Günlük arşivler: 12 Aralık 2016
TARİH : Dünyayı Yöneten Gizli Ailelerin Çıktığı yer Göbeklitepe mi ???
EĞİTİM DOSYASI : Eğitim Sistemimizi Teslim Eden Anlaşma Fulbrigh t Anlaşması
27 Aralık 1947 yılında Amerika ve Türkiye arasında imzalanan Fulbright Anlaşması ile Türk eğitim sistemi Bir nevi Amerikan sömürgesine girmiş olup, o tarihten bu yana eğitim müfredatını, Tüm okullarda bu komisyon belirlemektedir. Fulbright Anlaşmasının meşhur beşinci maddesi her şeyi özetlemektedir. "Bu komisyon 4 Türk ve 4 Amerikan yetkiliden oluşacak. 8 kişilik komisyonun başkanı Amerikan Büyükelçisi olacak ve Oyların eşitliği durumunda kesin nihai kararını Başkan verecektir" Yani işin özü Amerikan başkanlığındaki heyetin tüm eğitim sistemini yönetecek olmasıdır. Eğitim sistemimizi ve akabinde ülkenin temelini Amerika’ya teslim eden Fulbright Anlaşması ile geçmişten günümüze tüm sistemimizi Amerika belirlenmiştir ve bu nedenle Bugün bile Amerika’da eğitim almayan neredeyse hiç bir bürokrat üst kademelere gelmemektedir. Amerikan politikalarının ülkemiz için rahat sızmasını sağlayan Fulbright anlaşması Lozan’dan sonra ülkemizi yarı sömürge konumuna getirmiştir diyebiliriz. Atatürk’ün kurduğu Türk Tarih Kurumu ve Atatürk‘ün Türk tarihine verdiği önem Fulbright Anlaşması ile birlikte yeni dönem eğitim müfredatında etkisi kırılmıştır. Türklerin Miladı Malazgirt Savaşı’na indirgenmiş ve bu tarihten önceki eski Türk uygarlıklarının anlatılması kaldırılmıştır. Kut’ül Amare gibi büyük zaferler unutturulmaya çalışılmıştır. Tarih ve eğitim sistemimiz oldukça zayıf bir hale bürünmüştür ya da bir indirilmiştir. Amerika gibi şu an Dünya üzerinde kötü bir eğitim sistemine sahip bir ülkenin kendi ülkemizde ki eğitim sistemine ne kadar katkı sağlayacağı merak konusu olup bu anlaşmayı imzalayanlar ve mantıkta imzaladığı oldukça düşündürücü. Fulbright işi Amerikalı John Fulbright isimli Senatör tarafından oluşturulmuş bir projedir. Bu proje temelinde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın yardım ettiği ülkelerde, eğitim sistemine yardımcı olmak ve bu ülkelerde okuyan öğrencilerin Amerika’da burs almasını sağlamak gibi bir misyon yüklenmiştir. Dış Pencereden bakılınca oldukça masum görünen bu komisyon, Aslında ülkelerin eğitim sistemine dinamit döşemek ten başka bir işe yaramaktadır. Anlaşma metnini imzalayan İsmet İnönü 1963 de şunu itiraflarda bulunmuştur. "Lozan’da Mesele Toprak ya da tazminat değildi. Uzmanlarını yerleştirmek istiyorlardı. Dış politikada bağımsız olmaya çalışıyoruz peki nasıl yapacağım. Ben bunu karar verdiğimde İşin uzmanlarına havale edeceğim onlar da ayrıntılı rapor hazırlayacaktır. Peki bunu nasıl yapacaklar hepsini çevresinde yabancılar dolu, iğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi ortada bırakıyorlar. O da olmazsa tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu daha bana gelmeden Washington’un haberi oluyor. İşin sonucunu memurların önce elçilerden öğreniyorum" Amerika Fulbright Anlaşması o kadar önem vermiştir ki komisyonun çalışmalarının ücreti Amerikan bütçesinden ödenecek, Türkiye’nin bu hizmet karşılığında ödeyeceği Amerika’ya olan borçlarından düşülecektir. Yani Amerika hem eğitim sistemimizi kendisi Dizayn edecek hem ülkemizin temeline dinamit koyacak hem de bunun karşılığında ücret ödüyoruz. Böyle bir saçma ve işe yaramayan anlaşma yapılmış, bu yüzden Türk eğitim sistemi Amerika’nın tekeline bırakılmıştır. Bu konuyu Altta ki video da Oktay Sinanoğlu güzel bir şekilde özetlemektedir. VİDEO LİNK : https://www.youtube.com/watch?v=CSAZwDIuV10 |
PKK ÖRGÜTÜ DOSYASI : 30 YILLIK PKK YALANI/’MEKAPLILAR’ DEVLETİN BAŞINA NASIL BELA OLDU ???
KAYNAK : https://kemalkaplan.blogspot.com.tr/2012/06/mekaplilar-devletin-basina-nasil-bela.html
1984 yılında ilk eylemini yaptığında bir grup eşkıya diye küçümsenen PKK, aradan geçen 28 yıl içinde öyle bir noktaya geldi ki; siyasi bir güç olarak TBMM’de temsil edilir oldu. Elebaşı yakalanmış olmasına ve 13 yıldır tecritte olmasına rağmen, örgütü cezaevinden yönetti. Sonunda devlet, silah bırakması için bizzat örgütle görüştü. Olmadı, olmadı… 28 yıldır milyarlarca dolar terörle mücadeleye ayrıldı. Olmadı. 30 bine yakın sivil-askerin kanı örgütün eline bulaştı. Peki terör neden bitmiyor? PKK nasıl bu kadar büyüdü ve güçlendi? Örgüt neden yok edilmiyor? 90’lı yıllarda Bekaa’ya girilmesi tartışılırken, bugün Kandil dümdüz edilsin deniyor. Ancak sınırlarımız içindeki PKK unsuru bile yok edilmiyor. NEDEN?
Nedenler muhtelif ve dönem dönem değişiyor. 90’larda PKK’nın yok edilmeme sebebi farklıyken, 2012 yılına gelindiğinde sebepler farklılık gösteriyor.
Evet, yanlış duymadınız; PKK birtakım siyasi, askeri ve ekonomik nedenlerden ötürü yok edilmiyor.
Genelkurmay Başkanı Özel, PKK’nın son Dağlıca baskınından sonra, Kandil’e girebileceklerini, fakat Türk halkının bedel ödemeye hazır olması gerektiğini söyledi. 30 yıldır bedel ödeyen başka bir millet var mı?..
PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti nezdindeki yerini ve konumunu daha iyi anlamak için başbakanın konuşmalarındaki satır aralarına dikkat etmek gerekiyor. 9 Eylül 2012 tarihinde Tayyip Erdoğan partisinin il başkanları toplantısında Murat karayılan’a hitaben şöyle konuşuyor: “Bugün yine terörist başlarından bir tanesi yine tehdit sallıyor, ‘AK Partili milletvekilleri bölgeye giremeyebilirler’ AK Parti’nin yöneticileri de milletvekilleri de bu tür kuru tehditlere evvelallah pabuç bırakmayacak ve yola öyle devam edeceklerdir. Yalnız ben şunu hatırlatayım, bu yaptıklarınız hayra alamet değil. Biz şu anda Eyüp sabrındayız. Bir yere kadar sabrederiz ondan sonra şapkaları farklı olarak değişmeye de başlarız. Bunu da çok açık net şekilde söylüyorum.
Bu sözler; ülkesinde 30 yıldır, 30 binden fazla insanı katleden bir terör örgütü için, o ülke başbakanın sarf ettiği sözler.
En başa dönelim…
APOCULAR’DAN PKK’YA…
1976’da Ankara’da küçük bir gruplaşma halindeyken 1978 yılından itibaren Hilvan-Siverek civarında kimi aşiretlerle kendisi dışındaki solcuları ve Kürtleri hedef alan eylemlerle sesini duyurdu. O dönemde Apocular olarak bilinen ve Siverek’teki Bucak aşiretine karşı silahlı eylemlerde, militanların ayaklarına giydiği ayakkabılar nedeniyle “Mekaplılar” diye adlandırılan terörist grup, 17 Kasım 1979’da PKK ismiyle partileşti(!).
12 Eylül döneminde açılan davanın iddianamesinde 12 Eylül 1980’e kadar 213’ü sivil 243 kişiyi öldürdüğü belirtilen PKK örgütü, bu dönemde yakalanmayan kadrolarını Filistin, Lübnan ve Suriye’ye çeken ve daha sonra Kuzey Irak’ta üslenen PKK, ilk büyük eylemini 15 Şubat 1984’de yaptı: Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçesini basan teröristler, karakollara ve askeri lojmanlara saldırdılar. Her iki ilçeyi bir süre kontrol altında tutan örgüt militanları, ilçe meydanından ve cami minaresinden bir süre propaganda yaptı ve daha sonra da Kuzey Irak’a döndükleri bildirildi. Sadece Eruh’ta 1 askerin şehit düştüğü olay, ölü sayısının az olmasına da bakılarak ilk anda çok önemsenmedi. Son birkaç yıldır zaman zaman ve yer yer görülen vur-kaç eylemlerinden biri sanıldı. PKK sonraki her 15 Ağustos’u önceleri “ilk kurşun günü” sonra da “Diriliş Bayramı” olarak yeni eylemlerle kutlama kararı aldı.
ÖZAL’A BASKIN NEDEN HABER VERİLMİYOR?
ANAP hükümetinde Sağlık Bakanı olan Bülent Akarcalı, Turgut Özal’ın ölümüyle ilgili araştırma yapan DDK’na verdiği ifadede, PKK’nın 1984 yılındaki ilk eylemi olan Eruh baskınını, TSK’nın Turgut Özal’a 24 saat önce haber verdiğini açıkladı. Akarcalı bu durumun son derece düşündürücü olduğunu, bugünkü araştırmaların 1984 yılına kadar uzanması gerektiğini söylüyor. Akarcalı DDK’ya son derece önemli ve bir o kadar da dikkat çekici ayrıntılar anlatmış. Bir bölümü şöyle:
“93 yılında yaşanan Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın sıralı ölümlerindeki şüphelerin ortaya çıkarılması için 15 Ağustos 1984 tarihindeki Eruh katliamı ile araştırılmaya başlanması gerekir. 93’deki olayların olduğu dönemi yaşadığımız için çok daha global, kapsayıcı bir analiz yapma imkanına sahip olduğumuza inanıyorum. 1983 sonu büyük bir sürpriz ile Anavatan Partisi iktidara geliyor. 25 Mart 1984’te yerel seçimleri yapıyoruz. Belediyelerin tümü Doğu ve Güneydoğu hariç emekli veya muvazzaf subaylar tarafından yönetiliyordu. Yapılan belediye seçimlerinin büyük çoğunluğunu ANAP kazandı. Bütün adaylarımızı belki de ilk defa olarak mahalli insanlar Kürt’ü, Zaza’sı, Süryani’si, Türk’üm, Arap’ım diyenlerden belirledik. Bu insanlar belediye başkanı ve il genel meclis üyesi oldu. Turgut Bey bu kapsamda bir demokratikleşme hareketini başlattığını söyledi. Parti olarak da bütün çalışmalarımızı bu yönde yaptık. Tam o sırada büyük bir katliam ile karşı karşıya kaldık. Öyle ki, bir cumartesi akşam üstü katliam oluyor biz o sırada Meclis’teyiz. Çok iyi hatırlıyorum. Ben Turgut Bey’i gece saat 01.00’de makam arabasına binmesine eşlik ettim. Ertesi gün bizim o katliamdan haberimiz oldu. Düşünebiliyor musunuz? Silahlı Kuvvetler ülkenin Başbakan’ına katliamı 24 saat sonra bildirdi. Eruh katliamı telsiz ve telefon kayıtlarından ülkenin Başbakanı’na hangi saatte haber verildi, öğrenilsin. Gece 01.00’e kadar haber verilmediğini ben bire bir biliyorum. Bu katliam neden, nasıl olmuş, kimler tarafından yapılmış hiçbir şey bilmiyoruz ki. 93’te yaşanan olayların başlangıcı da bana göre Eruh’tur. Ortada bu işlerin tasarımını yapmış yerli yabancı bir yapılaşma var ise bu yapılaşma Eruh öncesi de vardı. Ortaya çıktı, geri çekildi, tekrar çıktı, geri çekildi. Kimse bu konuların temeline inmek istemiyor. Turgut Bey’in ölümü de bu konuların üzerine gidilerek araştırılmalı.”
Bu olaydan sonra Başbakan Turgut Özal, ya idrak edemedi veya yanlış bilgilendirildi. Çünkü yaptığı açıklamada, “5-10 eşkıya” tanımlaması yaparak o yıllarda PKK’yı küçümsüyordu. Belki de gereken tedbirler bu nedenle alınmamış olabilir. Ancak Özal sonraki yıllarda PKK’nın ölümcüllüğünü daha iyi anlayacaktı.
OHAL ÇIKMAZI
1990’lı yıllara gelindiğinde PKK artık; köy yakan, otobüs tarayan, askeri konvoylara saldıran, tarihte görülmemiş terör eylemleri gerçekleştirmeye başlamıştı. Olağanüstü Hal Bölgeleri oluşturulmuş, buralara OHAL valileri süper yetkilerle atanmıştı. OHAL de PKK’nın eylemlerini durdurmaya yetmiyordu. Peki nasıl olmuştu da PKK birkaç yılda, 5-10 eşkıyadan, kurtarılmış bölge ilan eden ağır silahları bulunan, mensuplarının sayısı bile bilinmeyen koca bir bela haline gelmişti.
Valilere terörle mücadele için milyonlarca dolar bütçe ayrılıyordu. Valilerin bu bütçeyi nasıl ve ne şekilde kullandığı ise muamma. Sonraki yıllarda birçok yolsuzluk iddiası ortaya atılmış, valiler suçlanmıştı. Silah alımlarındaki yolsuzluk iddiaları ise ayyuka çıkmıştı. Küçük bir karakol komutanı başçavuş bile puslu havadan yararlanır olmuş, kaçakçılara göz yumup haracını alarak, cebini doldurma yoluna gitmişti. Kaçakçılarla anlaşamayınca da, askerlerine saldırı emri vererek, sınır ihlali yapan kaçakçılarla çatışmaya girip onları yok ederek kahraman bile olmuşlardı. Birilerinin deyimiyle bölgede, “at izi it izine karışmıştı”
Terörü önlemek için alınan tedbirler sanki tam tersine terörü körüklemek için kullanılıyordu.
Bölgede, gerçekten ne yaşandığını kimse bilmiyordu. Sadece sızan bilgiler bir araya getirilerek, durum değerlendirmesi yapılamaya çalışılıyordu.
Bu arada;
Köy yakma ve cinayetlerin faillerinin PKK’lılar ve askeri otorite tarafından mı yapıldığı tartışmaları artarken, özel timin öldürdüğü terörist başına pirim alması da, bu tür olayların artmasına neden oluyordu.
Sonraki yıllarda bizzat bölgede görev yapanların itirafları da yenir yutulur cinsten değildi.
Silah ve uyuşturucu kaçakçılığını bizzat güvenlik güçleri tarafından yapıldığı, faili meçhullerin ve keyfi işkencelerin uygulandığı ve her türlü yasadışı işlerin bölgede güvenlik güçleri tarafından işlendiği iddialar arasındaydı.
Tüm bu kargaşa OHAL uygulamasını bir çıkmaza sürüklemesine rağmen, bölgede: 1978 yılında sıkıyönetim uygulanmaya başlamış, 1987 yılında ise şekil değiştirerek, OHAL kapsamına alınmıştı. AKP’nin iktidara gelmesiyle ilk icraatlarından biri OHAL’in kaldırılması olmuştu. Tarih 30 Kasım 2002. Bölge 23 yıl olağanüstü bir şekilde yönetildi. OHAL her 4 ayda bir olmak üzere toplam 43 kez uzatıldı.
23 yılda hangi unsurlar OHAL’den yararlanıp siyasi ve şahsi menfaatler elde ettiler araştırıldığında ortaya çıkacaktır. Bu süreçte hangi güçler palazlandı. Kimler yardım etti, dış bağlantılarıyla da araştırılması gerek. Ayrıca bölgedeki dış gelişmeler nasıldı. Suriye ile sürekli yaşanan su ve PKK krizi kimlerin ekmeğine yağ sürüyordu.
ÇOK BİLİNMEYENLİ DENKLEMİN TEK BİLİNENLİ CEVABI: 1993
1993 bazı şeyler için milat oldu. PKK ve Kürt sorununda kesin çözüm dile getirenler ve bunun için gerçekten, ama gerçekten çalışma içinde bulunanlar öldü veya öldürüldü.
Bunlardan ilk kurban ocak ayında öldürülecekti. Uğur Mumcu, bir süredir PKK’nın devlet bağlantısını araştırıyordu. Bunları açıklamak için, birkaç gün sonra TRT’de programa çıkacaktı. 24 Ocak 1993’te aracına bomba konularak suikast kurbanı oldu. 4 yıl sonra suikastı araştırmak için mecliste bir komisyon kuruldu. Komisyon raporunu ilk okuyanlardan biri olarak, her sayfasında başka bir fail gördüm. En sonunda da, alakasız bir şekilde İran menşeli Selam grubuna fatura çıkarıldı ve müebbet yediler.
