Günlük arşivler: 12 Aralık 2016

TARİH : Asya’nın Son Büyük Fatihi Nadir Şah


F

Afşar hanedanlığının kurucusu, Ortadoğu’da İran, Azerbaycan, Hindistan dolaylarında yaptığı fetihlerle tarihe damga vuran bir komutandır Nadir Şah.(1688-1747)

Kurduğu imparatorluk, onu kısa sürede Ortadoğunun en güçlü hükümdarı haline getirmiş ve bugün İran’ın en yetenekli kumandanı olarak kabul edilmektedir.

Nadir Şah, Horasan’da Afşarların bir obasına mensup olup, babası genç yaşta ölünce annesi ile birlikte Horasanı yağmalayan Özbeklere esir düşmüştür. Annesi bu esarette ölünce Özbeklerin elinden kaçmış ve Horasan’a geri dönmüştür. Burada Köse Baba Ali Bey’in hizmetine girmiş ve daha sonradan onun kızıyla evlenmiştir. 1723 de Ali Bey ölünce onun yerine Afşar Türklerinin başına geçmiştir. Kısa zamanda İran Şahı ile çeşitli mücadelelerde bulunmuş ve kısa zamanda yükselmiştir.
Nadir Şah çevresindeki Türkmenler ve Afşarları toplayarak 1726 da İran Şahı 2. Tahmasb’ın idaresine girer ve başarılarıyla başkomutanlığa kadar yükselir. 2. Tahmasb’ın Osmanlı ile anlaşmasını onaylamayarak onu tahtan indirir. Daha sonra bir Kurultay toplanır ve kendisine Şah olması önerilir. Kurultayda anlaşmayı kabul eder yalnız şartları vardır. Bu şartlar ise Caferiliğin ön plana çıkarılması, Şiilin ülkede hüküm süren etkinliklerinin azaltılması olmuştur. Bu şartlar kabul edildikten sonra

Nadir Şah İran Şahı olur.

Nadir , İran Şahı OluyorYaptığı mücadeleler sonucunda İran’da Safevi hakimiyetine son vererek 1736 da iktidarı ele almış ve İran’da Türk hanedanı olan Afşar Türklerinin hakimiyeti başlamıştır.

Nadir Şah ülkenin başına geçtiğinde İran kötü bir konumdaydı ve Şiiler ile Sünniler arasında yıllardan beri süregelen ihtilaflar bulunmaktaydı. Nadir Şah bu durumu ortadan kaldırmak için Caferiliğin beşinci mezhep olarak sayılması için yoğun bir çaba da bulunmuş, Osmanlı ile irtibata geçmiştir. Şiiler ve Sünniler arasındaki ihtilafları ve ayrılıkları gidermek için toplantılar yapmış, dört halifeye ülkeden sökülmesini engellemeye çalışmış, Aksi davrananlara cezalar verileceğini söylemiştir.
Nadir Şah, Şah İsmail’in başlattığı Şii anlayışının daha katı düzeyini, ülkeden silip yerine Caferi anlayışını getirmeye çaba sarf etmiştir. Bu hareketleri daha sonradan İran’ı sünnileştirme çalışmaları şeklinde eleştirilmiş olsa da Nadir Şah’ın amacı, başından beri Sünniler ve Şiiler arasındaki Ayrılığın bitirmek olmuştur.

Nadir Şahı dünya savaş tarihinde üst sıralara Taşıyan savaşları Osmanlı ile yaptığı mücadeleler ve özellikle Hindistan’a yaptığı sefer sonucunda Babür devletine yenmesi olmuştur. İran’ın sınırlarını Güney ve Doğu yönünde oldukça genişleten Nadir Şah, yaptığı başarılı savaşlar neticesinde doğunun Napolyon’u ya da 2. İskender şeklinde anılmıştır.

Nadir Şah Neden Öldürüldü

Nadir Şah Hindistan seferi ardından oldukça büyük bir ganimet ile dönmüş ve Halka 3 yıl süreyle vergi alınmayacağını müjdelemiştir. Ancak daha sonra Osmanlı ve Ruslar ile Kafkaslarda bir mücadeleye girişir. Bu yeni açılan cephe yeni bir gider yolu olmuştur. Bu sebepten affedilen vergilerin tekrar alınacağını söyleyince halkta huzursuzlar sebep olmuştur. Bunun üzerine vergi memurlarının ülkede kötü davranması ve Şah İsmail’in Şii yanlısı hareketlerinin devam etmesi, isyanlara sebep oldu. Bu isyanları Nadir Şah ve emrindekiler çok sert şekilde bastırmaya çalışmışlardır. Nadir Şah Daha sonra kendi emrindeki komutanlar tarafından suikasti kurban gitmiştir. (Fethabad-1747)

Bozkırların Yenilmez komutanı olarak tarihe geçen Nadir Şah, Caferiliğin beşinci mezhep sayılması Şii ve Sünniler arasındaki çatışmaların giderilmesi gibi sosyal anlamda yaptığı çalışmalar ve başarılı savaşlar sayesinde bölgede Osmanlı ve Rusya karşı İran’ın yükselmesi gibi faaliyetleri sayesinde tarihe geçmiştir.

Nadir Şah Osmanlı ile iyi ilişkiler kurmuş, bölgede ki Kürt aşiretlerinin de büyük desteğini kazanmıştır. Onun ölümünün ardından kurduğu imparatorluk kısa sürede dağılmıştır. Hindistan seferi ile Babür İmparatorluğuns büyük bir darbe indirmiş ve bu darbe ile Hindistan Bölgesi’nin İngiliz hakimiyetine geçmesi kolaylaşmıştır.

Nadir Şah İran’da kültürel ve sosyal alanda yaptığı Islahatların yanısıra İngilizlerden aldığı gemilerle de İran’ın donanma ile kavuşmasını sağlamıştır. Hindistan’da Sih bölgesinde yaptığı katliamlarla da tarihe kanlı bir komutan olarak Geçse de genel anlamda İran’ın yükseltmesinde Fars ve Dünya Tarihçileri tarafından iyi bir devlet adamı olarak anılmaktadır. Hindistan Seferi’nin ardından Babür İmparatoru Muhammed Şah ve Nadir Şah arasındaki görüşmede iki hükümdar Türkçe konuşmuşlardır.

TARİH : Dünyayı Yöneten Gizli Ailelerin Çıktığı yer Göbeklitepe mi ???


g

1986 yılında Şanlıurfa’da Şavah amca her zamanki gibi arazisini sürerken bir heykelcik buldu ve bununla birlikte Arkeoloji ve Dünya Tarihi bir anda değişmeye başladı.

Bu bulguların üzerine 1995 de Şanlıurfa Müzesi Müdürlüğü ve Alman arkeoloji Enstitüsü Profesör Doktor Klaus Schmidt danışmanlığında kazı çalışmaları başladı.

Daha önce 1963 te bölgede Amerika ortaklığında çalışmalar yapılmış ancak bölgenin değeri anlaşılmamış ve 1995 de yapılan çalışmalar ve ortaya çıkan arkeolojik buluntular ile dünya tarihi bir nevi yeniden yazılmaya başlandı.

Herkesi şaşırtan Göbeklitepe‘de bugün Şanlıurfa’nın Harran Ovası Merkezi’nde olan bu arkeoloji alanı bilinen Tarihin en eski insan eliyle yapılan anıtlarının, dünyanın en eski ibadethanesinin ve Dikili taşlarının yer almasıydı.

Yaklaşık 15 ila 20 metre çapında değişen tapınaklar oyulmuş heykeller, dikilitaşlar bir anda dünya gündemine oturmuştu. Çünkü GöbekliTepe’de bulunan insanlar bu anıtları dinsel törenler ayinler ve şölenler için yapmışlardı. Cilalı Taş devrine denk gelen Göbeklitepe işte bu yüzden arkeologları şaşkına uğratmıştır. Çünkü ilk insan eliyle taş yapıların Sümerlilere ait olduğu ve bunların da yaklaşık milattan önce 4000 yıl önce yapıldığı düşünüyordu. Göbeklitepe ise tam 12 bin yıllık bir bir yerleşim alanı idi.

Göbeklitepe de Neler Bulundu

Göbeklitepe Harran ovasının ortasında tüm ovayı görebilecek bir Tepe’nin üst kısmında bulunmuştur.

Göbeklitepe’de günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce insanların T şeklinde taş heykelleri daire şeklinde sıralandığı ve bu taşlara hayvan ve insan kabartmaları işledikleri görülmüştür. Göbeklitepe’nin katman katman yapıldığı ve en üstte sekizinci katmanda olduğu tespit edilmiştir.

F

Göbeklitepe Neden Önemli

Göbeklitepe’nin bu kadar önemli bir yer olmasının sebebi İngiltere’deki meşhur Stonehenge kalıntılarından 7000 yıl, Mısır piramitlerinden 7500 yıl ve Malta Adası’nda bulunan dünyanın en eski dinsel Tapınağı kabul eden yapılardan 6500 önce yapılmış olmasıdır. Göbeklitepe bulunana kadar Arkeologlar İlk insanların avcılık toplayıcılık hayatından zamanla tarım ile yerleşik hayata geçtiği ve daha sonra yerleşik hayatla birlikte dinsel yönelimi gerçekleştiği şeklindeydi. Ancak Göbeklitepe ortaya koydu ki ilk insanlar bunların çoğunu zaten yapmışlar ve ilk yapılarını dinsel törenler için oluşturmuşlardır. Arkeologlara göre ilk insanlar hayatta kalma, yeme içme, barınma gibi ihtiyaçlar için uğraştığını zannederken Göbeklitepenin ortaya koyduğu gerçekse ilk insanların doğayı anlama ve doğa üstü güçlere, Tanrıya tapma, dinsel törenler ve oluşturma gibi faaliyetler İçerisinde bulunduğudur.

Göbeklitepe kazılarında ortaya çıkan, ilk etapta yapılan devasa tapınakların daha sonra yine yapımı kadar büyük bir emek harcanarak toprak ile kapatılmış olmasıdır. Göbeklitepe esrar ve gizemlerden biri de budur. Bu kadar çaba harcayarak yapılan anıtlar neden daha sonraki insanlar tarafından yine büyük bir çaba harcanarak üzerleri Tonlarca toprakla örtüldü.

Tabii Göbeklitepe çalışmalarına katılan Arkeologlar ise bu duruma sevilmektedir. Çünkü Eğer o yapılar toprakta kapatılmasaydı bugüne kadar Göbeklitepe kalmayabilirdi.

Göbeklitepe çalışmalarının kilit adamı arkeolog Schmidt Göbeklitepe hakkındaki şaşkınlığını şu şekilde ifade etmektedir "Bugün bir kişinin kendi evinin bodrumunda maket bıçağı ile Boeing uçağını yapması gibi bir şeydir Göbeklitepe’nin inşa edilmesi"

Dünyayı Yöneten Ailelerin Kökü Göbeklitepe’ye mi Dayanmakta

Göbeklitepenin Gizemi hala çözebilmiş bir konu olmakla birlikte Göbeklitepe ile ilgili İngiliz yazar Christopher Knight tarafından ortaya atılan iddiaya göre günümüzde dünyayı ve Amerika’yı yöneten ailelerin köklerinin Göbeklitepe’ye dayandığını iddia etmektedir. Bu iddiaya göre Haçlı Seferleri ve Vatikan’ın yönetilmesi gibi dünyanın Başat güç unsurlarını etkileyen Yıldız ailelerin kökünün Göbeklitepe bağlanmasıdır bu iddiaya göre Mezopotamya’daki en eski uygarlık olup dinsel törenleri uygulayan Göbeklitepe sakinlerinin dışarıdan gizemli şaman rahipleri tarafından bu öğretilerin öğretildiği ve daha pek çok gizli öğretinin bu insanları gösterildiği ve bu rahiplerin daha sonra bölgeden ayrılarak kendilerini güçlü konuma getirip dünyayı yönetmeye devam ettiğini ileri sürmek sürmektedir.

Yine bu iddiaya göre bu rahipler oldukça kadın ve gizemli bilgilere sahiptiler ve GöbekliTepe’de yaşayan insanlara bu bilgileri Öğrettiler. Ayrıca Burada ki insanların yerleşik hayata geçmesine ve anıtları yapmasına yardımcı oldular. Bu gizemli rahipler kendilerini gizli tutarlar ve hiçbir millete ait hissetmezler. Amaçları sadece dünyayı kendi istekleri doğrultusunda yönetmek olmuştur.

İtalyan bilim adamları ortaya attığı iddiaysa, piramitler ve Stonehenge gibi eski Yapı Dikili taşlar ve anıtlara benzer şekilde Göbeklitepenin de Yıldızlara ve özellikle Sirius yıldızına göre yapılmış olduğu iddiasıdır.

Tarih Göbeklitepe ile Altüst oldu

Klasik tarih bilimine göre insanoğlunda büyük bir dönüşümün Milattan Önce 10.000 li yıllarda gerçekleştiği düşünülmektedir. Tarıma geçiş yani yerleşik hayatın ise bundan Binlerce yıl sonra gerçekleştiği öne sürülüyordu. Ancak Göbeklitepe ile görüldü ki o dönem Taş ve mızrak ile hayvan avladığına inandığımız insanların çok daha ileri seviyede olduğu ve devasa anıtlar ile şehirler yapabildiği, doğayı anlama Ve Tanrı’ya tapma dürtüsünün içinde olduğu ortaya çıkmıştır. Göbeklitepe’de yaşayanların dünyanın en eski bilgilerine sahip oldukları ileri sürülmektedir. Alman Der Spiegel dergisine göre Hz. Adem ve Havva cennetten kovulduktan sonra Göbeklitepe’de yaşamışlardır.

Göbeklitepe, hala Gizemi çözülemeyen bir sır olarak kalsa da gerçek olan oldukça Zeki olan ilk insanların burada Hala aklımızın almadığı şeyler yapmış olmasıdır. Bugün Göbeklitepe sır olarak kalmaya devam etmekte ve Uzmanlar daha ulaşılmayan katmanların ve arkeolojik kalıntıların bulunduğunu söylemektedirler.

DERİN DEVLET DOSYASI : Mehmet Ali Ağca Papayı Niye Vurdu ???


.

Yıllardır tüm dünyanın düşünmekte olduğu Papa Suikasti, Papa niye vuruldu sorusu Bugün dahi bir çözüme kavuşamamıştır.

13 Mayıs 1981 günü ST. Peter Meydanı olağanüstü günlerinden birini yaşıyordu. Binlerce kişi Papa 2. Jean Paul’u görmek için meydandaki yerini almıştı. Papa Her zamanki gibi halkı selamladığı arabasının üzerinde görülmüş, kalabalık çığlık çığlığa meydandaydı. Ancak kısa bir süre sonra bir silah sesi duyuldu. Papa vurulmuş, kanlar akıyordu. Meydanda çıkan arbedenin sonunda kara kuru bir genç yakalandı. Adamın kimliği ortaya çıkınca dünya ve özellikle Türk kamuoyu şoka uğradı.
Papayı vuran kişi Milliyet gazetesi genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi vurduğu için tutuklu olduğu Askeri hastaneden kaçan Mehmet Ali Ağca’ydı.

Ağca, tutuklu bulunduğu hapishaneden şaibeli bir şekilde Firar etmiş ve ardından yine gizli olaylar neticesinde Roma’ya ulaşmıştı. Mehmet Ali Ağca, Abdi İpekçi suikastinden dolayı ömür boyu hapisle yargılanıyordu. Ağca’nın ünlü ülkücü liderlerden Abdullah Çatlı‘nın yardımıyla kaçtığı ve güvenlik Teşkilatı içerisindeki sempatizanlarının Bu firara yardım ettiği düşünülmektedir.

Papa suikastının ardından yakalanan Ağca, ilk sorgusunda kralı öldürmek için İngiltere’ye gitmek istediğini, ama daha sonradan İngiltere’de kraliçe olduğunu öğrenince Türkler kadın Vurmaz düsturu gereği vazgeçtiğini söylemiştir.

.

Papa suikastının ardından orta pek çok iddia atılmış, değişik senaryolar gündeme getirilmiş ancak tetiği çektirenin kim olduğu hala bulunamamıştır. Olayla ilgili pekçok senaryo Hala konuşulmaya devam etmekte olup Aslında bu senaryoların Hedef saptırmaktan başka bir amacının olmadığı görülmektedir.

Genel olarak Ağca’nın Bulgar gizli servisi ile ilişkide olması, Roma’dan önce irtibatta olduğu kişilerin Rus ajanları ve Bulgar gizli servisi elemanları olması nedeniyle Papa suikastını KGB‘nin yaptırdığı düşünülmektedir. Neden Rusya bu işin arkasında denirse Papa 2. Jean Paul Polonyalıydı. Papa 2. Jean Paul suikastten kısa bir süre önce Polonya‘ya ziyarette bulunmuş o dönem Polonya, Varşova paktına üye olup Sovyetler safında yer alıyordu. Haliyle bu ziyaretler ve Papa’nın Polonyalı oluşu Sovyetlerin hiç hoşuna gitmiyordu.

Mehmet Ali Ağca’nın Filistin ile bağlantılı olduğu şeklinde bir iddia ortaya çıkmış, ardından Filistinliler tarafından reddedilmiştir. Yakın tarihte yazılan birkaç romanda ve bazı tarihçilerin ortaya attığı iddialara göre ise Papa suikastı Opus Dei isimli koyu Katolik tarikatın işiydi. Tetiği çektiren sebeplerin Vatikan ve Katolik Dünyası içindeki savaştan kaynaklandığı iddialar arasındadır.

Bu senaryoların sürüp gitmesinin en önemli nedenlerinden birinin papa suikastı gerçekleştiren Mehmet Ali Ağca’nın hiçbir şekilde konuşmaması olmuştur. Ayrıca kısa bir sürede yargılanıp ceza alması İtalyanların bu olayın üstünü örtmek istemesi şeklinde bir söylentiye sebep olmuştur.

Papa suikastinin ardından Mehmet Ali Ağca, kendini Mesih ilan etmiş, pekçok açıklamalarda bulunmuş. Hatta kitap yazmıştır. İngiliz Sundey Times gazetesi kendisi ile ilgili bir haber yayınlamış, "Mesih Ağca Papa suikastını paraya çevirmek istiyor" şeklinde Ağca’nın geldiği nokta ile ilgili güzel bir yorum yapmıştır.

Papa suikasti, popüler kültürün bir önemli bir malzemesi olmuş ve Ağca’yı medyatik biri haline getirmiştir. Hatta İtalyan bir kadın dergisi, Ağca’nın 2007’de Katolik olduğunu iddia etmiştir.

Mehmet Ali Ağca, iyice ilerleyerek 2006 da hapishaneden Papa 2. Radzinger’e mektup yazarak can güvenliğinin olmadığını iddia ederek Türkiye ziyaretini iptal etmesini istemiştir.

Papa vurulduktan sonra Ağca’yı affettiğini açıklamış ve hıristiyanları onun için dua etmeye çağırmıştır. Ayrıca Papa 2. Jean Paul, 1983 de Mehmet Ali Ağca‘yı hücresine ziyaret etmiş ve baş başa görüşmüşlerdir.

Bu suikast girişiminin arkasında kim olduğu hala aydınlatılamadı. Mehmet Ali Ağca, 2010 yılında Papa suikastını Vatikan hükümetinin planladığını öne sürmüştür.

EĞİTİM DOSYASI : Eğitim Sistemimizi Teslim Eden Anlaşma Fulbrigh t Anlaşması


.

27 Aralık 1947 yılında Amerika ve Türkiye arasında imzalanan Fulbright Anlaşması ile Türk eğitim sistemi Bir nevi Amerikan sömürgesine girmiş olup, o tarihten bu yana eğitim müfredatını, Tüm okullarda bu komisyon belirlemektedir.
Amerika ve Türkiye arasında imzalanan, Türkiye’nin eğitim sisteminin yükseltilmesi ve Amerikan kültürünün yaygınlaşması hedefiyle yapılan anlaşmanın aslında Türkiye’nin eğitim sistemine Yani bir nevi kalbine Amerikan yayılımcılığı ve sömürgeciliğinin yerleştirilmesidir.

Fulbright Anlaşmasının meşhur beşinci maddesi her şeyi özetlemektedir. "Bu komisyon 4 Türk ve 4 Amerikan yetkiliden oluşacak. 8 kişilik komisyonun başkanı Amerikan Büyükelçisi olacak ve Oyların eşitliği durumunda kesin nihai kararını Başkan verecektir"

Yani işin özü Amerikan başkanlığındaki heyetin tüm eğitim sistemini yönetecek olmasıdır. Eğitim sistemimizi ve akabinde ülkenin temelini Amerika’ya teslim eden Fulbright Anlaşması ile geçmişten günümüze tüm sistemimizi Amerika belirlenmiştir ve bu nedenle Bugün bile Amerika’da eğitim almayan neredeyse hiç bir bürokrat üst kademelere gelmemektedir. Amerikan politikalarının ülkemiz için rahat sızmasını sağlayan Fulbright anlaşması Lozan’dan sonra ülkemizi yarı sömürge konumuna getirmiştir diyebiliriz.

Atatürk’ün kurduğu Türk Tarih Kurumu ve Atatürk‘ün Türk tarihine verdiği önem Fulbright Anlaşması ile birlikte yeni dönem eğitim müfredatında etkisi kırılmıştır. Türklerin Miladı Malazgirt Savaşı’na indirgenmiş ve bu tarihten önceki eski Türk uygarlıklarının anlatılması kaldırılmıştır. Kut’ül Amare gibi büyük zaferler unutturulmaya çalışılmıştır. Tarih ve eğitim sistemimiz oldukça zayıf bir hale bürünmüştür ya da bir indirilmiştir.

Amerika gibi şu an Dünya üzerinde kötü bir eğitim sistemine sahip bir ülkenin kendi ülkemizde ki eğitim sistemine ne kadar katkı sağlayacağı merak konusu olup bu anlaşmayı imzalayanlar ve mantıkta imzaladığı oldukça düşündürücü.

Fulbright işi Amerikalı John Fulbright isimli Senatör tarafından oluşturulmuş bir projedir. Bu proje temelinde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın yardım ettiği ülkelerde, eğitim sistemine yardımcı olmak ve bu ülkelerde okuyan öğrencilerin Amerika’da burs almasını sağlamak gibi bir misyon yüklenmiştir. Dış Pencereden bakılınca oldukça masum görünen bu komisyon, Aslında ülkelerin eğitim sistemine dinamit döşemek ten başka bir işe yaramaktadır.

Anlaşma metnini imzalayan İsmet İnönü 1963 de şunu itiraflarda bulunmuştur.

"Lozan’da Mesele Toprak ya da tazminat değildi. Uzmanlarını yerleştirmek istiyorlardı. Dış politikada bağımsız olmaya çalışıyoruz peki nasıl yapacağım. Ben bunu karar verdiğimde İşin uzmanlarına havale edeceğim onlar da ayrıntılı rapor hazırlayacaktır. Peki bunu nasıl yapacaklar hepsini çevresinde yabancılar dolu, iğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi ortada bırakıyorlar. O da olmazsa tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu daha bana gelmeden Washington’un haberi oluyor. İşin sonucunu memurların önce elçilerden öğreniyorum"

Amerika Fulbright Anlaşması o kadar önem vermiştir ki komisyonun çalışmalarının ücreti Amerikan bütçesinden ödenecek, Türkiye’nin bu hizmet karşılığında ödeyeceği Amerika’ya olan borçlarından düşülecektir. Yani Amerika hem eğitim sistemimizi kendisi Dizayn edecek hem ülkemizin temeline dinamit koyacak hem de bunun karşılığında ücret ödüyoruz. Böyle bir saçma ve işe yaramayan anlaşma yapılmış, bu yüzden Türk eğitim sistemi Amerika’nın tekeline bırakılmıştır.

Bu konuyu Altta ki video da Oktay Sinanoğlu güzel bir şekilde özetlemektedir.

VİDEO LİNK : https://www.youtube.com/watch?v=CSAZwDIuV10

YARGI & ADLİYE DOSYASI : TÜRK YARGI SİSTEMİNE KOLUNU KAPTIRAN VATANDAŞIN TİRAJI KOMİK HALİ


ADLİYEDE BAŞIMA GELENLER

Akşamın alacakaranlığı çökmek üzere idi. Hafif bir yağmur başlamıştı. Telaşla evlerine gitmekte olan insanlar arasında yürürken, bir köşe başında, yağmur altında, etrafa bakınmakta olan bir eski tanıdığımı gördüm. Yanına gittim, selam verdim. Boş nazarlarla yüzüme baktı. Acaba yanıldım, benzettim mi diye düşündüm. İsmiyle hitap ettim, kendimi tanıttım. Yüzünde hafif bir gülümseme dolaştı. Selam verdi. Biraz şaşkın olduğunu, ne yapacağını bilemediğini söyledi. Yardıma ihtiyacı olduğunu anladım. Hemen yakındaki bir yerde oturup konuşmamızı teklif ettim. Beraber içeri girdik, birer çay söyledim. Bardağın yarısını içmişti ki anlatmaya başladı:

ARKADAŞIM ANLATIYOR

"Eskiden çalışmakta olduğum iş yerinde kalan alacaklarım için dava açmıştım. Davam iki buçuk sene sürdü. Dosyamız iki kere Yargıtay’a gitti geldi. Bu arada hayat pahalılığından ötürü Ankara’dan taşınmıştım.Nihayet dava neticelendi, tebligat evime geldi. Az bir alacağıma karar verilmişti ama paraya da ihtiyacım vardı, memnun oldum Kararı aldım, icraya vermek üzere Ankara’ya geldim. Adliyeye gittim.

ADLİYEYE GİRİŞ

Otobüsden indiğim yere en yakın olan Adliye girişine yöneldim, bu kapının Hakim ve Savcılara ait olduğunu, öbür kapıya gitmemi söylediler. Diğer kapıya yöneldim, girişte barikatlar kurulmuştu, Bir çok kişi, polis bekliyordu. İtiş kakış arasında nihayet kapıya yaklaşmıştım ki, görevli polisler; burada toplu bir davanın olduğunu, girişin kapalı olduğunu diğer kapıya gitmemi söylediler. Epeyce yürüdüm, ana giriş kapısına gittim. Önünde uzun bir kuyruk vardı. Benim gibi gelen yüzlerce kişi sıraya girmiş bekliyorlardı.

TAKMA DİŞ VE PANTOLON KEMERİ

Ben de sıraya girdim, uzun bir bekleyişden sonra kapı girişinde güvenlik aramasına geldim. Güvenlik görevlileri; “Cep telefonunuzu, bozuk paranızı yan tarafa bırakın” diye bağırıyorlardı. Telefon ve cebimdeki paraları bıraktım, kapıdan girerken alarm çalmaya başladı. Polisler durdurdular, pantolon kemerimi çıkararak tekrar girmemi istediler. Dışarı çıktım, sabırsızlanan insanlar, şikayet ederek itip kakıyorlardı. Pantolon kemerimi çıkardım, esasen bol gelen pantalonumu düşmemesi için bir elimle tutarak tam giriş yapamak üzereyken tekrar alarm çaldı. Görevli, sinirli bir şekilde “Üzerinde metal bir eşya var mı” diye sordu. İyice bunalmıştım; “Takma dişlerim var, isterseniz çıkarayım” dedim Önce bir şaşkınlık geçirip, gülüşerek “Hadi, gir” dediler. Nihayet içeri girebilmiştim.

Koridor boyunca yürüdüm, icraları soracak birini aradım. Telaşla yürümekte olan birkaç kişiye yaklaşmak istedim, yüzüme bakarak geçip gittiler. Nihayet bir görevli buldum. Derdimi anlattım. İcra dairelerinin buradan taşındığını söylediler.

Kalakalmıştım.

Nereye gittiğini sordum; “Toptancı pazarına gittiğini” söylediler. Önce şaka yaptığını zannettim. Sonra yerini tarif etti. Toptancı hali’nin yanında, eskiden belediyenin kullandığı prefabrik bir binaya taşınmıştı. Otobüse nereden bineceğimi söyledi.

TOPTANCI HALİ

Dışarı çıktım, otobüs durağını buldum. Epeyce bekledikten sonra gelen bir minibüse bindim. Şöföre “Beni, toptancı hali’nde indirmesini” istedim. Gülerek, bana “Kabzımal mısın?” dedi. Geliş nedenini anlattım. Nihayet bir yerde durarak, burada ineceğimi, icra dairelerinin az ilerde olduğunu söyledi. İnsanlar akın akın bir istikamete doğru gitmekte idiler. Peşlerinden yürüdüm. Tek katlı, gecekondu gibi bir binanın önüne geldik. Artık öğrendiğim üzere, kemerimi çıkarıp, bir elimle pantalonumu tutarak içeri girdim. Tek katlı, bakkal dükkanı gibi bitişik nizam odalara insanlar girip çıkıyorlardı. Bu yerlerin her biri bir İcra Müdürlüğü imiş.”

Eski tanıdık yorulmuştu, durakladı derin bir nefes ve çayından bir yudum aldı: “Neyse uzatmayayım” dedi. Beni yolladıkları bir icra dairesinin kapısından girdim. Burada ilgilenecek bir kişiyi de bulmak mesele idi, yolu düşenler bilir. Yalvar yakar, derdimi anlattım. Bir görevli “Harcını yatırdın mı, Vakıflar Bankası hesap numaran var mı” dedi. Olmadığını söyleyince; “Dışarı çık, bankaya git hesap açtır, postahaneye git harcı yatır gel” geldi.

TEKRAR ADLİYE

Öğlen olmuştu. Dışarı çıkıp bekledik. Neyse kısa keseyim. İşlemleri yaptım, içeri girdim. Memur baktı: “Bu senin elindeki mahkeme kararı, asıl değil, bir suret” dedi. Adliyeye gidip, davanın görüldüğü mahkeme kalemine gidip ‘Aslının aynıdır’ diye tasdik ettirip geleceksin dedi. Dışarı çıktım, geç kalmamak için, cebimde kalan birkaç liraya güvenerek bir taksiye binip adliyeye gittim. Bu defa o kadar kalabalık değildi. İçeri girip, daha önce davamın görüldüğü İş Mahkemeleri tarafına yöneldim ama bütün bakınmalarıma rağmen bulamadım. Bir odaya girerek sordum: “İş Mahkemelerinin taşındığını” söylediler.

Şaşırdım, kalakaldım.

Çaresiz dışarı çıktım, koridorda yorgun argın otururken, halime acıyan bir mahkeme mübaşiri yanıma geldi, ne beklediğimi sordu. Anlattım. İş Mahkemelerinin “Balgat” semtine taşındığını, biraz yukarıda dolmuş duraklarının olduğunu, oraya giderek Balgat dolmuşuna binmemi, dolmuşun; İş Mahkemelerinin tam önünde duracağını ve ne yapmam gerektiğini anlattı.

Biraz rahatlamıştım. Tarif edilen, dolmuş duraklarının olduğu yere gittim. Tam bir kargaşa idi. Sağdan soldan gelmekte, gitmekte olan minibüsler, her tarafdan giriş çıkış yapıyor, değnekçiler bağırıyor, minibüslerin arasında insanlar ezilmek tehlikesini göze alarak yürümeye çalışıyorlardı. Birkaç kere ezilmek tehlikesi geçirip, ona buna sorarak nihayet Balgat Adliyesine giden bir dolmuşa bindim.

BALGAT İKBAL ADLİYESİ

Beni, bir mahalle içinde, kocaman yüksek bir binanın önünde indirdiler. Önce yanlış yere geldiğimi zannettim. Çünkü binanın önünde kocaman bir tabelada, “İkbal Lokantası” yazıyordu ve bütün giriş lokantaya ayrılmıştı. Sordum, lokantanın arka tarafına dolanarak, adliyeye gireceğimi söylediler. Aynı meşakkatle polis noktasından geçtim ama içeriye pek fazla giremedim çünkü üç tane asansörün önünde, yüzlerce kişi bekliyordu. Ortadaki asansör biraz daha boş gibiydi, hemen o taraf yöneldim. Bir polis memuru kolumdan tuttu: ‘Bu asansör Hakim ve Savcılara aittir, diğerlerine git’ dedi. Bir diğer asansörde ‘Avukatlara aittir’ diye yazıyordu ama kimse bir şey söylemiyor ve önünde cübbeli-cübbesiz onlarca kişi bekliyor, sırası gelen biniyordu.”

