vermekteydi.[86]

ABD’nin bölgeye ilgisini en üst düzeye çıkarmasını ve Rusya’ya güvenlik bağımlılığından kurtulmak fırsatı olarak değerlendiren Özbekistan’ın 7 ve 12 Ekim’deki anlaşma ve ortak açıklama konusunda hevesli olması 5 Ekim’de Taliban’ın kendisine savaş ilanının hemen ardından yapılması bakımından çok anlamlıdır. Bu gelişmeler ABD’yi Özbekistan için güvenlik alanında esas aktör yaparken, Orta Asya’nın güvenlik dengelerinde bu ülkenin söz sahibi olmasının meşru gerekçesini oluşturmaktadır. Özbekistan bir yandan ABD’yle askerî işbirliğine daha çok hevesli gözükürken, öte yandan Rusya’nın Özbekistan’ın güney sınırlarına kendi sınır kuvvetlerini gönderme önerisini soğuk karşılamıştır.[87]

Öte yandan, Rusya’nın Özbekistan’daki mevzi kayıplarını kabul etmediği Kerimov tarafından sık sık gündeme getirilen bir husustur. Kerimov, Moskova’nın Özbekistan’a karşı enformasyon savaşı yaptığını açıkladı.[88] Kerimov bu savaşın amacını “Bize kıskançlıkla yanaşan güçler, bağımsız politikamızı içlerine sindirememekte, bize eski alışkanlıklarla yanaşmaktalar ve Özbekistan’ın uluslararası arenadaki nüfuzunun her geçen gün artması onları rahatsız etmektedir” açıklaması ile ifade etmek ve böylece Rusya’yı “emperyal girişimlerde” suçlamaktadır.[89] Kerimov, Rusya’yı Özbekistan içerisinde istikrarsızlık yaratmakta, bölgede durumu kızıştırmakta ve Orta Asya cumhuriyetleri arasındaki karşılıklı güveni ortadan kaldırma ve bu ülkeleri bir birine karşı kullanma girişimlerinde olduğu gerekçesiyle suçlamaktadır.[90]

Rus resmî devlet yetkilileri, 24 Eylül’deki Rusya’nın ABD’ye vereceğini açıkladığı 5 maddelik destek planının ardından, Afganistan’daki operasyonlar sürecinde Özbekistan’ın ve bütünlükte Orta Asya’nın giderek daha fazla oranda ABD etki alanına açık hale geldiğine ilişkin endişelerini net biçimde ifade etmeseler de, Rus basını bu konuda ciddî endişelerin hakim olduğu yazılara geniş yer vermektedir. Aslında doğrudan dile getirilmese de Moskova stratejistleri, basının “yeni askerî işbirliği” biçimde tanımladığı Washington ve Taşkent arasındaki ilişkilerden rahatsızlık duymaktadır.[91] Gerçekte de Özbekistan’ın kendi hava sahasını ABD askerî uçaklarına açması, ABD’yi Orta Asya güvenlik dengesine girişini sağlayan 12 Eylül’deki ABD-Özbekistan ortak açıklaması ve Amerikan askerî yetkililerin giderek daha sık aralarla bu ülkeyi ziyaret etmesi Rusya’nı endişeye sevk eden gelişmelerdir. Ayrıca 30 Ekim’de ABD Merkez Komutanlığı Komutanı General Tommy Franks’ın başkanlık ettiği askerî heyetin Özbekistan ziyareti ile Amerikan askerî varlığının Afganistan operasyonları bağlamında bu ülkeye yerleşmesi konusunda uzlaşmaya varılmıştır.[92] Yaklaşık 1000 kadar Amerikan askerî kuvvetinin Afgan sınırına 90 mil yakınlıkta yerleşen eski Sovyet askerî havaalanı Hanabad’a yerleşmesi de bu rahatsızlığın en önemli unsurunu oluşturmaktadır.[93]

Putin’in Batı yanlısı bir dış politika söylemi çerçevesinde Rus resmî yetkilileri, buna askerler de dahil, ABD askerî kuvvetini bölgeye yerleşmesine açıkça hayır diyemedikleri ve Özbekistan’ın bu ülkeyle işbirliğine karşı çıkamadıkları noktada Rus basını devreye girerek durumla ilgili alarm zilleri çalmaktadır. Nezavisimaya Gazeta’ Kerimov’un Rusya ile ilişkilerini bozmadan ABD ile sıkı işbirliğine gittiği” değerlendirmesini yapmaktadır. Rus haber siteleri Afganistan krizinin Rusya, Çin Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikstan’ı bir araya getiren Şanghay İşbirliği Örgütü’nün üyelerinden Özbekistan ve Tacikistan’ın ABD’ye yönelmesi ile fiilen ortadan kalktığı değerlendirilmesine yer verilmektedir.[94] Moskova’da yayınlanan aşırı millîyetçi Zavtra gazetesi, ABD-Özbekistan stratejik ilişkisine ilişkin tavrını Özbekistan’ı “ABD’nin Asya Eyaleti” gibi haksız bir nitelendirmesi ile ortaya koymuştur.[95] Moskova’da yayınlanan haftalık Obşaya Gazeta, Taşkent’te görev yapan bir Rus diplomatının Amerikalıların hiçbir zaman bölgeyi terk etmeyecekleri endişesine yer vermektedir.[96] Gazete, Rus diplomatın Amerikalıların Özbekistan ekonomisine yatırım yapacaklarını, İslamcıların kitlesel hapsine, medyadaki sansüre ve ülkenin komşu BDT ülkeleri ile sınırlarına mayın döşenmesine göz yumacağına ilişkin görüşlerini yer vermektedir.[97] Ayrıca, Rus diplomat Amerikalıların GUUAM’ı önemli Rus bağlantı hatları üzerinde yerleşen ülkeler hesabına güçlendirmek isteyeceklerini belirtmiştir.

Bütün bunlar ışığında, 11 Eylül saldırısının ardından Özbekistan Rusya’ya güvenlik bağımlılığını ABD’nin yanında yer alarak aşmaya çalışmış ve Rusya ile artık daha fazla güvenlik işbirliği içinde olmak istemediğini göstermiştir. 11 Eylül’ün ardından Rus-Özbek ilişkileri özellikle güvenlik alanında ciddî biçimde Rusya aleyhine gelişen bir sürece girmiş ve dünyanın tek süper gücü ABD gerçek anlamda bölgeye girmiştir. Rusya kendisi için Orta Asya’nın kaybedilmesinin başlangıcı anlamını taşıyabilecek bir süreci en az zararla atlama yönünde çabalar içine girişmiştir.

11 Eylül’den 24 Eylül’e kadarki süre içerisinde Orta Asya cumhuriyetlerini yanına alarak ABD’nin uluslararası terörizmle savaşında daha kuvvetli kozlarla pazarlık yapma olanağına kavuşmak ve bölgenin Amerikan etkisine açılmasını önlemek istemiştir. ABD’nin Afganistan’a düzenleyeceği operasyonun Taliban’ı ve dini radikalizm tehdidini ortadan kaldırmasının en aza indirmesinin Moskova’nın Türkistan’daki hakimiyetini sona erdireceğini düşünen Putin, Washington’un Orta Asya Türk cumhuriyetlerinden askerî üs talebi üzerine bu cumhuriyetlere ağır baskı yaparak ABD ordusunun Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da konuşlanmasını engellemeye çalışmıştır.[98]

Orta Asya devletlerinden özellikle Özbekistan ve Kazakistan’ın aktif bir biçimde ABD ile işbirliğine hazır olduklarını ilan etmeleri ile Rusya’nın bu çabaları boşa çıkmıştır. Washington da, Moskova’ya gerekir ise Rus itirazına rağmen bölgeye gireceğini bildirmesi üzerine, Rusya geri adım atmak zorunda kalmıştır.[99]

24 Eylül’de Rusya’nın ABD’ye Afganistan’da destek vermesi, hatta Putin’in Amerika’yla genel bir stratejik işbirliğini öne çıkaran dış politika çizgisi benimsemesi Orta Asya’da büyük güçler için yeni bir dönemi başlatmış gözükmektedir. Bu yeni dönemin esas özelliği Rusya’nın Orta Asya’daki etkinliğini ABD ile rekabet değil işbirliği yapma temeline dayandırmak istemesidir. Rusya Devlet Başkanı Putin 10 Kasım 2001’de ABD ziyareti öncesi Amerikan gazetecilerine verdiği mülakatında Orta Asya’da Rusya-ABD rekabetini işbirliğine dönüşmesi gerektiğini belirtmektedir.[100] Öte yandan, ABD yönetiminin de Rusya’yla stratejik işbirliği ve yeni ilişkiler geliştirme isteği son dönemde ikili ilişkilerde sık-sık gündeme gelen ve en son Kasım ortasında Washington ve Texas’da yapılan Bush-Putin görüşmelerinde sürekli dile getirilen bir konudur. ABD’nin Moskova büyükelçisi Alexander R. Vershbow da yazdığı bir yazıda 11 Eylül saldırısının ardından Putin’in Amerika’ya destek verme yönünde stratejik tercih yapmasının Rusya ve ABD’nin bir çok ortak amacı olan dost ülkeler olduğunu ortaya koyduğu değerlendirmesini yapmıştır.[101] Aynı büyükelçi yaptığı basın toplantısında ABD’nin Rusya’ya, Afganistan’daki harekat nedeniyle Orta Asya’da konuşlanan askerî varlığının kalıcı olmayacağı yolunda güvence verdiğini belirtmiştir.

Bu açıklama ve değerlendirmelerden ABD’nin Orta Asya’daki etkinliğini gerçekten Rusya ile stratejik işbirliği temelinde yürütmeyi stratejik bir tercih olarak mı benimsediğini, yoksa Afganistan’da Rusya’nın desteğini almak için taktik bir hamle mi olduğunu şimdilik kestirmek çok zordur. Aslında bu sorunun cevabı aynı zamanda 11 Eylül’ün dünya siyasî tarihi ve uluslararası ilişkiler sistematiğindeki öneminin ortaya konması noktasında ciddî bir ölçüt olacaktır. Çünkü tarihsel gelenek ve 11 Eylül’e kadarki egemen uluslararası ilişkiler sistematiği Orta Asya’da iki büyük gücün çıkarlarını uzlaştıramadığını ve bu bölgenin genelde tek bir gücün nüfuz alanında olageldiğini göstermektedir. Hele bu iki gücün son elli yılın en keskin rekabetini yapan ABD ve Rusya olduğu düşünülürse, iki devlet arasında ister genel, isterse de Orta Asya anlamında stratejik işbirliğine gidilmesi 11 Eylül’ün bir milad olup olmadığı konusunu daha net biçimde ortaya koyacaktır.

Nâzım CAFERSOY

Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) Rusya-Ukrayna Araştırmaları Masası / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 19 Sayfa: 648- 659

TARİH : BALKANLAR’DA PEÇENEKLER


Peçenekler kaynakların ifadesine göre İtil’i (Volga) geçerek Macarların yerine Don-Kuban havalisine ilk defa kalabalık kütleler halinde 860-880 sıralarında gelmişlerdir. 892 yılında ise Etel- küzü’deki Macarları Karpatlar-Tisa’ya uzaklaştırmak suretiyle Don nehrinden Dnyeper’in batısına kadar olan bozkırlara yayıldılar.[1] Daha sonra Peçeneklerin, X. asrın ortalarında, yâni 943 ile 972 yılları arasında Don boylarından gelen ve bir Türk kavmi olan Uzların baskıları sonucunda günümüzdeki Macaristan topraklarına yerleştiklerini görüyoruz. Uzları ise bu bölgeden çıkaranlar da yine bir Türk kavmi olan Kuman-Kıpçaklardır. Kumanlar, 1030 tarihlerinden itibaren Uzları Don boylarından çıkarınca Uzlar da Peçeneklerin üzerine doğru hareket ederek, Dnyeper nehrinin sol sahillerini ele geçirmişlerdir. Böylece XI. yüzyılın ortalarında Karadeniz’in kuzeyinde yeni bir durum meydana gelmiştir. Peçenekler Aşağı Tuna boyuna doğru ilerleyerek bir taraftan Macaristan’ın,[2] diğer taraftan da Bizans Devleti’nin sınırları için gittikçe tehlike arz etmeye başlamışlardır. Bu sırada Karpat eteklerinde ve Transilvanya’da oturanlar (sonraki Ulah ve Moldavanlar) da, Peçeneklerin önünden çekilmişlerdir.[3]

Peçeneklerin Azak Denizi çevresi ve Kırım’a gelişleri Bizans’ın hemen dikkatini çekmiş ve onları bu kavim ile ilgilenmeye sevketmiştir. IX. yüzyıl başlarında Bizans için Balkanlar’da büyük bir tehlike başgöstermişti: Bulgarların başında bulunan Çar Simeon, Bizans’ın elinden birçok yeri alarak, İstanbul’u tehdit eder hale gelmişti.[4] 914 yılında Edirne şehri Çar Simeon tarafından zaptedildikten sonra, Bulgar kuvvetleri Trakya’yı baştan başa tahrip ettiler.[5] İşte bu durum karşısında Peçeneklerin Karadeniz’in kuzeyine gelişleri Bizans için âdeta Tanrı’nın bir inâyeti sayılmıştır.[6]

Nitekim çok geçmeden Bizans, 915 yılında Khersones’deki (Kırım’daki Korsun şehri) kumandanı Leon Phokas’a gereken talimatı vererek, Peçeneklerin Bulgarlara karşı sevk edilmesi için her çareye başvurmasını bildirilmişti. Ayrıca Phokas’a eğer bunu başarırsa kendisine “Patricius” unvanı gibi yüksek bir pâyenin de verileceği vadedilmişti. Bunun üzerine Phokas, Peçeneklerle buluşarak, onlarla Bulgarlar üzerine birlikte gitmeleri hususunda bir anlaşma yaptı. Peçenekler, 917 yılında Bulgarlarla savaşmak gayesi ile Tuna’ya doğru gittiler. Bizans gemileri onları Tuna’nın diğer tarafına geçirecekti. Fakat kumandan Phokas’ın Bizans amirali Romanos Lekapenos ile bir mesele yüzünden tartıştıklarını görünce Bizans’a güvenemeyerek geri dönmüşlerdir.[7]

Bizans İmparatoru Konstantin Porpyrogenetos, (912-959) oğluna hitaben yazdığı ve Bizans siyâsetinin el kitabı mahiyetinde olan “De administrandı İmperio” (Devlet İdaresi) adlı eserinde Peçeneklere çok önem vermiş ve oğluna “Peçeneklerle mutlaka dost geçinmek gerektiği” yolunda tavsiyelerde bulunarak, Peçenek dostluğundan Bizans için temin edilecek menfaatleri birer birer anlatmıştır.[8]

Bizans ile Peçenekler arasındaki münasebetler elçiler ve tüccarlar vasıtasıyla yapılmakta idi. Bizans’tan Kırım’a ve Peçeneklerin bulundukları diğer yerlere sık sık Bizans elçileri gönderilmekte ve gerekli müzakereler yapılmakta idi. Peçenekler pek çok sayıda hayvan ve davara sahip olmaları sebebiyle Khersones ve Bizans şehirlerine bazı süt ürünleri ile hayvan satıyorlar ve bunun karşılığında da erguvanî boya, kumaş, işlemeli kumaşlar, baharat, biber ve halis pars derisi gibi malları alıyorlardı.[9]

Peçeneklerin 932 veya 934 yılında Bizans’ın Karadeniz sahilindeki kalelerinden birini (Velender?) zaptettiklerini ve bu hadiseden sonra da Peçeneklerin Bizans’la gayet iyi geçindiklerini görüyoruz.[10] Peçenekler ayrıca başka kavimlere karşı olan mücadelelerinde de Bizans’a yardım etmişlerdir. Nitekim 971 yılında Peçeneklerle Bizanslılar anlaşmışlar ve bunun sonucunda da Tuna’nın güney sahilleri uzun yıllar Peçenek akınlarına maruz kalmamıştır. Ancak 1022’de Peçeneklerle Bizans’ın sınırlarının ortasında bulunan Bulgaristan ortadan kalkınca doğal olarak Peçeneklerde Bizans’ın sınır komşusu oldular. Artık bundan sonra Peçeneklerin akın sahasını Tuna’nın güneyi ile Bizans yurdu teşkil edecektir. Gerçekten de kısa bir süre sonra 1026’da Peçenekler Bulgaristan’a girerek, Bizans askerlerinden birçoğunu öldürmüşler ve kumandanlarını esir almışlardır. Bulgaristan valisi olan Konstantin Diogenes onlara karşı bir ordu ile harekete geçerek, Tuna’nın öteki tarafına kovmayı başarmıştır. Böylece de eski Peçenek-Bizans dostluğu bir daha gerçekleşmemek üzere bozulmuştur. Özellikle 1062’den sonraki Bizans kaynakları daima Balkanlar’a yapılan Peçenek akınları hakkında bilgi vermişlerdir.

1030 yıllarında Bizans Balkanlar’da yeni ekonomik tedbirler almaya başlamış ve o zamana kadar aynî olarak alınan vergilerin nakdî olarak ödenmesi zorunluluğu getirilmiştir. Bu durum halk arasında büyük bir memnunsuzluk yaratmış ve yer yer Bizans Devleti’ne karşı isyanlar baş göstermiştir. Peçenekler bu durumdan istifade etmesini bilmişler ve 1035 yılında Tuna’yı buzlar üzerinden geçerek Moesia ve Makedonya’ya kadar Trakya’yı tahrip etmişlerdir. Peçenekler yine 1036 yılının ilkbaharında Bizans ülkesine üç defa akın yapmışlardır. Bundan sonra Peçeneklerin 1048 yılına kadar bu bölgeye karşı herhangi bir saldırıda bulunmadıklarını görüyoruz. Bunun da sebebi bu yıllarda iç mücadelelerle uğraşmış olmalarıdır.[11]

Peçenekler Tuna’nın kuzeydoğusundaki Dnyeper ırmağından Panonya’ya kadar olan yerleri işgal etmişlerdir. Bunların başında Başbuğ Turak (Tirek, Tirah) bulunuyordu. O asîl bir kabileye mensup olup, yumuşak huylu ve sakin tabiatlı bir kişi idi. Bu Peçenek kavminin içinde yine Kegen isminde cesareti ile kendini göstermiş olan bir başbuğ daha vardı. Kegen defalarca Uzların Peçenekler üzerine yaptıkları hücumlara şiddetle mukavemet ederek onları geri püskürtmüştür. Turak ise Uzlarla savaşmaya cesaret edememiş, aksine Tuna yakınlarındaki bataklıklara saklanmıştır. Peçenekler, Turak’a asîl bir aileye mensup olduğu için sevip hürmet ederlerdi. Kegen’e de özellikle cesaretinden dolayı saygı gösterirlerdi. Turak bunun farkına vararak Kegen’i kıskanmış, hakimiyetin ona geçeceğinden korkarak onu ortadan kaldırmak için tedbir almıştır. Bunu zamanında öğrenen Kegen Dnyeper boyundaki bataklıklara kaçarak kurtulmuştur. Daha sonra kendi uruğundakilere haber göndererek kendi tarafına geçmelerini istemiş ancak sadece 2 uruğ bu isteğe uyarak yanına gelmiştir. Kegen bundan sonra Turak’a bağlı kalan 11 uruğa karşı mücadeleye başlamıştır. Ancak bu savaşlardan ve mücadelesinden bir sonuç alamayan Kegen Bizans imparatorunun yanına gitmiştir. Bu sırada Bizans imparatoru olan Konstantin IX Monomach (1042-1055) tarafından iyi karşılanan Kegen, Hırıstiyanlığı kabul etmiştir. Monomach’da ona Tuna boyundaki üç kale ile birçok arazi vererek onu ve kabilesini Bizans İmparatorluğu’nun sadık dostları ve müttefikleri olarak kabul etmiştir Bu sırada Kegen’in 20.000 kişilik bir halkı vardı.[12]

Bundan sonra Kegen, Turak’ın Peçenekleri ile mücadeleye yeniden başlayarak onlara karşı saldırılar düzenlemiştir ki Balkanlar’a Kegen’i takip ederek gelen Turak’ın halkı da 800.000[13] kadardı. Bu saldırılar sonucunda elde ettiği Turak’a mensup Peçeneklerin erkeklerini kadın ve çocuklarını Bizans’a köle olarak satmıştır. Bu durumdan son derece rahatsız olan Turak, Bizans imparatoruna elçiler göndererek “müttefik olduklarını, daha önce yapmış oldukları anlaşmaya göre asıl kütleden ayrılan Kegen’i kabul etmemesi ge-rektiğini belirterek, bu kaçakların kendisine iade edilmesini ve hücumlara engel olmasını istemiş; aksi takdirde bundan sonra kendisinin Bizans’ın artık müttefiki olmayacağını ve bütün kuvvetleriyle Bizans’a saldıracağını” bildirmiştir. Bizans İmparatoru bu elçilere kendi sınırlarına iltica edenleri iade etmeyeceğini ve Kegen’den intikam almalarına engel olmayacağını söylemiştir. Elçilerin geri dönmelerinden sonra İmparator Kegen’e ve Tuna boyundaki şehirlerin valisi Michail’e mektup göndererek, onlara Tuna sahillerini iyi gözetlemelerini emretmiştir. Yine Peçeneklerin Tuna’yı geçmelerine mani olmak için batıdaki kuvvetler ve yüz savaş gemisini Tuna üzerine göndermiştir. Bütün bu hadiseler galiba 1048 yılında olmuştur. Turak elçilerinin dönmesinden sonra Bizans’a karşı savaş hazırlıklarına başlayarak kışın gelmesini beklemiştir. Sonunda kış gelmiş, Tuna buzlarla kaplanmıştı. Şiddetli soğuklar yüzünden Bizans bekçilerinin sahilleri iyi gözetleyemedikleri bir sırada Turak bütün kuvvetleriyle Tuna’yı buz üzerinden geçerek Bizans ülkesini yağmalamaya başlamıştır. Bunun üzerine Tuna ülkeleri valisi İmparatora mektup göndererek yardım istemiş o da Edirne valisi Konstantin Arianites’e Makedonya’daki kuvvetlerini toplamasını emretmiştir. Birleşmiş Bizans kuvvetleri Kegen’in isteği üzerine harekete geçerek büyük bir başarı kazanmış ve Turak ile beraber 140 Peçenek başbuğu Bizans’ın eline esir düşmüştür. Ancak Bizans askeri alanda bu esirlerden faydalanmayı düşündüğü için onlara dokunmamıştır. Bu büyük zaferden sonra Kegen Tuna boyunda kendisine verilmiş olan yere dönerken, Bizanslılar on binlerce Peçeneği Batı Bulgaristan’daki Niş ile Sofya (Sardika) arasındaki düzlük araziye ve Makedonya’daki Ovçepoye diye bilinen yere yerleştirmişlerdir. Böylece de ilk defa Peçeneklerden büyük bir grup yerleşik hayata geçmiştir.[14]

