Günlük arşivler: 17 Aralık 2016

DUYURU : TÜRKİYE’NİN KANATSIZ MELEKLERİ GÜNEYDOĞU’DAKİ FAKİR ÇOCUKLARIMIZI GİYDİRİYOR /// SEN DE KATILABİLİRSİN !


DESTEK İÇİN WEB SİTESİ LİNKİ : http://www.insaninternational.org

BİZ KİMİZ ?

YOKSULA DESTEK

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ‘nun raporlarına göre, her yıl beş yaşın altındaki 6 milyon çocuk açlık sebebiyle yaşamını yitiriyor. Altı milyon = 6 milyon = 6.000.000. Sadece 10 yılda tüm Türkiye nüfusunun yok olduğunu düşünün…

Hayatta kalmayı şu an için başarmış olan aç çocukların durumu da en az bu kadar vahim. Yetersiz veya yanlış beslenme sebebiyle 2030’a kadar yaklaşık 500 milyon çocuk açlık nedeniyle oluşan kalıcı hasar riskiyle karşı karşıya. WHO, “İki yaşından sonra, bunun etkilerini geri çevirmek neredeyse imkansız” diyor.

Amacımız, 6 milyon masum “acıktım” haykırışına karşı çaresiz kalan anne ve babaların seslerini sizlere daha kolay duyurmak, hislerini daha net aktarmak. Çünkü onlarla aramızda hiçbir fark olmadığını çok iyi biliyoruz. Bugün bir çocuğa sponsor olarak sadece o çocuğa değil, en değerli varlıklarının gözleri önünde eriyip gitmesine seyirci kalma çaresizliğinde olan bir aileye de destek olabilirsiniz.

“Destek ol”a tıklayarak açlık sınırındaki çocukları ve onların hikayelerini inceleyebilir ve içlerinden seçeceğiniz birine sponsor olarak destek olmaya hemen şimdi başlayabilirsiniz.

EĞİTİM DESTEĞİ

Türkiye’de eğitim parasız, temel kitaplar devlet tarafından dağıtılmakta. Buna rağmen maddi imkansızlıklardan dolayı okula gidemeyen çocukların sayısı neden son derece yüksek?

Ekonomik sıkıntılar ve değer yargılarındaki sarsılmalar çocukları aile geçimine katkı için çalışmaya zorluyor. Çoğunluğu yasadışı olarak sağlıksız koşullarda çalışan çocuklar “mesai”lerini bir kenara bırakamadıkları için ücretsiz imkanlar da olsa okula gidemiyor.

Peki tarlada babası tarafından zorla çalıştırılan çocuğa eğitim desteği vermenin mantığı nedir? Ayrıca ülkede bu kadar işsiz varken, eğitim desteği vermek diplomalı işsizler ordusu yaratmak değil midir?

Bu soruları sormakta çok haklısınız. Ancak çocukları bu kapalı sisteme mahkum edenler bizleriz. Ülkemizin istihdam sorunu elbette salt eğitimle çözülemez ancak her bireye bir dünya vatandaşı olma hakkı tanımak ve kendi yolunu çizebilme şansı verebilmek mümkün.

En az bir yabancı dil konuşulan gelişmiş ülkeler sıralamasında Türkiye’ nin sonuncu olması sebebiyle, işsizler ordumuzun Türkiye dışında iş bulma şansı çok zayıf. Peki, tarlada çalışan çocuk neden çayını pamuğunu yurtdışına kendi ihraç edemesin ? Bu tür girişimler tam da cari açık sorunumuza temas etmez mi? Böylece “çocuğuma neden eğitim vereyim ki, sonu aynı nasıl olsa” diyen ebeveynler de bu konuyu bir daha düşünmezler mi?

Modern dünyayı takip eden gelişmiş bir gençliğin oluşması için “destek ol”a tıklayarak hem eğitimsizliğe ve potansiyel işsizliğe çare olabilir, hem de zorla çalıştırılan ve tüm dünyayı kendi küçük dünyaları gibi zanneden çocuklara sponsor olabilirsiniz.

HAYAT DESTEĞİ

Küçük ve çözümü mümkün olan bir sorun nedeniyle hayatın gerisinde kalmış ve bir fırsat bulamadığı takdirde de yaşamı boyunca geride kalmaya devam edecek çocuklar…

Fırsat verilse son derece yüksek potansiyelini gün yüzüne çıkaracak, düzeltilebilecek bir engel nedeniyle eve mahkum ve ailesine muhtaç durumdaki çocuklar…

“Hayat Desteği” sekmesi işte bu çocukların, yaşıtları ile eşit koşulları yakalayabilmek adına önlerine çıkan engelleri temizlemeyi amaçlıyor.

Topluma kazandırılmayı bekleyen ne kadar çocuk olduğunu bilmek ister misiniz? Unicef’in verilerine göre 150 milyon özürlü ya da iyileşebilir düzeyde hasta çocuk; bakım hizmetleri, meslek edinme faaliyetleri ve eğitim gibi onların toplumla etkileşimini artıracak ve istihdam edilebilecek olanaklardan yoksun.

Bir göz ameliyatı, bir işitme cihazı, bir protez ya da benzer bir “çare” ile tekrar hayata kazandıralabilecek binlerce çocuktan bahsediyoruz. Bir insana hayat verebilmeye gücünüz yetebilseydi vermez miydiniz? Vereceğiniz destek ile hayatındaki daha yaşanmamış yılları o çocuğa hediye etmekten bahsediyoruz. Bundan daha büyük hediye var mıdır? Bundan daha büyük mutluluk ne olabilir onun için? Ve tabi ki sizin için…

Destek ol’a tıklayarak hayata kazandırılmayı bekleyen çocukları ve onların hikayelerini tek tek inceleyebilirsiniz. İçlerinden seçeceğiniz birine sponsor olarak destek olmaya hemen şimdi başlayabilirsiniz.

BAKIM DESTEĞİ

Günlük metropol hayatının içindeyken farkında olmadan yaptığımız birçok gereksiz alışveriş, onları bir zaman sonra çöpe atarken hissettiğimiz buruklukla son bulurken, “buna boşu boşuna bu kadar para verdim” nidasına dönüşen minik şımarıklıklarımızın yekününü, bir çocuğun yaşama tutunma aracına dönüştürmek elimizde.

Bakıma muhtaçlara destek bölümü, destekleyen birileri olmadığı takdirde yaşama tutunması imkansız çocukları kapsamakta. Sağlık sorunları ya da engellilik nedeniyle sürekli muhtaç durumda olan ve diyalize girmezse, jeneratörü çalışmazsa yaşamı sonlanma tehlikesi altına girecek çocukların sürekli bakım masrafları bu sponsorluğun içeriğini oluşturmakta.

Engellilerin ciddi bir kısmı günlük yaşam aktivitelerini başkalarının yardımı olmaksızın yerine getiremeyen “ağır engelli” sınıfına girmekte ve yoksulluk ile engellilik arasındaki global ölçekte veriler iki olgu arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu gösteriyor. Bu ilişkinin çarpıcı noktası ise, engellilerin yoksullar içinde en yoksul oldukları gerçeği. Dünya Bankası’nın “dünyadaki en yoksul kişilerin beşte biri engellidir” verisi bu noktada söz konusu gerçeği doğrular nitelikte.

İnsan 3. kol saati ya da 10. çantası olmadan da yaşayabilir. Ama bazı çocuklar sağlık masrafları karşılanmadan yaşayamıyorlar. İlaç, bakım masrafları vb. zorunlu sağlık masrafları karşılanamayan binlerce bakıma muhtaç ve ağır özürlü çocuk varken, belki de bugüne kadarki en büyük bahanemiz bu çocuklarla direk temasta olabileceğimiz bir teknoloji eksikliğiydi.

Destek ol’a tıklayarak ciddi sağlık desteğine ihtiyacı olan çocukları ve onların hikayelerini tek tek inceleyebilirsiniz. İçlerinden seçeceğiniz birine sponsor olarak destek olmaya hemen şimdi başlayabilirsiniz.

KARİKATÜR : KÜSKÜNLER :))))))))


[status draft]

KARİKATÜR : DELİKANLI KÖPEK ÇOMAR :))))))


[status draft]

KARİKATÜR : KAZMA HİKMET :))))))))))))


[status draft]

KARİKATÜR : ÇAPKIN SEVGİLİ ALTUĞ :))))))


[status draft]

KARİKATÜR : BASKIN BASANINDIR :)))))))))


[status draft]

KARİKATÜR : SENARYO ÇALIŞMASI :)))))))


[status draft]

category mizah]

KARİKATÜR : UMURSAMAZ DOKTOR HULUSİ :))))))


[status draft]

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// Dış Politikada Dönemeç : AB mi ŞİÖ mü ? /// MEDYADAN ANALİZLER


ap-den-3-ulkeye-vize-muafiyeti-karari-1467894512.jpg?itok=w2uA8Bt-

Milliyet: Melih Aşık:AB’den ayrılık !

Avrupa Parlamentosu bugün Türkiye ile üyelik sürecini dondurma kararı alacak. AB üyesi tüm partiler bu konuda anlaşıyor. Karar bağlayıcı olmasa da etkileri büyük olacak ve Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırıp biraz daha Ortadoğu’ya itecek. Onur Öymen geçen yıllar içinde AB’nin hatalarını anlatıyor… “Türkiye’den başka bu kadar uzun süre bekleme odasında tutulan ülke yok. Terörizmle mücadele dahil hiçbir milli meselemizde AB’yi yanımızda göremedik. Ergenekon davasında AB komplocuların yanında yer aldı. Basın özgürlüğündeki tutumları da seçici oldu. Bugün gösterdikleri tepkileri İlhan Selçuk, Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan tutuklandığında göstermediler.” Peki ya Türkiye’nin kabahatleri? Devamı …

Star: Mehmet Metiner: Durmak yok, AB’ye rağmen demokrasi yolunda yürümeye devam!

Avrupa’nın ekseni şayet demokrasi üzerine oturuyorsa söylemek bile gereksiz: Avrupa’nın ekseni kaymış. Avrupa Birliği demokrasiyi odağa alan bir birlik olmadığını giderek göstermeye başladı. Avrupa’nın benmerkezciliği sır değil. Avrupa’nın, o kendinden olmayana üstten bakan kibirli tavrı aslında esas aldığı anlayıştan kaynaklanıyor. Avrupa merkezci anlayış, özü itibariyle demokratik değil. Çünkü Avrupacı yaklaşım, kendini üstün olarak odağa alan bir yaklaşım. Bakmayın siz farklılıklar ve çoğulculuklar üzerinden ahkâm kestiklerine… Gerçekte Avrupacı bakış açısı; kendinden farklı olanı, kendisinin eşiti olarak gören bir anlayış eksenine oturmuyor. Farklılıkları kendi potasında eritmeyi amaçlayan, çok rafine ve totaliter bir bakış açısının “demokrasi”yle sarmalanmış, maskeci bir Avrupa gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Devamı …

Yeni Şafak: Merve Şebnem Oruç: AB çökerken Türkiye ile ilgili oturum yapmak…

1959’da Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) üyelik başvurusu yapması ve bu başvurunun 1963’te kabulüyle başlayan Türkiye-AB ilişkileri bugün yeni bir kırılmanın eşiğinde. 1980 darbesiyle dondurulan AET-Türkiye ilişkileri 1983’te çok partili seçimlerin yapılması sonrası yeniden başlamıştı. İlginçtir, ilişkilerin bugün bir kez daha donma noktasına gelmesinde, Avrupa’nın 15 Temmuz başarısız darbe girişimine karşı takındığı tutumun rolü büyük. 1987’de AB’ye resmen tam üyelik başvurusunda bulunan, 1996’da Gümrük Birliği’ne giren ve 2005 yılında AB’ye tam üyelik müzakerelerine başlayan Türkiye, AB’nin süreci yavaşlatma ve gerekli fasılları açmama yönündeki tavrından uzun süredir rahatsız ve bunu her fırsatta dile getiriyor. Devamı …

Habertürk: Murat Bardakçı: İzzet-i nefsimiz varsa bu Avrupa hayalinden vazgeçmemiz şarttır!

Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği’ne üye olabilmek için seneler önce yaptığımız başvuruyu dün belki bilmemkaçyüzüncü defa yeniden tartışacaktı… Tartışmanın sebebi mâlûm, Türkiye’nin üyelik görüşmeleri askıya alınsın mı, alınmasın mı! Bu yazıyı yazdığım sırada tartışmalar henüz başlamamıştı. Alınacak tavsiye kararı doğrultusundaki oylama ise yarın yapılacak, netice Avrupa’nın daha yüksek makamlarına gidecek ve asıl karar, yani Avrupalı olmaya lâyık görülüp görülmediğimiz o zaman belli olacak… Sizleri bilmem ama ben tâââ çocukluğumdan buyana ciklet gibi uzayan bu konudan hayli sıkıldım… “Avrupalı olacağız, bizi aralarına almaya mecburlar, başka çareleri yok” diye kendi kendimize gelin güvey oluyoruz; onlardan “Dur bakalım acele etme! Bize uygun hâle geldin mi, istediğimiz gibi iyice yontuldun mu? Devamı …

Cumhuriyet: Aslı Aydıntaşbaş: Avrupa, Avrupa duy sesimizi!

Siz bu yazıyı okuduğunuz saatlerde, Avrupa Parlamentosu Türkiye’yle müzakere sürecini askıya almaya hazırlanıyor olacak. Karar, 11 yıl önce Brüksel’de nefes nefese pazarlıklarla Avrupa Birliği’ne tam üye olmak için müzakerelerin başlangıcını daha dün gibi hatırlayan biz gazeteciler için, son derece üzücü. Kaçınılmaz, anlaşılabilir, ama üzücü. Sadece gazeteciler değil; Abdullah Gül gibi, Deniz Baykal gibi hatta Mesut Yılmaz, Ali Babacan, Emma Bonino ya da Daniel Cohn-Bendit gibi o dönem Türkiye’yi Avrupa’nın eşiğine getirip müzakerelerin başlamasına elbirliğiyle katkı sunan onlarca siyasetçi, diplomat, işadamı, bugün muhtemelen kahrolmuştur. Tırnaklarımızla kazıyarak geldiğimiz yer, bir meçhul uğruna, bir inat uğruna, şahsi bir hesap uğruna feda edildi. Bitti. Hatırlıyorum da, tam 11 yıl önce aynı parlamentoda milletvekilleri ellerinde her dilde “Evet!” yazan pankartlarla, “Evet!”, “Oui!”, “Si!”, “Ja!” diye haykırarak Türkiye’ye kollarını açmışlardı. Bugünse, kapıları kapadılar. Devamı …

Gazete Duvar: Fehim Taştekin: Asya’nın NATO’sunda Türk’ün yeri

Keşke küresel güç dengesinde Türkiye’nin yerini, nostaljik ve fırsatçı savrulmalar olmadan değerlendirebilseydik. BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinin veto tekelini sorgulamak mesela. Buna kim itiraz edebilir? Ya da AB’nin ikiyüzlülüğünü yüzüne vurmak. Buna da eyvallah. Veyahut Türkiye’nin sadece bir bloğa mahkum olmadığını göstermek. Alternatif çıkışı olan bir ülkeye kim ‘Hayır’ diyebilir. Mesele, güçler dengesinde özgün ve bağımsız bir pozisyon alınmasıysa sorun değil. Ama durum başka. Mesele, dış politikanın şahsileştirilmesi ve bir kişinin istikbali için sürüklenmeye açık hale getirilmesidir. Kısa sürede Türkiye’nin NATO ve AB kurumlarındaki yeri tartışılır hale geldi. Şimdi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin AB’ye mahkûm olmadığı ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİO) girebileceği tezini işliyor. Devamı …

(Süreç Analiz, 24 Kasım 2016, Türkiye Gündemi)

MİT DOSYASI : Almanya’da MİT iddiasıyla gözaltı


Almanya Hamburg’ta MİT adına faaliyetler yürüttüğü ileri sürülen 31 yaşındaki M. S. adlı Türk vatandaşının gözaltına alındığı iddia edildi…

Almanya Hamburg’ta MİT adına faaliyetler yürüttüğü ileri sürülen 31 yaşındaki M. S. adlı Türk vatandaşının gözaltına alındığı iddia edildi.