Çok değil aradan 12 gün geçmişti (5 Şubat). ANAP’ın harika çocuğu Adnan Kahveci tartışmalı bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Kahveci, birçok siyasi otorite tarafından geleceğin ANAP lideri ve başbakan olarak değerlendiriliyordu. Cumhurbaşkanı tarafından verilen talimatla Kürt raporu hazırlamıştı. Ve çevresindekilere bu Kürt sorununu mutlaka çözeceğini söylüyordu.
Tesadüf mü bilinmez ama Adnan Kahveci’nin ölümünden 12 gün (17 Şubat) sonra da Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis uçak kazasında ölecekti. Yine şaibeli bir kaza… Yıllarca davası sürdü.
ABD’den bile inceleme ekibi geldi. Raporlarda uçağın düşmesinin sabotaj yüzünden olacağı iddia edildi. Eşref Bitlis, PKK sorunu için Talabani ve Barzani ile görüşüyor, cumhurbaşkanı Özal ile de sürekli irtibatlı haldeydi.
Türkiye ard arda yaşanan bu ölümlerle sarsılırken, PKK’da boş durmuyor şiddetin dozunu arttırıyordu. Yıl sonuna kadar yaşanacak olaylar, 1993’ü tarihe kara yıl olarak geçirecekti.
Eşref Bitlis’in ölümünden tam 2 ay sonra (17 Nisan) bu defa Kürt meselesinin çözümü için devletin birçok kurumunu harekete geçiren cumhurbaşkanı Turgut Özal, kalp krizinden hayatını kaybedecekti.
Bir kâbus ülkenin üzerine çökmüş ve Kürt sorununu çözmeye yönelik adım atan herkesi yutuyordu. 2012 yılında DDK yaptığı inceleme ve araştırmalar neticesinde Özal’ın öldürülme ihtimalinin büyük olduğu yönünde bilgiler içeren rapor hazırladı.
Ancak olaylar bununla da bitmedi. Tartışmaları bugüne kadar devam eden, Madımak Oteli’nin yakılması, terhis edilen 33 erin şehit edilmesi, Başbağlar katliamı, gibi birçok olay 1993 yılında gerçekleştirildi.
1993 yılı belki de PKK’nın yeniden diriliş yılıydı. Ve varlığını tescil ettirdiği yıl. 93 değerlendirmesi yaparken, şunları göz önünde tutalım: Kahveci’nin ölümünden sonra ANAP’taki durum. Özal’ın ölümüyle kimlerin yolu açıldı. Hangi isimler siyaseten parladı. Uğur Mumcu’nun ölümüyle hangi uluslar arası ilişkiler darbe gördü. Ölümü içeride hangi örgütsel yapılanmaların işine yaradı. Eşref Bitlis’in ölümüyle, TSK içindeki güneydoğu politikası hangi yöne kaydı.
ÖLÜM ÜÇGENİNDE…
Özal’dan boşalan koltuğa başbakan Demirel oturunca başbakanlık makamı da ilk defa bir kadınla tanışıyordu: Tansu Çiller. Çiller başbakan olduktan birkaç ay sonra, herkesi şaşırtarak kürt meselesinin çözümü için Bask modelinden söz etti. Başta Demirel olmak üzere büyük tepki gördükten sonra, “terör ya bitecek, ya bitecek” diye tarihi sözünü etti. Ancak ortalığı sarsacak açıklama daha sonra geldi.
Çiller, “Teröre destek veren 60 işadamının elimizde listesi var” dediğinde ise ortalık toz duman olacaktı. Listede ismi olduğu iddia edilen bazı işadamları Düzce-Sapanca-Hendek ölüm üçgeninde cesetleri bulundu. Bazıları ise milyonlarca dolar haraç ödeyerek canlarını kurtardı.
Bu haraçlar hangi yetkililere ödendi?
ÖCALAN YAKALANDI AMA… ERGENEKON İLE EŞZAMANLI UYANIŞ
ABD Türkiye’ye büyük bir sürpriz yaparak Abdullah Öcalan’ı kucağına attı. 1999 yılında bir dizi seyahatten sonra PKK lideri Abdullah Öcalan, Türk yetkililere teslim edildi. Yıllardır yok etmeye çalıştığı örgütün liderinin kucağında oturduğunu gören Türkiye başlangıçta ne yapacağını bilemedi. Kısa bir debelenmeden sonra hemen kendine geldi. 3 ayda hazırlanan jet iddianameyle Apo yargılandı. İdama mahkûm edildi. Edildi edilmesine ama asılmadı. Dönemin başbakan yardımcısı MHP lideri Devlet Bahçeli yıllar sonra itiraf etti. “Siz olsaydınız siz de asamazdınız.” ABD ve batı baskısına işaret etti.
Apo için Marmara Denizi’nin ortasında bir ada tahsis edildi. İmralı. Adaya geliş gidiş kontrollü. Avukatlar, akrabaların görüşmesi izne bağlı. Tam bir tecrit. Ne hikmetse-dünyada bir örneği yok-Apo PKK’yı İmralı’dan yönetmeye başladı.
Öcalan’ın yakalanmasından sonra örgüt, adeta uykuya daldı. Bizimkilerde “örgüt bitti” sanarak, rehavet had safhaya tırmandı ve PKK ile ilgili kimse parmağını kıpırdatmadı. Taa ki, 2007 yılında tarihin en girift operasyonu başlayana kadar. Ergenekon. 2008 yılında ilk Ergenekon davası başladığından, sonra PKK’da yavaş yavaş gözlerini ovuşturmaya başlamıştı. Kanlı örgüt kış uykusundan uyanıyordu. 2012 yılına gelindiğinde ise, neredeyse her gün bir eylem haberi alıyoruz. Her gün şehit haberleri yürekleri dağlıyor.
Yaklaşık 3 yıl önce Ergenekon’dan tutuklanan ve daha sonra serbest bırakılan Aydınlık grubunun önde gelen bir ismiyle görüşmüştüm. Bana önümüzdeki dönemde büyük eylemlerin olacağını söylemişti. Ben bunu Ergenekon operasyonuna yönelik protestolar olarak algılamıştım o zaman.
KANDİL’E NEDEN GİRİLMİYOR
1990’lı yıllarda PKK Suriye’de bulunan Bekaa Vadisi’nde konuşlanıyordu. Bekaa’ya harekât zaman zaman dile getirilir, sonra da siyasiler, stratejistler, yapılacak bir harekâtın problemlerinden günlerce bahsederlerdi. Baba Esad burnundan kıl aldırmaz. Bizi her zaman PKK’yla tehdit ederdi. Gün oldu, devran döndü. Baba öldü, yerine oğlu geçti. Apo yakalandı. Suriye ile ilişkiler düzeldi. Ama PKK kuş oldu. Kandil’e uçtu. Bu defa da, Kandil harekâtı konuşuldu. PKK’nın azdığı dönemlerde Kandil bombalandı bile. Fakat günler öncesinden başlayan, “Kandil bombalansın” veya siyasilerin “Kandil’e hava harekâtı yapabiliriz” açıklamalarından örgüt tüyoyu kapmış kampı boşaltmıştı. Biz de TV’de Genelkurmayın dağıttığı görüntüleri, örgütün işinin bittiğini düşünerek, gerile gerile izledik. Böyle birkaç hava harekâtı yapıldı. Sonuç ortada.
Geçmişte boş kampları bombalayan TSK, PKK’nın her gün can almasına seyirci(!) kalamazdı. Örgütün 19 Haziran’da yaptığı Dağlıca baskınında 8 askeri şehit etmesinden sonra, Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in Kandil’e operasyon yaparız ama şartlara bağlı açıklaması gündeme bomba gibi düştü.
Özel’in, şartlarından biri Türk milletinin kayıplara hazır olmasıydı. 30 yıldır, 30 bin insanını kaybeden bir milletten istediği şey buydu. Sayın genelkurmay başkanının…
Röportaj yapmak için gazetecilerin elini kolunu sallaya sallaya gittiği Kandil, dünyanın en iyi orduları arasında sayılan Türk Ordusu için ‘Kaf Dağı’ydı. 30 yıldır terörle mücadeleye ve silah alımına ve TSK’ya ayrılan bütçelerin, kaç tane Türkiye doyuracağını varın siz hesap edin. 25 yıl boyunca bütçeden en büyük payı alan TSK, aynı zamanda denetime de kapalı olan TSK, bugüne kadar Kandil’e girmeyi neden talep etmedi.
Yıllardır MGK kararlarıyla hükümetlere istediği her şeyi yaptırma kabiliyeti olan TSK, neden terörü kaynağında yok etmeyi düşünmedi? Bu nedenleri çoğaltarak kendinize sormaya devam edin.
MEDYA YALANA ORTAK
1990’lı yıllarda büyük PKK eylemlerinden sonra, büyük operasyon düzenleyen TSK’dan zaman zaman şu haberi alıyorduk: “500 PKK’lı ablukaya alındı” “200 PKK’lı bilmem ne mevkiinde sıkıştırıldı.” Hatırladınız mı?…
Bu haberlerle şehitlerine ağlayan halkın yüreğine su serpilirdi. Aradan günler geçer, sıkıştırılan PKK’lıların yok edildiği veya teslim olduğu haberi gelmezdi. Hiçbir siyasi veya televizyoncu-gazeteci-yazar veya soruşturmacı televizyon gazetecileri, “Ablukadaki teröristlere ne oldu, operasyonun bilançosu nedir” diye sormazdı.
O günleri unuttuk ama medyamız sağ olsun yine hatırlattı bize.
19 Haziran Dağlıca eyleminden sonra, eyleme katılan 300 PKK’lının ablukaya alındığı haberleri yine TV ve gazetelerimizin başköşesini süsledi. Aradan 8 gün geçmiş nedir operasyonun bilançosu. Gen. Kur. açıklamış, 28 terörist öldürüldü diye. Dünyanın en büyük operasyonel güçlerinden bir olan Türk ordusu 300 kişiden 28’ini etkisiz hale getirebilmiş, diğerleri de kaçmış.
Şayet bu durum gerçekse, genelkurmay başkanı haklıdır. Kandil operasyonunda büyük kayıplar değil, birliği orada bırakıp geliriz. Burada da gıyabi cenaze namazı kılarız.
Ne var ki, durumun taktik olduğunu düşünüp içimi rahatlatıyorum. Zira TSK, PKK’yı özellikle bitirmiyor.
PKK’NIN BİTMEMESİNİN EKONOMİK VE ASKERİ YÖNÜ
Askerlik görevimi ifâ ettiğim birlikte özel harpçi bir başçavuş vardı. Deli bozuğun biriydi ama mert, delikanlı biriydi. Nöbetçi olduğu geceler anılarını dinlerdim. Gazeteci olduğumu bildiği halde anlatırdı, bana güvenirdi.
Güneydoğu’daki olaylarla ilgili sorularımı cevaplardı. Bana bir gün dedi ki: “Bunların hepsi fasa fiso, PKK istense 1 haftada yok edilir. Şimdi olaya daha yukarıdan bak. Askeri bir değerlendirme yapalım. Avrupa ülkelerini düşün, orduları en son ne zaman savaştı. Sanırım en son ikinci dünya savaşında. Dünyada sürekli savaşan kaç ordu var. ABD, İsrail ve Türkiye. ABD dünyanın her yerinde istediğinde savaşabiliyor. Bazen İngiltere’de peşine takılıp, bazı bölgelerde savaşıyor. İsrail zaten malum: Filistin. Türk ordusu 20 yıldır savaşta PKK ile. Bunun getirdiği üstünlüğü bir düşünsene. Hangi ülkeyle savaşsak köklerini kazırız. Yıllardır PKK ile savaşta Türk ordusunun geliştirdiği savaş teknikleri var. Bunları sadece tatbikatlarda denemiyor, PKK üzerinde uyguluyor. Aldığı silahları PKK üzerinde deniyor. Çatışmalarda askerinin becerisini görüyor. Sonuçları analiz ediyor. Ülke olarak mali açıdan pahalıya patlıyor. Bir de ölen askerler var. Ama savaşta olur böyle şeyler. Fakat bizde sağladığı üstünlük hiçbir şeye değişilmez. Tüm dünya biliyor bunu.”
Yorumu size bırakıyorum.
Ekonomik yönü ise, geçici köy korucularıdır (GKK). Türkiye’de 57 bin köy korucusu bulunuyor. Bu rakamın 77 binlere kadar çıktığı dönemler olmuştur. Yine dikkat çekici bir unsur: PKK’nın ilk eyleminden 1 yıl sonra 26 Mart 1985 GKK, muhtarlık kanununda yapılan değişiklikle vücuda getirilmiştir.
Bölgede işsizliğin had safhada olması, teşviklere rağmen bölgeye yatırım gitmemesi, GKK’luğu cazip bir istihdam olarak karşımıza çıkarıyor. Devletin binlerce kişiye iş sağlama olanağı. İstihdamın adının ‘geçici’ olması, fakat 27 yıldır da ‘geçmemesi’ manidardır.
Korucunun varlığının teröre bağlı olması ardında birçok sorunu getirmiştir. GKK öncelikle terör bittiğinde işsiz kalacağını çok iyi bilmektedir. İşte bu içgüdüyle zaman zaman PKK tarafında yer almış. Zaman zaman kaçakçılık yapmış. Zaman zaman ise faili meçhul cinayetlere karışmıştır.
İdari bakımdan kaymakamların, mesleki bakımdan ise jandarma bölük komutanının emir ve komutası altında olan GKK, hakkında TBMM Faili Meçhul Siyasi Cinayetler Araştırma Komisyonu raporunda şunlar yazıyor:
“Çoğu kez hem devletten maaşlarını almışlar, hem de terör örgütüne -kimi zaman korkudan, kimi zaman isteyerek- yardım ve yataklık yapmışlardır. Bazıları ise korucu kimliği ile silah, uyuşturucu vb. kaçakçılığı yapmışlardır. İşledikleri fiiller yüzünden mahkemece aranan korucular, maaşlarını düzenli olarak aldıkları halde yakalanamamışlardır. 1985 yılında başlatılan Koruculuk uygulamasında 1997 yılına dek geçen süre içerisinde 23 bin 817 geçici köy korucusu görevinden uzaklaştırılmıştır. Bu korucuların 20 bin 319’unun görevi ihmal suçunu işlediği açıklanmıştır. İçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlara göre, koruculuk uygulamasının başlatıldığı tarihten günümüze kadar geçen süre içerisinde, 2 bin 402 korucu terör suçlarına karışmış, 936 korucu hakkında mala karşı işlenen suçlardan, 1234 korucu hakkında şahsa karşı işlenen suçlardan, 428 korucu hakkında da kaçakçılık suçundan işlem yapılmıştır.”
Nasıl buldunuz raporda yazanları.
Devlet kendi eliyle terör yaratmakta çok marifetli görünüyor.
PKK’nın zuhurundan sadece 1 yıl sonra, GKK’ların oluşturulması, kafalarda pek çok soruyu gündeme getiriyor. 800 bin olduğu açıklansa da, 1 milyondan fazla asker olduğu söylenen TSK, ülke içinde terörü engelleyemeyecekse, o takdirde polis engellesin. O da olmuyorsa bunları lav edelim başka örgütlenmelere gidelim. Yeniçeri Ocağı iş görmediğinde, Nizam-ı Cedid’in kurulması gibi. Ne gerekiyorsa yapalım. Yeter ki, terör belasından kurtaracak siyasi ve askeri ferasete sahip olsun.
PKK’nın ilk eyleminden bu yana, ülkeyi yönetenlerin; selefin halefe bıraktığı miras, özlü söz de bu olsa gerek: "BIÇAK KEMİĞE DAYANDI"
28 yıllık takvim içinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin PKK politikasını anlamak bakımından son derece manidar bir "politik söz"…
TERÖR DOSYASI /// DİLEK ÖZCAN : İSTANBUL PATLAMASININ KONUŞULMAYAN/ANLATILMAYAN DETAYLARI
DİLEK ÖZCAN : İSTANBUL PATLAMASININ KONUŞULMAYAN/ANLATILMAYAN DETAYLARI
Bir bombanın ardından yaşananlar, pek çoğumuz için ölü ve yaralı sayısından ibaret oluyor. Oysa o bombanın patlamasıyla başlayan ilk saniyeden itibaren çok daha fazlası yaşanıyor. Görülen zararlar konuşulmuyor, yalnızca yaralı denen insanların ne yarasına sahip olduğundan bahsedilmiyor… Adli Tıp doktorlarından Dr. Joseph Erdem tarafından yazılan bu yazıda tüm bu zayiatı okuyacaksınız…
Patlayıcı madde infilakında sadece insanlar ölmez. Kollar bacaklar kopar, gözler kör olur, işitme kayıpları, süregen ve geçici hafıza kayıpları ve travmalar da olur. Bir tnt gücündeki patlamada bile, 350-400 metrekare çevredeki bütün kuşlar, ciğerleri patlayarak ölür. Aynı etki, patlamaya 100-200 metre yakındaki sokak kedi ve köpeklerine de olur. Etrafta kırılan camını bile değiştirecek parası olmadığı için, kaç gece soğukta yatacak evler olur.
Patlamanın ilk blust etkisi ses hızındadır. Patlamaya yakınlık oranınca, ilk önce akciğer, dalak, bağırsak, östaki borusu gibi içinde basınç olan organlar patlar. Sonra, yaklaşık 3000 derece alevi ile sizi kavurur. En son, şarapnel-parça etkisi ile sizi yaralar. Bütün bunlar saniyenin yarısında olur.