Kegen ile Turak arasındaki bu çekişme Peçenekler için telâfisi mümkün olmayan bir sonunda başlangıcını oluşturmuştur. Bizans Balkanlar’da yerleştirdiği Peçenekleri özellikle Anadolu Selçuklularına karşı yapacağı seferlerde kullanmak niyetinde idi. Nitekim yeni Selçuklu akını karşısında İmparator Konstantin Monomach Peçeneklerden onbeş bin atlı asker toplanmasını emretmiştir (1049). Bu ordunun başına başbuğ olarak Konstantiniye’de bulunan Peçenek büyüklerinden dördü Sülçe, Selte, Karaman ve Kataleym tayin edilmişlerdir. İmparator bu Peçenek ordusuna kıymetli hediyeler, iyi silahlar ve seçilmiş atlar verdikten sonra Üsküdar tarafına geçirterek, Selçuklulara karşı göndermiştir. Bu Peçenekler doğuya doğru hareket etmişler ve bir süre yol aldıktan sonra günümüzdeki Bulgurlu yakınlarına geldiklerinde atlarını durdurarak aralarında bir istişare yapmışlardır. Sonunda Bulgaristan’daki kavimdaşlarına katılmanın daha doğru olacağına karar vererek geri dönmüşler ve tekrar İstanbul Boğazı’nın yolunu tutmuşlardır. Ancak geldiklerinde Üsküdar’dan kendilerini karşıya geçiren gemilerin gittiklerini görünce atlarını denize doğru sürmüşler ve İstanbul Boğazı’nı geçerek Taras dolaylarında (bugünkü Büyükdere) karaya çıkmışlardır. Onların bu hareketleri o kadar ani olmuştur ki Bizanslılar ne onların Boğazı geçmelerine engel olabilmişler ne de Peçenekleri Rumeli de tâkip edebilmişlerdir.[15] Bunlar Trabitza’daki Peçeneklerle birleşmişler ve diğer Peçenekleri de oturdukları yerleri bırakıp gitmeye davet etmişlerdir. Zorla iskân ettirilen Peçenekler yerleşik hayata alışamadıklarından bu teklifi memnuniyetle kabul etmişlerdir. Bundan sonra çeşitli yerlerde oturan Peçenek grupları harekete geçmiş, bütün ziraat aletlerini balta, tırpan, orak vs. silah olarak kullanarak, hep birlikte Balkanlar’ı geçip Tuna’nın Osmos (Asmes: Aluta mansabının karşısında) ırmağı boyuna yerleşmişlerdir.[16]

Bizanslılar Peçeneklerin bu hareketlerini cezasız bırakmayarak hemen bir ordu teşkil etmişler ve tâkip için göndermişlerdir. Peçenekler kendilerini tâkip eden Bizans kuvvetlerine karşı mukavemet etmemişlerdir. Onlar Karadeniz’e yakın bir yerde Tuna’nın son mecralarında, bol otlu, ormanlık, genellikle her çeşit meyve ve sebzenin yetiştiği ve konaklamak için gayet münasip olan ve yerli halkın “Yüz-tepe” dedikleri yeri işgal etmişlerdir (Şumnu’ya yakın bir yerde). Onlar burada hürriyetlerine kavuşarak eskisi gibi yaşamaya başlamışlardır. Ancak tek eksikleri Bizans sarayında “misafir-hapis” bulunan başbuğları idi.

Bizanslıların uzun bir süreden beri uğraştıkları Peçenekleri Bulgaristan’da yerleştirmek, çiftçi yapmak, dolayısıyla devlet hazinesine vergi ve orduya asker temin etmek, ayrıca Selçuklu tehlikesine karşı kullanmak planları böylece suya düşmüştür. Mesele sadece Peçeneklerin oturdukları yerleri bırakıp gitmeleri değil, aynı zamanda devletin amansız düşmanı olmaları sıfatıyla da Balkan ve Tuna vilayetleri için büyük bir tehlike arz ediyor olmaları korkusu idi.

Bu arada Kegen’in idâresi altındaki Peçeneklerin bir bölümü Bizans’ın müttefiki durumunda idiler. İmparator IX. Konstantin, Kegen’e haber göndererek kaçan Peçeneklerle nasıl mücadele edeceklerin görüşmek üzere yanına çağırmıştır. Kegen başkent Byzantion’a (Konstantiniye: İstanbul) gelirken bir suikaste maruz kalmış ancak yaralı olarak kurtulmuştur. Kendisini yaralayan üç Peçeneği imparatorun yanına getirmişlerse de İmparator durumun nezaketini görerek onları öldürmek yerine serbest bırakmış ve Kegen’ide tedavi etmek üzere saray doktorlarının yanına göndermiştir. Bu durum Kegen’in şehrin dışındaki karargâhlarında bekleyen Peçenekleri arasında büyük bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. Konstantin Monomach, Peçenekleri sakinleştirmek için onlara çeşitli hediyeler göndermiştir. Bunun üzerine Peçenekler bir gece eşyalarını toplayarak hareket geçmişler ve Yüz- tepe’deki Peçeneklerle birleşmişlerdir.[17]

Birleşen Peçenek kabileleri yeniden Bizans ülkesine karşı hücuma geçmişler ve Balkanlar’ı aşarak Edirne’ye yakın “Aule” diye bilinen mevkiye gelerek, etrafı yağmalamaya başlamışlardır. Bizans’ın o sıradaki Makedonya ve Edirne valisi olan Arianites onları durdurmakla görevlendirilmişse de Peçeneklerle yaptığı savaşı kaybetmiştir. Bunun üzerine Edirne’ye dönerek başkentten kendisine yeni bir ordu gönderilmesini istemiştir. Ancak İmparatorluğun bu sırada yeni bir ordu teşkil edecek hali yoktu ve bu durum karşısında Bizans, Turak’dan istifade etmeyi düşünerek, onu serbest bırakarak, kavimdaşlarından Bizans’la barış yapmalarını sağlamasını istemiştir.

Bu arada Turak ve diğer Peçenek büyüklerine İmparatorun huzurunda ne olursa olsun Bizans’a karşı hareket etmeyeceklerine dair yemin ettirilmiştir. Ancak Turak ve diğer Peçenek büyükleri kavimdaşlarının yanlarına gider-gitmez yeminlerini bozarak onların tarafına geçmişler ve eski mevkilerine yeniden sahip olmuşlardır. Bu arada Bizans Turak’ı göndermekle Peçenek meselesinin çözülmeyeceğini gayet iyi bildiğinden Anadolu’daki kuvvetlerinin yanına Frenk askerlerini de katarak Peçeneklere karşı göndermiştir. Balkanlar’a doğru sevkedilen bu ordunun başında Nikifora bulunuyordu. Bizanslılar kendilerine fazla güvenerek Peçenekleri tam merkezlerinde yani Yüz-tepe’de mahvedeceklerini ümit ediyorlardı. Onlar Balkanlar’ı geçerek Yüz-tepe’ye yakın Diakene diye bilinen yere gelerek kamp kurdular. Bizanslılar yaklaştıklarında Peçenekler dağınık bir halde bulunuyorlardı. Ancak Bizanslı komutanlar arasında Peçeneklere karşı nasıl saldıracakları konusunda bir tartışma çıkmış ve bu da Peçeneklere zaman kazandırarak toparlanıp-birleşmelerini sağlamıştır. Peçenekler Bizanslılara şiddetli bir şekilde saldırarak onları bozguna uğratmışlardır. Bizans askerlerinin çoğu kaçarken, Peçeneklerin eline pek çok ganimet geçmiştir. Peçenekler böylece 1049 yılının sonbaharında Bizans’ın çeşitli yerlerden topladıkları kuvvetli bir orduyu perişan etmişlerdir.[18] Bu ordu Edirne’ye çekilmiştir. Peçenekler 1049-1050 yılında hiçbir mukavemet görmeden kış boyunca Trakya’yı yağmalamışlardır. Bizans ise bütün kışı yeni bir ordu hazırlayarak geçirmiş ve bilhassa Doğu Anadolu’dan yeni kuvvetler Trakya’ya getirilmiştir. Bu ordu 1050 yılının ilkbaharında Peçeneklere karşı Edirne’ye doğru yola çıkarılmıştır. Ancak Peçenekler Bizans’ın neler yaptığından haberdardı ve onun için de onlar yeni ordularını Edirne’ye doğru sevk etmekle meşgul iken, Peçenekler harekete geçerek 8 Haziran 1050 tarihinde Edirne’yi muhasara etmişlerdir. Bu durumda daha başlangıçta Bizans ordusu herhangi bir hareketten mahrum edilmiş bulunuyordu. Peçenekler Edirne’yi sadece muhasara etmemişler aynı zamanda yağmalamışlardır. Bizans kuvvetleri Peçeneklerle bir meydan savaşı yapmaya cesaret edememişler, şehrin kalın surlarının arkasında kalarak sadece savunma yapmışlardır. Peçenekler, başbuğları Sulçe’nin atılan bir taş sonucu ölmesi üzerine muhasarayı bırakıp geri dönmüşlerdir.[19]

Bizans bu Peçeneklere karşı her zaman müttefikleri olarak gördükleri Kegen’i 1051 yılı başlarında Bizans elçisi olarak kavimdaşlarının yanına göndermiştir. Ancak kavimdaşları tarafından artık sevilmeyen Kegen öldürülmüştür.[20]

Bizans 1050-1051 kışında mümkün olduğu kadar çok ücretli asker toplayarak (ki 20.000 kişilik) ve bu orduya Bizans’ın kuvvetlerini de katılarak Nikefor Bryennios’un komutası altında Peçeneklere karşı göndermiştir. Makedonya ve Trakya’yı yağmalamakla meşgul olan Peçenekleri bu kadar küçük bir ordu ile durdurmak hatta mağlup etmek mümkün değildi. Zaten Bizanslılarda ancak kalelerde saklanıp Peçenekler üzerine ani akınlar yaparak başarı sağlayabileceklerini biliyorlardı ve böyle de yapmışlardır. Gönderilen ordunun bir kısmı Edirne’nin doğusuna giderken bir kısmı da güneye doğru inmiş ve gördükleri Peçenek kütleleri ile savaşmışlardır. Nitekim bu sırada Peçenekler Marmara sahillerine kadar akınlar yaparak, Ergene nehri boyu ile Lüleburgaz’ı yağmalamışlardır. Rodos’tan bir günlük mesafede bulunan Chariopolis de Peçenek hücumlarından nasibini almıştır. Ancak Peçenekler buraya yakın bir yerde kamp kurarak dinlenmeye çekilmişler ve herhangi bir tehlikeyi akıllarına getirmediklerinden bekçi koymayı bile lüzumsuz görerek uyumuşlardır. Onları tâkip eden Bizans askerleri gece olunca saklandıkları yerlerden çıkarak Peçeneklerin çoğunu kılıçtan geçirmişlerdir. Bundan sonra Nikefor Bryennios önce Edirne’ye yakın olan Toplitza mevkiinde bir Peçenek grubunu, sonra da Balkanlar’a yakın Goloe’da başka bir Peçenek kuvvetini yok etmiştir. Böylece Balkanlar’daki vilayetler kısmen Peçenek akınlarından kurtulmuştur. Ayrıca bundan böyle Peçenekler eskisi gibi Bizans’a tabi yerleri bir sürede olsa yağma edememişlerdir.

Bizanslılar bu küçük başarıdan sonra hayallere kapılarak Peçenekleri tamamıyla Tuna’dan çıkarmak için harekete geçtiler. Anadolu’dan ve Balkanlar’dan getirilen kuvvetler Michael Akolutos’un idâresine verilmiş, Bulgaristan valisi Basil’e de ordusu ile hazır beklemesi emredilmiştir. 1053 yılında bu iki ordu birleşerek Balkan dağlarını geçip Preslav şehrinin yakınlarında bir yerde kamp kurdular. Bizanslılar Peçeneklerin merkezi olan “Yüz-tepe”ye kadar gitmeye cesaret edememişlerdir. Bizans ordusu Balkanlar’ı geçtikten sonra serbest hareket edemez hale gelmiş ve Turak’ın idâresindeki Peçenekler onları Preslav’da muhasara etmişlerdir. Ancak Bizanslılar gece gizlice muhasara edildikleri yerden çekilerek Balkan yoluna doğru girmişlerdir. Bunu gören Peçenekler onları tâkip ederek saldırmışlar ve Bizans ordusuna pek çok kayıplar verdirmişlerdir. Bulgaristan valisi Basil’de ölenler arasında bulunuyordu. Bu zaferden sonra Peçenekler yeniden Trakya ve Makedonya’da istedikleri şekilde hareket edebilecek bir duruma gelmişlerdir. Bizans Peçeneklerle daha fazla savaşamayacağını anlayarak elçiler gönderip barış istemiştir. Bizans’ın Peçeneklere vergi vermesi şartı ile 30 yıl süreli bir barış yapılmıştır.[21]

Bizans kaynaklarında 1053 yılından sonra Peçenekler hakkında çok fazla bir bilgiye rastlayamıyoruz. Sadece İmparator İssak Komnenos’un (1057-1059) 1059 yılında Macarlara karşı yaptığı savaştan sonra Peçenekler üzerine gittiğini biliyoruz. Ancak bu seferin neden yapıldığı hakkında bir bilgiye sahip değiliz.[22] Buradan 30 yıllık barışın çok sürmediği görülmektedir. Bu arada Peçenekler kendi aralarında da bir takım anlaşmazlık içerisine düşmüşler ve Bizans’a karşı bir varlık gösterememişlerdir. Sadece Peçenek başbuğu Selt Tuna boyuna giderek Bizans ordusu ile savaşmak istemiş ancak ordunun çok olduğunu görünce çekilip gitmiştir.

Peçeneklerin Bizans imparatoruna karşı yaptıkları barışı devam ettirmek için bir gayret sarf etmediklerini görüyoruz. Çünkü İmparator Konstantin X. Dukas, 1064-1065 yılının kışında Peçeneklere elçiler ve hediyeler göndererek, onlarla barışın muhafaza edilmesi konusunda müzakerelerde bulunmuştur.

Peçenek ülkesinde 1048’lere doğru meydana gelen iç mücadelenin başlıca sebebini yapılan savaşlarda yani Peçeneklerin Uzlara yenilmelerinde aramak gerekir. 1048’lerde Uzlar Dnyeper’a kadar ilerlemişlerdir. Daha sonra Aşağı Tuna’ya geçmişler ve böylece iki Türk kavmi arasında şiddetli savaşlar meydana gelmiştir. Uzlar özellikle 1064-1065 yıllarında Balkanlar’da kuvvetli bir mukavemetle karşılaşmayınca batıya doğru ilerleyerek Trakya, Makedonya, Selanik ve civarı ile Peloponnes’e kadar gitmişlerdir. Ancak başlayan ani soğuklar neticesinde Uzların büyük bir kısmı hastalıktan kırılmış ve Peçeneklerde bunu fırsat bilerek onları tamamen yok etmişlerdir.[23]

1065 yılındaki Uz akınından sonra Tuna boylarının biricik hakimi tekrar Peçenekler olmuşlardır. Bu sırada Bizans’ın içerde büyük karışıklıklar yaşaması Peçeneklerin Tuna boylarında serbestçe dolaşmalarını sağlamıştır. Hatta bazı şehirleri bile el geçirmişlerdir. Mesela Tatoş (Tatus) ismindeki bir Peçenek başbuğu Derster’i (Silistre) elinde tutuyordu. Ayrıca bazı Peçenek kabilelerinin şehrin yakınlarında yerleşmiş olmaları veya başbuğlarının da şehirde yaşamaya başlamış olmaları ihtimal dahilindedir. Bizans’ta kargaşalıklar devam ederken Peçenekler boş durmamışlar ve 1067 yılında Bizans ülkesine akınlar düzenlemişlerdir. Ancak Roman Diogenes bu akınları başarı ile durdurarak, Peçeneklerin birçoğunu öldürmüş ve geri kalanlarını da esir almıştır.

Bizans, ele geçirdiği Uz ve Peçeneklerin bir kısmını ücretli asker olarak ordusunda barındırmış ve bunlardan diğer kavimlerle birlikte Anadolu Selçuklularına karşı yaptığı savaşlarda faydalanmıştır. Bizans kaynaklarının ifadesine göre Roman Diogenes’in Anadolu seferinde Uzlar ve Peçenekler atlı kıt’aları teşkil etmişlerdir. Bu kıt’alar Diogenes’le beraber Malazgirt’e kadar gelmişlerdir. Bu Uz ve Peçeneklerden bir grup başlarında Tamin olmak üzere kendilerine yakın bir kavim olarak gördükleri Selçukluların tarafına geçmişlerdir. Bizans ordusu 26 Ağustos 1071’de Selçuklu hükümdarı Alp Arslan tarafından ağır bir yenilgiye uğratılmıştır.[24]

Bizans’ta bu mağlubiyetten sonra İmparatorluk dahilinde yeniden kargaşalıklar çıkmıştır. Bu durumdan Peçenekler istifade ederek, Peçenek başbuğları Tuna boylarında birer müstakil hükümdar gibi hareket etmişlerdir. Bu duruma son vermek isteyen Bizans saraya yakınlığı ile tanınan Nestor adındaki birisini Tuna boyundaki şehirlerin valisi olarak atamıştır. Ancak Nestor’un kendisi Silistre’ye hakim olan Peçenek başbuğu Tatoş ile anlaşarak İmparatora isyan bayrağını kaldırmıştır. Bu sırada Bizans Devleti’nin idaresi yaşı bir hayli ilerlemiş olan İmparator Parapinakes Michael VlI’nin hadımı olan Nikefor’un elinde idi. Ancak bu kişi hiç kimse tarafından sevilmiyordu. İmparator ise ondan ayrılmak istemiyordu. Ama yine de Nestor’un isyanı onun kötü yönetimine bağlanmıştır. Bu sırada Filibe civarında yaşayan Bulgar Bogomilleri (Pavlikyanlar) bilhassa hadım Nikefor’un idaresinden memnun değillerdi. Nestor onları da kendi tarafına çekerek Peçeneklerle beraber Balkan dağlarını geçip Konstantiniye surlarına kadar gelerek muhasara etmişlerdir. Bu olay 1074 yılında olmuştur. İmparator ile müzakere etmek üzere Peçeneklerin gönderilmiş olması dikkat çekicidir. Fakat Peçenekler bu sefer sırasında Nestor’a yardım etmek yerine kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmişlerdir. Nitekim onlar İmparatordan kıymetli hediyeler alınca karargâha döndüklerinde şüpheli bir şekilde hareket etmişler ve Nestor’da onlara güvenemeyerek muhasarayı kaldırıp, tekrar Tuna boyuna gitmiştir.

1078 yılında Bizans’ta İmparator Michael VII. Parapinakes’a karşı iki hareket baş göstermiştir. Balkan yarımadasında Nikefor Bryennios ve Anadolu’da da Nikefor Botaneiates kendilerini imparator ilan etmişlerdir. Nikefor Bryennios bilhassa Peçeneklere güvenmiştir. Ancak Peçenekler yalnız bir tarafa bağlı kalmamışlar, işlerine geldiği şekilde bazen birinin bazen de diğerinin tarafını tutmuşlardır.