Avrupa Postası’nın haberine göre MİT elemanın açığa çıktığı belirtilirken, 31 yaşında olduğu aktarılan M. S. isimli Türk vatandaşının, MİT adına Hamburg ve başka bölgelerde Kürtler hakkında bilgi topladığı ileri sürüldü. Ayrıca M.S. isimli Türk’ün, ‘Erdoğan’a ve MİT’e iletmekten’ gözaltına alındığı iddia ediliyor.

Federal Kriminal Dairesi tarafından yapılan açıklamada Perşembe günü (dün) evi basılarak gözaltına alındığı belirtilen zanlının, "istihbarat faaliyetinde bulunmak şüphesiyle" sorgulanmak üzere Karlsruhe şehrine götürüldüğü aktarıldı.

Odatv.com

FETÖ ÖRGÜTÜ DOSYASI : FETÖ, istihbarat dairelerinde kura çekimini ‘imam’lara yaptırıyordu, hile ilk kez 1991’de fark edildi


Sözcü Gazetesi Ankara Temsilcisi Saygı Öztürk, 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin yazı dizisinin ilk bölümünde cemaatin MİT içindeki yapılanma iddialarını kaleme aldı. "Hile dönemi komiser yardımcıları kurasıyla başladı" iddiasını ileri süren Öztürk, "Bazı kişilerin nereye atanacağı önceden belliydi. İstihbarat Dairesi ile Personel Dairesi en gözde yerlerdi. Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Ümit Erdal’a gelen ihbarda da ‘Işık Evleri’nde eğitilmiş komiser muavinlerinin önemli görevlere getirilmesi için isimlerinin farklı torbaya konulduğu bildirilmişti. O torbaların başında ise oğluna Sait, kızına Nur adını veren, yani Nurcuların lideri Saidi Nursi’yi çağrıştıran ‘İmam’ diye bilinen Emniyet mensubu bulunuyordu" diye yazdı.

Saygı Öztürk’ün "FETÖ istihbaratı nasıl ele geçirdi?" başlığıyla yayımlanan (16 Aralık 2016) yazısı şöyle:

Yıl: 1991… Polis Akademisi’nden yeni mezun olan komiser yardımcılarının görev yerleri kurayla belli oluyor… İlk hile de işte burada yapılmak isteniyor… Ancak FETÖ’nün oyunu Emniyet Müdürü’nün gece yarısı yaptığı baskınla bozuluyor. İşte yaşananlar ve sonrası:

Fetullah Gülen cephesinde bunlar olurken, komiser muavini olarak atanacak Polis Akademisi mezunlarının kura çekiminde ise ilginç bir olay yaşanıyordu. Ünal Erkan’ın valilikten 1991 yılının Temmuz ayında Emniyet Genel Müdürlüğü koltuğuna oturması memnuniyet yaratmıştı. Emniyet içinde “Teşkilatımız elden gidiyor. Cemaatle bağlantılı gençler, özel sınıflara dolduruluyor, altı aylık eğitimden sonra komiser muavini olarak göreve başlatılıyor” yakınmaları yükseliyordu.

FETÖ’cü hainler 15 Temmuz gecesi devleti ve milleti hedef aldı. Onlara en büyük dersi demokrasiye sahip çıkan millet verdi…

Müdür haberdar olunca

Emniyet’teki yapılanmanın bu boyutlara ulaşması hayli yadırganıyordu. Artık işi o kadar ileriye götürmüşlerdi ki, Polis Akademisi’ni bitirenlerin mezuniyet töreninin ardından komiser muavinlerinin “kura çekip” görev yerleri belirleneceği zaman müthiş bir hileye de başvuruluyordu.

Kura çekimi saat 24.00 civarında yapılıyordu. Emniyet Genel Müdürü Ünal Erkan, kura çekiminde “bir şeyler döndüğü”nden haberdar oldu. Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Ümit Erdal’la birlikte sivil plakalı otomobille Polis Akademisi’ne gitti. Nizamiye nöbetçisi polis, sivil plakalı araçla Akademi’ye girmek isteyenleri durdurdu.

Şoför, “Sayın genel müdürümüz ve genel müdür yardımcımız” dediğinde polis onları tanımıştı. Hemen toparlandı. “Buyurun sayın genel müdürüm” dedi. Onlar hızla geçerken, giriş katının üstünde kura çekimi devam ediyordu.

Çekilişi de ‘imam’ yapıyor

Bazı kişilerin nereye atanacağı önceden belliydi. İstihbarat Dairesi ile Personel Dairesi en gözde yerlerdi. Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Ümit Erdal’a gelen ihbarda da “Işık Evleri”nde eğitilmiş komiser muavinlerinin önemli görevlere getirilmesi için isimlerinin farklı torbaya konulduğu bildirilmişti. O torbaların başında ise oğluna Sait, kızına Nur adını veren, yani Nurcuların lideri Saidi Nursi’yi çağrıştıran “İmam” diye bilinen Emniyet mensubu bulunuyordu.

Yaşanan olayı, Ünal Erkan’dan dinledim. Erkan, çekilen kuraları niçin iptal ettiğini şu sözlerle anlattı:

Genç mezunlar şaşkın

“O saatte ben ve yardımcım Akademi’ye gittik. Öğrenciler, sanki tek bir torbada atanacakları yerler varmış gibi kura çekildiğini sanıyordu. Ancak, öyle değildi. Masanın üzerinde bir torba var, masanın altında da başka kura torbaları var. Bazı komiser muavinlerinin atandığı yerler, masanın üstünde herkesin gördüğü torbadan değil, masanın altında bulunan torbadan çekiliyordu. Komiser muavini, kura için geldiğinde listeden isimleri kontrol ediliyor, masanın altındaki torbalardan birisinden çıkarılan kâğıtla onların nereye atandığı söyleniyordu.”

Böylece, masanın altındaki torbalarda isimleri bulunan öğrencilerin Emniyet Genel Müdürlüğü’nün istedikleri birimlerine, istedikleri illere atanmaları sağlanıyordu.

Kadrolar tasfiye edildi

Baskına uğrayan görevliler şaşırmıştı. Ümit Erdal ve bazı görevliler masanın altındaki torbaları çıkarttı. Tutanak tutulmaya başlandı ve müfettişlerin olaya el koymaları için talimat verildi. Ünal Erkan, Emniyet’te böyle bir olay yaşandığı için üzülmüştü. Emniyet teşkilatına komiser muavini olarak atanacak gençler de masa altındaki torbaları gördüğünde şaşırmıştı. Şimdi ne olacağını merak ediyorlardı. Ünal Erkan oradan ayrılırken “Çekilen kuralar iptal edilmiştir. Yeni kuranız bir iki gün içinde yapılacaktır” dedi.

Büyük bir sessizlik oldu. Gece yarısı oyun bozulmuştu. Soruşturmalar başlıyor, bu arada illerde bazı kadrolar değiştiriliyordu. Polis Akademisi’ndeki olaydan önce İstihbarat Dairesi hareketliydi. İstihbarat biriminde daha çok ülkücü olarak tanınan emniyet mensupları bulunuyordu. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şube Müdürü Kemal Yazıcıoğlu, ülkücü grubun önde gelen isimlerden birisiydi. Görevden alınıp yerine Ömer Tüzel atanırken, Yazıcıoğlu’nun kadrosu da tasfiye ediliyordu.

İşte yeni görev yerleri

Asayiş Şube Müdürlüğü’nde görevli komiser Adil Serdar Saçan da bu değişiklik kapsamında Muş’a atanıyordu. Kısa bir süre sonra, Yazıcıoğlu, İstihbarat Dairesi’ndeki bazı arkadaşları aracılığıyla Adil Serdar Saçan’ı İstihbarat Dairesi Başkanlığı Haber Alma Şubesi’ne tayin ettirmişti. Mustafa Gülcü ise aynı şubede emniyet amiri olarak görev yapıyor, Faruk Ünsal, Ramazan Akyürek de aynı dairede bulunuyordu. Ankara İstihbarat Şubesi’nde Arif Akkale, İzmir’de Celal Uzunkaya görev yapıyordu.

İhbar mektubu geldi

Emniyet’te ilginç ve o güne kadar uygulanmamış bir yönteme başvuruluyor, bazı makamlara ihbar mektupları gönderiliyordu. FETÖ’cü olarak bilinenler, kendilerini “ülkücü” diye gizliyor, kendilerinden olmayanları bu daireden uzaklaştırmak için “irticacı- Fetullahçı” yaftaları takıyorlardı. Hazırlanan listelerde Fetullahçılar değil, diğer görüşte olanların adı yer alıyordu.

Nurcuların liderlerinden Yeni Asya gazetesi sahibi Mehmet Kutlular, Saidi Nursi için Ankara Kocatepe Camii’nde mevlit okutuyordu. Türkiye’nin dört bir yanından Nurcular Ankara’da toplanıyor ve mevlit, gösteriye dönüşüyordu. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’ndan bir gün önce Kocatepe’deki bu mevlit, Cumhuriyet’e karşı bir meydan okuma biçiminde yorumlanıyordu.

İstihbarat dairesinde ilk çatlak nasıl ortaya çıktı

Haber Alma Şubesi’nde görevli Komiser Adil Serdar Saçan, 28 Şubat 1989’da Saidi Nursi için okunacak mevlit için Kocatepe Camii’nde görevliydi. “İzleme Raporu”nu, başkomiseri Ramazan Akyürek’e verdi. Ancak, o rapor işleme konulmadı. Bunun üzerine Saçan, raporu bu kez şube müdürü Mustafa Gülcü’ye verdi. İstihbarat dairesinde ilk çatlak ortaya çıkmıştı. İpler kopmaya, saflar ayrışmaya başlamıştı.

Daireleri ele geçirme taktiği

İstihbarat Dairesi’nin genç elemanları Mustafa Gülcü, Ramazan Akyürek, Faruk Ünsal, Arif Akkale, Celal Uzunkaya, ve Adil Serdar Saçan, “irticacı oldukları” iddiasıyla görevden alındılar.

Ramazan Akyürek görevden alındıktan kısa süre sonra İstihbarat Dairesi’nde etkili olan bir Emniyet mensubunun kefil olmasıyla bir ile istihbarat grup amiri olarak gönderildi. Fetullahçı grubun oyununa geldiğini ilk fark edenler Gülcü ve Saçan olmuştu. Kendilerini “Fetullahçı” diye ihbar edenler, Fetullahçılardı! Onlar görevden uzaklaştırıldıklarında yerlerine de aynı görüşte olanlar atanmıştı. Daireleri ele geçirme taktiği tutmuştu…

Bir dönem aynı dairede görevli olanların her birinin başına ilginç olaylar geldi. Mustafa Gülcü, telefon konuşmalarından dolayı hakkında açılan soruşturmadan sonra görevden alındı. “Ergenekon Soruşturması” kapsamında Adil Serdar Saçan 16 ay tutuklu kaldı. Saçan Ergenekon davasında 14 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Faruk Ünsal, Sakarya Emniyet Müdürlüğü döneminde bazı kişileri koruduğu iddiasıyla tutuklandı ve yargılaması devam ediyor. Celal Uzunkaya da bir kişiyle yaptığı telefon konuşması gerekçe gösterilip Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı’ndan alındı ve uzun süre kızakta tutulduktan sonra aktif göreve verildi. Arif Akkale de en verimli döneminde merkeze çekildi.

2000/124 dosya numaralı sanık: Fetullah Gülen

Ankara Adliyesi’ndeki 2000/124 sayılı dosyanın üzerinde “Fetulah Gülen” yazıyor. O dosyada Feto “Laik devlet yapısını değiştirmek amacıyla yasa dışı örgüt kurarak faaliyetlerde bulunmak” iddiasıyla suçlanıyordu. Bu dosya yalnızca Feto’nun yargılanmasını sağlayan dosya değildi…

Aynı zamanda, 1958 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı vaizlik kadrosunu almasıyla başlayan ve yakın döneme kadar yalnızca Türkiye’de değil birçok ülkede okulları, dershaneleri, yurtları, TV’leri, gazeteleri, vakıfları, dernekleri, bazı kamu kurumlarında kendisine gönül veren binlerce kişiyi kontrol eden Feto’nun gücünün yargılanmasını içeriyordu. Binlerce sayfa doküman, tanık sözleri, devlet belgeleri, müfettiş raporları bu dosyada yer aldı. Mahkeme, Gülen hakkında cezanın beş yıl ertelenmesi kararı verdi, yani kesin hükme bağlanması ertelendi.

Savcı: Ceza almalı

Ama daha sonra DGM’nin bu kararına karşılık Feto’nun avukatları “beraatine hükmedilmesi” istemiyle Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvuruda bulundu. Mahkeme “beraat” kararı verdi. Cumhuriyet Savcısı Salim Demirci bu kararı temyiz etti. Yargıtay, Feto hakkında nihai kararını verdi. Bu kararın özeti şöyleydi: “DGM hükmün ertelenmesi kararı vermemeliydi. Yani cezalandırmalıydı. 11. Ağır Ceza Mahkemesi beraat kararı veremez. Bu yasaya aykırıdır. Gülen, laik devleti yıkıp şeriat hükümlerine dayalı bir sistem kurmak amacıyla örgüt kurmaktan ceza almalı.” Ama dava zamanaşımına uğradı. Yani Gülen, ceza alması gerektiği dönemde hüküm ertelemesiyle, sonra da zamanaşımıyla cezalandırılmaktan kurtuldu. Bundan sonraki süreçte, Yargıtay Gülen’in beraat kararını onayladı.

Artık herkes biliyor

Feto’nun “sağlık için” gittiği” belirtilse de yıllarca ABD’de kalmasına neden olan dava sürecine bakalım. Uzmanların ortaya koyduğu tez, “FETÖ, devleti ele geçirmek için ülkeyi bir ağ gibi saran tehlikeli bir örgütlenmedir” biçiminde.

O gün hükme bağlanamayan Gülen ve örgütünün bugün ülkenin tüm damarlarında hâkim, etkin ve var olduğunu hemen herkes kabul ediyor.

GÜNDEM ANALİZİ /// MÜYESSER YILDIZ : Madem seferberlik dediniz…


Madem ki, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” noktasına gelinmiştir; O halde devletin de nutuk çekmeyi, bağırıp çağırmayı bırakıp, bu terör başlarına karşı yapması gerekenler vardır.