Terörizm amaçlı bir patlamadan sonra, en çok da ölen insan sayısından bahsedilir. Ancak asıl etkisi ölü sayısından çok arkada kalanlarda görülür. Patlama ile ölenlerin yakınlarındaki travmalar, patlamadan sağ ya da yaralı çıkmış insanların o can pazarında parçalanmış insanları gördüğünde yaşadığı travmalar, hayat boyu ruhi ve bedensel sakat kalanlardan kimse bahsetmez. Hele o kadar insanın öldüğü bir bombalamada, sokakta kaç kuş, kedi, köpek öldü kimse saymaz…
Ancak, bir patlamanın kimsenin bahsetmediği gerçeğinde bunlar da vardır. Kolu kopmuş 15 yaşında bir kızdan kime ne? Kaç kuş mu ölmüş? Otopsi için patlamada parçalanmış çocukları, morgta elimizde iğne iplikle birleştirirken ne hissederiz kimse bilmez… Televizyonda sadece ölü yaralı sayısı duyarsınız, ki o da yalan dolandır.
En çok size anlatılmayan detaylara bakın. Asıl bomba o detaylarda saklı.
Dr. Joseph Erdem
Adli Tabip
Kriminal Psikiyatri & Klinik Psikoloji Uzmanı
MK ULTRA PROJESİ : Düşünceler ve rüyalar bilgisayara kayıt edilebiliyor
TARİH : Kolomb Öncesi Amerikan Toplumlarında Din
Kolomb öncesi Amerika toplumları bütünüyle dinin etkisi altındaydı. Dini inançlar, politik görüşlere olduğu kadar tarımsal faaliyetlere de egemen olmuş; doğum ve ölüm törenlerinde de bu inançlar ağır basmıştır. Aztekler, Mayalar ve İnkalar, çoktanrılı dinlere inanıyorlardı. Özellikle İnkalar ve Aztekler egemenlikleri altına aldıkları toplumların tanrılarını da benimsemişler, kendilerine mal etmişlerdi. Doğa güçleri, bazı gökcisimleri, hatta bazı bitkiler bile (Güneş, Ay, gök, mısır, yağmur, yıldırım vb) tanrılaştırılmıştı. Tam anlamıyla animist olan bu dinler, doğa güçlerini her şeyin temeli olarak görüyordu. Bu nedenle büyücülükle, tanrılar adına düzenlenen ayinleri birbirinden ayırt etmek zordu. Dinler, mitler ve tanrılar da toplumlar, kabileler ve diller kadar çok ve çeşitliydi. Yine de bu tanrılar, tarım tanrıları ve kabile tanrıları olmak üzere iki grupta toplanabilir. İnsanların geçimi doğanın insafına bağlı olduğundan, tarım tanrılarının kırsal topluluklar için önemi büyüktü ve bunlar tarımsal hayatın her aşamasında kutlamalara konu olurdu. Buna karşılık İnkalarda Güneş, Azteklerde Huitzilopochtli gibi kabile tanrıları ayin törenlerinde daha ön plandaydı. Bu büyük tanrılar arasında Azteklerin korkuyla anılan ürkütücü tanrısı Tezcatlipoca veya Andlar’da Viracocha, Mayaların yaratıcı ve uygarlaştırıcı tanrısı İtzamna gibi gök tanrıları da vardır. İnsan, soyu ile dünyanın yazgısını çoğunlukla bu tanrılara bağlar. Tanrılar adına düzenlenen ayinler, hem dünyayı, hem de toplumu felaketlerden korumayı amaçlar. Bu nitelik, Kolomb öncesi ayinlerin ayırt edici özelliğini, yani insan kurban etme geleneğini açıklamaktadır; böylece insanlar sahip oldukları en değerli şeyleri tanrılara sunarak yok olmaktan kurtulmaya çalışıyorlardı. Mayalarda ender olarak, buna karşılık İnkalarda Mayalara göre daha yaygın biçimde görülen insan kurban etmek geleneği, Aztek ayinlerinin en önemli özelliğidir. Kolomb öncesi ekonomilerin tarıma sıkı sıkıya bağlı olması, eski Amerika toplumlarında, tarım çevrimiyle ilgili doğa güçlerini temsil eden tanrıların önemini açıklamaktadır. Maya köylülerinin taptığı Chac da bu tür bir tanrıydı. Uzun bir burun ve ürkütücü sivri dişlerle betimlenen yağmur ve fırtına tanrısı Chac, aslında iyiliksever bir tanrıydı. İnkaların yıldırım tanrısı İnti İllapa ve Aztek yağmur tanrısı Tlaloc da benzer bir konuma sahipti. Mayaların tanrılaştırdığı Mısır bile zarif ve ince bir gencin yüz çizgilerini taşıyordu. Azteklerde “derisi soyulmuş yüce tanrı” Xipe Totec, doğayı yenileştiren bir tanrıydı; kurbanlarının yüzülen derisine sarınıyordu. Doğurganlık ve ölümün de kendilerine özgü tanrıları veya tanrıçaları vardı: Azteklerin ölmeden önce günahlarını itiraf ettikleri Aytanrıça ve cinsel aşk tanrıçası “pislik yiyici” Tlazolteotl, bunlardan biriydi. Nihayet yılan etekli yaşlı Coatlicue, ölümü ve doğurganlığı temsil eden en büyük yer tanrıçasıydı. Doğayla ilgili öteki etkinliklerin de kendilerine özgü tanrıları vardı: Kara avcılığı tanrısı, balıkçılık tanrısı, arıcılık tanrısı, kakao tarımı tanrısı… Bazı mesleklerin de kendi özel tanrıları vardı. Ancak ruhban sınıfının yönetimi altında düzenlenen büyük tarım şenlikleri, toplumun tümünü bir araya getiriyordu. Bu şenlikler, dini bir takvime göre 20 gün çeken aylarda düzenleniyor ve gündönümleri, ekim, hasat gibi tarımsal etkinliklere denk getiriliyordu. Ayin törenlerinin can alıcı noktasını, tanrılara sunulan armağanlar oluşturuyordu; bu törenlerde ya hayvanlar ya da Azteklerde olduğu gibi erkekler, genç kızlar hatta çocuklar kurban ediliyordu. Günlük yaşamda yasaklanmış olan alkollü içkiler, tarım şenlikleri sırasında bol bol tüketiliyordu. Hastalıkları ve uğursuzlukları toplumdan uzak tutmayı amaçlayan arıtıcı ayinler, çoğunlukla büyük tarım şenlikleriyle birlikte düzenlenirdi. Köylülere özgü ibadet biçimleri özellikle Andlar’da çok iyi biliniyordu. Köylüler o yörelerde Huaca’ya büyük saygı gösterirlerdi; Huaca kutsal olarak kabul edilen bir dizi olayı ifade eden bir terimdi. Köylülerin putu, tapınaklarıyla birlikte bir Huaca oluşturuyordu. Daha genel olarak köylülerin doğaüstü bir güç atfettikleri her şey (dağ, kaya, acayip bir hayvan), Huaca olarak kabul edilir ve kutsal sayılırdı. Ruhban SınıfıAyinler, her yerde takvimi düzenlemek ve kehanette bulunmakla görevli bir bilgin-rahipler kastı tarafından denetlenirdi. Bütün eski ve ilkel toplumlarda olduğu gibi törenler ve ayinler önemli yer tuttuğu için kalabalık ve uzmanlaşmış bir din adamları sınıfı vardı. Toplumun üst kastlarından seçilerek alınan çocuklar, özel okullar olan Calmecac’larda rahip olarak yetiştirilir, bu okullarda çilecilik, dini ilahiler, yazı ve astronomi öğretilirdi. En saygın rahipler astronomi, yazı, tıp, kehanete ilişkin bilgileri öğrenen ve bunları daha da zenginleştirenlerdi. Denilebilir ki din adamları dinsel yaşamın düzenleyicisi olmaktan önce, kültürün korunmasının güvencesiydi. Bu nedenle yalnızca kurban törenlerini yönetmekle görevli olan rahipler ötekiler kadar önemsenmezdi. İnsan Kurban Etme GeleneğiGeniş halk kesimlerinin, yani sıradan insanların temel görevlerinden biri de anlamını hiç kavrayamadıkları dinsel törenlere katılmaktı. Buna karşılık köy komünlerinde popüler ayinler de varlığını sürdürmekteydi ve buralarda adaklara ve tanrılaştırılmış atalara yönelik büyü törenlerine daha çok yer verilirdi. İkinci Maya kültürüne zemin hazırlayan ve Azteklerin habercileri olan Toltekler kanlı ve savaşçı Kolomb öncesi dinlerin temelini oluşturdular. Efsaneye dayalı Quetzalcoatl tarihini yaratarak, kutsal krallığa yasallık kazandırdılar, tanrılara insan kurban edilmesini gelenek haline getirdiler. Bu efsane yüzünden Aztekler Quetzalcoatl’ın bir gün geri döneceğine inanmışlar ve kurtarıcıları sandıkları İspanyol istilacılar tarafından tarih sahnesinden silinmişlerdir. Hem İnkalarda hem Tolteklerde görülen insan kurban etme geleneği, Azteklerde dinin temelini oluşturuyor ve ölümsüzlüğünün bir şartı olarak kabul ediliyordu. Aztekler zalim oldukları için değil, evrenin yıprandığını düşündükleri için bu törenleri düzenliyorlardı. Azteklerin dinsel inanışına göre zaman giderek ufalanmakta ve enerji durmadan kaybolmaktaydı. Güneşin doğudan doğması ve yeryüzünde yaşamın sürmesi için bu durum kurban edilecek insanların kanları ile beslenmeliydi. Aztek kozmolojisine göre Güneş tanrısı Tonatiuh, savaş tanrısı Huitzilopochtli ile özdeşleşmişti ve kendisine sunulan kurbanların kanlarından yoksun bırakılırsa hareketsiz kalabilirdi. Her an zamanın durabileceği ve evrenin yok olabileceği düşüncesiyle tedirginlik içinde yaşayan Aztekler, insan kurban etme geleneğini öteki halklardan çok daha titiz ve sistemli bir biçimde sürdürdüler. Moktezuma’nın hükümdarlığı döneminde, Tenochtitlan’daki yeni büyük tapınağın açılışı sırasında binlerce insan kurban edilmiştir. Huitzilopochtli’yi temsil eden put, çoğu kez, gıdası olarak kabul edilen kurbanlarının kanına bulanmış olarak betimlenirdi. Ancak bütün tanrılar adına düzenlenen kurban törenlerine, dini takvimin önemli tarihlerinin hepsinde ve tüm ayin yerlerinde rastlanırdı. Tanrılara kurban edilen insanlar genellikle savaşlarda ele geçirilen tutsaklardan oluşurdu. Bu nedenle Azteklerde savaş kutsal bir nitelik kazanmıştı. Gerçek bir kahraman düşmanını öldüren değil, onu canlı olarak ele geçiren kimseydi. Bolca esir alınmışsa her savaşın sonunda kurban kesilirdi; eğer barış dönemi çok uzun sürerse, dost halklar arasında “zoraki savaş”a başvurulurdu; çünkü tanrıların gereksinimleri kesinlikle belirlenmiş ve ustalıkla resimlenmiş bir takvime göre belirleniyordu. Kısacası Azteklerde savaş dinsel nedenlerle yapılıyordu. İnsan kurban etme törenlerinde tanrıçalara genç kızlar, tanrılara ise genç erkekler kurban edilirdi. Tören öncesi kurbanlar, yağmur tanrısının rengi olduğu kabul edilen maviye boyanırdı. Kurban töreni sırasında rahip bir hançer vuruşuyla kurbanın göğsünü yarar, çıkardığı kalbi tanrı ya da tanrıçaya sunardı. Çünkü kalp evrenin enerjisini simgeliyordu. Çoğunlukla kurbanın kafası bedeninden ayrılır, öteki yüzlercesiyle birlikte bu amaç için özel hazırlanmış olan bir anıtın üzerine konularak halka gösterilirdi. Bu gösteriye Tzompantli adı verilmekteydi. Xipe Totec adına yapılan insan kurban etme ayinlerinde ise kurbanların öldürüldükten sonra derileri yüzülür ve rahipler kurbanlarının derilerine sarınırdı. Pek çok durumda kurban törenlerini dini işkenceler izlerdi. İşkencenin amacı, kurbandan zorla alınan en yüksek enerjiyi tanrılara sunmaktı. Tlachtli adı verilen bir top oyunu da hem Maya uygarlığında hem Aztek uygarlığında önemli dinsel törenlerden birisidir. Bu dini tören hem dünyanın algılanışıyla hem kurbanlarla ilişkilidir. Nitekim oyun alanı dört bölüme ayrılmıştır ve dolayısıyla dünyanın tasarımını simgeler. Oyun yolları da güneşin dünyaya can vermek için doğudan yeniden doğmadan önce yer altından geçmesi gereken dar geçidi temsil eder. İki takımın oyuncularının karşılaşmasıyla gün ve gece arasındaki evrensel çatışmanın simgesidir. Oyunun sonucu, ister kazansınlar ister kaybetsinler, oyuncuların tanrılara kurban edilmesiyle bağlanır. Ölüm ve Öteki Dünya İnancıKolomb öncesi bütün dinler, ölümden sonra da bir yaşamın olduğunu ve öleni, ölüm nedenine bağlı olarak farklı bir kaderin beklediğini kabul etmişlerdi. Mayalar, yeraltındaki yaşamı düzenleyen dokuz gece tanrısının varlığına inanıyorlardı. Bir kurukafa biçiminde betimlenen ve deprem tanrısı olan Cimi, ölüler dünyasına hükmediyordu. Ixtab ise intihar ederek yaşamına son verenlerin tanrıçasıydı ve intihar edenlerin öbür dünyada sonsuz bir mutluluğa kavuşacaklarına inanılırdı. Ölülerin kaderini farklı yorumlayan anlayışlara Azteklerde de rastlamak mümkündü. Olağan bir ölüm durumunda, ölen kişi son amacına ulaşmak için ölüm tanrısı Mictlantecuhtli’nin katında, karanlıklar ve fırtınalar ülkesi olan Mictlan’da, uzun bir yeraltı yolculuğa çıkardı. Tuzak ve engellerle dolu olan yol, ölünün, başlangıçtaki hiçliğe düşen ruhunu iyice kurutup tüketirdi. Çarpışırken öldürülen savaşçılarla doğururken ölen kadınları (doğum savaşla aynıydı) gıpta edilecek bir yazgı bekliyordu. Onlar Güneş Tanrı’ya kavuşacaklar ve savaş çığlıkları atarak her günkü yolculuğunda ona eşlik edeceklerdi. Yağmur tanrısı Tlaloc’un seçtiği kadınlar ve erkekler, yani boğularak, vücudu su toplayarak veya yıldırım çarpması sonunda ölenler, Tlalocan denilen yeşillikler içindeki yeraltı cennetinde sonsuzluğa uçacaklardı. Kolomb öncesi toplumlarda, insanın ölüm ertesi tam bir hiçlikte tümüyle yok olduğuna inanılmadığı için, ölülerden korkulur ve onlara saygı gösterilirdi. Kolomb öncesi bütün toplumlar, özellikle de İnkalar, ister kendi ailelerinin ataları, ister köy topluluklarının efsanevi kurucuları olsun, ataları için özel ayinler düzenlerlerdi. Ölüler, doğaüstü güçler olarak algılanır ve saygıda kusur edilirse her an kötülükleri dokunabileceğine inanılırdı. Bir önlem olarak mezarlar evlerden uzakta, ya ağızları kapatılabilen mağaralarda yapılmış ya da kayaların içine oyulmuştur. |
BOP DOSYASI : Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye
Bugün Amerika Birleşik Devletleri; okyanuslar ötesinde Kanada, Meksika ve Latin Amerika ile bir bütünlük içerisindedir. Avrupa Birliği de birlik üyesi ülkelerde yaşanan ekonomik krizlere karşın, bütünlüğünü tamamlama yolunda hızla ilerlemektedir. Rusya, tarihsel süreç içerisinde bir dokunulmazlık elde etmiştir. Çin, engellenemeyecek bir gelişme çizgisine ulaşmıştır. Japonya nüfuz yarışında yer almamaktadır. Sonuçta, bugünün dünyasında egemenlik tesis edilebilecek bölgeler olarak, sadece; Orta Asya’nın bir kısmı, Büyük Ortadoğu, Orta ve Güney Afrika kalmıştır. Orta ve Güney Afrika’nın ikinci derecede ekonomik değerlere sahip olması, sosyal ve ekonomik sorunlarının başa çıkılamayacak ölçülere ulaşması, ayrıca terör tehdidi için de bir zemin teşkil etmemesi, bu bölgeleri şimdilik egemen güçlerin ilgi alanı dışında bırakmıştır.
Günümüzde Balkanların, AB süreci içerisinde zamanla sorunlu bir bölge olmaktan çıkarılması amaçlanmaktadır. Orta Asya’nın bir kısmında ve Kafkaslardaki anlaşmazlık ve sorunlar, Rusya’nın yeterli kontrolü altında makul ölçülerde tutulabilmektedir. Bu genel tablo içerisinde; genel egemenlik tesis edilmemiş bölgelerde enerji ve hammadde kaynaklarına el atmak, stratejik harekat açısından üs ve kolaylık imkanı sağlayabilecek değerdeki noktaları ele geçirmek, deniz ve hava ulaştırma yollarını kontrol etmek, ABD’nin amaçları arasına girmiştir. ABD, bu amaçlarına ulaşma yolundaki eylemlerini, “özgür ve demokratik bir dünyanın yaratılması” söylemi ardında gerçekleştirmektedir.