“Nihayet yukarı çıktım, makbuz kestiler, aşapıda bodrum katta vezneye para yatırmamı söylediler, bu kez geç kalmamak için asansörü beklemeksizin dokuz kat aşağıya indim, veznede sıramı bekledim, parayı yatırıp, yukarı çıkmak için tekrar asansörü bekledim, yukarı çıktım. Kararın altına ‘Aslının aynıdır’ diye yazdılar. Bütün iş bitmişti Benimle ilgilendiler: ‘Bu kararın daha önce Asliye Hukuk da görülen bir dava ile bağlantılı olduğunu, görev yönünden reddedilerek buraya geldiğini, o mahkemede de mahkeme masraflarından bir alacağımın olduğunu, o kararı almam halinde her ikisini birlikte icraya verebileceğimi’ söylediler. Buna memnun olmuştum çünkü alacağım para biraz artacaktı.

Koridora çıktım, saate baktım, ikindi vaktini geçmişti. ‘Biletim yanmış, eve dönmek için bilet aldığım şehirlerarası, dönüş otobüsünü kaçırmıştım.’

DIŞKAPI ÖĞRENCİ YURDU BİNASI

Tekrar minibüse binip, aynı tehlikeli yolculuğu yapıp, koşar adımlarla Adliyeye gidip Asliye Hukuk Kalemini aradım. ‘Asliye Hukukların Dışkapı’da Mevki Hastahanesinin arkasındaki, Feto’cuların yaptırdığı ve el konulan bir öğrenci yurduna taşınmak üzere olduğunu, dosyaları sarıp sarmaladıklarını, bir başka gün veya taşındıktan sonra yeni binaya gelmemi’ söylediler.

Yıkılmıştım.

Dışarı çıktım. Yorgun argın, ne yapacağımı bilemez halde sağa sola bakınırken, sizi gördüm.” Dedi

Daha doğrusu ben onu görmüştüm. Taşınan adliyeler arasında dönmüş dolaşmış, perişan, yorgun, ümitsiz ve şaşkın olmuş, üstelik hiç bir işini yapamamıştı.

Çaylarımız yarım kalmıştı. Oturduğumuz yerde de pek kimse kalmamıştı. Hava iyice kararmış, gece çökmüş ve soğuk basmıştı.

OTOBÜS GARAJI’NA

Şehirlerarası otobüs garajına gitmek, bilet alarak evine dönmek istiyordu. Kendisini Otogar’a götürdüm, biletini aldık, aracı geldiğinde otobüsüne bindirdim. O kadar şaşkın, ümitsiz ve yorgun bir halde idi ki, yerini bulamadı. Koltuk numarasına bakarak yerine oturttum. Şöfor ve muavine tenbih ederek, gideceği yere gelince kendisini uyararak inmesini sağlamalarını rica ettim.

SON DURAK

Ertesi gün sabah, eski arkadaşımı ev telefonundan aradım, cevap vermedi. İyice merak etmiştim. Öğleyi zor yaptım. Öğle vakti tekrar aradım. Telefonu bir bayan açtı. Eşi imiş. Kendimi tanıttım, dün karşılaşmamızı anlattım. Kocasının bunu anlatmadığını ve hatırlamadığını, sabah erken saatlerde otobüsden indiği yerden telefon ederek gelip kendisini almalarını istediğini, buna çok şaşırdıkları, hemen gidip kendisini alıp eve geldiklerini, evde eşinin çok durgun olduğunu, zaman zaman yerinden kalkarak dolaştığını, arada bir gülümseyerek kendi kendine konuştuğunu söyledi. Bu durumun devam etmesi üzerine onu hastahaneye götürdüklerini, ‘Ruh ve Sinir Hastalıkları Bölümünde’ bir doktorun kendisine müsekkin verdiğini, bir kaç gün sonra tekrar görmek istediğini, şu anda kendisinin aldığı ilaçların etkisi ile uyuduğunu anlattı.

SEYYAR ADLİYE TERÖRÜ

Ankara Adliyesi dağılmadan ve mahkemeler dağıtılmadan önce olsa idi, bütün bu sayılanlar yarım saat içinde tamamlanabilecekti. İşte adliyelerin, mahkemelerin darmadağın edilmesinin kaçınılmaz sonuçlarından biri bu yaşanan olaydır.. Etkilenen yalnızca adalet, Avukat, Hakim, Savcı, görevliler ve personel değil. Mülkün yani ülkenin temeli olan adalet dağılıyor, zarar görüyor. Güvenirliğini yitiriyor. Bu daha başlangıç. Bir takım rant hesaplarıyla, makam veya siyasi etmenlerle Adliye binalarının, adaletin dağıtılmasının, yargı mensuplarının etkisiz konuma getirilmesinin toplumda doğuracağı daha pek çok olumsuzluklar başgösterecektir. Şimdi sıra Türkiye’nin Başkenti Ankara’nın, merkez Adliye Sarayının dağıtılmasına, parçalanmasına geldi.Bu yanlış hareketin devamı bir tusunami gibi, bir felaket gibi toplumu saracaktır. Bizden uyarması.

Av. A. Erdem Akyüz

SİYASİ DOSYA : BAŞKANLIK SÜRECİNİ ULUSAL GÜVENLİK VE ULUSLARARASI İSTİHBARAT ÖRG ÜTLERİ BAKIMINDAN DEĞERLENDİRMEK


BAŞKANLIK SÜRECİNİ ULUSAL GÜVENLİK VE ULUSLARARASI İSTİHBARAT ÖRGÜTLERİ BAKIMINDAN DEĞERLENDİRMEK

KAYNAK : http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2016/12/baskanlik-surecini-ulusal-guvenlik-ve.html?m=1

Türkiye’de ki Başkanlık süreci ve tartışmaları genel olarak hukuk ve siyaset bilimi literatürleri çerçevesinde ele alınıp irdelenmektedir. Fakat bu sürecin gözden kaçan bir boyutuda istihbarat örgütleriyle alakalı olan hususudur. Bugün dahi her ülke için öncelikli tehdit içsel sorunlar yani bölünebilme ihtimalini içeren ülkelerin güvenlik konseptlerini zedeleyici gelişmelerdir. İsrail’in ultra ortodoks ve İsrailli arap, Abd’nin Teksas, Fransa’nın sınırları içerisindeki müslüman topluluklar gibi ülkeden ülkeye farklılık gösteren her ülkenin saptamasına göre değişen faktörler o ülkeler için birer tehdittir ve bu durum rakip ülkelerce kullanılmak istenmektedir. Türkiye’nin ise büyük zaafları arasında etnisite ve mezhep ile alakalı sorunlar yer alırken buna son yıllarda eklenen kuvvetli siyasi hizipleşme veyahut siyasi bölünmedir. 1980 evveli sağcılar ve solcular olarak adlandırılan ekseriyeti temiz niyetli, birbirleriyle komşu, akraba, arkadaş olan insanlar yabancı istihbarat servislerininde yoğun örtülü operasyonları neticesinde nasıl birbirlerini düşman olarak bellemiş ve bu yönde bir tutum geliştirmişlerse bugünün siyasi hizipleşmeside gizli servislerce ustaca kullanılabilir. Bu duruma Türkiye’nin tarihi geçmişi ve sosyal dokusu oldukça müsaittir.

Başkanlık sisteminden ziyade Cumhurbaşkanını seven ve sevmeyen hatta nefret eden bir kitle oluşturulmuştur. Bu grupların oranlarını kabaca Cumhurbaşkanını seven yüzde 60, Cumhurbaşkanından nefret eden yüzde 40 olarak belirlediğimizi varsayarsak bunların içinde Başkanlık için herşeyi göze alacak olan gruplarla, başkanlık karşıtı ve bu yönde bir sisteme geçilmemesi için herşeyi göze alabilecek grupların olacağı şüphesizdir.

Türküye yakın siyasi tarihinde iki büyük kitlesel hareket görmüştür bunlardan biri Gezi Eylemleri, diğeri ise 15 Temmuz darbe girişimine karşı sokaklara dökülen sivil insanların oluşturduğu vakalardır. 2013 Gezi olayları Taksim merkezli başlamasına rağmen yurt çapına yayılmış, günlerce sürmüş, günlük eylemlerin başlama saatleri ve içerikleri bile senkronize olurcasına tutarlılık göstermiş hükümetin istifasını isteyebilecek kadar mahiyeti farklı noktalara gelebilmiş ve adeta kurgulanırcasına profesyonel bir sivil itaatsizlik eylemi halini almıştır. Diğer büyük kitlesel hareket ise 15 Temmuz günü sokaklara çıkan kışlaların etrafını tanker ve kamyonlarla çevirmek gibi özel harp tekniklerini öğrenen ve uygulayan, cesaretli hatta herşeyi göze almış insanların oluşturduğu fiiliyattır. Bu gruplardan ilki muhtemelen başkanlık sürecine karşıyken, ikincisi ekseriyetle yeni sistemin destekçisi olacaklardır.

Dünya istihbaratının önemli bir kaidesi vardır bu da yerele nüfuz edenin yereli kontrol edebileceğidir. Örneğin; Cıa dev bütçeli ve sistematik bir yapıdır ancak kültür istihbaratı yönü zayıftır Irak operasyonlarında bile İngiliz özel istihbarat şirketlerinden destek almıştır. Alman istihbaratı Avrupa’da oldukça etkindir ancak Afganistan’da örneğin güvenlik maksatlı yerli kadınların erkek askerlerce elle aranmaları gibi acemiliklere imza attıklarından bölgede tutunamamışlardır. Oysa bir bölgenin kültürünü ve insanını yakinen bilen bir sistem o bölgeye daha kolay nüfuz edebilir ve bu yapı en ideal olarak İngiliz İstihbaratında bulunmaktadır. Türkiye’nin siyasi geçmişi ve mevcut durumu Türkiye’yi çok iyi tanıyan örneğin İngiliz İstihbarat Servisi tarafından suistimal edilebilir mi? Sorusuna yüzde bir ihtimalle dahi evet yanıtını verirsek bu, çok yüksek bir orandır ve mutlaka tedbir alınmasını gerektirir. Son günlerde Pentagon danışmanlarından ve daha Mart ayında darbe olacağını yazan ünlü Neo Con Micheal Rubin, yeni bir yazı kaleme alarak Türkiye’nin bölündüğünü belirtmiştir. Bunu Pentagon fikri olarak ele alırsak bu durum nasıl tatbik edilebilir? Unutulmasınki sokak tecrübesi kazanmış iki grup Geziciler ve 15 Temmuz darbesine karşı koymak için yollara çıkanlar Başkanlık sürecinde karşı karşıya getirilmek istenecek her iki grubun içinden provokatörler itinayla öne sürülebileceklerdir. Pekiyi bu durumda Türkiye hangi sorunları yaşayabilir?

1) Yeniden asker seçeneği devreye girebilir ve sıkıyönetim ilanıyla ikinci bir kalkışma ihtimali doğabilir.


2) Ekonomik bir bozulma ile erken seçim ihtimali zorlanabilir seçim süreci ise çeşitli istikrarsızlıklara yol açabilir.


3) İktidar partisini eleştiren açıklamalarla İktidar partisinden toplu istifalar yaşanabilir. İstifa edenler, Türkiye’de İngiliz istihbaratıyla son derece içli dışlı bazı politik figürlerin etrafında toplanmak suretiyle yeni bir siyasi dalgalanma yaşanabilir.


4) Anarşinin boyutuna göre, Türkiye’ye yabancı askeri müdahale doğabilir.


5) Anarşi bugün teknolojik çalışmalarlada gerçekleştirildiği öne sürülen örneğin deprem gibi doğal felaketler ile birleştirilmek suretiyle siyasi ve askeri emir komuta zaafa uğratılabilir, ortadan kaldırılabilir.

Hangi ihtimal geçerli olursa olsun Türkiye için istenmeyen sonuçlar doğacaktır. Bu sebeple bu süreçte Türk İstihbarat örgütleri oldukça etkin olmalı, Mgk gerektiğinde daha sık toplanmalı, özellikle sosyal medya Türk istihbarat birimleri tarafından iyi tahlil edilmeli ve Türkiye’de gerçekleştirilmesi düşünülen örtülü operasyonlara aynı karşılıkla yabancı ülkelerde cevap verilmelidir. Önümüzdeki dönem Türkiye’de çok şiddetli bir istihbarat savaşının yaşanacağı açıktır ve buna ne kadar önceden ve

ne derece ciddi bir hazırlık yapılacağı Türkiye’nin istikbali bakımından mühimdir.

PKK ÖRGÜTÜ DOSYASI : 30 YILLIK PKK YALANI/’MEKAPLILAR’ DEVLETİN BAŞINA NASIL BELA OLDU ???


KAYNAK : https://kemalkaplan.blogspot.com.tr/2012/06/mekaplilar-devletin-basina-nasil-bela.html

1984 yılında ilk eylemini yaptığında bir grup eşkıya diye küçümsenen PKK, aradan geçen 28 yıl içinde öyle bir noktaya geldi ki; siyasi bir güç olarak TBMM’de temsil edilir oldu. Elebaşı yakalanmış olmasına ve 13 yıldır tecritte olmasına rağmen, örgütü cezaevinden yönetti. Sonunda devlet, silah bırakması için bizzat örgütle görüştü. Olmadı, olmadı… 28 yıldır milyarlarca dolar terörle mücadeleye ayrıldı. Olmadı. 30 bine yakın sivil-askerin kanı örgütün eline bulaştı. Peki terör neden bitmiyor? PKK nasıl bu kadar büyüdü ve güçlendi? Örgüt neden yok edilmiyor? 90’lı yıllarda Bekaa’ya girilmesi tartışılırken, bugün Kandil dümdüz edilsin deniyor. Ancak sınırlarımız içindeki PKK unsuru bile yok edilmiyor. NEDEN?

Nedenler muhtelif ve dönem dönem değişiyor. 90’larda PKK’nın yok edilmeme sebebi farklıyken, 2012 yılına gelindiğinde sebepler farklılık gösteriyor.

Evet, yanlış duymadınız; PKK birtakım siyasi, askeri ve ekonomik nedenlerden ötürü yok edilmiyor.
Genelkurmay Başkanı Özel, PKK’nın son Dağlıca baskınından sonra, Kandil’e girebileceklerini, fakat Türk halkının bedel ödemeye hazır olması gerektiğini söyledi. 30 yıldır bedel ödeyen başka bir millet var mı?..

PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti nezdindeki yerini ve konumunu daha iyi anlamak için başbakanın konuşmalarındaki satır aralarına dikkat etmek gerekiyor. 9 Eylül 2012 tarihinde Tayyip Erdoğan partisinin il başkanları toplantısında Murat karayılan’a hitaben şöyle konuşuyor: “Bugün yine terörist başlarından bir tanesi yine tehdit sallıyor, ‘AK Partili milletvekilleri bölgeye giremeyebilirler’ AK Parti’nin yöneticileri de milletvekilleri de bu tür kuru tehditlere evvelallah pabuç bırakmayacak ve yola öyle devam edeceklerdir. Yalnız ben şunu hatırlatayım, bu yaptıklarınız hayra alamet değil. Biz şu anda Eyüp sabrındayız. Bir yere kadar sabrederiz ondan sonra şapkaları farklı olarak değişmeye de başlarız. Bunu da çok açık net şekilde söylüyorum.

Bu sözler; ülkesinde 30 yıldır, 30 binden fazla insanı katleden bir terör örgütü için, o ülke başbakanın sarf ettiği sözler.

En başa dönelim…

APOCULAR’DAN PKK’YA…

1976’da Ankara’da küçük bir gruplaşma halindeyken 1978 yılından itibaren Hilvan-Siverek civarında kimi aşiretlerle kendisi dışındaki solcuları ve Kürtleri hedef alan eylemlerle sesini duyurdu. O dönemde Apocular olarak bilinen ve Siverek’teki Bucak aşiretine karşı silahlı eylemlerde, militanların ayaklarına giydiği ayakkabılar nedeniyle “Mekaplılar” diye adlandırılan terörist grup, 17 Kasım 1979’da PKK ismiyle partileşti(!).

12 Eylül döneminde açılan davanın iddianamesinde 12 Eylül 1980’e kadar 213’ü sivil 243 kişiyi öldürdüğü belirtilen PKK örgütü, bu dönemde yakalanmayan kadrolarını Filistin, Lübnan ve Suriye’ye çeken ve daha sonra Kuzey Irak’ta üslenen PKK, ilk büyük eylemini 15 Şubat 1984’de yaptı: Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçesini basan teröristler, karakollara ve askeri lojmanlara saldırdılar. Her iki ilçeyi bir süre kontrol altında tutan örgüt militanları, ilçe meydanından ve cami minaresinden bir süre propaganda yaptı ve daha sonra da Kuzey Irak’a döndükleri bildirildi. Sadece Eruh’ta 1 askerin şehit düştüğü olay, ölü sayısının az olmasına da bakılarak ilk anda çok önemsenmedi. Son birkaç yıldır zaman zaman ve yer yer görülen vur-kaç eylemlerinden biri sanıldı. PKK sonraki her 15 Ağustos’u önceleri “ilk kurşun günü” sonra da “Diriliş Bayramı” olarak yeni eylemlerle kutlama kararı aldı.

ÖZAL’A BASKIN NEDEN HABER VERİLMİYOR?

ANAP hükümetinde Sağlık Bakanı olan Bülent Akarcalı, Turgut Özal’ın ölümüyle ilgili araştırma yapan DDK’na verdiği ifadede, PKK’nın 1984 yılındaki ilk eylemi olan Eruh baskınını, TSK’nın Turgut Özal’a 24 saat önce haber verdiğini açıkladı. Akarcalı bu durumun son derece düşündürücü olduğunu, bugünkü araştırmaların 1984 yılına kadar uzanması gerektiğini söylüyor. Akarcalı DDK’ya son derece önemli ve bir o kadar da dikkat çekici ayrıntılar anlatmış. Bir bölümü şöyle:

“93 yılında yaşanan Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın sıralı ölümlerindeki şüphelerin ortaya çıkarılması için 15 Ağustos 1984 tarihindeki Eruh katliamı ile araştırılmaya başlanması gerekir. 93’deki olayların olduğu dönemi yaşadığımız için çok daha global, kapsayıcı bir analiz yapma imkanına sahip olduğumuza inanıyorum. 1983 sonu büyük bir sürpriz ile Anavatan Partisi iktidara geliyor. 25 Mart 1984’te yerel seçimleri yapıyoruz. Belediyelerin tümü Doğu ve Güneydoğu hariç emekli veya muvazzaf subaylar tarafından yönetiliyordu. Yapılan belediye seçimlerinin büyük çoğunluğunu ANAP kazandı. Bütün adaylarımızı belki de ilk defa olarak mahalli insanlar Kürt’ü, Zaza’sı, Süryani’si, Türk’üm, Arap’ım diyenlerden belirledik. Bu insanlar belediye başkanı ve il genel meclis üyesi oldu. Turgut Bey bu kapsamda bir demokratikleşme hareketini başlattığını söyledi. Parti olarak da bütün çalışmalarımızı bu yönde yaptık. Tam o sırada büyük bir katliam ile karşı karşıya kaldık. Öyle ki, bir cumartesi akşam üstü katliam oluyor biz o sırada Meclis’teyiz. Çok iyi hatırlıyorum. Ben Turgut Bey’i gece saat 01.00’de makam arabasına binmesine eşlik ettim. Ertesi gün bizim o katliamdan haberimiz oldu. Düşünebiliyor musunuz? Silahlı Kuvvetler ülkenin Başbakan’ına katliamı 24 saat sonra bildirdi. Eruh katliamı telsiz ve telefon kayıtlarından ülkenin Başbakanı’na hangi saatte haber verildi, öğrenilsin. Gece 01.00’e kadar haber verilmediğini ben bire bir biliyorum. Bu katliam neden, nasıl olmuş, kimler tarafından yapılmış hiçbir şey bilmiyoruz ki. 93’te yaşanan olayların başlangıcı da bana göre Eruh’tur. Ortada bu işlerin tasarımını yapmış yerli yabancı bir yapılaşma var ise bu yapılaşma Eruh öncesi de vardı. Ortaya çıktı, geri çekildi, tekrar çıktı, geri çekildi. Kimse bu konuların temeline inmek istemiyor. Turgut Bey’in ölümü de bu konuların üzerine gidilerek araştırılmalı.”
Bu olaydan sonra Başbakan Turgut Özal, ya idrak edemedi veya yanlış bilgilendirildi. Çünkü yaptığı açıklamada, “5-10 eşkıya” tanımlaması yaparak o yıllarda PKK’yı küçümsüyordu. Belki de gereken tedbirler bu nedenle alınmamış olabilir. Ancak Özal sonraki yıllarda PKK’nın ölümcüllüğünü daha iyi anlayacaktı.

OHAL ÇIKMAZI

1990’lı yıllara gelindiğinde PKK artık; köy yakan, otobüs tarayan, askeri konvoylara saldıran, tarihte görülmemiş terör eylemleri gerçekleştirmeye başlamıştı. Olağanüstü Hal Bölgeleri oluşturulmuş, buralara OHAL valileri süper yetkilerle atanmıştı. OHAL de PKK’nın eylemlerini durdurmaya yetmiyordu. Peki nasıl olmuştu da PKK birkaç yılda, 5-10 eşkıyadan, kurtarılmış bölge ilan eden ağır silahları bulunan, mensuplarının sayısı bile bilinmeyen koca bir bela haline gelmişti.

Valilere terörle mücadele için milyonlarca dolar bütçe ayrılıyordu. Valilerin bu bütçeyi nasıl ve ne şekilde kullandığı ise muamma. Sonraki yıllarda birçok yolsuzluk iddiası ortaya atılmış, valiler suçlanmıştı. Silah alımlarındaki yolsuzluk iddiaları ise ayyuka çıkmıştı. Küçük bir karakol komutanı başçavuş bile puslu havadan yararlanır olmuş, kaçakçılara göz yumup haracını alarak, cebini doldurma yoluna gitmişti. Kaçakçılarla anlaşamayınca da, askerlerine saldırı emri vererek, sınır ihlali yapan kaçakçılarla çatışmaya girip onları yok ederek kahraman bile olmuşlardı. Birilerinin deyimiyle bölgede, “at izi it izine karışmıştı”

Terörü önlemek için alınan tedbirler sanki tam tersine terörü körüklemek için kullanılıyordu.
Bölgede, gerçekten ne yaşandığını kimse bilmiyordu. Sadece sızan bilgiler bir araya getirilerek, durum değerlendirmesi yapılamaya çalışılıyordu.
Bu arada;
Köy yakma ve cinayetlerin faillerinin PKK’lılar ve askeri otorite tarafından mı yapıldığı tartışmaları artarken, özel timin öldürdüğü terörist başına pirim alması da, bu tür olayların artmasına neden oluyordu.

Sonraki yıllarda bizzat bölgede görev yapanların itirafları da yenir yutulur cinsten değildi.
Silah ve uyuşturucu kaçakçılığını bizzat güvenlik güçleri tarafından yapıldığı, faili meçhullerin ve keyfi işkencelerin uygulandığı ve her türlü yasadışı işlerin bölgede güvenlik güçleri tarafından işlendiği iddialar arasındaydı.

Tüm bu kargaşa OHAL uygulamasını bir çıkmaza sürüklemesine rağmen, bölgede: 1978 yılında sıkıyönetim uygulanmaya başlamış, 1987 yılında ise şekil değiştirerek, OHAL kapsamına alınmıştı. AKP’nin iktidara gelmesiyle ilk icraatlarından biri OHAL’in kaldırılması olmuştu. Tarih 30 Kasım 2002. Bölge 23 yıl olağanüstü bir şekilde yönetildi. OHAL her 4 ayda bir olmak üzere toplam 43 kez uzatıldı.

23 yılda hangi unsurlar OHAL’den yararlanıp siyasi ve şahsi menfaatler elde ettiler araştırıldığında ortaya çıkacaktır. Bu süreçte hangi güçler palazlandı. Kimler yardım etti, dış bağlantılarıyla da araştırılması gerek. Ayrıca bölgedeki dış gelişmeler nasıldı. Suriye ile sürekli yaşanan su ve PKK krizi kimlerin ekmeğine yağ sürüyordu.

ÇOK BİLİNMEYENLİ DENKLEMİN TEK BİLİNENLİ CEVABI: 1993

1993 bazı şeyler için milat oldu. PKK ve Kürt sorununda kesin çözüm dile getirenler ve bunun için gerçekten, ama gerçekten çalışma içinde bulunanlar öldü veya öldürüldü.

Bunlardan ilk kurban ocak ayında öldürülecekti. Uğur Mumcu, bir süredir PKK’nın devlet bağlantısını araştırıyordu. Bunları açıklamak için, birkaç gün sonra TRT’de programa çıkacaktı. 24 Ocak 1993’te aracına bomba konularak suikast kurbanı oldu. 4 yıl sonra suikastı araştırmak için mecliste bir komisyon kuruldu. Komisyon raporunu ilk okuyanlardan biri olarak, her sayfasında başka bir fail gördüm. En sonunda da, alakasız bir şekilde İran menşeli Selam grubuna fatura çıkarıldı ve müebbet yediler.

Çok değil aradan 12 gün geçmişti (5 Şubat). ANAP’ın harika çocuğu Adnan Kahveci tartışmalı bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Kahveci, birçok siyasi otorite tarafından geleceğin ANAP lideri ve başbakan olarak değerlendiriliyordu. Cumhurbaşkanı tarafından verilen talimatla Kürt raporu hazırlamıştı. Ve çevresindekilere bu Kürt sorununu mutlaka çözeceğini söylüyordu.

Tesadüf mü bilinmez ama Adnan Kahveci’nin ölümünden 12 gün (17 Şubat) sonra da Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis uçak kazasında ölecekti. Yine şaibeli bir kaza… Yıllarca davası sürdü.

ABD’den bile inceleme ekibi geldi. Raporlarda uçağın düşmesinin sabotaj yüzünden olacağı iddia edildi. Eşref Bitlis, PKK sorunu için Talabani ve Barzani ile görüşüyor, cumhurbaşkanı Özal ile de sürekli irtibatlı haldeydi.

Türkiye ard arda yaşanan bu ölümlerle sarsılırken, PKK’da boş durmuyor şiddetin dozunu arttırıyordu. Yıl sonuna kadar yaşanacak olaylar, 1993’ü tarihe kara yıl olarak geçirecekti.

Eşref Bitlis’in ölümünden tam 2 ay sonra (17 Nisan) bu defa Kürt meselesinin çözümü için devletin birçok kurumunu harekete geçiren cumhurbaşkanı Turgut Özal, kalp krizinden hayatını kaybedecekti.

Bir kâbus ülkenin üzerine çökmüş ve Kürt sorununu çözmeye yönelik adım atan herkesi yutuyordu. 2012 yılında DDK yaptığı inceleme ve araştırmalar neticesinde Özal’ın öldürülme ihtimalinin büyük olduğu yönünde bilgiler içeren rapor hazırladı.

Ancak olaylar bununla da bitmedi. Tartışmaları bugüne kadar devam eden, Madımak Oteli’nin yakılması, terhis edilen 33 erin şehit edilmesi, Başbağlar katliamı, gibi birçok olay 1993 yılında gerçekleştirildi.

1993 yılı belki de PKK’nın yeniden diriliş yılıydı. Ve varlığını tescil ettirdiği yıl. 93 değerlendirmesi yaparken, şunları göz önünde tutalım: Kahveci’nin ölümünden sonra ANAP’taki durum. Özal’ın ölümüyle kimlerin yolu açıldı. Hangi isimler siyaseten parladı. Uğur Mumcu’nun ölümüyle hangi uluslar arası ilişkiler darbe gördü. Ölümü içeride hangi örgütsel yapılanmaların işine yaradı. Eşref Bitlis’in ölümüyle, TSK içindeki güneydoğu politikası hangi yöne kaydı.

ÖLÜM ÜÇGENİNDE…

Özal’dan boşalan koltuğa başbakan Demirel oturunca başbakanlık makamı da ilk defa bir kadınla tanışıyordu: Tansu Çiller. Çiller başbakan olduktan birkaç ay sonra, herkesi şaşırtarak kürt meselesinin çözümü için Bask modelinden söz etti. Başta Demirel olmak üzere büyük tepki gördükten sonra, “terör ya bitecek, ya bitecek” diye tarihi sözünü etti. Ancak ortalığı sarsacak açıklama daha sonra geldi.

Çiller, “Teröre destek veren 60 işadamının elimizde listesi var” dediğinde ise ortalık toz duman olacaktı. Listede ismi olduğu iddia edilen bazı işadamları Düzce-Sapanca-Hendek ölüm üçgeninde cesetleri bulundu. Bazıları ise milyonlarca dolar haraç ödeyerek canlarını kurtardı.
Bu haraçlar hangi yetkililere ödendi?


ÖCALAN YAKALANDI AMA… ERGENEKON İLE EŞZAMANLI UYANIŞ

ABD Türkiye’ye büyük bir sürpriz yaparak Abdullah Öcalan’ı kucağına attı. 1999 yılında bir dizi seyahatten sonra PKK lideri Abdullah Öcalan, Türk yetkililere teslim edildi. Yıllardır yok etmeye çalıştığı örgütün liderinin kucağında oturduğunu gören Türkiye başlangıçta ne yapacağını bilemedi. Kısa bir debelenmeden sonra hemen kendine geldi. 3 ayda hazırlanan jet iddianameyle Apo yargılandı. İdama mahkûm edildi. Edildi edilmesine ama asılmadı. Dönemin başbakan yardımcısı MHP lideri Devlet Bahçeli yıllar sonra itiraf etti. “Siz olsaydınız siz de asamazdınız.” ABD ve batı baskısına işaret etti.

Apo için Marmara Denizi’nin ortasında bir ada tahsis edildi. İmralı. Adaya geliş gidiş kontrollü. Avukatlar, akrabaların görüşmesi izne bağlı. Tam bir tecrit. Ne hikmetse-dünyada bir örneği yok-Apo PKK’yı İmralı’dan yönetmeye başladı.

Öcalan’ın yakalanmasından sonra örgüt, adeta uykuya daldı. Bizimkilerde “örgüt bitti” sanarak, rehavet had safhaya tırmandı ve PKK ile ilgili kimse parmağını kıpırdatmadı. Taa ki, 2007 yılında tarihin en girift operasyonu başlayana kadar. Ergenekon. 2008 yılında ilk Ergenekon davası başladığından, sonra PKK’da yavaş yavaş gözlerini ovuşturmaya başlamıştı. Kanlı örgüt kış uykusundan uyanıyordu. 2012 yılına gelindiğinde ise, neredeyse her gün bir eylem haberi alıyoruz. Her gün şehit haberleri yürekleri dağlıyor.

Yaklaşık 3 yıl önce Ergenekon’dan tutuklanan ve daha sonra serbest bırakılan Aydınlık grubunun önde gelen bir ismiyle görüşmüştüm. Bana önümüzdeki dönemde büyük eylemlerin olacağını söylemişti. Ben bunu Ergenekon operasyonuna yönelik protestolar olarak algılamıştım o zaman.


KANDİL’E NEDEN GİRİLMİYOR

1990’lı yıllarda PKK Suriye’de bulunan Bekaa Vadisi’nde konuşlanıyordu. Bekaa’ya harekât zaman zaman dile getirilir, sonra da siyasiler, stratejistler, yapılacak bir harekâtın problemlerinden günlerce bahsederlerdi. Baba Esad burnundan kıl aldırmaz. Bizi her zaman PKK’yla tehdit ederdi. Gün oldu, devran döndü. Baba öldü, yerine oğlu geçti. Apo yakalandı. Suriye ile ilişkiler düzeldi. Ama PKK kuş oldu. Kandil’e uçtu. Bu defa da, Kandil harekâtı konuşuldu. PKK’nın azdığı dönemlerde Kandil bombalandı bile. Fakat günler öncesinden başlayan, “Kandil bombalansın” veya siyasilerin “Kandil’e hava harekâtı yapabiliriz” açıklamalarından örgüt tüyoyu kapmış kampı boşaltmıştı. Biz de TV’de Genelkurmayın dağıttığı görüntüleri, örgütün işinin bittiğini düşünerek, gerile gerile izledik. Böyle birkaç hava harekâtı yapıldı. Sonuç ortada.