Erdoğan dün muhtarlara hitabında öyle bir Türkiye tablosu çizdi ki, “ölmüşüz de haberimiz yok” dense yeridir.

14 yıldır bu uyarıları yapıp, testi kırılmadan yol gösterenlerin bilumum iktidar mensupları ve destekçileri tarafından, “paranoyaklık, statükoculuk, içe kapanmacılıkla” suçlanmasını geçip, Erdoğan’ın o önemli sözlerini özetleyelim:

“Bazıları sanıyor ki, tüm bu saldırıların hedefi bizim şahsımız, hükümetimiz, partimizdir. Kesinlikle öyle değil. Ortada daha büyük bir oyun var. Saldırıya uğrayan bizim şahsımızda somutlaştırdıkları büyük Türkiye, yeni Türkiye, özgür ve müreffeh Türkiye mücadelesidir. Buna saldırıyorlar.”

Her olayda, “Saldırıların hedefinin Erdoğan ve AKP” olduğunu “sanan bazıları” bizatihi kendi kalemşörleri oldu. Biz her daim, “Hedef Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Milleti’dir” dedik.

Halen “Türk Milleti” demekten kaçınan Erdoğan, “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet”e sahip çıkılmaz ve bunlardan taviz verilirse başımıza gelecekleri de şöyle anlattı:

“Başımıza neler geleceğini görmek için, şöyle bir kafamızı kaldırıp çevremize bakmamız yeterlidir. Ülkemizi viraneye çevirmek isteyenlere izin vermeyeceğiz. Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, daha pek çok yerde bunu yaptılar, ama bize yapamayacaklar. Yıkıntıların arasında kucağımızda çocuklarımızın, sevdiklerimizin cansız bedenleriyle çaresizce ağlamamızı bekleyenlere o günleri göstermeyeceğiz, bu böyle bilinsin. Ülkemizi terk etmek zorunda kalıp, Akdeniz’in karanlık sularında boğulmayacağız. Avrupa’da veya başka bir yerde, kapıları yüzümüze kapanan, sınır boylarında insanlık dışı muamelelere maruz kalan bir topluluk hâline asla gelmeyeceğiz.”

Suriye, Irak, Libya’nın bu hâle gelmesinin sebebi ne? BOP değil mi? Peki BOP’un Eş Başkanı kim?..

Ya ABD’nin Irak işgaline destek veren, buradaki Amerikan askerleri için “Cesur, genç erkek ve kadınların en az kayıpla eve dönmeleri için size umutlu dua ediyorum” diyen;

Libya için, “NATO uçaklarının burada işi ne?” dedikten bir gün sonra üstelik Sarkozy’nin “Haçlı seferi” itirafına rağmen operasyona destek veren;

Veya Suriye’nin bu hale gelmesine yol açan emperyalist planları gözü kapalı destekleyenler kimlerdi?

Bunları da geçelim.

14 yıldır bir yandan “İki ayyaş… Lozan hezimet… Dersim aydınlatılmayı bekleyen bir facia… Bir gecede dilimizi unutturdular” denilerek “eski defterler karıştırılıp”, öte yandan “güçlenip, bütünleştiğimiz” anlatılırken, Erdoğan dün birden bire “yeni bir ahitleşme, yeni bir mefkûre birliğinin oluşturulmasını” gündeme getirip, şunları söyledi:

“Gün, çekişme günü, çatışma günü, husumet günü, eski defterleri karıştırma günü değildir. Eğer birliğimizi, beraberliğimizi güçlendirmez, bu saldırıların karşısına çelik gibi bir iradeyle, tam bir kararlılıkla durmazsak, hiçbirimiz yarınlarımıza güvenle bakamayız. Hepimiz aynı gemide olduğumuza göre, bu gemiye yönelik her saldırı hepimize yapılmış bir saldırıdır. Buna karşı gereken mücadeleyi vermek de hepimizin görevidir.”

Nihayetinde, “PKK, DEAŞ, FETÖ, DHKP-C” başta olmak üzere tüm terör örgütlerine karşı “milli seferberlik” çağrısında bulundu. Vatandaşlara, muhtarlara, güvenlik güçlerine bunlarla mücadele görevi verip, “Eğer bu şekilde hareket etmezsek, milletimiz ‘ya devlet başa, ya kuzgun leşe’ demeye başlar ki, asıl tehlikeyi o zaman yaşarız… Bundan sonrası önümüzdeki bu gerçekler ışığında yeni Kurtuluş Savaşımızı, hatta yeni Çanakkale Savaşımızı verme ve zafere ulaştırma dönemidir” dedi.

Millet bu terör örgütlerine karşı her daim zaten seferberdi, halen de seferber. Cansa can, paraysa para, destekse destek; Verdi, veriyor, verecek… Lâkin 2005’ten 1 yıl öncesine kadar acaba kapısını çalacak kimseyi niye bulamadı? Niye susmak, bağrına taş basmak zorunda kaldı, hatta şehit cenazelerine katılmaktan korkar oldu? Vatandaşlarla, şehit cenazeleri arasına bariyerler çektirilmedi mi? Daha önceki gün Ankara’daki şehit cenazesinde şehit ailesinin önüne bile bariyer konması neyin nesiydi?

DOĞRU TEDAVİ İÇİN DEVLET DE SEFERBER OLMALI

Diyeceğim; Bu çağrı doğrudur, ama doğru tedavi için eksiktir, yetersizdir!..

Öncelikle bu “hasta tablo”nun teşhisinin doğru konması gerekir ki, doğru tedavi bulunabilsin.

Bu tablonun müsebbipleri, yani “düşmanımız kim”i uzun uzun anlatmaya gerek yok. Bugün iktidar medyasında yer alan üç haberi sıralasak yeter.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, İstanbul Beşiktaş’taki katliamı yapan teröristlerden birinin Suriye’den, “PYD kamplarından” geldiğini açıklamış.

İkinci haber; Son 1 aydır PKK’ya 13 kez silah sevkiyatı yapanlar, dün de 7 hava aracıyla Kobani’nin kuzeyine tanksavarlar, otomatik silahlar ve mühimmat indirmiş. Bunlar da saniye saniye görüntülenmiş.

Son haber; Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen “Avrupa Birliği, Türkiye, Ortadoğu ve Kürtler” konulu 13. Kürt Konferansı’nın sonuç bildirisi Beşiktaş saldırısının düzenlendiği gün açıklanmış. AP’nin en büyük gruplarından Yeşiller ile Sosyal Demokratların himayesinde düzenlenen ve AP milletvekillerinin de imzaladığı bildiride, “Kürtlerin öz yönetim hakkının tanınması, PKK’nın terör örgütleri listesinden çıkartılıp, Kürt sorununda taraf olarak kabul edilmesi, Öcalan ve HDP’lilerin de olduğu tüm siyasi tutukluların serbest bırakılması” istenmiş.

Peki PYD kamplarını kuran, bu teröristleri eğiten, “kara gücü” ilân eden ve böylesine silahlandıran kim; “Dostumuz ve müttefikimiz” ABD.

Ve dahi Türkiye düşmanı bilumum terör örgütlerine böyle yardım yataklık eden; Yıllardır “medeniyet projemiz” deyip, kapılarında süründüğümüz AB değil mi?

Madem ki, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” noktasına gelinmiştir; O halde devletin de nutuk çekmeyi, bağırıp çağırmayı bırakıp, bu terör başlarına karşı yapması gerekenler vardır.

İşte ben de devletten acilen şu “seferberlik görevlerini” bekliyorum:

1- Nasıl bir gecede tek bir kararname ile TSK dağıtıldı, bir kararnameyle de “şer ve darbe üssü” İncirlik kapatılsın…

2- Karadeniz’de Montrö’nün gereği yapılsın, ABD’nin anlaşmayı ihlâl etmesine kesinlikle izin verilmesin…

3- Ege’de NATO gemilerinin fink atmasını sağlayan anlaşma iptal edilsin…

4- ABD’den icazet beklenmeden Irak’ın kuzeyindeki PKK kamplarına her türlü operasyon düzenlensin…

5- “KAK Mesut”a, “Artık yeter. PKK’ya gücün yetmiyorsa da bari Kandil’in ikmal yollarını kapat” denilsin…

6- AB ile Gümrük Birliği anlaşması askıya alınsın… Yeni fasıl açılması için AB kapılarını çalmaktan vazgeçilsin…

7- Ocak’ta yeniden başlayacak olan müzakereler öncesi, Türkiye’nin Kıbrıs’taki garantörlük hakkından vazgeçmesi ve Türk askerinin Ada’dan çekilmesi tezlerinde ısrar edildiği takdirde görüşmelere katılmayacağımız, “Kıbrıs sorununa emperyalist çözüm” baskılarında daha ileriye gidilirse, KKTC’nin tanınması için çalışmalara başlanacağı, gerekirse de KKTC’nin Türkiye ile birleşmesi yoluna gidileceği açıklansın…

8- Böyle kritik bir süreçte Milleti iyice kamplaştırarak, başımızdaki gerçek belaları görmekten ve konuşmaktan alıkoyup, milli seferberliğe de büyük sekte vuracak olan başkanlık meselesi, ülke bu büyük badireden çıkana kadar askıya alınsın…

Müyesser Yıldız

Odatv.com

RUSYA DOSYASI : Suriye Krizi Sonucu Türkiye Rusya İlişkileri


Darbe sonrası halk oylamasıyla devlet başkanı seçilen Hafız Esed ülkeyi otoriter bir rejimle yönetmiştir. Hafız Esed’den sonra Beşşar Esed de baskıcı tutum sergilemiş ve bu zaten baskılardan, yasaklardan yılan halkın ayaklanmasına, Suriye’de geri dönüşümü olmayan sonuçların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve kısa zamanda Arap dünyasına yayılan halk hareketlerinden Mart 2011’de Suriye de payını almaya başlamıştır. Adına Arap Baharı denen bu halk hareketleri Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de hükümet değişikliğine neden olmuştur. Arap Baharı ile ortaya çıkan ayaklanmalar sonucu halk demokratik taleplerde bulunmuş, Esed ise bunlara baskıcı tutumlarıyla karşılık vermiştir. Sonuçta rejim yanlıları ile rejim karşıtları arasında kanlı çatışmalar başlamıştır. Bu durumdan en fazla etkilenen ülkelerden biri de şüphesiz Türkiye’dir. Bu noktada Türkiye, Suriye krizi ile birlikte vizyonunu ve misyonunu gösterebilme şansı bulmuştur. Ancak Türkiye’nin “Ortadoğu’da oyun kurucu ülke” politikası krizin başladığı 4 yıl boyunca Suriye’de karşılığını bulamamıştır. Bugün gelinen noktada ise Türkiye’nin Suriye’de çözüm olabilmesinin ve bu çözümde rol alabilmesinin yolunun Rusya’dan geçtiğini fark etmesi ve Rusya ile işbirliğine doğru ilerlemesi bu süreçte ona bir şeyler kazandırabilecek gibi görünmektedir. Rusya açısından düşünecek olursak Rusya’nın ta Çarlık Rusya döneminden beri Akdeniz’e inme düşünmesi ona Hafız Esed döneminde Suriye’de Laskiye yakınlarında askeri üs kurma imkanı sağlamıştır. Bugün ise Laskiye’de bir askeri üs inşaası bulunmaktadır. Yani Rusya’nın bölgeden çıkmayacağı kesindir. Bunu da her fırsatta gerek BM’ye gerek NATO’ya bölgede bulunan Rus askerleriyle, bölgeye gönderdiği S-300’ler, S-400’ler ile göstermektedir.

Suriye’deki Savaşın Doğuşu

1946’da bağımsızlığını kazanan Suriye arka arkaya askeri darbelere maruz kalmış ve istikrarsızlık içinde yaşamıştır. 1963’te yapılan darbe ile Baas Partisi iktidara gelmiştir. Diğer tüm muhalefeti gerisinde bırakarak 1971’de Hafız Esed devlet başkanı olmuştur. Esed demokratik görünümlü otoriter bir rejim yaratmış ve ülkede istikrarı sağlamıştır. 1973 Anayasasıyla ülkedeki bütün kurumlarda mutlak hâkimiyet sağlamıştır. Suriye’deki Nusayriler bir dini cemaat ve sosyal ayrımcılığa maruz kalmış bir mezhep olma konumundan çıkarak Suriye siyaseti ve ekonomisinde etkin bir konum kazanmıştır. Esed ülkenin stratejik konumlarına kendi ailesinden ve mezhebinden insanları yerleştirmiştir. Kolektif liderlik prensibini benimseyen Esed, kendisini merkeze alarak siyasi yapıyı şekillendirmiştir. Hafız Esed iç politikada etnik ve mezhepsel farklılıklar üzerinden bir denge kurup azınlık yönetimi teşkil ederken dış politikada çıkar algılaması çerçevesinde politikalar üretmiştir. Arap milliyetçiliği ve İsrail karşıtlığı dış politikanın öncelikli konuları haline gelirken çift kutuplu dünyada denge politikası güdülmüştür. [1] Beşar Esed babasının ölümü üzerine Temmuz 2000’de düzenlenen bir referandumla devlet başkanı olmuştur. Bu referandum yapılmadan önce Suriye Anayasası’nda devlet başkanının yaşı ile ilgili olan maddesi değiştirilmiş, devlet başkanı olma yaşı 40’tan 34’e indirilmiştir ve bu yaş sınırı da Beşar Esed’e uymaktadır. Böylece monarşilerde bulunan yönetimin babadan oğula geçmesi özelliği Suriye’de uygulanmış ve Suriye “başkanlık monarşisi” özelliği kazanmıştır. Yeni yönetimle ortaya çıkan reform umutları menfaat gruplarının direnci sonucunda birkaç yıl içinde yok olmuştur. Çok partili sisteme geçme gibi adımlar atılamamıştır. Çok sayıda sivil toplum kuruluşu, televizyon kanalı, radyo istasyonu ve internet sayfası yasaklanmış veya kapatılmıştır. Beşar Esed, 27 Mayıs 2007’de düzenlenen referandumla ikinci kez devlet başkanı seçilmiştir. Suriye’de ekonomik ve siyasi sistem hızla gelişen ve değişen toplum karşısında hantallaşmış, ihtiyaçlara ve taleplere karşılık veremez hale gelmiştir.