Peçenekler önce Michael VII’nin meşru haklarını müdafaa etmek bahanesiyle Bryennios’a karşı yürümüşler ve Makedonya’ya girerek etrafı yağmalamışlardır. Daha sonra Bryennios’u Edirne’de muhasara etmişlerdir. Bryennios Peçeneklere karşı mücadele edememiş ve şehirde baş gösteren açlık yüzünden Peçeneklerle müzakereye girişerek onlara kıymetli hediyeler, gümüş eşyalar, kumaşlar ve o zaman için büyük bir para olan 20 talant altın göndermek suretiyle Edirne kuşatmasından vazgeçirmiştir. Diğer taraftan Nikefor Botaneiates Anadolu’daki mücadelesini kazanarak tahta çıkmış ve kısa bir süre sonra da Balkanlar’daki rakibine karşı mücadeleye girişmiştir. Bu mücadele de Peçenekler büyük bir rol oynamışlardır. Yine Peçenekler Bulgar Bogomillerinin Bizans’a karşı birlikte hareket etmek davetini kabul etmişlerdir. 1078-1079 yıllarında aslen bir Rum olan Leka adlı Filibeli bir Pavlikyan, Peçenek başbuğlarından birisiyle akrabalık kurduktan sonra Sofya ve Niş arasındaki yerlerde Bizans imparatoruna karşı isyan bayrağını kaldırmıştır. Bu isyana Peçeneklerde karışmışlardır. Kısa bir süre sonra Nikefor Botaneiates Leka ile müzakereye girerek anlaşmış ancak Leka’nın ordusunda bulunan Peçenekler bu anlaşmaya uymayarak akınlarına devam etmişlerdir. Bunun üzerine general Aleksi Komnenos üzerlerine gönderilmiştir. Aleksi Komnenos başarılı manevralarla Peçeneklerin arkasına geçip, Trakya’yı bunlardan temizlemiştir. Birçok isyanları yatıştıran ve Anadolu ile Balkanlar’a dıştan hücum eden kavimlere karşı yapılan savaşlarda büyük bir şöhret kazanan bu genç general çoktandır beklediği “kayser” unvanını alamayınca isyan ederek l Nisan 1081’de Bizans tahtına oturmayı başarmıştır.[25]

Peçeneklerin Balkanlar’a özellikle 1081’den sonra yapmış oldukları akınlar hakkındaki bilgilerin çoğunu Bizans İmparatoru Aleksi Komnenos’un kızı Anna Komnena’nın yazmış olduğu “Alexiad” adlı eserden öğreniyoruz.[26] Nitekim Aleksi Komnenos’la Bizans İmparatorluğu yeni bir döneme girmiştir. O tahta çıktığı zaman Bizans İmparatorluğu neredeyse ortadan kalkacak bir durumda idi. Halbuki bu İmparator öldüğü zaman Bizans yeniden kuvvetli bir İmparatorluk haline gelmiştir. Bu büyük değişiklikte o dönemin önemli siyasî hadiseleri (Haçlı seferleri) birinci derecede rol oynamakla beraber, Aleksi Komnenos’un da şüphesiz büyük bir rolü olmuştur. Aleksi Komnenos tahta geçtiğinde Bizans Devleti’nin düşmanlarına karşı bir harekete geçme imkanı yok denecek kadar çok zayıflamıştı. Malazgirt yenilgisinden sonra devlet içerisinde baş gösteren kargaşalıklar, taç kavgaları, Balkan yarımadasında Tuna boyundan kopup gelen Peçenek akınları, Adriyatik Denizi yönünde ilerleyen Norman kuvvetleri, halk arasında vergilerin çokluğu yüzünden doğan memnuniyetsizlik ve bilhassa Anadolu’nun dörtte üçünün Türkler tarafından işgal edilmiş olması İmparatorluğu tam bir çöküşün içerisine sürüklemekte idi. Aleksi Komnenos hem Anadolu’dan hem de Balkanlar’dan gelen Türk hücumlarına karşı aynı anda mücadele edecek kuvvete sahip değildi. Onun için Komnenos önce tehlikenin büyüğü olan Peçeneklerle mücadele ederken bu sırada Anadolu’da teşekkül etmiş olan Türk beyliklerine karşı da diplomatik usullere başvurmak yolunu tatbik etmiştir. Ancak Aleksi Komnenos Balkanlar’da faaliyette bulunan Peçeneklere karşı mücadele ettiği için, Anadolu’daki Türklere karşı savaşmaya fırsat bulamamıştır. Bu yüzden de Selçuklu Türklerinin Anadolu da kuvvetlice yerleşmelerinde Peçeneklerin de rolleri olduğunu söyleyebiliriz.

Aleksi Komnones tahta çıktığında Peçeneklerin asıl kuvvetleri Tuna boyundaki “Yüz-tepe” denilen yerde yaşıyorlardı. Peçeneklerden bazı gruplarda bu sıralar galiba Tuna’nın batı tarafında bulunuyorlardı. Nitekim Tuna boyundaki bazı şehirlerin onların elinde olduklarını görüyoruz. Mesela: Peçenek başbuğlarından Tatos, Silistre ve Saça’da Biçina (Bitzina: Varna yakınlarında Kamçik) şehirlerini ellerinde tutuyorlardı.[27]

İmparator Aleksi 1083 yılında Normanlarla savaştığı bir sırada ve savaşın en tehlikeli anında Bulgaristan Pavlikyanlarından 2800 kişilik bir bölük İmparatoru savaş meydanında bırakarak, ülkelerine geri dönmüşlerdir. Aleksi Selçuklu Türklerinin yardımı ile Normanlarla yaptığı savaşı kazanarak başkent Konstantiniye’ye dönmüş ve geri döner-dönmez de Pavlikyanların çok ağır bir şekilde cezalandırılmasını emretmiştir.[28] Bu emri yerine getiren kimsenin gayet şiddetli hareket etmesi Pavlikyanların isyan etmesine sebep olmuştur. Pavlikyanlar 1084 yılında Travl’ın (Traulos) idâresinde isyan ederek Bizans’ın memurlarını öldürmüşler, Filibe yakınlarındaki kalelerden Beliatoba şehrini de işg1al ederek etrafı yağmalamışlardır. Bu isyan hareketi uzun bir süre sürmüş ve Peçenekler Travl’ın kendilerinden yardım istemesi üzerine 1086 yılında ona katılmışlardır. İmparator Aleksi Komnenos işin gittikçe büyüdüğünü görünce Travl ile görüşmelere başlamış ancak bunlardan bir sonuç alamayınca üzerlerine o dönemin tanınmış iki komutanını göndermiştir.[29] Bu iki komutan Beliatoba kalesine yaklaştıklarında Peçenek kuvvetlerinin kendilerinden çok daha fazla olduklarını görünce savaşmak şöyle dursun kendilerini kurtarmanın çaresini aramışlardır. Peçenekler şiddetli bir şekilde saldırınca Bizans ordusu kaçmaya başlamış ve her iki komutan da savaş meydanında ölmüştür. Peçenekler bu zaferden sonra Filibe civarında uzun bir süre hiçbir karşılık görmeden, istedikleri gibi hareket etmişlerdir. Yine bu sıralarda Anadolu’daki Selçuklu beyleri birbirleriyle uğraşmakta idiler. Aleksi Komnenos bu fırsattan istifade ederek İznik üzerine geçirdiği kuvvetlerini Beliatoba kalesi yakınlarındaki mağlubiyet üzerine Rumeli tarafına geçirmeye mecbur olmuştur. Bu arada İznik üzerine gönderilen aslen bir Türk olan Tatik (Tatikios) geri çağrılarak yeni bir ordu kurmakla görevlendirilmiştir. Yine Anadolu’da Kizikosta (Kyzikos: Erdel yakınlarında) bulunan ücretli Frenk askerleri de Edirne’ye gönderilmiştir. Tatik, Frenk askerlerinin gelmesi ile kendisini kuvvetli hissetmiş ve Peçeneklere karşı harekete geçmiştir. Edirne’yi terk ederek Filibe istikametinde ilerlemişler ve Blisnium yakınlarındaki bir ırmağın üzerinde karargâhlarını kurmuşlardır. Bu arada kendilerine erzak sağladıktan sonra kamplarına geri dönen Peçenklerden bir bölüğü görünce onlara hücum etmişler ve eşyalarını ele geçirmişlerdir. Tatik bu başarıdan sonra hemen Filibe’ye hareket etmiştir. Gönderdiği muhafız öncü kuvvetlerinden Beliatoba’da kalabalık bir Peçenek kuvvetinin olduğunu öğrenince süratle Peçeneklerin üzerine yürümüştür. Tatik’in bu kadar çabuk hareket etmesinin sebebi çok kalabalık olan Peçeneklerin Filibe’yi muhasara edeceklerini düşünmüş olmasıdır. İki ordu bir nehir boyunda karşılaşmışlardır. Fakat ne Bizanslılar ne de Peçenekler birbirleri ile savaşmaya çekinmişlerdir. Bizanslılar Peçeneklerin çokluğundan, Peçeneklerde Bizanslıların silahlarının iyi olmasından korkmuşlardır. Üç gün birbirlerine karşı herhangi bir hareket yapmadan durmuşlar ve sonunda da Peçenekler ülkelerine geri dönmüşlerdi. Tatik bunu haber alınca hemen Peçeneklerin arkalarından gidilmesini emretmiştir. Ancak çoğu piyade olan Bizans askerlerinin atlı Peçeneklere yetişmeleri mümkün değildi. Peçenekler yollarına devam ederek Sidera: (Demir) Kapı tepeliğini işgal etmişlerdir. Tatik Konstantiniye’ye geri dönmüştür. Bu sefer sonunda hiç olmazsa Filibe ve çevresi Peçenek akınlarından kurtarılmıştır.[30]

Travl’e yardım eden Peçenek grubunun çok kalabalık olmadığını 1087 yılı ilkbaharında daha büyük bir Peçenek kuvvetinin Macar Kralı Soloman ve Kumanlarla beraber başbuğları Çelgü’nün idâresinde Bizans’a karşı harekete geçmelerinden anlıyoruz. Bunlar Lüleburgaz civarındaki şehir ve köyleri tahrip ettikten sonra Skoteinon diye bilinen yere gelerek kamp kurmuşlardır. Aleksi Komnenos bunlara karşı Nikolo Maurokatakalon adlı generalin idâresinde bir ordu göndermiştir. Bu ordu Pamphylon denilen yere gelerek karargâhını kurmuştur. Daha sonra ise burayı terk ederek küçük bir şehir olan Kule’ye gitmişlerdir. Bir sabah ansızın Peçeneklere saldırarak onları bozguna uğratmışlardır. Çelgü ve Macar kralı da ölenler arasında idi. Böylece 1087 yılı ilkbaharında yapılan Peçenek seferi Bizanslıların zaferi ile neticelenmiştir Ancak Bizans tedbiri elden bırakmamış ve İmparator batı illeri valisi olan kardeşi Andrian Komenos’u bir ordunun başında tekrar Trakya’ya göndermiştir.

Bahar başlarında Peçenekler başbuğları Tzelgou’nun idâresinde, Peçenek, Uz ve Macarlardan oluşan Anna’nın ifadesine göre 80.000 kişilik bir ordu ile yenilgiden sonra tekrar Tuna boylarına dönerek, Hayrabolu ve çevresini yağmalamışlardır. Bunun üzerine Bizans ordusunu göndererek Peçenekleri büyük bir mağlubiyete uğratmış ve başbuğlarını da öldürtmüştür. Aleksi Komnenos, onların Bizans’tan intikam almalarına mani olmak için Peçenek kabilelerine hediyeler, altın ve gümüş paralar göndererek aralarına nifak sokmak istemişse de Peçenekler bu oyuna gelmemişlerdir. Bunun üzerine Bizans tekrar 1087 yılının Haziran ayında Peçeneklere kat’i bir darbe indirmek niyeti ile sefere çıkmıştır. Aleksi Komnenos büyük bir ordu ile Edirne’ye gelerek, buradan hareketle Dampoli (Yambolu) ile Goloe arasında bulunan Lardea’ya ulaşmıştır. Buradan bir kumandanı Silistre’ye doğru, Karadeniz sahiline gönderilmiştir. İmparator Lardea’da kırk gün kalarak diğer kuvvetlerin gelmesini beklemiştir. Aynı zamanda Bizans’ın Karadeniz’deki donanması Tuna’ya gönderilerek, Silistre’ye gönderilen kuvvet ile birlikte hareket etmesi kararlaştırılmıştı. Bu kuvvetler Peçenekleri arkalarından tehdit ederek, onların Tuna’yı geçmelerine mani olacaktı. İmparator da Balkanlar’ı geçip Peçeneklerin asıl kuvvetlerini imha edecekti. Seferin plânı dikkatlice düşünülerek bu şekilde yapılmıştı. Ancak bazı komutanlar bu plâna karşı çıkmışlarsa da İmparator bunlara kulak asmamış ve plân üzerin Lardea’yı arkada bırakarak Balkanlar’ı aşmaya hazırlanmıştı. Peçenekler, Bizanslıların bu sırada bir sefer yapabileceklerini düşünmedikleri için dağınık bir halde bulunuyorlardı. Bizanslıların yaklaştıkları haberi üzerine Peçenekler süre kazanıp hazırlanmak için 150 kişilik bir elçilik heyeti göndererek barışın yapılmasını ve eğer imparator buna razı olursa her zaman için otuz bin kişilik Peçenek atlısının emrinde olacağını bildirmişlerdi. Ancak bu teklifi kabul etmezlerse hücum edeceklerini de söylemişlerdir. Bizans Peçeneklerin elçileri göndermelerini korkaklıklarına yormuş ve elçileri tevkif etmek için bir bahane bulmuştur. Bu bahane de şu idi: Bu sefer esnasında saray müneccimlerinden biri Aleksi’ye güneşin tutulacağını haber vermişti. Bunun üzerine o bu durumdan yararlanmak isteyerek elçilere: “ben bu meselede hakemliği Tanrı’ya bırakıyorum eğer gök yüzünde bugün herhangi bir işaret olursa, bu sizin iyi niyetle gelmediğinize alâmettir. Şayet hiçbir şey olmazsa, hakkınızdaki şüphelerimin asılsız olduğuna kanaat getireceğim.” Bu konuşmadan iki saat sonra güneş tutulunca, İmparator da 150 Peçenek elçisinin tutuklanmasını emretmiştir. Tutuklanan elçiler bir muhafızın önderliğinde İstanbul’a gönderilmişler ancak bunlar yolda bir yolunu bulup kaçmışlar ve Peçeneklere gelerek durumu bildirmişlerdir. Muhafız derhal İmparatorun bulunduğu Goloe’ye gelerek durumu haber vermiştir. İmparator bunun üzerine daha çabuk hareket etmek mecburiyetinde kalmıştır. Bizans ordusu Balkanlar’ı demir kapıdan geçerek, Tuna’ya dökülen Biçina nehri boyunca ilerlemişlerdir. Ancak bu ilerleyiş çok tehlikeli idi çünkü etrafta Peçenek atlıları dolaşıyor ve Bizanslılardan erzak tedarik etmek için biraz uzaklaşanlar bir daha geri dönmüyorlardı. Bizans ordusu Silistre yakınlarındaki bir nehir boyunda kamp kurdu. Peçenekler Bizanslıların bütün hareketlerini dikkatle takip ederek, hücum için uygun bir fırsat bekliyorlardı. İmparatorun ordusu çadır kurarken hiç beklemedikleri bir anda nehrin öteki tarafında bulunan bir Peçenek atlı kıtası nehri geçerek ani bir hücumla onlara saldırmış ve müthiş bir telaşa sebebiyet vermiştir. Peçenekler bu baskını zaten düşmanları arasında panik yaratmak için yapmışlardı ve bunu başararak pek çok esir yakalayıp süratle geri dönmüşlerdir. İmparator Aleksi Tatuş’un elinde bulunan Silistre’yi işgal etmek istiyordu. İmparatorun üzerlerine geldiğini haber alan Tatuş yardım sağlamak düşüncesi ile Kumanların yanına gitmiştir. Bizanslılar kısa bir süre sonra şehrin sularını delerek içeriye girmişlerdir. Ancak içeride olan iki kaleyi bir türlü ele geçirememişlerdir. Bunun da sebebi Tatuş’un Kumanlara giderken adamlarına şehir hisarının arkasında bulunan tepenin işgal edilmesini ve buradan devamlı Bizanslılar üzerine hücum yapılmasını emretmiş olmasıdır. Peçenekler bu emre göre hareket ederek gece-gündüz hücumları ile Bizans ordusunu güç bir duruma sokmuşlardır ki bu da Bizans’ı muhasaradan vazgeçirmiştir. İmparator Balkanlar’a doğru geri çekilinmesini emretmiştir. Peçenekler Silistre’nin muhasarası kalkınca derhal karşı saldırıya geçmişlerdir. Bizans ile Peçenekler bir meydan muharebesi için karşı karşıya gelmişlerdi. Sabah erkenden başlamış olan savaşta ikindiye kadar müthiş bir şekilde devam etmiş ve nihayet Peçenekler Bizanslıların bütün hücumlarını püskürttükten sonra kendileri karşı hücuma geçmişler ve Bizans ordusunu kaçmaya mecbur etmişlerdir. Bizans çok feci bir mağlubiyete uğramış ve kuvvetlerinin büyük bir kısmını savaş meydanında bırakmıştır. İmparator Aleksi’de kaçan ordu ile Goloe’ye gitmiştir. Bu galibiyet 1087 yılı baharında yaşanmıştır.[31]

İmparator Goloe’de çok kalmayarak Beroe’ye (Eski Zagra’ya) geçmiştir. Burada uzun bir süre kalarak Peçeneklere esir düşenleri para vererek kurtarmak istemiştir. Peçenekler ilk önce esirleri kendi elçilerine yapılanların intikamını almak için öldürmek istemişler ancak daha sonra bundan vazgeçerek para karşılığı esirleri serbest bırakmışlardır.[32]

Peçenekler bu zaferden çok fazla istifade edememişlerdir. Sebebi de Kumanlardır. Çünkü Bizans’ın Silistre’yi kuşatması karşısında başbuğ Tatuş Kumanları yardıma çağırmak için gitmişti. Ancak bu Kuman ordusu savaş bittikten sonra Silistre’ye gelmiştir. Kumanlar Peçeneklerin Bizanslılardan pek çok ganimet ve esir aldıklarını görünce bu ganimetten kendilerine de verilmesini istemişlerdir. Peçenek başbuğlarına hitaben “Biz topraklarımızı, evimizi barkımız bırakarak sizin imdadınıza koştuk; sizinle hem tehlikeleri hem başarıyı paylaşmak için böylesine uzun ve zahmetli bir yolculuğa katlandık. Bize düşen herşeyi yapmış bulunduğumuza göre, bizi eli boş göndermeniz haklı olmaz. Gerçekten savaş olup bittikten sonra buraya gelmişsek, bunun sorumluluğu bize değil saldırıya geçmiş olan imparatora düşer. İşte bu nedenle, aldığınız ganimet ve esirleri ya bizlerle paylaşırsınız ya da bizi bundan sonra dostunuz olarak değil düşmanınız olarak görürsünüz ki hissemize düşeni de sizden zorla alırız” demişlerdir. Ancak Peçenekler yinede ganimetleri paylaşmak istememişler ve red cevabı vermişlerdir. Kuman-Peçenek mücadelelerinin tek sebebi sadece bu ganimet paylaşılması değildir. Bizans’ın yürüttüğü hilekâr politikaların da bir neticesidir. Kumanlar, Peçeneklerin müttefikleri olarak gelmişlerken artık Peçeneklerin en büyük düşmanları olarak geri dönmüşlerdir. Nitekim Kumanlar Peçeneklerden daha kuvvetli oldukları için onları yenmişlerdir.[33]

Kuman tehlikesinden kurtulan Peçenekler derhal Bizanslıları takibe başlamışlardır. Balkan geçitlerini geçerek Balkanlar’ın batısındaki ülkeleri yağmalamışlardır. Bu sırada Beroe’de bulunan İmparator burada daha fazla kalmayı tehlikeli bularak Edirne’ye dönmüştür. Peçenekler ise Dampoli (Yambolu) ile Goloe arasındaki Markella’yı işgal etmişlerdir. Tam bu sırada Kumanlar da Ozolimné (Uzolime)’ye geri dönmüşler ve orada Peçenekleri bulamayınca Tuna boyuna doğru ilerleyerek Peçenekleri arkalarından takip etmişlerdir. Bizans yaklaşan iki tehlike karşısında onlarla mücadele edecek durumda değildi. Ayrıca Ruslarla da mücadele ediyordu. Bunun için Peçeneklere barış yapmak isteğiyle elçiler gönderip, Tuna boyunda kalmalarına müsaade edeceklerini bildirmişlerdir. Peçeneklerde Kumanların geldiklerini bildikleri için Balkan geçitlerinde işgal etmiş oldukları kaleleri Bizanslılara bırakmışlardır. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra Kumanlar gelerek, İmparatordan Peçeneklerle savaşmak için Balkanlar’daki geçitlerden geçmelerine müsaade etmesini istemişlerdir. Ancak İmparator Aleksi buna müsaade etmemiştir.[34]

Peçenekler, Kuman tehlikesinden kurtulunca barışı bozarak Bizans ülkesine yeniden akınlar yapmaya başlamışlardır. Peçeneklere bu sıralar galiba Pavlikyanlar da iştirak etmişlerdir. Çünkü kısa bir zaman sonra Filibe Peçeneklerin eline geçmiştir. Bizans bu hücumlara cevap verebilecek durumda değildi. Peçenekler Makedonya’ya kadar bütün Bizans ülkesini ele geçirmişlerdi. İmparator Aleksi geri çekile çekile Kypsella (Ipsala)’ya kadar gelmiş ve Peçeneklere karşı daha fazla savaşmanın imkansız olduğunu görerek barış istemiştir.[35]

Peçenekler 1087 yılında yapılan bu barıştan sonra 1087-1088’de kışı geçirmek için Taurokomos (Taurokomenda) (Ergene nehrine yakın) kalmışlar ve Hayrabolu’ya gelmişlerdir. Bu da oradaki yerli ahali arasında hoşnutsuzluk yaratmıştır. Babaeski’de bulunan İmparator Aleksi başkente döner dönmez Peçeneklere karşı mücadele etmek için yeni kuvvetler toplamaya başlamış ve 1088-1089 yılını bununla geçirmiştir. Savaşta ölen askerlerin oğullarından kurulan bu orduya “Arkhontopoulos (archontopuloi) (Archont oğulları: Bey oğulları) ismi verilmiştir. 1088 yılı ilkbaharında Peçenekler Lüleburgaz’a kadar gelince Bizans bu kıtayı onlara karşı göndermiştir. Bunlar doğrudan Peçenek karargâhına saldırmışlar ancak Peçenekler tarafından geri püskürtülerek 300 kadarı da öldürülmüştür. Peçenekler daha sonra Hayrabolu’nun içinden geçerek Aspra’ya (Malkara yakınlarında) geldiler. İmparator bu yıl da kendi kuvvetlerini toplayamamış, Peçeneklere karşı sadece gördükleri yerlerde, yani kalelerde saldırmışlar ve birkaç defa da başarı kazanmışlardır.[36]

Peçenekler Bizans imparatoru Komnenos’un İzmir Türk beyi Çaka’ya (Tzakhas) karşı olan mücadelesinden istifade ederek, Trakya’da yeniden harekete geçmişlerdir. Bizans ordusunda Peçeneklerden Bizans tarafına geçen Neantzés (Neançes) ve kumandanlardan-isimlerine bakılırsa Türk olan Kantzous (Kançu) ve Katranés (Katran) da bulunuyorlardı. Peçeneklerin küçük bir bölümü Aleksi’nin ordusuna tesadüf etmiş ve onları tâkip ederek Russion’a (Keşan) kadar ilerlemiştir.