Geçmişte boş kampları bombalayan TSK, PKK’nın her gün can almasına seyirci(!) kalamazdı. Örgütün 19 Haziran’da yaptığı Dağlıca baskınında 8 askeri şehit etmesinden sonra, Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in Kandil’e operasyon yaparız ama şartlara bağlı açıklaması gündeme bomba gibi düştü.

Özel’in, şartlarından biri Türk milletinin kayıplara hazır olmasıydı. 30 yıldır, 30 bin insanını kaybeden bir milletten istediği şey buydu. Sayın genelkurmay başkanının…

Röportaj yapmak için gazetecilerin elini kolunu sallaya sallaya gittiği Kandil, dünyanın en iyi orduları arasında sayılan Türk Ordusu için ‘Kaf Dağı’ydı. 30 yıldır terörle mücadeleye ve silah alımına ve TSK’ya ayrılan bütçelerin, kaç tane Türkiye doyuracağını varın siz hesap edin. 25 yıl boyunca bütçeden en büyük payı alan TSK, aynı zamanda denetime de kapalı olan TSK, bugüne kadar Kandil’e girmeyi neden talep etmedi.

Yıllardır MGK kararlarıyla hükümetlere istediği her şeyi yaptırma kabiliyeti olan TSK, neden terörü kaynağında yok etmeyi düşünmedi? Bu nedenleri çoğaltarak kendinize sormaya devam edin.


MEDYA YALANA ORTAK

1990’lı yıllarda büyük PKK eylemlerinden sonra, büyük operasyon düzenleyen TSK’dan zaman zaman şu haberi alıyorduk: “500 PKK’lı ablukaya alındı” “200 PKK’lı bilmem ne mevkiinde sıkıştırıldı.” Hatırladınız mı?…

Bu haberlerle şehitlerine ağlayan halkın yüreğine su serpilirdi. Aradan günler geçer, sıkıştırılan PKK’lıların yok edildiği veya teslim olduğu haberi gelmezdi. Hiçbir siyasi veya televizyoncu-gazeteci-yazar veya soruşturmacı televizyon gazetecileri, “Ablukadaki teröristlere ne oldu, operasyonun bilançosu nedir” diye sormazdı.

O günleri unuttuk ama medyamız sağ olsun yine hatırlattı bize.

19 Haziran Dağlıca eyleminden sonra, eyleme katılan 300 PKK’lının ablukaya alındığı haberleri yine TV ve gazetelerimizin başköşesini süsledi. Aradan 8 gün geçmiş nedir operasyonun bilançosu. Gen. Kur. açıklamış, 28 terörist öldürüldü diye. Dünyanın en büyük operasyonel güçlerinden bir olan Türk ordusu 300 kişiden 28’ini etkisiz hale getirebilmiş, diğerleri de kaçmış.

Şayet bu durum gerçekse, genelkurmay başkanı haklıdır. Kandil operasyonunda büyük kayıplar değil, birliği orada bırakıp geliriz. Burada da gıyabi cenaze namazı kılarız.

Ne var ki, durumun taktik olduğunu düşünüp içimi rahatlatıyorum. Zira TSK, PKK’yı özellikle bitirmiyor.

PKK’NIN BİTMEMESİNİN EKONOMİK VE ASKERİ YÖNÜ

Askerlik görevimi ifâ ettiğim birlikte özel harpçi bir başçavuş vardı. Deli bozuğun biriydi ama mert, delikanlı biriydi. Nöbetçi olduğu geceler anılarını dinlerdim. Gazeteci olduğumu bildiği halde anlatırdı, bana güvenirdi.

Güneydoğu’daki olaylarla ilgili sorularımı cevaplardı. Bana bir gün dedi ki: “Bunların hepsi fasa fiso, PKK istense 1 haftada yok edilir. Şimdi olaya daha yukarıdan bak. Askeri bir değerlendirme yapalım. Avrupa ülkelerini düşün, orduları en son ne zaman savaştı. Sanırım en son ikinci dünya savaşında. Dünyada sürekli savaşan kaç ordu var. ABD, İsrail ve Türkiye. ABD dünyanın her yerinde istediğinde savaşabiliyor. Bazen İngiltere’de peşine takılıp, bazı bölgelerde savaşıyor. İsrail zaten malum: Filistin. Türk ordusu 20 yıldır savaşta PKK ile. Bunun getirdiği üstünlüğü bir düşünsene. Hangi ülkeyle savaşsak köklerini kazırız. Yıllardır PKK ile savaşta Türk ordusunun geliştirdiği savaş teknikleri var. Bunları sadece tatbikatlarda denemiyor, PKK üzerinde uyguluyor. Aldığı silahları PKK üzerinde deniyor. Çatışmalarda askerinin becerisini görüyor. Sonuçları analiz ediyor. Ülke olarak mali açıdan pahalıya patlıyor. Bir de ölen askerler var. Ama savaşta olur böyle şeyler. Fakat bizde sağladığı üstünlük hiçbir şeye değişilmez. Tüm dünya biliyor bunu.”

Yorumu size bırakıyorum.

Ekonomik yönü ise, geçici köy korucularıdır (GKK). Türkiye’de 57 bin köy korucusu bulunuyor. Bu rakamın 77 binlere kadar çıktığı dönemler olmuştur. Yine dikkat çekici bir unsur: PKK’nın ilk eyleminden 1 yıl sonra 26 Mart 1985 GKK, muhtarlık kanununda yapılan değişiklikle vücuda getirilmiştir.

Bölgede işsizliğin had safhada olması, teşviklere rağmen bölgeye yatırım gitmemesi, GKK’luğu cazip bir istihdam olarak karşımıza çıkarıyor. Devletin binlerce kişiye iş sağlama olanağı. İstihdamın adının ‘geçici’ olması, fakat 27 yıldır da ‘geçmemesi’ manidardır.

Korucunun varlığının teröre bağlı olması ardında birçok sorunu getirmiştir. GKK öncelikle terör bittiğinde işsiz kalacağını çok iyi bilmektedir. İşte bu içgüdüyle zaman zaman PKK tarafında yer almış. Zaman zaman kaçakçılık yapmış. Zaman zaman ise faili meçhul cinayetlere karışmıştır.
İdari bakımdan kaymakamların, mesleki bakımdan ise jandarma bölük komutanının emir ve komutası altında olan GKK, hakkında TBMM Faili Meçhul Siyasi Cinayetler Araştırma Komisyonu raporunda şunlar yazıyor:
“Çoğu kez hem devletten maaşlarını almışlar, hem de terör örgütüne -kimi zaman korkudan, kimi zaman isteyerek- yardım ve yataklık yapmışlardır. Bazıları ise korucu kimliği ile silah, uyuşturucu vb. kaçakçılığı yapmışlardır. İşledikleri fiiller yüzünden mahkemece aranan korucular, maaşlarını düzenli olarak aldıkları halde yakalanamamışlardır. 1985 yılında başlatılan Koruculuk uygulamasında 1997 yılına dek geçen süre içerisinde 23 bin 817 geçici köy korucusu görevinden uzaklaştırılmıştır. Bu korucuların 20 bin 319’unun görevi ihmal suçunu işlediği açıklanmıştır. İçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlara göre, koruculuk uygulamasının başlatıldığı tarihten günümüze kadar geçen süre içerisinde, 2 bin 402 korucu terör suçlarına karışmış, 936 korucu hakkında mala karşı işlenen suçlardan, 1234 korucu hakkında şahsa karşı işlenen suçlardan, 428 korucu hakkında da kaçakçılık suçundan işlem yapılmıştır.”
Nasıl buldunuz raporda yazanları.

Devlet kendi eliyle terör yaratmakta çok marifetli görünüyor.

PKK’nın zuhurundan sadece 1 yıl sonra, GKK’ların oluşturulması, kafalarda pek çok soruyu gündeme getiriyor. 800 bin olduğu açıklansa da, 1 milyondan fazla asker olduğu söylenen TSK, ülke içinde terörü engelleyemeyecekse, o takdirde polis engellesin. O da olmuyorsa bunları lav edelim başka örgütlenmelere gidelim. Yeniçeri Ocağı iş görmediğinde, Nizam-ı Cedid’in kurulması gibi. Ne gerekiyorsa yapalım. Yeter ki, terör belasından kurtaracak siyasi ve askeri ferasete sahip olsun.

PKK’nın ilk eyleminden bu yana, ülkeyi yönetenlerin; selefin halefe bıraktığı miras, özlü söz de bu olsa gerek: "BIÇAK KEMİĞE DAYANDI"
28 yıllık takvim içinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin PKK politikasını anlamak bakımından son derece manidar bir "politik söz"…

TÜRKİYE DOSYASI /// ABD’li yazar : Türkiye’nin sınırları yakında değişecek


ABD’li neo-con yazar Michael Rubin’e göre Türkiye’nin bölünme sürecinin psikolojik aşaması tamamlandı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarihe ‘kibiri uğruna Türkiye’yi yıkan kötü adam’ olarak geçecek.

Odatv’nin aktardığına göre, 15 Temmuz darbesini önceden yazan ABD’li neo-con yazar Michael Rubin, Türkiye’nin bölündüğünü, ancak henüz Kürtlerin ayrı bir devlet mi kuracakları yoksa Türkiye’nin içinde bir federasyon mu olacaklarının belli olmadığını öne sürdüğü bir yazı kaleme aldı. Rubin’e göre Türkiye’nin bölünme sürecinin psikolojik aşaması tamamlandı ve Erdoğan tarihe ‘kibiri uğruna Türkiye’yi yıkan kötü adam’ olarak geçecek.

‘TÜRKİYE PARÇALARA AYRILMIŞ DURUMDA’

Rubin yazısını şöyle bitirdi: "Türkiye parçalara ayrılmış durumdadır. Sınırları yakında değişecek; tek mesele bölünme iki ayrı devlet şeklinde mi olacak yoksa Türkiye’ye dahil bir federasyon mu henüz belli değil. Erdoğan kendisini büyük bir lider ve yeni Atatürk olarak görüyor olabilir. Fakat Atatürk modern Türkiye’yi inşa ederken, Erdoğan onu yıkmaktan başka bir şey yapmadı. Erdoğan tarihe bir kahraman olarak geçmeyecek, kibiri uğruna Türkiye’yi yıkan yozlaşmış bir kötü adam olarak geçecek."

İşte Rubin’in Türkiye’nin bölünme senaryosunu yazdığı o yazısı:

‘BANGLADEŞ’İN PAKİSTAN’DAN KOPMASI İSE SADECE BİR YIL ALMIŞTI’

Bir ülke ne zaman parçalanır? İç savaş ve şiddet dolu karışıklıklar parçalanma aşamasının ön adımlarıdırlar. Çekoslovakya’nın barışçıl bölünmesinin karşısında Yugoslavya ve Hindistan örnekleri de bulunuyor. Etiyopya’dan kopmasından önce Eritre’de onlarca yıl çatışmalar sürmüştü, ya da Güney Sudan bağımsızlığını ilan ederek Sudan’dan koparken de durum farklı değildi. Bangladeş’in Pakistan’dan kopması ise sadece bir yıl almıştı fakat o bir yıl içerisinde Suriye’de son beş yılda ölen insandan daha fazlası hayatını kaybetmişti.

Ancak bu örneklerin hepsinin ortak özellikleri politik ayrışmalar ile bölünme öncesinde ortaya çıkan psikolojik bölünme halidir. Eritreliler bağımsızlıklarını ilan etmeden çok uzun zaman önce kendilerini Etiyopyalı olarak görmekten vazgeçmiş ve ayrı bir topluluk olarak düşünmeye başlamışlardı. Bangladeşliler içerisinde yaşadıkları toplumdan farklı bir dil konuşuyorlardı ve oldukça farklı bir kültürel kimliğe sahiptiler. Çekler ve Slovaklar zorla birlik haline getirilirlerken farklı tarihsel altyapılara ve dillere sahiptiler.

“Sen kimsin?” diye sorduğunuz var ya…

‘KALİFORNİYA’NIN AYRILIK KONUŞMALARI STRES ATMAKTAN BAŞKA BİR ANLAMA GELMEYECEK’

(ABD’nin yeni başkanı) Donald Trump’ın seçim galibiyetinden sonra ayrılık konuşmalarının ortaya çıktığı Kaliforniya’da ise durum aynı değil. Eyaletler arası otoyol sisteminden tutun da Hollywood’un Ulusal Futbol Ligine kadar, Kaliforniya Amerika’nın ta kendisidir. Kaliforniyalılar, öteki 49 eyalette bulunan vatandaşlarıyla birlikte dünyanın farklı yerlerinde savaşmışlardır. Kaliforniya halkının büyük bölümü Trump’tan hoşlanmıyor olabilir, Kaliforniya halkının büyük çoğunluğu da kendisine oy vermemiştir. Kaliforniya’nın ayrılık konuşmaları stres atmaktan başka bir anlama gelmeyecektir.

‘BAĞDAT KÜRTLERİN ÜZERİNE ATEŞ PÜSKÜRMEYE BAŞLADI’

Şimdi bir de Ortadoğu’ya bakalım: Kürtler kendilerini ulus olamamış büyük bir topluluk olarak görüyorlar. Onlarca milyon Kürt dört bölge ülkesine yayılmış halde yaşamaktadırlar: Türkiye, Suriye, İran ve Irak. Kürtler Irak’ta onlarca yıldır süren bir mücadele içerisindeler. Irak monarşisi süresince, Kürtler ve monarşi güçlerinin arada sırada çatıştıklarına şahit oluyorduk fakat o günler 1961’de kaldı, sadece üç sene sonra Irak ordusu bir darbe ile monarşiyi yıktı ve Kürtlerin mesafeli kaldığı Bağdat bu topluluğun üzerine ateş püskürmeye başladı. Ayaklanmalar ve düşük yoğunluklu çatışmalar sonraki 10 yıl da sürdü. 1970 senesinde, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) lideri Molla Mustafa Barzani, şimdiki lideri Mesut Barzani’nin babası olur, Saddam Hüseyin’in barış sağlanabilecek pragmatik bir lider olduğunu düşünmüştü. Baba Barzani ve Saddam birlikte Kürtlere otonom haklar tanıyan bir anlaşmaya varmışlardı. Çok kısa bir süre sonra ise Barzani Saddam’ın samimiyetsizliğine tanık olacaktı. Çatışmalar bir kez daha başlamıştı. Çatışmaların sertleşmesi ve Saddam’ın baskıcı bir tutumu benimsemesi Kürtlerin kendi tarihsel miraslarına yönelerek Iraklı liderin kafalarına sokmaya çalıştığı düşünceleri reddetmeye yöneldiler. 1991 senesi, Saddam’ın bir hesap hatası ile şekillenmişti: Saddam sivil devlet memurlarını geri çekmiş ve ablukaya aldığı Kürtlere boyun eğdirmenin yolunu aramıştı. Irak Kürtleri ise durumdan avantaj sağlayarak kendi hükümetlerini kurmuşlardı.

‘BAĞDAT’TA IRAK KÜRDİSTAN’ININ NE KADAR FARKLI OLDUĞUNA DAİR KONUŞMALAR YAPILIYOR’

O günlerin üzerinden 25 yıldan fazla zaman geçti. Genç nesiller Saddam’la asla karşılaşmadılar, ve çoğu sivil Kürt savaşı asla deneyimlemediler, İslam Devleti’nin (IŞİD) Kürt kentlerine birkaç düzine mil yaklaşmasını önemsemediler. Kürtçe konuşuyorlar ve Arapça anlamıyorlar. Kürt şarkıcıları dinliyorlar ve Kürt televizyonu izliyorlar. Bırak Irak’ın güneyini, pek azı daha önce Bağdat’ta bulundu. Çok azı kendisini Iraklı hissediyor. Bu yeni bir şey değil, çok sayıda akademisyen ve gazeteci Irak Kürdistan’ını ziyaret ederek aynı gözlemlerde bulunuyorlar. Basra, Necef, Kerbela ve hatta Bağdat’ta Irak Kürdistan’ının ne kadar farklı olduğuna dair konuşmalar yapılıyor fakat onların da pek azı bölgeyi ziyaret etmişler. Eğer Kürdistan dağlarında yaz tatili merkezleri inşa edilmiş olsalardı, Iraklılar buraları ziyaret ederlerken sanki yabancı bir ülkeye giriyormuş gibi pasaport kontrolünden geçeceklerdi. Oysaki bir zamanlar okullarda Arap milliyetçiliğinin birlik olabilmek için verdiği savaşı öğreniyorlardı, çok sayıda genç Iraklı genç Irak Kürdistanı’nın ülkeye bütünüyle entegre olması gerektiği konusunda umursamaz durumda. Irak Kürtlerinin kazançları sadece bölgelerinin kontrolü ile kısıtlı kalmadı, aynı zamanda psikolojik olarak kendilerini kabul ettirmeyi de başardılar.

‘ERDOĞAN KÜRTLERE KARŞI KANLI VE KÜÇÜK DÜŞÜRÜCÜ BİR GİRİŞİM İÇERİSİNDE’

Türkiye’de, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Kürtlere karşı kanlı ve küçük düşürücü bir girişim içerisinde. Yapmaya çalıştığı seçimlerde Kürtlerin büyük bölümünün oyunu alabilmekti, fakat kısa süre önce Kürtlerin oylarına ihtiyacı kalmadığında verdiği sözleri de unuttu. Barış sürecine olan inancında samimi değildi. Çok geçmeden gördü ki Kürtler HDP’ye oy veriyorlar, kavurucu dünya siyasetini benimseyerek Cizre, Silopi, Nusaybin gibi şehirleri yıkarak Suriye’nin Halep’ine benzetirken, düşmanının kaynaklarını kurutmaya yöneldi. Barış görüşmesinin ardından gelen ve 1980’lerin ortalarını anımsatan şiddet deneyimi Türkiyeli Kürtlerin Türk vatandaşları ile müşterek gelecek düşüncesinden vazgeçmelerine neden oldu. Kafa yapısı değişen ise sadece Kürtler değiller. Erdoğan Türk basını üzerinde oldukça güçlü bir kontrole sahip, Türkler şimdiye kadar olmadığı denli baskı altında tutulan ve konuşmasına izin verilmiş kısık seslere maruz kalıyorlar.

‘BATILI YAŞAM TARZINA SAHİP TÜRKLERİN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU TÜRKİYE’NİN GÜNEYDOĞU BÖLGESİNE ADIMINI BİLE ATMAMIŞ’

Sonuç olarak, yeni nesil Türkler eğer düşman olarak değilse Kürtleri en azından öteki olarak görüyorlar. Batılı yaşam tarzına sahip Türklerin büyük çoğunluğu Türkiye’nin Güneydoğu bölgesine adımını bile atmamış, bölgede yaşayan Kürtlerin büyük çoğunluğu ise Antalya, Bursa ve İzmir’i asla ziyaret etmeyecekler. Türkiye psikolojik anlamda bir bölünme sürecinden geçiyor. Hatta Erdoğan’ın kendisi dahi bir aşamada bu bölünmenin kaçınılmaz olduğunu anladı ve hatta ekonomi politikalarından Kürt bölgelerini silmesinden bu durumu anlayabiliriz.

‘ATATÜRK MODERN TÜRKİYE’Yİ İNŞA EDERKEN, ERDOĞAN ONU YIKMAKTAN BAŞKA BİR ŞEY YAPMADI’

Psikolojik bölünme etnik bir temizliği tersine çevirmeyi imkansız hale getirmektedir. Neredeyse imkansız hale gelmesi bir yana, Kürtler de silahlı ve savaş deneyimine sahipler. Türkler gerçeklerle yüzleşmeliler: Türkiye parçalara ayrılmış durumdadır. Sınırları yakında değişecek; tek mesele bölünme iki ayrı devlet şeklinde mi olacak yoksa Türkiye’ye dahil bir federasyon mu henüz belli değil. Erdoğan kendisini büyük bir lider ve yeni Atatürk olarak görüyor olabilir. Fakat Atatürk modern Türkiye’yi inşa ederken, Erdoğan onu yıkmaktan başka bir şey yapmadı. Erdoğan tarihe bir kahraman olarak geçmeyecek, kibri uğruna Türkiye’yi yıkan yozlaşmış bir kötü adam olarak geçecek. (Oda tv/Sputnik)

TERÖR DOSYASI /// DİLEK ÖZCAN : İSTANBUL PATLAMASININ KONUŞULMAYAN/ANLATILMAYAN DETAYLARI


DİLEK ÖZCAN : İSTANBUL PATLAMASININ KONUŞULMAYAN/ANLATILMAYAN DETAYLARI

Bir bombanın ardından yaşananlar, pek çoğumuz için ölü ve yaralı sayısından ibaret oluyor. Oysa o bombanın patlamasıyla başlayan ilk saniyeden itibaren çok daha fazlası yaşanıyor. Görülen zararlar konuşulmuyor, yalnızca yaralı denen insanların ne yarasına sahip olduğundan bahsedilmiyor… Adli Tıp doktorlarından Dr. Joseph Erdem tarafından yazılan bu yazıda tüm bu zayiatı okuyacaksınız…

Patlayıcı madde infilakında sadece insanlar ölmez. Kollar bacaklar kopar, gözler kör olur, işitme kayıpları, süregen ve geçici hafıza kayıpları ve travmalar da olur. Bir tnt gücündeki patlamada bile, 350-400 metrekare çevredeki bütün kuşlar, ciğerleri patlayarak ölür. Aynı etki, patlamaya 100-200 metre yakındaki sokak kedi ve köpeklerine de olur. Etrafta kırılan camını bile değiştirecek parası olmadığı için, kaç gece soğukta yatacak evler olur.

Patlamanın ilk blust etkisi ses hızındadır. Patlamaya yakınlık oranınca, ilk önce akciğer, dalak, bağırsak, östaki borusu gibi içinde basınç olan organlar patlar. Sonra, yaklaşık 3000 derece alevi ile sizi kavurur. En son, şarapnel-parça etkisi ile sizi yaralar. Bütün bunlar saniyenin yarısında olur.

Terörizm amaçlı bir patlamadan sonra, en çok da ölen insan sayısından bahsedilir. Ancak asıl etkisi ölü sayısından çok arkada kalanlarda görülür. Patlama ile ölenlerin yakınlarındaki travmalar, patlamadan sağ ya da yaralı çıkmış insanların o can pazarında parçalanmış insanları gördüğünde yaşadığı travmalar, hayat boyu ruhi ve bedensel sakat kalanlardan kimse bahsetmez. Hele o kadar insanın öldüğü bir bombalamada, sokakta kaç kuş, kedi, köpek öldü kimse saymaz…

Ancak, bir patlamanın kimsenin bahsetmediği gerçeğinde bunlar da vardır. Kolu kopmuş 15 yaşında bir kızdan kime ne? Kaç kuş mu ölmüş? Otopsi için patlamada parçalanmış çocukları, morgta elimizde iğne iplikle birleştirirken ne hissederiz kimse bilmez… Televizyonda sadece ölü yaralı sayısı duyarsınız, ki o da yalan dolandır.

En çok size anlatılmayan detaylara bakın. Asıl bomba o detaylarda saklı.

Dr. Joseph Erdem
Adli Tabip
Kriminal Psikiyatri & Klinik Psikoloji Uzmanı

MK ULTRA PROJESİ : Düşünceler ve rüyalar bilgisayara kayıt edilebiliyor


KAYNAK : AKADEMİ DERGİSİ

Uzaktan Nöral Denetim

Bir süre önce NASA tarafından uzaydaki astronotlar için DÜŞÜNCELERİN BİLGİSAYARA KAYDEDİLMESİ ile ilgili bir makale yayınlandı. Merak edenler bu makaleye göz atabilirler. (Makale adı : SUBSPEECHES)

Bu teknoloji ile ilgili ayrıntıları web üzerinde bir çok kaynakta bulabilirsiniz. Ancak en bilinenleri GEORGE FARQUAR ve PROJECT FREEDOM, Prof.Dr. Jose DELGADO ve Zihin Kontrolü çalışmalarıdır.

Projenin başlangıcı 2.Dünya Savaşında Yahudi Bilim adamları tarafından BERGSTRASSE denilen bölgedeki labaratuarlarda başlatılmış, savaşın sona ermesi ile proje ABD Askeri Laboratuarlarına taşınmıştır. Şu an için bu projenin 250 farklı versiyonu üzerinde dünya üzerine yayılmış bir çok tıbbi ve teknolojik laboratuarlarda devam ettirilmektedir.

Hatta proje bir ara o kadar ses getirdi ki, MEL GIBSON ve JULIA ROBERTS"ın oynadığı CONSPIRACY THOERY – KOMPLO TEORİSİ filmine konu oldu.

Ancak, ZİHİN KONTROLÜ projesi ile HASSAS TAKİP konusunu birbirinden kesinlikle ayırmakta yarar görüyoruz.

İlkinde duruma göre kişi yada gruplara yönelik ağır ve şiddetli bir psikolojik baskı, psikolojik faktörler kullanılarak bilinen sorgu metodları uygulanmaktadır. Bu şekilde ağır psiko-şiddete uğrayan kişi yada gruplara her an “SENİ İZLİYORUZ” mesajı değişik obje, ekipman ve personel kullanımıyla devam ettirilmektedir.

İkincisinde kaynaklara göre, kişi yada grupların zihinleri nano-teknolojik cihazlarla incelenebilir ve görülebilir. Oto kontrolü ve tüm psikolojik ve fiziksel yapısı yönlendirilebilir. Verimli bir sorgulama metodudur.

Tüm bu teknolojilerin, İNSAN HAKLARI yada BİREYSEL HAYATIN MAHREMİYETİ gibi konularla nasıl bir uyum içerisinde olduğunu da sizlerin ve okuyucuların takdir ve görüşlerinize bırakıyoruz.

Şimdi gelelim projenin sistematiğine…

Bir cismin bioelektrik alanı uzaktan algılanabilir, böylece cisimler bulundukları herhangi bir yerde denetlenebilirler. Özel EMF cihazıyla sistem operatörleri, kripto-şifre çözücüleri (EEG"lerden) üretilen potansiyelleri uzaktan okuyabilirler. Bunlar bir kişinin beyin durumlarina ve düşüncelerine kodlanabilir. Bu durumda kişi, uzak bir mesafeden mükemmel olarak denetlenir. İstihbarat personeli, “İşaret İstihbaratı”nın elektromanyetik tarama ağının kadranında çevirerek, ülkedeki herhangi bir şahsa çevirir ve İstihbarat teşkilatı"nın bilgisayarları o şahsı belirler ve günde 24 saat takip eder. İstihbarat Teşkilatı, Türkiye"deki herhangi bir şahsı seçebilir ve onu izleyebilir.

İstihbarat Teşkilatı “İşaret İstihbarat”, “Uzaktan Nöral(Sinir) Denetimi ve Elektronik Beyin Bağlantısı” için, “Elektro Manyetik Beyin Uyarılması”nı kullanmaktadır. (İonlaşamayan elektro manyetik alan) radyasyonu üzerine, nörolojik araştırmayı ve bioelektirik araştırma ve gelişmeyi içeren 1950"li yılların MKULTRA programından beri, “Beyin Uygulaması” gelişme hâlindedir.

Elde edilen gizli teknoloji, Ulusal Güvenlik Arşivlerinde, “Radyoaktifliği ve nükleer patlamaları içermeyen ve çevrede bulunan bir kaynaktan istemeyerek (kasıtlı olmayan bir şekilde) yayılan elektromanyetik dalgalardan oluşan bilgi” olarak tanımlanır ve “Işinim İstihbaratı” olarak sınıflandırılır. İşaret İstihbaratı, Amerika ve dost ülkeler yönetiminin diğer elektronik mücadele programları gibi, bu teknolojiyi de, gizli olarak yürütmekte ve muhafaza etmektedir. İstihbarat Teşkilatı, bu teknoloji ile ilgili mevcut bilgileri denetlemekte ve bilimsel araştirmalari halktan gizlemektedir. Aynı zamanda bu teknolojiyi gizli tutmak için uluslar arası istihbarat anlaşmalari da vardir.

İstihbarat teşkilatı bilgisayarında üretilen beyin planlaması, beyindeki elektriksel faaliyetleri sürekli olarak denetlemektedir. Ulusal Güvenlik gayesiyle istihbarat teşkilatı, binlerce insanın ferdî beyin haritalarını kaydetmekte ve şifrelemektedir. Elektro manyetik alanla “Beynin Uyarılması”, beyin-bilgisayar bağlantısını sağlamak için, meselâ, askerî savaş uçaginda ordu tarafindan gizlice kullanılmaktadır.

Elektronik gözetim amacıyla, beynin konuşma merkezindeki elektrik faaliyetleri, kurbanın sözlü düşüncelerine çevrilebilir. Kulağı devre dışı bırakarak, ses haberleşmesinin dogrudan beyne gitmesini saglayarak, Uzaktan Nöral Denetim, şifrelenmiş işaretleri, beynin işitme korteksine gönderebilir. İstihbarat ajanları bunu, paranoid şizofreninin karakteristiği olan işitsel halisünasyoları taklid ederek, kurbanların gizli olarak takatini kesmek için kullanabilirler.

Kurbanla herhangi bir temas olmaksızın, Uzaktan Nöral Denetim, bir kurbanın beynindeki görsel korteksteki elektirik faaliyetlerini planlayabilir ve kurbanın beynindeki tasvirleri (görüntüleri) bir videonun monitöründe gösterebilir. İstihbarat ajanları kurbanın gözlerinin gördüğü her şeyi görürler. Görsel hafıza da görülebilir. Uzaktan Nöral Denetim gözleri ve optik sinirleri atlayarak (devre dışı bırakarak), doğrudan görsel kortekse görüntü gönderebilir. İstihbarat ajanları, beynin programlama gayesi için, gözetim altındaki kişi REM uykusunda iken, onun beynine gizlice görüntü yerleştirmek için bunu kullanabilirler.

Birleşik Devletlerde, 1940"lı yıllardan beri, İşaret İstihbaratı ağı vardır. NSA"nın Ft. Meade"de kişileri izlemek ve bunların beyinlerindeki işitsel-görsel bilgileri -tecavüzkar olmayan bir biçimde- denetlemek için kullanılan iki yönlü geniş bir, Uzaktan Nöral Denetim sistemi vardır. Bu işlerin tümü, kişiyle fizikî bir temas olmadan yapilir. Uzaktan Nöral Denetim metodu, gözetim ve yurt içi istihbarat için esas metodtur. Konuşma, üç boyutlu ses ve şuuralti ses, kişinin beyninin işitme korteksine (kulaklari by pass edilerek) gönderilebilir ve görntüler görsel korteksin içine gönderilebilir. Uzaktan Nöral Denetim, kişinin algılarını, ruh durumunu ve motor kontrolünü degiştirebilir.

Konuşma korteksi / işitsel korteks baglantısı, istihbarat toplumu için esas haberleşme sistemi oldu. Uzaktan Nöral Denetim, görsel- işitsel beyin ile beyin arasında veya beyin ile bilgisayar arasında tam bir bağlantıya izin verir

NSA-SIGINT (Ulusal Güvenlik Teşkilatı İşaret İstihbaratı) insan beyninden yayılan 5 miliwottluk ve 30-50 Hz"lik uyandırılmış potansiyellerin şifrelerini digital olarak çözerek, insan beynindeki bilgileri uzaktan ve (tecavüzkar olmayacak bir biçimde) denetlemek için hususi yeteneklere sahibtir.