2010 yılında Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da ortaya çıkan halk ayaklanmaları Suriye yönetimini endişelendirse de ilk tepkileri bu ayaklanmaları önemsememek ve kendilerine güvenmek olmuştur. Beşar Esed, uluslararasındaki duruşunun halkı tarafından desteklendiğini, ülkenin yaşadığı ekonomik ve siyasi zorluklara halkının dayanabileceğini, ayaklanmayacaklarını savunmuştur. Ancak çok geçmeden ilk ayaklanma patlak vermiştir. Bu ayaklanma 17 Mart 2011 Dera kentinde ortaya çıkmıştır. En önemli nedeni de bütün ülkeyi etkileyen kuraklık ve yolsuzlukla beraber büyük bir işsizlik sorununun ortaya çıkmasıdır. Bu ayaklanma diğer kentlere de sıçramış, rejim baskıyla sorunu çözmeye çalışırken olaylar iç savaşa dönüşmüştür. Ancak halkın yaptığı bu ayaklanmalar rejim tarafından ciddiye alınmamış, bu ayaklanmaların arkasında dış güçlerin ya da aşırı kökten dincilerin olduğunu düşünmüştür. Sorunu tüm ülke genelinde olarak değil yerel bir sorun olarak düşünmüştür. Çatışmalarla birlikte yoğun insan hakları ihlalleri de ortaya çıkmıştır. Böylece sorun büyüdükçe büyümüş, iç mesele olmaktan çıkmıştır. Bu durum kısa sürede bölgesel ve küresel aktörlerin krize müdahale etmesine fırsat vermiştir. ABD, Esad rejiminin ezeli düşmanlarından biri olarak uluslararası tepki veren ilk aktörlerden biri olmuştur. Olayların tırmanması üzerine ABD konuyu bir yandan BM gündemine taşırken, diğer yandan Türkiye ve Arap Birliği ülkeleriyle yakın temasa geçmiş, bölgesel inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini desteklemiştir.10 ABD’nin çağrıları Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’dan hemen, Arap Birliği’nden ise gecikmeli karşılık bulmuş, özellikle Türkiye Esad yönetimine telkin ve baskılarda bulunmaya başlamıştır. Türkiye’nin bir taraftan Esad’a telkin ve baskıları devam ederken, diğer taraftan Arap Birliği’ni inisiyatif almaya teşvik etmesi ve muhalif grupları desteklemesi de krizin bölgeselleşmesi ve uluslararasılaşmasında etkili olmuştur. Esad’ın yönetimi terk etmesini amaçlayan grubun karşısına İran, Rusya ve Çin’den oluşan ve statükonun devamından yana tutum alan grup çıkmıştır. [2] Suriye’deki bu iç çatışma ve iktidar mücadelesine dış güçlerin dâhil olması sorunun daha da karmaşık hale gelmesine sebep olmuştur. Türkiye ise bu krizde başlangıçtan beri izlediği ahlaki ve ilkeli tutumunu kaybetme riski ile karşı karşıya kalmıştır.

Suriye Krizi’ne Türkiye’nin Bakışı ve Krizin Türkiye’ye Etkileri

Türkiye-Suriye sınırı 910 km’dir ve Türkiye’nin en uzun sınır hattı Suriye iledir. Bu ülkeler arasındaki sınır doğuda Dicle Nehri’nden batıda Akdeniz’e kadar uzanır. Türkiye’nin doğuda Şırnak’tan batıda Hatay’a kadar 6 ilinin Suriye’ye sınırı vardır. İki ülkede sınıra yakın bölgelerde yaşayan vatandaşlar arasında akrabalık vardır. İki ülke arasında ekonomi ve güvenlik alanlarında coğrafi yakınlıktan dolayı karşılıklı bağımlılık söz konusudur. Ayrıca Suriye Türkiye’nin Lübnan, Ürdün vb. Arap ülkelerine açılan kapısıdır. Su sorunu, PKK, Hatay meselesi gibi sorunlar altında Suriye-Türkiye ilişkileri belli dönemler dışında sorunlu olmuştur. AK Parti’nin 20002’de iktidara gelmesiyle ilişkiler hiç olmadığı kadar ilerlemiştir. Ancak Arap dünyasında başlayan ayaklanmaların Suriye’ye sıçramasıyla Türkiye-Suriye ilişkileri yeni bir döneme girmiştir. Türkiye ilk zamanlarda Esed ile iyi ilişkileri dikkate alarak ve bağları da koparmamak adına Esed yönetiminin bölgede yaptığı zulüm ve katliamlara sert tepki gösterememiştir. Ancak bu şiddeti ve baskıyı arttırması üzerine Türkiye’nin bu sessizliğini sürdürmesi imkânsızlaşmıştır. Esed’e sert uyarılar da bulunulmuş ancak şiddet ve baskı daha da artmıştır. Bunun üzerine dönemin Türkiye Başbakanı Erdoğan Suriye’de olanları Türkiye’nin iç işleri olarak algıladıklarını belirtmiştir.

Suriye’deki kriz, İran’ın ve Arap Birliği’nin müdahil olmasıyla bölgesel bir anlaşmazlık haline dönüşmüştür. Esed yönetiminin Arap Birliği’nin hazırladığı çözüm planına uymaması sonucunda Suriye’nin üyeliği askıya alınmıştır. Bu gelişmelerden sonra Türkiye de bu ülkeye tek taraflı yaptırımlar uygulamaya başlamıştır.

Türkiye’nin 30 Kasım 2011 tarihinde 9 madde halinde açıkladığı yaptırımlar kapsamında;

· Suriye’de halkıyla barışık bir yönetim kurulana kadar Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi mekanizmasının askıya alındığını,

· Baas iktidarında halka karşı şiddete başvuran kişilerin Türkiye’ye seya­hatlerinin yasaklandığını ve Türkiye’deki mal varlıklarının dondurulacağını, Esed rejiminin kuvvetli destekçisi konumundaki bazı işadamlarına da benzer tedbirlerin getirileceğini,

· Suriye ordusuna her türlü askeri malzemenin satış ve tedarikinin durduru­lacağını,

· Türkiye üzerinden Suriye’ye silah ve askeri malzeme transferinin önlene­ceğini,

· Suriye Merkez Bankası ile ilişkilerin durdurulacağını,

· Suriye hükümetinin Türkiye’deki finansal mal varlıklarının dondurulaca­ğını,

· Suriye hükümeti ile kredi ilişkilerinin durdurulacağını,

· Suriye Ticaret Bankası ile işlemlerin durdurulacağını,

· Suriye’deki altyapı projelerinin finansmanı için imzalanan Eximbank kredi anlaşmasının askıya alındığını duyurmuştur.[3]

2012 yılında Arap Birliği tarafından BM’ye taşınan Suriye Krizi küresel bir anlaşmazlığa dönüşmüştür. Dönemin Başbakanı Erdoğan Beşşar Esed’in iktidarı terketmetsi yönündeki yaklaşımını sürdürmüştür. Türkiye’nin muhalefet olarak sürdürdüğü temaslara karşılık Esed rejimi PKK/KCK terör örgütü liderleriyle irtibat kurmuş ve Suriye’nin kuzeyinde PKK/KCK’nın Suriye uzantısı olan PYD’ye serbestlik tanımıştır. Gerilen ilişkiler sonucunda Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir F-4 tipi savaş uçağı, Malatya’dan havalandıktan sonra Akdeniz üzerinde düştü. Uçakla ilgili uluslararası ajanslar “Suriye düşürdü” haberini geçti. Dün gece Başbakan Erdoğan başkanlığında yapılan güvenlik zirvesinde sonrası yapılan açıklamada da uçağın Suriye tarafından düşürüldüğü doğrulandı. Başbakan Erdoğan’ın açıklaması şöyle: “22 Haziran 2012 tarihinde görev uçuşu için Malatya Erhaç Meydanı’ndan kalkış yapan uçakla, radar ve telsiz temasının kesilmesinin akabinde yaşanan gelişmeler, yapılan toplantıda ele alınmıştır. İlgili kurumlarımızın sağladığı verilerin değerlendirilmesi ve Suriye ile yürütülen ortak arama kurtarma faaliyetleri çerçevesinde elde edilen bilgiler neticesinde uçağımızın Suriye tarafından düşürüldüğü anlaşılmıştır. Pilotlarımız dâhil arama kurtarma çalışmaları halen devam etmektedir. Türkiye olayın tam olarak aydınlatılmasının ardından, nihai tavrını ortaya koyacak, atılması gereken adımları kararlılıkla atacaktır.” [4] Uçağın düşürülmesi ve iki pilotun şehit olması sonucu Türkiye, Suriye’ye karşı angajman kurallarını değiştirmiş, Türk kara ve hava sahasına yaklaşan unsurların hedef alınacağını belirtmiştir. Bu dönemde Türkiye, sığınmacılar sorununa karşı Suriye’nin kuzeyinde tampon bölge kurulabilirliği konusunda BM’ye ve NATO’ya öneride bulunmuştur. Bu öneriyi Fransa kabul ederken, ABD temkinli yaklaşmış, Rusya ise karşı çıkmıştır.

Suriye ordusuna ait topçu birliklerinden 3 Ekim 2012 tarihinde atılan top mer­milerinin Türkiye sınırları içinde Akçakale’ye düşmesi neticesinde 5 Türk vatandaşı hayatını kaybetmiş ve 10 kişi yaralanmıştır. Uçak krizinden farklı olarak bu saldırılara misli ile mukabele edilmiş, atışın yapıldığı noktalardaki hedefler Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından etkisiz hale getirilmiştir. Şam’ın kaza olduğunu iddia ettiği ancak tekrar etmeye devam eden saldırıların ardın­dan Türkiye, Suriye’ye karşı caydırıcı olmak maksadıyla Meclis’te hükümete bir yıl süre ile yurtdışına asker gönderme yetkisi veren tezkere kararını almış­tır. Türkiye bu dönemde Suriye kaynaklı tehditlere karşı ayrıca NATO’dan savunma amaçlı Patriot füze sistemi talep etmiştir. Türkiye’nin talebinin kabul edilmesiyle gönderilen Patriot hava savunma sistemi Suriye sınırına konuş­landırılmıştır. [5]

Suriye Krizi Türkiye’deki terör eylemlerinin artmasına da yol açmıştır. Daha önce sınır kapılarında meydana gelen bombalı saldırılardan sonra 11 Mayıs 2013’te Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde meydana gelmiştir. Ayrıca Suriye Krizi Türkiye’nin güneyinde bir sığınmacı sorununu meydana getirmiştir. Çatışmalardan kaçan Suriye vatandaşları komşu ülkeler olan Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’a sığınmışlardır. Bugün Türkiye’de 3 milyonun üzerinde Suriyeli sığınmacı bulunmaktadır. Bu mesele Türkiye’de ciddi bir mali külfete yol açmış ve Suriye yakınlarındaki il ve ilçelerimizde de güvenlik sorunları ortaya çıkmıştır. Bu insanların bazıları kaçak yollarla Avrupa’ya geçmeye çalışırken yollarda telef olmuşlar büyük bir çoğunluğu Ege Denizi’nde boğularak ölmüştür. Batı bu insanların kendi ülkelerine gelmemeleri için Türkiye ile anlaşmaya çalışmışlar, bu insanların mali ihtiyaçlarını karşılayacaklarını beyan etmişlerdir. Ancak ne kadarını karşılamışlar orası tartışılır.

Suriye Krizi PKK/KCK terör örgütüne ciddi bir dış destek sağlamıştır. Suriye’deki otorite boşluğu ve Esed’in örgüte destek vermesi örgüt için bölgede hareket alanı sağlamıştır. Orta Doğu’da dört parçalı konfederal bağımsız bir Kürdistan hedefleyen terör örgütü, PYD üzerinden bölgedeki ayrılıkçı eğilimi tahrik etmiş, Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda başlangıç olarak özerk bir yönetim kurmaya çalışmıştır. Bu terör örgütü Suriyeli Kürtlerden militan temin etmiştir.

Kürt yapılanması özellikle Türkiye iç siyasete ilişkin önemli etkiler yaratırken, Suriye’de ortaya çıkan güç boşluğunda ortaya çıkan IŞİD gibi petrol kaynaklarına yakınlığı nedeniyle dünyanın en zengin terör grupları arasında sayılan silahlı gruplar Türkiye için gerek kısa vadede gerek uzun vadede daha büyük tehditler oluşturmaktadır. Bölgedeki istikrarsızlık sürdükçe bu güçlerin alanı daha da genişleyecek ve Türkiye için daha büyük bir tehdit oluşturacaklardır. 2015 yılı itibariyle IŞİD Türkiye’yle sınır komşusu olmuştur.[6]

Suriye Krizi’nde Rusya’nın Tutumu

Rusya’nın yüzyıllar boyunca yegâne amacı Akdeniz’e inmek olmuştur. Bu sebeple de Orta Doğu bölgesiyle ilgilenmeye, bölgede nüfuz edinmeye çalışmıştır. BM’de Suriye’yi defalarca ekonomik yaptırımlardan kurtaran Rusya, gerek BM bünyesinde gerekse uluslararası arenada Suriye’nin koruyucusu haline gelmiştir. Bunun en önemli nedenlerinden biri de Suriye ile geliştirdiği işbirliğidir. 2005-2010 yılları arasında Rusya, Suriye’ye 2,5-3 milyar dolar değerinde silah satmıştır. Askeri teknolojilerin yanı sıra enerji alanlarında da işbirliğini geliştirmek için adımlar atmışlardır. 2005’te Rusya ile Suriye; Ürdün, Mısır ve Suriye’yi enerji alanında birbirine bağlayacak doğalgaz boru hattının Suriye’deki uzantısının Ruslar tarafından inşa edilmesi konusunda anlaşmışlardır.

Rusya-Suriye münasebetlerinde Suriye’deki Tartus limanı ve buradaki Rus askerî varlığı da önemli rol oynamaktadır. Suriye’deki Tartus limanı, Soğuk Savaş sırasında Ruslar tarafından bir ikmal ve bakım üssü olarak kullanılmıştır. Her ne kadar bugün bu üs Ruslara ait olmasa da çok sayıda Rus askeri görevlisi, Suriye ordusunda danışman sıfatıyla görev yapmaktadır. 2010 yılından itibaren Rusya Tartus limanını yenileme ve modern teknolojilerle donatmak için bölgedeki çalışmaları hızlandırmış bulunmaktadır. Ruslar, Tartus limanını Rusya’nın Karadeniz Askeri Donanması’nın ihtiyaçlarını karşılayacak hale getirmektedir.[7] Rusya’nın bu limanının yeniden yapılandırmasının sebebi sadece gemilerinin ihtiyaçlarını karşılamak değildir. Rusya burada kendi bayrağını dalgalandırarak bölgede etkisini ve nüfuzunu arttırmak ve Kırım’daki üssünü kaybettiği takdirde bunu Akdeniz’de telafi etmek istemektedir. Netice itibarıyla Suriye ile geliştirilen çok yönlü işbirliği, bu ülkeyi, Rusya’nın bölgedeki en önemli dayanağı haline getirmiştir.

Rusya, Suriye Krizi nedeniyle Suriye’de uluslararası askeri bir müdahaleye kendi yakın çevresindeki krizlere örnek olmaması için karşı çıkmaktadır. Rusya, Suriye’deki kendisine dost merkezi hükümetten yanadır ve sorunun Suriyelilerin sorunu olduğunu savunmaktadır. Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Gennady Gatilov, “Biz hiçbir zaman siyasi sürecin sonunda Esad’ın mutlaka iktidarda kalması gerektiğini söylemedik ve bu yönde ısrarcı olmadık. Bu konu Suriye halkı tarafından çözülecektir” demektedir.[8] Ancak Esad giderse Rusya’nın bölgedeki çıkarlarını nasıl koruyacağı muammadır. 2012 yaz aylarında Rusya bir yandan BMGK’nın Suriye’ye karşı sert önlemler almasını engellemeye çalışırken bir yandan da Suriyeli muhaliflerle Esad yönetiminin arasını yapmaya çalışmıştır.