Peçenekler 1088 yılı sonbaharında Keşan yakınlarında bir şehir olan Polybotos’a (Polboton) yaklaşmışlar ve burada müstahkem bir karargah kurmuşlardır. İmparator bunların üzerine daha fazla ilerlemelerine mani olmak için bir ordu sevketmiştir. Bu orduda bulunan Neantéz adlı Peçenek aslında kendi milletine yardım etmek ve Bizans’ın durumunu Peçeneklere haber vermek için bu orduda bulunuyordu. O, bir tepede kendi kavimdaşları ile görülerek Bizans’ın durumu hakkında bilgi vermiştir. Ancak Bizans ordusunda Peçenekçe bilen birisi onun tepede söylediklerini duyarak İmparatora gelip haber vermiştir. İmparator onları yüzleştirmiş ancak Neantéz bunun bir yalan olduğunu söyleyerek o kişiyi kılıcıyla hemen orada öldürmüştür. İmparator durumun inceliğini görerek ona bir şey yapmamış ancak bir süre sonra Neantéz’de atına binerek Peçenek saflarına geçmiştir. Daha sonra o ön saflarda yer alarak Bizans ordusuna karşı kavimdaşlarını sevketmiştir. Bu arada Peçenekler Haden denilen bir yere gelerek savaş durumu almışlardır. Bizans ordusu da akşama doğru buraya gelerek savaş düzenine girmiştir. İmparator bu arada Keşan’a giderek asker toplayıp geri dönmüştür. Ancak her iki taraf birbirlerine saldırmadan akşama kadar beklemişler sonunda da Peçenekler çekilip gitmişlerdir.[37]

1088 yılının sonbaharındaki bu sefer daha ziyade mevzii bir savaştan ibaret idi. İmparator kalelerde saklanarak, ara sıra fırsat buldukça huruç hareketleri ile Peçenekleri rahatsız etmekten başka bir şey yapamamış ve Peçeneklerde bu sayede Trakya ve Makedonya’da istedikleri gibi hareket etmişlerdir. Bundan sonra İmparator hastalanmış ve ordu bir süre Keşan’da kalmıştır. Bu sıralarda Tatranés adlı bir Peçenek gelerek, Peçeneklerin onlara karşı hücuma hazırlandıklarını haber vermiş, İmparator da onu elçi olarak gönderip barış istemişse de Peçenekler bunu kabul etmemişlerdir. Bunun üzerine Keşan’a yakın bir yerde atlarını otlatan Peçeneklerin üzerine İmparator Ouzas (Oğuz,Uzan) adlı bir Türk başbuğunu aniden saldırması için göndermiş ve o da Peçeneklere saldırarak atları ve adamlarını ele geçirmiştir. Bundan sonra Peçenekler harekete geçerek şehri tazyik etmişlerdir. Bizans ordusu Peçenekleri geri püskürtmeyi başarmıştır. Ancak bu başarı Bizans’ın durumunu değiştirmemiştir. Aleksi, Keşan’ı terk edip bu yol üzerinde önemli bir askeri mevki olan Çorlu’ya gelerek durmuştur. Amacı Peçeneklerin daha ileriye gitmelerine engel olmaktı. Peçenekler de Bizanslıları tâkiple müstahkem bir mevkide bulunan Çorlu’ya gelmişlerdir. İmparatorun onlarla bir meydan muharebesi yapacak ordusu yoktu ve bu yüzden o kurnazlığını kullanarak onların muhasarayı kaldırmalarını sağlamıştır.[38] Bu hadise 1088-1089 yılı sonbaharında olsa gerektir. Bulgaristan kilisesinin piskoposluğuna tayin edilen ve zamanın en yüksek hatiplerinden sayılan Theophylaktos’un Aleksi’ye hitaben yazdığı nutuktan 1088-1090’da Bizanslılarla-Peçenekler arasında bir barışın yapıldığını anlıyoruz.[39]

1089-1090 yılının galiba kışında Peçenekler Ergene boyuna geçmişlerdir. Çünkü Şubat ortalarına doğru bir Peçenek kıtasının Büyük Çekmece-Küçük Çekmece arasındaki Khoirobakkhoi’ye (Chirobakchi)[40] yaklaştıklarını görüyoruz. Bu haber üzerine İmparator başkentte 500 kadar adam toplayarak onları bütün gece silahlandırmış ve nasıl savaşacaklarını göstermiştir. 14 Şubat’ta imparator acele topladığı bu kuvvetlerle başkenti terk ederek Peçeneklere karşı harekete geçmiştir. Aleksi Khoirobakkhoi’ye gelerek, bütün kapıları kapatmış ve şehir ahalisinden hiç kimsenin Peçeneklerle konuşmasına müsaade etmemiştir. 15 Şubat’ta Peçenekler Khoirobakkhoi’ye yaklaşmışlar ve surların önündeki tepeyi işgal etmişlerdir. İmparator Peçenekleri yenerek başkente geri dönmüştür.[41]

Peçenekler bu mağlubiyetin karşılığını 1090 veya 1091 Şubatı’nın sonlarında başkenti Byzantion’un surlarına gelerek şehri tehlikede bırakarak almışlardır. Bir yandan Peçenek ve diğer yandan İzmir’deki Çaka Bey’in hareketleri Bizans’ı zor duruma düşürmüştür. Nitekim Çaka Bey’in kendisi denizden ve Peçeneklerde karadan Bizans’a saldırmak üzere anlaşmışlardır. Bu tehlike Bizanslılar için öncekilerden çok daha büyük idi. Bizanslılar tek kurtuluşu Kumanlardan yardım istemekle bulmuşlardır. Nitekim Bizans Kumanlara ve Doğu Avrupa’ya yardım ricası ile mektuplar gönderdiği zaman memleketin içindeki ülkelerden de asker toplamaya gayret sarf etmiştir. Bu gaye ile general Nikefor Melissénos, Trakya ve Makedonya’da Peçeneklerin hücumlarından etkilenen yerlere gönderilmiş ve ona Ainos’u (Erez) olabildiğince çabuk işgal etmesi emredilmişti. Orada Bulgar ve Ulahlardan bir ordu teşkil edecekti. Aynı zamanda kalelerdeki garnizonlara dokunmamaları emredilmişti çünkü Peçenekler buralara hücum ettikleri takdirde kalelerdeki garnizonlar ülkeyi savunacaklardı. Flandre kontu Robert’in göndermiş olduğu 500 şövalye de İzmit tarafında meydana gelebilecek bir saldırı için görevlendirilmişti. İhtiyaç halinde onları başka yerlere göndermekte mümkündü.

Peçeneklerin 1091 Nisanı’nda ani olarak harekete geçmeleri Bizans’ı çok müşkül bir duruma sokmuştur. Başkentteki kuvvetler toplanarak İznik’teki Türk beylerine karşı kullanılan Frenk şövalyeleri alel-acele getirtilerek Bizans ordusu ile Meriç’in mansabındaki Enez şehrine gemilerle gönderilmiştir. Enez’in bulunduğu mevki savunma için çok elverişli idi. Peçeneklerin esas kuvvetleri Khoirénos’ye (Choerenos, Chirini: Domuzlu) doğru ilerlemekte idi. İmparator da ordusunun başına gelmişti. İki ordu arasında kuvvet bakımından oldukça büyük bir fark vardı. İmparator bunu görünce korkarak, kurtuluş ümidinin olmadığını zannetmiştir. Çünkü beklemekte olduğu Kumanlar hâlâ gelmemişti. Bizanslılar büyük bir korku ile Peçeneklerin hareketlerini takip ediyorlar, herhangi bir hücuma geçemiyorlardı. Peçenekler de savaşa girişmemişler ve ordugâhlarında kalmışlardı. Bu suretle üç gün geçmişti. Boşuna geçirilen bu üç gün Peçenekler için en büyük felaketin gelmesine sebep olmuştur.

Karşılarındaki güçsüz Bizans ordusunu kendi hallerine bırakmaları Peçeneklerin en büyük hatalarını teşkil etmektedir. Bizans ordusunu imha etmek Peçenekler için çok kolay bir işti. Ancak onlar galiba İzmir’den Çaka Bey’in gelmesini bekledikleri için bunu yapmamışlardır. Ayrıca onların yaklaşan Kuman tehlikesinden de haberleri yoktu. Başbuğ Manyak, Moniakl (Bonyak) ve Togortak (Tugorkan) tarafından idare edilen yaklaşık 40.000 kişilik Kuman ordusu Peçeneklerle savaşmak üzere Bizans’a yardıma gelmişlerdi. Kumanlar Peçeneklerle savaşmak için İmparatordan üç gün süre istemişler ve elde edecekleri ganimetin yarısını kendilerine bırakacaklarını söylemişlerdir. Aleksi ise onlara on gün müsaade etmiş ve ganimetinde tamamen onların olacağını söylemiştir. Üç gün geçtikten sonra Bizans imparatorunun savaşmak için acele etmediğini gören Kumanlar elçi göndererek “Ne zamana kadar meydan savaşını erteleyeceğiz? Bilesin ki artık daha fazla beklemeyeceğiz; yarın sabah gün doğunca ya kurt ya da kuzu eti yiyeceğiz” demişlerdir. Aleksi bir taraftan da Trakya ve Makedonya’dan gelecek kuvvetleri beklemekte idi zira Kumanların Peçenekleri yeneceklerine pek inanamıyordu. Daha fazla bekleyemeyeceğini gören İmparator Enez’e giderek buradan bir gemiye binmiş Meriç nehrinin aktığı yeri ve her iki sahili araştırarak askerlerinin mevzi alabilecekleri en iyi yeri aramıştır. Ancak ertesi gün geri dönerek nehri geçmiş ve daha sonra Chirine denilen yerde kamp kurarak kendisi yeterli miktarda atlı askerle Enez’e dönmüştür. Meriç’in batısında bulunan ordunun yardımına kısa bir süre sonra Trakya ve Makedonya’daki askerlerde gelmişlerdir. Bu şekilde biraz daha kuvvetlenen Bizans, Peçenekler tarafından işgal edilen ve Philokalos adını taşıyan, Meriç’in geçitlerinden birini ellerine geçirmişlerdir. Geceyi burada geçiren Bizans ordusu Lebune (Lebounion, Lebunium) denilen bir yeri işgal etmişlerdir. Bizans imparatorunun savaş başlamadan önce birkaç kez yer değiştirdiğini görüyoruz. Bu arada Peçeneklerden Neantéz yeniden İmparatorun yanına gelmiş ancak bu sefer İmparator tarafından affedilmemiştir.

Bizanslılar Kumanların gelmesi ile Meriç’in sol tarafına geçmişlerdir. Ancak savaş Meriç’in sağ tarafında bulunan Lebunium’da bir tepede cereyan etmiştir. Bu yerin günümüzdeki Omurbey civarında olduğu sanılmaktadır. 29 Nisan 1091 yılında Salı günü yapılan meydan muharebesinde Peçenekler özellikle Kumanların sayesinde Bizans karşısında büyük bir mağlubiyete uğramışlar ve bu Peçeneklerin büyük bir kısmı savaş meydanında mahvolmuşlardır. Yine Lebunium yanındaki muharebede Peçenekler en büyük hezimetlerini yaşamışlar ve aynı zamanda Balkanlar’daki siyasi faaliyetlerine son veren bir darbe almışlardır. Esir alınan Peçenekler de Bizans tarafından kılıçtan geçirilmişlerdir.[42]

Lebuniem zaferinden sonra Bizans İmparatorluğu, 1048 yılından itibaren şiddetle devam eden Peçenek tehlikesinden kurtulmuş bulunuyordu. Bu savaştan sonra sağ kalan Peçeneklerin bir kısmının Tuna boyuna veya Macaristan’a gittikleri imkan dahilindedir. Bizanslıların eline esir düşenler ya öldürülmüş veya Makedonya ve Balkanlar’da yerleştirilmişlerdir. Peçeneklerin bir kısmının bilhassa XII. yüzyıl başlarına kadar Makedonya’daki Moglena civarında kadın ve çocukları ile birlikte yaşadıklarını ve “Moglena Peçenekleri” diye anıldıklarını da biliyoruz.[43]

Bu mağlubiyeti müteakip Peçeneklerin askeri kudretlerine de son verilmiştir. Bizans topraklarına yerleştirilen bu Peçeneklerden İmparatorun özel kıtaları teşkil edilmiştir. Bizanslılar Peçeneklerin mükemmel bir askeri kuvvete sahip olduklarını yakından bildiklerinden fırsat buldukça bunlardan kendi hizmetlerine almaya gayret etmişlerdir. Bizans gerek Normanlara gerekse Anadolu Selçuklularına karşı yaptığı savaşlarda ordusunda daima Peçenek kuvvetlerini bulundurmuşlardır.[44]

Rusya’da Kumanlar ile Uzların arasında kalan ve Rus knazlığında bir süre hizmet eden Peçenekler 1121 yılında burayı terk ederek 1122’de Tuna boyuna gelmişlerdir. Bu Peçenekler Tuna’yı geçerek Trakya’nın bir kısmını yağma edince İmparator onların hücumlarına mani olmak için ordu göndermiştir. Bu ordu Peçenekleri mağlup etmiştir.[45] Daha sonra 1152 yılında Peçenekler Tuna nehrini ve Balkan dağlarını geçerek Filibe civarına kadar gelmişler ve etrafı yağmalamışlardır. İkinci defa ise 1154’de Tuna’yı geçip nehir boyundaki Bizans topraklarını tahrip etmişlerdir. Peçeneklere karşı bir ordu gönderilmişse de bu ordu Peçenekler tarafından mağlup edilmiştir. Peçenekler eski âdetleri üzere birçok ganimet alarak ülkelerine geri dönmüşlerdir.[46]

XII. yüzyılın başlarında Suriye’ye yakın Bizans ülkesindeki Anadolu şehirlerinde Peçenekler garnizon hizmetinde bulunuyorlardı. Gerek bu kalelerdeki gerekse Bizans’ın çeşitli yerlerine iskan ettirilen Peçenekler Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bir kısmı ise Suriye’nin Türkler tarafından alınmasından sonra Türklerin idâresine girerek İslâmiyet’i kabul etmişlerdir. Bunların bakiyeleri Halep ve Macar civarında XVI. yüzyıl sonlarına kadar mevcuttur. Peçeneklerin büyük bir kısmı Macaristan’a gidip Macarların hizmetine girmişlerdir. Tuna’nın doğusunda kalanlar ise Kumanlarla birleşmişlerdir.

Bizans kaynaklarında Peçeneklere ait son bilgiler 1161-1171 yıllarına aittir. 1161-1171 yılları arasında birçok yerleri yağmalamışlardır. Bunların üzerine bizzat İmparator Manuel Komnenos giderek Tuna’yı geçmiş ve Taurocythia’ya kadar ilerlemiştir. Ancak Peçeneklere rastlayamamış sadece geri dönerken bir Peçenek kıtasını görerek onlara saldırıp, mağlup etmiş ve 100 kadarını da esir almıştır.

Bundan sonra Bizans kaynakları Peçeneklerden ayrı olarak bahsetmemişlerdir. Ancak bazı yerlerde Bizans sarayında bunların büyük rütbeler kazanmış olduklarına dair kayıtlar vardır.[47]

Bugün günümüzde Bulgaristan, Bosna, Romanya’da Peçeneklerden kalma pek çok yer adları vardır. Mesela Tuna’nın son mecrasında sağ tarafında bulunan Dobruca gibi.[48]

Yrd. Doç. Dr. Muallâ Uydu YÜCEL

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 2 Sayfa: 714-726

BÜROKRASİ & DEVLET DOSYASI /// OZAN CEYHUN : Başkanlık sistemi Türkiye için istikrar demektir


OZAN CEYHUN
Avrupa Parlamentosu 4. ve 5. Dönem Milletvekili

Birinci Dünya savaşının sonu Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Avrupa ülkelerinden esinlenilerek kurulan bir ülke oldu. Kurulduğu ilk günden bugüne değin aslında Türkiye’ye özgü yani Türk tipi bir devlet sistemi değil de batıya özenilen ve batıdan kopyalanan olduğundan da sürekli sistem sorunlarıyla boğuşmak zorunda kaldı. Bu durum batının ve özellikle Avrupa’nın işine geldiğinden bir türlü istikrarı tutturamayan bir Türkiye çıkarlar nedeniyle tercih edildi.

Hatta “demokrasi” kelimesini ağızlarından hiç düşürmeyen avrupalılar Türkiye’de ordunun siviller üzerine hakimiyeti ele geçirmesinden hiç rahatsız olmadılar. Ülke generallerin karşısında dik duramayan korkak ve pısırık sivil politikacıların sözde parlamenter demokratik sistem olarak tanımladıkları postalların kontrolünde bir cumhuriyet olarak bulunduğu coğrafyada önemli bir rol oynamayan varlığını uzun yıllar sürdürdü. Güçsüz, fakir ve batının kontrolünde bir ülke olarak kalmaya “mahkum” edildi.

“Demokrasiye” çok değer verdiklerini söyleyen avrupalılar generallerin emrindeki sivillerin yönettiği Türkiye’den hiç rahatsız olmadılar. Nedense Türkiye’de “demokrasinin” asker postalları altında eziliyor olması hiç bir zaman büyük sorun olmadı?

O dönemlerde en hurda silahlarını sattıkları ve ticari bir pazar olarak kendi modası geçmiş mallarını piyasaya sürdükleri bir ülkeydi Türkiye. Türkiye’nin tek partili sisteminden çok memnundular.

Ne zamanki milletin baskısıyla Türkiye çok partili sisteme geçmek zorunda kaldı ve seçmenler Adnan Menderes adında bir başbakanı seçtiler işte o zaman batının ve özellikle Avrupalıların rahatı kaçtı. Hatta öylesine kaçtıki kendi kontrolleri altındaki Türk ordusu demokratik seçimle gelen başbakanı cunta yaparak devirip ardından astığında kılları bile kıpırdamadı. Bugün Türk halkının büyük bir çoğunluğunun seçtiği yanı demookratik seçimle iş başına gelen Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a “diktatör” diye avrupalılar 17 Eylül 1961 tarihinde idam edilen Türkiye’nin Başbakanı Adnan Menderes’in idamını engellemek için hiç bir şey yapmadılar. Oysa “demokrasiye bu derece bağlı olduğunu iddia eden” batı ve özellikle avrupalılar isteseler Adnan Menderes idam edilemezdi.
Bu hep böyle devam etti.

1998 ve 2004 yılları arasında Avrupa Parlamentosu milletvekili olan ben de on yaşımda yani 12 Mart 1971 tarihinde suçu sadece yazar olmak olan babamın askerler tarafından nasıl gözaltına alındığına şahit oldum. Yirmi yaşıma geldiğimde babam gene sadece yazar olduğu için gözaltına alınırken bu sefer ben de 12 Eylül 1980 askeri cuntasına yani “faşist bir rejime” muhalefetten “suçluydum”. Hakkımda hiç ilgim olmayan suçlamalardan dolayı verilen tutuklama kararlarından dolayı 20 yıl sürgünde geçti ömrüm. Suçsuz olduğumu kanıtlayıp beraat ettiğimde 40 yaşındaydım.

Ne 12 Mart 1971’de ne de 12 Eylül 1980’de Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkeler Türkiye’ye gereken tepkiyi göstermediler. Eğer mesele demokrasi idiyse hem 12 Mart 1971’de hem de 12 Eylül 1980’de Türkiye’de demokrasi kanlı bir şekilde postallar altında ezilmekteydi. Türkiye’de belki gelmiş geçmiş en anti-demokratik ve de belki “diktatör” ünvanını gerçekten tek hak eden Kenan Evren isimli cuntacı bugün demokratik Türkiye’nin lideri ve her seçimde halkının tam desteğine sahip bir şekilde demokratik olarak seçilen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a gösterilen “çirkin” tepkilerin onda birine bile muhatap olmadı.

Bu mu Avrupa Birliği’nin demokrasi anlayışı?

Onlarca genci idam eden, yüzlerce insanı katleden ve Türkiye’yi karanlıklara boğan cuntacılar karşısında suspus olan Avrupa Birliği bugün bir çok AB ülkesinden daha demokratik olan Türkiye ve bu demokratik gelişmeyi sağlayan lideri Recep Tayyip Erdoğan ile “uzlaşmamak” için her yolu denemekte?