Şimdi hedefte olan bölge Ortadoğu’dur. Çünkü dünyadaki en büyük işletilebilir petrol rezervleri Ortadoğu’dadır. Bu kaynak, ABD’nin ulusal çıkarları doğrultusunda kontrol altına alınmalıdır. Ortadoğu’dan petrol akışının kesintisiz olarak sürdürülebilmesi için petrol nakliyatında kullanılan yolların güvenliğinin sağlanmasına ilaveten, Orta Asya’dan Hint Okyanusu’na ulaşan enerji koridorunun da açık bulundurulması gerekmektedir. Bu kadar geniş bir coğrafyada sadece kendi askeri gücünü kullanmak yerine, yeni müttefikler edinmek, yeni üsler tesis etmek ve yeni güvenlik sistemleri oluşturmak, ABD açısından daha ekonomik bir hareket tarzı haline gelmiştir. Bu hareket tarzının ışığında ABD’nin genel amacı; kısa vadede Irak’tan başlayarak Ortadoğu’yu şekillendirmek ve Körfez bölgesine hakim olmak, orta vadede Avrasya’yı kontrol etmek, uzun vadede ise dünya egemenliğini tesis etmektir. Bu amaç içerisindeki diğer bağlı amaçlar ise; petrole kavuşmak, güvenliğini pekiştirmek, ekonomisini geliştirmek, bölgede nüfuzunu sağlamlaştırmak, dünyada tek egemen güç olma özelliğini devam ettirmek, Kafkaslar, Orta Asya, Güney Asya ve Ortadoğu’da; AB, Rusya, Çin ve Japonya’nın ABD ulusal çıkarlarını etkileyecek ölçüde gelişmesine mani olmaktır.
ABD ve 21. Yüzyıl
ABD; 1998’de Başkan Clinton döneminde “21. yüzyılı şekillendirme düşüncesi” adında yeni bir stratejik yaklaşım geliştirmiştir. Bu stratejik yaklaşım, dünyayı ABD’nin ulusal çıkarları doğrultusunda şekillendirmeyi amaçlamaktadır. 11 Eylül 2001 saldırısı sonrasında Afganistan müdahalesi ve 2003’te Irak’ın işgali, bu stratejinin ilk adımlarıdır. “21. yüzyılı şekillendirme düşüncesi”, Amerikan halkının temel yaşam kaygılarının yok edilmesi ve sahip olunan refah düzeyinin sürdürülmesi yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşımla Ortadoğu, Orta Asya ve Hazar Bölgesi ABD’nin yaşam sahası olarak görülmektedir. ABD; anılan bölgelerde kalıcı bir egemenlik tesis etmeyi, kendi varlığını sürdürmekle eşdeğer görmektedir. Bu stratejiyle ABD’nin yaşam sahası Amerika Kıtası dışına taşırılmıştır. Çünkü eski Başkan Bush’a göre; “Artık okyanuslar ABD’yi savunmaya yetmemekte”dir.
Büyük Ortadoğu Projesi de ABD’nin bu stratejik temel yaklaşımı içerisinde yer almaktadır. Tarihsel süreç içerisinde Roma ve Bizans Dönemi sonrasında Ortadoğu’daki nüfuz mücadelesinin başlıca tarafları; Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde Osmanlı İmparatorluğu, Fransa, İngiltere, Rusya ve Almanya olmuştur. Rus İmparatorluğu’nun varisi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği [SSCB] Birinci Dünya Savaşı sonrasında bölgeyle ilgisini devam ettirmiş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise başlıca aktörler; ABD, SSCB, İngiltere ve Fransa olmuştur. ABD, bugünkü yeni stratejik yaklaşımıyla Ortadoğu’yu her alanda daha yoğun şekilde etki altında bulundurmayı amaçlamaktadır. Zaten stratejik bir bakışla Ortadoğu’yu, geçmişte “Merkezi Harekat Alanı” olarak tanımlamıştır. CENTCOM olarak adlandırdığı ve bölgede teşkil ettiği komutanlığın sorumluluk alanını, Ortadoğu ve Afrika olarak belirlemiştir.
ABD’nin Güvenlik Anlayışı ve Haydut Devletler
ABD; ortada kanıt olsun, ya da olmasın, kendi varlığı için tehlike veya tehdit teşkil ettiğine inandığı her oluşuma karşı, hiçbir kurala bağlı kalmaksızın müdahale etmekten kaçınmaz. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Varşova Paktı’nın dağılması, ABD’ye tüm dünyada hareket serbestisi sağlamıştır. Kendisine göre bir tehlike ve tehdit algılama mantığı geliştirmiştir. ABD Genelkurmay Başkanlığının yönlendirmesinde faaliyet gösteren Stratejik ve Uluslararası İlişkiler Merkezi [CISIS], dünyanın şekillendirilmesinde bir rehber olmak üzere, ABD’nin ulusal çıkarları açısından tehlike ve tehdit oluşturabilecek devletleri belirlemiştir. Bunların ilk grubunda, çoğunlukla Ortadoğu devletleri yer almaktadır. ABD açısından güvenlik sorunu olarak nitelendirilebilecek 3 tür devlet bulunmaktadır:
Haydut Devletler: Libya, İran, Irak, Suriye ve Kuzey Kore.
Aday Haydut Devletler: Türkiye, Pakistan, Güney Kore, Mısır, Endonezya, Suudi Arabistan ve Hindistan.
Aday Adayı Haydut Devletler: Rusya, Çin…
Haydut Devlet kavramı ilk olarak 1991 tarihinde ABD eski Genelkurmay Başkanı Carl Edward Vuono tarafından kullanılmış ve ABD’nin şahin kanat isimleri tarafından bir güvenlik stratejisi haline getirilmiştir. Haydut Devlet kavramıyla, ne yapacağı önceden bilinemeyen, dünya barışı için tehdit oluşturan ve terörü desteklediği iddia edilen devletler tarif edilmektedir. Gerçekte ise ABD çıkarları için tehlike oluşturan, ABD’nin dümen suyuna girmeyen ülkeler bu listenin içindedir. Haydut Devletler kategorisine giren ülkeler incelendiğinde Kuzey Kore ve İran hariç diğer ülkelerin işi bitirilmiş, Suriye ise namlunun ucunda güvenlik tehdidi olmaktan çıkarılacak ilk ülke olarak beklemektedir. CSIS’e göre Türkiye’nin Aday Haydut Devleti olmasının nedeni, ABD’nin kendisine tehdit olarak gördüğü ülkeler ile doğrudan ilişkiye girmesi; Kıbrıs, Ege ve Ermeni sorunlarında Washington ile çoğu zaman ters düşmesidir.
ABD, Büyük Ortadoğu Projesi’nin Amaçları ve Projeye Dahil Ülkeler
ABD, 11 Eylül saldırıları sonrasında, küresel egemenliğinin önündeki en büyük tehditlerden birinin “küresel terörizm”, daha doğrusu radikal İslam olduğunu büyük bir dehşetle görmüştü. Soğuk Savaş döneminde ABD Başkanı Carter’ın “Yeşil Kuşak Projesi” ile SSCB’ye karşı beslediği “kızıl tehlikeye karşı yeşil panzehir” silahının bir numaralı hedefi artık kendisiydi. Klasik terörizmle mücadele yöntemlerinin ancak sivrisinekleri öldürdüğünü fark eden ABD’nin, 11 Eylül saldırıları sonrası bataklığı kurutma arayışları Büyük Ortadoğu Projesi ile sonuçlandı. İlk kez Ekim 2003’te ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Marc Grosman tarafından, daha sonra 2004 başlangıcında Davos’ta, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney tarafından dile getirilen Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları kaba hatlarıyla şöyledir:
· Bölgede istikrarı sağlamak,
· Filistin-İsrail anlaşmazlığına iki devletli çözüm getirmek,
· Teröre destek veren ülkelerle savaşmak,
· Ortadoğu ülkelerinde siyasal ve ekonomik ortamlara destek sağlamak.
2005-2009 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Condoleezza Rice, Washington Post gazetesinin 7.8.2003 tarihli sayısında yayınlanan “Transforming The Middle East–Ortadoğu’yu Dönüştürmek” başlıklı yazısında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Fas’tan Basra körfezine kadar uzanan coğrafyada 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini vurgulamıştır. Büyük Ortadoğu Projesi hakkında bazı siyasi ve askeri çevreler projenin temel amaçlarını genelde şu şekilde ifade etmektedirler:
· İsrail’in varlığını korumak,
· Kesintisiz petrol akışını sürdürmek,
· Kitle imha silahlarını yok etmek,
· ABD’ye muhalif yönetimleri ve unsurları etkisizleştirmek,
· Terörün zemin bulduğu ortamı yok etmek,
· Irak’ı denetim altına almak,
· Filistin’de istikrarı sağlamak.
ABD yetkililerinin bu projeyi tanımlaması ise, belirtilen amaçlarla örtüşmekle beraber, daha değişiktir:
· Enerji kaynaklarına sahip olan bölgelerin kontrolü,
· Enerji ulaşım yollarının kontrol ve denetimi,
· Asimetrik tehdidi oluşturan terörist eylemlerin önlenmesi,
· Kökten dinci İslam zeminine ılımlı İslamın oturtulması,
· ABD ulusal çıkarlarının Ortadoğu’da korunması,
· Bölgede bölgesel güç konumuna erişmiş devletlerin bu etkinliğinin azaltılması,
· askeri güçlerinin küçültülmesi ve bu güçlerden ABD çıkarlarına uygun şekilde istifade edilmesi,
· Terörist eylemlerde kullanılabilecek olan kitle imha silahlarının yok edilmesi,
· Mali ve ekonomik yardım suretiyle bölgede ABD nüfuzunun yaygınlaştırılması,
· Batı karşıtlığına yol açan anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması.
Kesin sınırları tartışmalı olan bölgede 700 milyondan fazla insan yaşamakta, 12 milyon km2’lik bir alanı kapsamaktadır. Projeye dahil olan ülkeler başlıca beş gruptan oluşmaktadır.
Kuzey Afrika Grubu: Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, Libya [projede varlığı henüz teyit edilmemiştir].
Akdeniz Ülkeleri: Türkiye, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Filistin [Arap-İsrail anlaşmazlığının iki devlet şeklinde çözümünü öngörmektedir],
Kafkas Ülkeleri: Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan.
Körfez Ülkeleri: Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Umman, Yemen.
Asya Ülkeleri: İran, Irak, Afganistan, Pakistan, Bangladeş [projede varlığı henüz teyit edilmemiştir].
Bölgenin sergilediği genel tablo; yoksulluk, geri kalmışlık, olmayan bir büyüme hızı, hızlı nüfus artışı, göç, antidemokratik yönetimler, teröre kaynaklık etme, anlaşmazlık ve çatışmalardır. Bu genel tablo içerisinde ABD’nin sloganı; “Ortadoğu’ya refah ve özgürlük gelsin”, “Ortadoğu’ya demokrasi gelsin”, “Bölgeye liberal ekonomi yerleşsin”, “Antidemokratik rejimler yok edilsin”, “Ortadoğu ülkeleri arasında güvenlik ve işbirliği sağlansın”, “Kamu ve yerel yönetim reformları yapılsın”, “Siyasal ve ekonomik reformlar yapılsın”, “Tüm anlaşmazlıklar giderilsin”, “Bölge zenginleşsin”, “Bölgeye barış ve istikrar gelsin”, “Ekonomik kalkınma sağlansın” şeklindedir. Bunların hiçbiri makul bir düşüncenin kabul etmeyeceği şeyler değildir. Ama hepsi gerçekte tek bir amaca yöneliktir: “ABD bölgede egemen olsun.” Gerçekleştirileceği ifade edilen tüm hususlar Ortadoğu halklarının yararınaymış gibi gösterilmekte ise de, temel yaklaşım ABD çıkarlarının korunması ve ABD ulusunun refahını sağlayacak kaynakların kontrol altında bulundurulmasıdır. Bu amaçla yeni bir ulusal güvenlik stratejisi geliştirilmiştir. ABD’nin yeni ulusal güvenlik stratejisi şunları içermektedir:
· Hedef ülkelerin tehdit yeteneği kazanmadan vurulması,
· Hiçbir uluslararası kuruluşun veya anlaşmanın ABD çıkarları ve ABD uygulamaları açısından engel teşkil etmemesi,
· Dünya egemenliğinde ABD’ye rakip olabilecek bir egemen gücün doğmaması,
· ABD çıkarlarının elde edilmesi için gerektiğinde askeri güç kullanılması.
Avrupa Birliği ve Büyük Ortadoğu Projesi
ABD tarafından geliştirilen Büyük Ortadoğu Projesi aslında AB’nin çıkarlarına da hizmet etmektedir. Bölge bazı AB ülkeleri için de değişik sorunların kaynağıdır. Bu nedenle bölge, ABD ve AB çıkarların korunması açısından müşterek ilgi alanı haline gelmiştir. ABD’nin Ortadoğu ile ilgili olarak AB ülkelerine verdiği mesaj şu şekildedir:
ABD’nin ve AB ülkelerinin ulusal çıkarları bu bölgenin denetim altına alınmasını gerektirmektedir. Radikal İslam yakın bir gelecekte sizler için de büyük sorun teşkil edecektir. Bunun işaretleri giderek ortaya çıkmaktadır. ABD ile beraber olun, projeye destek verin. Sorunları kaynağında yok edelim. Terörün zemin bulduğu alt yapıyı yıkalım. Büyük Ortadoğu’da istikrarı sağlayalım.
ABD’nin Ortadoğu ile ilgili olarak tüm dünyaya verdiği mesaj ise şöyledir:
Uluslararası terörizm tüm dünyayı tehdit etmektedir. Bu tehdidin kaynağı Ortadoğu’dur. Bölgeden petrolü kesintisiz alamıyoruz. Hammadde kaynaklarından yararlanamıyoruz. Bölgeye yatırım yapamıyoruz. Pazar payımızı genişletemiyoruz. Bu sorunlar devam ettiği sürece dünyada güvenlik tehlikeye düşüyor. Refahımız olumsuz yönde etkileniyor. Tehditlerle karşı karşıya kalıyoruz. Tehdidin asimetrik olma özelliği bu mücadelede güçlük yaratıyor. Konvansiyonel tehdit olsa bununla başa çıkmak kolay. ABD askeri gücü dünyada hiçbir gücün karşı koyamayacağı ölçüdedir. Ancak tehdidin asimetrik olma özelliği mücadele bizi zorluyor. Bu coğrafya mutlaka denetim altına alınmalıdır.
Türkiye ve Büyük Ortadoğu Projesi
Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde ABD’nin Türkiye’ye yönelik muhtemel değerlendirmesinin şu şekilde olduğu düşünülmektedir: Türkiye’nin noksan da olsa gelişmekte olan bir demokrasi kültürü var. Aşındırılması için uygun ortam yaratılmakla birlikte devam eden laik bir görüntüsü var. Bunlar Türkiye’nin bölge ülkelerine bir model oluşturması için yeterlidir. Zaten Ortadoğu ülkelerinde birinci sınıf demokrasiye gerek yoktur. Türkiye’de laiklik şimdilik bizim kontrolümüze imkan sağlayabilen bir yapı olmakla beraber, gelecekte onun yerine Ilımlı İslam’ı koyarsak toplumu tepki veremeyecek bir hale sokmuş oluruz.
Büyük Ortadoğu ve Yeni Dünya Düzeni Küreselleşme Amerikan hegemonyasının diğer bir adı1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile tek kutuplu hale gelen dünyada yeni bir sömürgecilik anlayışı gelişti. “Daha fazla özgürlük, daha fazla zenginlik” söylemi ile yola çıkan ABD, başını çektiği küreselleşme süreci içinde, dünya egemenliğini tesis etme yolunda büyük mesafeler kat etti. Kissinger’a göre; küreselleşme Amerikan hegemonyasının diğer bir adıydı.
Yeni sömürgecilik anlayışının yani küreselleşmenin temel taktiği, sömürge haline getirilmesi hedeflenen toplumların ulusal bilinçten arındırılmasıdır. Geçmişte dünyayı sömüren emperyalist devletlerin uygulamaları bugün de üzeri örtülü şekilde devam etmektedir. Yeni Dünya Düzeni ya da Küreselleşme adı verilen bu oluşum etkinliğini her coğrafyada hissettirmektedir. Bir kısım eski sömürgeci ülkeler, geçmişte egemen olduğu topraklarda bugün de etkinliklerini sürdürmektedirler. Siyasi bağımsızlığını kazanmış gibi görünen eski sömürge ülkelerinde, eski efendilerin hegemonyası yine devam etmektedir.
Müslüman kimlikli ülkelerde siyasal İslam bu yolda en elverişli araçtır. Siyasal İslam kitleleri ulusal bilinçten arındırmak için uygun bir alt yapı oluşturur. Yeni Dünya Düzeni içinde ABD’nin uyguladığı yeni politika, “böl, güçsüz kıl, yönet” yerine, “küçült, birleştir, yönet” şekline dönüşmüştür. Geçmişte sömürgecilik yöntemleriyle hiçbir bedel ödenmeksizin elde edilen mal ve hizmetlerin, bugün değerinden daha az bir bedelle alınması ve yeni pazarlara sahip olunması, ABD’nin ve diğer egemen ülkelerin küreselleşme süreci içerisinde başlıca hedefi olmuştur. Ulus-devletlerin federal devletler haline dönüştürülmesi ve bunların bir federasyon çatısı altında birleştirilmesi, Büyük Ortadoğu Projesinin amaçlarından biridir. ABD bu yapıyla bölgeye barış getireceğini iddia etmektedir.