Suriye Krizi’nde Türkiye ve Rusya Arasında Yaşanan Gelişmeler

Suriye Krizi’nde Türkiye ve Rusya’nın Suriye politikaları farklı olsa bile yaşanan sorunlarda ortak payda bulunabilmiş ve ticari, siyasi ve sosyal ilişkilerini devam ettirebilmişlerdi. Ancak geçtiğimiz sene Rus uçağının düşürülmesi akabinde iki ülke arasındaki ilişkiler en gergin günlerini yaşamıştır. Bugün ise gelinen noktada karşılıklı olarak zarara uğrama sonucunda geri adımlar atılmış ve Suriye’de birlikte çözüm arayışına gidilmiştir. Öncelikli olarak Suriye Krizi süresince Türkiye ve Rusya arasında yaşanan sorunlara değinmek istiyorum.

22 Haziran 2012 tarihinde Suriye tarafından Türk jeti düşürülmüş ancak Rusya Suriye politikasını değiştirmemiş aksine Suriye yanlısı bir politika izlemiştir.

10 Ekim 2012 gecesi Türkiye, askeri kargo taşıdığı şüphesiyle Moskova’dan Şam’a giden Suriye’ye ait sivil bir uçağı askeri jetler zoruyla Esenboğa Havalimanı’na mecburi inişe zorlamış ve ardından Türkiye-Rusya ilişkileri gerilmiştir. Türkiye’nin uçakta bulunan malzemelere el koymasının ardından Rusya Dışişleri Bakanı, Suriye Krizi ve Ankara’da indirilen Suriye uçağıyla ilgili olarak Türkiye’nin, bu olayda Chicago Sözleşmesi’ne dayanarak hareket ettiğini açıklayarak iki ülke arasındaki gergin ortamı bir anlamda yatıştırmıştır.[9]

Kasım 2012 sonlarında Türkiye’nin NATO’dan Suriye sınırına konuşlandırılmak üzere Patriot füzeleri talep etmesi haberi gündeme gelmiştir. Bunun üzerine Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Türkiye-Suriye sınırının silahlandırılmasının bir alarm olduğuna dikkat çekerek Türkiye’ye bölgede tehlike seviyesini arttırmak yerine etkilerini Suriyeli muhalifler üzerinde kullanarak Suriye’de diyaloğun bir an önce kurulmaya başlanması gerektiğini söylemiştir.

24 Kasım 2015’te Rusya’ya ait Su-24 tipi savaş uçağının sınır ihlali yapması nedeniyle Türk F-16’ları tarafından düşürülmesinden sonra Türkiye ve Rusya ilişkileri gerilmiştir. Rusya, Türkiye karşıtı bir politikaya yönelmiştir. 24 Kasımda düşürülen uçakla ilgili Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı açıklamada uçağın beş dakika içinde 10 kere uyarıldığı açıklanmıştır. Kriz ile birlikte düşürülen uçağın rotası ve sınır ihlaline ilişkin olarak iki ülke arasında harita krizi ortaya çıkmıştır. Bu krizle birlikte Rusya Devlet Başkanı Putin yaptığı açıklamalarla iki ülkenin stratejik ortaklığını rafa kaldıran tutumlara yönelmiştir. Krizin ardından Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Türkiye’ye gerçekleştirmeyi planladığı ziyaretini iptal etmiştir. Ayrıca Putin Suriye’nin Laskiye kentindeki hava üssüne S-300 füze bataryaları gönderileceğini söylemiş ve Savunma Bakanlığı da S-400 hava savunma sistemi de göndereceğini açıklamıştır.

Rusya Başbakanı Dmitri Medvedev, “Türkiye uçağımızı düşürmekle savaş başlattı, ama karşılık vermedik.” ifadelerini kullanmıştır. Rusya hükümeti, Putin’in imzasını attığı ekonomik yaptırımları uçağın düşürülmesinden 4 gün sonra yürürlüğe sokmuştur. Buna göre;

-Türkiye ve Rusya arasındaki vize serbestisi kaldırılmış,

-Başta gıda ürünleri olmak üzere Türkiye’den gelen birçok ürünün Rusya’ya girmesi engellenmiş,

-Türkiye’ye tur satışları yasaklandı ve charter uçuşları kaldırılmış,

-Türkiye yargı yetkisi altında bulunan şirketlerin Rusya’daki faaliyetleri durdurulmuş,

-İzin verilen yaklaşık 60 şirket dışında Rusya’daki işverenlerin yeni Türk işçi çalıştırması yasaklanmıştır.[10]

Olaylar bu şekilde seyrederken yaptırımlar yüzünden ekonomide meydana gelen zararla birlikte Türkiye Rusya ile ilişkilerini düzeltme kararı almış ve bu kararını Rusya’ya bildirmiştir. Rusya da ilişkilerden yana olmuş ancak bazı şartlar ileri sürmüştür: Resmi özür, tazminat ve pilotun katilinin cezalandırılması. Türkiye ise bu artların kabul edilemez olduğunu bildirmiştir. Ancak zamanla Türkiye’nin bu sert tutumu yumuşamıştır. İlişkilerin normalleşmesi için Cumhurbaşkanı Erdoğan Rusya Birlik gününde (12 Haziran) Kremlin’e mektup göndermiş ve “ilişkimiz hak ettiği seviyeye ulaşsın” demiştir. Rusya mektubun yeterli olmadığını, ilişkilerin normalleşmesi için resmi özür dilenmesi gerektiğini ifade etmiştir. 27 Haziran’da Erdoğan’ın Rusya’dan resmi özür dilediğini ve tazminat ödemeye hazır olduğunu belirten Kremlin sözcüsü Dmitri Peskov, iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden düzeltilmesi için gerekli çalışmaların başlatılacağını bildirmiştir. Rus-Türk ilişkilerinin normalleşmesi için iki ülke lideri 9 Ağustos’ta St. Petersburg’da bir araya gelerek ilişkilerin krizin öncesi seviyeye getirilmesinde mutabık olmuşlardır. Sonuç olarak Suriye Krizi nedeniyle bölgede çıkar çatışması yaşayan bu iki ülke karşılıklı olarak ekonomik anlamda zarara uğradıklarını fark ettiklerinde ilişkilerini normalleştirmeye karar vermişlerdir. Bugünde Suriye bölgesinde müttefik olmaya çalışmaktadırlar.

Fırat Kalkanı Harekâtı

Fırat Kalkanı Harekâtı, Türkiye ve Türk ordusu tarafından eğitilmiş Özgür Suriye Ordusu grupları tarafından yapılan askeri bir operasyondur. Operasyonun amacı Türkiye tarafından tehlike olarak görülen unsurları temizlemek, sınır ve bölgedeki halkın güvenliğini sağlamak ve kontrol altına almak ve göç sorununu yok etmek için 5 bin km²lik alanda IŞİD, YPG ve Suriye rejimi güçlerinden sivillerin güvenliği dolayısıyla tamamen temizlenmesi hedeflenen Güvenli Bölge oluşturmaktır. Harekâtın bir diğer amacı ise PYD’nin bölgede kantonları birleştirerek otonom bir yapı kurma hedefini bitirmektir. Türk Silahlı Kuvvetleri operasyonda IŞİD ve YPG mevzilerinin yoğun ateş ile hava ve kara unsurlarınca vurulduğunu duyurmuştur. 24 Ağustos’ta başlayan harekâtın ilk 6 gününde IŞİD’den 33 köy ele geçirildi. 5 Eylül’de ise IŞİD Türkiye sınırındaki tüm köylerden çıkarılmıştır.[11]

20 Ağustos 2016’da sayıca büyük bir grup muhalif ağır ve orta seviye teçhizat yüklü elliye yakın araç ile Çobanbey’den yola çıkarak Türkiye sınırına yaklaşmışlardır. 22 Ağustos 2016’da, Irak ve Şam İslam Devleti tarafından Gaziantep saldırısına misilleme olarak Karkamış’a 2 adet havan ateş yapılmıştır. Türk Kara Kuvvetleri 60 adet obüs ateşleyerek Cerablus ve Menbiç’i bombardıman ateşine tutmuştur. Karkamış’da vatandaşlara şehri terketmesi söylendi ve belde kısa sürede boşaltılmıştır. 25 Ağustos 2016’da Türk Silahlı Kuvvetleri, “Topraklar ilhak edilmeyecek Özgür Suriye Ordusu’na teslim edilecektir” açıklamasını yapmıştır.[12] Operasyona tüm dünyadan çeşitli tepkiler gelmiştir. Bunlar başlıca şöyledir:

Suriye: Suriye Dışişleri’nden yapılan ilk açıklamada, “Türk tanklarının Suriye’ye girmesi egemenliğimizin ihlalidir.” denilmiştir.

ABD: ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner, “Her iki tarafa da burada asıl düşmanın IŞİD olduğunu hatırlatmaya çalışıyoruz.” ifadesini kullanmıştır. Beyaz Saray tarafından yapılan açıklamada, “NATO Müttefikimiz Türkiye DAEŞ karşıtı çabalara değerli katkılarda bulundu” denilirken ertesi gün yapılan açıklamada ise ABD Savunma Bakanlığı Sözcüsü Cook, “Fırat Kalkanı Operasyonu DAEŞ’e büyük bir darbe vurdu” şeklinde konuşmuştur.

Rusya: Rusya Dışişleri’nden yapılan açıklamada, Türkiye-Suriye sınırında yaşanan gelişmelerin Moskova’da derin bir endişeye neden olduğu bildirilmiştir. Açıklamada “Türkiye’nin Cerablus’taki operasyonlarında Şam ile işbirliği yapmalı.” ifadelerine yer verilmiştir.

PYD Lideri Salih Müslim : “Türkiye, Suriye batağında çok şey kaybedecektir.” açıklamasında bulunmuştur.

Fransa: Fransa Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, “Fransa, uluslararası koalisyonun ortağı olan Türkiye’nin IŞİD’le mücadeledeki çabalarını yoğunlaştırmasını memnuniyetle karşılamaktadır.” denildi. Ertesi gün cumhurbaşkanı François Hollande, “IŞİD’in saldırılarına sahne oluşunu göz önüne aldığımızda Türkiye’nin bu operasyonunu anlayışla karşılıyoruz. Fakat aynı zamanda bu operasyonun, müzakereye götüren ortak bir iradeye dönüşmesini sağlamalıyız.” açıklamasında bulunmuştur.

Almanya: Almanya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Martin Schäfer, “Türkiye’nin başlattığı harekatı anlayışla karşıladıklarını” belirterek, “Ankara’nın Uluslararası Koalisyon güçlerinin IŞİD’e karşı mücadeledeki hedefleri ve amaçları ile uyumlu hareket ettiğini” dile getirmiştir.

İsrail: İsrail Büyükelçiliği Ankara Maslahatgüzarı Amira Oron, “Türkiye, sınırlarında IŞİD’in olmasına izin veremez. Türkiye’yle hemfikiriz ve destekliyoruz” açıklamasında bulunmuştur.

İran: İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Bahram Kasimi yaptığı açıklamada,”Suriye topraklarındaki terörist gruplarla mücadele, uluslararası hukukun temel ilkelerinden biri olan o ülkenin toprak bütünlüğü ve egemenlik haklarına saygı gösterilerek merkezi yönetimle koordineli şekilde yapılmalı” ifadesinde bulunmuştur.[13]

Bu tepkilere rağmen Türkiye Fırat Kalkanı Operasyonuna başlamış ve bugün hala sürdürmektedir. Bölgeyi önemli oranda temizleyebilmiş ve bölgede yaşayan Türkmen halkı evlerine geri dönebilmiştir.

Sonuç

Suriye’de ortaya çıkan kriz her ne kadar bir iç isyan şeklinde başlamış olsa da kısa zaman sonra etkisi tüm komşu ülkeleri etkilemiştir. Orta Doğu iç ve dış aktörlerin müdahalesine çok açık olan bir bölgedir. Bu bölgede ortaya çıkan sorunların çözümü kolay değildir. Sorunların çözümünde inisiyatif alınması ve küresel ölçekte ağırlığı olan aktörlerin bölge ülkeleriyle işbirliği içinde ortak bir noktada buluşması gerekmektedir. Ne yazık ki Suriye, meselede söz sahibi olan ülkelerin anlaşamamasının faturasını ödemektedir. İhmaller, anlaşmazlıklar, yanlış politikalar ve çekişmeler neticesinde içinden çıkılamaz bir çatışma alanı haline gelen Suriye, komşu ülkeler için de bir tehdit ve istikrarsızlık kaynağı olmuştur. Esed rejiminin gerilemesiyle ortaya çıkan boşluğun devlet altı gruplar tarafından doldurulması Suriye krizinin gidişatını değiştirmiş ve yeni aktörler ve pazarlık alanları oluşturmuştur.

İŞİD gibi içte ve dışta sorumsuzca hareket eden ve terörü hedefe ulaşmak için amaç edinen yapıların bölgede etki alanını genişletmiştir. Bu noktada çok yönlü ve sıfır sorunlu bir dış politika yönünde adımlar atan Türkiye’nin durumu hiç de iyi değildir. Bir yandan sınırının hemen dibinde IŞİD ile karşı karşıya gelmiş bir yandan da Suriye’nin kuzeyinde oluşmaya başlayan ve özerklik yolunda ilerleyen yeni bir Kürt oluşumuyla karşı karşıya gelmiştir. Bölgedeki Türkmenlere yapılan zulüm de bunun cabasıdır. Ayrıca Suriye’de savaştan kaçan milyonlarca Suriye’yi ülkesine almış olan Türkiye için mülteci sorunu da oldukça önemlidir. Bu insanlar hem ekonomik anlamda hem de güvenlik anlamında Türkiye’yi zor durumda bırakmaktadır. Üstelik Suriye Krizi yüzünden Rusya ile de ilişkilerinde sorunlar yaşamış, bu sorunlar yüzünden de ekonomik anlamda zor zamanlardan geçmiştir.

Rusya ile sorunlarını halletmiş ve artık bölgede aktif olmaya ve bölgedeki durumu kendi lehine çevirmeye karar vermiştir. Bunun için de adına Fırat Kalkanı Operasyonu denilen harekâta başlamış, belirli adımlar atabilmiştir. Yine de Türkiye’nin bu operasyona istikrarlı bir şekilde devam etmesi ve bölgeyle olan sınırını kendi aleyhine sonuçlar doğurabilecek her türlü etkiden arındırması gerekmektedir. Bunun için de Suriye’de Esed rejimi ile anlaşmalıdır.