Oysa Türkiye Recep Tayyip Erdoğan ve partisi AK Parti’nin demokratik seçimle iktidara geldiği 2002 yılından beri demokratikleşme adına dev adımlar atmış ender ülkelerden biri!

Fikir ve inanç özgürlüğünün olmadığı eski Türkiye’ye karşı tavır almayan AB ülkeleri bu durumdan çok memnundular. Çünkü geri kalmış ve anti-demokratik bir Türkiye’yi “sizi AB üyesi yapacağız ama …” diyerek diledikleri gibi oyalamaları ve kontrol etmeleri mümkündü.

Ancak bir çok AB ülkesinden daha demokratik bir Türkiye en başta Türkiye’ye AB üyeliğini vermemek için direnenler açısından büyük bir sorun. Düşünsenize aslında Türkiye Yunanistan’dan çok daha demokratik. Yunan parlamentosunda “faşistler” oturmakta ve Yunan politikasına her geçen gün daha fazla yön verir konuma gelmekteler. Hele Kıbrıs Cumhuriyeti adını taşıyan Güney Kıbrıs’a bakacak olursak sormamız gerekir “bu nasıl demokrasi?” diye. Kıbrıslı Türkler sadece Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşamıyor. Güney Kıbrıs’ta yaşayan ve vatandaş olan Kıbrıslı Türklere bugüne kadar ne ulusal parlamentoda ne de AP’de kendilerini temsil hakkı verilmedi! Kendi azınlığına demokratik temsil hakkı vermeyen bir AB ülkesi mi Türkiye hakkında “ahkam” kesecek? Maalesef bunu bile yaşamaktayız!

Türkiye’nin onlarca yıldır sorunlar yaşamasına neden olan batıdan kopyalama devlet sistemindeki çok başlılığı en fazla Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen ülkeler desteklemekte!

Oysa Türk milleti artık Türk tip bir devlet sistemi arzulamakta. 78 milyon nüfuslu Türkiye’nin daha iyi yönetilmesini istemekten daha doğal ne olabilir? Demokratik seçimle seçilen çok geniş yetkilere sahip bir Cumhurbaşkanı ve yine aynı şekilde seçilen bir başbakan aslında günümüzde dünyanın bir çok ülkesinde tercih edilmeyen bir durum. Her ülke kendi konum ve ihtiyaçlarına göre demokratik sistemini belirler.

İşte Türkiye’nin yaptığı da şimdi bu! Türk milleti yüzde yetmişlere varan bir destek ile ülkesinin başkanlık sistemi ile yönetilmesi arzusunda. Bu da Türkiye’nin daha iyi yönetilmesi ve kalıcı bir istikrara sahip olması anlamına gelmekte.

AB eğer demokrasiye gerçekten değer veriyorsa Türkiye’de milletin demokratik tercih ve talebine saygı göstermeli. Türkiye’nin istikrara kavuşmasını engellemek isteyenler “terbiyesizce” “Erdoğan diktatör olmak istiyor” gibi yalanlara başvurarak Türkiye karşı kamuoyunda algı yaratma sevdasındalar. Oysa Türkiye’de demokratik özgürlüklerin sonuna kadar tadına varmakta tüm vatandaşlar.

Avrupalı dostlarımıza ki eğer gerçekten dost iseler önerim “demokratik Türkiye’yi daha da güçlendirecek olan başkanlık sisteminden korkmasınlar”. AB üyelik adayı be AB partneri Türkiye’nin güçlü olması en çok AB için yararlı bir gelişmedir. Güçlü ve istikrarlı bir Türkiye, AB için kazanımdır.

BÜROKRASİ & DEVLET DOSYASI /// PROF. DR. MUHARREM KILIÇ : Başkanlık Sistemi : Tarihî ve Siyasi Zorunlu luk


Prof. Dr. MUHARREM KILIÇ

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya, geniş çaplı yeni bir insani krize tanıklık ediyor. Küresel siyasi aktörlerin çok kutuplu iktidar mücadelelerinin ortaya çıkardığı, insanı ve insaniliği kasteden ağır trajedileri esefle izliyoruz. Ne yazıktır ki, bu vahamet tablosunun mazlum, mağdur ve kurbanları Müslüman coğrafyadadır. Küresel çıkar ittifaklarının kurnazca kurguladıkları oyunun figüranları bu coğrafyanın insanlarıdır. Tarih, yaşanmakta olan bütün bu insani krizlerin sebep olduğu anafor içinde yeniden yazılıyor. Tarihî, siyasi, kültürel ve demografik coğrafya(lar) yeniden tanzim ediliyor. Asli ve tali aktörlerin yerleşik jeo-politik ve jeo-stratejik paradigmaları dönüşüyor. Sınır hatları yeniden belirleniyor. Dünya siyasi tarihini yeni bir faza taşıyacak olan farklı tarihsel dinamikler uç veriyor.

Bütün bu küresel hengamenin ortasında yer alan Türkiye’nin anayasal sistem reformunu gerçekleştirmesi, siyasi varlığımızı muhafaza ve idame ettirme adına zorunlu tarihî bir hamle gibi görünüyor. Söz konusu sistem reformunun taşıyıcı gücünü ise başkanlık sistemi oluşturuyor. Zira giderek karmaşıklaşan güç denklemleri, kutuplaşmalar ve derinleşen çatışmacı pozisyonlar daha güçlü bir politik duruşu gerekli kılıyor. Bu sistemsel dönüşüm, tarihî, siyasi, jeopolitik ve jeostratejik bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor.

Parlamenter sistemin sorumluluğu bulanıklaştıran koalisyon dönemi politik pratikleri küresel düzlemde güçlü bir siyasal duruş ortaya koyma noktasında işlevsizdir. Parlamenter sistemdeki koalisyon hükümetlerinde, siyasi partilerin yönetsel beceriksizliklerinin tespiti sorun oluşturmaktadır. Bu noktada ortaya çıkan sorumluyu belirleme problemi, halkın demokratik hakkı olan oy kullanımında kendinden emin olmasına engel teşkil etmektedir. Bu belirsizlik, görevini hakkıyla ve hukuka uygun yerine getirmeyi amaçlamış birçok siyasi teşkilatlanmanın yok olmasına ve birçoğunun hiç sorumluluk taşımadan yoluna devam etmesine sebebiyet verebilmektedir. Oysa başkanlık sisteminde, yürütme ve yasama organlarında yer teşkil edenlerin yönetim zafiyetinden doğan sorumluluğu parlamenter sisteme nazaran çok daha kolay gözlenebilmektedir. Bunun neticesinde seçmenin daha bilinçli oy kullanması ve toplumsal düzlemde kabul edilebilirliği yüksek siyasi teşkilatların iktidar olması sağlanmaktadır.

Küresel kabul edilebilirliğin önemli bir koşulu haline gelen yönetimde belirlilik ve istikrar; bir hükümet modeli olarak başkanlık sisteminde parlamenter sisteme nazaran çok daha kolay tesis edilebilecektir. Siyasi tarihimiz açısından yalnızca tek parti iktidarları dönemi ile sınırlı olduğunu gördüğümüz ekonomik istikrar ve büyümenin, yaşamakta olduğumuz çağ krizini bertaraf edebilme adına süreklilik arz etmesi zorunludur. Bunu mümkün kılacak olan başkanlık sistemi, yaygın toplumsal meşruiyeti ve beraberinde güçlü temsiliyeti temin edecektir. Ancak böylelikle tarihî misyonumuzu icra edebilir ve bu kuşatılmışlık karşısında mukavemet gösterebilecek tarihsel yürüyüşü gerçekleştirebiliriz.

Yönetimde belirlilik; ekonomik program başta olmak üzere teknolojik veya stratejik birçok düzenlemenin seyrine ilişkin tahmin olasılığını arttırmaktadır. Bu ortam, yatırımcı açısından güven telkin edecek ve sanayicilerin girişimlerini arttıracaktır. Keza geleceğe ilişkin belirsizlik üretim modelini seçerken her girişimcinin rizikosunu etkilemektedir. Gelişmiş bir topluluğun ve ekonomik ilerlemenin önemli anahtarlarından birisi olarak kabul edebileceğimiz yönetimin belirliliği, başkanlık sisteminde güçlü biçimde tesis edilebilecektir.

Başkanlık sistemi, ucuz polemik siyasetinden kurtulmak ve bunun yerine stratejik siyaset pratiği üretebilmek adına gerekli görünmektedir. Bu sistem reformu, düzeysiz politik jargon üzerinden üretilen sanal siyaset kültürünü yok ederek daha rafine bir siyaset yapma kültürü var edecektir. Yalnızca negatif politik söylem üreterek siyaset pratiği ortaya koyma kolaycılığını izale edecektir.

Parlamenter hükümet modelinin ortaya çıkardığı parçalı politik durum, ortak müştereklerde bir araya gelebilme zeminini de yok etmektedir. Mikro ölçeklerde politik kimliklenmeler ve aidiyetler ortaya çıkarmaktadır. Bu da ne yazık ki toplumsal zemini sosyo-politik bağlamda konsolide etme yönünde değil parçalanma yönünde mobilize etmektedir. Kuşkusuz bunda sosyolojik genetiğimizin ve kültürel yapımızın da etkisi büyüktür.

GÖÇMEN DOSYASI /// DOÇ. DR. BENGÜL GÜNGÖRMEZ : Batının İkiyüzlü Siyaseti ve Mülteciler


Doç. Dr. BENGÜL GÜNGÖRMEZ

Suriye’de korkunç bir savaş bütün dehşetiyle devam ediyor. Ölmemek için insanlar Batı’ya doğru göçe başladılar. Ölüm koridorlarından kaçıp kurtulabilen sığınmacılar Macaristan sınırının kapatılmasıyla birlikte Hırvatistan ve Romanya’ya yöneldi. Oradan Almanya kapılarını zorlayacaklar. Almanlar istemeseler de artık kapıdalar…

Bir kısmı Kapıdan girdi bile. Eskiden “Türkler kapıda” diye meşhur bir laf vardı Avrupalıları titreten. Şimdi Suriyeliler kapılarında ve Avrupa “ileri” demokrasisi, Avrupa aydınlanması kısaca Avrupa vicdanı büyük bir sınav verecek.

Avrupa vicdanı diyoruz da, Avrupa vicdanını Kant’ın Hıristiyan ahlakın yerine tesis ettiği deontolojik etiğin başarısızlığından bu yana çoktan bir tarafa bırakmış değil midir?

Milyonlarca Yahudiyi gaz odalarında öldürüp bacalardan bütün Avrupa’ya yayılan küllere dönüştüren de aynı Avrupa ve onun dini değil “felsefi” etiği değil midir?

Botlarla Egeyi geçecek kadar şanslı olup Yunanistan’ı geçemeyen mülteciler açlık grevlerine başlarken Avrupa bu sınavdan çoktan kaldı. Pek çok mülteci açlıktan, hastalıktan çoktan kırıldı, hayatını yitirdi.

Gözümüzde çok fazla büyütmeyelim. Avrupa budur. Sözde ileri demokrasi anlayışına rağmen son derece homojen, son derece islamofobik bir toplumsal ve siyasi yapıya sahiptir. Yabancı düşmanlığı had safhadadır. Avrupalı kendinden olmayanı sevmez, çingeneyi, Yahudiyi, Arabı, Türkü, Kürdü ya da genel olarak Müslüman’ı sevmez.

Onları ünlü sosyolog Zygmund Bauman’ın deyişiyle düzenli bir bahçede yolunması gereken ayrık otları olarak görür. Avrupa bahçıvanların yurdudur, ayrık otlarının değil. Ayrık otları gözü rahatsız eder, bahçenin düzeni için zararlıdır ve koparılmaları, sökülüp atılmaları gerekir.

Yesinler sizin üçüncü dünya ülkeleri solcularına mütemadiyen ihraç ettiğiniz kültürler arası hoşgörü, çok kültürlülük, özneler arasılık vs gibi post-modern söylemlerini ve teorilerinizi. İşte mülteciler gelip kapınıza dayandı, hadi bu teorilerinizi uygulamada da görelim, hadi hoşgörü gösterin, yardım elinizi uzatın, kapılarınızı onlara açın…

Yoksa her fırsatta ifşa olan ikiyüzlü siyasetiniz bu sefer de zavallı mültecilerin trajedileriyle mi ifşa olacak? Bütün göçler refah düzeyi düşük toplardan refah düzeyi yüksek toplumlara doğrudur. Bu sosyolojik bir gerçektir. Şimdi Batı maddi refahının bedelini ödeme aşamasına geliyor, gelecek. Ama gerçekten ödeyecek mi?

Suriyeli mülteciye tekme atan vicdansız medya mensubunu bütün dünya izledi. Macar sınırında yaşanan dram hemen gözümüzün önünde gerçekleşti. Bebeklere kadar mültecilere biber gazı sıkan polis, bir yandan da sığınmacıları acımasızca coplamaktan çekinmedi.

İnsan haklarının vatanı olan Batı suskun, Gezi parkı olaylarında polisin gazına karşı medyada fırtına koparanlar Macar sınırında dikenli tellerin önünde yaşam mücadelesi veren gazlanan mülteciler karşısında alabildiğine suskun. Yüzlerce Aylan sınırda ölüyor, ölmeyi bekliyor… Aylanlar tarihe yazıldı. Tarihten güçlü yargıç yoktur. Tarih mahkemesi bir gün batıyı mülteciler adına yargılayacak.

Çuvaldızı başkalarına batırdığımız kadar kesinlikle kendimize de batırmalıyız. Kendimizi de eleştirmeliyiz. Açıkçası Türk milleti olarak konukseverliğimizle başkalarına her zaman övünürken bireyler olarak bu Tanrısal sınavdan biz de iyi geçemedik.

Devletin mültecilere yüklü miktarda yardımlarına rağmen, pek çok siyasetçi de oy kazanmak uğruna mültecilere karşı nefreti toplumda körüklemeyi tercih etti. Hatta insafsızca mültecileri vatanlarına geri gönderme sözü vererek bu insanlık dışı nefretten oy devşirmeyi umdu.

Bu zalimliği gösterenler özellikle memleketimizin sözde “ilerici” geçinen kesimlerini temsil eden parti lideri ve ileri gelenleri oldu.
Bireyler olarak bu çirkin siyaseti şiddetle reddetmeli ve her şeyi devletten beklememeliyiz. Bize Osmanlı mirası olan bu insanlara hep birlikte sahip çıkmalıyız.

TARİH /// PROF. DR. SAADETTİN GÖMEÇ : BİLGE KAGAN’IN HÂZİNESİ NASIL TAŞINDI ?


1889 yılında, Yadrintsev tarafından bulunduğu günden beri dünya ilim aleminin üzerinde en çok durduğu tarihi kaynakların başında hiç şüphesiz Türklere ait olan Orkun Yazıtları gelmektedir. Dünyada bir eşine daha rastlanmayan bu iki belli başlı yazıt, Bilge Kağan ile kardeşi Köl Tigin’in hatırasına diktirilmiştir. Bunlardan ayrı olarak bir de Tunyukuk Yazıtları vardır ki, Orkun Yazıtlarından yaklaşık 400 km daha güney-doğuda yer almaktadır.

Bilge ve Köl Tigin Abideleri Moğolistan’ın Arhangay eyaletine bağlı Haşat ilçesinin Koşo-Çaydam bölgesindedir. Koşo-Çaydam Gölü fazla büyük olmayan bir su birikintisidir ve yazıtların doğusunda yer alırken, bu Türk abidelerine ismini veren Orkun nehri de eserlerin batısındadır. Ancak burada Orkun’un ana kolu değil, ona karışan bir parçası yer almaktadır. Köl Tigin Yazıtı ile Bilge Kağan Yazıtının arası yaklaşık 1 km kadardır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 1995 yılında imzaladığı anlaşmayı hesaba katarsak altı senedir bölgede bir dizi inceleme ve araştırmalarda bulunulmaktadır. 2000 yılından itibaren de sistemli kazılara başlanmış, ancak en verimli dönem olarak şimdiye kadar 2001 yılı çalışma dilimi görülmüştür. 2001 senesi Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi programı çerçevesinde Nalayh’taki Tunyukuk Yazıtları da dahil olmak üzere Orkun’da harita ve jeofizik çalışmaları tamamlanmış, eserlerin restorasyonu işinde büyük mesafeler kat edilmiştir. Her şeyden önce, en az 100 yıldır üç parça ve toprak üzerinde yok olmaya bırakılmış olan Bilge Kağan Yazıtı yeniden birleştirilerek, Orkun Yazıtlarının olduğu yerde bulunan ve müzeye dönüştürülmeye çalışılan binanın içerisine dikilmiş durumdadır.

Türk-Moğol Kazı Grubu

Dönem itibarıyla 2001’de Bilge Kağan külliyesinin kazı faaliyetlerinin % 50’si bitirilmiş haldedir. Bu kazıların gerçek amacı zaten külliyenin esas planını çıkarmak ve ileriye dönük olarak restorasyonlarını yapmaktır. Bu gayeye bağlı olarak 2001 dönemi kazı ekibi ön hazırlıklarını bitirip, Bilge Kağan ve Köl Tigin Yazıtlarının bulunduğu Orkun Havzasına vardığı ilk gün, Moğol tarafının ilim adamlarıyla oturup, görüşmüşler, nereyi nasıl kazacaklarını belirlemişlerdir.

İlk önce, yazıtın üzerinde bulunduğu kaplumbağanın önünden itibaren ilim adamlarımız açmalara başlamışlar, süratle bu işlem sunak taşının yer aldığı en batı noktaya kadar uzanmıştır. Sunak taşının da önünde, arkasında, sağında ve solunda dört nokta açılmıştır. Burada yine Türk ve Moğol kültürüne dair önemli ip uçları yakalandı. Ancak bu noktada ilgi çekici olan sunak taşının hemen kuzeyinde bir sembolik mezarın ortaya çıkmasıdır. Ne Radloff’un, ne de daha sonrakilerin üzerinde ciddiyetle durmadıkları bu sembolik mezar mutlaka Bilge Kağan’ın eşi veya oğluna ait bir yapı olmalıdır. Bununla beraber bu sandukanın etrafında da kaçak kazılar yapılmış, ama sistemli ve ilmi olmadığından olsa gerek herhangi bir netice alındığını sanmıyoruz.

Kazı ekibimiz sunak taşının bu kuzey tarafında çalışmalarını yaparken, sunak ile mezarın arasındaki dar bölgeyi de kazmaktan geri durmamışlar ve sonuç olarak 31 Temmuz 2001 tarihinde Bilge Kağan veya oğluna ait özel eşyaların bulunduğu hazineye ulaşmışlardır. Buluntuların ortaya çıkmasıyla kazı çalışmalarının yarım kalmaması ve meydana gelebilecek bir tehlikeye karşı ilim adamlarımız gece de çalışarak, tabaka halinde bu değerli eserleri almışlar ve kampta oluşturulan bir özel çadıra getirmişlerdir. Yedi ilim adamı bunların hem envanterini çıkarmak, hem de durumunu belgelemek amacıyla gece-gündüz yaklaşık bir hafta çadırdan ayrılmamacasına çalışarak, işlemi bitirdiler.

Hazinenin bulunmasından sonra kazı alanına en yakın yerleşim yerindeki Moğol makamlarına, Moğol tarafı ilim adamları vasıtasıyla haber gönderilmiş ve yardım talebinde bulunulmuştur. Fakat Moğolistan’ın içinde bulunduğu zor koşullar ve böyle bir polisiye tedbirin çevredeki köylüleri heyecanlandıracağı ve daha çok tehlike doğuracağı ileri sürülerek, maalesef Moğol makamlarından güvenlik sağlanamadı. Bu yüzden bizzat proje başkanı olarak bizim de içinde bulunduğumuz ilim adamlarından ekipler oluşturularak, bu değerli buluntular korundu.

Müze

Nihayet çadırdaki ilim adamlarımız Bilge Kağan veya oğluna ait olan 2000’den fazla parçadan oluşan kıymetli malzemeyi kutuladıktan sonra, sıra bunların Moğolistan yetkililerine teslim işlemine gelmiştir. Türk ekibinin çalıştığı yer, Moğolistan’ın başkenti olan Ulan-batar’a yaklaşık 400 km uzaklıkta olup, yolun büyük bir kısmı toprak ve bozuk satıhtan meydana gelmekteydi. Her şeye rağmen Türk ve Moğol bilim adamları, yeniden kazı çalışmalarının sürdüğü ilçenin yetkililerinden bu taşıma işlemi sırasında bir koruma istediyseler de, tekrar Moğol makamları bunu karşılamaya imkanlarının olmadığını söylemişlerdir. Bu yüzden hazinenin kendi imkanlarımızla taşınması konusunda Moğol bilim adamlarıyla karara varıldı.

9 Ağustos 2001, perşembe sabahı saat 5 civarlarında, buluntular üzerinde çalışan dört bilim adamı, Türk tarafı proje başkanı ve kazı sorumlusu ile beraber, Moğollardan da bakanlık temsilcisi ve kazı başkanıyla birlikte sandıklar iki cipe yüklendi ve peş peşe yola çıkıldı. Daha güneş yavaş yavaş doğmakta, bozkırda başı boş hayvanlar ya otlamakta veya onlar da insanlar gibi dinlenmekte olduğu bir vakitte, bize göre Türk tarihinin şimdiye kadar ki en büyük buluntusunu taşıyan ilim adamları, hem aşırı bir tedirginlikle, hem de tarihe geçmenin heyecanı arasında; tozlu ve bozuk patikalarda yol almaya başladılar. Tarihi bir olay gerçekte yaşanmaya başladı. Düşünün bir kere Türk tarihinin en mühim devlet adamlarından birine ait olduğu sanılan özel eşyalar, ceplerinde sadece kalemleri olan sekiz tane ilim adamının adeta sırtlarına yüklenmiş bir şekilde götürülüyordu. O ana kadar, çevrede zaten Türklerin Orkun’da bir şeyler bulduğu yayılmış durumda idi. Bunları ele geçirmek için birtakım insanların her şeyi göze alabileceği ihtimali de söz konusuydu.