Beyindeki nöral hareketlilik değişen bir manyetik akıya sahib olan değişen bir elektirik özellik yaratır. Bu manyetik akı 30-50 Hz"lik ve 5 milimetrelik sürekli bir elektromanyetik dalga çıkarır. Beyinden gelen elektromanyetik emisyonda ihtiva edilen şeyler “uyandırılan potansiyeller” olarak adlandırılan (enserler ve desenlerdir.). Her düşünce, reaksiyon, motor kumandası, işitsel olaylar ve görsel görüntü için beyindeki bir “uyandırılmış potansiyel” veya “uyandırılmış potansiyeller kümesi” karşiligi vardir. Beyinden yapilan EMF emisyonunun şifreleri, beyninde geçerli fikirler, düşünceler, görüntüler ve sesler haline gelmesi için, çözülür.

NSA SIGINT, bilgileri (sinir sistemi mesajları gibi) istihbarat ajanlarına aktarmak ve gizli operasyon yapılacak kişilerin beyinlerine (onlar tarafından farkedilemeyecek bir şekilde) aktarmak için, bir haberleşme sistemi olarak EMF ile aktarılan Beyin Uyarılması"nı kullanmaktadır.

EMF ile Beynin Uyarılması, sonuçta beynin nöral devrelerinde ses ve görsel olayların oluşması için beyindeki uyarılacak potansiyelleri, kobayları tetiklemek için şifrelenmiş ve pulslanmış karmaşık elektromanyetik işaretler göndererek çalışır. EMF ile Beyin Uyarılması kişinin beyin hallerini değiştirebilir ve motor kontrolünü etkileyebilir.

İki yönlü elektronik Beyin Bağlantısı, sesi (kulakları by pass ederek) işitsel kortekse aktarırken ve donuk (belirsiz) görüntüleri, (optik sinirleri ve gözleri by pass ederek), görsel kortekse aktarırken, nöral görsel-işitsel bilgileri uzaktan kumanda ederek, yapılır. Görüntüler beyinde sabit olmayan iki boyutlu ekrandaki gibi zuhur eder.

İki yönlü elektronik Beyin bağlantısı gelişmiş tüm istihbarat servisleri personeli için esas haberleşme sistemi haline gelmiştir. (Bu servislere ülkemiz serevislerini de ekleyebiliriz) Uzaktan Nöral Denetim (RNM, insan beynindeki bioelektirik bilginin uzaktan denetimi) esas gözetim sistemi hâlini almıştır. Bu Batılı Devletler İstihbarat Topluluğu"nda sınırlı sayıdaki ajan tarafından kullanılmaktadır.

TARİH : Kolomb Öncesi Amerikan Toplumlarında Din


Kolomb öncesi Amerika toplumları bütünüyle dinin etkisi altındaydı. Dini inançlar, politik görüşlere olduğu kadar tarımsal faaliyetlere de egemen olmuş; doğum ve ölüm törenlerinde de bu inançlar ağır basmıştır. Aztekler, Mayalar ve İnkalar, çoktanrılı dinlere inanıyorlardı. Özellikle İnkalar ve Aztekler egemenlikleri altına aldıkları toplumların tanrılarını da benimsemişler, kendilerine mal etmişlerdi. Doğa güçleri, bazı gökcisimleri, hatta bazı bitkiler bile (Güneş, Ay, gök, mısır, yağmur, yıldırım vb) tanrılaştırılmıştı. Tam anlamıyla animist olan bu dinler, doğa güçlerini her şeyin temeli olarak görüyordu. Bu nedenle büyücülükle, tanrılar adına düzenlenen ayinleri birbirinden ayırt etmek zordu.

Dinler, mitler ve tanrılar da toplumlar, kabileler ve diller kadar çok ve çeşitliydi. Yine de bu tanrılar, tarım tanrıları ve kabile tanrıları olmak üzere iki grupta toplanabilir. İnsanların geçimi doğanın insafına bağlı olduğundan, tarım tanrılarının kırsal topluluklar için önemi büyüktü ve bunlar tarımsal hayatın her aşamasında kutlamalara konu olurdu. Buna karşılık İnkalarda Güneş, Azteklerde Huitzilopochtli gibi kabile tanrıları ayin törenlerinde daha ön plandaydı. Bu büyük tanrılar arasında Azteklerin korkuyla anılan ürkütücü tanrısı Tezcatlipoca veya Andlar’da Viracocha, Mayaların yaratıcı ve uygarlaştırıcı tanrısı İtzamna gibi gök tanrıları da vardır. İnsan, soyu ile dünyanın yazgısını çoğunlukla bu tanrılara bağlar. Tanrılar adına düzenlenen ayinler, hem dünyayı, hem de toplumu felaketlerden korumayı amaçlar. Bu nitelik, Kolomb öncesi ayinlerin ayırt edici özelliğini, yani insan kurban etme geleneğini açıklamaktadır; böylece insanlar sahip oldukları en değerli şeyleri tanrılara sunarak yok olmaktan kurtulmaya çalışıyorlardı. Mayalarda ender olarak, buna karşılık İnkalarda Mayalara göre daha yaygın biçimde görülen insan kurban etmek geleneği, Aztek ayinlerinin en önemli özelliğidir.

Kolomb öncesi ekonomilerin tarıma sıkı sıkıya bağlı olması, eski Amerika toplumlarında, tarım çevrimiyle ilgili doğa güçlerini temsil eden tanrıların önemini açıklamaktadır. Maya köylülerinin taptığı Chac da bu tür bir tanrıydı. Uzun bir burun ve ürkütücü sivri dişlerle betimlenen yağmur ve fırtına tanrısı Chac, aslında iyiliksever bir tanrıydı. İnkaların yıldırım tanrısı İnti İllapa ve Aztek yağmur tanrısı Tlaloc da benzer bir konuma sahipti. Mayaların tanrılaştırdığı Mısır bile zarif ve ince bir gencin yüz çizgilerini taşıyordu. Azteklerde “derisi soyulmuş yüce tanrı” Xipe Totec, doğayı yenileştiren bir tanrıydı; kurbanlarının yüzülen derisine sarınıyordu. Doğurganlık ve ölümün de kendilerine özgü tanrıları veya tanrıçaları vardı: Azteklerin ölmeden önce günahlarını itiraf ettikleri Aytanrıça ve cinsel aşk tanrıçası “pislik yiyici” Tlazolteotl, bunlardan biriydi. Nihayet yılan etekli yaşlı Coatlicue, ölümü ve doğurganlığı temsil eden en büyük yer tanrıçasıydı. Doğayla ilgili öteki etkinliklerin de kendilerine özgü tanrıları vardı: Kara avcılığı tanrısı, balıkçılık tanrısı, arıcılık tanrısı, kakao tarımı tanrısı…

Bazı mesleklerin de kendi özel tanrıları vardı. Ancak ruhban sınıfının yönetimi altında düzenlenen büyük tarım şenlikleri, toplumun tümünü bir araya getiriyordu. Bu şenlikler, dini bir takvime göre 20 gün çeken aylarda düzenleniyor ve gündönümleri, ekim, hasat gibi tarımsal etkinliklere denk getiriliyordu. Ayin törenlerinin can alıcı noktasını, tanrılara sunulan armağanlar oluşturuyordu; bu törenlerde ya hayvanlar ya da Azteklerde olduğu gibi erkekler, genç kızlar hatta çocuklar kurban ediliyordu. Günlük yaşamda yasaklanmış olan alkollü içkiler, tarım şenlikleri sırasında bol bol tüketiliyordu. Hastalıkları ve uğursuzlukları toplumdan uzak tutmayı amaçlayan arıtıcı ayinler, çoğunlukla büyük tarım şenlikleriyle birlikte düzenlenirdi. Köylülere özgü ibadet biçimleri özellikle Andlar’da çok iyi biliniyordu. Köylüler o yörelerde Huaca’ya büyük saygı gösterirlerdi; Huaca kutsal olarak kabul edilen bir dizi olayı ifade eden bir terimdi. Köylülerin putu, tapınaklarıyla birlikte bir Huaca oluşturuyordu. Daha genel olarak köylülerin doğaüstü bir güç atfettikleri her şey (dağ, kaya, acayip bir hayvan), Huaca olarak kabul edilir ve kutsal sayılırdı.

Ruhban Sınıfı

Ayinler, her yerde takvimi düzenlemek ve kehanette bulunmakla görevli bir bilgin-rahipler kastı tarafından denetlenirdi. Bütün eski ve ilkel toplumlarda olduğu gibi törenler ve ayinler önemli yer tuttuğu için kalabalık ve uzmanlaşmış bir din adamları sınıfı vardı. Toplumun üst kastlarından seçilerek alınan çocuklar, özel okullar olan Calmecac’larda rahip olarak yetiştirilir, bu okullarda çilecilik, dini ilahiler, yazı ve astronomi öğretilirdi. En saygın rahipler astronomi, yazı, tıp, kehanete ilişkin bilgileri öğrenen ve bunları daha da zenginleştirenlerdi. Denilebilir ki din adamları dinsel yaşamın düzenleyicisi olmaktan önce, kültürün korunmasının güvencesiydi. Bu nedenle yalnızca kurban törenlerini yönetmekle görevli olan rahipler ötekiler kadar önemsenmezdi.

İnsan Kurban Etme Geleneği

Geniş halk kesimlerinin, yani sıradan insanların temel görevlerinden biri de anlamını hiç kavrayamadıkları dinsel törenlere katılmaktı. Buna karşılık köy komünlerinde popüler ayinler de varlığını sürdürmekteydi ve buralarda adaklara ve tanrılaştırılmış atalara yönelik büyü törenlerine daha çok yer verilirdi.

İkinci Maya kültürüne zemin hazırlayan ve Azteklerin habercileri olan Toltekler kanlı ve savaşçı Kolomb öncesi dinlerin temelini oluşturdular. Efsaneye dayalı Quetzalcoatl tarihini yaratarak, kutsal krallığa yasallık kazandırdılar, tanrılara insan kurban edilmesini gelenek haline getirdiler. Bu efsane yüzünden Aztekler Quetzalcoatl’ın bir gün geri döneceğine inanmışlar ve kurtarıcıları sandıkları İspanyol istilacılar tarafından tarih sahnesinden silinmişlerdir.

Hem İnkalarda hem Tolteklerde görülen insan kurban etme geleneği, Azteklerde dinin temelini oluşturuyor ve ölümsüzlüğünün bir şartı olarak kabul ediliyordu. Aztekler zalim oldukları için değil, evrenin yıprandığını düşündükleri için bu törenleri düzenliyorlardı. Azteklerin dinsel inanışına göre zaman giderek ufalanmakta ve enerji durmadan kaybolmaktaydı. Güneşin doğudan doğması ve yeryüzünde yaşamın sürmesi için bu durum kurban edilecek insanların kanları ile beslenmeliydi.

Aztek kozmolojisine göre Güneş tanrısı Tonatiuh, savaş tanrısı Huitzilopochtli ile özdeşleşmişti ve kendisine sunulan kurbanların kanlarından yoksun bırakılırsa hareketsiz kalabilirdi. Her an zamanın durabileceği ve evrenin yok olabileceği düşüncesiyle tedirginlik içinde yaşayan Aztekler, insan kurban etme geleneğini öteki halklardan çok daha titiz ve sistemli bir biçimde sürdürdüler. Moktezuma’nın hükümdarlığı döneminde, Tenochtitlan’daki yeni büyük tapınağın açılışı sırasında binlerce insan kurban edilmiştir. Huitzilopochtli’yi temsil eden put, çoğu kez, gıdası olarak kabul edilen kurbanlarının kanına bulanmış olarak betimlenirdi. Ancak bütün tanrılar adına düzenlenen kurban törenlerine, dini takvimin önemli tarihlerinin hepsinde ve tüm ayin yerlerinde rastlanırdı.

Tanrılara kurban edilen insanlar genellikle savaşlarda ele geçirilen tutsaklardan oluşurdu. Bu nedenle Azteklerde savaş kutsal bir nitelik kazanmıştı. Gerçek bir kahraman düşmanını öldüren değil, onu canlı olarak ele geçiren kimseydi. Bolca esir alınmışsa her savaşın sonunda kurban kesilirdi; eğer barış dönemi çok uzun sürerse, dost halklar arasında “zoraki savaş”a başvurulurdu; çünkü tanrıların gereksinimleri kesinlikle belirlenmiş ve ustalıkla resimlenmiş bir takvime göre belirleniyordu. Kısacası Azteklerde savaş dinsel nedenlerle yapılıyordu.

İnsan kurban etme törenlerinde tanrıçalara genç kızlar, tanrılara ise genç erkekler kurban edilirdi. Tören öncesi kurbanlar, yağmur tanrısının rengi olduğu kabul edilen maviye boyanırdı. Kurban töreni sırasında rahip bir hançer vuruşuyla kurbanın göğsünü yarar, çıkardığı kalbi tanrı ya da tanrıçaya sunardı. Çünkü kalp evrenin enerjisini simgeliyordu. Çoğunlukla kurbanın kafası bedeninden ayrılır, öteki yüzlercesiyle birlikte bu amaç için özel hazırlanmış olan bir anıtın üzerine konularak halka gösterilirdi. Bu gösteriye Tzompantli adı verilmekteydi.

Xipe Totec adına yapılan insan kurban etme ayinlerinde ise kurbanların öldürüldükten sonra derileri yüzülür ve rahipler kurbanlarının derilerine sarınırdı. Pek çok durumda kurban törenlerini dini işkenceler izlerdi. İşkencenin amacı, kurbandan zorla alınan en yüksek enerjiyi tanrılara sunmaktı.

Tlachtli adı verilen bir top oyunu da hem Maya uygarlığında hem Aztek uygarlığında önemli dinsel törenlerden birisidir. Bu dini tören hem dünyanın algılanışıyla hem kurbanlarla ilişkilidir. Nitekim oyun alanı dört bölüme ayrılmıştır ve dolayısıyla dünyanın tasarımını simgeler. Oyun yolları da güneşin dünyaya can vermek için doğudan yeniden doğmadan önce yer altından geçmesi gereken dar geçidi temsil eder. İki takımın oyuncularının karşılaşmasıyla gün ve gece arasındaki evrensel çatışmanın simgesidir. Oyunun sonucu, ister kazansınlar ister kaybetsinler, oyuncuların tanrılara kurban edilmesiyle bağlanır.

Ölüm ve Öteki Dünya İnancı

Kolomb öncesi bütün dinler, ölümden sonra da bir yaşamın olduğunu ve öleni, ölüm nedenine bağlı olarak farklı bir kaderin beklediğini kabul etmişlerdi. Mayalar, yeraltındaki yaşamı düzenleyen dokuz gece tanrısının varlığına inanıyorlardı. Bir kurukafa biçiminde betimlenen ve deprem tanrısı olan Cimi, ölüler dünyasına hükmediyordu. Ixtab ise intihar ederek yaşamına son verenlerin tanrıçasıydı ve intihar edenlerin öbür dünyada sonsuz bir mutluluğa kavuşacaklarına inanılırdı. Ölülerin kaderini farklı yorumlayan anlayışlara Azteklerde de rastlamak mümkündü. Olağan bir ölüm durumunda, ölen kişi son amacına ulaşmak için ölüm tanrısı Mictlantecuhtli’nin katında, karanlıklar ve fırtınalar ülkesi olan Mictlan’da, uzun bir yeraltı yolculuğa çıkardı. Tuzak ve engellerle dolu olan yol, ölünün, başlangıçtaki hiçliğe düşen ruhunu iyice kurutup tüketirdi.

Çarpışırken öldürülen savaşçılarla doğururken ölen kadınları (doğum savaşla aynıydı) gıpta edilecek bir yazgı bekliyordu. Onlar Güneş Tanrı’ya kavuşacaklar ve savaş çığlıkları atarak her günkü yolculuğunda ona eşlik edeceklerdi. Yağmur tanrısı Tlaloc’un seçtiği kadınlar ve erkekler, yani boğularak, vücudu su toplayarak veya yıldırım çarpması sonunda ölenler, Tlalocan denilen yeşillikler içindeki yeraltı cennetinde sonsuzluğa uçacaklardı.

Kolomb öncesi toplumlarda, insanın ölüm ertesi tam bir hiçlikte tümüyle yok olduğuna inanılmadığı için, ölülerden korkulur ve onlara saygı gösterilirdi. Kolomb öncesi bütün toplumlar, özellikle de İnkalar, ister kendi ailelerinin ataları, ister köy topluluklarının efsanevi kurucuları olsun, ataları için özel ayinler düzenlerlerdi. Ölüler, doğaüstü güçler olarak algılanır ve saygıda kusur edilirse her an kötülükleri dokunabileceğine inanılırdı. Bir önlem olarak mezarlar evlerden uzakta, ya ağızları kapatılabilen mağaralarda yapılmış ya da kayaların içine oyulmuştur.

İSTİHBARAT DOSYASI : METROPOL NOKTA İSTİHBARAT PERSONELİ BEŞİKTAŞ’TA NEDEN YOKTU ??? ? İSTİHBARAT ZAAFİYETİ


Değerli Üyelerimiz;

Bugün sizlere İstihbarat Servisleri dünyasında aktif rol alan ve önemli bir görevi olan METROPOL NOKTA İSTİHBARAT PERSONELİ hakkında bazı bilgilendirmelerde bulunalım.

Bildiğiniz gibi ve yazılarımızı takip edenlere aşina olan HUMINT İnsana dayalı istihbarat yöntemi hakkında sizlerle bazı yazıları paylaşmıştık. Bu yazımızda METROPOL NOKTA İSTİHBARAT PERSONELİ hakkında bazı bilgileri verirken aynı zamanda hükümete de şu soruyu yöneltiyoruz. Bu kadar eğitimli ve donanımlı istihbarat personeliniz varken, bunlar her türlü araca ve lojistik imkana sahipken, neden bu facia önlenemedi ?

AK Parti Yetkilileri umarız bundan sonra başka bir facianın yaşanmaması adına istihbarat zafiyetlerini minimuma indirebilecek gerekli önlemleri bir an önce alırlar.

HUMAN INTELLIGENCE – İNSANA DAYALI İSTİHBARAT BİRİMLERİ, maskelenmiş ve legal olarak görev ifa eden saha operasyon elemanları yada diğer görev personelini kullanır. Tamamıyle insan kaynağına dayalı istihbarat yöntemidir. Bu personel legal olarak yani bir servisin bordrosunda görev yapabildiği gibi legal kurumdan organik olarak bağımsız örtülü ödenekten beslenen bordrosuz ve legal kişileri de kapsar. Bu tür çalışma içerisinde illerin yada daha küçük yerleşim birimlerinde bulunan METROPOL MUHBİRLERİ yada elemanları adı verilen serbest yada inorganik bağı bulunan personelde bulunmaktadır.

Bu personel görevin ifası gereği metropollerin belirli noktalarında bulundukları yere göre göreceli olarak değişse de genellikle insan ve araç trafiğinin yoğun olduğu yerlerde yada belirli önem derecesi yüksek kurumların yakınlarında görevin ifasını kolaylaştıracak şekilde maskelenmiş bir halde çalışırlar. Çeşitli işleri yaparlar.

Örneğin, simitçi (Eskiden gelen bir espridir, Servis mensuplarının ve basın kuruluşlarının onlara taktığı lakapla SMITH’ci gibi…Eskiler hatırlar bir dönem Mr.Smith’ler 5 yıldızlı hotelleri çok mesken tutardı…Hoş bu gelenek aynen devam ediyor ya…Neyse !), boyacı, seyyar manav gibi değişik kılıklarda nokta görevi ifa ederler.

Görevleri akan trafiğin içerisinden şüpheli tanımına uyan, yada kendilerine söylenen ve tanımlanan kişileri izlemek veya belirli bir kurumu gözlem altında tutarak bir üst kademeye yani iletişim kuran kişiye bu raporu düzenli olarak vermektir. Özellikle yabancı sermayeli firmaların yada yabancı misyon temsilcilerinin sürekli gittikleri kulüp, bar yada benzeri yerlerin yakınlarında bulunurlar. Ayrıca bu tip yerleri işleten yerlerde çalışanlarla da yakın temas içerisindedir. Kısacası görevleri tüm olup biteni, giren çıkanı, dedikoduları kısacası istihbari değere sahip herşeyi iletişimi sağlayan kişi ile raporlarlar.

ÖZEL BÜRO NOTU : ANLAŞILAN BEŞİKTAŞ PATLAMASINDA BU SİMİTÇİLER HERHALDE SİESTA YAPIYORDU Kİ BU AJANLARIN AĞINA TAKILMADAN RAHATÇA BOMBAYI PATLATTILAR J

Yaptıkları iş son derece önemlidir. Zira, özellikle metropollerin kalabalığı ve trafiği göz önüne alınırsa her kesin kontrol altına alınamayacağı da bir gerçek olarak ortaya çıkar. Nasıl herkesin başına güvenlik için bir güvenlik görevlisi koyamaz iseniz, her şeyden haberdar olmanızda mümkün değildir. O nedenle metropol gibi yerlerin merkezlerinde yada benzer lokasyonlarda bu tip bir personel bulundurmanız da zorunludur.

En ufak bir şüpheyle metropol görevlisi tarafından ihbar edilen bir şahsı izlemeye aldıklarında belki de çok büyük bir organize suç şebekesini yada bir çeteyi yada bir gizli ajanı deşifre etme şansınızda bu şekilde doğabilir.

Bu aynı zamanda bir yerde toplumun nabzını tutmak, olası korsan gösterileri önceden haber almak, bir örgüte sızmak veya bunun benzeri organizasyonları ve operasyonları yapmak içinde bulunmaz bir fırsattır.

Her zaman dediğimiz gibi teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin yine de insana dayalı istihbarat sistemi iyi ve gelişmiş olmayan her servis yetersizdir. Unutmayalım ki teknoloji sadece bu sistemleri kullanan gizli servislerin elinde bulunmuyor. Bugün örnek vermek gerekirse ABD de yada Rusya’da mafya tipi örgütlerin ellerinde de çok değişik kapsamda ve içerikte ve nitelikte ve sayıda bir sürü dijital silah ve sabotaj ekipmanı, dinleme sistemi hatta biyolojik & kimyasal silah ve düşük etkili nükleer silah bulunmaktadır. Dolayısiyle aynı silahları bu tür illegal organizasyonlarda belirli bir ödeme karşılığı temin etme imkanına ne yazık ki sahiptir.

O yüzden hiç bir gizli servis yada örgüt sadece teknolojik istihbaratı yeterli görmez saha elemanlarını da sıkı bir eğitimden geçirir (eğitimler aşağıdadır…) belirli maskeler ve hayat hikayeleri ile belli noktalara yerleştirir. Bu eğitimden geçen METROPOL İSTİHBARAT GÖREVLİLERİ herkesi aldıkları eğitimlerin ışığında süzer ve değerlendirir. Gözleri, kulakları tüm duyuları hep açıktır. Bölgelerindeki en ufak bir hareketliliği, farklılığı hemen haber alır ve gerekli önlemlerin alınması için ilgili kanallar ile bildirir.

Kişileri veya hedef kurumu şüphe çekmeden sürekli gözlem altında tutar, illegal her durumu delillendirir, gerçek yada sahte delilleri ayırabilir. Hedef kişi/grubun iletişime geçtiği herkesi fotoğraflar, gerekirse hedefe sızar kısacası bölgesinde ON KAPLAN GÜCÜNDEDİR. 🙂

Görevin ifası için illegal bir oluşum içerisinde kesinlikle sırıtmaz, verilen her görevi yerine getirir. Kimliğini tehlikeye atacak yada görevin ifasına engel teşkil edecek hiç bir hamle yapamaz. Hatta görevin ifası için uyuşturucu satabilir, ölümcül olmamak kaydıyla şiddete başvurabilir. Tabi bu tür uygulamalar sadece belirli gizli servisler tarafından yapılmaktadır. Zira günümüzde servisler legal ajanları vasıtasıyla illegal operasyon yapamazlar. Örneğin bir gizli servis kendi ülkesinde espiyonaj faaliyeti yürüten yabancı bir servis elemanına sabotaj düzenleyemez. Sadece delillendirir ve PERSONA NON GARATA (İstenmeyen Kişi) ilan ederek sınır dışı yapabilir. Genellikle bu tür operasyonlar soğuk savaş döneminde kalsa da halen bazı batılı servisler tarafından uygulanmaktadır.

Yine METROPOL İSTİHBARATGÖREVLİLERİ suçlu ve birey-kitle psikolojisi konusunda da yeterli donanıma sahip olduklarından koku alma yetenekleri çok gelişmiştir. İlgisini çeken hedef şahıs/şahıslara zarflama (istihbarat terminolojisinde yoklama yada kanca atma) yöntemi ile yaklaşmaya çalışırlar. Bu görevliler kesinlikle şüphe çekmeyecek tipte "tabi ki bulundukları bölgenin coğrafi ve etnik yapısına bağlı olarak" olur ve aldıkları eğitimle kimliklerini çok iyi saklarlar. Deşifre olsalar bile veya böyle bir ihtimal dühul olduğunda DÜŞME YÖNTEMLERİNİ çok iyi kullanırlar. (İstihbari anlamı : Maske kullanımı ve şüpheden arınma)

Bağlı oldukları servisler tarafından gerekmesi halinde sahte bir hayat hikayesine bile (cover story) sahip olabilirler.

Bu görevlileri bulundukları ortamda kendiliğinden tanımanız mümkün değildir. Tanımanız için ya hedef yani izlenen bir kişi yada o organizasyonun içerisinde olmanız gereklidir.

OSINT (OPEN SOURCES INTELLIGENCE) – AÇIK KAYNAKLARA DAYALI İSTİHBARAT

Açık kaynakların kullanıldığı basın, televizyon, radyo, internet ve diğer açık elemanların kullanıldığı istihbarat çeşidi.

SIGINT (SIGNALS INTELLIGENCE) – SİNYAL İSTİHBARATI

Radyo ve elektronik & dijital ekipmanlara dayalı frekans ve haberleşme istihbaratı.

IMINT (IMAGERY – OR IMITATIVE – INTELLIGENCE) – GÖRSEL İSTİHBARAT

Fotoğraf, Uydu Resimleri ve diğer elektronik ve dijital basım ürünleri üzerine yapılan istihbarat.

MASINT (MEASUREMENT AND SIGNATURE INTELLIGENCE) – SES & AKUSTİK İSTİHBARATI

SIGINT VE IMINT ile sağlanan bir takım teknik formları kullanarak yapılan istihbarat.

İSTİHBARAT ÇARKI NEDİR ;

1.adım-İstihbarat Toplama/Elde etme

2.adım-Değerlendirme ve Analiz

3.adım-İlgili Kuruluşlara Dağıtma

4.adım-Önlem ve Siyaset Geliştirme

Bir ajanın bilmesi gereken temel prensipler

İstihbarat biliminin dünyanın hiç bir yerinde -kamuya açık- olarak bir öğrenim merkezi yoktur. Tüm adaylar öncelikle kişilik, beceri, stres, genel kültür, yabancı dil, kendini ifade, psikolojik ve fiziki testler gibi uzun bir süreçten geçirilir. Uygun görülen adaylar, o ülkenin Güvenlik Akademi’sinde yada diğer adıyla Gizli Servis Akademisinde istihbarat ile ilgili temel prensipler hakkında hem teorik hem de pratik eğitim görürler. Örneğin MİT’e girmeye hak kazananlar öncelikle MİT AKADEMİSİ’nde yoğun bir istihbarat eğitimi alırlar. Hem teorik bilgiler hem de pratik bilgiler kazandırılır.

Bu konular başlıca;

· Gizli haberleşme,

· Gizli faaliyetlere giriş ve fert,

· Gizli faaliyetlerde emniyet,

· Maske,

· Kimlik tespiti,

· Gizli harekat tekniği,

· Mülakat ve sorgulama,

· Gizli buluşmalar,

· Takip ve takipten kurtulma,

· Döküman inceleme ve sahte döküman,

· Gizli yazı – zarf açma,

· Gizli girme – arama – dinleme,

· Fotoğrafçılık,

· İstihbarat ve istihbarata karşı koyma (İKK)"

· Gayri nizami harbe giriş ve tarihi,

· Gayri nizami harbin hukuki yapısı ve mevzuatı,

· Gayri nizami harpte tanıma – teşhis,

· Bölge etüdü,

· Keşif,

· Dikiz ve göz keşfi,

· Hedef analizi,

· Tahrip,

· Gayri nizami harbin genel teşkilatlanması,

· Gayri nizami harbin planlanması ve uygulanması,

· Gayri nizami harp harekatı,

· Mukavemet harekatı,

· Yeraltı teşkilatı ve yeraltı harekatı,

· Gerilla teşkilatı ve gerilla harekatı,

· Kurtarma – kaçırma teşkilatı ve kurtarma – kaçırma harekatı,

· Özel kuvvetler teşkilatı ve özel kuvvetler harekatı,

· Yardımcı kuvvetler ve yardımcı unsurlar,

· Psikolojik harekat,

· Gayri nizami harpte personel faaliyetleri,

· Liderlik,

· Sabotaj,

· Muhabere,

· Lojistik,

· Gizli depolama,

· Karadan İkmal,

· Gizli hava harekatı,

· Gizli deniz harekatı,

· İç güvenlik harekatı değerlendirmesi,

· Hayatı idame,

· İlk yardım gibi konularda gerek teorik gerekse pratik dersleri konularında uzman hocalardan alırlar.

Yukarıda adı geçen eğitimler genel olarak verilmiştir. Alınan göreve veya atanacak bölüme göre eğitimlerde uzmanlık alanlarına göre farklılık gösterebilir. Örneğin görevi takip olan bir personelin uzmanlık sahasına aldığı eğitimle, uyuşturucu ve organize suç takibi yapan bir personelin aldığı eğitim farklıdır.

Ancak günümüzde teknolojinin ilerlemesi ve nüfusun artmasına paralel olarak globalleşme gibi nedenlerden dolayı tüm istihbarat personeli, güvenlik akademilerinde tüm bu eğitimleri başlangıçta olmasa da yapılan kurs ve seminerler gibi eğitimlerle almakta ve uygulamaktadır.

Özellikle UYDU kullanım projesinin kullanıma girmesi ve elektro manyetik izleme sistemlerinin gelişmesi ile zaman ve yer mefhumu kalmamış, hedef kişi/grup rahatlıkla 7*24 olarak sürekli gözetim altına alınabilmiştir.

Sorun günümüzde bu uygulamanın yapılması değil ABD ve bazı başka servislerin sistemi kullanan elemanlarının GÜÇ GÖSTERİSİ yapmak gibi nedenlerden olur olmaz şekilde sivil masum vatandaşları hedef almalarıdır.

Örnek vermek gerekirse başlangıcı 1950’li yılara ve hatta NAZİ dönemine varan MIND CONTROL & MKULTRA & UKUSA projeleridir. Ancak servisler her zaman olduğu gibi açıklanan bilgileri yalanlamak ve KOMPLO TEORİMİNE sokmakta da ustadırlar.

Bunun yanı sıra tüm saha ajanları psikoloji bilimi ve teknoloji konusunda da gerekli argümanlara sahiptirler. Yurtdışında rahatça operasyonel faaliyet icra edebilecek eğitim ve donanıma sahip olmaları için sıkı bir eğitimden geçirilirler. Bu eğitimler şunlar,

· Suçlu psikolojisi,

· Etkili konuşma ve ses analizi,

· Birey ve Kitle psikolojisi,

· Karakter tahlili,

· Delil alma & Sahte Delil

· Yaklaşma zamanının (hedef şahıs yada gruba) belirlenmesi,

· İstihbarat ve İstihbarata karşı koyma,

· Terör ve anti-terör stratejisi geliştirme,

· Stres altında düşünme-harekat-yönetme kabiliyetinin geliştirilmesi,

· Stres altında proje ve operasyon uygulama ve idare,

· Zaman yönetimi,

· Psiko-Sorgu ve mülakat teknikleri,

· Kripto kullanımı ve gizli haberleşme,

· Şüpheden düşme teknikleri,

· Bilgi alınması amacıyla şüpheli şahsa yada gruba yemleme malzemesi hazırlama teknikleri (Kısaca zarflama diye de anılır…Değişik çeşitleri vardır.)