Bazı çevreler yaygın bir düşünceyle bu barışa “Amerikan Barışı” adını vermektedirler. Aslında bu düşünce tümüyle Yeni Dünya Düzeni anlayışının bir parçasıdır. ABD bu anlayış içinde bölge ülkeleri ile olan ilişkilerini ve konumunu ulusal çıkarları doğrultusunda yeniden gözden geçirmektedir. Bölgedeki askeri varlığında gerçekleştirdiği, üs nakilleri, birlik konuş değişiklikleri gibi son dönem yapısal düzenlemeler bu gerekçeden kaynaklanmaktadır. Yeni uygulama ile ABD aynı zamanda bölge ülkelerine bir mesaj da vermektedir: “Benim çıkarlarım için benimle birlikte hareket edenler vardır, etmeyenler vardır. Edenler ve etmeyenler, verdikleri ve sakındıkları desteğin karşılığını alırlar”.
Ortadoğu ve Ulusal Kimlikler
ABD ve Batı dünyası, bugün Ortadoğu ülkelerinde ulusal kimliklerin yok edilmesini sağlamak amacıyla dinsel eksenli bir politika izlemektedir. İslam’ın temel mezhep yaklaşımlarından ve bu yaklaşımlar içinde kısmi ayrılıklardan [tarikatlar] istifade etmektedirler. Geçmişte aşiret ve kabile toplumlarından oluşan ülkelerde elde ettikleri sömürgecilik deneyimleri, onlara bu imkanı sağlamaktadır. Bölgenin dinsel kimliğinden yararlanarak yönetimde ılımlı İslamı hakim kılmayı amaçlamaktadırlar. Ilımlı İslam çizgisinin ülkeleri ulaştıracağı nokta, ulusal kimlikten arındırılmış toplumlardır. Çünkü İslam anlayışı kavmiyetçiliği reddetmekte, ümmetçiliği esas almaktadır. Batı dünyası Ortadoğu’daki hedef ülkelerde ulusal kimliklerin yok edilmesi yolunda atılacak en uygun adımın, siyasal İslam ideolojisi olduğunu ve bu ideolojinin Ortadoğu’nun Müslüman kimlikli ülkelerinde yerleştirilmesi gerektiğine inanmaktadır. Ancak bu yapılırken ılımlı İslamın, radikal İslama dönüşmemesi için önlemler de alınmalıdır.
Çünkü radikal İslam ABD ve Batı dünyası için tehdit ve tehlike oluşturmaktadır. Bu nedenle Radikal İslam’ı/Kökten Dinci İslam’ı etkisizleştirmek ve bölgede onun yerine ılımlı İslam’ı yerleştirmek, ABD ve tüm Batı dünyasının savunduğu bir hareket tarzı haline gelmiştir. Dinamik ekonomisi, yetişmiş insan gücü, hareketli nüfusu, laik ve demokratik yapısı özellikleriyle bugüne kadar bulunduğu coğrafyada öne çıkmış bir ülke olan Türkiye’nin ılımlı İslam’la bütünleştirilerek bölge ülkelerinin özeneceği bir model oluşturması amaçlanmaktadır. Bunun ilk işaretlerini Kasım 1999’da ABD eski Başkanı Clinton vermiştir. Clinton Türkiye ile İslam’ı özleştiren yeni bir terim üreterek, Türkiye’yi “Laik bir İslam Devleti” olarak tanımlamıştır [Bu tanım, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ne zaman şekillenmeye başladığının açık bir işaretidir]. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde Müslüman kimlikli tüm ülkelere verdiği mesaj şudur: “Müslüman bir halk, laik ve demokratik bir sistemle yönetilebilir.
İşte size bir örnek: Türkiye… Siz de öyle olabilirsiniz.” ABD’nin geliştirmekte olduğu Büyük Ortadoğu Projesi için temel altyapının oluşturulması, sosyal, siyasal, ekonomik ve askerî bir süreci kapsamaktadır. Proje etkilerinin ortaya çıkması, proje amaçlarına kısmen de olsa ulaşılması, belirli bir zaman dilimine ihtiyaç göstermektedir. Amaçlanan tarih 2025 yılından sonrasıdır. Bu zamana kadar geçecek süre içerisinde, ABD tarafından yeni bir neslin yaratılması mümkün olabilecektir. Bu nesil; bölgede ABD çıkarlarının korunması için gerekli olan yönetim kadrolarının da alt yapısını oluşturabilecektir. ABD’ye göre, bölgede çıkarları olan tüm ülkeler, kendisi ile birlikte bu mücadeleye katılmalıdırlar. Onlar için bunun yolu, topraklarında ABD’ye üs vermek, teşkil edilen koalisyon kuvvetlerine askeri güç tahsis etmek ve NATO’nun bu bölgeye yönlendirilmesine destek sağlamaktır. ABD bugün Ortadoğu’da kullanabileceği, daha etkin bir güç manivelası oluşturmayı planlamaktadır.
Bunun alt yapısı için yeni güvenlik sistemleri/paktları, yeni üsler ve NATO imkanlarını gündeme getirmektedir. Çünkü geçmişte Sovyetler Birliği tehdidi gerekçesiyle müttefik ülkelerde tesis etmiş olduğu üsler, şekil ve konum itibarıyla artık bu gereksinime yanıt vermemektedir. ABD’nin politik girişimlerinin etkisiyle, Büyük Ortadoğu Projesi, giderek sadece ABD’nin kendi başına gerçekleştirmeye yöneldiği bir proje olmaktan çıkmaktadır. ABD, diğer güç odaklarının bu projeye karşı koymasını önlemek ve de projeye askeri ve ekonomik destek sağlamak açısından, AB’nin, Rusya’nın ve Çin’in de mümkün olduğunca bu projeye destek vermesi için uğraşmakta, NATO’nun da bölgeye yönlendirilmesine çaba sarf etmektedir. Üst düzey askeri ve politik temsilcileri aracılığıyla yansıttığı görüşlerle, NATO’nun projeye katkı sağlaması yolunda girişimlerini sürdürmektedir. ABD NATO eski Daimi Temsilcisi Burns tarafından önerilen “İstanbul İşbirliği Girişimi”, bu örneklerden biridir. ABD’nin bu yönde geliştirdiği politika, kendisiyle beraber NATO’yu da bölgeye sokmak ya da NATO ile beraber bölgeye girmektir.
ABD ve Güvenlik Değerlendirmesi
ABD bu düşünce tarzını, şu temel değerlendirme üzerine oturtmuştur:
NATO geçmişte Amerika’yı Sovyetler Birliği’ne karşı korumaktaydı. Değişen yeni dünya dengesinde Ortadoğu kaynaklı asimetrik bir tehdit ortaya çıktı. Bu tehdide karşı ABD’yi kim koruyacak? Avrupa’da konuşlandırdığımız askeri güçler bunu sağlamıyor. Ortadoğu’da ve çevresinde askeri güç konuşlandırmak bu bölgede nüfuz tesis etmek ABD ulusal çıkarları açısından yaşamsal önem arz ediyor. O halde; NATO bölgeye yönlendirilmeli, bölgede yeni askeri güç varlığı konuşlandırılmalıdır.
ABD bu uygulamayı Afganistan’a taşımıştır. Şimdi Irak’a taşımak istemektedir. Avrupa’daki eski Sovyet ardılı ülkelerin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik güçlüklerden de istifade ederek, bu ülkelerde askerî güç konuşlandırmaya özel önem ve öncelik vermektedir. Bu bağlamda Karadeniz’de Romanya ve Bulgaristan’da deniz üsleri sağlama girişimleri olduğu ileri sürülmektedir.
Ortadoğu ve Türkiye
Türkiye’nin sorunlu bir coğrafyada yer alması, çevresindeki gelişmelerden etkilenmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Ne var ki, Türkiye’nin konumu ve durumu; baş başa kaldığı diğer bölgesel sorunlar bir yana, sadece Ortadoğu kaynaklı sorunlarda dahi yeterli hareket tarzları üretmesini sınırlandırmaktadır. Türkiye bugün, uluslararası zeminlerde hakkında alınmakta olan olumsuz kararlara karşı koyabilecek imkanlardan giderek yoksun hale getirilmektedir. Bugün Türkiye’nin AB’ye dahil olma girişimlerinin ne şekilde sonuç vereceği, üye ülkelerin tutumlarına bağlı kalmıştır. Bir kısım AB ülkeleri, Türkiye’yi aralarına almaya istekli görünmemektedirler.
Birlik içinde yavaş yavaş yükselen sesler böyle bir niyeti açıkça ortaya koymaktadır. Ne var ki bunda, Türkiye’nin geçmişte izlediği politikaların da büyük payı olmuştur. Türkiye’nin Birliğe dahil olma yolunda gösterdiği aşırı arzu, Türkiye açısından ödün anlamına gelen düzenlemelerin kabul edilmesine ve gerçekleştirilmesine yol açmaktadır. Reform görüntüsündeki ödünlerin belli bir sınırda tutulamaması Türkiye için bir noktadan geriye dönüşü giderek güçleştirmektedir. Türkiye yaşamsal değerdeki bu kırılma noktasını çok iyi tespit etmek zorundadır.
Türkiye yakın zamana kadar AB ile ABD arasındaki bir çizgide denge aramıştır. Ancak bu çizgi şimdi giderek yok olmaktadır. Çünkü AB ile ABD’nin Ortadoğu’da giderek örtüşen menfaatleri Türkiye için bölgede üstlenilebilecek yeni bir rol yaratmıştır. Bu rol; Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Birliği içerisinde model oluşturmasıdır. Türkiye’nin AB içinde yer alması yerine, Büyük Ortadoğu Birliği içinde bulunması, ABD ve AB’nin daha çok yararınadır. ABD ve AB’nin Türkiye’yi Büyük Ortadoğu Projesi için bir model olarak görmelerinin altında yatan gerçek şudur:
· Türkiye’nin AB’ye üye olmasında büyük zorluklar vardır.
· Türkiye’nin AB’ye girebilme arzusuyla yapmış olduğu ve yapacağı reformlar, bu ülkede Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleştirilmesi için giderek uygun bir alt yapı oluşturmaktadır. Bu süreç içerisinde Türkiye’de, projenin doğasında var olan diğer temel değişiklikler de gerçekleştirilebilecektir.
Büyük Ortadoğu Birliği içinde yer alacak bir Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı en büyük tehlike; ulusal birliğinin ve ülke bütünlüğünün korunamamasıdır. Projenin özünde var olan ve özelliğinden kaynaklanan bu tehlike, Türkiye Cumhuriyeti’nin şimdiki yapısını gelecekte devam ettiremeyeceği anlamını da taşımaktadır.
ABD ve Yönetimler
ABD’nin kendi ulusal çıkarları açısından geçmişte uygun davranış sergileyen ve gelecekte de uygun davranış sergileyeceğinden emin olduğu yöneticileri ülkelerinde iş başına getirmek, desteklediği ve sıklıkla uyguladığı bir yöntemdir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde aynı yöntemi kullanmakta olduğu yönünde işaretler mevcuttur. ABD Ortadoğu ülkelerinde bazı siyasi liderlere Büyük Ortadoğu Projesi’ni benimsetmeye çalışmaktadır. Türkiye’de bazı siyasiler bu projenin Türkiye’ye katkı sağlayacağı yolunda ikna edilmişlerdir. Bir kısmı da değerlendirme yetersizliği nedeniyle yanılgı içerisine girmişlerdir. Bu sayede Kıbrıs sorununun çözüleceğine ve Güneydoğu Anadolu’nun sorun olmaktan çıkacağına inandırılmalardır. Büyük Ortadoğu Projesi’ni siyasal ideoloji düzleminde uygun gören bazı yerli yöneticiler; ABD’nin dünyayı yeniden şekillendirmesini bir müdahale biçimi olmaktan çok, ABD’nin küresel sorumluluklarını yerine getirme görevi olarak algılamaktadırlar.
Bu ve benzeri yaklaşımlar şimdiden toplumda direnç noksanlığı oluşturacak düşünceler üretilmesine zemin hazırlamaktadır. Geçmişte değişik zeminlerde içimizden çıkan kişilerce dile getirilen; “Federasyonu tartışalım”, “Ortadoğu ülkeleri Avrupa gibi birleşsin”, “Ortadoğu’da demokratikleşmeyi teşvik için çok taraflı bir işbirliği formu kuralım ve Avrupa’nın Helsinki Süreci gibi Ortadoğu için de bir İstanbul Süreci başlatalım” gibi siyasi beyanlar, Ortadoğu Projesi’nin yüksek sesle dile getirilmesinden başka bir şey değildir. Sınırlarımızın ötesinden yükselen, “İstanbul başkentli Ortadoğu Birleşik Devletleri Federasyonu kurulmalıdır” ve “Hayalim, İstanbul’un başkent olduğu Ortadoğu Birleşik Devletleridir” gibi beyanlar da aynı doğrultudadır.
Kuzey Irak’ta ABD tarafından politik lider olarak tanımlanan aşiret reisleri dahi artık Kuzey Irak’ı Güney Kürdistan olarak nitelemeye başlamışlardır. Bu ifadelerin tümü Türkiye’nin toprak bütünlüğünü göz ardı eden siyasal yaklaşımlardır. Bu kadar birbiriyle örtüşen ifadelerin, belli bir dönem süreci içerisinde, art arda kullanılmasını rastlantı olarak kabul etmek mümkün değildir.
Bu noktada ABD ordusu albaylarından Ralph Peters’in Ortadoğu ve ülkemizde de ses getiren, tepkilere neden olan Büyük Ortadoğu Haritası’na değinmekte fayda var. Albay Peters 2006 Haziran ayında “Armed Forces Journal- Silahlı Kuvvetler Bülteni”nde çıkan “Blood Borders: How a Better Middle East Would Look – Kanlı Sınırlar: Daha İyi Bir Ortadoğu Nasıl Olabilir” başlıklı yazısında bir Büyük Ortadoğu Haritası çizmiştir. Yazının ve Büyük Ortadoğu Haritası’nın Pentagon’un yarı resmi yayın organlarından biri sayılan böyle bir dergide üstelik ABD eski Başkanı Clinton’un askeri danışmanlarından biri tarafından yayınlanması son derece önemlidir.
Ralph Peters bu makalesinde Ortadoğu haritasının son derece hatalı çizildiğini ve bunun sonucu olarak terörizme ve etnik çatışmalara neden olduğunu iddia etmektedir. Fakat Peters’e göre bu durumun düzeltilmesi için halen daha fırsat bulunmaktadır. Kürtler ve Şiiler bölgeye barışın gelmesini sağlamak için yeni sınırların çizilmesinde ABD’ye yardımcı olmalıdırlar. Peters’e göre ise asıl sorun yaklaşık 30 milyon nüfusu sahip olan Kürtlerin bölgede bir devletleri olmamasıdır.
Tebriz-Diyarbakır hattında kurulacak bir Özgür Kürdistan, Bulgaristan ve Japonya arasındaki bölgede en Batı yanlısı ülke olacak ve bu ABD’nin yararına olacaktır. Peters’ın çizdiği bu Büyük Ortadoğu Haritası’nda eski ve olması gereken sınırlar belirtilmekte, Türkiye ise topraklarının büyük bölümünü Özgür Kürdistan adıyla kurulacak devlete kaptıracağından kaybeden ülkeler arasında gösterilmektedir.
Gelinen Nokta ve Türkiye
Büyük Ortadoğu Projesi’nin mimarlarına göre “Türkiye’yi ve Türkiye gibi İslam ülkelerini, ılımlı bir İslami rejimle yönetmek en doğru hareket tarzıdır.” Şüphesiz ki, Türk halkının bir Müslüman Kimliği vardır. Ancak bu kimlik hiçbir zaman Türk kimliği önüne geçmemelidir. Türkiye hiçbir platformda Müslüman ülke ya da ılımlı İslam ülkesi modeli yakıştırmasını kabul etmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Resmi olmayan zeminlerde dahi adının önüne bir dinsel sıfatın getirilmesi, onun laik yapısının değiştirilmesi gerektiği yolunda bir anlam taşır. Müslüman ülke ifadesi Türkiye’yi tanımlamaktan çok uzaktır.
Türk Ulusu’nun bireysel temeldeki kimliği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ve Türk kimliğidir. Bu kimlik tarihsel süreç içerisinde Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ederek yerleşen Türk kavimlerinin sosyolojik etkenler sonucunda değişimiyle ortaya çıkmıştır. Ulusumuzun Türk kimliği, Müslümanlığın ortaya çıktığı 7. yüzyıldan binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sırasında “Türkler gayri medeni bir millettir. Geldikleri yere -Orta Asya’ya- geri gönderilmelidirler” diyen İngiliz Başbakanı Lord Curzon’un bu ifadesi, aslında tüm Hristiyan Batı Dünyasında var olan Türkler hakkındaki yaygın ortak düşünceyi yansıtmaktadır.
Bu düşüncenin temel kaynağı 900 yıldır yaşatılan “Haçlı Zihniyeti”dir. Bu zihniyet Anadolu’yu, Hristiyan değerlerinin içinde yer alan bir bölge olarak görür. Latin kültürü, Roma kültürü ve Grek kültürü üzerine inşa edildiği öne sürülen Batı uygarlığı; Anadolu’yu kendi kültür değerleri içerisinde sayar. Büyük Ortadoğu Projesi bir yönüyle bu değerlendirmeye de katkı sağlayacaktır. Hristiyan dünyası için özel bir konumu ve önemi olan Anadolu’nun Hristiyan değerleri kapsamında yeniden şekillendirilmesi, belki de Büyük Ortadoğu Projesi’yle mümkün olabilecektir.