Bu hazinenin bulunuşu ekipteki birçok kişi tarafından İlahî bir şekilde yorumlanmıştır. Yüzyıldır bölgede çeşitli milletlerden ilim adamı veya soyguncu pek çok kişi kazı yaptıkları halde, bir şey bulamamışlardı. Veya biz öyle biliyoruz. Tanrı, Bilge Kağan’ın özel eşyalarını onun torunları Türklere sakladı. Ama buraya daha önce Türkler de geldiler ve kazı teşebbüslerinde bulundular. Kimse bunları bulamamıştı. Bu büyük olay sadece 2001 yılında giden ekibe nasip oldu. Çünkü Moğolistan’a giden grup her bakımdan, hem ilim, hem de idealler açısından seçilmişlerdi. Onlar nereye, niçin gittiklerinin farkındaydılar. Onlar atalarına karşı olan vefa borcunu yerine getirmek için oradaydılar. Bu kazı işini sadece bir arkeolojik olay olarak görmüyorlar, adeta ibadet ediyorlardı. Üzerine bastığı toprağı incitmekten korkan, her mala darbesiyle kaldırdıkları toprağa sanki taparcasına davranan bu insanlara elbette Bilge Kağan mükafatını vermeliydi ve de verdi.

Bilge Kağan’ın Hazinesi

Pek çok kişi bu vakıayı İlahi bir olay olarak değerlendirmeyebilir. Ama Orkun’da Türk ekibi mucizeler yaşamıştır. Buluntunun ortaya çıkmasıyla, göğün ağlamaya başlaması, yani bardaktan boşanırcasına bir yağmur, bize göre bir delil idi. Her şeyden önemlisi Hazinenin yola çıktığı sırada, Oğuz Han’ın Bozkurtu’nun bize öncülük etmesi, Türk tarihini ve kültürünü çok iyi bilen bir tarihçiyi mucize olarak yorumlamaya sevk etmektedir. Bu olaya Türk ve Moğol sekiz bilim adamı da şahittir.

Orkun’dan çıktıktan sonra ciplerimiz biraz yol almıştı ki, sabahın alaca karanlığında önümüzde aniden iki kurt belirdi. Belki de avlanmak için koyunların peşine düşmüş olan bu hayvanların, bizim araçlarımızın önüne çıkması ve bir süre onlar önde, biz arkada yol almamızın sadece tesadüfü bir olay olmasına inanışımız gelmedi.

Kök Börü ya da diğer adıyla Bozkurt, Türklerin milli sembolü, bağımsızlığının işareti, kutlu atasıdır. Türk’ün tarihten silinmesine o engel olmuş, yeniden çoğalmasını sağlamış ve dünyaya hakim olurken de, hep önde o yol göstermiştir. İşte, o anda sanki Bilge Kağan’a eşlik edercesine bizim önümüze çıkmışlar ve koşuyorlardı. Ancak burada ilginç olan bir nokta, kurt Moğollarca da kutsal bir hayvandır. Araçlardaki Moğollar kurtu görünce adeta bizden daha çok heyecanlandılar. “Çono, çono” diye bağırmaya başladılar. Hepsi çok büyük bir sevinç içindeydiler. Şoförümüz kurtların peşinden koşturuyordu. Kendisine yavaş gitmesini, arkada belki de tarihin en değerli buluntularının yer aldığını, üstüne üstlük onları takip ederken arabalarımızın devrilebileceğini anlatmaya çalıştıktan sonra, şoförümüz yavaşladı. Moğolların anlattığına göre; bu kutlu hayvanı görmek uğur getirirmiş, o yüzden Moğollar büyük bir neşeye kapılmışlardı.

Arabalardan ve seslerden ürken iki kurt, daha sonra yolun solundaki tepeye doğru tırmanmaya başladılar, bu arada Bilge Kağan’ın eşyalarını taşıyan iki vasıta da durdu ve onları izlemeye başladık. Biraz sonra iki kurt da tepeye çıktılar ve onlar da bize bakmaya başladı. Sanki bize güle güle dercesine, bir süre dikildikten sonra, kayboldular.

9 Ağustos 2001 tarihinde, Bilge Kağan’ın hazinesi böyle Ulan-batar’a ulaşmış, bir tutanak ile de Moğolistan Milli Tarih Müzesi’ne teslim edilmiş oldu.

Prof. Dr. Saadettin Y. GÖMEÇ

“Bilge Kağan’ın Hazinesi Nasıl Taşındı?”, Orkun, Sayı 45, İstanbul 2001

ERMENİSTAN DOSYASI : Millet-i Sadıka… Ermenistan Nasıl Bir Ülkedir ?


Bakalım kimmiş bu Millet-i Sadıka…

ERMENİ DOSYASI

Ermenistan; denizlere çıkışı olmayan, Alp-Himalaya dağ sisteminde yer alan ve Ermeni Platosu adını taşıyan sıradağlarının bir kısmında yerleşen bir dağ ülkesidir.

Yüzölçümü 29.800 km2 olmakla birlikte, Kuzeyde Gürcistan’la (164 km), doğuda Azerbaycan’la (566 km), batıda Türkiye ile (268 km) ve güneyde de İran’la (35 km) sınır komşusudur.

Başkenti Erivan’dır. Ermenistan’ın nüfusu 2015 yılı verilerine göre 3.056.382’dir.

Nüfusun %98’i Ermeni, %1,1’i Kürt’tür. Resmi ve en yaygın dil Ermenicedir. Rusça da yaygın diller arasındadır, %1 oranında da Kürtçe konuşulmaktadır. En yaygın din olarak Ortodoks Hıristiyanları görülmektedir.[1]

Ülkenin iklimi karasaldır. Yazlar kurak ve sıcak (başkent Erivan’da hava sıcaklığı 40 dereceyi bulabiliyor), kışlar soğuk ve kar yağışlı geçmektedir. Su kaynakları açısından zengin bir ülke olan Ermenistan’da, zengin bakır, molibden yatakları var. Demir, boksit, altın, kurşun ve çinko yatakları da bulunmaktadır.

Ülkenin en önemli ihraç sektörü de madenciliktir. Ülkede çok sayıda taş ocağı da mevcuttur. Taş bakımından o kadar zengindir ki, bütün yapılar neredeyse taştan yapılmıştır.

Ermenistan’ın tarıma uygun yeterince alanı bulunmamaktadır. Süt ve süt ürünleri ihtiyaçlarının ise sadece üçte birini üretebilmektedir. Bu nedenle ekonomisi en kötü olan ülkeler arasındadır. Dış dünyaya bağlantısı Gürcistan üzerindendir. Açık olan İran sınırı ekonomik faaliyetlerde yeterince kullanılamamaktadır. Eski Sovyet döneminden kalan üretim yapısı da dünyaya ihracat için gerekli kaliteyi sağlayamamaktadır.

Karabağ Savaşı ve yaşadıkları ambargolar da ekonominin geri kalmasında önemli bir etkendir.

Ermenistan ekonomisi halen Rusya Federasyonu’nun ticari ve hükümet yardımlarına büyük ölçüde bağımlıdır. Ülkenin ekonomik altyapısı, özellikle enerji sektörü ya Rusya’nın kontrolünde ya da bu ülke tarafından işletilmektedir. Sınırlı ekonomi koşulları nedeniyle işsizlik ve ekonomik sıkıntılar çeken Ermeni vatandaşlarının Türkiye ile ilişkilerin gelişmesini temenni ettikleri bilinmektedir, bu nedenle ekonomik yönden Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duyan bir ülkedir.

Ermeni adına ilk defa M.Ö. 6. yüzyıla tarihlenen Pers Kralı Darius’un kitabelerinde rastlanır. Ermeniler kendilerine hiçbir zaman “Ermeni” dememişler, bilâkis kendilerini “Haiklar” olarak adlandırmışlardır.[2]

Ermenilerin Anadolu’daki tarihleri M.Ö. 6. yüzyıldan daha geriye gitmemektedir. Halbuki, çivi yazılı metinlerden öğrenildiğine göre Türkler, M.Ö. 3. Binyılın sonlarından itibaren Anadolu’da mevcutturlar ve Anadolu’nun kaderinde önemli roller oynamışlardır.

Ermeniler, Pers İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Büyük İskender’in daha sonra sırasıyla Selevkosların, Romalıların, Bizanslıların, Selçuklu Türklerinin ve nihayet Osmanlı Türklerinin egemenliğinde yaşamışlardır.

Ermeniler, Anadolu’da yaşadıkları uzun zaman içerisinde hiçbir zaman bağımsız olamamışlar, mütemadiyen himaye altında yaşamışlar ve karşılığında da vergi ödemişlerdir. Osmanlı döneminde çok iyi muamele gördükleri ve devletin üst kademelerinde yer aldıkları bilinmektedir. Osmanlılar tarafından Ermenilere uzun yıllar sadık millet (millet-i sadıka) denmiştir.

Ancak, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dış devletlerin teşvik ve tahrikleriyle, memleket içerisinde karışıklıklar çıkarmaya ve devlet için problem olmaya başlamışlardır. Birinci Dünya Savaşı sırasında ise devlet isyan ederek sivil Anadolu halkını katletmeye başlamışlardır. Osmanlı yönetimi de 27 Mayıs 1915 tarihinde çıkarmış olduğu Tehcir Kanunu ile Ermenileri göçe zorlamıştır.

Ermeniler, tehcir sırasında Osmanlı ordusunun yüz binlerce Ermeni’ye soykırım uyguladığını iddia etmektedirler. Halbuki, gerçek bunun tamamen aksini ortaya koymaktadır. Özellikle Doğu Anadolu Bölgesinde yapılan kazılarda çok sayıda toplu mezarlar ortaya çıkarılmıştır ki, Müslüman Türklere ait olan bu mezarlar, Ermenilerin değil Türklerin soykırıma uğradığının en açık delillerindendir.[3] Osmanlı Devletinin Ermenilere güveni ve verdiği değer aşağıdaki görev dağılımı listesinden anlaşılmaktadır.

Osmanlı Devlet idaresinde;

Maliye Bakanı ……………………………………………..………… 1
PTT Bakanı ………………………………………………..………… 3
Bayındırlık Bakanı ………………………………………..…………. 5
Dışişleri Bakanı …………………………………………..…………. 1
Hazine-i Hassa Bakanı ………………………………………………. 3
Senato Üyesi ……………………….………………………..………. 4
Birinci Meşrutiyet Dönemi (1876):
Meclis-i Mebusan Reis Vekili …………………………..….……… .. 1
Millet Vekili ……………………………………………..……………8
İkinci Meşrutiyet Dönemi (1908).
Millet Vekili ve Başbakanlık Divan Katibi ……………..…………… 1
Millet Vekili ……………………………………………..…………. 11
Bakanlıkların Üst Kademelerinde Görevli Memurlar:
İç işleri Bakanlığı’nda ………………………………….….…… 16 kişi
Vali Yardımcısı …………………………………………..………4 kişi
Mutasarrıf Yardımcısı …………………………………….…….31 kişi
Bayındırlık Bakanlığı’nda ………………………………….…….9 kişi
Orman ve Ziraat Bakanlığı’nda …………………………….…….8 kişi
PTT Bakanlığı’nda ………………………………………………17 kişi
Milli Eğitim Bakanlığı (memur ve öğretmen) ..…………………16 kişi
Adalet Bakanlığı’nda ………………………………………… 20 kişi
Belediyelerde ……………………………………………………10 kişi
Asker ve Devlet Hekimliğinde ……………………………… 37 kişi olarak hizmette bulunmuşlardır.
Bunlardan başka, Ermenilerden 17’den fazla gazeteci ve yazar, 11’den fazla mimar, 140 kişi
baruthane görevlisi, 20.000 kişi Gümrükler Müdürlüğü’nde görev yapmışlardır.[4]

Osmanlı Hükümeti ayrıca, Ermenilerin göç ettirilmesiyle ilgili olarak bir de talimat metni yayınlamıştır.

Bu metinde şöyle denilmektedir: “Nakli gereken Ermenilerin yeni yerleşme bölgelerine hareket ettirilmeleri ve yolculukları sırasında rahatları sağlanmalı, canları ve malları korunmalıdır. Varışlarından, yeni yurtlarına tamamıyla yerleşmelerine kadar, iâşeleri, mülteci tahsisatlarından karşılanmalıdır. Bunlara daha evvelki mali durumları ve halihazır ihtiyaçlarına göre, mal ve toprak dağıtılmalıdır. İhtiyaç sahipleri için, hükümet evler yapmalı, çiftçi ve ihtiyaç sahibi zanaatkârlara tohum, âlet, teçhizât temin etmelidir.”[5]

Bütün bu bilgilerin yanı sıra Türkiye tarafından arşivler açık tutulmakta ve tarihçilerin olayı incelemesine sıcak bakmaktadır. Buna rağmen bu ılımlı yaklaşımlara çoğunluğu ABD, Fransa ve Rusya’da bulunan Ermeni Diasporası tarafından olumsuz cevap verilmekte, olay politik bir şantaj haline dönüştürülmektedir.

Türkiye Ermenistan tarafından kurulan ASALA terör örgütü nedeniyle de sıkıntılı günler geçirmiştir. 1973 ile 1994 yılları arasında 30 diplomatımız ASALA tarafından şehit edilmiştir.

Sovyetler Birliği’nin himayesinde barındıktan sonra 1991 yılında bağımsız olan Ermenistan’la Türkiye arasında diplomatik ilişki söz konusu değildir. Ancak AKP Hükümeti, 2009 yılında hiçbir sebep yokken Ermenistan’la ortak sınırın açılması konusunda bir protokol imzalamıştır.

Protokolde Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talebinden ve soykırım iddiasından vazgeçeceğine, Azerbaycan topraklarında sürdürdüğü işgali sona erdireceğine dair hiçbir hüküm yoktur. Protokol Türkiye’ye hiçbir kazanım sağlamazken, ekonomik yönden Türkiye’ye muhtaç olan Ermenistan’ın nefes alması için fırsat olmuştur.

Türkiye bu çabasıyla kazanım sağlayamadığı gibi Azerbaycan ile ilişkilerin de kısa süreli gerginliğine sebep olmuştur.

Şimdi günümüze gelindiğinde, hala Türkiye’den toprak iddiasında bulunan Ermenistan, İsrail ile müttefik olarak PKK terör örgütünü desteklemektedir.

Türk-Rus ilşkilerindeki gerginliği fırsat bilen bu Ermenistan hem Rus askerlerini çağırmış hem de hava sahasını Rus S 400 füzeleleriyle koruma altına almıştır.

Ve bugün, arkasını dayadığı güçten cüret alarak Azerbaycan’a karşı saldırgan bir tavır takınmıştır.

Ermenistan, BATI’nın oyunlarına gelerek bu aksi tavırlarından vazgeçmediği sürece Kafkaslar huzur bulmayacak ve Türk-Ermeni ilişkileri de düzelmeyecektir.

1915 tehcirine geri dönersek, Anadolu’dan Suriye doğusuna Ermeniler tehcir edilmiştir, Osmanlı’ya karşı Ruslarla ittifak kurduğu için, bu ittifakla isyan çıkardığı için ve Rus işgalini desteklediği için.

Ama şimdi Suriye’den gelen 3.5 milyon sığınmacıya bakıldığında, zamanında tehcir edilen bölgelerden geldikleri görülmektedir.

Bu durum insan ister istemez şu soruyu sormaktadır; isyancılar şimdi geri mi dönüyor?

[1] https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/am.html

[2] http://www.aku.edu.tr/aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/vii1/ememis.pdf

[3] http://www.aku.edu.tr/aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/vii1/ememis.pdf

[4] Bu bilgiler, Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı tarafından 1989’da yayınlanan “Geçmişten Bugüne Kadar Türk-Ermeni İlişkileri” adlı kitabın 19. ve 20. sayfalarından alınmıştır.

[5] http://www.aku.edu.tr/aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/vii1/ememis.pdf

BİLGETÜRK

AZERBEYCAN DOSYASI : BİR MİLLET İKİ DEVLET… AZERBAYCAN


Sormayın kimlerden haralıyam a dostlar…

AZERBAYCAN DOSYASI

Kafkasya’da stratejik bir konumda olan ve Batı Asya ile Doğu Avrupa’nın kesişim noktasında bulunan Azerbaycan; Türkiye, Ermenistan, Nahcivan, Rusya, Gürcistan ve İran ile sınır komşusu olup Hazar Denizi’ne kıyısı bulunmaktadır.

Başkenti Bakü olan ülkenin yüzölçümü 86.600km2’dir. Ülkenin resmi dil Azericedir. Azerice en yaygın dil olmakla birlikte Rusça da konuşulan diller arasındadır.

Azerice Türk dil ailesinin Oğuz grubu içerisindedir. Azerbaycan’ın nüfusu 2015 verilerine göre 9.078.078’dir. Nüfusun % 91,6’sı Azeri, % 1,3’ü Ruslardan oluşmaktadır. Ülkede Müslüman Şii (Caferi) nüfusu hâkimdir. % 96,9’u Müslüman olan ülkenin %3’ü Hıristiyan’dır.

Çevresinin dağlar ve yüksek tepelerle çevrili olmasına rağmen Azerbaycan’ın büyük bir bölümü ovadır ve topraklarının en verimli yerleri arasında Kura ve Aras nehirlerinin karıştığı deltadır.

Azerbaycan’da ılıman bir iklim varıdır fakat Hazar Denizinden içeriye doğru, yüksek dağlarda ve diğer yüksek kesimlerde sert bir iklimle karşı karşıya kalınır. Yüksek kesimlerde kışlar uzun, soğuk ve kar yağışlı, yazlar ise serin geçer. Ovalarda ise kışlar serin ve yağmurlu ve bazen karlı, yazlar sıcak ve kurak geçer.

Sovyetlerin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazandığı yıllarda Azerbaycan ekonomisinde düşüşler olsa da verimli tarım arazileri ve doğal gaz, petrol ve demir cevheri bakımından zengin kaynaklara sahip olmasının etkisiyle ekonomik olarak ülkede sıkıntı bulunmamaktadır. Ülkenin para birimi Manat’tır.

18 Eylül 2002 tarihinde temeli atılan ve Temmuz 2006 tarihinde hizmete açılan Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı(BTC) Azerbaycan petrolünü Gürcistan üzerinden Türkiye’nin Akdeniz kıyılarına taşımaktadır. Bu boru hattı başta Azerbaycan petrolü olmak üzere bölgede üretilecek petroller Ceyhan’a taşınıp, buradan da tankerlerle dünya pazarlarına ulaştırılmaktadır.

2000li yıllardan itibaren Azerbaycan’ın turizm gelirleri artmış, turizm ekonominin bir parçası haline gelmiştir. Ülkenin konumu ve İpek Yolu üzerinde olması da ekonomi yönünden ülkenin önemini arttırmaktadır.

Azerbaycan, 10 iktisadi bölgeye ayrılmıştır; 66 Rayon ve 77 şehirden oluşur. Bununla birlikte Nahçıvan, Azerbaycan’a bağlı bir özerk cumhuriyettir.

Azerbaycan 15. yüzyıla Arap kökenli Şirvanşahların yönetimi altında girmiştir. Aynı dönemde Azerbaycan ve Ermenistan toprakları Türk kökenli Akkoyunlular tarafından yönetilmekteydi. Her iki hanedan da aynen Osmanlı Hanedanı gibi Sünni mezhebindendi. Ancak Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın 1478 yılındaki ölümünden sonra Azerbaycan’da yine Türk kökenli olan ancak Şii mezhebine üye Safevi Hanedanı güç kazanmaya başlamıştır.

Safeviler 16. yüzyılın başlarında bölgeye tamamen egemen olmuşlardı. 1508 yılında Akkoyunlular tamamen yıkıldı. Şirvanşahlar Safevilerin egemenliği altında bir süre daha Azerbaycan topraklarını yönetmeye devam ettiler. Ancak 1538 yılında I. Tahmasp Şirvanşahlara son verdi. 1540 yılında Bakü tekrar Safevi ordusu tarafından işgal edildi. Safeviler Azerbaycan’daki Sünni halkı Şiiliğe zorladılar. Zamanla bölge halkı mezhep değiştirerek Şiiliğe geçmiştir.[1]

Osmanlı Devleti döneminde 16. ve 17. yüzyıllarda birçok kez savaşa maruz kalan Azerbaycan topraklarının sınırları 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşmasıyla Osmanlı’dan ayrılmıştır.

21 Şubat 1828 tarihinde imzalanan Türkmençay Antlaşması uyarınca Azerbaycan dahil bütün Kafkasya İran’ın elinden çıkmış, Rusya İmparatorluğunun bir parçası haline gelmiştir. 1870’lerde Azerbaycan’da petrol keşfedilmiştir. Bu tarihlerden itibaren Rus işgali uzun süre Azerbaycan’da etkili olmuştur. Kuzey Azerbaycan Rusların eline geçtikten sonra Erivan ve Karabağ bölgesine hızla Ermeniler yerleştirilmeye başlanmıştır.[2]

1826 ve 1830 yılları arasında İran ve Osmanlı’dan göçen Ermenilerin sayısı 150.000’e yaklaşmıştı. 1832 ilk resmi Rus nüfus sayımına göre Karadağ’ın nüfusu % 64 Azerbaycan Türkü, % 34 Ermeni’dir.[3] (Bu rakamlar ile bugünkü sayılar karşılaştırıldığında bile Türklere yapılan soykırım yapıldığı fikrine varılabilir.)