Afranur ARIKAN, Giresun Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler 3.sınıf öğrencisi

DİPNOTLAR

[1] Yağmur ŞEN, Suriye’de Arap Baharı, Yasama Dergisi, Ocak- Şubat-Mart-Nisan 2013, sayı 23, syf.59

[2] Oktay BİNGÖL, Krizlerin Uluslararasılaşması: Rejime Karşı Protestolardan Bölgesel Çatışmaya Suriye Örneği, syf.4

[3] Atilla SANDIKLI- Ali SEMİN, Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye, BİLGESAM, syf:236

[4] Levent İÇGEN, Vatan Ankara, Suriye, Türk Savaş Uçağını Düşürdü! 23 Haziran 2012

[5] Atilla SANDIKLI, Ali SEMİN, Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye’ye Etkileri, BİLGESAM, syf:237

[6] Nurettin ALTUNDEĞER, M. Ertuğrul YILMAZ, İç Savaştan Bölgesel İstikrarsızlığa: Suriye Krizi’nin Türkiye’ye Faturası, syf: 293

[7] İlyas KAMALOĞLU (KAMALOV), Rusya’nın Orta Doğu Politikası, ORSAM Rapor No:125 THE BLACK SEA INTERNATIONAL Rapor No:23, Temmuz 2012, syf:14

[8] Oktay BİNGÖL, Krizlerin Uluslararasılaşması: Rejime Karşı Protestolardan Bölgesel Çatışmaya Suriye Örneği, syf:17

[9] Merve Suna ÖZEL, Suriye Krizi Sürecinde Rusya-Türkiye İlişkisinde Uçaklar-Jetler-Sorunlar, 21. Yüzyıl Enstitüsü Bilim Birlik Barış, 4 Aralık 2015

[10] HABERUS Rusya ve Avrasya’dan Güncel Haberler, Uçak Krizinde Yıldönümü; Türk-Rus İlişkilerinde Neler Yaşandı? – Analiz, 24 Kasım 2016

[11] By Editör, El Bab ve Fırat Kalkanı Haritası, Stratejik Ortak, 25 Kasım 2016

[12] Fırat Kalkanı Operasyonu, Wikipedi Özgür Ansiklopedi

[13] Fırat Kalkanı Operasyonu, Wikipedi Özgür Ansiklopedi

KAYNAKÇA

Yağmur ŞEN, Suriye’de Arap Baharı, Yasama Dergisi, Ocak- Şubat-Mart-Nisan 2013, sayı 23

Oktay BİNGÖL, Krizlerin Uluslararasılaşması: Rejime Karşı Protestolardan Bölgesel Çatışmaya Suriye Örneği

Atilla SANDIKLI- Ali SEMİN, Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye, BİLGESAM

Levent İÇGEN, Vatan Ankara, Suriye, Türk Savaş Uçağını Düşürdü! 23 Haziran 2012

Nurettin ALTUNDEĞER, M. Ertuğrul YILMAZ, İç Savaştan Bölgesel İstikrarsızlığa: Suriye Krizi’nin Türkiye’ye Faturası

İlyas KAMALOĞLU (KAMALOV), Rusya’nın Orta Doğu Politikası, ORSAM Rapor No:125 THE BLACK SEA INTERNATIONAL Rapor No:23, Temmuz 2012

Merve Suna ÖZEL, Suriye Krizi Sürecinde Rusya-Türkiye İlişkisinde Uçaklar-Jetler-Sorunlar, 21. Yüzyıl Enstitüsü Bilim Birlik Barış, 4 Aralık 2015

HABERUS Rusya ve Avrasya’dan Güncel Haberler, Uçak Krizinde Yıldönümü; Türk-Rus İlişkilerinde Neler Yaşandı? – Analiz, 24 Kasım 2016

By Editör, El Bab ve Fırat Kalkanı Haritası, Stratejik Ortak, 25 Kasım 2016

Fırat Kalkanı Operasyonu, Wikipedi Özgür Ansiklopedi

TEKNOLOJİ & BİLİM & UZAY DOSYASI : Sümerliler’in 12. Gezegeni Nibiru 2018 Yılında Dünyamıza Yakın Geçecek !


Sümerliler’in 12. Gezegeni Nibiru

Antik Sümer metinlerinde, henüz keşfedilemeyen (!) ve 3600 yılda bir güneş sistemimize giren ve yaratıcılarımızın geldiği bir gezegeni tanımlar.

Bu metinlerde, yaratıcılarımız olarak Nefilimlerden ve bu Nefilimlerin dünyamızı, yaklaşık olarak, 400.000 yıl önce kolonileştirdiklerinden bahseder. İncil’de de bu ırktan bahsedilir ve onlara “Tanrı’nın çocukları” denir!

Nibiru gezegeninin atmosferinde meydana gelen aşırı aşınmadan dolayı büyük sıkıntılar yaşıyorlardı. Atmosferdeki bu aşınmayı durdurmak ve düzeltmek için de tek ihtiyaçları altındı ve Dünyamızda bulunan mineral madenleri (altın) nedeniyle dünyamıza geldiler.

Yaklaşık 300.000 yıl önce de dünyamızda bulunan hayvanlar (şempanze ve orangutan) ve Nefilim DNA’larından melez bir ırk yarattılar. Amaç ise açık: KÖLELİK! Bu köleleri, ya da bizim büyük büyük büyük atalarımızı, kullanarak çıkarttıkları altını ise Sitchin’e göre Mars’ta kurdukları üs aracılığıyla – ki Mars’ta oluşturulan üssün komutası Marduk’a verilmiş ve orada bulunanlardan da İgigiler olarak söz edilmiştir-, bazı başka yorumculara göre ise oluşturdukları portal ile kendi gezegenlerine, Nibiru ya da Planet X’e, göndermişlerdir.

Yukarıda bahsettiğim konudan daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim.

Aslında bu altını nasıl gönderdikleri, insanları nasıl ÜRETTİKLERİ değil bu yazının konusu!

Asıl bahsetmek istediğim şey; birçok bilimsel araştırma yapılmasına karşın neden toplumdan gizlendiği! Bilim adamları bu konuya şüphe (!) ile yaklaşıyor gibi görünse de ve her defasında bu konuyu reddetme yoluna gitseler de, aşağıdaki linkte verilen sayfayı ziyaret ettiğinizde (İngilizce) Nibiru’nun varlığını, farklı bir isimle bile olsa, kabul etmekteler. (Link1 ya da Link2)

Ayrıca daha önceki yazılarımdan birinde Nibiru ile ilgili haber yapan bir gazeteden bahsetmiş ve o gazetenin resmini koymuştum. Bu yazıya da ekliyorum.

Nibiru hakkındaki İlk Yazı – Washington Post

Sadece Google’da yapılacak bir araştırmada binlerce sayfaya ulaşabilirsiniz ama maalesef, birçoğu İngilizce. Nedense ülkemizde bu konuyla ilgili yazılar ya kopyala-yapıştır tekniği ile başka sayfalardan alıntılanıyor ya da her konuda olduğu gibi bunu da DİN ile açıklamaya çalışıyorlar. Tabii saçma sapan şeyler çıkıyor ortaya.

Yıllar önce bir site için çeviri yaparken bir habere denk gelmiştim. O haberde (kaynak olarak SETI verilmişti) Plüton’un ötesinde dolanan ve dünyanın 5-6 katı büyüklükte devasa bir nesneden bahsediliyordu. O zaman bilim adamları ve basın hemen bunu yalanlama gayretine girişmişti. İlginçtir ki, şimdi de Plüton’un ötesindeki bir nesneden bahsediliyor. Bu sefer direkt saldırmak yerine daha dikkatli yaklaşıyorlar o bilim adamları ve basın!

Mesela 2012’den beri çeşitli görsellerle çift güneş olayı belgeleniyor! Hem de dünyanın çeşitli noktalarından ama direkt bir reddediş var bu görsellere de! Aşağıda bu görsellerden oluşan bir galeri de bulacaksınız. Lütfen fikirlerinizi paylaşın.

Çift Güneş için Örnek Resim (Resim Kaynağı)

Nibiru (Planet X) Güneş Sistemine Girince Neler Olacak?

2002 yılında Nibiru fiziki olarak Güneş Sistemimize girdi ve bu da Sitchin’in 12. Gezegen’de bahsettiği olaya uyuyor. Peki, neleri etkiliyor?

1. Güneş Sistemindeki diğer gezegenlerin yörüngelerini etkiliyor,

2. O gezegenlerin eksenlerini değiştiriyor,

3. O gezegenlerin kutuplarını değiştiriyor (Pole Shift [polar Shift] olayı),

4. Küresel ısınma ve

5. Fiziki ve manyetik kuzeyde oluşan değişiklikler.

Çok uzak mesafelerden bu kadar etkili olabiliyorsa, dünyamıza yeterince yakın bir mesafeden geçtiğinde neler olabileceğini de düşünmek lazım. Aslında birçok üniversite ve o üniversitelerdeki bilim adamları bu konuyla ilgili çalışmalar yapıyorlar. Ve yine bazı üniversiteler ve o üniversitelerdeki bilim adamları da bu çalışmalara karşı görüş bildiriyorlar. Bence buna tek neden devletlerin (başta ABD olmak üzere) isteklerinin tersi olan bu görüşlerin itibar kaybetmesini sağlamak ki böylece de gerektiği şekilde gizli kalabiliyor. Jüpiter’in Yükselişi filmini izleyenleriniz olmuştur. O filmde bir aksiyon sahnesi var. Çatışma esnasında şehir ciddi anlamda hasar görüyor ve kadın karakter soruyor: Herkese nasıl açıklanacak bu olaylar? Kurtarıcısı olan KANATLI (ama bir ceza nedeniyle kanatları alınan ve bir nevi howerboard ile uçan) kişi de diyor ki: Kısa zamanda düzeltilecek ve insanların hafızaları silinecek. Hatırlayan az sayıdaki kişi ise komplo teorisyeni ya da deli olarak adlandırılacak!

İşte tam da bu yapılıyor günümüzde. Eskiden daha kolaydı tabii insanları etkilemek! Teknolojinin bu kadar gelişmediği dönemlerden, bir mektubun aylarca süren yolculuk yaptığı dönemlerden bahsediyorum. Görsel ve işitsel kayıt yapan cihazların artık herkesin elinde olduğu günümüzde ise, bu bilgileri saklamak oldukça zor oluyor. Ve en kolay yolu da yanıltma haber! Yani yanlış bilgilendirme olarak gerçekleşiyor.

Ancak, 2012 yılının sonlarına doğru, bu nesnenin güneş ekvator düzlemine göre 35 olan oblik yörüngesi Nibiru‘nun oldukça görünür olduğunu kanıtlandı ve gökyüzündeki bu yeni “yıldızı” sorgulayan çevrimiçi birçok resim ve video yayınlandı. Yine de ana akım medyada kimse bu olayı sorgulamadı! Sizce neden? Bence başta NASA olmak üzere birçok güçlü devlet (uzay çalışmaları yapan) bu sorgulama ve açıklamaların önündeki engeldi. Peki, neden engelliyorlar bu tür bilgilerin halka ulaşmasını? Kendilerince bir nedenleri var tabii ki: Toplumlarda KAOS yaratmamak! Bir şekilde haklı da olabilirler ama keşke önce gerektiği gibi bilgilendirselerdi toplumları! Yalansız, sahtecilik olmadan! Toplumlara güvenselerdi! O zaman da şu geliyor önümüze: Dinler! Hristiyan, Yahudi ya da Müslüman din adamları! Dinlerinin öğretileri gereği, evrende farklı türlerin olduğu ve bu türlerden birinin, dini inanışlarda öğretilenin aksine, insanları ÜRETTİĞİ (ya da yarattığı) dinlerin temel öğretilerine ters düşüyordu. Bazen kabulleniyor görünseler de, genelde büyük bir reddediş var bu kabul edişlerin bile altında.

Aşağıdaki video NASA tarafından oluşturulan NİBİRU’nun yörüngesini simule ediyor.

VİDEO LİNK : https://youtu.be/KRSIYB_ZJ7c

Bu videonun amacı Nibiru’nun yörüngesinin, yukarıda bahsettiğim bazı bilim adamları tarafından yapılan çalışmalar sonucunda ortaya çıkartılan ve 1979 yılında Sitchin’in kitabında yayınladığı ve 1983 yılında da Washington Post’a konu olan Nibiru için sahte bir yörünge senaryosu oluşturup, insanların kafasını karıştırmak. Hala da ısrar eden varsa, onların itibarlarına savaş açarak, itibarsızlaştırmak!

Niburu’nun Gerçek Yörüngesi

Nibiru, bu alandaki tüm tanımlar, kavramlar ve araştırmacılar tarafından, birbiri etrafında dönen yedi gezegeni taşıyan kırmızı veya kahverengi bir cüce yıldızıdır; bu nedenle de Mini bir Güneş Sistemidir.

Nibiru’nun güneşimizin çevresindeki yörüngesi 3600 yıldır

Devasa boyutuyla (dünyanın yaklaşık olarak 6500 katı büyüklükte) muazzam bir çekim gücüne sahiptir ve bu çekim gücüyle okyanusları ve manyetik alanları etkilemektedir. 2011 yılında Nibiru Güneş’e yaklaştı ve çok güçlü bir şekilde Güneş’in çekirdeğini etkilemeye başladı (K’in çekirdeği Nibiru’nun sadece 65 katı büyüklükte) ve bu nedenle de 2011 yılından başlayarak Güneş’in solar fırtınaları ve solar patlamaları artış göstermeye başladı. Başka bir deyişle Maximo Solar 2011 yılanda başladı ve 2014 yılına kadar devam etti.

Ultraviyoledeki solar radyasyon seviyesi 0 – 16 arasıdır ve 2014 yılında bu değer 15 dolaylarındaydı. Normal değerleri ise 9 – 10 arası olması gerekmekte. Peki, bu değerin 15 olmasının nedeni ne olabilir? Nibiru’nun Güneş’e yaklaşmasının etkisi olabilir mi acaba?

Güneş’in de Nibiru’yu etkilediğini unutmayın!

Nibiru’nun manyetik ve yerçekimsel etkileri, Güneş‘in manyetik kutuplarının tersine çevrilmesini sağlayacak bir şekilde etkilenmesine neden oldu. Aynı tersine çevrilme etkisi Dünya’da da gerçekleşiyor. Bu tersine çevrilme işlemini gerçekleştirmek için birlikte hareket eden bu iki kuvvet gereklidir!

Güneş ve Nibiru’nun bu karşılıklı etkileşimleri Nibiru’nun yörüngesindeki hızını artırmıştır. Bu işlem Sapan Etkisi (Slingshot Effect) olarak bilinir ve NASA tarafından Jüpiter’e gönderilen Galileo sondasıJüpiter’e doğru hızlandırmak için kullanılmıştır. Bu sonda iki kez Dünya yörüngesinden geçmiş ve Venüs’ün yörüngesine girmiştir. Sonunda da bu hız artışı ile Jüpiter’e yönelmiştir.

Güneş‘in yörüngesindeki eş yükselti eğrisinin o kadar çok hızlandırdığı yerçekimi etkisi, yanıltıcı NASA simülasyonundan daha uzun, ancak daha hızlı olacaktır.

Bu veriler ışığında, Nibiru’nun 2018 civarında Dünyamıza yakın geçeceğini söyleyebiliriz. Aslında son zamanlarda sık sık meydana gelen yüksek ve orta ölçekli depremler ve tsunamiler de bunun bir göstergesidir diyebiliriz. 2018 yılındaki bu geçiş hem Dünya’nın hem de Güneş’in Kuzey Kutbu tarafından olacak ve kuzey yarımküreden gözlemlenebilecektir.

Çift Güneş Resim Galerisi

Çift Güneş

Planet X (Nibiru) hakkındaki Diğer Yazımız!