· Gizli buluşma teknikleri (İstihbari adı : Brush contact – Fırça teması)

· Kaynak kullanımı,

· Eleman kullanımı,

· Gizli kamera kullanımı, bug yerleştirme teknikleri, Kontr-Takip

· Fotoğraf, bilgisayar, ve diğer ekipman ve cihaz kullanımı; (Gizli kamera, bug…)

· Organize suç yada terör gruplarına sızma yöntemleri,

· Yakın dövüş ve fiziki güç kullanımı,

· Silah ve patlayıcı eğitimi (Her tür silah ve patlayıcı eğitimi),

· Hedef analizi ve bireysel önlem geliştirme,

· İstihbari analiz gibi tamamen teoriğe ve pratiğe dayalı sıkı bir eğitimden geçirilirler.

Yukarıda adı geçen eğitimlerde başarılı olan adaylar çırak-üstad ilişkisi içerisinde yeni görev yerlerine atanırlar.

· Operasyonlar Dairesi,

· İstihbarat Dairesi (Yurt içi – Yurt Dışı İstihbarat),

· Espiyonaj-Kontr-espiyonaj bölümü,

· Terörle mücadele (Kontr-Terör Dairesi),

· Organize Suç ve Kaçakçılık Dairesi,

· Teknik Şube Müdürlüğü,

· Takip ve Gözetim Dairesi,

· Psikolojik Harekat Dairesi

gibi bölümlerde artık derslerde öğrendiklerini bizzat uygulama safhasına geçilir.

Tüm adayların görev yaptığı süre içerisinde öncelikli kural "Kimliklerini hassasiyetle muhafaza etmeleri-deşifre olmamaları" dır. Bu nedenle çok elzem olmadığı takdirde -olağanüstü bir durum yok ise- kesinlikle kimlik ibraz edemezler. Ve kimliklerini açıklayamazlar. Aksi sonuçlar idari ve hukuki takibata neden olur. Aynı zamanda bir ajanın kimliğini başka bir kaynağın yada vatandaşın deşifre etmesi de "Aktif ajanın hayatını tehlikeye atma" nedeniyle takibata yol açar. GİZLİ SERVİS PERSONELİ operasyonel değildir. Polis gücünün yetkilerini sadece belirli durumlarda, Örneğin yurt içinde faaliyet gösteren bir yabancı ajanın yakalanması hallerinde kullanabilir. Tutuklama yetkileri bu nedenle sınırlıdır.

Ajanların birbirleriyle ve merkez ile teması, karargah tabir edilen merkezi bölümden telsiz yada KİŞİYE ÖZEL ANONS SİSTEMİ gibi başka elektronik cihazların kullanımı ile yapılır.(bkz.sig-int) Bu teknolojinin sivil adı AUDIO SPOTLIGHT’dır. Aşağıdaki linke tıklarsanız bu teknolojinin sivil olarak nasıl kullanıldığını anlatan videoları izleyebilirsiniz.

AUDIO SPOTLIGHT VİDEOLARI : https://www.youtube.com/results?search_query=audio+spotligt+technology

Ayrıca gizli servis mensupları durum gerektirdiğinde tüm polis yetkilerine sahiptir.

Kısacası, bir ülkenin milli güvenliği ciddi bir iştir. Dolayısıyla, küreselleşen tehditlere karşı koymak içinde sürekli teknolojinizi ve eğitiminizi güncel durumda tutmak zorundasınız…

Teknolojinin yarınlarınıza ışık tutması dileğimizle;

ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU

BOP DOSYASI : Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye


Bugün Amerika Birleşik Devletleri; okyanuslar ötesinde Kanada, Meksika ve Latin Amerika ile bir bütünlük içerisindedir. Avrupa Birliği de birlik üyesi ülkelerde yaşanan ekonomik krizlere karşın, bütünlüğünü tamamlama yolunda hızla ilerlemektedir. Rusya, tarihsel süreç içerisinde bir dokunulmazlık elde etmiştir. Çin, engellenemeyecek bir gelişme çizgisine ulaşmıştır. Japonya nüfuz yarışında yer almamaktadır. Sonuçta, bugünün dünyasında egemenlik tesis edilebilecek bölgeler olarak, sadece; Orta Asya’nın bir kısmı, Büyük Ortadoğu, Orta ve Güney Afrika kalmıştır. Orta ve Güney Afrika’nın ikinci derecede ekonomik değerlere sahip olması, sosyal ve ekonomik sorunlarının başa çıkılamayacak ölçülere ulaşması, ayrıca terör tehdidi için de bir zemin teşkil etmemesi, bu bölgeleri şimdilik egemen güçlerin ilgi alanı dışında bırakmıştır.

Günümüzde Balkanların, AB süreci içerisinde zamanla sorunlu bir bölge olmaktan çıkarılması amaçlanmaktadır. Orta Asya’nın bir kısmında ve Kafkaslardaki anlaşmazlık ve sorunlar, Rusya’nın yeterli kontrolü altında makul ölçülerde tutulabilmektedir. Bu genel tablo içerisinde; genel egemenlik tesis edilmemiş bölgelerde enerji ve hammadde kaynaklarına el atmak, stratejik harekat açısından üs ve kolaylık imkanı sağlayabilecek değerdeki noktaları ele geçirmek, deniz ve hava ulaştırma yollarını kontrol etmek, ABD’nin amaçları arasına girmiştir. ABD, bu amaçlarına ulaşma yolundaki eylemlerini, “özgür ve demokratik bir dünyanın yaratılması” söylemi ardında gerçekleştirmektedir.

Şimdi hedefte olan bölge Ortadoğu’dur. Çünkü dünyadaki en büyük işletilebilir petrol rezervleri Ortadoğu’dadır. Bu kaynak, ABD’nin ulusal çıkarları doğrultusunda kontrol altına alınmalıdır. Ortadoğu’dan petrol akışının kesintisiz olarak sürdürülebilmesi için petrol nakliyatında kullanılan yolların güvenliğinin sağlanmasına ilaveten, Orta Asya’dan Hint Okyanusu’na ulaşan enerji koridorunun da açık bulundurulması gerekmektedir. Bu kadar geniş bir coğrafyada sadece kendi askeri gücünü kullanmak yerine, yeni müttefikler edinmek, yeni üsler tesis etmek ve yeni güvenlik sistemleri oluşturmak, ABD açısından daha ekonomik bir hareket tarzı haline gelmiştir. Bu hareket tarzının ışığında ABD’nin genel amacı; kısa vadede Irak’tan başlayarak Ortadoğu’yu şekillendirmek ve Körfez bölgesine hakim olmak, orta vadede Avrasya’yı kontrol etmek, uzun vadede ise dünya egemenliğini tesis etmektir. Bu amaç içerisindeki diğer bağlı amaçlar ise; petrole kavuşmak, güvenliğini pekiştirmek, ekonomisini geliştirmek, bölgede nüfuzunu sağlamlaştırmak, dünyada tek egemen güç olma özelliğini devam ettirmek, Kafkaslar, Orta Asya, Güney Asya ve Ortadoğu’da; AB, Rusya, Çin ve Japonya’nın ABD ulusal çıkarlarını etkileyecek ölçüde gelişmesine mani olmaktır.

ABD ve 21. Yüzyıl

ABD; 1998’de Başkan Clinton döneminde “21. yüzyılı şekillendirme düşüncesi” adında yeni bir stratejik yaklaşım geliştirmiştir. Bu stratejik yaklaşım, dünyayı ABD’nin ulusal çıkarları doğrultusunda şekillendirmeyi amaçlamaktadır. 11 Eylül 2001 saldırısı sonrasında Afganistan müdahalesi ve 2003’te Irak’ın işgali, bu stratejinin ilk adımlarıdır. “21. yüzyılı şekillendirme düşüncesi”, Amerikan halkının temel yaşam kaygılarının yok edilmesi ve sahip olunan refah düzeyinin sürdürülmesi yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşımla Ortadoğu, Orta Asya ve Hazar Bölgesi ABD’nin yaşam sahası olarak görülmektedir. ABD; anılan bölgelerde kalıcı bir egemenlik tesis etmeyi, kendi varlığını sürdürmekle eşdeğer görmektedir. Bu stratejiyle ABD’nin yaşam sahası Amerika Kıtası dışına taşırılmıştır. Çünkü eski Başkan Bush’a göre; “Artık okyanuslar ABD’yi savunmaya yetmemekte”dir.

Büyük Ortadoğu Projesi de ABD’nin bu stratejik temel yaklaşımı içerisinde yer almaktadır. Tarihsel süreç içerisinde Roma ve Bizans Dönemi sonrasında Ortadoğu’daki nüfuz mücadelesinin başlıca tarafları; Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde Osmanlı İmparatorluğu, Fransa, İngiltere, Rusya ve Almanya olmuştur. Rus İmparatorluğu’nun varisi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği [SSCB] Birinci Dünya Savaşı sonrasında bölgeyle ilgisini devam ettirmiş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise başlıca aktörler; ABD, SSCB, İngiltere ve Fransa olmuştur. ABD, bugünkü yeni stratejik yaklaşımıyla Ortadoğu’yu her alanda daha yoğun şekilde etki altında bulundurmayı amaçlamaktadır. Zaten stratejik bir bakışla Ortadoğu’yu, geçmişte “Merkezi Harekat Alanı” olarak tanımlamıştır. CENTCOM olarak adlandırdığı ve bölgede teşkil ettiği komutanlığın sorumluluk alanını, Ortadoğu ve Afrika olarak belirlemiştir.

ABD’nin Güvenlik Anlayışı ve Haydut Devletler

ABD; ortada kanıt olsun, ya da olmasın, kendi varlığı için tehlike veya tehdit teşkil ettiğine inandığı her oluşuma karşı, hiçbir kurala bağlı kalmaksızın müdahale etmekten kaçınmaz. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Varşova Paktı’nın dağılması, ABD’ye tüm dünyada hareket serbestisi sağlamıştır. Kendisine göre bir tehlike ve tehdit algılama mantığı geliştirmiştir. ABD Genelkurmay Başkanlığının yönlendirmesinde faaliyet gösteren Stratejik ve Uluslararası İlişkiler Merkezi [CISIS], dünyanın şekillendirilmesinde bir rehber olmak üzere, ABD’nin ulusal çıkarları açısından tehlike ve tehdit oluşturabilecek devletleri belirlemiştir. Bunların ilk grubunda, çoğunlukla Ortadoğu devletleri yer almaktadır. ABD açısından güvenlik sorunu olarak nitelendirilebilecek 3 tür devlet bulunmaktadır:

Haydut Devletler: Libya, İran, Irak, Suriye ve Kuzey Kore.

Aday Haydut Devletler: Türkiye, Pakistan, Güney Kore, Mısır, Endonezya, Suudi Arabistan ve Hindistan.

Aday Adayı Haydut Devletler: Rusya, Çin…

Haydut Devlet kavramı ilk olarak 1991 tarihinde ABD eski Genelkurmay Başkanı Carl Edward Vuono tarafından kullanılmış ve ABD’nin şahin kanat isimleri tarafından bir güvenlik stratejisi haline getirilmiştir. Haydut Devlet kavramıyla, ne yapacağı önceden bilinemeyen, dünya barışı için tehdit oluşturan ve terörü desteklediği iddia edilen devletler tarif edilmektedir. Gerçekte ise ABD çıkarları için tehlike oluşturan, ABD’nin dümen suyuna girmeyen ülkeler bu listenin içindedir. Haydut Devletler kategorisine giren ülkeler incelendiğinde Kuzey Kore ve İran hariç diğer ülkelerin işi bitirilmiş, Suriye ise namlunun ucunda güvenlik tehdidi olmaktan çıkarılacak ilk ülke olarak beklemektedir. CSIS’e göre Türkiye’nin Aday Haydut Devleti olmasının nedeni, ABD’nin kendisine tehdit olarak gördüğü ülkeler ile doğrudan ilişkiye girmesi; Kıbrıs, Ege ve Ermeni sorunlarında Washington ile çoğu zaman ters düşmesidir.

ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’nin Amaçları ve Projeye Dahil Ülkeler

ABD, 11 Eylül saldırıları sonrasında, küresel egemenliğinin önündeki en büyük tehditlerden birinin “küresel terörizm”, daha doğrusu radikal İslam olduğunu büyük bir dehşetle görmüştü. Soğuk Savaş döneminde ABD Başkanı Carter’ın “Yeşil Kuşak Projesi” ile SSCB’ye karşı beslediği “kızıl tehlikeye karşı yeşil panzehir” silahının bir numaralı hedefi artık kendisiydi. Klasik terörizmle mücadele yöntemlerinin ancak sivrisinekleri öldürdüğünü fark eden ABD’nin, 11 Eylül saldırıları sonrası bataklığı kurutma arayışları Büyük Ortadoğu Projesi ile sonuçlandı. İlk kez Ekim 2003’te ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Marc Grosman tarafından, daha sonra 2004 başlangıcında Davos’ta, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney tarafından dile getirilen Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları kaba hatlarıyla şöyledir:

· Bölgede istikrarı sağlamak,

· Filistin-İsrail anlaşmazlığına iki devletli çözüm getirmek,

· Teröre destek veren ülkelerle savaşmak,

· Ortadoğu ülkelerinde siyasal ve ekonomik ortamlara destek sağlamak.

2005-2009 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Condoleezza Rice, Washington Post gazetesinin 7.8.2003 tarihli sayısında yayınlanan “Transforming The Middle East–Ortadoğu’yu Dönüştürmek” başlıklı yazısında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Fas’tan Basra körfezine kadar uzanan coğrafyada 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini vurgulamıştır. Büyük Ortadoğu Projesi hakkında bazı siyasi ve askeri çevreler projenin temel amaçlarını genelde şu şekilde ifade etmektedirler:

· İsrail’in varlığını korumak,

· Kesintisiz petrol akışını sürdürmek,

· Kitle imha silahlarını yok etmek,

· ABD’ye muhalif yönetimleri ve unsurları etkisizleştirmek,

· Terörün zemin bulduğu ortamı yok etmek,

· Irak’ı denetim altına almak,

· Filistin’de istikrarı sağlamak.

ABD yetkililerinin bu projeyi tanımlaması ise, belirtilen amaçlarla örtüşmekle beraber, daha değişiktir:

· Enerji kaynaklarına sahip olan bölgelerin kontrolü,

· Enerji ulaşım yollarının kontrol ve denetimi,

· Asimetrik tehdidi oluşturan terörist eylemlerin önlenmesi,

· Kökten dinci İslam zeminine ılımlı İslamın oturtulması,

· ABD ulusal çıkarlarının Ortadoğu’da korunması,

· Bölgede bölgesel güç konumuna erişmiş devletlerin bu etkinliğinin azaltılması,

· askeri güçlerinin küçültülmesi ve bu güçlerden ABD çıkarlarına uygun şekilde istifade edilmesi,

· Terörist eylemlerde kullanılabilecek olan kitle imha silahlarının yok edilmesi,

· Mali ve ekonomik yardım suretiyle bölgede ABD nüfuzunun yaygınlaştırılması,

· Batı karşıtlığına yol açan anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması.

Kesin sınırları tartışmalı olan bölgede 700 milyondan fazla insan yaşamakta, 12 milyon km2’lik bir alanı kapsamaktadır. Projeye dahil olan ülkeler başlıca beş gruptan oluşmaktadır.

Kuzey Afrika Grubu: Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, Libya [projede varlığı henüz teyit edilmemiştir].

Akdeniz Ülkeleri: Türkiye, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Filistin [Arap-İsrail anlaşmazlığının iki devlet şeklinde çözümünü öngörmektedir],

Kafkas Ülkeleri: Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan.

Körfez Ülkeleri: Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Umman, Yemen.

Asya Ülkeleri: İran, Irak, Afganistan, Pakistan, Bangladeş [projede varlığı henüz teyit edilmemiştir].

Bölgenin sergilediği genel tablo; yoksulluk, geri kalmışlık, olmayan bir büyüme hızı, hızlı nüfus artışı, göç, antidemokratik yönetimler, teröre kaynaklık etme, anlaşmazlık ve çatışmalardır. Bu genel tablo içerisinde ABD’nin sloganı; “Ortadoğu’ya refah ve özgürlük gelsin”, “Ortadoğu’ya demokrasi gelsin”, “Bölgeye liberal ekonomi yerleşsin”, “Antidemokratik rejimler yok edilsin”, “Ortadoğu ülkeleri arasında güvenlik ve işbirliği sağlansın”, “Kamu ve yerel yönetim reformları yapılsın”, “Siyasal ve ekonomik reformlar yapılsın”, “Tüm anlaşmazlıklar giderilsin”, “Bölge zenginleşsin”, “Bölgeye barış ve istikrar gelsin”, “Ekonomik kalkınma sağlansın” şeklindedir. Bunların hiçbiri makul bir düşüncenin kabul etmeyeceği şeyler değildir. Ama hepsi gerçekte tek bir amaca yöneliktir: “ABD bölgede egemen olsun.” Gerçekleştirileceği ifade edilen tüm hususlar Ortadoğu halklarının yararınaymış gibi gösterilmekte ise de, temel yaklaşım ABD çıkarlarının korunması ve ABD ulusunun refahını sağlayacak kaynakların kontrol altında bulundurulmasıdır. Bu amaçla yeni bir ulusal güvenlik stratejisi geliştirilmiştir. ABD’nin yeni ulusal güvenlik stratejisi şunları içermektedir:

· Hedef ülkelerin tehdit yeteneği kazanmadan vurulması,

· Hiçbir uluslararası kuruluşun veya anlaşmanın ABD çıkarları ve ABD uygulamaları açısından engel teşkil etmemesi,

· Dünya egemenliğinde ABD’ye rakip olabilecek bir egemen gücün doğmaması,

· ABD çıkarlarının elde edilmesi için gerektiğinde askeri güç kullanılması.

Avrupa Birliği ve Büyük Ortadoğu Projesi

ABD tarafından geliştirilen Büyük Ortadoğu Projesi aslında AB’nin çıkarlarına da hizmet etmektedir. Bölge bazı AB ülkeleri için de değişik sorunların kaynağıdır. Bu nedenle bölge, ABD ve AB çıkarların korunması açısından müşterek ilgi alanı haline gelmiştir. ABD’nin Ortadoğu ile ilgili olarak AB ülkelerine verdiği mesaj şu şekildedir:

ABD’nin ve AB ülkelerinin ulusal çıkarları bu bölgenin denetim altına alınmasını gerektirmektedir. Radikal İslam yakın bir gelecekte sizler için de büyük sorun teşkil edecektir. Bunun işaretleri giderek ortaya çıkmaktadır. ABD ile beraber olun, projeye destek verin. Sorunları kaynağında yok edelim. Terörün zemin bulduğu alt yapıyı yıkalım. Büyük Ortadoğu’da istikrarı sağlayalım.

ABD’nin Ortadoğu ile ilgili olarak tüm dünyaya verdiği mesaj ise şöyledir:

Uluslararası terörizm tüm dünyayı tehdit etmektedir. Bu tehdidin kaynağı Ortadoğu’dur. Bölgeden petrolü kesintisiz alamıyoruz. Hammadde kaynaklarından yararlanamıyoruz. Bölgeye yatırım yapamıyoruz. Pazar payımızı genişletemiyoruz. Bu sorunlar devam ettiği sürece dünyada güvenlik tehlikeye düşüyor. Refahımız olumsuz yönde etkileniyor. Tehditlerle karşı karşıya kalıyoruz. Tehdidin asimetrik olma özelliği bu mücadelede güçlük yaratıyor. Konvansiyonel tehdit olsa bununla başa çıkmak kolay. ABD askeri gücü dünyada hiçbir gücün karşı koyamayacağı ölçüdedir. Ancak tehdidin asimetrik olma özelliği mücadele bizi zorluyor. Bu coğrafya mutlaka denetim altına alınmalıdır.

Türkiye ve Büyük Ortadoğu Projesi

Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde ABD’nin Türkiye’ye yönelik muhtemel değerlendirmesinin şu şekilde olduğu düşünülmektedir: Türkiye’nin noksan da olsa gelişmekte olan bir demokrasi kültürü var. Aşındırılması için uygun ortam yaratılmakla birlikte devam eden laik bir görüntüsü var. Bunlar Türkiye’nin bölge ülkelerine bir model oluşturması için yeterlidir. Zaten Ortadoğu ülkelerinde birinci sınıf demokrasiye gerek yoktur. Türkiye’de laiklik şimdilik bizim kontrolümüze imkan sağlayabilen bir yapı olmakla beraber, gelecekte onun yerine Ilımlı İslam’ı koyarsak toplumu tepki veremeyecek bir hale sokmuş oluruz.

Büyük Ortadoğu ve Yeni Dünya Düzeni Küreselleşme Amerikan hegemonyasının diğer bir adı1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile tek kutuplu hale gelen dünyada yeni bir sömürgecilik anlayışı gelişti. “Daha fazla özgürlük, daha fazla zenginlik” söylemi ile yola çıkan ABD, başını çektiği küreselleşme süreci içinde, dünya egemenliğini tesis etme yolunda büyük mesafeler kat etti. Kissinger’a göre; küreselleşme Amerikan hegemonyasının diğer bir adıydı.

Yeni sömürgecilik anlayışının yani küreselleşmenin temel taktiği, sömürge haline getirilmesi hedeflenen toplumların ulusal bilinçten arındırılmasıdır. Geçmişte dünyayı sömüren emperyalist devletlerin uygulamaları bugün de üzeri örtülü şekilde devam etmektedir. Yeni Dünya Düzeni ya da Küreselleşme adı verilen bu oluşum etkinliğini her coğrafyada hissettirmektedir. Bir kısım eski sömürgeci ülkeler, geçmişte egemen olduğu topraklarda bugün de etkinliklerini sürdürmektedirler. Siyasi bağımsızlığını kazanmış gibi görünen eski sömürge ülkelerinde, eski efendilerin hegemonyası yine devam etmektedir.

Müslüman kimlikli ülkelerde siyasal İslam bu yolda en elverişli araçtır. Siyasal İslam kitleleri ulusal bilinçten arındırmak için uygun bir alt yapı oluşturur. Yeni Dünya Düzeni içinde ABD’nin uyguladığı yeni politika, “böl, güçsüz kıl, yönet” yerine, “küçült, birleştir, yönet” şekline dönüşmüştür. Geçmişte sömürgecilik yöntemleriyle hiçbir bedel ödenmeksizin elde edilen mal ve hizmetlerin, bugün değerinden daha az bir bedelle alınması ve yeni pazarlara sahip olunması, ABD’nin ve diğer egemen ülkelerin küreselleşme süreci içerisinde başlıca hedefi olmuştur. Ulus-devletlerin federal devletler haline dönüştürülmesi ve bunların bir federasyon çatısı altında birleştirilmesi, Büyük Ortadoğu Projesinin amaçlarından biridir. ABD bu yapıyla bölgeye barış getireceğini iddia etmektedir.

Bazı çevreler yaygın bir düşünceyle bu barışa “Amerikan Barışı” adını vermektedirler. Aslında bu düşünce tümüyle Yeni Dünya Düzeni anlayışının bir parçasıdır. ABD bu anlayış içinde bölge ülkeleri ile olan ilişkilerini ve konumunu ulusal çıkarları doğrultusunda yeniden gözden geçirmektedir. Bölgedeki askeri varlığında gerçekleştirdiği, üs nakilleri, birlik konuş değişiklikleri gibi son dönem yapısal düzenlemeler bu gerekçeden kaynaklanmaktadır. Yeni uygulama ile ABD aynı zamanda bölge ülkelerine bir mesaj da vermektedir: “Benim çıkarlarım için benimle birlikte hareket edenler vardır, etmeyenler vardır. Edenler ve etmeyenler, verdikleri ve sakındıkları desteğin karşılığını alırlar”.

Ortadoğu ve Ulusal Kimlikler

ABD ve Batı dünyası, bugün Ortadoğu ülkelerinde ulusal kimliklerin yok edilmesini sağlamak amacıyla dinsel eksenli bir politika izlemektedir. İslam’ın temel mezhep yaklaşımlarından ve bu yaklaşımlar içinde kısmi ayrılıklardan [tarikatlar] istifade etmektedirler. Geçmişte aşiret ve kabile toplumlarından oluşan ülkelerde elde ettikleri sömürgecilik deneyimleri, onlara bu imkanı sağlamaktadır. Bölgenin dinsel kimliğinden yararlanarak yönetimde ılımlı İslamı hakim kılmayı amaçlamaktadırlar. Ilımlı İslam çizgisinin ülkeleri ulaştıracağı nokta, ulusal kimlikten arındırılmış toplumlardır. Çünkü İslam anlayışı kavmiyetçiliği reddetmekte, ümmetçiliği esas almaktadır. Batı dünyası Ortadoğu’daki hedef ülkelerde ulusal kimliklerin yok edilmesi yolunda atılacak en uygun adımın, siyasal İslam ideolojisi olduğunu ve bu ideolojinin Ortadoğu’nun Müslüman kimlikli ülkelerinde yerleştirilmesi gerektiğine inanmaktadır. Ancak bu yapılırken ılımlı İslamın, radikal İslama dönüşmemesi için önlemler de alınmalıdır.

Çünkü radikal İslam ABD ve Batı dünyası için tehdit ve tehlike oluşturmaktadır. Bu nedenle Radikal İslam’ı/Kökten Dinci İslam’ı etkisizleştirmek ve bölgede onun yerine ılımlı İslam’ı yerleştirmek, ABD ve tüm Batı dünyasının savunduğu bir hareket tarzı haline gelmiştir. Dinamik ekonomisi, yetişmiş insan gücü, hareketli nüfusu, laik ve demokratik yapısı özellikleriyle bugüne kadar bulunduğu coğrafyada öne çıkmış bir ülke olan Türkiye’nin ılımlı İslam’la bütünleştirilerek bölge ülkelerinin özeneceği bir model oluşturması amaçlanmaktadır. Bunun ilk işaretlerini Kasım 1999’da ABD eski Başkanı Clinton vermiştir. Clinton Türkiye ile İslam’ı özleştiren yeni bir terim üreterek, Türkiye’yi “Laik bir İslam Devleti” olarak tanımlamıştır [Bu tanım, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ne zaman şekillenmeye başladığının açık bir işaretidir]. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde Müslüman kimlikli tüm ülkelere verdiği mesaj şudur: “Müslüman bir halk, laik ve demokratik bir sistemle yönetilebilir.

İşte size bir örnek: Türkiye… Siz de öyle olabilirsiniz.” ABD’nin geliştirmekte olduğu Büyük Ortadoğu Projesi için temel altyapının oluşturulması, sosyal, siyasal, ekonomik ve askerî bir süreci kapsamaktadır. Proje etkilerinin ortaya çıkması, proje amaçlarına kısmen de olsa ulaşılması, belirli bir zaman dilimine ihtiyaç göstermektedir. Amaçlanan tarih 2025 yılından sonrasıdır. Bu zamana kadar geçecek süre içerisinde, ABD tarafından yeni bir neslin yaratılması mümkün olabilecektir. Bu nesil; bölgede ABD çıkarlarının korunması için gerekli olan yönetim kadrolarının da alt yapısını oluşturabilecektir. ABD’ye göre, bölgede çıkarları olan tüm ülkeler, kendisi ile birlikte bu mücadeleye katılmalıdırlar. Onlar için bunun yolu, topraklarında ABD’ye üs vermek, teşkil edilen koalisyon kuvvetlerine askeri güç tahsis etmek ve NATO’nun bu bölgeye yönlendirilmesine destek sağlamaktır. ABD bugün Ortadoğu’da kullanabileceği, daha etkin bir güç manivelası oluşturmayı planlamaktadır.

Bunun alt yapısı için yeni güvenlik sistemleri/paktları, yeni üsler ve NATO imkanlarını gündeme getirmektedir. Çünkü geçmişte Sovyetler Birliği tehdidi gerekçesiyle müttefik ülkelerde tesis etmiş olduğu üsler, şekil ve konum itibarıyla artık bu gereksinime yanıt vermemektedir. ABD’nin politik girişimlerinin etkisiyle, Büyük Ortadoğu Projesi, giderek sadece ABD’nin kendi başına gerçekleştirmeye yöneldiği bir proje olmaktan çıkmaktadır. ABD, diğer güç odaklarının bu projeye karşı koymasını önlemek ve de projeye askeri ve ekonomik destek sağlamak açısından, AB’nin, Rusya’nın ve Çin’in de mümkün olduğunca bu projeye destek vermesi için uğraşmakta, NATO’nun da bölgeye yönlendirilmesine çaba sarf etmektedir. Üst düzey askeri ve politik temsilcileri aracılığıyla yansıttığı görüşlerle, NATO’nun projeye katkı sağlaması yolunda girişimlerini sürdürmektedir. ABD NATO eski Daimi Temsilcisi Burns tarafından önerilen “İstanbul İşbirliği Girişimi”, bu örneklerden biridir. ABD’nin bu yönde geliştirdiği politika, kendisiyle beraber NATO’yu da bölgeye sokmak ya da NATO ile beraber bölgeye girmektir.

ABD ve Güvenlik Değerlendirmesi

ABD bu düşünce tarzını, şu temel değerlendirme üzerine oturtmuştur:

NATO geçmişte Amerika’yı Sovyetler Birliği’ne karşı korumaktaydı. Değişen yeni dünya dengesinde Ortadoğu kaynaklı asimetrik bir tehdit ortaya çıktı. Bu tehdide karşı ABD’yi kim koruyacak? Avrupa’da konuşlandırdığımız askeri güçler bunu sağlamıyor. Ortadoğu’da ve çevresinde askeri güç konuşlandırmak bu bölgede nüfuz tesis etmek ABD ulusal çıkarları açısından yaşamsal önem arz ediyor. O halde; NATO bölgeye yönlendirilmeli, bölgede yeni askeri güç varlığı konuşlandırılmalıdır.

ABD bu uygulamayı Afganistan’a taşımıştır. Şimdi Irak’a taşımak istemektedir. Avrupa’daki eski Sovyet ardılı ülkelerin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik güçlüklerden de istifade ederek, bu ülkelerde askerî güç konuşlandırmaya özel önem ve öncelik vermektedir. Bu bağlamda Karadeniz’de Romanya ve Bulgaristan’da deniz üsleri sağlama girişimleri olduğu ileri sürülmektedir.

Ortadoğu ve Türkiye

Türkiye’nin sorunlu bir coğrafyada yer alması, çevresindeki gelişmelerden etkilenmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Ne var ki, Türkiye’nin konumu ve durumu; baş başa kaldığı diğer bölgesel sorunlar bir yana, sadece Ortadoğu kaynaklı sorunlarda dahi yeterli hareket tarzları üretmesini sınırlandırmaktadır. Türkiye bugün, uluslararası zeminlerde hakkında alınmakta olan olumsuz kararlara karşı koyabilecek imkanlardan giderek yoksun hale getirilmektedir. Bugün Türkiye’nin AB’ye dahil olma girişimlerinin ne şekilde sonuç vereceği, üye ülkelerin tutumlarına bağlı kalmıştır. Bir kısım AB ülkeleri, Türkiye’yi aralarına almaya istekli görünmemektedirler.

Birlik içinde yavaş yavaş yükselen sesler böyle bir niyeti açıkça ortaya koymaktadır. Ne var ki bunda, Türkiye’nin geçmişte izlediği politikaların da büyük payı olmuştur. Türkiye’nin Birliğe dahil olma yolunda gösterdiği aşırı arzu, Türkiye açısından ödün anlamına gelen düzenlemelerin kabul edilmesine ve gerçekleştirilmesine yol açmaktadır. Reform görüntüsündeki ödünlerin belli bir sınırda tutulamaması Türkiye için bir noktadan geriye dönüşü giderek güçleştirmektedir. Türkiye yaşamsal değerdeki bu kırılma noktasını çok iyi tespit etmek zorundadır.

Türkiye yakın zamana kadar AB ile ABD arasındaki bir çizgide denge aramıştır. Ancak bu çizgi şimdi giderek yok olmaktadır. Çünkü AB ile ABD’nin Ortadoğu’da giderek örtüşen menfaatleri Türkiye için bölgede üstlenilebilecek yeni bir rol yaratmıştır. Bu rol; Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Birliği içerisinde model oluşturmasıdır. Türkiye’nin AB içinde yer alması yerine, Büyük Ortadoğu Birliği içinde bulunması, ABD ve AB’nin daha çok yararınadır. ABD ve AB’nin Türkiye’yi Büyük Ortadoğu Projesi için bir model olarak görmelerinin altında yatan gerçek şudur:

· Türkiye’nin AB’ye üye olmasında büyük zorluklar vardır.