1906-1914 yıllarında Rusya’da açılan parlamentoya Azeri temsilciler de katılmıştır. 1911 yılında Mehmed Emin Resulzade tarafından kurulan Musavat Partisi Türk-İslam sentezine dayanan bir siyaset gütmekteydi.

Rusya İmparatorluğu’nun yıkılması sonucunda 1918’de Mehmet Emin Rezulzade’nin önderliğinde Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti ilan edilmiş, fakat 1920’de Bolşevik Kızıl Ordunun ülkeye girmesiyle bağımsızlıkları sona ermiştir.

16 Mart 1921’de Ankara hükümeti ile Moskova’daki bolşevikler arasında imzalanan Moskova Antlaşması ile de Türkiye, Azerbaycan üzerindeki haklarından feragat etmiştir. Bu tarihten itibaren Sovyetlerin egemenliğinde Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adı ile 15 Sovyet Cumhuriyetinden biri olmuştur.

1991 yılında Sovyetlerin dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan ederek Azerbaycan Cumhuriyeti adını almıştır. Azerbaycan’ın bağımsızlık mücadelesinde Ebulfeyz Elçibey’in büyük rolü olmuştur.

Elçibey Azerbaycan Bağımsızlık mücadelesi için: “Ben bu davanın rütbesiz eriyim,” demiştir. Azerbaycan’ın bağımsızlığından 5 ay kadar sonra 7 Haziran 1992’de yapılan seçimlerde Ebulfeyz Elçibey oyların %54.9 unu alarak Azerbaycan Devlet Başkanı seçilmiştir. Elçibey Karabağ sorunu için üstün bir çaba sergilemiştir.

Yine bu dönemlerde 1992 yılında Ermeniler Karabağ’ı işgal ederek bağımsızlıklarını ilan etmiştir.

Karabağ, Azerbaycan’da Kürve Aras ırmakları ile su anda Ermenistan sınırları içerisinde bulunan Göyçe gölü arasındaki dağlık bölge ve bu bölgeye bağlı ovalardan oluşan arazilere verilen addır. Aynı zamanda konumu itibariyle Ermenistan ve İran’ı kontrol edebilmektedir.

Karabağ’a tarihsel olarak bakılacak olursa Karabağ Hanlığı 18. asrın ortalarına doğru kurulan ve Rus istilasına karşı Osmanlı’dan yardım isteyen ilk hanlık olarak bilinmektedir.[4]

Karabağ, Azerbaycan’ın ayrılmaz bir parçası olarak tarih boyunca Azerbaycan’ın kültürel ve siyasi birliği içerisinde yer almıştır. Bu birliktelik dilde, tarihte ve kültürde etkisini göstermiş ve essiz eserler ortaya çıkmıştır. Fakat Rusya’nın Ermenileri bölgeye iskan etme politikasıyla Ermeni nüfus bölgede atmaya başlamıştır.

Rus destekli Ermeni zulümleri devam etmiş, Azerbaycan toprakları işgal edilmiştir. İşgallerin yanında Azeri halkına katliamlar yapılmıştır. Bunlardan en büyüğü 26 Şubat 1992 yılında Ermeniler tarafından Azerilere uygulanan Hocalı soykırımıdır. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin resmî açıklamasına göre saldırıda 106’sı kadın, 83’ü çocuk olmak üzere toplam 613 Azerbaycanlı hayatını kaybetmiştir.[5]

Azerbaycan ve Ermenistan arasında 1993 ve 1994 yıllarındaki ateşkes girişimlerinin de başarısız olmasının ardından Karabağ tüm dünya gündeminde yerini almıştır. 1996’da toplanan Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı (AGİT) devlet başkanları zirvesinde işgal altındaki Azeri topraklarının boşaltılması ve Karabağ’a Azerbaycan içinde en yüksek düzeyde özerklik verilmesi kararı çıkmış, fakat Ermenistan ve Rusya tarafından kararın uygulanmaması için çaba harcanmıştır. Ermenistan, Birleşmiş Milletlerin Karabağ’dan derhal çekilmesi çağrısına da yine bu dönemde uymamıştır.[6]

Siyaset bilimciler tarafından bölge ‘donmuş çatışma’ bölgesi olarak adlandırılmaktadır. Bölgede zaman zaman sınır çatışmaları yaşanmaya günümüzde de devam edilmektedir. 2014’ün Ağustos ayında ise 20 yılın en kanlı çatışmaları yaşanmıştır. Dağlık Karabağ sınırında iki gün süren çatışmalarda 13 Azerbaycan askeri ölmüştür. Ermenistan Savunma Bakanlığı da 20 askerinin öldüğünü açıklamıştır.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ve Minsk Grubu, artan çatışmalar üzerine, Azerbaycan ve Ermenistan arasında kalıcı çözüm için müzakerelerin yeniden başlatılması çağrısı yapmıştır.[7] Fakat Ermenistan yetkililerinin uzlaşmadan uzak tavırları sorunun çözülmesini engellemeye devam etmektedir.

Ermenilerin, Dağlık Karabağ’ı da içine alan Azeri topraklarının yüzde 20’sini işgaliyle, yüzbinlerce Azeri mülteci durumuna düşmüştür (Uluslararası kaynaklara göre yaklaşık 600 bin, Azeri kaynaklara göre 1 milyon).

Çoğunluğu Azerbaycan’ın başkenti Bakü’ye göç eden ve zor koşullarda hayat mücadelesi veren Dağlık Karabağlı Azeri mülteciler, doğup büyüdükleri topraklara geri dönmek için çatışmanın çözümlenmesini beklemektedirler.

Azerbaycan; Türk Konseyi ve TÜRKSOY’un aktif üyesidir. 158 ülkeyle diplomatik ilişkisi ve 38 uluslararası kuruluşa üyeliği vardır. Bağımsız Devletler Topluluğu ve Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nün kurucu üyelerindendir.

1992’den bu yana Birleşmiş Milletlere üyedir, 9 Mayıs 2006’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kurulan İnsan Hakları Konseyi’nin üyeliğine seçilmiştir. Ayrıca AGİT ve Avrupa Konseyi’ne de üyedir.

[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Azerbaycan_tarihi#Ta.C5.9F_Devri

[2] Prof. Dr. Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, s.56

[3] Gömeç, A.g.e. s.57

[4] Gömeç, A.g.e. s, 53

[5] https://tr.wikipedia.org/wiki/Hocal%C4%B1_Katliam%C4%B1

[6] M. Aydın, “Dağlık (Yukarı) Karabağ Sorunu”, Türk Dış Politikası, Editörü: Baskın Oran,
Cilt II, 8. baskı, 2005, s. 401

[7] http://www.aljazeera.com.tr/dosya/kafkasyanin-acik-hesabi-daglik-karabag

BİLGETÜRK

GÜNDEM ANALİZİ /// PROF. DR. CİHAN DURA : BİR MİLLETİN EN ETKİLİ SİLAHI MİLLÎ Bİ RLİKTİR


Bir babanın beş oğlu varmış. Birbiriyle geçinemez, hep kavga ederlermiş. Baba, “Birbirinizi sevin, birlik olun!” dermiş ama, hiç oralı olmazlarmış.

Sonunda o mukadder gün gelmiş, baba ölüm döşeğine düşmüş. Çocuklarını yanına çağırmış, kendisine beş çubuk getirmelerini söylemiş. Baba, çubukları bir araya getirip oğullarına vermiş. “Kırın bakayım bu çubuk demetini” demiş. Hiçbiri başaramamış. Bunun üzerine baba demeti alıp, çubukları bu kez teker teker uzatmış oğullarına. Kardeşlerin hepsi de çubukları kolayca kırmış.

Bunun üzerine baba şöyle konuşmuş: “Yavrularım, siz bu çubuklara benzersiniz. Eğer birlik olursanız, kimse size dokunamaz; güçlü olur, her tehlikeyi savuşturursunuz. Yok, ayrılık güder birbirinizle çekişirseniz, zayıf düşer, şunun bunun oyuncağı olur, yenilir, ezilirsiniz. Unutmayın, birlikten kuvvet doğar.”

‘***’

Bir kervanın önünü üç eşkıya kesmiş. Kırk muhafıza rağmen kervanı soyup soğana çevirmişler, muhafızları da çırılçıplak bırakmışlar.

Kervan kasabaya döndüğünde “ne oldu size böyle” diye soranlara muhafızlardan biri şu yanıtı vermiş:

Onlar üç kişi beraberdi, biz kırk kişi yalnızdık.

‘***’

Atatürk milletimizin başarısını birlik olmaya bağlar. Eğer Millî Birlik yoksa, diğer hiçbir silahın önemi yoktur.

Yıl 1923…, bakın ne diyor:

Elde ettiğimiz başarılar yalnız benim eserim değildir ve olamaz. Bütün bu başarılar, bütün milletin azim ve imanıyla işbirliği yapması sonucudur. Kahraman milletimizin ve seçkin ordumuzun kazandığı başarılar ve zaferlerdir. Bir millet, bir ülke için kurtuluş, esenlik ve başarı istiyorsanız, bunu yalnız bir şahıstan hiçbir zaman talep etmemeliyiz. Herhangi bir şahsın başarısı demek, o milletin başarısı demektir.

Bir milletin başarısı, mutlaka bütün milli kuvvetlerin bir istikamette bir araya gelmesiyle mümkündür. Dolayısıyla bilelim ki, ulaştığımız başarı, milletin kuvvetlerini birleştirmesinden, işbirliği yapmasından ileri gelmiştir. Eğer bu başarıları, zaferleri gelecekte de taçlandırmak istiyorsak, aynı esasa dayanalım ve aynı şekilde yürüyelim.

‘***’

Ve aradan sekiz yıl geçiyor, yine “birlik” diyor:

Milletlerin tarihinde bazı devirler vardır ki, belli maksatlara erebilmek için maddi ve manevi ne kadar kuvvet varsa hepsini bir araya toplamak ve aynı yöne sevk etmek lazım gelir. Yakın yıllarda milletimiz böyle bir toplanma ve birleşme hareketinin verdiği önemli sonuçları idrak etmiştir.

Ülkenin ve Devrim’in içerden ve dışardan gelebilecek tehlikelere karşı korunması için bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması lazımdır.

Hedefi aynı olan kuvvetler ortak gaye yolunda birleşmelidir.

‘***’

Birlik “ortak bağlar” ister, “ortak hedefler” ister, “ortak çalışma”, birlikte iş yapma ister.

Millet de öyledir, ortak bağlarla oluşur; ortak hedeflerle yaşar, ortak işlerle güçlenir, yenilmez olur.

Millet birbirine tarih, dil, kültür ve ülkü birliği ile bağlı olan yurttaşların oluşturduğu siyasal bir topluluktur. Millî Birlik; “alt birlikler” diyebileceğimiz bu tarih, dil, kültür, ülkü birliklerinden doğan bir “üst birlik”tir. Millî Birlik milleti yekpare bir bütün yapar; Atatürk’ün deyişiyle “millet ve biz yoktur, birlik halinde millet vardır. Biz ayrı, millet ayrı değildir.” Millî Birlik milletin içinde hiçbir bölücü ve ayırıcı unsura yer vermez.

Ne var ki, iç ve dış düşmanın birinci ve değişmez hedefi de Millî Birliktir, Millî Birliği parçalamak, yok etmektir!

Millî Birlik bir milletin en değerli varlığı, en büyük gücü, en etkili silahıdır. Milletin bekası için, bütün yurttaşların maddî ve manevî bütün varlarını, gerektiğinde canlarını ortaya koyma kararlılığıdır, eylemi ve işidir!

Bir yurtseverin birinci görevi, her şeyden önce Türk milletinin birliği için çalışmaktır; beyniyle, yüreğiyle, elleriyle!… Ne derecede yurtsever olduğu da, ancak bu gayretinin derecesinden anlaşılır.

Prof. Dr. Cihan DURA

Alıntı Kaynağı: www.cihandura.com

GÜNDEM ANALİZİ : Bir Kez Daha Samsun’a Çıkma Zamanı…


1

Siyasi partiler, aynı ideolojiyi paylaşan insanların ülkenin yönetimine talip olmak için oluşturdukları, anayasal sınırlar içinde kurulmuş örgütlenmelerdir. Siyasetin temel çekirdeğidir de diyebiliriz. Örgütlenme siyasette olmazsa olmaz… Örgütsüz siyasi mücadelenin başarılı olma şansı yoktur.

Siyasette en önemli değerlerden biri dava adamı olabilmektir. Bir siyasi partinin başarılı olabilmesindeki en önemli sır ideolojisine sadık insanların varlığıdır. Davasına inanmış insanların sayısı ne kadar fazlaysa bir siyasi partinin kalitesi ve başarısı o kadar artar.

Teorikte böyle olması gereken siyaseti ve siyasi partileri pratikte görebiliyor muyuz? Tek kelimeyle HAYIR…

Ülkemizde siyasetin en önemli sorunu siyasi partilerdeki lider diktatörlüğüdür. Tüm siyasi partilerimizde lidere bağlılık, ideolojiye bağlılıktan önce gelmektedir. Bu da partilerin ideolojik örgütlenme özelliğini kaybetmesine neden olmaktadır. Bir siyasi partiyi yaşatan ideolojisidir. Lidere bağlı partilerin ömrü çevresinde toplanılan liderin ömrü kadardır fakat ideolojiler ölümsüzdür. Fikirler kuşaktan kuşağa aktarıldıkça yaşamaya devam eder ve bir siyasi parti ideolojisiyle ayakta kalır.

Şimdi ülkemiz siyasetinin fotoğrafını çekelim…

Siyasetimizde liyakat sistemi var mıdır? HAYIR

Parti içi demokrasi var mıdır? HAYIR

Düşünceye değer verilmekte midir? HAYIR

Liyakatin yerini biat alırsa, siyasi mevkiler yeteneğe göre değil de yalakalığa göre verilirse o ülke siyasetinin çökmesi kaçınılmazdır. Siyaset çökerse devlette çöker. Osmanlı’yı da çökerten işte bu siyasi yozlaşmadır. 17. Yüzyıla kadar devlet makamlarında liyakat esas kabul edilirken, 18. Yüzyıl başından itibaren liyakat usulü terk edilmiş, devlet makamları açık arttırmayla rüşvet karşılığında satılmıştır. Bu siyasi yozlaşma ise koskoca bir imparatorluğun yıkılmasına neden olmuştur. 350 yılda cihan imparatorluğuna yükselen devlet 200 yılda ibret verici bir şekilde yıkılmıştır

Tarih, milletler için en doğru yol göstericidir. Osmanlı’nın yıkılışı geçmişteki hatalardan ders çıkarmamız için çok çarpıcı bir örnektir. Ancak günümüzde bu sorgulamayı görebiliyor muyuz? Moda deyimle söylersek tarihimizle yüzleşebiliyor muyuz?

Ne mümkün… Zerre kadar yüzleşebilsek ona da razıyım. Ancak daha tarihimizi bile doğru düzgün bilmiyoruz. Kanuni’nin Şehzade Mustafa’yı idam ettirdiğini 450 yıl sonra TV dizilerinden öğrenen bir milletiz. Anlayacağınız durumumuz çok vahim… Hem de çok vahim…

Geçmişimizden doğru dersleri çıkaramadığımız için bugün, Osmanlı’nın 200 yıl önce yaşadıklarını yaşıyoruz. Lider egemenliği altında ideolojilerini lidere satan partiler, liyakatten uzaklaşılması, devlet yöneticilerine karşı aşırı yalakalık ve alabildiğine rüşvet… Sistem çökme noktasına dayanmış durumda… 200 yıl önceki Tanzimat toplumunun yaşadıklarını yaşıyoruz. Bir yanda yozlaşmış bir siyaset, diğer yanda yozlaşmış bir millet… Gerçekleri savunan bir avuç insan var. Onlar da ya deli ilan ediliyor. Ya da hapislerde çürütülüyor.

Milletçe gözümüz kapalı uçuruma doğru sürükleniyoruz ve hala gidişatın felaket olduğunun farkında değiliz.

Tarih şunu göstermiştir ki gaflet uykusundan uyanamayan milletler büyük felaketler yaşamışlardır ve ancak bu şekilde uyanmışlardır. Misal Almanya… Nazi iktidarı döneminde halkın çoğunluğu Hitler’in arkasındaydı ve gerçeği anca Sovyet ordusu Berlin’e girdiğinde anladılar. Almanların yaşadığı bu felaket onların gelişmesinde büyük etken oldu ve bir daha Hitler gibi biri iktidara gelmesin diye tüm kanuni önlemleri aldılar.

Biz de Almanlar gibi felaketi yaşayınca mı uyanacağız? Belki…

Osmanlı gibi yıkılışı yaşayıp tekrar bir bağımsızlık savaşı mı vereceğiz? Bu da mümkün…

Her iki felaketi de yaşamak istemiyorsak çözüm bizde… Hastalığı doğru teşhis etmek lazım. Doğru teşhis edilemeyen hastalıklar daha büyük hastalıkların ortaya çıkmasına neden olurlar. Yıllardır uyguladığımız yanlış tedaviler bizi bugünlere getirdi.

AKP iktidarı yıllardır devam eden yanlış tedavinin sonucudur. Bu iktidar döneminde siyaset tam anlamıyla çöküşü yaşamıştır. Devlet terbiyesi ortadan kalktı, siyasi ahlak diye bir şey kalmadı. Tüm ahlaksızlıklar normalleştirildi ve en önemlisi tüm bu yozlaşmalar sözde kendisini ‘’muhafazakâr’’ olarak tanımlayan bir iktidar döneminde yaşandı.

İktidar ülkeyi her gün uçuruma sürüklerken muhalefet üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirdi mi? Sağlam bir muhalefet iradesi gösterebildi mi? Hayır… Çünkü sorun sadece iktidar partisinde değil sistemin kendisinde… Sistem baştan sona çürümüş durumda… Balığın başı değil kuyruğu bile kokuyor.

AKP nin antidemokratik uygulamalarından şikâyet eden partiler kendi içlerinde bile demokrasiyi uygulamıyor ve bu partiler biz iktidara gelirsek demokrasi de gelecek diyor. Sizce bu durum ne kadar samimi ve kabul edilebilir?

Eğer sağlam temeller üzerine kurulmuş, ekonomik yönden refah seviyesi yüksek bir devletimiz olsun istiyorsak en başta siyasetimizi bu bataklığın içinden kurtarmamız gerekiyor. Bunun da birinci yolu Atatürk’ün Cumhuriyet’i ilan ettiği gençliğe güvenmektir. Gençliğin önünü açmalıyız. Açmak zorundayız. Mustafa Kemal’in 19 Mayıs’ta Samsun’da yaktığı bağımsızlık ateşini yüreklerinde en tutkulu şekilde yaşayacak ve yaşatacak olan gençliktir. Atatürk işte bu yüzden 19 Mayıs’ı gençliğe emanet etmiştir.

AKP iktidarına son verecek olan da, siyasi partileri lider diktatörlüğünden kurtaracak olan da, siyasi çürüklerden temizleyecek olan da Türk gençliğidir ve şuna eminim ki gençlik bir gün mutlaka ülkeyi bu hale getirenleri devirecek ve hesap soracaktır. Zaman ikinci kez Samsun’a çıkıp bağımsızlık ateşini yakma zamanı…

TIBBIYELİ HİKMET

KUTLAMA MESAJI : BERAAT KANDİLİNİZİ KUTLARIZ.


BERAAT KANDİLİNİZİ KUTLARIZ.

KİTAP DEĞERLENDİRMESİ /// Avrupa Türkiyesi’ni Kaybımız : Rumeli’ nin Elden Çıkışı


Kitabın;
Adı: 93 VE BALKAN SAVAŞLARI AVRUPA TÜRKİYE’SİNİ KAYBIMIZ: RUMELİ’NİN ELDEN ÇIKIŞI
Yazarı: Yılmaz Öztuna
Yayınevi: ÖTÜKEN
Basım Tarihi: Nisan 2013
Türü: Tarih
İşlenen Konu: 93 Harbi ve Balkan Savaşları
Sayfa Sayısı: 229 Sayfa

Yahya Kemal Beyatlı’nın Açık Deniz şiiri ile başlamakta olan kitap, Balkanlardan kopuşu bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrı diyerek her sayfasının bize nasıl acı vereceğini ilk sayfadan kısa bir özetini vermektedir. Tarihimizin en büyük kaybı, Rumeli’yi elden çıkarmamız olarak niteleyen Yılmaz Öztuna bu kaybın iki safhada olduğunu, bunların 1877-1878 Rus Savaşı ve 1912-1913 Balkan Savaşı olduğunu belirtir.

Kitaptaki olay zincirinin tamamlayan halkalar ise şöyle şekillenmektedir. Başlangıç olarak Balkanlarda yaşayan kavimlerin hayatları, Balkanların fethi ve Balkan Türklüğüne değinen yazar, bahsedilen iki trajik kırılma anının sebeplerini, cephelerini, komutanlarını anlatarak Balkanlardaki durumu en ince ayrıntısına kadar okuyucuya aktarıyor. Ardından Balkanlardaki yeni denge, meşrutiyet zamanındaki yapılanma, Osmanlı parlamentosu ve buna karşılık balkanların birleşmesi hususuna değinen Öztuna, adeta geliyorum diyen 1912-13 Balkan savaşlarının Osmanlı, Balkanlar ve Avrupa üzerindeki etkisinden bahsediyor. Savaşa damgasını vuran Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi ardından gelişen İkinci Balkan savaşını ise Balkan harbinin bilançosu olarak sonuçlandırıyor.