Özgün Yazı: Şeref KaplanUFO Dünyası

TARİH : Birleşik Harekat Tecrübesi Olarak Cihan Harbinde Türk-Alman Askeri İttifakı


Birleik Harekat Tecrbesi Olarak Cihan Harbinde Trk-Alman Askeri ttifak.pdf

DİN & DİYANET DOSYASI : Ateizm, insanın doğasında var


Cambridge Üniversitesi’nden profesör, ateizmin kökeninin düşünülenden çok daha eski ve insan doğasında yer aldığını söylüyor

Cambridge Üniversitesi’nden çıkan yeni akademik çalışmaya göre, ateizm, Batı Aydınlanması ile ortaya çıkmış bir icat değil, geçmişi antik dünyaya kadar dayanıyor. Cambridge Üniversitesi’nde Yunan kültürü üzerin profesörlük yapan Tim Whitmarsh’ın “In Battling the Gods” adlı kitabı, ateizmin Antik Yunan’daki çok tanrıcı döneminde de var olduğuna dair bir dizi örnekler sunuyor. Kitap, yazara göre bin yıllık Hristiyan hakaretleri sayesinde yıkılmış ve molozları altında antik ateizmi kazımak gayeli bir teşebbüs olarak adlandırılıyor.

Foto: Shutterstock

Dailymail’de yer alan habere göre, Whitmarsh, dinin insan varoluşuyla doğuştan bağlantılı olduğuna dair yükselen trendlerin çok fazla endişe verici olduğuna inanıyor.

Kitap, ateizmin Avrupa Aydınlanması’na dair bir icat olduğu iddiasına bir itiraz niteliği de taşıyor. Profesör, ateizmin günümüzün modern retorik söylemine karşı, daha sonra imparatorlukların güçleri sayesinde ezilmiş antik bir yol olduğunun altını çiziyor.

Foto: Shutterstock

Tanrı(veya tanrıların) inkarı, Antik Yunan ve Hristiyanlık öncesi Roma’ya kadar uzanan ve o zamanda gelişen bir düşünce akımı olarak büyüdü.

Ateistler ile İnananlar arasında yaşanan tartışmalarda iki yaklaşım öne çıkıyor. Bunlardan biri ateizmin modern bir görüş olduğu, diğeri ise insanın doğasında din tabanlı evrensellik yattığı fikri. Profesör her ikisine de itiraz ederken, antik toplulukların izlerinde ateist yazınlar bulunduğunu, bunlardan birinin Platon(M.Ö. 4. yy.) diğerinin ise Sokrat öncesi düşünürlerden Kolophonlu Ksenefanes’e(M.Ö. 570-475) ait olduğunu belirtiyor.

Whitmars, ateizmin çok tanrılı Yunan ve Hristiyanlık öncesi Roma’da toplum içinde normal kabul edildiğini belirtirken, Antik Yunan’da ateizmin gelişme gösterdiğini ve 1000’den fazla şehrin kendi kültürleri arasında kabul edilmiş tek bir dini metin olmadığını söylüyor.

Foto: Shutterstock

Kimi insanların ateizmin sapmış bir bakış açısı olduğu düşüncesine karşın, Profesör, bu dönemde rahiplerin veya dini sınıfların insanların yaşamına dikte etmediğini ve ateizmin ahlaken yanlış bulunan bir görüş olmadığını belirtiyor.

Bir çok erken dönem düşünürleri, tanrılara inanmama argümanları kullanırken, Epikürcüler ise Tanrıların kapsayıcı kontrolüne ve önceden belirlenmiş kader yaklaşımına karşı fikirler üretiyorlardı. Whitmars, Sokrat’ın bu düşüncelerinden dolayı eziyet edildiğini de belirtiyor.

Roma’da 4. yüzyılda Hristiyanlığın kabulünden sonra değişim dramatik bir şekilde kendini gösterdi. İmparatorluk “tek gerçek tanrı” fikrinin toplum tarafından kabul edilmesini talep etti ve ateizm dinden sapma olarak görülüp tolere edilmeyerek geniş çapta sindirildi ve söndürüldü. Çoktanrıcılığın gerilemesiyle beraber, ateizm de takip eden toplumların içerisinde kendine yer bulamadı.

Çeviri: Reha BAŞOĞUL

EKONOMİ & FİNANS DOSYASI : Türkiye Ekonomisi ve Yükselen Dolar’l ar hakkında medyadan analizler


dolar-ticareti-nasil-yapilir-para-kazanmak-icin-oneriler.jpg?itok=j42Y4Xg1

Türkiye Gündemi

8 Aralık 2016

Türkiye ekonomisi ve yükselen dolar…

Akşam: Vedat Bilgin : Ekonomiye dair bazı şeyler

“Son yıllarda çok sık söz edilen orta gelir tuzağının meydana gelmesinde de önemli rol oynayan problem, büyümeyi daha üst bir düzeye taşıyacak, bir anlamda ‘gelişme eşiği’ne sıçramayı sağlayacak bir tasarruf yetersizliğinin yaşanmasıdır.” Türkiye’nin bu eşiği aşarak orta gelir tuzağından çıkması bir bakıma istikrar içinde yüksek bir büyümeyi sürdürecek tasarruf miktarına sahip olmasıyla mümkündür. Mesela %7’lik bir büyüme oranı için gerekli olan tasarruf oranı milli gelirin yaklaşık %20’si kadardır. Bugün bu seviyenin oldukça altında bir orana gerilemiş bir oran söz konusu olduğu için (%12) ülke dış tasarruf kullanımına yönelmektedir. Devamı…

Karar: Etyen Mahçupyan : Sorumluluğun gereği

Son bir ay içinde TL en hızlı değer kaybı yaşayan para oldu. Birçoklarının hoşuna gitmeyebilir ama bu ‘Yeni’ Türkiye’nin de fiyatlandırılmasıydı. Maalesef yeni olan ille daha iyi olmayabiliyor. Hele irrasyonellik içeriyorsa dünya o ‘yeniye’ mesafeli kalmayı tercih ediyor. Şirket bilançoları asıl finansman yükünün döviz kurundan geldiğini açıkça göstermesine rağmen, hükümet faiz düşürme takıntısı ile dövizin gerekenden fazla yükselmesine neden oldu ve teşvik edeceğini zannederken tam tersine yatırıma büyük bir darbe vurdu. Devamı…

Milliyet: Cemil Ertem : "Kriz gelecek" siyasetinin Meclis sefaleti

TBMM’deki bütçe görüşmelerini takip etmenizi salık veririm. Çünkü Meclis’teki bütçe görüşmeleri yalnız memleket bütçesiyle sınırlı değil. Aslında böyle de olması gerekiyor. Çünkü devletin bütçesi ekonominin doğrudan bir parçası gibi gözükür ama özünde bütçe politik bir kavramdır. Çünkü kaynakların tahsisi ve nereye yönlendirileceği politik olanı belirleyen en temel adımdır. Bütçe görüşmeleri, bu nedenle, yalnız bütçe üzerinde olmaz; buradan hareket ederek, politik bir tartışmanın da zeminini oluşturur. Devamı…

Dünya: Alaattin Aktaş : Kirada TL’ye mi dönülüyor, yoksa başka uygulamalar mı söz konusu?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısı ve kimi zaman doğrudan müdahalesiyle özellikle AVM’lerde kiraların birer ikişer dövizden Türk Lirası’na döndürüldüğü haberleri geliyor. Bu, kendi paramızı kullanma adına olumlu bir durum kuşkusuz. Ama durun! Öyle hemen avuçlarımız patlarcasına alkışlamadan önce biraz düşünelim… Önce şu soruya bir yanıt verelim: "Şimdiye kadar neden döviz üstünden kira sözleşmesi yapıyorduk?" Devamı…

SÜREÇ ANALİZ

www.surecanaliz.org

EKONOMİ & FİNANS DOSYASI : Ekonomide Dolar Endişesi hakkında med yadan analizler


5985a6d3-bc0a-4153-97b5-2683233e79b2.jpg?itok=NoXqDYp7

Cumhuriyet: Erinç Yeldan:Türkiye’nin dolar ile serüveni

Amerikan Doları’nın TL karşısındaki fiyatı 3.50’ye değin yükseldi. Doların fiyatındaki bu hızlı artışın yaratacağı maliyet baskısı ve ekonomik tahribat karşısında ekonomi idaresinin şu ana değin önermiş olduğu tedbirler, “yastık altındaki dövizlerinizi bozdurun” türünden vatanperverlik duygularının ya da “faizleri düşürmekten başka çare yok” gibi iktisat biliminin temel mantığına aykırı önerilerin ötesine geçemiyor. Döviz kuru, kuşkusuz, bir ekonomideki en önemli makroekonomik fiyatların başında geliyor. Döviz kurunun “dengesinin” ne olduğu ve nasıl oluşacağı soruları yıllardır iktisat dünyasını meşgul etmekte. Tam olarak kesin bir hüküm içermemekle birlikte, dövizin fiyatının uzun dönemde ülkeler arasındaki enflasyon farklarından arındırılmış reel değerinin, “döviz dengesi” olarak algılanabileceği konusunda genel bir görüş birliği olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, iktisat biliminde “satın alma gücü paritesi” diye tanımlanan söz konusu reel döviz fiyatı, Türkiye ekonomisinde döviz piyasalarındaki dengesizliklerin de doğrudan yansımasını vermekte. Devamı…

Habertürk: Abdurrahman Yıldırım:Her AVM’nin dolar kuru farklı

Ancak son dönemlerde ve özellikle 2016’da dövizle kira tahsili önemli değişikliklere uğramış. Turizmin darbe yemesi, terör olaylarının artması ile ticaret giderek durgunlaşınca, kiranın ödendiği dolar veya Euro kuru, gelen talepler değerlendirilerek çoğu alışveriş merkezi tarafından sabitlenmiş. Şu anda cari kurlar üzerinden kira tahsili yapanlar olduğu gibi, doları 3 TL, 2.75 TL hatta 2.40 TL’den sabitleyenler de bulunuyor. Kuru sabitlemeye yanaşmayanlar ise yabancılara ait alışveriş merkezleri. Sektör içindeki payları da yaklaşık dörtte bir düzeyinde. Yabancı sermaye de daha çok fonlardan oluşuyor. Türkiye’deki yöneticileri durumu ana merkezlerine anlatmakta zorlandıklarını belirtiyorlar. Bu fonların en büyüğünün kurda sabitlemeye gitmediği ama zor duruma düşen kiracılarına nakdi yardım yaptığı, bunu da bilançosuna koyduğu ifade ediliyor. Devamı…

T24: Ahmet Talimciler:Kampanya: Döviz bozdurma

Önce dolar kurunda yaşanan gelişmelerin bizi ilgilendirmediğini ileri süren bir ekonomik açıklamalar dinledik. Daha sonra ise yaşanan gelişmeler karşısında başta otomotiv sektöründeki ÖTV düzenlemesi olmak üzere, içki-sigara, benzin-motorin vb. gibi pek çok alanda yeni zamlarla karşı karşıya kaldık. Bunların da yetersiz kalması üzerine bu kez çok daha etkili olacağı düşünülen bir girişim hayata geçirildi: Yastık altındaki dövizlerin bozdurulması. Halkımız hızla bu kampanyaya sahip çıkma yolunda kendince yeni kampanyalar başlattı. Gaziantep’te 10 bin dolar bozdurup makbuzunu getirene 5 bin liralık düğün paketi hediye etmeyi taahhüt eden iş adamından, 2 bin dolar bozdurup makbuzunu getirene mezar taşı verene kadar pek çok örnek medyaya yansıdı. Devamı…

Yeni Şafak: İbrahim Karagül: Her saldırı Türkiye’nin gücünü arttırdı, onlar ise çöküşe sürükleniyor

Türkiye, her saldırıyla kendini biraz daha tamir etti, yeniledi, sağlamlaştırdı. Her saldırı dalgası Türkiye’yi zeminini daha da güçlendirmeye itti. Bu yapıldı, yapılıyor da. 15 Temmuz gibi bir saldırıyı hiçbir Avrupa ülkesi göğüsleyemez, ayakta kalamazdı. Türkiye ayakta kaldıysa, üstelik bunu iyi okuyup açıklarını kapatıyorsa, kendini sağlamlaştırıyorsa bu ülkeye inanmak, güvenmek zorundayız. Bir takım gevezelerin, sorumsuzların, kaygısızların boş laflarınısiyasi analizler olarak görmeyi bırakmalıyız. Onların Türkiye diye bir kaygıları yok, ortak gelecek arzuları yok, hiç olmadı zaten.Dolar üzerinden operasyon yapıyorlarmış, ekonomiyi vuracaklarmış, bizi dolarla döveceklermiş, yeni tür darbe yapacaklarmış… Belki Türkiye’nin zayıf yanı burasıydı ve bu vesile ile şimdi ekonomi alanında kalkanları güçlendirme zamanıdır. Zaten öyle de yapılıyor. Türkiye bu alanda da hazırlıklarını son sürat devam ettiriyor. Devamı …

Karar: Mehmet Ocaktan: Dolar teferruattır yeter ki ekonomi güçlü olsun

Son aylarda fazlaca ekonomi konuşur hale geldik, doğrusu bu beni biraz endişelendiriyor. AK Parti iktidarı döneminde hep ekonomik başarıları konuşmaya alıştığımız için, şu günlerde özellikle doların siyasetle fazlaca içli dışlı hale gelmesi sanki ‘kriz algısı’nı tetikliyor gibi bir hisse kapılıyorum. Oysa dolar küresel piyasalarda zaman zaman yükselir, zaman zaman da düşer. Her yükselişe gereğinden fazla bir anlam yüklemenin, ekonominin rasyonalitesiyle bağdaşmadığı kanaatindeyim. Kaldı ki yapısal anlamda ekonomimizin temelleri sağlamsa, doların çıkışı ya da inişi sadece teferruattan ibarettir. 14 yıllık AK Parti iktidarı döneminde siyasetin imkanlarını daraltan süreçler yaşandı, ekonominin sağlığına yönelik tehditler oluştu. Daha da önemlisi, 2008 yılındaki küresel ekonomik krizin ateşi yüzünden doğal olarak Türkiye’nin üzerinde de kara bulutlar dolaştı. Ancak iktidar bütün bu süreçleri hem demokratik hem de ekonomik reformlarla kazasız belasız atlatmayı başardı. Devamı…

(SÜREÇ ANALİZ 7 ARALIK 2016 TÜRKİYE GÜNDEMİ)

Süreç Analiz

www.surecanaliz.org

EKONOMİ & FİNANS DOSYASI : Doların Yükselişi Karşısında Dün ya Ekonomisi


20161203_ldd001_0.jpg?itok=B0XhfDl7

Doların yükselmesi memnuniyet yaratıyor gibi görünüyor. Ancak bu, doların küresel finans marketinde oynadığı rolü yok saymak anlamına geliyor.

Dünyanın en önemli para birimi olan dolar, şu sıralar güç gösterisinde bulunuyor. Donald Trump’ın Amerikan başkanlık seçimlerinde aldığı zaferi takip eden üç haftada, dolar, zengin (gelişmiş) ülkelere karşı bile en sert yükselişlerinden birini gerçekleştirdi. Şimdi, 2011’deki en düşük seviyesinin % 40 üstünde. Gelişmekte olan ülkelerin para birimleri karşısında da değer kazandı. Yuan 2008’den bu yana dolar karşısındaki en düşük seviyesinde; endişeli Çinli yetkililer, aşağı yönlü baskıyı engellemek için yerli firmaların yabancılara satışına yönelik sıkı önlemler üzerine düşünüyorlar. Problemleri olan Hindistan’ın para birimi, dolar karşısında tüm zamanların en düşük noktasını gördü. Diğer Asya para birilimleri de 1997-98’deki finansal krizden bu yana görmedikleri dibi gördüler.