Sadece 200 yıllık bir tarih içinde, farklı uluslardan bir araya gelmiş halkları aynı potada eriterek, onlara ulusal bir kimlik kazandırmayı amaçlayan, ulusal birlik ve beraberliğini sürdürmek ve ulusal kimliğini muhafaza etmek için özel önem ve çaba gösteren ABD; Ortadoğu ülkelerinin ulusal kimliklerden arındırılmasını hedeflemektedir. Büyük Ortadoğu’daki ulus-devletler Yerel Devletler Federasyonu çatısı altında bir araya getirilebilirler ise, nüfuz altına alınmaları kolaylaşacaktır. Burada temel nokta ulusal direncin yok edilmesidir. Türkiye’de ulusal direncin yok edilmesi için atılacak birinci adım ulusal direnci oluşturan Kemalizm ideolojisinin yok edilmesi, ikinci adım siyasal İslam için uygun zeminin oluşturulması, üçüncü adım ise, toplumsal yapıda ortaya çıkacak çözülme sonrası ümmet niteliğinde bir toplumun yaratılmasıdır. Bölgede güçlü ulus-devlet niteliğine sahip olan Türkiye’nin bu özelliğini yitirmesini sağlamak için;
· Kemalizm ideolojisini geçersiz kılmak,
· Kamu ve yerel yönetimleri, merkezi yönetimin kontrol ve denetim alanı dışına çıkarmak,
· Silahlı Kuvvetler de dahil olmak üzere Cumhuriyet’in temel niteliklerini koruyabilecek güçte olan kurum ve kuruluşları etkisiz hale getirmek şarttır.
Ne var ki, Türkiye’de Kemalizm [Atatürk İlke ve Devrimleri], Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Cumhuriyet rejimin korunması için çok güçlü bir ortak payda oluşturmaktadır. Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı temel güçlük, AB’ye üye olabilmek amacıyla gerçekleştirdiği reformların günü geldiğinde Türkiye’nin ulus birliğini ve ülke bütünlüğünü muhafaza etmede sorun yaratması ve belirtilen ulusal değerlerin zamanla hızlı bir aşınmaya maruz kalmasıdır. AB’ye üye olma yolunda, ulusal değerleri aşındırılmış bir Türkiye; Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde yer almaya uygun hale gelmiş olacaktır.
Buradan çıkarılan sonuç şudur: AB’ye girebilme uğruna temel kazanımlarını feda eden Türkiye Cumhuriyeti, bu noktadan sonra geri dönüş yapmayı gerçekleştirebilme gücünden yoksun kalmış olacaktır. Türkiye’nin bu konuda sağlam bir duruş gösterebilmesi, bekası açısından büyük önem taşımaktadır. ABD ve AB’nin Türkiye’ye bakış açısı, Türkiye’nin Avrasya’da, ABD ve AB çıkarları doğrultusunda merkezde yer alacağı Büyük Ortadoğu’dur.
Türkiye’nin AB’ye girebilmesi için ileri sürülen koşullar çerçevesinde gerçekleştirdiği ya da gerçekleştirmeye kararlı olduğu siyasal ve ekonomik reformların ortaya çıkardığı sonuçlar şimdiden tehlike işaretleri vermeye başlamıştır. Ulus-devlet olma özelliği ve toprak bütünlüğü aşınmaya uğramış bir Türkiye’nin AB’de yer alması Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırıdır. AB dışında tutulacak bir Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Birliği içinde elde edeceği konum, Türkiye’nin ulusal hak ve menfaatlerini korumada yeterli olamayacaktır. Çünkü projenin temelinde bölge ülkelerinin hak ve menfaatleri yerine, ABD ve Batının hak ve menfaatleri ön plana çıkmaktadır. ABD’nin ulusal çıkarlarını gerçekleştirme doğrultusunda, toprak bütünlüğü de dahil olmak üzere, gelecekte birçok konuda Türkiye’yi karşısına alacak hareket tarzları izleyebileceği hiçbir zaman dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.
ABD’nin Karadeniz’de Romanya ve Bulgaristan’da deniz üslerine sahip olma girişimi, Türk Boğazlarının bugünkü statüsünü belirleyen Montrö Anlaşmasında tadilat yapılmasını gündeme getirebilecektir. Rusya Federasyonumun bu girişime katkıda bulunarak, ABD ile ortak hareket etmesi muhtemel görülmektedir. Türkiye bu konuda da ivedilikle tedbir geliştirmek zorundadır. ABD bölgedeki bazı ülkelerde “Stratejik Ortak” yaklaşımıyla etkinlik göstermektedir. Stratejik ortak olabilmenin iki temel koşulu vardır: Ulusal hedeflerde beraberlik! Ulusal çıkarlarda beraberlik!
Çok sık gündeme gelen Türkiye-ABD stratejik ortaklığı terimi; Türkiye ve ABD’nin Kuzey Irakla ilgili değerlendirmeleri, bölgede faaliyet gösteren yasa dışı terör örgütlerine bakışı, Ortadoğu yaklaşımlarında beraberlik sergilemekten uzaktır. ABD, Irak Harekatı nedeniyle Türkiye’de asker konuşlandırabilme imkanına sahip olsaydı, belki de Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleşmesi için kısmi bir alt yapı oluşturmuş olacaktı.
Ne var ki, bunu sağlayamamıştır. ABD bu sonuçtan çıkardığı dersle bölgeyi yeniden şekillendirme projesinin ne kadar isabetli olduğunu düşünmektedir. Büyük Ortadoğu Birliği içinde, ulus-devlet olma özelliğini yitirmiş ve toprak bütünlüğü parçalanmış devletlerin kimliksiz-kişiliksiz hale getirilmiş toplumları, yaşamlarını sürdürmede egemen devletlerin iradesine bağlı olacaktır. Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesini aşma hedefi; Büyük Ortadoğu Birliği içerisine dahil olmasıyla birlikte, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir beklenti olarak kalacaktır. Türkiye uzağı görmek zorundadır
Kaynak: http://www.serenti.org/buyuk-ortadogu-projesi-ve-turkiye-bir-demokrasi-masali/
[status draft]
BOP DOSYASI DOSYASI : BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİNİN YENİ GÖRÜNÜMÜ
Büyük Orta Doğu Fas’tan Pakistan’a, Türkiye’den Sudan’a kadar büyük bir coğrafyada yeni bir politik görünüm yaratılmasına yönelik jeopolitik bir projedir. ABD’nin 43’üncü Başkanı George Bush’un 2003 yılında ileri sürdüğü “Büyük Orta Doğu” kavramı, ABD’nin “uluslararası terör” olarak adlandırdığı düşmanla mücadeleye, Orta Asya’dan Körfez bölgesine kadar uzanan petrol kaynakları üzerinde denetime, yeni süper güç merkezlerini (Çin, Rusya ve Hindistan) etkisizleştirerek İslam dünyasında nüfuz sahibi olmaya yöneliktir.
Bilindiği gibi, bu coğrafya temelde Müslüman ülkeleri kapsıyor. Yeni binyılda jeopolitikada İslam unsuru daha güçlü bir anlam taşımaya başlamıştır. Tarihsel Batı’nın egemen devletlerin müdahalesi ile İslam ideolojisinden politik unsur olarak kullanılması bir gerçektir. Batı; Vahabilik mezhebinin, Taliban’ın, El Kaide terör örgütünün oluşturulmasında parmağı olduğunu da aslında yalanlamıyor.
Ne yazık ki, günümüzde İslam ve köktencilik (radikalizm), hatta İslam ve terör kavramlarını bir arada kullananlar Batı’nın bu müdahalelerini hatırlamak bile istemiyor. Fakat tarihsel olgular, kökten dinci İslami birçok örgüt ve tarikatın, Batılı bazı güçlerin gözetimine her zaman sırtını dayadığını kanıtlıyor. İngilizlerin gözetiminde kurulan Vahabilik bugün diğer Batılı destekçilerin desteği ile oluşturulan yeni radikal dini akımlar simgesinde bu jeopolitik eğilimi sürdürüyor.
Hatta süregiden Arap uyanışının temel politik aktörlerinden olan “Müslüman Kardeşler”in de Batı ile ilişkileriyle ilgili birçok haber, günümüz dünya basınının sayfalarını süslüyor. Fakat politik senaryoların şimdiki durumundan farklı olacak bir “B planı” sırasında “Müslüman Kardeşler”e nasıl bir rol verileceğini önceden bilmek oldukça zordur.
Tarihe bakarak bir karşılaştırma yaptığımızda, Sovyetlerin Afganistan çıkartması sırasında Taliban’ın oynadığı rolle bugün Arap uyanışında Selefilerin ya da “Müslüman Kardeşler”in rolü arasında bir benzerlik görülmektedir. Arap dünyasında ve genel olarak Orta Doğu’da politik olayların farklı bir seyir alması durumunda bu dini gruplara Taliban gibi terörist sıfatının verilmeyeceğine ise kimse güvence vermiyor.
Bölge ülkelerinde yaşanan olaylar, dışarıdan müdahalelerle meydana gelmekle birlikte, tam olarak denetim sağlanamıyor. Süreçler oldukça hızlı, dış güçlerin ve içerideki oyuncuların amaçları ve elde ettikleri çoğu zaman birbirinden farklıdır. Hatta süreçlerin aksi tesir göstereceği, Batı’nın çıkarlarına karşıt duruma dönüşebileceği bile beklenebilir.
Batı ve İslam: Dönüşüm Dönemi
Böylelikle, son yüzyılda Batı’nın İslam dünyasına yaklaşımında ciddi dönüşümler gerçekleşiyor. II Dünya Savaşı’na kadar Batı’nın sömürge ağında bulunan Müslüman ülkeler, sonraki dönemde yine Batı’nın desteklediği rejimlerle yer değiştirdi. Temelde, militanların elinde bulunan bu rejimler, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve onun bölgedeki müttefiklerine karşı ana kalkan oldu.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yeni bir ilişki şekline gereksinim oluşmuştu. Bu süreç 2 yönde kendini daha belirgin şekilde gösteriyordu: İlk olarak, Batı toplumunun genelinde İslam’ın dini değerlerine ve Müslümanlara karşı olan tutum.
Bilindiği gibi sömürge politikası çöktükten sonra Batılı ülkelerin ön ayak olduğu göç politikası sonucunda Avrupa’da Müslümanların sayısı kat kat arttı. Müslümanlar artık Batı toplumunun içerisine girmeye başladı ve burada kendilerine has bir yer edindiler. Bugün Fransa, İngiltere, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinin artık vatandaşı olan Müslüman göçmenler, Batı toplumu içerisinde eşit haklar kazanmaya çalışıyorlar.
Şimdilik genel eğilim, Avrupa’da mevcut egemen güçlerin bu göçmenlerin, onların ulusal ve dini değerlerini dikkate almadan, Batı değerleri etrafında birleştirilmeye çalışılmasıdır. Fakat bu politika artık işlevsiz kalıyor. Bunun içindir ki, Fransa’da türban, İsviçre’de ise minarelerle ilgili sevimsiz konular ortaya çıkmıştır. Batılı önderlerin kendilerinin fikir babası olduğu çok kültürlülük politikasının çöküşe uğradığını vurgulamaları rastlantısal değildir. Böylece, Müslüman göçmenlerin nesillerinin artık Batı toplumunun iç bileşenine dönüşmesi ve Batı’da İslam’ın rolünün ve imgesinin günden güne yaygınlaşması, Batı-İslam ilişkilerinin ilk yönünün temel niteleyici (karakteristik) özelliği olarak düşünülebilir. Uzun yüzyıllar İslam dini mensuplarına düşman gibi bakan Batı toplumu için bu gerçeğin kabul edilmesinin hiç de kolay olmadığını da not edelim.
Batı-İslam ilişkilerinde ikinci yön ise, dünya düzeninde İslam dünyasının rolünün değişmesiyle ilgilidir. Artık, büyük hidrokarbon rezervlerine sahip ve stratejik coğrafi konumda bulunan Orta Doğu ülkelerinin, eski yöntemle yönlendirilmesinin olanaksız olduğu da bir gerçektir. Aynı zamanda, İslam artık jeopolitik bir unsur olarak da jeopolitikada ağırlığını koymaktadır. Bu durumda, Batı uzun yıllar iş birliği yaptığı rejimlere sırtını dönmüş ve oluşan boşluğu artık askeri rejimlerle değil, dinî politik güçlerle doldurmak durumunda kalmıştır. Bu dönüşümü artık kökleşmiş olan rejimlere kabul ettirmek kolay olmadığı için de süreç kanlı “Arap uyanışı” ile beraber görülmektedir.
Buna paralel olarak, küresel çapta kamuoyunda İslam ve terör ile İslami köktencilik gibi uzaktan yönetilen süreçlere karşı propagandalar yönünde de çalışmalar yapılmaktadır. Yani, gerçeklik ve görüntü birbirinden tamamen farklıdır. Bu farkın daha da derinleşmesinde, Batı’nın medya tekeli ve sivil toplum örgütleri ağının yarattığı sanrı da rol alıyor.
Böylece, tüm bu jeopolitik eğilimler ışığında Büyük Orta Doğu projesi, yeni binyılda İslam ülkeleri coğrafyasında yeni görünümün ana hatlarının belirlenmesine yönelmiştir.
Büyük Orta Doğu Projesi Çerçevesinde Türkiye-Suriye İlişkileri
Bölgede yaşanan olaylar, Büyük Orta Doğu projesinde değişiklikler yapılmasını gerektirmektedir. Bu projenin hazırlanmakta olduğu dikkate alındığında, çevik tepkiler için taktik değişikliklerin yapılması hiçbir güçlük yaratmamaktadır. Bu açıdan, Suriye’de savaşın Batı’nın beklediğinden uzaması ve niteliğinin değişmesi (rejim yanlıları ve karşıtları arasında bir iç savaşa dönüşmesi) Büyük Orta Doğu projesinde yeni adımlarla sonuçlanıyor.
Meseleye bu açıdan yaklaşıldığında, Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleştirilmesi, Orta Doğu barış sürecinde Türkiye’ye verilen rolün arttırılması, Türkiye’de PKK terör örgütü ile barış görüşmeleri, PKK’nın Suriye savaşında aktif bir katılımcıya dönüşmesi Büyük Orta Doğu’daki yeni görünümün ana hatlarıdır.
Bu aşamada, Suriye’de savaşın gecikmesi yeni taktik çalışmalara neden oldu. Bu açıdan, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin son 1 ayda 2 kez Türkiye’ye gezi düzenlemesinin, Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşme sürecinin başlaması ile üst üste gelmesini bir rastlantı kabul edemeyiz. Türkiye’nin bölgedeki rolünün artırılmasının karşılığında, Suriye ile ilgili kritik aşamada bu ülkeden bazı taleplerde bulunulacağı öngörülebilir.
Bazı uzmanlar, J. Kerry’nin Türkiye gezisi sırasında Ankara’yı İsrail-Filistin barış görüşmelerine davet ettiğini düşünüyor (Aslı Aydıntaşbaş. Orta Doğu’da Barış için Türkiye’ye Davet. Milliyet gazetesi. 8 Nisan 2013). Yani, Türkiye-İsrail ilişkileri, Türkiye’nin talepleri yerine getirilerek normalleştiriliyor. Buna ek olarak ise, Türkiye İsrail-Filistin çatışmasının çözümünde ön plana alınıyor.
Türkiye-Irak ilişkilerinde de iyileşme gözleniyor. Bir süre önce Türkiye’yi Irak’ın içişlerine karışmakla suçlayan Irak Başbakanı Nuri El Maliki 5 Nisan’da gazetecilere yaptığı açıklamada; “Irak’ın ortak çıkarlar, karşılıklı saygı ve komşuluk temelinde Türkiye ile yakınlaşma doğrultusundaki her adımı alkışladığını” bildirmiştir. Son dönemde iki ülke arasındaki ilişkilerin gerginleşmesi, aynı zamanda geleneksel Sünni-Şii çatışması ekseninde Nuri El Maliki’nin bu açıklaması, politik süreçlerinin arka hususlarına işaret ediyor.
Diğer taraftan, Türkiye’de “Kürt açılımı” adını alan görüşmeler sürecinde PKK terör örgütü üyelerinin ülkeyi silahları ile birlikte terk etme taleplerini ortaya koymaları, Suriye olaylarıyla ilişkili bir adımdır; çünkü yaklaşık olarak aynı dönemde Suriye’de savaş başladığından bu yana ilk kez, B. Esad rejimi Kürtlerin yaşadığı Gamışlı (Türkiye sınırı) ve Halep’in Kürt mahallelerini vurmuştur. PKK terör örgütünün Suriye kanadı PYD etkin şekilde savaşa katılmıştır. Terörist Kürt grupların savaşı tek bir ülkede sürdürme talimatı aldıkları ve bu yüzden silahları ile birlikte Suriye’ye geçmek istedikleri görülüyor.
Böylelikle, Türkiye’nin bölgesel önder olduğu bir gerçektir ve bu bölgede nüfuz savaşı yürüten tüm güçler, bu gerçekle karşı karşıya kalmaktadır. Sadece Büyük Orta Doğu projesinde temel hedef ülkelerden birinin Türkiye olduğu dikkate alındığında, bu senaryolar Türkiye’nin lehine olmuyor. Türkiye’nin bölgede bağımsız politika yürütmesinin süper devletlerin işine gelmediği görülüyor. İşte bu nedenle Büyük Orta Doğu projesi, Türkiye’nin tüm komşu devletlerle sorunlarının çoğalması yönüne yönelmiştir.