Türkler ve Balkanlar

Balkan kelimesi ‘Sarp, geçit vermez, dağlık arazi’ anlamına gelir. Balkanlarda en son Ariler kavmi yer edinmiş ırk-dil bakımından Ariler 3 gruba ayrılır; Slavlar, Latinler, Epirliler olarak. Balkan Slavları: Bulgarlar, Sırp-Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar Balkan Latinleri: Romenler Balkan Epirlileri: Arnavutlar ve Yunanlar.

Türkler Balkanlara ilk olarak Hun Hakanı Atilla zamanında yerleşmişlerdir. Balkanların Osmanlı Türklerince fethi ise Orhan Gazi’nin büyük oğlu Gazi Süleyman Paşa zamanında olmuştur.

Meşrutiyet’ten Balkan Savaşı’na

Balkanların Türklerin elinden kopmaya başlaması 1699 Karlofça Anlaşması ile başlamıştır. 19.yy da Balkan kavimleri arasında Osmanlı’ya karşı isyanlar başlar. Ve ilk Balkan devleti 1832’de ortaya çıkar.

Tarihimizde 93 harbi denen 1877-1878 Türk-Rus Savaşı son asır Türkiye tarihinin dönüm noktalarından biridir. Ilık sulara inmek için asırlık siyasetini sabırla izleyen Rusya Türk Devleti’nin gafil ve karmakarışık günlerini bekliyordu. Rusya Balkanlarda Balkan milletlerini ayaklanmalara ve isyanlara teşvik ederek Osmanlıyı zor duruma düşürmüştü. Rusya Çarı II. Alexander ve II. Abdülhamit savaş istemiyordu fakat savaş isteyen devlet adamlarının baskısı altındaydılar. Harp taraftarları II. Abdülhamit’i savaşa razı etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Rusya Çarı Karadağ’a sadece bir kazanın (ilçenin) terk edilmesi ile savaşı önleyebileceğini Babıali’ye bildirdi. Ancak Çar’ın teklifi reddedildi ve dünyanın en büyük harbi olan 1877- 1878 Rus-Türk savaşı başladı. Ancak Osmanlı’daki son zamanlarda başa gelen yeteneksiz ve donanımsız devlet adamları, Osmanlı’da yaşanan iç isyanlar ve kumandanlar arasındaki kıskançlıklar sebebiyle savaş kazanılamadı. Savaşın en önemli iki Türk kumandanı Doğu cephesinin kahramanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Batı cephesinin kahramanı ise Gazi Osman Paşa idi. 93 harbi Türk imparatorluğunun dağılması ve yıkılmasını haber veren büyük bir olaydır. Bu yıkılış 1912-1913 Balkan Harbi ve 1914-1918 Birinci Dünya Harbi ile tamamlanmıştır. 93 harbinin neticesi olarak imzalanan zarar ve toprak kaybı bakımından çok feci olan Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları Karlofça’dan beri Türklerin imzaladıkları en kötü antlaşmadır.

İkinci Meşrutiyet (1908)

İkinci meşrutiyetin ilan edilmesinin ardından 31 Mart Vakası ile II. Abdülhamit tahttan indirildi. Ve bu dönemde ittihadcılarla muhalifler arasında anlaşmazlık gittikçe arttı. İttihadcıların askeri kanadının başı Enver Bey, sonuna kadar Mustafa Kemal ile uğraşacaktır. Meşrutiyetin ilk yıllarında Balkan devletlerinden Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan aralarında gizli ittifak antlaşmaları Rusya Çarı’nın hakemliğinde imzalanıyor, Osmanlı parlamentosunda yabancı devletlerin maaşlı ajanları bulunuyordu. Parlamentoda bulunan Türk milletvekilleri arasında ise ittihatçı ve muhalifçi olarak bir bölünme söz konusu idi. Türk İmparatorluğu iç idaresinde karışıkken Balkanlılar Osmanlı’ya karşı hazırlanıyorlardı. Rusya’nın da Balkanlarda ne Balkan devletlerinin birbirleriyle ne de Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşa müsaade etmeyeceğini bildirmesi, Bab-ı Ali’yi tatlı bir rehavet uykusuna sevk etti. Toprak kaybı tehlikesini teminat alan Balkanlar topyekün seferber hale gelmek için bütün fedakarlıkları göze aldılar. İtihatçıların devlet tecrübelerinin olmaması dış politikayı bilmemeleri ve türlü hileleri Osmanlıyı savaşa sokmalarına neden oldu.

Savaş

Dönemin sadrazamı Kamil Paşa Balkan Savaşları’nda yaşanan başarısızlıklar sonucu Bulgaristan ile masaya oturmuş ve sorunu siyasi yollarla çözmeye çalışmaktaydı. Kamil Paşa Hükümetinin İçişleri Bakanı olması bakımından ittihatçıların eylemlerini en iyi bilen Ahmed Reşid Bey’e göre Balkan Harbi’nin sebebi ittihat terakki ve stratejik hataları idi. Millet aç ve açıkta idi. Rumeli Türklüğü, altı yüzyıldır efendisi olduğu kavmin ayakları altındaydı.

Başta Talat ve Enver Bey olmak üzere İttihatçılar, İttihat karşıtı Kamil Paşa hakkında Edirne’yi Bulgarlar’a bırakmak şartıyla sulha razı olduğuna dair propagandalarla halkı kışkırtmış ve Bab-ı Ali Baskını’nı gerçekleştirmiştir. Baskın sırasında Harbiye Nazırı Nazım Paşa öldürülmüş, Sadrazam Kamil Paşa’ya zorla istifası imzalattırılmıştır. Baskın sonrasında iktidar İttihat ve Terakki’nin eline geçmiştir. İttihat ve Terakki’nin baskısıyla da sadrazamlığa Mahmud Şevket Paşa getirilmiştir. Mahmud Şevket Paşa ittihatçıların isteği ile başa geçmişti ancak İttihat yanlısı değildi.

Edirne’yi kurtarmak propagandasıyla darbe ile iş başına gelen İttihat ve Terakki Hükümeti, Edirne’nin İşkodra’nın düşman eline geçtiğini gördü. Yeniden binlerce subayın, erin, sivilin ölmesine esir düşmesine, sayısız silahın düşmanın eline geçmesine yol açtı. 4 ay sonra yalnız Edirne’yi değil, Kırklareli’ni de düşmana bırakarak, getirilmeyen biçimde sınırı güneye indiren Londra Anlaşması’nı imzaladı.

Balkan felaketinden İngiltere ve Fransa da faydalandı. 1913 Mayıs ayı yalnız feci Londra Anlaşması ile değil, Hind Okyanusu ve Basra Körfezi’nde İngiltere’ye büyük imtiyazlar verilmesi ile Arabistan yarımadasındaki Osmanlı tekelinin de ihlal edilmesiyle de kapanıyordu.

Mahmut Şevket Paşa’nın Öldürülmesi ve İkinci Balkan Savaşı

Mahmut Şevket Paşa’ya suikast düzenleneceği haberi İttihatçılara ulaşmıştı ancak son zamanlarda partinin pek çok isteğini yerine getirmeyen sadrazam için İttihatçılar durumu oluruna bıraktı.

1913 Haziran ayında Mahmut Şevket Paşa Beyazıt Meydanı’nda makam otomobilinin içindeyken uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Mahmut Şevket Paşa II. Abdülhamit’in güvendiği generallerden biri idi ancak 31 Mart Vakasında haksız davranması Türk milletine büyük zarar oldu. İttihatcılara karşıt tavır sergileyen Mahmud Şevket Paşa yıkıma doğru giden imparatorluk için vatansever bir gayret gösterdi.

Sadrazamın ölümüyle Türkiye’de yeni bir devir başladı. Tek parti diktatörlüğü açıkça kuruldu. Gerçek iktidar Talat-Enver-Cemal triomvirasına geçti. Askeri işlerde Enver’in, sivil işlerde Talat’ın diktatörlükleri kuruldu.

Yunanistan ve Sırbistan Bab-ı Ali’ye Bulgaristan’ı parçalama teklifi etti. Bu teklif ile Batı Trakya Türkiye’ye verilecekti. Türkiye yeni bir Balkan harbinde önce seyirci kalıp daha sonra savaşa katıldı. Türkiye-Romanya-Sırbistan-Yunanistan-Karadağ karşısında tek başına kalan Bulgarlar yıkıma doğru gittiler. II. Balkan Savaşı 1913 Ağustos’unda Bükreş Anlaşması ile sona erdi. II. Balkan Savaşı’ndan sonra Edirne ve Kırklareli geri alınmış ancak teklif edilen Batı Trakya 1913’te nüfusu %85 Türk ve nüfusu %5 Bulgar olan bölge Bulgaristan’a bırakılmıştır. Bu son devir Osmanlı politikasının çekingenliğin miskinlik ve yılgınlık derecesine geldiğini gösteren acı bir olaydır.

Ege Adaları ise büyük devletlerce birkaç ada haricinde Yunanistan’a bırakıldı. Büyük devletlerin haksız kararı, devleti I. Dünya Savaşı’na sürükleyen sebeplerden biridir. I. Dünya Savaşından sonra imzalana Lozan Anlaşması ile Rodos ve Oniki Ada İtalya’da kaldı. 1944’te ise Almanlar, İtalya’nın elinde tutması mümkün olmadığı için işgal ettikleri Rodos ve Oniki Ada‘nın gerçek sahipleri olan Türklere iadesi için Ankara’ya başvurdular. Ankara bu adaları işgal etmekten çekindi ve II. Dünya Savaşı bitince müttefikler Rodos ve Oniki Ada’yı Yunanistan’a verdiler.

1913 sonunda Türkiye, İngiltere aleyhine Dünya Savaşı’na girince İngiltere, Mısır, Sudan ve Kıbrıs’ı ilhak ederek Osmanlı hakimiyetinin sona erdiğini bildirdi. 1923 Lozan Anlaşması ile bu durum hukuken tasdik ve kabul edildi.

Sonuç

Muhteşem ve görkemli Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve çöküşünün arkasındaki nedenler ve sebep olan kişiler anlatılmıştır. Osmanlı’nın sonunu İttihatçıların cahilliği, türlü hileleri ve yanlış stratejileri getirdiği anlatılmaktadır. Ve Osmanlı çökerken büyük devletlerin de bundan fırsat sağlayarak hemen toplanıp parçalamaya çalışmaları yine Osmanlı’ya karşı nasıl gizliden gizliye bir kin beslenildiğini gösterir.

Türklerin ikinci anayurdu olan Rumeli 2500 yıllık tarihine rağmen kısa bir zamanda kaybedilmiş ve çok ciddi maddi manevi kayıplara uğramıştır.

Kitap Yorumları

Yılmaz Öztuna’nın bu kitabı Balkan coğrafyasının Avrupa Türkiye’sinin elden çıkışı sürecindeki gelişmeleri özellikle ordu, saray ekseninde dış güçlerin etkilerini istikrarsız hükümetleri, dış destekli darbeleri, darbe kültürünün daha Osmanlı Dönemi’nden bize maalesef miras kaldığının en acı örneklerini sunmaktadır. Yapılan hatalardan ders çıkarmamız için tekrar tekrar okunması gereken bir kitaptır. (Sezer BOZACI)

Yılmaz Öztuna’nın bu eseri, insanı sıkmayacak bir akıcılığa, merak uyandıran bilgilere ve hüzünlendiren gerçeklere sahip olup 238 sayfa olmasına rağmen bir cilt seri bitirmişcesine insanı bilgilendiren ve insanda araştırma isteği uyandıran bir özelliğe sahiptir. (Merve AYAZ)

Bulgarların ve Makedonların Türk oldukları iddiası, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamit zamanında yapılan her iki darbenin ardında da İngiltere’nin olmasının iddia edilmesi kitapta ilgimi çeken bölümlerdendi. Ve yine Osmanlı İmparatorluğu kötü dönemler geçirirken büyük devletlerde bundan nasiplerini almayı ertelememişler hatta söylemek uygun düşerse düşene bir tekme de onlar vurmuşlardır. Bu da yine her ne olursa olun dış ilişkilerde olumlu dahi olsa karşı tarafa bi şüphe taşımak gerektiğini öğretmektedir. Bu kitap yüzeysel olarak öğrendiğim Balkan Harbi’ni detaylı bir şekilde anlatmış ve o zamanın şartları ile devlet ilişkileri ve devlet çıkarları hakkında bilgi edinmemi sağlamıştır. Genel olarak kitabı beğendim ve arkadaşlarıma tavsiye ederim. (Yasemin SİLİK)

TUİÇ Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyerleri
Yasemin SİLİK – Sezer BOZACI – Merve AYAZ

ERMENİ SORUNU DOSYASI : ALMAN MECLİSİNİN TASARISINA KARŞI BÜYÜK YÜRÜYÜŞ KARARI


ALMAN MECLİSİ’NİN 2 HAZİRAN’DA SÖZDE “ERMENİ SOYKIRIMI TASARISI”NI YENİDEN GÜNDEMİNE ALMAK İSTEMESİ ÜZERİNE, TÜRK DERNEKLERİNDEN BÜYÜK YÜRÜYÜŞ KARARI

Geçtiğimiz yıl 25 Nisan 2015’de Berlin’de 20 bini aşkın yurtseverin katıldığı yürüyüşü düzenleyen “Berlin Komitesi’ yeniden harekete geçme kararı aldı. Yapılan açıklamada, Berlin Komitesi’nin bu Pazar 22 Mayıs 2016’da Türk basınını bilgilendireceği, 25 Mayıs 2016’da da Alman basınını bilgilendirmek amacıyla Federal Basın Dairesi’nde bir toplantı düzenleneceği belirtildi.

Almanya’da iktidarda bulunan CDU (Hıristiyan Demokrat Partisi) ve SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) partileri ile Yeşiller Partisi’nin ortak önergesinin başlığı şöyledir: “Erinnerung und Gedenken an den Völkermord an den Armeniern und anderen christlichen Minderheiten vor 101 Jahren” (“Ermenilere ve diğer Hıristiyan Azınlıklara karşı 101 yıl önce Yapılan Soykırımı Anma ve Saygı”). Söz konusu önergenin yanı sıra, Die Linke (Sol Parti) de, aynı konuda bir önerge vererek, sözde “Ermeni Soykırımı” nedeniyle Almanya’nın da sorumlu olduğunun daha keskin ifadelerle yazılması gerektiğini istemektedir.

BERLİN’DE BÜYÜK YÜRÜYÜŞ:
28 Mayıs 2016, Cumartesi,
Saat: 16:00 / Yer: Potsdamer Platz.

Düzenleyiciler: Almanya Türk Azerbaycan Birliği, Almanya Türk Mimar ve Mühendisler Birliği, Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Birliği, Avrupalı Türk Demokratlar Birliği UETD, Berlin Alperen Ocakları, Dialog für Frieden, Talat Paşa Komitesi, Türkiye Gençlik Birliği Avrupa, Türkische Gemeinde Berlin / Berlin Türk Cemaati, Türk-Alman Toplumu, Vatanseverler.

Not: Bütün demokratik kurumların desteklemesi ve Büyük Yürüyüşe katılmasını arzuluyoruz. Düzenleyici listesinin genişletebiliriz.

ERMENİ SORUNU DOSYASI : Alman Meclisi’nin tanımak istediği “Erme ni soykırımı” tasarısı ortaya çıktı


LİNK : http://odatv.com/alman-meclisinin-tanimak-istedigi-soykirim-tasarisi-ortaya-cikti-2005161200.html

Alman Meclisi’nin tanımak istediği "Ermeni soykırımı" tasarısı ortaya çıktı

Doğu Perinçek, Federal Almanya Meclisi’nin 2 Haziran 2016 tarihli gündeminde bulunan ‘Ermeni soykırımı’ önergesi konusunda açıklamada bulundu.

Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, Federal Almanya Meclisi’nin 2 Haziran 2016 tarihli gündeminde bulunan ‘Ermeni soykırımı’ önergesi konusunda açıklamada bulundu. Doğu Perinçek, bugün İstanbul İl Merkezi’nde düzenlediği basın toplantısında, Federal Almanya Meclisi’nin gündeminde bulunan “Ermeni soykırımı” konusundaki önergenin Türkçe halini ilk kez kamuoyuna açıkladı.

ÖNERGE AİHM KARARLARINA AYKIRI

Doğu Perinçek, AİHM 2. Dairesi ve AİHM Büyük Dairesi’nin Perinçek-İsviçre Davasında verdiği kararla yetkili ceza mahkemeleri dışındaki yargı kurumlarının, parlamentoların, hükümetlerin, akademik kuruluşların 1915 olayları konusunda “soykırım” kararı veremeyeceklerine hükmettiğini hatırlattı. Perinçek Alman meclisine seslenerek, "Alman Meclisi’nin AİHM kararını çiğneyerek ve yargı yetkisini gasp ederek 1915 olayları hakkında ‘soykırım’ nitelemesinde bulunması, hukukla açıklanamadığına göre, ancak kötü niyetle, Türk düşmanlığıyla açıklanabilir. Alman meclisi veya herhangi bir parlamento, herhangi bir eylemin soykırım suçunu oluşturduğuna karar veremez.” dedi.

ÖNERGEYİ İLK KEZ AÇIKLIYORUZ

“Alman Federal Meclisi’nin (Bundestag) 2 Haziran 2016 günü yapacağı görüşmenin gündeminin 5. maddesinde, ‘Ermeni Soykırımı’ sözcüklerini içeren bir önerge bulunmaktadır.” diyen Doğu Perinçek, "İktidar partileri CDU ve SPD ile muhalefetteki Yeşiller’in eski metin üzerinde çalıştıktan sonra oluşturdukları yeni önerge henüz kamuoyuna açıklanmadı. 2-3 gün içinde açıklanacak. Ancak Vatan Partisi Avrupa Temsilciliği önergeyi elde etmiş bulunmaktadır. Önergenin tam metnini ilk kez burada açıklıyoruz." şeklinde konuştu.

ÖNERGENİN TAM METNİ

Perinçek, önerge metnindeki maddeleri şöyle sıraladı:

1) Türkiye, arşiv belgeleri ile sabit olan, uluslar arası kuruluş ve parlamentolar tarafından da kabul edilen ‘Ermeni Soykırımı’nı tanımalıdır.

2) Almanya olarak, kendi sorumluluğumuzu kabul ediyoruz. Alman İmparatorluğu, siyasetçileri ve subayları Ermenilere yapılacak uygulamaları bildikleri halde önlemediler. Bu nedenle utanç duyuyoruz.

3) Amacımız, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesine hizmet etmektir. Karar, Almanya’daki Türkler ile Ermenilerin uyumuna hizmet

4) Yine amacımız, Almanya’daki genç kuşakların geçmiş acılardan ders almalarını sağlamaktır. Ermeni soykırımı, Almanya’da eğitim müfredatına girmelidir.

Doğu Perinçek, “Die Linke Partei (Sol Parti) de, aynı konuda bir önerge vererek, sözde Ermeni soykırımında Almanya’nın da sorumlu olduğunun vurgulanmasını istemektedir. Alman meclisi veya herhangi bir parlamento, herhangi bir eylemin soykırım suçunu oluşturduğuna karar veremez. (AİHM 2. Dairesi, 13 Aralık 2013 günü açıklanan karar ve AİHM Büyük Daire 15 Ekim 2015 günü açıklanan karar). Yine Avrupa Adalet Divanı, Avrupa Parlamentosu’nun 1987’de aldığı soykırım konusundaki kararı üzerine açılan davada, politik kurumların bu konuda karar alamayacaklarına hükmetmiştir.

YARGI YETKİSİNİ GASPEDEMEZSİNİZ

Bu yargı kararları karşısında, Alman meclisi (Bundestag), 1915 olayları sırasında soykırım suçu işlendiği konusunda karar veremez. Çünkü yetkisizdir. Alman Mahkemeleri dahil, Almanya’nın hiçbir yasama, yürütme ve yargı kurumu 1915 olayları konusunda soykırım yapıldığına karar veremez. Alman Meclisi, mahkeme değildir ve kendisini yetkili mahkemelerin yerine Alman meclisi yargı yetkisini gasp edemez. Buradan Alman Meclisi’ne ve milletvekillerine sesleniyoruz: Yetkili değilsiniz, yargı yetkisini gasp edemezsiniz." diye konuştu.

TÜRK-ALMAN DOSTLUĞUNA ZARAR VERMEYİN

Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek konuşmasını şöyle bitirdi: “Alman Meclisi’nin AİHM Kararını çiğneyerek ve yargı yetkisini gasp ederek 1915 olayları hakkında ‘soykırım’ nitelemesinde bulunması, hukukla açıklanamadığına göre, ancak kötü niyetle, Türk düşmanlığıyla açıklanabilir. Alman Meclisi’nden böyle bir yanlışa düşmeyeceğini bekliyoruz.

Almanya’daki Türk toplumu, 28 Mayıs 2016 Cumartesi günü saat 16.00’da Berlin’de yürüyüş ve miting başvuru yapmıştır. Memnuniyetle öğreniyoruz ki bu yürüyüş ve mitinge Türk toplumunun farklı görüşlerden en geniş kesimleri katılmaktadır. Uluslararası hukuka ve AİHM kararlarına aykırı olan önergenin Alman Meclisi’nde kabul görmeyeceği kanısındayız. Alman Meclisi’nin hukuka uygun bir tavır alması için dost elini uzatıyoruz.

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.