Dolar yıllardır kademeli olarak değer kazanıyordu. Ancak son artış (büyük artış), Amerika’da ekonomi politikasında beklenen kayıştan/değişiklikten kaynaklı. Yatırımcıların bir çoğu, Trump’ın vergilerde indirim yapacağını ve dağılan altyapıyı onarmak için daha fazla kamu fonu kullanacağını düşünüyor. Büyük mali teşvik(ler), Amerikan Merkez Bankası’nın enflasyonu dengelemek için faizleri daha büyük/hızlı oranda arttırmasına neden olacak. Amerika’nın on-yıllık tahvil geliri seçim gecesi bulunduğu, neredeyse %1.7 noktasından %2.3 ‘e yükseldi. Daha yüksek getiriler, sermaye akışı için mıknatıs görevi görüyor.

Dünyanın en büyük ekonomisindeki bu hızlı büyüme kulağa hoş geliyor gibi. Çokça örnek verilen Ronald Reagan’ın başkanlıktaki ilk dönemi, doların hızlıca arttığı bir dönemde bütçe açığının büyüdüğü ve yüksek faizin olduğu bir dönemdi. Bu dönem Amerika dışında problemlere neden oldu ve bu sefer durum daha karmaşık duruyor. Amerikan ekonomisi küresel ekonominin küçük bir kısmını oluştursa da, küresel finansal ve kredi piyasaları hacmen oldukça genişledi. Bu noktada dolar son derece merkezi bir role sahip oldu. Bu durum güçlü doları hem dünya hem de Amerika için tehlikeli hale getirdi.

Yeni Dünya Düzeni(Novus ordo seclorum)

Amerika’nın ticaret ülkesi olarak göreceli nüfuzu istikrarlı bir düşüş içindeydi: 1994’de 44 olan ihraç pazarında en büyük paya sahip olduğu ülke sayısı, iki on yıl sonrasında 32’ye düştü. Ancak bu süreçte doların ticaret aracı (değiş tokuş vasıtası) ve tasarruf aracı olarak üstünlüğü rekabetsiz kaldı. Doların gücünün bazı yönleri oldukça açık. 2014 yılında tahmini olarak fiili dolar bölgesi, Amerika’nın da içinde olduğu ve para birimleri dolarla uyumlu olan diğer ülkeleri içerecek şekilde, dünya nüfusunun muhtemelen %60’ını ve onların GSYİH’inin %60’ını kapsıyordu.

Diğer faktörler çok daha az belirgin. Amerika kıyısın ötesinde gerçekleşen dolar finansmanı miktarı geçtiğimiz yıllarda daha da arttı. Gelişmekte olan ülkeler zenginleştikçe ve finansa aç hale geldikçe, dolara talebi de artıyor. Finansal krizden beri, Amerika’da düşük faiz oranı, emeklilik fonlarının başka yerlerde iyi verim sağlamaya başlamasına yol açtı. Bu fonlarla, gelişmekte olan ülkelerin büyük firmalarının ihraç ettiği kadar, Mozambik ve Zambia gibi çok alışılmadık yerlerde de ihraç edilen dolar cinsinden tahvilleri almak için acele ettiler. Bu ihraççılar, ülkelerindeki seviyenim daha altında dolar borç almaktan mutluydu. Geçtiğimiz yıl, merkez bankalarının forumu niteliğindeki Uluslararası Ödemeler Bankası’na göre, gelişmekte olan ülkelerin üçte biri oranında, yaklaşık 10 trilyon dolar borcu miktar hesaplandı.

Dolar yükseldiğinde, bu borçları ödeme maliyeti de yükselir. Ancak güçlü doların yarattığı sıkıntılar, dolar borçlularına doğrudan etkisinin ötesine uzanıyor. Dışarıdan ucuz borçlanma, birçok olayda, yerel kredilere olan arzın yükselmesine neden oldu. Sermaye akışı yerel varlık fiyatlarını arttırıyor, daha fazla borçlanmayı teşvik ediyor. Ancak gelişmekte olan piyasaların şirketlerinden alınan her dolar borcu yatırım yapmak için kullanmadı; bazıları banka hesaplarında ( daha sonra ödünç verilmek üzere) ya da diğer şirketleri finanse etmek üzere kullanıldı.

Güçlü dolar bu döngüyü tersine çevirir. Dolar yükseldikçe, borçlular artan borç maliyetini idare etmek için nakit kullanıyorlar. Sermaye kaçtıkça, varlık/mal fiyatları düşer. Sonuçta, Amerika dışındaki birçok yerde kredi koşulları daha sıkı şekilde dolar servetine bağlanmıştır. Doların son yükselişi karşısında en büyük kaybedenlerin , Brezilya, Şili ve Türkiye gibi çok dolar borcu olan ülkelerinin para birimlerinin olması tesadüf değil.

Kadiri mutlak göz

Güçlü dolar Amerika için de gizli tehlikeler barındırıyor. Güçlü dolar ihracatı baskılarken ve ithalatı yutarken ticaret açığı büyüyecek. Reagan döneminde tırmanan açık korumacılığı canlandırmıştı. Bu sefer Amerika daha büyük bir açıkla başlıyor (yola çıkıyor) ve özellikle, bu durumu uluslararası ticaretin kurallarının diğer ülkelerin lehine işlediğini düşünen Trump tarafından politize edilmiş durumda. Daha büyük açık, onun, ticareti dengelemek için Çin’den ve Meksika’dan yapılan ithalata fahiş tarifeler uygulamakla tehdit etme şansını arttırıyor. Eğer Trump korumacı içgüdülerine yenik düşerse, sonuçları herkes için feci olabilir.

Son derece doğal olarak, bu, doların buradan nereye gideceğine bağlı. Birçok yatırımcı umutlu. Dolar emsallerine karşı değerli duruma gelmeye başladı. FED’in, gelişmekte olan marketlerde meydana gelen bir problem anında faiz arttırmadan imtina etme gibi bir sicili var. Uzun zamandır, para birimleri gerçek değerlerinden uzaklaşmış durumda. Amerikan parasından kaçan yatırımcıların nereye gittiği de belli değil. Doların tahtının iki talibi Euro ve Yuan’ın kökleşmiş problemleri var. Faiz belirleme toplantısı bu ay için gerçekleşecek olan FED, ısınmakta olan ekonomide, sıkılaştırma kararından kaçınmayı daha zor bulabilir.

Eğer dolar güçlü kalırsa, korumacı baskı, koordineli bir uluslararası girişimle etkisiz hale getirilebilir mi? 1985’de Amerika, Japonya, Britanya, Fransa ve Batı Almanya arasında doları aşağı çekmek için yapılan Plaza Anlaşmasına rakip olacak yeni anlaşma konuşmaları/görüşmeleri yersiz görünüyor. Japonya ve Avrupa şimdilerde düşük enflasyonla mücadele ediyor ve hiçbiri güçlü para birimlerine meyilli değil, yalnızca kendilerini güvence altına almak için ihtiyaç duydukları sıkı para politikalarına izin veriyorlar.

Stockmarkets in America have rallied on the prospect of stronger growth. They are being too cavalier. The global economy is weak and the dollar’s muscle will enfeeble it further.

Amerika’daki menkul değerler piyasası daha güçlü bir büyüme ihtimalini arttırdı. Bu çok düşüncesizce. Küresel ekonomi zayıf ve doların gücü onu daha da güçsüzleştirebilir.

Çeviren (Tam Metin): Cemal Taşpınar

(Economist, Editor, Why a strengthening dollar is bad for the world economy, 3 Aralık 2016)

SURİYE DOSYASI : Ekonomide Dolar, Politikada Suriye Çıkmazı ile ilgili medya analizleri


dolar-ne-kadar-oldu_bf168.jpg?itok=6j33AS3t

Türkiye Gündemi

5 Aralık 2016

T24: Akdoğan Özkan: Halep düşerken kimlere ne mesaj veriliyor?

Suriye’de hükümeti devirmek için mücadele veren rejim muhalifi cihatçı güçlerin Halep’te tutundukları son cep günbegün daralıyor. Yani, Halep düştü, düşecek! Ülkenin savaş öncesindeki en büyük şehri ve ticaret başkenti olan Halep’in bütünüyle Suriye Arap Ordusu birliklerinin eline geçmesiyle de isyancılar kuzeyde büyük ölçüde İdlip iline (muhafazasına) sıkışmış olacaklar. Dolayısıyla, Rusya’nın Suriye denklemine dahil olmasının ardından sahip oldukları cephelerde sürekli gerileme gösteren cihatçıların mücadelelerini sürdürebilmeleri bu şartlar altında giderek güçleşecek. Muhaliflerin iktidar mücadelesini sürdürecek motivasyonu bulmaları, kendilerini finansal, lojistik, askeri ve ideolojik cephelerden destekleyen dış güçlerin bu desteklerini sürdürebilmelerine, hatta artırabilmelerine bağlı. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye’ye “Esed’in hükümranlığına son vermek için girdik, başka bir şey için değil” şeklindeki sözlerinin bu perspektiften de değerlendirilmesi lazım. Oysa Suriye’de olup bitenleri layıkıyla takip etmeye çalışanların bir kısmı Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerini Ankara’nın hedef ve kırmızı çizgisini Batı’ya net olarak ifade etmek şeklinde yorumladı. Bir kısmı da, bu demecin dıştan çok iç politikaya yönelik sarf edildiği değerlendirmesini yaptı. Devamı için…

Cumhuriyet: Nuray Mert: Ekonomik kriz ve ideolojik yükleme

Şimdilerde söylediklerini duyan da, AK Parti’nin bu zamana kadar küresel kapitalizmle mücadele ede ede bugüne geldiğini sanır. Ekonomi kötüleştikçe, milliyetçi (nasyonel) sosyalist oldular, başı sıkışan böyle yapar. Sanırsınız ki bugüne kadar “bir lokma bir hırka” felsefesinin takipçileriydiler. Sanırsınız ki ekonomik politikaları bugüne kadar para çevirmek üzerine zenginleşme değildi. Sanırsınız ki Körfez’den sıcak para akışı ile durumu idare etmek bunların işi değildi. Sanırsınız ki daha düne kadar “Batılılar paranın kaynağını sorup, insanı parasıyla rezil ediyorlar, biz gelen paranın kaynağını sormayacağız” diye yalvar yakar olanlar bunlar değildi. Sanırsınız ki kendi liderlerinin “adil düzen” hayali ile alay edip ekonomiden anladığı kaba saba piyasacılık olan Özal’ın peşine takılan bunlar değildi. Sanırsınız ki üç arabayı israf sayıp, çocuklarını otobüse bindiriyorlardı. Sanırsınız ki milletin malını özelleştirme diye har vurup harman savurmadılar. İnşaatla zenginleşeceğiz diye, milletin anasına kastedenlere bol keseden ihale dağıtmadılar, yoksul işçilere mezar olan inşaatların, madenlerin sahiplerinden, milletin çocukları adına hesap sordular. Devamı için…

Haber Türk: Serdar Turgut: Erdoğan, Trump ve Suriye

Daha önce de yazdım. Trump 20 Ocak’ta Beyaz Saray’a resmen geçince önüne ilk getirilecek kapsamlı ulusal güvenlik dosyası Suriye olacak. Şu anda devletteki bölgeyle ilgili tüm birimler bu konudaki kapsamlı brifingin kendilerine ait olan bölümlerini yazıyorlar. Yönetimin Türkiye ile ilgili birimlerinden de katkıları isteniyor bu brifinge. Çünkü Türkiye’nin işbirliği olmadan oluşturulacak hiçbir planın tam işlemesinin mümkün olmadığını biliyorlar. Başkan Trump bu brifingde sadece bilgi almakla yetinmeyecek, aynı zamanda yanlışlarla dolu olduğuna inandığı Obama’nın bölge politikasının yerine yeni bir plan da oluşturacak. Birimler olasılıkların neler olabileceğini tek tek çıkarıyorlar. Bunların bazıları Türkiye’nin hiç hoşuna gitmeyecek öneriler olsa da, Türkiye’nin seveceği hatta uzunca süredir savunduğu görüşe çok yakın olanı da var. Şunu vurgulamalıyım. Bütün bunların henüz resmi politikalar olmadığını sadece yeni başkanın önüne getirilecek olasılıklardan ibaret olduğunu unutmayın. Bugün “Kabul edilmesine çok az kaldı” diye yazacağımız bir öneri, o gün geldi- ğinde masaya bile getirilmemiş olabilir veya şu anda hiç düşünülmeyen ama gelişmelere göre zorunlu hale gelen yeni bir öneri de resmen kabul edilebilir. Ancak hazırlanan öneriler arasında Türkiye’nin uzunca bir süredir savunduğu çözüme çok benzeyen bir öneri alternatifi de var. Uçuşa yasak hava sahası oluşturulması önerisine Obama yönetimi destek vermeyince öneri bir türlü hayata geçirilememişti. Rusya, Suriye’de devreye girince Amerika kazayla bir Rus uçağını vururuz korkusuyla bu öneriye daha da uzak durmaya başladı. Devamı için…

Karar: İbrahim Kahveci: Dolar: Almalı mı satmalı mı?

Merkez Bankası 18-25 Kasım haftası finansal verilerine göre, döviz rezervi 101 milyar 278 milyon dolardan 99 milyar 035 milyon dolara geriledi. Peki, Türk Halkı ne yaptı? Bankalardaki yabancı para mevduatları 171 milyar 831 milyon dolardan 507 milyon dolar artışla 172 milyar 338 milyon dolara yükseldi. Fakat detaya baktığımızda bir farklılığı belirtmemiz gerekiyor: Yurtiçinde yerleşiklerin döviz varlıkları 984 milyon dolar artış göstermiş. Ve de bu artışın 653 milyon doları tüzel kişilerin alımından gelmiş. Şirketler dolar almış. Yurtdışı yerleşikler ise 229 milyon dolar ve yurtdışı bankalar 202 milyon dolar olarak toplamda 431 milyon dolar satmışlar. Yerli dolar almış-yabancı satmış… Şimdi gelelim asıl meseleye. Dolar almalı mı; yoksa satmalı mıyız? Ekonomi Bakanı’nın söylemine göre 100 milyar dolarlık Merkez Bankası bile spekülatörlere yem olabiliyorsa, vatandaş ne yapacak? Acaba, Türk Halkına dolar sat tavsiyesinde bulunulurken yem olma durumu hesaba katılıyor mu? Acaba Halkın gücü Merkez Bankasının gücünden daha mı yüksek? Halkın piyasa bilgisi Merkez Bankasının piyasa bilgisinden daha mı iyi? 29 Nisan 2016: Bankalardaki yabancı para mevduatları tam 192 milyar 942 milyon dolardı. 11 Kasım 2016: Bankalardaki yabancı para mevduatları tam 170 milyar 432 milyon dolara gerilemişti. Yani Türk Halkı, büyük kısmı 15 Temmuz sonrası olmak üzere tam 22 milyar 511 milyon dolar dövizini satmış. Ama ucuza… Bu döviz satışından dolayı ise şu an 10,5 milyar Lira zarar etmiş durumdalar. Şimdi bu zarara kim, ne diyecek? Devamı için…

SÜREÇ ANALİZ

www.surecanaliz.org

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.