Dr. Arastu HABIBBEYLI
[status draft]
MK ULTRA PROJESİ /// PROF. DR. NEVZAT TARHAN : PSİKOLOJİK SAVAŞ Gri Propaganda ve NÖRO-PSİ KOLOJİK CHECK UP
PSİKOLOJİK SAVAŞ [Gri Propaganda]
Prof. Dr. Nevzat Tarhan
Psikolojik savaşta bir toplumun ruh ve beyni etkilenmeye çalışılır. Prof. Dr. Nevzat Tarhan son kitabı Psikolojik Savaş’ta bu teknikleri, insan ve toplum psikolojisi üzerindeki etkilerini konu ediniyor.
Tarihin bilinen ilk savaş tekniği kitabının yazarı olan Çinli kumandan Sun Tzu, kitabının büyük bir kısmını rakibin psikolojik olarak çökertilmesi üzerinde durur. Askeri strateji ve taktiklerin en önemlilerinden biri de Psikolojik Savaş teknik ve taktikleridir. Belirli bir amaca yönelik, uzun vadeli plan ve stratejilerle yapılan psikolojik savaş hem sıcak hem de soğuk savaş dönemlerinin en çok başvurulan mücadele yöntemlerinden biri olmuştur.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Timaş Yayınları arasında piyasaya çıkan yeni kitabı Psikolojik Savaş’ta askeri bir kavram olan bu terimin günlük hayatımızda nasıl kullanıldığını Türkiye ve dünyadan örnekler ışığında tarihten günümüze bilimsel olarak inceliyor.
Psikolojik Savaş; klasik anlamdaki savaşın kazanılması veya kaybedilmesinde, savaştan sonra da üstünlüğün devam etmesinde yahut sorunların çözülmesinde insanların ruh haline etki ederek sonuç almak olarak tarif ediliyor.
Kitapta; klasik psikolojik savaş bilgileri dışında, bilgi savaşı, elektromanyetik savaş, beyin kontrolü, propaganda yöntemleri ve bilgisayar devrimi, Internet taarruzu, tarihsel bilgiler, gelişen intihar eğilimleri, baskıcı kültürlerin etkileri, itaat kültüründen demokratik kültüre geçiş, psikolojik savaşta rol alanların ruh hallerinin tahlilleri, insanın ruh hallerinin nasıl etki altına alındığı gibi alt konular da işleniyor.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan kitabın yazılış amacını şöyle açıklıyor: “ Hile ve aldatmaların etkili olabilmesi için, gizli kalması gerektir. Amacımız hile ve aldatma yöntemlerinin bilinmesini sağlamakla toplumsal ahlaka hizmet etmektir. Psikolojik savaşta yenilen taraf, bilgi gücü zayıf olan taraftar. Doğru insanların ayakta kalmak, toplumun geleceğinde söz sahibi olmak gibi bir kaygıları varsa bu kitabı okumaları önemlidir.”
Kitapta Türkiye gündemini de yakından ilgilendiren konulara temas edilmiş. Darbe öncesi medya ve diğer iletişim organları kullanılarak oluşturulan sahte tehdit ortamının nasıl yapıldığı; BÇG olarak bilinen, Batı Çalışma Grubu’nun 28 Şubat öncesinde kamuoyunu nasıl yanlış bilgilendirerek tehdit ve tedirgin edici bir zemin hazırladığı ve siyasi hareketlerin kamuoyu desteği sağlamak amacıyla yaptıkları beyin yıkama faaliyetlerine ilişkin ilgi çekici analizler kitabın başlıca ilgi konularından biri.
Timaş Yayınları Tel: 0212 665 35 56–57
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Giriş
Birinci Bölüm
Askeri Psikolojik Savaş
Geleceğin savaşları
Psikolojik savaşın stratejik amaçları
Psikolojik savaşın taktik hedefleri
Kuvvetlere karşı psikolojik savaş
Psikolojik savaşın çeşitleri
• Stratejik amaçlı psikolojik savaş
• Taktik psikolojik savaş
• Takviye edici psikolojik savaş
• Provokasyon tipi psikolojik savaş
Bir BÇG yanıltması
Psikolojik savaşta bir hedef: TSK
İkinci Bölüm
Propaganda ve Beyin Yıkama
Propaganda nedir?
Planlama yapılması
Propaganda türleri
Beyaz propaganda
Gri propaganda
Kara propaganda
Silahlı propaganda
Karma propaganda
Echelon nedir?
11 Eylül’de Echelon ne oldu?
Propagandanın başarısı
Propagandanın kullanılışı bakımından türleri
Stratejik propaganda ( Beyin yıkama)
Taktik propaganda
İşgal propagandası
Karşı propaganda
Savunucu psikolojik savaş
Propagandanın bazı özellikleri
Gizli düşman faaliyetleri
Casusluk ve propaganda
Beşinci kol faaliyetleri
Kontrollü gerilim stratejisi
Fil yöntemi
İtaat kültüründen demokratik kültüre
Roma ve itaat kültürü
Demokrasi ideolojisi
Üçüncü Bölüm
Beyin Kontrolü Nedir?
Tarihten örnekler
Hangi yöntemler uygulanıyor?
Kimyasal yöntemler
Psikiyatride tedavi amacıyla kullanılması
Hipnozla beyin yıkamak
Elektromanyetik etkileme mümkün müdür?
Mikrodalga ile beyin kontrolü
Elektronik parça yerleştirmek mümkün mü?
Yeni bir gelişme
Duyu ötesi algı
Elektromanyetik kirlilik ve beyin sağlığımız
Cep telefonlarına dikkat
Dördüncü Bölüm
Direnme Doktrini
Sivil itaatsizlik
Gandhi örneği ve cesurların silahsızların direnişi
Badşah Han örneği
İslam coğrafyasında direniş
Anadolu’da sivil direniş
Beşinci Bölüm
Küresel Tehlike
Yeni strateji: Küreselleşme ve yeni dünya düzeni
Küreselleşme ve ahlâk
Küresel narsisizm
Duygusal zekanın çıkışı
Küresel ahlâk ilkeleri
İntihar salgını geliyor!
İntihar hızı artıyor mu?
İntiharın felsefesi
İntihar için risk grupları
Depresyon ve intihar
Gençlik intiharları
Yaşlılık intiharları
Gençliğin çığlığı
Yöntem olarak şiddet
Şiddetin sistemli biçimde kullanımı
Araplar neden Gandhi çıkartamıyorlar?
Psikolojik yaralanmalar
Altıncı Bölüm
Psikolojinin Bugünü
Gelecek bilimi
Genel sistemler kuramı
Duygular mantıklı olmak için gereklidir
Duyguların biyolojiktemelleri
Duygusal körlük
Ahlâkın Biyolojik Temelleri
Yedinci Bölüm
Kavga Çıkaran Kişilikler
I-Paranoid Baskıcı Ruh Hali
Her şey büyüteç altında
İstihbaratçı olurlar
Şeref ve sadakat düşkünlüğü
Bulaşıcı paranoya
İnternet’teki paranoidler
Kıskanç canavarlar
Paranoid kişi, iki şeyi öğrenirse paranoidlikten kurtulur!
Bir test
Paranoidlere karşı beş şeyi unutmayın
Paranoid ruh halinin toplumsal sonuçları
Politikada paranoid hal
Elinde silah varsa!
Hangi davranışlar paranoyayı arttırır?
II-Obsesif Baskıcı Ruh Hali
Çalışma tutkunudurlar
Kusursuzluk meraklısı olmak
Ayrıntıcıdırlar
Tutucudurlar
Esnek olamazlar
Dürüsttürler
Kararsızdırlar
Düşmanlık duyguları fazladır
Duygusal kabızdırlar
Suçlayıcı ve yargılayıcıdırlar
Olumsuz senaryolar yazarlar
Savaş stratejisi
Siz baskıcı obsesif iseniz?
Bir test
Baskıcı kültür
Püriten ahlâk
Püritenlerin kontrol duygusu
Toplumsal etkisi
Baskıcı yöneticilere nasıl davranılmalı?
III-Narsisistik Ruh Hali
Büyüklük hastalığı
Hitler bize ne öğretti;
Kavgaya götüren kişilik
Bireysel narsisizm
Temel özellikleri
Narsisistlerin korkuları ve başarıları
Öncelik içgüdüsü taşırlar
Satışı iyi yaparlar
Çok çalışırlar
Yarışmacıdırlar
Eleştiriye tahammülsüzdürler
Yardım sevmezler
İlk aşkları kendileridir
Tatminsizdirler
Güçlü insanlar yanlarında barınamaz
Bir test
Narsisistlere nasıl davranılmalı?
IV-Yalancı Ruh Hali
Kimler yalancı olabilir?
Sokrates’in üç filtresi
Antisosyal kişiler
Maganda antisosyaller
Satıcı antisosyaller
Antisosyallerle baş etmek
Onları düzeltmeye çalışmayın
Sınırlarınızı belirleyin
Bir test
Politik yalancılık
V-Oyuncu Ruh Hali
İlgi açlığı çekerler
Girişkendirler
Övgü ile beslenirler
Duygusaldırlar
Rol yapmaları doğal halleridir
Fiziksel çekicilikte çok başarılıdırlar
Kendilerini tanımazlar
Hastalık icat ederler
Her şeyi abartırlar
Oyuncu kişiliklerle savaş stratejileri
Oyuncu tiplerin bazı özellikleri
VI-Psikolojik Taciz, Mobbing
Fırça atmak
Mobbingzedeler de ne olur?
Motivasyon artırıcı teknik olabilir mi?
Siyasal mobbing
VII-Politik Liderlik ve Seçmen Davranış
Politik liderlik örneği
Seçmen kendini değerlendirme ölçeği
Sekizinci Bölüm
Korku Kültürü ve Eğitim
Özgürlük tehdit altında mı?
Devlet baba düşüncesi
Çözüm nedir?
Hak arama bilinci
Katılımcılık, sosyal patlamanın çözümüdür
Sürü içgüdüsüne dikkat
Değişime karşı korku
Demokrasi aileden başlıyor
Demokratik liderlik nedir?
Ulusal güvenlik sendromu
Duygusal hayatın eğitilmesi
Dokuzuncu Bölüm
Kültürlerin Çatışması ve İnsan Psikolojisi
Kültürel kimlik
Özgürlükten korkmamalıyız
Toplumsal güven sorunu
Kültürel İslâm
BEYİN İŞLEVLERİNİ ÖLÇEREK TEDAVİ : DÜŞÜNCE TEKNOLOJİSİNDE (THOUGHT TECHNOLOGY)
TÜRKİYE’DE ÖNCÜ ÇALIŞMALARIMIZ BEYİN “CHECK UP”ı
Bugün ABD’de zihinsel faaliyete önem veren, uzun ve nitelikli yaşamak isteyenlerin başvurdukları bir inceleme yöntemidir. Özellikle yönetici ve işadamları kendilerini zihinsel ve sinirsel testlerden geçiriyorlar ve öneriler alıyorlar.
Beyindeki biyolojik süreçlerin son ürünü olan biyoelektrik faaliyeti ölçmek, bir dizi "Nöropsikolojik Testler" ve "Kantitatif EEG" (Beyin Haritalaması) ile mümkün olmaktadır.
Psikiyatrik hastalıkların beyin hücreleri arasındaki kimyasal iletide bozulmayla ilişkili olduğu, bilimsel araştırmalarla ortaya konmuştur. Bu nedenle Nöropsikiyatrik bir bozukluğu olan kişinin klinik değerlendirmesinde, yaş grubuna göre beyin işlevlerinin normal olup olmadığını anlamak giderek daha çok önem kazanmaktadır.
Beyin tomografisi ve MR gibi görüntüleme yöntemleri ile beyinde tümör vb. gibi yer kaplayan kitleler olup olmadığı anlaşılır. Ancak beynin sağlıklı çalışıp çalışmadığı anlaşılmaz. Bu amaçla beynin işlevsel görüntülemesini yapmak ve çeşitli bilişsel yetileri ölçmek gerekmektedir.
Nöropsikolojik “Check Up”ın iki amacı vardır:
Birincisi; kişinin ruhsal durumunu taramadan geçirmek, stres düzeyini ve kişiliğini analiz edip bu kişiye danışmanlık sağlamak.
İkincisi; kişinin zihinsel durumunu taramadan geçirmek, anlama, kavrama, algılama, öğrenme, karar verme gibi zihinsel süreçlerini incelemek.
Nöropsikolojik (Beyin) "Check Up" programımızda 4 aşama vardır.
1. Bilgisayarlı EEG ve beyin dinamik haritası çekilir. (Sistem, FDA onaylıdır.)
2. Klinik değerlendirme yapılır, gerekli görülen kişilik testleri uygulanır.
3. Psikoteknik inceleme: Bilgisayar ortamında anlama, kavrama, dikkat ve bellek gibi bilişsel yetileri ölçen testler uygulanır. COGNITRON (Dikkat-Konsantrasyon), DAUF (Sürekli Dikkat), NVLT (Öğrenme Testi)(*)
4. Sonuçlar değerlendirilerek tedavi planı yapılır.
Beyin Haritalaması Görüntüleri – QEEG
Diğer Beyin Haritalaması Görüntüleri için Tıklayınız >>
NÖROPSİKOLOJİK “CHECK UP” HANGİ HASTALILARDA ÖNEMLİDİR?
– Çocuklarda ve gençlerde Dikkat Eksikliği, Hiperaktivite Bozukluğu, Öğrenme Güçlüklerinin ve çocuğun gelişim düzeyinin değerlendirilmesinde, Davranım Bozuklukları ve Otizmde;
– Başta Depresyon, Panik Atak gibi birçok rahatsızlıkların erken tanısında ve biyolojik boyutunu anlamada, koruyucu ruh sağlığı hizmeti olarak kişiye danışmanlık ve rehberlik yardımı vermede;
– Alzheimer Hastalığının erken tanısında;
– Unutkanlık yakınması olan, anlama ve kavrama güçlüğü çeken kişilerde ilaç gerekip gerekmediğine karar vermede kullanılır.
– Sonuç rapor halinde kişiye sunulur.
"Anlamakta güçlük çekiyorum, kafam bomboş, dalgın unutkan oldum, kelime bulmada zorlanıyorum, sözümün sonunu unutuyorum, dikkatimi toplayamıyorum, aradığımı bulamıyorum, çocuğum öğrenme güçlüğü çekiyor" veya “Eşim sinirli, kıskanç, mutlu değil, kişiliği değişti” gibi yakınmaları olanlara yardımcı olmak Memory Center’ın birincil görevidir.
BİYOLOJİK GÖSTERGE OLARAK
KANTİTATİF EEG (QEEG)/BEYİN HARİTALAMASI
Depresyon ve panik bozukluk başta olmak üzere pek çok psikiyatrik hastalığın biyolojik boyutu bilimsel araştırmalar ile doğrulanmıştır. Beyinde bazı alanlarda biyokimyasal düzensizlikle bu hastalıklar arasındaki ilişki laboratuar çalışmalarında gösterilmiştir. Ancak insan beynin olağanüstü karmaşık yapısı ve “dokunulmazlığı” bu ilişkinin ayrıntılı biçimde çözümlenmesinin önünde güçlü bir engel oluşturmaktadır. İnsan beyni direkt olarak görülemediği, diğer organlarda olduğu gibi bir parçası alınıp incelenemediği için araştırmacılar beynin çalışması hakkında “dolaylı” olarak bilgi verebilecek tekniklerden yararlanmaktadırlar.
Kantitatif Elektroensefalografi-Beyin Haritası (CEEG/MAP), saçlı deriden alınan beyin elektriksel aktivite kaydının analiz edilerek farklı frekanstaki dalgaların beyin üzerindeki dağılımını gösteren ve bu şekilde beynin çalışması hakkında dolaylı bilgi sağlayan bir tekniktir. CEEG, tedavi sonrasında da yinelendiğinde, tedavi ile sağlanan olumlu değişimi gösterebilmektedir. Örneklerdeki tedavi öncesi ve tedavi sonrasında elde edilen profillerden de anlaşılacağı gibi, tedavinin beyin kimyasındaki düzensizliği giderdiği biyoelektriksel aktivite kaydı ile gözlemlenebilmektedir.
Birçok ruhsal rahatsızlık beyin hastalığı olduğuna göre beyin işlevini anlamak ve izlemek etkin bir tedavi için önem taşımaktadır. Depresyon tedavisinde psikolojik veya sosyal boyutla birlikte biyolojik boyutun izlenmesi tedaviye dirençli durumlarda özellikle değerli ve önceliklidir. Memory Center olarak bu konuda yenilik sağladığımız için mutluyuz.
Erişkin, genç ve çocuklarda beyin işlevlerini ölçerek tedavi, psikiyatride özlenen ve hedeflenen bir amaçtır. Beyindeki biyolojik süreçlerin son ürünü olan biyoelektrik faaliyeti CEEG ile ölçmek mümkündür. Bu konuda çok sayıda geçerlilik, güvenirlilik çalışması yapılmıştır. Mevcut biyolojik göstergelerin içerisinde en kullanılabilir yöntemdir.
Beyin Haritalaması Görüntüleri
Diğer Beyin Haritalaması Görüntüleri için Tıklayınız >>
İLACIN BİYOYARARLILIĞINI ANLAMA
İnsan beynine etkili kimyasal bir maddeler olan psikotrop ilaçlar "uygun kişiye, uygun zamanda uygun şekilde verilmelidir" Özellikle senelerce kullanılacak bir ilacın biyoyararlığını ("bioavailibility") test etmemizin klinik önemi çok büyüktür.