· Türkiye’nin AB’ye girebilme arzusuyla yapmış olduğu ve yapacağı reformlar, bu ülkede Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleştirilmesi için giderek uygun bir alt yapı oluşturmaktadır. Bu süreç içerisinde Türkiye’de, projenin doğasında var olan diğer temel değişiklikler de gerçekleştirilebilecektir.

Büyük Ortadoğu Birliği içinde yer alacak bir Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı en büyük tehlike; ulusal birliğinin ve ülke bütünlüğünün korunamamasıdır. Projenin özünde var olan ve özelliğinden kaynaklanan bu tehlike, Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdiki yapısını gelecekte devam ettiremeyeceği anlamını da taşımaktadır.

ABD ve Yönetimler

ABD’nin kendi ulusal çıkarları açısından geçmişte uygun davranış sergileyen ve gelecekte de uygun davranış sergileyeceğinden emin olduğu yöneticileri ülkelerinde iş başına getirmek, desteklediği ve sıklıkla uyguladığı bir yöntemdir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde aynı yöntemi kullanmakta olduğu yönünde işaretler mevcuttur. ABD Ortadoğu ülkelerinde bazı siyasi liderlere Büyük Ortadoğu Projesi’ni benimsetmeye çalışmaktadır. Türkiye’de bazı siyasiler bu projenin Türkiye’ye katkı sağlayacağı yolunda ikna edilmişlerdir. Bir kısmı da değerlendirme yetersizliği nedeniyle yanılgı içerisine girmişlerdir. Bu sayede Kıbrıs sorununun çözüleceğine ve Güneydoğu Anadolu’nun sorun olmaktan çıkacağına inandırılmalardır. Büyük Ortadoğu Projesi’ni siyasal ideoloji düzleminde uygun gören bazı yerli yöneticiler; ABD’nin dünyayı yeniden şekillendirmesini bir müdahale biçimi olmaktan çok, ABD’nin küresel sorumluluklarını yerine getirme görevi olarak algılamaktadırlar.

Bu ve benzeri yaklaşımlar şimdiden toplumda direnç noksanlığı oluşturacak düşünceler üretilmesine zemin hazırlamaktadır. Geçmişte değişik zeminlerde içimizden çıkan kişilerce dile getirilen; “Federasyonu tartışalım”, “Ortadoğu ülkeleri Avrupa gibi birleşsin”, “Ortadoğu’da demokratikleşmeyi teşvik için çok taraflı bir işbirliği formu kuralım ve Avrupa’nın Helsinki Süreci gibi Ortadoğu için de bir İstanbul Süreci başlatalım” gibi siyasi beyanlar, Ortadoğu Projesi’nin yüksek sesle dile getirilmesinden başka bir şey değildir. Sınırlarımızın ötesinden yükselen, “İstanbul başkentli Ortadoğu Birleşik Devletleri Federasyonu kurulmalıdır” ve “Hayalim, İstanbul’un başkent olduğu Ortadoğu Birleşik Devletleridir” gibi beyanlar da aynı doğrultudadır.

Kuzey Irak’ta ABD tarafından politik lider olarak tanımlanan aşiret reisleri dahi artık Kuzey Irak’ı Güney Kürdistan olarak nitelemeye başlamışlardır. Bu ifadelerin tümü Türkiye’nin toprak bütünlüğünü göz ardı eden siyasal yaklaşımlardır. Bu kadar birbiriyle örtüşen ifadelerin, belli bir dönem süreci içerisinde, art arda kullanılmasını rastlantı olarak kabul etmek mümkün değildir.

Bu noktada ABD ordusu albaylarından Ralph Peters’in Ortadoğu ve ülkemizde de ses getiren, tepkilere neden olan Büyük Ortadoğu Haritası’na değinmekte fayda var. Albay Peters 2006 Haziran ayında “Armed Forces Journal- Silahlı Kuvvetler Bülteni”nde çıkan “Blood Borders: How a Better Middle East Would Look – Kanlı Sınırlar: Daha İyi Bir Ortadoğu Nasıl Olabilir” başlıklı yazısında bir Büyük Ortadoğu Haritası çizmiştir. Yazının ve Büyük Ortadoğu Haritası’nın Pentagon’un yarı resmi yayın organlarından biri sayılan böyle bir dergide üstelik ABD eski Başkanı Clinton’un askeri danışmanlarından biri tarafından yayınlanması son derece önemlidir.

Ralph Peters bu makalesinde Ortadoğu haritasının son derece hatalı çizildiğini ve bunun sonucu olarak terörizme ve etnik çatışmalara neden olduğunu iddia etmektedir. Fakat Peters’e göre bu durumun düzeltilmesi için halen daha fırsat bulunmaktadır. Kürtler ve Şiiler bölgeye barışın gelmesini sağlamak için yeni sınırların çizilmesinde ABD’ye yardımcı olmalıdırlar. Peters’e göre ise asıl sorun yaklaşık 30 milyon nüfusu sahip olan Kürtlerin bölgede bir devletleri olmamasıdır.

Tebriz-Diyarbakır hattında kurulacak bir Özgür Kürdistan, Bulgaristan ve Japonya arasındaki bölgede en Batı yanlısı ülke olacak ve bu ABD’nin yararına olacaktır. Peters’ın çizdiği bu Büyük Ortadoğu Haritası’nda eski ve olması gereken sınırlar belirtilmekte, Türkiye ise topraklarının büyük bölümünü Özgür Kürdistan adıyla kurulacak devlete kaptıracağından kaybeden ülkeler arasında gösterilmektedir.

Gelinen Nokta ve Türkiye

Büyük Ortadoğu Projesi’nin mimarlarına göre “Türkiye’yi ve Türkiye gibi İslam ülkelerini, ılımlı bir İslami rejimle yönetmek en doğru hareket tarzıdır.” Şüphesiz ki, Türk halkının bir Müslüman Kimliği vardır. Ancak bu kimlik hiçbir zaman Türk kimliği önüne geçmemelidir. Türkiye hiçbir platformda Müslüman ülke ya da ılımlı İslam ülkesi modeli yakıştırmasını kabul etmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Resmi olmayan zeminlerde dahi adının önüne bir dinsel sıfatın getirilmesi, onun laik yapısının değiştirilmesi gerektiği yolunda bir anlam taşır. Müslüman ülke ifadesi Türkiye’yi tanımlamaktan çok uzaktır.

Türk Ulusu’nun bireysel temeldeki kimliği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ve Türk kimliğidir. Bu kimlik tarihsel süreç içerisinde Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ederek yerleşen Türk kavimlerinin sosyolojik etkenler sonucunda değişimiyle ortaya çıkmıştır. Ulusumuzun Türk kimliği, Müslümanlığın ortaya çıktığı 7. yüzyıldan binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sırasında “Türkler gayri medeni bir millettir. Geldikleri yere -Orta Asya’ya- geri gönderilmelidirler” diyen İngiliz Başbakanı Lord Curzon’un bu ifadesi, aslında tüm Hristiyan Batı Dünyasında var olan Türkler hakkındaki yaygın ortak düşünceyi yansıtmaktadır.

Bu düşüncenin temel kaynağı 900 yıldır yaşatılan “Haçlı Zihniyeti”dir. Bu zihniyet Anadolu’yu, Hristiyan değerlerinin içinde yer alan bir bölge olarak görür. Latin kültürü, Roma kültürü ve Grek kültürü üzerine inşa edildiği öne sürülen Batı uygarlığı; Anadolu’yu kendi kültür değerleri içerisinde sayar. Büyük Ortadoğu Projesi bir yönüyle bu değerlendirmeye de katkı sağlayacaktır. Hristiyan dünyası için özel bir konumu ve önemi olan Anadolu’nun Hristiyan değerleri kapsamında yeniden şekillendirilmesi, belki de Büyük Ortadoğu Projesi’yle mümkün olabilecektir.

Sadece 200 yıllık bir tarih içinde, farklı uluslardan bir araya gelmiş halkları aynı potada eriterek, onlara ulusal bir kimlik kazandırmayı amaçlayan, ulusal birlik ve beraberliğini sürdürmek ve ulusal kimliğini muhafaza etmek için özel önem ve çaba gösteren ABD; Ortadoğu ülkelerinin ulusal kimliklerden arındırılmasını hedeflemektedir. Büyük Ortadoğu’daki ulus-devletler Yerel Devletler Federasyonu çatısı altında bir araya getirilebilirler ise, nüfuz altına alınmaları kolaylaşacaktır. Burada temel nokta ulusal direncin yok edilmesidir. Türkiye’de ulusal direncin yok edilmesi için atılacak birinci adım ulusal direnci oluşturan Kemalizm ideolojisinin yok edilmesi, ikinci adım siyasal İslam için uygun zeminin oluşturulması, üçüncü adım ise, toplumsal yapıda ortaya çıkacak çözülme sonrası ümmet niteliğinde bir toplumun yaratılmasıdır. Bölgede güçlü ulus-devlet niteliğine sahip olan Türkiye’nin bu özelliğini yitirmesini sağlamak için;

· Kemalizm ideolojisini geçersiz kılmak,

· Kamu ve yerel yönetimleri, merkezi yönetimin kontrol ve denetim alanı dışına çıkarmak,

· Silahlı Kuvvetler de dahil olmak üzere Cumhuriyet’in temel niteliklerini koruyabilecek güçte olan kurum ve kuruluşları etkisiz hale getirmek şarttır.

Ne var ki, Türkiye’de Kemalizm [Atatürk İlke ve Devrimleri], Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Cumhuriyet rejimin korunması için çok güçlü bir ortak payda oluşturmaktadır. Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı temel güçlük, AB’ye üye olabilmek amacıyla gerçekleştirdiği reformların günü geldiğinde Türkiye’nin ulus birliğini ve ülke bütünlüğünü muhafaza etmede sorun yaratması ve belirtilen ulusal değerlerin zamanla hızlı bir aşınmaya maruz kalmasıdır. AB’ye üye olma yolunda, ulusal değerleri aşındırılmış bir Türkiye; Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde yer almaya uygun hale gelmiş olacaktır.

Buradan çıkarılan sonuç şudur: AB’ye girebilme uğruna temel kazanımlarını feda eden Türkiye Cumhuriyeti, bu noktadan sonra geri dönüş yapmayı gerçekleştirebilme gücünden yoksun kalmış olacaktır. Türkiye’nin bu konuda sağlam bir duruş gösterebilmesi, bekası açısından büyük önem taşımaktadır. ABD ve AB’nin Türkiye’ye bakış açısı, Türkiye’nin Avrasya’da, ABD ve AB çıkarları doğrultusunda merkezde yer alacağı Büyük Ortadoğu’dur.

Türkiye’nin AB’ye girebilmesi için ileri sürülen koşullar çerçevesinde gerçekleştirdiği ya da gerçekleştirmeye kararlı olduğu siyasal ve ekonomik reformların ortaya çıkardığı sonuçlar şimdiden tehlike işaretleri vermeye başlamıştır. Ulus-devlet olma özelliği ve toprak bütünlüğü aşınmaya uğramış bir Türkiye’nin AB’de yer alması Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırıdır. AB dışında tutulacak bir Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Birliği içinde elde edeceği konum, Türkiye’nin ulusal hak ve menfaatlerini korumada yeterli olamayacaktır. Çünkü projenin temelinde bölge ülkelerinin hak ve menfaatleri yerine, ABD ve Batının hak ve menfaatleri ön plana çıkmaktadır. ABD’nin ulusal çıkarlarını gerçekleştirme doğrultusunda, toprak bütünlüğü de dahil olmak üzere, gelecekte birçok konuda Türkiye’yi karşısına alacak hareket tarzları izleyebileceği hiçbir zaman dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.

ABD’nin Karadeniz’de Romanya ve Bulgaristan’da deniz üslerine sahip olma girişimi, Türk Boğazlarının bugünkü statüsünü belirleyen Montrö Anlaşmasında tadilat yapılmasını gündeme getirebilecektir. Rusya Federasyonumun bu girişime katkıda bulunarak, ABD ile ortak hareket etmesi muhtemel görülmektedir. Türkiye bu konuda da ivedilikle tedbir geliştirmek zorundadır. ABD bölgedeki bazı ülkelerde “Stratejik Ortak” yaklaşımıyla etkinlik göstermektedir. Stratejik ortak olabilmenin iki temel koşulu vardır: Ulusal hedeflerde beraberlik! Ulusal çıkarlarda beraberlik!

Çok sık gündeme gelen Türkiye-ABD stratejik ortaklığı terimi; Türkiye ve ABD’nin Kuzey Irakla ilgili değerlendirmeleri, bölgede faaliyet gösteren yasa dışı terör örgütlerine bakışı, Ortadoğu yaklaşımlarında beraberlik sergilemekten uzaktır. ABD, Irak Harekatı nedeniyle Türkiye’de asker konuşlandırabilme imkanına sahip olsaydı, belki de Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleşmesi için kısmi bir alt yapı oluşturmuş olacaktı.

Ne var ki, bunu sağlayamamıştır. ABD bu sonuçtan çıkardığı dersle bölgeyi yeniden şekillendirme projesinin ne kadar isabetli olduğunu düşünmektedir. Büyük Ortadoğu Birliği içinde, ulus-devlet olma özelliğini yitirmiş ve toprak bütünlüğü parçalanmış devletlerin kimliksiz-kişiliksiz hale getirilmiş toplumları, yaşamlarını sürdürmede egemen devletlerin iradesine bağlı olacaktır. Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesini aşma hedefi; Büyük Ortadoğu Birliği içerisine dahil olmasıyla birlikte, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir beklenti olarak kalacaktır. Türkiye uzağı görmek zorundadır

Kaynak: http://www.serenti.org/buyuk-ortadogu-projesi-ve-turkiye-bir-demokrasi-masali/

[status draft]

BOP DOSYASI DOSYASI : BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİNİN YENİ GÖRÜNÜMÜ


Büyük Orta Doğu Fas’tan Pakistan’a, Türkiye’den Sudan’a kadar büyük bir coğrafyada yeni bir politik görünüm yaratılmasına yönelik jeopolitik bir projedir. ABD’nin 43’üncü Başkanı George Bush’un 2003 yılında ileri sürdüğü “Büyük Orta Doğu” kavramı, ABD’nin “uluslararası terör” olarak adlandırdığı düşmanla mücadeleye, Orta Asya’dan Körfez bölgesine kadar uzanan petrol kaynakları üzerinde denetime, yeni süper güç merkezlerini (Çin, Rusya ve Hindistan) etkisizleştirerek İslam dünyasında nüfuz sahibi olmaya yöneliktir.

Bilindiği gibi, bu coğrafya temelde Müslüman ülkeleri kapsıyor. Yeni binyılda jeopolitikada İslam unsuru daha güçlü bir anlam taşımaya başlamıştır. Tarihsel Batı’nın egemen devletlerin müdahalesi ile İslam ideolojisinden politik unsur olarak kullanılması bir gerçektir. Batı; Vahabilik mezhebinin, Taliban’ın, El Kaide terör örgütünün oluşturulmasında parmağı olduğunu da aslında yalanlamıyor.

Ne yazık ki, günümüzde İslam ve köktencilik (radikalizm), hatta İslam ve terör kavramlarını bir arada kullananlar Batı’nın bu müdahalelerini hatırlamak bile istemiyor. Fakat tarihsel olgular, kökten dinci İslami birçok örgüt ve tarikatın, Batılı bazı güçlerin gözetimine her zaman sırtını dayadığını kanıtlıyor. İngilizlerin gözetiminde kurulan Vahabilik bugün diğer Batılı destekçilerin desteği ile oluşturulan yeni radikal dini akımlar simgesinde bu jeopolitik eğilimi sürdürüyor.

Hatta süregiden Arap uyanışının temel politik aktörlerinden olan “Müslüman Kardeşler”in de Batı ile ilişkileriyle ilgili birçok haber, günümüz dünya basınının sayfalarını süslüyor. Fakat politik senaryoların şimdiki durumundan farklı olacak bir “B planı” sırasında “Müslüman Kardeşler”e nasıl bir rol verileceğini önceden bilmek oldukça zordur.

Tarihe bakarak bir karşılaştırma yaptığımızda, Sovyetlerin Afganistan çıkartması sırasında Taliban’ın oynadığı rolle bugün Arap uyanışında Selefilerin ya da “Müslüman Kardeşler”in rolü arasında bir benzerlik görülmektedir. Arap dünyasında ve genel olarak Orta Doğu’da politik olayların farklı bir seyir alması durumunda bu dini gruplara Taliban gibi terörist sıfatının verilmeyeceğine ise kimse güvence vermiyor.

Bölge ülkelerinde yaşanan olaylar, dışarıdan müdahalelerle meydana gelmekle birlikte, tam olarak denetim sağlanamıyor. Süreçler oldukça hızlı, dış güçlerin ve içerideki oyuncuların amaçları ve elde ettikleri çoğu zaman birbirinden farklıdır. Hatta süreçlerin aksi tesir göstereceği, Batı’nın çıkarlarına karşıt duruma dönüşebileceği bile beklenebilir.

Batı ve İslam: Dönüşüm Dönemi

Böylelikle, son yüzyılda Batı’nın İslam dünyasına yaklaşımında ciddi dönüşümler gerçekleşiyor. II Dünya Savaşı’na kadar Batı’nın sömürge ağında bulunan Müslüman ülkeler, sonraki dönemde yine Batı’nın desteklediği rejimlerle yer değiştirdi. Temelde, militanların elinde bulunan bu rejimler, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve onun bölgedeki müttefiklerine karşı ana kalkan oldu.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yeni bir ilişki şekline gereksinim oluşmuştu. Bu süreç 2 yönde kendini daha belirgin şekilde gösteriyordu: İlk olarak, Batı toplumunun genelinde İslam’ın dini değerlerine ve Müslümanlara karşı olan tutum.

Bilindiği gibi sömürge politikası çöktükten sonra Batılı ülkelerin ön ayak olduğu göç politikası sonucunda Avrupa’da Müslümanların sayısı kat kat arttı. Müslümanlar artık Batı toplumunun içerisine girmeye başladı ve burada kendilerine has bir yer edindiler. Bugün Fransa, İngiltere, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinin artık vatandaşı olan Müslüman göçmenler, Batı toplumu içerisinde eşit haklar kazanmaya çalışıyorlar.

Şimdilik genel eğilim, Avrupa’da mevcut egemen güçlerin bu göçmenlerin, onların ulusal ve dini değerlerini dikkate almadan, Batı değerleri etrafında birleştirilmeye çalışılmasıdır. Fakat bu politika artık işlevsiz kalıyor. Bunun içindir ki, Fransa’da türban, İsviçre’de ise minarelerle ilgili sevimsiz konular ortaya çıkmıştır. Batılı önderlerin kendilerinin fikir babası olduğu çok kültürlülük politikasının çöküşe uğradığını vurgulamaları rastlantısal değildir. Böylece, Müslüman göçmenlerin nesillerinin artık Batı toplumunun iç bileşenine dönüşmesi ve Batı’da İslam’ın rolünün ve imgesinin günden güne yaygınlaşması, Batı-İslam ilişkilerinin ilk yönünün temel niteleyici (karakteristik) özelliği olarak düşünülebilir. Uzun yüzyıllar İslam dini mensuplarına düşman gibi bakan Batı toplumu için bu gerçeğin kabul edilmesinin hiç de kolay olmadığını da not edelim.

Batı-İslam ilişkilerinde ikinci yön ise, dünya düzeninde İslam dünyasının rolünün değişmesiyle ilgilidir. Artık, büyük hidrokarbon rezervlerine sahip ve stratejik coğrafi konumda bulunan Orta Doğu ülkelerinin, eski yöntemle yönlendirilmesinin olanaksız olduğu da bir gerçektir. Aynı zamanda, İslam artık jeopolitik bir unsur olarak da jeopolitikada ağırlığını koymaktadır. Bu durumda, Batı uzun yıllar iş birliği yaptığı rejimlere sırtını dönmüş ve oluşan boşluğu artık askeri rejimlerle değil, dinî politik güçlerle doldurmak durumunda kalmıştır. Bu dönüşümü artık kökleşmiş olan rejimlere kabul ettirmek kolay olmadığı için de süreç kanlı “Arap uyanışı” ile beraber görülmektedir.

Buna paralel olarak, küresel çapta kamuoyunda İslam ve terör ile İslami köktencilik gibi uzaktan yönetilen süreçlere karşı propagandalar yönünde de çalışmalar yapılmaktadır. Yani, gerçeklik ve görüntü birbirinden tamamen farklıdır. Bu farkın daha da derinleşmesinde, Batı’nın medya tekeli ve sivil toplum örgütleri ağının yarattığı sanrı da rol alıyor.

Böylece, tüm bu jeopolitik eğilimler ışığında Büyük Orta Doğu projesi, yeni binyılda İslam ülkeleri coğrafyasında yeni görünümün ana hatlarının belirlenmesine yönelmiştir.

Büyük Orta Doğu Projesi Çerçevesinde Türkiye-Suriye İlişkileri

Bölgede yaşanan olaylar, Büyük Orta Doğu projesinde değişiklikler yapılmasını gerektirmektedir. Bu projenin hazırlanmakta olduğu dikkate alındığında, çevik tepkiler için taktik değişikliklerin yapılması hiçbir güçlük yaratmamaktadır. Bu açıdan, Suriye’de savaşın Batı’nın beklediğinden uzaması ve niteliğinin değişmesi (rejim yanlıları ve karşıtları arasında bir iç savaşa dönüşmesi) Büyük Orta Doğu projesinde yeni adımlarla sonuçlanıyor.

Meseleye bu açıdan yaklaşıldığında, Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleştirilmesi, Orta Doğu barış sürecinde Türkiye’ye verilen rolün arttırılması, Türkiye’de PKK terör örgütü ile barış görüşmeleri, PKK’nın Suriye savaşında aktif bir katılımcıya dönüşmesi Büyük Orta Doğu’daki yeni görünümün ana hatlarıdır.

Bu aşamada, Suriye’de savaşın gecikmesi yeni taktik çalışmalara neden oldu. Bu açıdan, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin son 1 ayda 2 kez Türkiye’ye gezi düzenlemesinin, Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşme sürecinin başlaması ile üst üste gelmesini bir rastlantı kabul edemeyiz. Türkiye’nin bölgedeki rolünün artırılmasının karşılığında, Suriye ile ilgili kritik aşamada bu ülkeden bazı taleplerde bulunulacağı öngörülebilir.

Bazı uzmanlar, J. Kerry’nin Türkiye gezisi sırasında Ankara’yı İsrail-Filistin barış görüşmelerine davet ettiğini düşünüyor (Aslı Aydıntaşbaş. Orta Doğu’da Barış için Türkiye’ye Davet. Milliyet gazetesi. 8 Nisan 2013). Yani, Türkiye-İsrail ilişkileri, Türkiye’nin talepleri yerine getirilerek normalleştiriliyor. Buna ek olarak ise, Türkiye İsrail-Filistin çatışmasının çözümünde ön plana alınıyor.

Türkiye-Irak ilişkilerinde de iyileşme gözleniyor. Bir süre önce Türkiye’yi Irak’ın içişlerine karışmakla suçlayan Irak Başbakanı Nuri El Maliki 5 Nisan’da gazetecilere yaptığı açıklamada; “Irak’ın ortak çıkarlar, karşılıklı saygı ve komşuluk temelinde Türkiye ile yakınlaşma doğrultusundaki her adımı alkışladığını” bildirmiştir. Son dönemde iki ülke arasındaki ilişkilerin gerginleşmesi, aynı zamanda geleneksel Sünni-Şii çatışması ekseninde Nuri El Maliki’nin bu açıklaması, politik süreçlerinin arka hususlarına işaret ediyor.

Diğer taraftan, Türkiye’de “Kürt açılımı” adını alan görüşmeler sürecinde PKK terör örgütü üyelerinin ülkeyi silahları ile birlikte terk etme taleplerini ortaya koymaları, Suriye olaylarıyla ilişkili bir adımdır; çünkü yaklaşık olarak aynı dönemde Suriye’de savaş başladığından bu yana ilk kez, B. Esad rejimi Kürtlerin yaşadığı Gamışlı (Türkiye sınırı) ve Halep’in Kürt mahallelerini vurmuştur. PKK terör örgütünün Suriye kanadı PYD etkin şekilde savaşa katılmıştır. Terörist Kürt grupların savaşı tek bir ülkede sürdürme talimatı aldıkları ve bu yüzden silahları ile birlikte Suriye’ye geçmek istedikleri görülüyor.

Böylelikle, Türkiye’nin bölgesel önder olduğu bir gerçektir ve bu bölgede nüfuz savaşı yürüten tüm güçler, bu gerçekle karşı karşıya kalmaktadır. Sadece Büyük Orta Doğu projesinde temel hedef ülkelerden birinin Türkiye olduğu dikkate alındığında, bu senaryolar Türkiye’nin lehine olmuyor. Türkiye’nin bölgede bağımsız politika yürütmesinin süper devletlerin işine gelmediği görülüyor. İşte bu nedenle Büyük Orta Doğu projesi, Türkiye’nin tüm komşu devletlerle sorunlarının çoğalması yönüne yönelmiştir.

Dr. Arastu HABIBBEYLI

[status draft]

MK ULTRA PROJESİ /// PROF. DR. NEVZAT TARHAN : PSİKOLOJİK SAVAŞ Gri Propaganda ve NÖRO-PSİ KOLOJİK CHECK UP


PSİKOLOJİK SAVAŞ [Gri Propaganda]

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Psikolojik savaşta bir toplumun ruh ve beyni etkilenmeye çalışılır. Prof. Dr. Nevzat Tarhan son kitabı Psikolojik Savaş’ta bu teknikleri, insan ve toplum psikolojisi üzerindeki etkilerini konu ediniyor.

Tarihin bilinen ilk savaş tekniği kitabının yazarı olan Çinli kumandan Sun Tzu, kitabının büyük bir kısmını rakibin psikolojik olarak çökertilmesi üzerinde durur. Askeri strateji ve taktiklerin en önemlilerinden biri de Psikolojik Savaş teknik ve taktikleridir. Belirli bir amaca yönelik, uzun vadeli plan ve stratejilerle yapılan psikolojik savaş hem sıcak hem de soğuk savaş dönemlerinin en çok başvurulan mücadele yöntemlerinden biri olmuştur.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Timaş Yayınları arasında piyasaya çıkan yeni kitabı Psikolojik Savaş’ta askeri bir kavram olan bu terimin günlük hayatımızda nasıl kullanıldığını Türkiye ve dünyadan örnekler ışığında tarihten günümüze bilimsel olarak inceliyor.

Psikolojik Savaş; klasik anlamdaki savaşın kazanılması veya kaybedilmesinde, savaştan sonra da üstünlüğün devam etmesinde yahut sorunların çözülmesinde insanların ruh haline etki ederek sonuç almak olarak tarif ediliyor.

Kitapta; klasik psikolojik savaş bilgileri dışında, bilgi savaşı, elektromanyetik savaş, beyin kontrolü, propaganda yöntemleri ve bilgisayar devrimi, Internet taarruzu, tarihsel bilgiler, gelişen intihar eğilimleri, baskıcı kültürlerin etkileri, itaat kültüründen demokratik kültüre geçiş, psikolojik savaşta rol alanların ruh hallerinin tahlilleri, insanın ruh hallerinin nasıl etki altına alındığı gibi alt konular da işleniyor.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan kitabın yazılış amacını şöyle açıklıyor: “ Hile ve aldatmaların etkili olabilmesi için, gizli kalması gerektir. Amacımız hile ve aldatma yöntemlerinin bilinmesini sağlamakla toplumsal ahlaka hizmet etmektir. Psikolojik savaşta yenilen taraf, bilgi gücü zayıf olan taraftar. Doğru insanların ayakta kalmak, toplumun geleceğinde söz sahibi olmak gibi bir kaygıları varsa bu kitabı okumaları önemlidir.”

Kitapta Türkiye gündemini de yakından ilgilendiren konulara temas edilmiş. Darbe öncesi medya ve diğer iletişim organları kullanılarak oluşturulan sahte tehdit ortamının nasıl yapıldığı; BÇG olarak bilinen, Batı Çalışma Grubu’nun 28 Şubat öncesinde kamuoyunu nasıl yanlış bilgilendirerek tehdit ve tedirgin edici bir zemin hazırladığı ve siyasi hareketlerin kamuoyu desteği sağlamak amacıyla yaptıkları beyin yıkama faaliyetlerine ilişkin ilgi çekici analizler kitabın başlıca ilgi konularından biri.

Timaş Yayınları Tel: 0212 665 35 56–57

İÇİNDEKİLER

Önsöz

Giriş

Birinci Bölüm

Askeri Psikolojik Savaş

Geleceğin savaşları

Psikolojik savaşın stratejik amaçları

Psikolojik savaşın taktik hedefleri

Kuvvetlere karşı psikolojik savaş

Psikolojik savaşın çeşitleri

• Stratejik amaçlı psikolojik savaş

• Taktik psikolojik savaş

• Takviye edici psikolojik savaş

• Provokasyon tipi psikolojik savaş

Bir BÇG yanıltması

Psikolojik savaşta bir hedef: TSK

İkinci Bölüm

Propaganda ve Beyin Yıkama

Propaganda nedir?

Planlama yapılması

Propaganda türleri

Beyaz propaganda

Gri propaganda

Kara propaganda

Silahlı propaganda

Karma propaganda

Echelon nedir?

11 Eylül’de Echelon ne oldu?

Propagandanın başarısı

Propagandanın kullanılışı bakımından türleri

Stratejik propaganda ( Beyin yıkama)

Taktik propaganda

İşgal propagandası

Karşı propaganda

Savunucu psikolojik savaş

Propagandanın bazı özellikleri

Gizli düşman faaliyetleri

Casusluk ve propaganda

Beşinci kol faaliyetleri

Kontrollü gerilim stratejisi

Fil yöntemi

İtaat kültüründen demokratik kültüre

Roma ve itaat kültürü

Demokrasi ideolojisi

Üçüncü Bölüm

Beyin Kontrolü Nedir?

Tarihten örnekler

Hangi yöntemler uygulanıyor?

Kimyasal yöntemler

Psikiyatride tedavi amacıyla kullanılması

Hipnozla beyin yıkamak

Elektromanyetik etkileme mümkün müdür?

Mikrodalga ile beyin kontrolü

Elektronik parça yerleştirmek mümkün mü?

Yeni bir gelişme

Duyu ötesi algı

Elektromanyetik kirlilik ve beyin sağlığımız

Cep telefonlarına dikkat

Dördüncü Bölüm

Direnme Doktrini

Sivil itaatsizlik

Gandhi örneği ve cesurların silahsızların direnişi

Badşah Han örneği

İslam coğrafyasında direniş

Anadolu’da sivil direniş

Beşinci Bölüm

Küresel Tehlike

Yeni strateji: Küreselleşme ve yeni dünya düzeni

Küreselleşme ve ahlâk

Küresel narsisizm

Duygusal zekanın çıkışı

Küresel ahlâk ilkeleri

İntihar salgını geliyor!

İntihar hızı artıyor mu?

İntiharın felsefesi

İntihar için risk grupları

Depresyon ve intihar

Gençlik intiharları

Yaşlılık intiharları

Gençliğin çığlığı

Yöntem olarak şiddet

Şiddetin sistemli biçimde kullanımı

Araplar neden Gandhi çıkartamıyorlar?

Psikolojik yaralanmalar

Altıncı Bölüm

Psikolojinin Bugünü

Gelecek bilimi

Genel sistemler kuramı

Duygular mantıklı olmak için gereklidir

Duyguların biyolojiktemelleri

Duygusal körlük

Ahlâkın Biyolojik Temelleri

Yedinci Bölüm

Kavga Çıkaran Kişilikler

I-Paranoid Baskıcı Ruh Hali

Her şey büyüteç altında

İstihbaratçı olurlar

Şeref ve sadakat düşkünlüğü

Bulaşıcı paranoya

İnternet’teki paranoidler

Kıskanç canavarlar

Paranoid kişi, iki şeyi öğrenirse paranoidlikten kurtulur!

Bir test

Paranoidlere karşı beş şeyi unutmayın

Paranoid ruh halinin toplumsal sonuçları

Politikada paranoid hal

Elinde silah varsa!

Hangi davranışlar paranoyayı arttırır?

II-Obsesif Baskıcı Ruh Hali

Çalışma tutkunudurlar

Kusursuzluk meraklısı olmak

Ayrıntıcıdırlar

Tutucudurlar

Esnek olamazlar

Dürüsttürler

Kararsızdırlar

Düşmanlık duyguları fazladır

Duygusal kabızdırlar

Suçlayıcı ve yargılayıcıdırlar

Olumsuz senaryolar yazarlar

Savaş stratejisi

Siz baskıcı obsesif iseniz?

Bir test

Baskıcı kültür

Püriten ahlâk

Püritenlerin kontrol duygusu

Toplumsal etkisi

Baskıcı yöneticilere nasıl davranılmalı?

III-Narsisistik Ruh Hali

Büyüklük hastalığı

Hitler bize ne öğretti;

Kavgaya götüren kişilik

Bireysel narsisizm

Temel özellikleri

Narsisistlerin korkuları ve başarıları

Öncelik içgüdüsü taşırlar

Satışı iyi yaparlar

Çok çalışırlar

Yarışmacıdırlar

Eleştiriye tahammülsüzdürler

Yardım sevmezler

İlk aşkları kendileridir

Tatminsizdirler

Güçlü insanlar yanlarında barınamaz

Bir test

Narsisistlere nasıl davranılmalı?

IV-Yalancı Ruh Hali

Kimler yalancı olabilir?

Sokrates’in üç filtresi

Antisosyal kişiler

Maganda antisosyaller

Satıcı antisosyaller

Antisosyallerle baş etmek

Onları düzeltmeye çalışmayın

Sınırlarınızı belirleyin

Bir test

Politik yalancılık

V-Oyuncu Ruh Hali

İlgi açlığı çekerler

Girişkendirler

Övgü ile beslenirler

Duygusaldırlar

Rol yapmaları doğal halleridir

Fiziksel çekicilikte çok başarılıdırlar

Kendilerini tanımazlar

Hastalık icat ederler

Her şeyi abartırlar

Oyuncu kişiliklerle savaş stratejileri

Oyuncu tiplerin bazı özellikleri

VI-Psikolojik Taciz, Mobbing

Fırça atmak

Mobbingzedeler de ne olur?

Motivasyon artırıcı teknik olabilir mi?

Siyasal mobbing

VII-Politik Liderlik ve Seçmen Davranış

Politik liderlik örneği

Seçmen kendini değerlendirme ölçeği

Sekizinci Bölüm

Korku Kültürü ve Eğitim

Özgürlük tehdit altında mı?

Devlet baba düşüncesi

Çözüm nedir?

Hak arama bilinci

Katılımcılık, sosyal patlamanın çözümüdür

Sürü içgüdüsüne dikkat

Değişime karşı korku

Demokrasi aileden başlıyor

Demokratik liderlik nedir?

Ulusal güvenlik sendromu

Duygusal hayatın eğitilmesi

Dokuzuncu Bölüm

Kültürlerin Çatışması ve İnsan Psikolojisi

Kültürel kimlik

Özgürlükten korkmamalıyız

Toplumsal güven sorunu

Kültürel İslâm

BEYİN İŞLEVLERİNİ ÖLÇEREK TEDAVİ : DÜŞÜNCE TEKNOLOJİSİNDE (THOUGHT TECHNOLOGY)

TÜRKİYE’DE ÖNCÜ ÇALIŞMALARIMIZ BEYİN “CHECK UP”ı

Bugün ABD’de zihinsel faaliyete önem veren, uzun ve nitelikli yaşamak isteyenlerin başvurdukları bir inceleme yöntemidir. Özellikle yönetici ve işadamları kendilerini zihinsel ve sinirsel testlerden geçiriyorlar ve öneriler alıyorlar.

Beyindeki biyolojik süreçlerin son ürünü olan biyoelektrik faaliyeti ölçmek, bir dizi "Nöropsikolojik Testler" ve "Kantitatif EEG" (Beyin Haritalaması) ile mümkün olmaktadır.

Psikiyatrik hastalıkların beyin hücreleri arasındaki kimyasal iletide bozulmayla ilişkili olduğu, bilimsel araştırmalarla ortaya konmuştur. Bu nedenle Nöropsikiyatrik bir bozukluğu olan kişinin klinik değerlendirmesinde, yaş grubuna göre beyin işlevlerinin normal olup olmadığını anlamak giderek daha çok önem kazanmaktadır.

Beyin tomografisi ve MR gibi görüntüleme yöntemleri ile beyinde tümör vb. gibi yer kaplayan kitleler olup olmadığı anlaşılır. Ancak beynin sağlıklı çalışıp çalışmadığı anlaşılmaz. Bu amaçla beynin işlevsel görüntülemesini yapmak ve çeşitli bilişsel yetileri ölçmek gerekmektedir.

Nöropsikolojik “Check Up”ın iki amacı vardır:

Birincisi; kişinin ruhsal durumunu taramadan geçirmek, stres düzeyini ve kişiliğini analiz edip bu kişiye danışmanlık sağlamak.

İkincisi; kişinin zihinsel durumunu taramadan geçirmek, anlama, kavrama, algılama, öğrenme, karar verme gibi zihinsel süreçlerini incelemek.

Nöropsikolojik (Beyin) "Check Up" programımızda 4 aşama vardır.

1. Bilgisayarlı EEG ve beyin dinamik haritası çekilir. (Sistem, FDA onaylıdır.)

2. Klinik değerlendirme yapılır, gerekli görülen kişilik testleri uygulanır.

3. Psikoteknik inceleme: Bilgisayar ortamında anlama, kavrama, dikkat ve bellek gibi bilişsel yetileri ölçen testler uygulanır. COGNITRON (Dikkat-Konsantrasyon), DAUF (Sürekli Dikkat), NVLT (Öğrenme Testi)(*)

4. Sonuçlar değerlendirilerek tedavi planı yapılır.

Beyin Haritalaması Görüntüleri – QEEG

Diğer Beyin Haritalaması Görüntüleri için Tıklayınız >>

NÖROPSİKOLOJİK “CHECK UP” HANGİ HASTALILARDA ÖNEMLİDİR?

– Çocuklarda ve gençlerde Dikkat Eksikliği, Hiperaktivite Bozukluğu, Öğrenme Güçlüklerinin ve çocuğun gelişim düzeyinin değerlendirilmesinde, Davranım Bozuklukları ve Otizmde;

– Başta Depresyon, Panik Atak gibi birçok rahatsızlıkların erken tanısında ve biyolojik boyutunu anlamada, koruyucu ruh sağlığı hizmeti olarak kişiye danışmanlık ve rehberlik yardımı vermede;

– Alzheimer Hastalığının erken tanısında;

– Unutkanlık yakınması olan, anlama ve kavrama güçlüğü çeken kişilerde ilaç gerekip gerekmediğine karar vermede kullanılır.

– Sonuç rapor halinde kişiye sunulur.

"Anlamakta güçlük çekiyorum, kafam bomboş, dalgın unutkan oldum, kelime bulmada zorlanıyorum, sözümün sonunu unutuyorum, dikkatimi toplayamıyorum, aradığımı bulamıyorum, çocuğum öğrenme güçlüğü çekiyor" veya “Eşim sinirli, kıskanç, mutlu değil, kişiliği değişti” gibi yakınmaları olanlara yardımcı olmak Memory Center’ın birincil görevidir.

BİYOLOJİK GÖSTERGE OLARAK

KANTİTATİF EEG (QEEG)/BEYİN HARİTALAMASI

Depresyon ve panik bozukluk başta olmak üzere pek çok psikiyatrik hastalığın biyolojik boyutu bilimsel araştırmalar ile doğrulanmıştır. Beyinde bazı alanlarda biyokimyasal düzensizlikle bu hastalıklar arasındaki ilişki laboratuar çalışmalarında gösterilmiştir. Ancak insan beynin olağanüstü karmaşık yapısı ve “dokunulmazlığı” bu ilişkinin ayrıntılı biçimde çözümlenmesinin önünde güçlü bir engel oluşturmaktadır. İnsan beyni direkt olarak görülemediği, diğer organlarda olduğu gibi bir parçası alınıp incelenemediği için araştırmacılar beynin çalışması hakkında “dolaylı” olarak bilgi verebilecek tekniklerden yararlanmaktadırlar.

Kantitatif Elektroensefalografi-Beyin Haritası (CEEG/MAP), saçlı deriden alınan beyin elektriksel aktivite kaydının analiz edilerek farklı frekanstaki dalgaların beyin üzerindeki dağılımını gösteren ve bu şekilde beynin çalışması hakkında dolaylı bilgi sağlayan bir tekniktir. CEEG, tedavi sonrasında da yinelendiğinde, tedavi ile sağlanan olumlu değişimi gösterebilmektedir. Örneklerdeki tedavi öncesi ve tedavi sonrasında elde edilen profillerden de anlaşılacağı gibi, tedavinin beyin kimyasındaki düzensizliği giderdiği biyoelektriksel aktivite kaydı ile gözlemlenebilmektedir.

Birçok ruhsal rahatsızlık beyin hastalığı olduğuna göre beyin işlevini anlamak ve izlemek etkin bir tedavi için önem taşımaktadır. Depresyon tedavisinde psikolojik veya sosyal boyutla birlikte biyolojik boyutun izlenmesi tedaviye dirençli durumlarda özellikle değerli ve önceliklidir. Memory Center olarak bu konuda yenilik sağladığımız için mutluyuz.

Erişkin, genç ve çocuklarda beyin işlevlerini ölçerek tedavi, psikiyatride özlenen ve hedeflenen bir amaçtır. Beyindeki biyolojik süreçlerin son ürünü olan biyoelektrik faaliyeti CEEG ile ölçmek mümkündür. Bu konuda çok sayıda geçerlilik, güvenirlilik çalışması yapılmıştır. Mevcut biyolojik göstergelerin içerisinde en kullanılabilir yöntemdir.

Beyin Haritalaması Görüntüleri

Diğer Beyin Haritalaması Görüntüleri için Tıklayınız >>

İLACIN BİYOYARARLILIĞINI ANLAMA

İnsan beynine etkili kimyasal bir maddeler olan psikotrop ilaçlar "uygun kişiye, uygun zamanda uygun şekilde verilmelidir" Özellikle senelerce kullanılacak bir ilacın biyoyararlığını ("bioavailibility") test etmemizin klinik önemi çok büyüktür.

Memory Center bünyesinde Kantitatit Farmako EEG sistemi ilacın insan beyninde Antidepresan, Antipsikotik, Antiankisiyete veya Kofgnitif Aktivatör etkilerinin olup olmadığı konusunda ön bilgi verebilmektedir. Bu bilgiler yüzde yüz kesinlikle olmasa bile duyarlılığı ve özgünlüğünü yükseltir.

Depresyon, Panik Bozukluğu, Hafıza Kayıpları, Demanslar, Alkolizm, Dikkat Eksikliği, Hiperaktivite Bozukluğu gibi birçok Nöropsikiyatrik hastalıklarda yardımcı bir yöntemdir.

Kırmızı Reçete gibi özel reçete ile yazılan (Ritalin…) ilaçların, çocuk ve gençlerde kullanımında bu test anlamlı ön bilgi verebilmektedir.

BEYNİMİZİN YAYDIĞI DALGALARI ÖLÇMEK VE MÜDAHELE ETMEK MÜMKÜN MÜ?

PSİKİYATRİDE YENİ TEDAVİ YÖNTEMİ

TRANSKRANİYAL MANYETİK UYARIM TEDAVİSİ (TMU)

Son 15 yılda kaydedilen teknolojik ilerlemeler beyinde hücresel elektrik akımını ölçmek ve değiştirmek konusunda bazı cihazların geliştirilmesini sağladı. Bu cihazlardan biri TRANSKRANİYAL MANYETİK UYARIM (TMU) sistemidir.

TMU nedir?

TMU’da saçlı kafa derisinin üzerine elektro manyetik bir bobin (coil) yerleştirilir. Kapasitörler de tutulan enerji ile manyetik alan oluşturulur. Bu manyetik alan 100-200 mikro-saniyede artıp azalma özelliğindedir. Bölgesel uygulanır. Dünyayı saran manyetik alanın 40,000 katı yüksekliğindedir. MR görüntülemede uygulanan manyetik alanla aynı şiddettedir. MR’daki manyetik alan statiktir, TMU’da değişkendir.

Elektriksiz Uyarımdır.

Bir tel bobinden akım geçirildiğinde bobine dikey manyetik alan oluşur. Karşı tarafta iletken ortam varsa o bölgede bir akım indüklenir. İndüklenen akım bobindeki akıma paralel fakat ters yöndedir. TMU uygulanmasında, dışarıdan elektrik akımı verilmeden güçlü ama kısa bir manyetik alan oluşturularak beyin aktivitesi değiştirilmekte ve tedavi etkisi oluşmaktadır.

Beyine etkisi nasıldır?

Beyinde hedeflenen alanda “nöronal depolarizasyon” dediğimiz değişim oluşur. Beyindeki hücrelerin elektriksel iletisine müdahale edilmiş olur. Beynin elektriksel ve kimyasal ileti ile çalıştığı düşünülürse beynin yeterli çalışmayan doğal süreçlerini harekete geçirici etkisi olduğu anlaşılır. Dışarıdan elektrik akımı vermeden, güçlü ama kısa bir manyetik alan oluşturarak tedavi etkisini oluşturur.

Elektrokonvülsif terapiden (EKT) farkı nedir?

EKT beyine doğrudan elektrik akımı verilerek uygulanır. Hastane ortamında ve genel anestezi altında yapılması gereklidir. TMU tedavisi ise ayaktan uygulanabilir, anestezi ya da analjezik gerektirmez. Çoğu kez hasta hafif baş ağrısı ve uyarım uygulanan yerde hafif bir rahatsızlık dışında herhangi bir olumsuz etki hissetmez.

Seansın süresi ne kadardır?

Hastanın bireysel ihtiyacına göre belirlenir. 5-30 dakika süre ile belirlenen sıklıkta, belirlenen frekans ve şiddette ritmik uygulama yapılır.

Yan etkisi var mıdır?

1985 yılından beri yapılan çalışmalarda hafif baş ağrısı dışında bir yan etkisine rastlanılmamıştır. Avrupa ve Kanada da resmen onaylanmış ve klinik uygulamaya girmiştir. (Tubitak Bilim Teknik, Eylül 2002)

Hangi hastalılarda etkilidir?

Şu anda öncelikle önerilen tedavi alanları; Tedaviye Dirençli Depresyon, Şizofreni ve Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Şizofreni ruhsal bozukluklarıdır. Gebelikte, emziren annelerde ve kalp hastalarında kullanılabilmesi, ilaç tedavisine bir üstünlüğü olarak dikkat çekmektedir. (Arch. Gec – Psychiatry. 1999; 56:300-311)

Nörolojide kullanımı nelerdir?

Konuşma Bozuklukları, Epilepsi, Parkinson ve bazı felçlerde kullanılmaktadır.

Çocuklarda kullanımı nasıldır?

Otizm ve hiperaktivite’de kullanım ile ilgili bilimsel çalışmalar sürmektedir.

Nasıl uygulanır?

Beynin işlevsel olarak fonksiyonel MRI veya Kantitatif EEG ile görüntülenmesinden sonra uygun görülen alanın belirlenmesi ve o bölgeye uygulanması önerilir. Depresyonda genelde sol ön alın bölgesine bobin yerleştirilir. Ritmik uyarılar verilir. 10-30 dakikalık seanslar halinde 10 seanstan az olmamak üzere uygulanır. Saçların temiz olması dışında bir ön hazırlığa gerek yoktur.

TMU ile ilgili Yurtdışı Web Sayfaları

http://www.musc.edu/tmsmirror/TMSresrc.html

http://www.biomag.helsinki.fi/tms/

http://www.biomag.helsinki.fi/tms/

http://www.psycom.net/depression.central.transcranial.html

http://pni.unibe.ch/TMS.htm

http://splweb.bwh.harvard.edu:8000/pages/papers/ettinger/tms97/final.html

http://www.biomag.helsinki.fi/magstim.html

http://splweb.bwh.harvard.edu:8000/pages/papers/ettinger/tms.paper/text.html

http://www.ee.tut.fi/laitokset/rgi/Projects/stimu.html

http://www.musc.edu/tmsmirror/articles.html

Kaynak : http://www.mcaturk.com

MK ULTRA PROJESİ /// YUSUF ÖZBEK : ”BİLGİ EDİNME HAKKINIZI KULLANIN”


”BİLGİ EDİNME HAKKINIZI KULLANIN”

Sevgili Arkadaşlar…!

Ahmet Gülşen arkadaşımızın ”BİLGİ EDİNME HAKKINIZI KULLANIN” başlıklı forumu üzerine bu yazıyı yazmaya ve sizlerle Dr.Armen Victorian’ın Amerika’daki Bilgi Özgürlüğü Yasası’nın kapsamlıca kullanılması, insanların düşünme ve davranma şekillerini kontrol etme yolundaki gelişmelere ve insanların karşı koyma güçlerinin azaltılmasının nasıl mümkün olabildiği konularına ışık tutan ve kitap haline getirdiği çalışmalarını sizlerle paylaşmak istedim.

Bazılarının kaçınılmaz bir şekilde sansüre uğrayacağına ve hatta belki de hiç ortaya çıkarılmaması ihtimaline rağmen, yasa; herhangi bir vatandaşın belgelerin açıklanmasını talep edebilmesine imkan tanımaktadır.

Dolayısıyla, Ahmet GÜLŞEN kardeşimizi bu forumundan dolayı tebrik ediyor ve bu hakkın Dr.Armen Victorian tarafından kullanımı neticesinde elde edilen bilgileri sizlere sunarak neler olup bittiği konusunda bilgilendirmek istiyorum.

Okuyacağınız yazıda; ortaya konulan bilgilerin çoğu da bu hakkın kullanılması neticesinde elde edilen bilgilerin biraraya getirilmesi neticesinde olmuştur.

Aralık 1947’de CİA’nın kurulmasından yaklaşık beş ay sonra Milli Güvenlik Konseyi ilk toplantısınnı yapar ve Avrupa’daki psikolojik savaşla ilgili faaliyetleri başlatma emrini verir.

Neticede CİA resmen gizli bir hareket bölümü -Politika ve Koordinasyon Ofisi- kurmayı başarır ve hiç beklemeden, batılı demokrasi düşmanlarına karşı kullanmak üzere psikolojik savaş operasyonlarının ve tekniklerinin en verimli şekilde kullanılmasını araştıran proğram ve operasyonlara girişir.

194l’de Harbour’un Japonlar tarafından bombalanmasından iki ay önce Teknoloji Enstitüsü Dekanı tarafından, 25 paundluk bir atom bombasının yaklaşık 3,6 milyon paund değerindeki dinamitin etkisine eş bir patlamayı gerçekleştirebileceğini ve bunun Amerika’ya, bir sonraki savaşı kazanma avantajı sağlayacağını açıklaması üzerine Manhattan Projesi hayata geçirilir ve bombanın gerektiğinde Japonlara karşı kullanılmasına karar verilir.

”Ulusal Güvenlik” kılıfı altındaki birimler, suikast timleri- beyin yıkama proğramları-sivil casusluk-uyuşturucu kaçakçılığı- kanundışı silah ticareti-iç savaş çıkarma ve yabancı hükümetleri devirme dahil pekçok korkunç faaliyetlere girişirler ve insan davranışları ve dengesini kimyasal yöntemlerle zayıflatmayı içeren araştırmaları yapmakla görevlendirilirler.

Bu görevlendirme neticesinde rahatlatıcı ve gevşetici narkoz maddeleri kullanarak bir ”gerçek serumu” üretmeyi başarırlar, felce sebebiyet veren conch shell eklemsizinden elde edilen zehiri bulurlar. Amerikan Laboratuvarlarında çalışarak tabun ve sarin gibi zehirler ve sinir gazları geliştirirler ve ASKERİ İHTİYAÇLARIN AHLAKİ KAYGILARDAN BASKIN ÇIKTIĞI yönünde net bir karar alırlar ve RHIC olarak bilinen (Beyinlerarası Radyo-Hipnotik Kontrol) , insanların içine küçük alıcıların yerleştirildiği çalışmalara başlarlar, hafızayı silmek için hayvanlarda radarın (mikrodalganın) kullanıldığına dair çalışmalarına devam ederler ve deneylerinde insanları kobay olarak kullanırlar. Proje kapsamında olan bitenler sadece uyuşturucu maddelerin kullanılması ile sınırlı kalmayıp, duyumda azaltma oluşturulması, dini cemaatler, mikrodalga deneyleri, psikolojik şartlanma, psiko-cerrahi, beyin nakli ve daha başka pekçok araştırma alanı da bir çatı altında toplanır. (CİA tarafında ancak Bilgi Özgürlüğü Yasası’ndan sonra yayınlanan 215 bin sayfalık kayıtlar, bu proğramların sadece bir yönünü aydınlatmaktadır.)

Hipnotizmanın savaşta kullanılmasının önde gelen teorisyen ve savunucularından biri, bir parti esnasında orada bulunan misafirleri teorisine ikna etmek için iki arkadaşını gizlice hipnotize ederek, kurbanlarını İngiltere Başbakanı’nın oraya geldiğine inandırır ve bu iki insan hayali VIP misafiri ile bir saatten fazla konuşturulur.

İnsanlar üzerinde yapılan radyasyon deneyleri hakkında bir araştırma grubu oluşturulmasına karar verirler ve soğuk savaş esnasında gerçekleştirilen bir seri radyasyon deneylerine dikkat çekerler. Gerek radyasyonun insanların üzerindeki etkisini belirlemek için, gerekse de konvansiyonel operasyonlarda kullanım sahasını tespit edebilmek gayesi ile olsun, tam manasıyla insanları iyonize edilmiş radyasyona maruz bırakan deneyler yaparlar. Bu proğramı kimyasal-biyolojik ve radyolojik maddelerin insan davranışlarını kontrol etme hedefli gizli operasyonlarda kullanılmasına yönelik bir seri araştırma ve geliştirme projesi izler. CIA belgelerinden biri, bariz bir şekilde insan davranışlarını kontrol etme deneylerinde, radyasyon-elektrik şoku- psikolojinin çok sayıda dalı-toplumbilimi-antropoloji gibi ek yöntemlerin yanısıra, askeri araç gereçlerin kullanıldığını da göstermektedir.

CIA’nın insan davranışlarını kontrol proğramlarının başlıca ateşleyicisinin Sovyet, Çin ve Kuzey Kore’nin zihin kontrol teknikleriyle ilgili geliştirdikleri usüller olduğu bildirilmektedir. Bu bilgilerin ışığında, net kimlik oluşturulmasında gizli işaretleme olarak bilinen suni yollar önerilir ve yarı ömrüne kadar indirgenmiş radyoizotoplar, insan vücudundaki önceden belirlenmiş bölgelere ışınlanacak ya da enjekte edilecek çalışmalar başlatılarak ”uyuyanlar Laboratuvarı” denilen sistemi kurup çalıştırmaya başlarlar. Mahkumlar üzerinde deneyler yapabileceği bir Laboratuvarı açarak kullanırlar. 100 mahkum denek üzerinde yeni bir deneyle radyoaktif iyodin troidi, T-4 ise kandaki kırmızı hücrelerini sayısın artırırlar. Uyutma ışını (sleeping ray) üzerinde durularak ”yeni bir ışınsal enerji türünün beynin uyuma merkezine ya da uyanıklığı sonlandırmayı düzenleyen bölgesine yönlendirilmesi” söz konusu edilerek, bu yolla teknik ekipmanın bitişikteki bir odaya ya da yakın bir bölgeye kurularak, bundan habersiz birisinin aniden uykuya daldırılması mümkün hale getirilmesi başarılmış ve genellikle halüsinasyon etkisi yaratan uyuşturucu maddelerin kullanıldığı denemeler ele alınmıştır.

Devamında LSD uygulamalarına geçerler ve ”istemdışı deneme reaksiyokları’na özel bir önem verirler. LSD’nin deneklerin dışarıya bilgi vermesi konusunda oluşturduğu etki net bir şekilde ortaya çıkarılır. Daha sonra gelen gönüllü grup üyelerine LSD tesiri altındayken ne dereceye kadar yalan söyleyebileceklerini araştıran testler uygularlar. Aynı zamanda gönüllülere LSD’nin hafıza üzerindeki etkisini ölçmek için ”Hafıza Dağıtma Testleri” LSD alımından sonra basit motor reaksiyonlarındaki bozulmayı değerlendiren Özel Motor Tepki Hafızası Testi ve düşman sorgu atmosferlerini ve tam tecrit ortamlarını da kapsayan değişik fiziki koşullarda, LSD verilmiş kişilerin nasıl tepki gösterdiklerini belirlemeye yönelik çevre ve fiziki şartlar etkisi testleri uygulamasını gerçekleştirmişlerdir. Bir de deneğin LSD etkisi ve alışılmamış oranda yüksek stres altındayken bilgi gizleme yeteneğini tespit etmeyi amaçlayan ”Yapay Stres Ortamlarında Madde Etkisi Testleri” uygulamaları neticesinde LSD’nin denizaşırı ülkelerdeki operasyonlarda kullanılması amaçlanmıştır.

Bu çalışmaların hemen akabinde ”Arazi Testi” çalışmaları başlatılmıştır. Planın ayrıntıları üzerinde kafa yormak ve önerilen test için gereken insanları ayarlama görevi, Avrupa’daki Haberalma Birliklerine havale edilmiştir. Dikkat edilecek nokta, sözkonusu deneklerin gönüllü olmaması ve başka ülkelere mensup kişiler olmalarıydı. Bir başka çalışma ile de insan kan ve organlarının radyoaktif maddeden arınması süreciyle ilgili oranı belirlemek için hastane çalışmaları başlatılmış, araştırmacılar; akciğer-safra kesesi-troid bezi ve beyin arasına yerleştirilen bir gayger sayacı aracılığıyla, verilmiş kimyasal maddenin ne kadarının sözkonusu organ ve dokulara yerleştiğini doğruya yakın oranlarda tahmin etmeye çalışmışlar ve hamile kadınlara radyoaktif madde karışımları verilerek, maddelerin cenin üzerindeki etkisi araştırılmıştır. Bu araştırma neticesinde, radyoaktif bir maddenin tek-tek bireysel hedefler ya da bir kitlenin imhasında ölümcül bir silah olarak nasıl kullanılacağını ortaya koymuşlardır.

Yukarıda verilen bilgiler sadece yapılan çalışmaların bir kısmını göstermek için olup, sonuç olarak; gelindiği noktada duygu kalıpları, alçak ses taşıyıcı frekansların içine yerleştirilmiş, başka bir insanın zihninde aynı duyguların oluşturulması için kullanılabilecek aşamaya gelinmiştir.

YUSUF ÖZBEK

MK ULTRA PROJESİ /// BİR ZİHİN KONTROL KURBANI : ERTUĞ TAŞDEMİR


BİR ZİHİN KONTROL KURBANI : ERTUĞ TAŞDEMİR

Terör eylemlerinin engellenmesi, insanlık suçu işleyenlerin yakalanması ve bu tür suçlara mani olunması gibi insani amaçlarla yapıldığı iddia edilen çalışma, ABD Ulusal Güvenlik Birimi (NSA) tarafından yürütülüyor. Bu projenin kötü amaçlarla kullanıldığını düşündüğünüz zaman ise ortaya çıkan manzara korkutucu.

Aslında, sadece ABDde değil, gelişmiş pek çok ülkede, kurum ve kuruluşlarda çalışmalar yapılıyor. ABD Güvenlik Birimi tarafından insan beyinlerinin kontrolü için kurulan birimlerden biride MKULTRA. Bu birimin, kimyasal, biyolojik ve radyolojik maddelerin insan davranışlarını kontrol etmeye yönelik bir dizi gizli araştırma yaptığı iddia ediliyor. "Zihin Kontrolüne" ilişkin ilk çalışmalar, Hitler Almanyası`na kadar dayanıyor. Bu teknolojide ABDnin yanı sıra Ruslarında önemli yol kat ettiği aktarılan bilgiler arasında.

Yapılan deneylerde aralarında Türklerinde bulunduğu birçok denek kullanılıyor. Denek olduğunu iddia eden isimlerden biri de Ertuğ Taşdemir … 1991 yılında İsveçte lokanta işletmeciliği yapan Ertuğrul Taşdemir, İsveç gizli servisi tarafından gözaltına alınıyor. Gözaltı süresince, elektromanyetik ışınlarla beyin kontrolüne maruz kaldığını söyleyen Taşdemir, bu konuda hakkını savunmak için çeşitli ülkelere başvurduğunu, yaptığı tüm başvuruların değerlendirilip olayın doğrulandığını ama çok fazla bir şey yapılmadığını söylüyor.

Neden gözaltına alındınız?

Aslında onu tam olarak bende bilmiyorum ama İsveç`te lokanta işlettiğim sıralarda, İsveç Gizli Servisi elemanları, "PKKnın üst düzey yetkilileri ile servis arasında ajanlık yapmamı" istediler.

Kabul etmedim. Benim İsveçte çevrem çok genişti. Dev-Sol üyesi arkadaşlarım vardı. Sadece Dev-Sol değil her kesimden insanla yakın ilişki içindeydim. Gözaltına alındığım sırada, "Senin suçun bu" diye bir suç belirtmediler. Ama daha sonra, yapmadığım halde insanları tehdit ettiğimi, adam öldürdüğümü filan söylediler. Gözaltı süresinin sonunda serbest bırakıldım.

Gözaltında neler yaşadınız?

"Gözaltına alındığım ilk gün bir hücreye kapatıldım. Hücreye girdikten 10 k. Sonra nerden geldiği belli olmayan sesler duymaya başladım.

Duyduğum seslerde Türklere küfür ediyor, beni öldüreceklerini söylüyorlardı. İlk önce hücre içinde bir ses sistemi olduğunu ve yayınların oradan yapıldığını düşündüm. Bu sırada, vücudumda kızarıklıklar ve morluklar oluşmaya başladı. Aradan belli bir süre geçince tuvalete gitmek istedim. Hücreden çıkardılar.

Orada dikkatimi başka bir şey çekti. Hücre dışına çıkıp uzaklaşmama rağmen sesler aynı düzeyde devam ediyordu. Ne olduğunu o an anladım. Sinir bozucu sesler duymaya devam ediyordum. Bu arada tekrar hücreme geldim. Aradan birkaç gün geçti. Dua edip, "Hasbinallah ve ni`mel vekil… diyordum. O anda bir ses duydum. Yayında bana, "Senin şifreni çözdük "diyorlar ve düşüncelerimi bana başka bir sesle söylüyorlardı. İlk kez o an korktum. Çünkü ben ağzımı bile kıpırdatmıyordum ve benim aklımı okuduklarını anladım. Ne düşünsem cevap veriyorlardı. Yayınlar elektromanyetik dalgalarla direkt beynime yapılıyordu. Önceleri sakindim ama daha sonra panikledim ve delirmiş numarası yaptım. Hücredeki çarşafı yakıp, beni hastaneye götürmelerini istedim. Gelip beni aldılar. Beyaz önlüklü insanların olduğu bir odaya gittik. Aslında orası hastane değildi. Bana beyaz renkli bir sıvı içirdiler ve tekrar odama geldim. Sonra uyumuşum.

Kendime geldiğimde dudaklarım ve dilim şişmişti. Hiçbir şeyi hatırlayamıyordum, konuşamaz haldeydim. Halüsinasyonlar görüyordum.

O an bunların teknolojide oldukça ileri olduklarını ve beyin kontrolü yaptıklarını anladım. Üstelik sadece kontrol etmiyorlar, düşüncelerimi de okuyabiliyorlardı. Çünkü bugüne kadar aklıma hiç gelmeyenleri düşünüyordum. Daha sonra mahkemem yapıldı ve serbest bırakıldım. Oradan ayrıldım ama sesler kesilmedi. Aynı küfür ve sesleri duyuyordum. Aradan yıllar geçti ve hala sesleri duymaya devam ediyorum. Bunun yanında lazer saldırıları oluyor. Bu saldırılar her zaman etkili değil ama elektromanyetik dalgaların yüksek olduğu bir alana girdiğim zaman etkili oluyorlar.

O anda dengemi kaybediyorum ve ölüyorum sanıyorum. Bütün vücudumda morluklar oluşuyor. Hücrede vücudumda oluşan morlukların nedeni de bu saldırılarmış. Birçok uzmana gittim ve onlarda beni kontrol ettiler. Anlattıklarımı doğrulayıp, vücudumda ağır hasar olduğunu tespit ettiler.

Çekilen beyin filmimde, beynimde ağır hasar olduğu tespit edildi. Doktorlar o yıllarda nasıl hayatta kaldığıma şaşırdıklarını söylediler. Gözaltı süresinin ardından mahkemeye çıkarıldım. Mahkemede, vermediğim halde ifademi benim sesimden kasede kaydetmişler. Bana dinlettiler. Ama benim söylemediğim şeylerdi. İfademi dinlerken, "Dermed" diye bir kelime dikkatimi çekti. Çünkü bu kelimenin anlamını hiç bilmiyordum. Bunu hakime söyledim;"Bu ses benim ama ben konuşmadım. Bu kelimenin anlamını bile bilmiyorum hayatımda hiç kullanmadım. Bunun üzerine birkaç sorgudan sonra serbest bırakıldım"-Daha önce beyin kontrol operasyonları ile ilgili bilginiz var mıydı?

– Hayır, yoktu ama olanlara dayanabilmek için o anda durumu çözmek gerekiyor. Yoksa çıldırdığınızı düşünürsünüz. Ben kendimi ve psikolojimi iyi biliyorum. Durumu fark etmemde psikolojimi iyi bilmem etkili oldu. Hücrede, elektromanyetik dalgalarla gördüğüm işkence sırasında, ters bir şeylerin olduğunu anladım. Sanki hissediyormuşum gibi aklıma bir şeyler geliyordu, sonra onlar gerçekleşiyordu. Yani bir bakıma olacakları bana o seslerle önceden söylüyorlardı. Sonrasında ise olay gerçekleşiyordu. Amaç benim akli dengemi bozmaktı. O seslerde "biraz sonra seni dışarı çıkarıp, öldürmeye götürecekler" diyorlardı, sonra gerçekten birileri gelip beni, öldürmek için dışarı çıkaracaklarını söylüyorlardı.

Hatta bir keresinde, `öldün` diye tabuta bile koydular.Özkaya; "Tarikatlarda da beyin yıkanıyor"

"CIA Belgeleriyle Zihin Kontrol Operasyonları" kitabının yazarı Ömer Özkaya ise daha çarpıcı gerçeklere dikkat çekiyor. Özkaya; devletin devlet olma özelliği sağcı, solcu, dinci ve bunun gibi farklı kesimleri içinde bulundurmasından geçtiğini söylüyor. Kısacası; devletler çeşitli grupları içinde barındırıyor çünkü insanların özgür düşünme hakları var ve buna göre yaşıyorlar. Devletin devlet olmasında saklı olan diğer özellik ise, bu grupları kontrol altında bulundurmasında yatıyor. Bunun yanında bazı devletlerin diğer ülkelerde de etkin olmaya çalıştığını, bu nedenle o ülkelerde insanların toplu olarak bulundukları grupları kontrol altına almak için çabaladıklarına dikkat çekiyor. Özkaya, Türkiye`deki birçok

tarikatın arkasında da gizli servislerin olduğunu iddia ediyor.

Onlara göre bu tarikatlarda bulunan insanlar toplu olarak kontrol ediliyor. Kontrol, adı geçen yeni teknoloji ile olmasa da, insan psikolojisine uygun olarak yapılan farklı tekniklerle sağlanıyor.

Özkaya, "Bu tarikatların bazılarında `Cihat` ilan ediliyor ve tarikat üyelerinden bombalı eylemlerde bulunması isteniyor. Din için çalışan bir insanın hiçbir zaman adam öldürmemesi gerekir ama bu insanlar yüzlerce masumu öldürebiliyor." diyor. Özkaya, bu konuda insanların tarikatlardan uzak durmaları gerektiğini savunuyor. Bunun yanında, dünyanın adı konmamış bir savaşın içinde yer aldığını da iddia eden Özkaya, insanların kontrol edilmelerine yönelik olarak yapılan çalışmaların, toplumların geleceği açısından büyük tehlike arz ettiğine dikkat çekiyor. Hatta bazı gizli servislerde parapsikoloji tekniklerinin kullanımına yönelik araştırmaların yapıldığını da söyleyen yazar Ömer Özkaya, Türkiye`nin geç kalmadan bu alanda tedbirini alması gerektiğini savunuyor. Bilim adamları da kabul ediyor.

Bilim adamlarına göre de, insanların zihinleri kontrol altına alınabilir. Boğaziçi Üniversitesi Elektromanyetik Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Selim Şeker, Ertuğ Taşdemir`i incelediğini ve anlatılanların doğru olduğunu söylüyor. Şeker, sadece Ertuğ Taşdemir değil aynı şikayetlerle birçok kişinin başvuruda bulunduğunu, bunların arasında bazı öğretim görevlilerinin olduğunu bile söylüyor. Prof. Dr. Selim Şeker, dünya yapısının çeşitli elektromanyetik alanlar içerdiğini ve insanların 5 duyu organı ile bu alanların bazılarını algılayabildiğini vurguluyor. Prof. Şeker, adı geçen araştırmaların, aslında insanların algılayamadıkları dalgalar üzerinde yapıldığını ve kontrol altına alınmak istenen kişinin bilinçaltına gerekli düşüncelerin aktarıldığını dile getiriyor. Şeker; insan beyinlerine gönderilen elektromanyetik ışınların, beynin belli bölgelerini uyardığını, kontrol altında bulunan insanların durumu fark etmeden iradelerini yitirdiklerini savunuyor. Prof. Dr. Şeker, "Kontrol altında bulunan insanlara yaptırılmak istenen ne ise, beynin o bölgesinin uyarılması yeterli.

İnsan beyni, elektronik bir cihaza benziyor. Her duygunun, düşüncenin beyin içinde farklı bir noktası var. Bu noktaların uyarılması halinde, beyin uyarılan noktanın talimatı doğrultusunda harekete geçiyor. İnsan beynindeki noktalar arasında öyle yerler var ki bunların uyarılması durumunda kişi adam bile öldürebilir. Yani bu yöntemle insanlar katil bile yapılabilir. Bunun yanında, yine aynı elektromanyetik dalga yöntemi ile uygulanan kişiye uzak bir mesafeden kalp krizi geçirtilebilir. Bu durum devlet başkanları için bile geçerli. Ülkelerin, yeni teknolojiden haberdar olmaları ve konu ile ilgili araştırma yapmaları gerekiyor" diyor. Prof. Dr. Şeker, bunun yanında insan beyinin çözülemeyen birçok sırrı olduğunu ve ABD`de ki bilim adamlarının bu yönde çalışmalar yaptıklarına da değiniyor. Örneğin; parapsikoloji olaylarının gerçek olduğunu ve insan beyninin çözülemeyen yapısı ile ilgili olduğunu söyleyen Şeker, "ABD`de bu alanda yapılacak olan çalışmalar için yüklü miktarda paralar ayrılıyor" diyor. Türkiye`nin ise bu konuda çok geride olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Selim Şeker, "Bizler bilim araştırmalarına bütçe ayıramıyoruz. Zaten bu alanda yapılan araştırmalar oldukça pahalı. Biz daha bir profesöre bilgisayar dahi tahsis edemiyoruz. "Zihin Kontrol" teknolojisi dünya için oldukça önemli ve yeniçağın silahı. Bu konuda Türkiye`de gerekli önlemi bir an önce almalı.

MK ULTRA PROJESİ : BİREYSEL VE TOPLUMSAL ZİHİN KONTROLÜ


BİREYSEL VE TOPLUMSAL ZİHİN KONTROLÜ

Colin Ross isimli Amerikalı psikiyatristin yazmış olduğu bazı kitaplar istihbarat örgütlerinin aslında ‘Zihin Kontrolü’ projelerinde ne kadar ilerlediklerini göstermektedir. Colin Ross’un2006 yılında yayınlanan ‘CIA Doctors’ (CIA Doktorları) isimli kitabı ve 1995’te yayınlanmış ‘Satanic Ritual Abuse’ (Satanik Rituel Tacizi) isimli kitabı aslında istihbarat örgütlerinin insan beynini kontrol etmek konusunda ne kadar yol almış olduklarını kanıtlıyor.

DID/MPD (Dissociative Identity Disorder ve Multiple Personality Disorder), yani çoğul kişilik, aslında çok az görülen bir psikiyatrik olgu olarak biliniyor. Fakat son çalışmalar ve bazı yazarların yazmış oldukları kitaplar şu ana kadar bildiklerimizin ötesindeki bazı gerçekleri ele almakta. John Marks (The Search for Manchurian Candidate), Colin Ross (Satanic Ritual Abuse, the CIA Doctors, Dissociative İdentity Disorder) , Steven Hassan (Combatting Cult Mind Control), Kathleen Taylor (Brain Washing: The Science of Thought Control), William Sargant (Battle for the Mind: A Physiology of Conversion and Brain Washing), Denise Winn (The Manipulated Mind) gibi yazarların çalışmaları çok net olarak insan beyninin ne kadar zayıf bir psikolojiye sahip olduğunu ve yeterli koşullar sağlandığında hem bireysel zihin kontrolünün, hem de toplumsal zihin kontrolünün nasıl oluşturulabileceğini bizlere sunuyor.

Colin Ross’un yapmış olduğu son 20 yıllık çalışmalar çocuklarda ‘ritüel taciz’ (ritual abuse) ile oluşturulan psikolojik travmanın uygun koşullarda çoğul kişilik bozukluğu meydana getirebileceğini kanıtlar nitelikte. Ross’a göre CIA bu konuda MK- Ultra projesi kapsamında çocuklarda Ritüel Taciz deneyleri yapmış durumda, bu deneyler 1950’lerde başlamış, halen sürüyor! Bu deneylerin bir kısmı üçüncü dünya ülkelerinde kurgulanmış. Bu ülkelerin içinde Türkiye de var! Aklımıza çoğunun taciz kurbanı olduğu, İstanbul sokaklarını dolduran kökenleri Güneydoğu olan yüzlerce tinerci çocuk geliyor tabii ki! Türkiye toplumu ve Türkler 1950’lerden beri ‘CIA Zihin Kontrolü’ operasyonlarının etkisi altında! Özellikle radikal dinci bazı tarikatlarda ve cemaatlerde ciddi Zihin Kontrolü operasyonları yapıldığını biliyoruz.

Psikiyatristler ise bu konuda akıl almayacak düzeyde bilgisiz ve ilgisizler. Bu konuda henüz bir giriş kitabı olarak yazmış olduğum ‘Derin Devletler, Gizli Projeler ve Kirli Gerçekler: Zihin Kontrolünden, Psikolojik Savaşa’ isimli kitap bu konuda Türk toplumunun açlığını kanıtlarcasına 2 ay içinde üçüncü baskıya giriyor. Bu konularda daha önce konunun uzmanları olmayan kişiler tarafından yazılmış bazı kitaplar ise sadece birer dezinformasyon abidesi olarak kalmaktan öteye gidemiyor. Şu anda üzerinde çalıştığım ‘Zihin Kontrolü ve Kara Bilim’ isimli kitapta konunun detaylarına girmeye çalıştım. Eğer İstanbul Üniversitesi yönetiminin hakkımda açmakta olduğu soruşturmalar ve beni Üniversiteden atmak için yapmış olduğu girişimlerle mücadele etmekten vakit bulabilirsem, kitaplarımı bitirebileceğim.

CIA’nın çocuklarda psikolojik travma ile ilgilenmesinin nedenlerinden birisi, bu çocukların bazılarında büyüyünce gelişebilecek çoğul kişilik olgularını araştırmak. Çoğul Kişilik (DID/MPD) aslında kolay kolay gelişebilecek bir psikiyatrik bozukluk değil. Ross’un DID hastalarının % 95’i çocukluklarında cinsel veya başka türlü bir tacize maruz kalmışlar. Bu da insanlarda uzun ve kalıcı etkiler yapmakta. Çoğul kişilik gelişen yetişkinlerde bilinç disosiasyona uğruyor ve birbirinden habersiz en az iki kişilik aynı beyinde varlığını sürdürüyor. Bu kişilerde yoğun amnezi (unutkanlık) olabildiği gibi başka psikiyatrik bozukluklar da görülüyor. Bu kişilerin bazıları yanlış teşhis konularak şizofreni veya psikoz tedavisi gördükleri zaman, bu psikiyatrik bozukluk daha da kötüleşiyor. Psikiyatrinin aslında emekleme çağında olduğunu söylersek abartmış olmayız. Psikiyatrik bozukluklar ve bilinç konusundaki en yetkin bilim dalı ise Nörobilim (Neuroscience). DID vakalarında çok kolay farklı kişilik, bilinçte ilaçlarla (örn. Halüsinojenler, LSD, PCP, THC vb.) ya da diğer gizli tekniklerle çok kolay açığa çıkarılabiliyor ve bu latent kişilik programlanabiliyor.

Evet! Bir film senaryosundan veya bilim kurgu romanından bahsetmiyoruz, tüm bunların 21. yüzyılda gerçek olabildiğini göreceğiz.

DID-MPD hastalarında veya DID kökenli Mançurya Kobaylarında belli dönemlere ait unutkanlık, sürekli ambivalans (çelişkili konuşmalar ve çelişkili davranışlar), paralojik (mantıkdışı) düşünceler, ağlama nöbetleri, sara krizlerine benzer krizler, depresyon, uyku bozuklukları ve rüyalarda bazı sorunlar, çeşitli davranış bozuklukları görülmekte! Demiri tavında dövüp şu soruyu soralım: Bu belirtiler size hangi politikacımızı hatırlatıyor?

Benzer çalışmaları Nöroloji bölümünde yapmıştım. Şu anda bu konudaki bir makalemiz PNAS dergisinde yayınlanmakta, bu çalışmada hayvanlarda oluşturulan bir çeşit travma modeli olan farklı epilepsi modellerinde, hayvanlar yetişkin hale gelince, travmanın hem hippokampüsde hem de çeşitli yolaklarda kalıcı elektrofizyolojik etkiye ve uzun süreli psikolojik sorunlara veya öğrenme problemlerine yol açtığını kanıtlamıştık (bu konuda bir makalemiz Epilepsia’da yayınlandı). Yaptığımız çalışmalar, postnatal (doğumsonrası) dönemde (P20 ve P30 arasında) oluşan travmanın veya aşırı nöronal aktivitenin uzun süreli elektrofizyolojik değişikliklere ve öğrenme ile ilgili sorunlara yol açtığını kanıtlamıştı. Gelişim nörolojisi çalışmaları aslında yakın bir gelecekte bu konuların sırrını çözecektir.

Zihin Kontrolü konusunda 1950’lerde Amerika’da CIA, NSA ve DoD- Pentagon İngiltere’de MI6, Almanya’da BND, Rusya’da KGB tarafından başlatılan çalışmalar hiç bir zaman durmadı. Bir kaç yüz milyar dolar bu çalışmalara ayrıldı ve çalışmalar değişik ülkelerde ve kültürlerde de sürdürüldü (Türkiye bunların içindeydi!). Bazı subaylar ve politikacıların da bu operasyonlardan geçirildiği konusunda elimizde şüphe uyandırıcı bazı bilgiler vardır; özellikle Türkiye aleyhtarı bazı kararların alındığı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin tasviyesi yolunda bazı adımların atılmış olmaya çalışıldığı bu dönemlerde, hangi subayların birer truva atı olarak Genelkurmaya sokulmuş olduğunun araştırılması gerekir! Zihin Kontrolü Operasyonlarının detaylı olarak araştırılması Türkiye’nin Ulusal Güvenliğini ilgilendiren bir konudur, bu konulardaki çalışmaları engelleyenlerin ise Türkiye yararına çalışmadıkları aşikardır!

Mançurya Kobayı (Manchurian Candidate, Mançurya Adayı), yani beyni yıkanmış, iradesi kontrol altına alınmış ve istenilen bazı eylemleri itiraz etmeden, kayıtsız şartsız gerçekleştiren bazı kişilerin yaratılması konusundaki çalışmaların tamamlandığı söyleniyor.

Türkiye’deki politikacılara bakarsak her taraf Mançurya Kobayları ile dolu zaten! Konu sadece Mançurya Kobayı meselesi değil! Aynı zamanda sosyal zihin kontrolü operasyonları da pek çok ülkede yapılıyor; örneğin Türkiye’de belli bir şeriatçı ve radikal dinci görüşe sahip oy oranı 1985’lerde % 5 iken, bu oran 20 yıl içinde % 35-40’a çıkartılabiliyor; bunun sonucundaki geri dönüşümsüz çöküşü, Türkiye Cumhuriyeti’nin tam tasviyesini, Büyük Ortadoğu Projesinin gerçekleştirilme çabalarını ise hep birlikte hayretler içinde izliyoruz (bkz. acikistihbarat.com’daki ABD’nin ve AB’nin Türk Düşmanlığı ve Sevr Kararlarının Kanıtları ve Türk Silahlı Kuvvetlerine Karşı Psikolojik Harp: Başka Çete Operasyonları da var isimli yazılarım). Radikal dinci cemaatlerin ve tarikatların zihin kontrolü ve beyin yıkama yöntemlerini sistematik olarak kullandıklarını tüm yönleriyle biliyoruz.

Beyinleriniz ve psikolojik yapınız, medyayı ya da başka yöntemleri kullanmakta olan yabancı istihbarat örgütlerine emanet! Ulusalcı bir Derin Devletimiz olmadığı için de, hiç bir önlem alıp oto-kontrol mekanizmalarımızı ve Anayasayı veya Ulusal Güvenliği koruyabilecek diğer mekanizmaları devreye sokamıyoruz.

MK ULTRA PROJESİ : ZİHİN KONTROLÜ + ÜMİT SAYIN + İBDA-C ÖRGÜTÜ + CIA VE MOSSAD ÜZERİNE RÖP ORTAJ


Doç. Dr. Ümit Sayın’la Milliyet ve ATV’nin düzmece haberi üzerine

Röportaj: Burak Çileli

Beklenen Nizâm: Sayın Salih Mirzabeyoğlu hakkında geçtiğimiz günlerde ATV, Milliyet ve Posta gazetelerinde sizin sözlerinize de yer verilen düzmece bir haber yayınlandı. Kartal Özel Tip Cezaevinde kendisine “zihin kontrolü” operasyonu yapıldığı doğru. Ancak beyninin incelenmesi talebiyle avukatları aracılığıyla Adli Tıp’a başvurduğu, hele hele “zihin kontrolüyle kendisine suç işlettirildiği” tarzında ona isnad edilen ifadeler yalan. İbda Mimarı, devrimci mütefekkir portresiyle, eserleriyle ve aksiyonuyla ne yaptığı da ne yapmadığı da ortada olan bir şahsiyet. Bu haberin, ona karşı girişilen sistematik bir komplonun ilk aşaması olduğu tarafımızca mâlûmdur. Ön görüşmemizde bahsettiklerinizden anladığım kadarıyla bu komploya sözleriniz çarpıtılarak verilmek suretiyle bilmeyerek de olsa siz de alet edildiniz. Ne dersiniz?

Ümit Sayın: Ben Milliyet’teki habere çok şaşırdım. Bir daha demeçlerimi basına yazılı olarak vermeyi düşünüyorum. Çünkü korkunç bir distorsiyon var, çarpıtma var haberde. Benim söylediklerim yazılmadı. Küçük bir dipnottu Salih Mirzabeyoğlu konusu. Bir kanalla bana iletilmişti. Yani kendisinin görüşme talebi bana bir kanalla iletilmişti. Ve pat diye…

Beklenen Nizâm: Ben ATV’de de seyrettim konuşmanızı…

Ümit Sayın: Ben seyretmedim.

Beklenen Nizâm: Orada "bir adamları vasıtasıyla bana başvurdular” filan gibi bir ifadeniz var.

Ümit Sayın: İşte o kanal, bir tek kanal var… İletilmiş bana… Bana sistematik ve resmî olarak gelen bir talep yok. Fakat Milliyet Gazetesi inanılmaz derecede çarpıtmış olayı. Yani ortada bir talep olmadığı halde sanki avukatları aracılığıyla enstitüye ulaşılmış imajı veriliyor. Böyle bir şey yok. Bunu net olarak yazabilirsiniz. Zihin kontrolüyle ilgili çok fazla çarpıtma bilgiler var televizyonlarda, basında. Ben bu konuyla ilgili bir çok makaleler yazdım. Ona paralel olarak, o bağlamda bazı açıklamalar yapmak istedim. Salih Mirzabeyoğlu hakkında bir cümlelik bir konu geçti, bir dipnot… Bu dipnottan sonra adamlar bütün yazıyı kesmişler, (yanındaki öğrencisini göstererek) -hatta öğrencim de oradaydı- sonra dipnotu ana temaymış gibi işlemişler, pat diye gazeteye manşet atmışlar. Yani olayda tamamen çarpıtma var. Bu bir komplo olabilir tabii; bilmiyorum. Artık Milliyet’in mi, başkasının mı, bir komplosu olabilir. Yani ben tabii olayın ne olduğunu sizden öğreniyorum. Direkt bir bağlantı kurulacaktı onu biliyorum. Ama o sistematik bağlantıyı bloke etmek de amaçlanmış olabilir. Burada bir komplo olduğu ve olayın çarpıtıldığı ortada. Şimdi avukatlar eğer Adli Tıp Enstitüsüne başvuruyorsa ortada başvuru formu olur. O formu görmeden ben nasıl böyle bir şey söyleyebilirim. Ortada çok ciddi bir çarpıtma ve komplo olduğu açık. Yani belki kullandılar beni, dediğiniz gibi. Belki direkt olarak bana da yönelik bir şey. Çünkü Aydın Doğan medyası ve Koç grubu ulusalcılarla arası pek iyi olan bir medya değil. Tekzip edilecek.

Beklenen Nizâm: Bugüne kadar zihin kontrolüyle ilgili birçok televizyon programına katıldınız. Farmakolog olduğunuz için konuyu tabiî olarak kendi branşınızın kıstasları içinde değerlendirdiniz. Ben bu programların birçoğunu seyrettim. Türkiye kamuoyu zihin kontrolü projesinden Sayın Salih Mirzabeyoğlu sayesinde haberdar olmuşken dikkatimi çeken şey, bugüne kadar yapılan hiçbir programda onun adının zikredilmeyişiydi…

Ümit Sayın: Ben Milliyet bahsedene kadar o kitaptan… (Telegram-Zihin Kontrolü kitabını kastediyor)

Beklenen Nizâm: Sözü oraya getireceğim zaten… Bu düzmece haberin zamanlaması oldukça dikkat çekici. Salih Mirzabeyoğlu’nun “Telegram-Zihin Kontrolü” adıyla kaleme aldığı ve projenin perde arkasında kimlerin bulunduğunu ifşâ ettiği kitabı tam da baskı aşamasındayken böyle bir dezenformasyon bombardımanıyla ortalık bulandırılmaya çalışılıyor. Ön görüşmemizde, bu olayın arkasında hangi istihbarat örgütünün olabileceğine dair birtakım şeyler söylemiştiniz. MİT’i mi kastediyorsunuz?

Ümit Sayın: MİT’in olup olmayacağını bilmek zor. Çünkü ortada delil yok ki. Programlarda Salih Mirzabeyoğlu’ndan bahsedilmeyişinin sebebi; Türkiye’de adı geçen hiç kimseden bahsedilmedi. Çünkü bana haber getirilene kadar ben bilmiyordum böyle bir iddia olduğunu. Bu iddia bana dolaylı olarak iletildi…

Beklenen Nizâm: (Timaş Yayınları’ndan çıkan Aydoğan Vatandaş’ın kitabı) Agharta’yı okumadınız mı?

Ümit Sayın: Agharta’yı okumadım

Beklenen Nizâm: Ömer Özkaya’nın kitabını okumadınız mı? (IQ Yayınlarından çıkan CIA Belgeleriyle Zihin Kontrol Operasyonları adlı kitap)

Ümit Sayın: Ömer Özkaya’nın kitabını okudum da, orada Salih Mirzabeyoğlu’ndan bahsediyor mu?

Beklenen Nizâm: Elbette.

Ümit Sayın: Ömer Özkaya’nın kitabını okudum da çok ciddiye almadım.

Beklenen Nizâm: Ciddiye alınacak kitaplar değil zaten. Kitaplardaki malzemelerin bir kısmı Mirzabeyoğlu’nun avukatı Harun Yüksel beyin internet sitesinden alınma tercümeler. Söylemek istediğim, Mirzabeyoğlu’nun isminin zikredilip edilmemesi değil, kendisinin bu konuda yazdığı kitabın haberi bir takım çevrelere ulaştıktan sonra, bir yerlerden düğmeye basılmışçasına bir dezenformasyon bombardımanına başlanması. Üzerinde durduğum nokta bunun arkasında kimlerin olduğu. Açıklamalarınız onu gösteriyor ki bilmeden bu duruma alet edildiniz.

Ümit Sayın: Alet edildiğimi derginizde belirtirseniz minnettar kalırım. Çünkü ortada benim işin içinde olduğum bir durum yok. Bana geldiler “zihin kontrolünü konuşacağız” diye. Zihin kontrolünü konuşurken konuyu onlar açtı; yani Salih Mirzabeyoğlu’nun adı geçti. Bir cümlelik bir şey. Sonra pat diye manşet yaptılar.

Beklenen Nizâm: "Adli Tıp’a başvurdu” diye bir şey söylediler mi? Veya “Adli Tıp’a başvurdu mu” tarzında bir soru yönelttiler mi?

Ümit Sayın: Yok söylemediler. Öyle bir şey kesinlikle konuşulmadı. Kendileri uydurup yazmışlar. Buna benim tekzip yollamam gerekiyor, çünkü böyle bir şey benim için de ciddi bir sorun teşkil ediyor. O yüzden Milliyet’ten Önay beye (soyadı Yılmaz veya Bilgin) bir tekzip yollayacağım. Böyle bir başvuru olsa zaten başvuru belgesini göstermek lâzım. Kesinlikle böyle bir şey yok. Bunun arkasında kimler olduğu konusuna gelince, ben yerli istihbarat örgütlerinden çok yabancı istihbarat örgütlerini düşünüyorum. MOSSAD’ın olma ihtimali var; ama belge yok, bu bir tahmin sadece!

Beklenen Nizâm: Biliyorsunuz artık yerli yabancı ayrımı da pek kalmadı. Hani diyorlar ya, “dünya globalleşti”! Meselâ daha geçenlerde ABD Dış İlişkiler Konseyi (CFR) üyelerinin Türkiye’ye gelip kapalı kapılar ardında görüşme yapmaları, İsrail’le gizli ve açıktan yapılan askerî anlaşmalar filan… Neyse, olay açıklığa kavuştu sayılır. Teşekkür ederim.

Ümit Sayın: Rica ederim.

GÜNDEM ANALİZİ : 1996 KIBRIS’TAN 2010 İSRAİL MAVİ MARMARA OLAYIN A TÜRKİYE’NİN PÜR MEALİ


YILMAZ ÖZDİL : İsrail ödemeyi TL’yle yapsın!

20 sene önce, 1996…
Avrupa Birliği’ni arkasına alan Kıbrıs Rum Kesimi, küstahlaştı, Türk sınırını delmek için eylem organize etti. Hadiseyi dünya çapında şova dönüştürmek için bin kadar motosikletliyi Kıbrıs’a getirdiler, motorlarla Lefkoşa’dan sınırı geçip, Türk topraklarına girecekler, Girne’ye gidecekler, Girne Kalesi’ne Yunan bayrağı çekeceklerdi.
*
E gelecekleri varsa, görecekleri de vardı tabii… Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri sınır boyunda önlem aldı. ABD’nin Ankara büyükelçisi arabulucu olmaya çalıştı, hiç olmazsa silah kullanmayın diye rica etti. İyiniyetli davrandık. Silah kullanmadık. Taşlı sopalı kavga çıktı. Rumlar dövüle dövüle püskürtüldü. Bu kapışmada bir Rum öldü.
*
İki gün sonra… Rum Kesimi yöneticileri, Türkiye’ye başvurdu, Rum eylemcinin öldüğü yerde ayin yapmak için izin istedi. Gene iyiniyetli davrandık. İzin verdik. Bin kişilik grup papazlarla mapazlarla birlikte ayin yapacağız ayağıyla sınıra geldi. Rum karakterini gayet iyi tanıdığımız için elimiz tetikteydi, ki… Gene yanılmamıştık. Aniden koşmaya başlayıp, sınırı geçmeye çalıştılar. Solomon Spiru Solomo isimli fanatik, kalabalığın arasından sıyrıldı, topraklarımıza girdi, bayrak direğine tırmanmaya başladı. Aklınca Türk bayrağını indirip, Yunan bayrağını çekecekti. Megafonla uyarıldı. Dinlemedi.
*
Tık!
Tek mermiyle vuruldu.
Boynundan yedi.
Armut gibi düştü.
*
Rumlar çil yavrusu gibi dağıldı, papazlar eteklerini tuta tuta en önde, gerisi arkada, eylem bitti.
*
Uluslararası anlaşmalar gereği haklıydık, Rum Kesimi dünyadan beklediği tepkiyi bulamadı. Bunun üzerine ne yaptı? Enteresan bi oyun tezgahladı. Kendi kendine çadır mahkemesi kurdu, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Hasan Kundakçı ve hadise sırasında orada görevli bulunan altı subayımız hakkında dava açtı. Gıyabi yargılama yaptı. Cinayetten suçlu buldu!
*
Cephede aldığını masada veren Türkiye gene ayakta uyudu, Rumlar sinsi sinsi çalıştı, mahkumiyet kararını İnterpol’e bildirdiler, görüldükleri yerde yakalanmaları için, kırmızı bülten çıkardılar.
*
20 sene geçti…
Hasan Kundakçı ve diğer altı subayımız hâlâ yurtdışına çıkamıyor!
Herhangi bir ülkeye, yurtdışına adım attıkları anda tutuklanacaklar.
*
Gel zaman git zaman… Van münüts tiyatrosu kapsamında, İsrail’in Gazze ambargosunu delmek için Mavi Marmara feribotu gönderildi. “Yaklaşırsa vururum” diyen İsrail dediğini yaptı, feribotu bastı, 10 insanımızı göz göre göre öldürdü.
*
Rum Kesimi’ni örnek alan Türkiye, aynı taktiğe başvurdu, gıyabi dava açtı, İsrail genelkurmay başkanı, İsrail deniz kuvvetleri komutanı, İsrail askeri istihbarat başkanı ve İsrail hava kuvvetleri istihbarat başkanını yargılamaya başladı. İsrailli komutanlar hakkında 9’ar kez müebbet, 18’er bin sene hapis isteniyordu. Mahkeme sona erecek, İsrailli komutanlar suçlu bulunacak, İnterpol’e bildirilecek, görüldükleri yerde yakalanmaları için kırmızı bülten çıkarılacaktı.
*
Netice kardeşim?
*
İsrail 20 milyon dolar verdi.
Dün itibariyle…
Dava tık diye düştü.
Dosya kapatıldı.
*
Avuçiçi kadar Rum Kesimi’nin tee 20 sene önce gösterdiği basireti, koskoca Türkiye Cumhuriyeti 20 sene sonra bile gösteremedi.
*
Ne haysiyetli ülkeyiz di mi?
*
Bana sorarsanız… İsrail o 20 milyon doları TL’ye çevirsin, öyle ödesin, dolar bozdurma kampanyası yürüten sayın ahalimiz daha mutlu olur, haysiyetimize kuş kondurulmuş olur.

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.