Memory Center bünyesinde Kantitatit Farmako EEG sistemi ilacın insan beyninde Antidepresan, Antipsikotik, Antiankisiyete veya Kofgnitif Aktivatör etkilerinin olup olmadığı konusunda ön bilgi verebilmektedir. Bu bilgiler yüzde yüz kesinlikle olmasa bile duyarlılığı ve özgünlüğünü yükseltir.
Depresyon, Panik Bozukluğu, Hafıza Kayıpları, Demanslar, Alkolizm, Dikkat Eksikliği, Hiperaktivite Bozukluğu gibi birçok Nöropsikiyatrik hastalıklarda yardımcı bir yöntemdir.
Kırmızı Reçete gibi özel reçete ile yazılan (Ritalin…) ilaçların, çocuk ve gençlerde kullanımında bu test anlamlı ön bilgi verebilmektedir.
BEYNİMİZİN YAYDIĞI DALGALARI ÖLÇMEK VE MÜDAHELE ETMEK MÜMKÜN MÜ?
PSİKİYATRİDE YENİ TEDAVİ YÖNTEMİ
TRANSKRANİYAL MANYETİK UYARIM TEDAVİSİ (TMU)
Son 15 yılda kaydedilen teknolojik ilerlemeler beyinde hücresel elektrik akımını ölçmek ve değiştirmek konusunda bazı cihazların geliştirilmesini sağladı. Bu cihazlardan biri TRANSKRANİYAL MANYETİK UYARIM (TMU) sistemidir.
TMU nedir?
TMU’da saçlı kafa derisinin üzerine elektro manyetik bir bobin (coil) yerleştirilir. Kapasitörler de tutulan enerji ile manyetik alan oluşturulur. Bu manyetik alan 100-200 mikro-saniyede artıp azalma özelliğindedir. Bölgesel uygulanır. Dünyayı saran manyetik alanın 40,000 katı yüksekliğindedir. MR görüntülemede uygulanan manyetik alanla aynı şiddettedir. MR’daki manyetik alan statiktir, TMU’da değişkendir.
Elektriksiz Uyarımdır.
Bir tel bobinden akım geçirildiğinde bobine dikey manyetik alan oluşur. Karşı tarafta iletken ortam varsa o bölgede bir akım indüklenir. İndüklenen akım bobindeki akıma paralel fakat ters yöndedir. TMU uygulanmasında, dışarıdan elektrik akımı verilmeden güçlü ama kısa bir manyetik alan oluşturularak beyin aktivitesi değiştirilmekte ve tedavi etkisi oluşmaktadır.
Beyine etkisi nasıldır?
Beyinde hedeflenen alanda “nöronal depolarizasyon” dediğimiz değişim oluşur. Beyindeki hücrelerin elektriksel iletisine müdahale edilmiş olur. Beynin elektriksel ve kimyasal ileti ile çalıştığı düşünülürse beynin yeterli çalışmayan doğal süreçlerini harekete geçirici etkisi olduğu anlaşılır. Dışarıdan elektrik akımı vermeden, güçlü ama kısa bir manyetik alan oluşturarak tedavi etkisini oluşturur.
Elektrokonvülsif terapiden (EKT) farkı nedir?
EKT beyine doğrudan elektrik akımı verilerek uygulanır. Hastane ortamında ve genel anestezi altında yapılması gereklidir. TMU tedavisi ise ayaktan uygulanabilir, anestezi ya da analjezik gerektirmez. Çoğu kez hasta hafif baş ağrısı ve uyarım uygulanan yerde hafif bir rahatsızlık dışında herhangi bir olumsuz etki hissetmez.
Seansın süresi ne kadardır?
Hastanın bireysel ihtiyacına göre belirlenir. 5-30 dakika süre ile belirlenen sıklıkta, belirlenen frekans ve şiddette ritmik uygulama yapılır.
Yan etkisi var mıdır?
1985 yılından beri yapılan çalışmalarda hafif baş ağrısı dışında bir yan etkisine rastlanılmamıştır. Avrupa ve Kanada da resmen onaylanmış ve klinik uygulamaya girmiştir. (Tubitak Bilim Teknik, Eylül 2002)
Hangi hastalılarda etkilidir?
Şu anda öncelikle önerilen tedavi alanları; Tedaviye Dirençli Depresyon, Şizofreni ve Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Şizofreni ruhsal bozukluklarıdır. Gebelikte, emziren annelerde ve kalp hastalarında kullanılabilmesi, ilaç tedavisine bir üstünlüğü olarak dikkat çekmektedir. (Arch. Gec – Psychiatry. 1999; 56:300-311)
Nörolojide kullanımı nelerdir?
Konuşma Bozuklukları, Epilepsi, Parkinson ve bazı felçlerde kullanılmaktadır.
Çocuklarda kullanımı nasıldır?
Otizm ve hiperaktivite’de kullanım ile ilgili bilimsel çalışmalar sürmektedir.
Nasıl uygulanır?
Beynin işlevsel olarak fonksiyonel MRI veya Kantitatif EEG ile görüntülenmesinden sonra uygun görülen alanın belirlenmesi ve o bölgeye uygulanması önerilir. Depresyonda genelde sol ön alın bölgesine bobin yerleştirilir. Ritmik uyarılar verilir. 10-30 dakikalık seanslar halinde 10 seanstan az olmamak üzere uygulanır. Saçların temiz olması dışında bir ön hazırlığa gerek yoktur.
TMU ile ilgili Yurtdışı Web Sayfaları
http://www.musc.edu/tmsmirror/TMSresrc.html
http://www.biomag.helsinki.fi/tms/
http://www.biomag.helsinki.fi/tms/
http://www.psycom.net/depression.central.transcranial.html
http://splweb.bwh.harvard.edu:8000/pages/papers/ettinger/tms97/final.html
http://www.biomag.helsinki.fi/magstim.html
http://splweb.bwh.harvard.edu:8000/pages/papers/ettinger/tms.paper/text.html
http://www.ee.tut.fi/laitokset/rgi/Projects/stimu.html
http://www.musc.edu/tmsmirror/articles.html
Kaynak : http://www.mcaturk.com
MK ULTRA PROJESİ /// YUSUF ÖZBEK : ”BİLGİ EDİNME HAKKINIZI KULLANIN”
”BİLGİ EDİNME HAKKINIZI KULLANIN”
Sevgili Arkadaşlar…!
Ahmet Gülşen arkadaşımızın ”BİLGİ EDİNME HAKKINIZI KULLANIN” başlıklı forumu üzerine bu yazıyı yazmaya ve sizlerle Dr.Armen Victorian’ın Amerika’daki Bilgi Özgürlüğü Yasası’nın kapsamlıca kullanılması, insanların düşünme ve davranma şekillerini kontrol etme yolundaki gelişmelere ve insanların karşı koyma güçlerinin azaltılmasının nasıl mümkün olabildiği konularına ışık tutan ve kitap haline getirdiği çalışmalarını sizlerle paylaşmak istedim.
Bazılarının kaçınılmaz bir şekilde sansüre uğrayacağına ve hatta belki de hiç ortaya çıkarılmaması ihtimaline rağmen, yasa; herhangi bir vatandaşın belgelerin açıklanmasını talep edebilmesine imkan tanımaktadır.
Dolayısıyla, Ahmet GÜLŞEN kardeşimizi bu forumundan dolayı tebrik ediyor ve bu hakkın Dr.Armen Victorian tarafından kullanımı neticesinde elde edilen bilgileri sizlere sunarak neler olup bittiği konusunda bilgilendirmek istiyorum.
Okuyacağınız yazıda; ortaya konulan bilgilerin çoğu da bu hakkın kullanılması neticesinde elde edilen bilgilerin biraraya getirilmesi neticesinde olmuştur.
Aralık 1947’de CİA’nın kurulmasından yaklaşık beş ay sonra Milli Güvenlik Konseyi ilk toplantısınnı yapar ve Avrupa’daki psikolojik savaşla ilgili faaliyetleri başlatma emrini verir.
Neticede CİA resmen gizli bir hareket bölümü -Politika ve Koordinasyon Ofisi- kurmayı başarır ve hiç beklemeden, batılı demokrasi düşmanlarına karşı kullanmak üzere psikolojik savaş operasyonlarının ve tekniklerinin en verimli şekilde kullanılmasını araştıran proğram ve operasyonlara girişir.
194l’de Harbour’un Japonlar tarafından bombalanmasından iki ay önce Teknoloji Enstitüsü Dekanı tarafından, 25 paundluk bir atom bombasının yaklaşık 3,6 milyon paund değerindeki dinamitin etkisine eş bir patlamayı gerçekleştirebileceğini ve bunun Amerika’ya, bir sonraki savaşı kazanma avantajı sağlayacağını açıklaması üzerine Manhattan Projesi hayata geçirilir ve bombanın gerektiğinde Japonlara karşı kullanılmasına karar verilir.
”Ulusal Güvenlik” kılıfı altındaki birimler, suikast timleri- beyin yıkama proğramları-sivil casusluk-uyuşturucu kaçakçılığı- kanundışı silah ticareti-iç savaş çıkarma ve yabancı hükümetleri devirme dahil pekçok korkunç faaliyetlere girişirler ve insan davranışları ve dengesini kimyasal yöntemlerle zayıflatmayı içeren araştırmaları yapmakla görevlendirilirler.
Bu görevlendirme neticesinde rahatlatıcı ve gevşetici narkoz maddeleri kullanarak bir ”gerçek serumu” üretmeyi başarırlar, felce sebebiyet veren conch shell eklemsizinden elde edilen zehiri bulurlar. Amerikan Laboratuvarlarında çalışarak tabun ve sarin gibi zehirler ve sinir gazları geliştirirler ve ASKERİ İHTİYAÇLARIN AHLAKİ KAYGILARDAN BASKIN ÇIKTIĞI yönünde net bir karar alırlar ve RHIC olarak bilinen (Beyinlerarası Radyo-Hipnotik Kontrol) , insanların içine küçük alıcıların yerleştirildiği çalışmalara başlarlar, hafızayı silmek için hayvanlarda radarın (mikrodalganın) kullanıldığına dair çalışmalarına devam ederler ve deneylerinde insanları kobay olarak kullanırlar. Proje kapsamında olan bitenler sadece uyuşturucu maddelerin kullanılması ile sınırlı kalmayıp, duyumda azaltma oluşturulması, dini cemaatler, mikrodalga deneyleri, psikolojik şartlanma, psiko-cerrahi, beyin nakli ve daha başka pekçok araştırma alanı da bir çatı altında toplanır. (CİA tarafında ancak Bilgi Özgürlüğü Yasası’ndan sonra yayınlanan 215 bin sayfalık kayıtlar, bu proğramların sadece bir yönünü aydınlatmaktadır.)
Hipnotizmanın savaşta kullanılmasının önde gelen teorisyen ve savunucularından biri, bir parti esnasında orada bulunan misafirleri teorisine ikna etmek için iki arkadaşını gizlice hipnotize ederek, kurbanlarını İngiltere Başbakanı’nın oraya geldiğine inandırır ve bu iki insan hayali VIP misafiri ile bir saatten fazla konuşturulur.
İnsanlar üzerinde yapılan radyasyon deneyleri hakkında bir araştırma grubu oluşturulmasına karar verirler ve soğuk savaş esnasında gerçekleştirilen bir seri radyasyon deneylerine dikkat çekerler. Gerek radyasyonun insanların üzerindeki etkisini belirlemek için, gerekse de konvansiyonel operasyonlarda kullanım sahasını tespit edebilmek gayesi ile olsun, tam manasıyla insanları iyonize edilmiş radyasyona maruz bırakan deneyler yaparlar. Bu proğramı kimyasal-biyolojik ve radyolojik maddelerin insan davranışlarını kontrol etme hedefli gizli operasyonlarda kullanılmasına yönelik bir seri araştırma ve geliştirme projesi izler. CIA belgelerinden biri, bariz bir şekilde insan davranışlarını kontrol etme deneylerinde, radyasyon-elektrik şoku- psikolojinin çok sayıda dalı-toplumbilimi-antropoloji gibi ek yöntemlerin yanısıra, askeri araç gereçlerin kullanıldığını da göstermektedir.
CIA’nın insan davranışlarını kontrol proğramlarının başlıca ateşleyicisinin Sovyet, Çin ve Kuzey Kore’nin zihin kontrol teknikleriyle ilgili geliştirdikleri usüller olduğu bildirilmektedir. Bu bilgilerin ışığında, net kimlik oluşturulmasında gizli işaretleme olarak bilinen suni yollar önerilir ve yarı ömrüne kadar indirgenmiş radyoizotoplar, insan vücudundaki önceden belirlenmiş bölgelere ışınlanacak ya da enjekte edilecek çalışmalar başlatılarak ”uyuyanlar Laboratuvarı” denilen sistemi kurup çalıştırmaya başlarlar. Mahkumlar üzerinde deneyler yapabileceği bir Laboratuvarı açarak kullanırlar. 100 mahkum denek üzerinde yeni bir deneyle radyoaktif iyodin troidi, T-4 ise kandaki kırmızı hücrelerini sayısın artırırlar. Uyutma ışını (sleeping ray) üzerinde durularak ”yeni bir ışınsal enerji türünün beynin uyuma merkezine ya da uyanıklığı sonlandırmayı düzenleyen bölgesine yönlendirilmesi” söz konusu edilerek, bu yolla teknik ekipmanın bitişikteki bir odaya ya da yakın bir bölgeye kurularak, bundan habersiz birisinin aniden uykuya daldırılması mümkün hale getirilmesi başarılmış ve genellikle halüsinasyon etkisi yaratan uyuşturucu maddelerin kullanıldığı denemeler ele alınmıştır.
Devamında LSD uygulamalarına geçerler ve ”istemdışı deneme reaksiyokları’na özel bir önem verirler. LSD’nin deneklerin dışarıya bilgi vermesi konusunda oluşturduğu etki net bir şekilde ortaya çıkarılır. Daha sonra gelen gönüllü grup üyelerine LSD tesiri altındayken ne dereceye kadar yalan söyleyebileceklerini araştıran testler uygularlar. Aynı zamanda gönüllülere LSD’nin hafıza üzerindeki etkisini ölçmek için ”Hafıza Dağıtma Testleri” LSD alımından sonra basit motor reaksiyonlarındaki bozulmayı değerlendiren Özel Motor Tepki Hafızası Testi ve düşman sorgu atmosferlerini ve tam tecrit ortamlarını da kapsayan değişik fiziki koşullarda, LSD verilmiş kişilerin nasıl tepki gösterdiklerini belirlemeye yönelik çevre ve fiziki şartlar etkisi testleri uygulamasını gerçekleştirmişlerdir. Bir de deneğin LSD etkisi ve alışılmamış oranda yüksek stres altındayken bilgi gizleme yeteneğini tespit etmeyi amaçlayan ”Yapay Stres Ortamlarında Madde Etkisi Testleri” uygulamaları neticesinde LSD’nin denizaşırı ülkelerdeki operasyonlarda kullanılması amaçlanmıştır.
Bu çalışmaların hemen akabinde ”Arazi Testi” çalışmaları başlatılmıştır. Planın ayrıntıları üzerinde kafa yormak ve önerilen test için gereken insanları ayarlama görevi, Avrupa’daki Haberalma Birliklerine havale edilmiştir. Dikkat edilecek nokta, sözkonusu deneklerin gönüllü olmaması ve başka ülkelere mensup kişiler olmalarıydı. Bir başka çalışma ile de insan kan ve organlarının radyoaktif maddeden arınması süreciyle ilgili oranı belirlemek için hastane çalışmaları başlatılmış, araştırmacılar; akciğer-safra kesesi-troid bezi ve beyin arasına yerleştirilen bir gayger sayacı aracılığıyla, verilmiş kimyasal maddenin ne kadarının sözkonusu organ ve dokulara yerleştiğini doğruya yakın oranlarda tahmin etmeye çalışmışlar ve hamile kadınlara radyoaktif madde karışımları verilerek, maddelerin cenin üzerindeki etkisi araştırılmıştır. Bu araştırma neticesinde, radyoaktif bir maddenin tek-tek bireysel hedefler ya da bir kitlenin imhasında ölümcül bir silah olarak nasıl kullanılacağını ortaya koymuşlardır.
Yukarıda verilen bilgiler sadece yapılan çalışmaların bir kısmını göstermek için olup, sonuç olarak; gelindiği noktada duygu kalıpları, alçak ses taşıyıcı frekansların içine yerleştirilmiş, başka bir insanın zihninde aynı duyguların oluşturulması için kullanılabilecek aşamaya gelinmiştir.
YUSUF ÖZBEK
MK ULTRA PROJESİ /// BİR ZİHİN KONTROL KURBANI : ERTUĞ TAŞDEMİR
BİR ZİHİN KONTROL KURBANI : ERTUĞ TAŞDEMİR
Terör eylemlerinin engellenmesi, insanlık suçu işleyenlerin yakalanması ve bu tür suçlara mani olunması gibi insani amaçlarla yapıldığı iddia edilen çalışma, ABD Ulusal Güvenlik Birimi (NSA) tarafından yürütülüyor. Bu projenin kötü amaçlarla kullanıldığını düşündüğünüz zaman ise ortaya çıkan manzara korkutucu.
Aslında, sadece ABDde değil, gelişmiş pek çok ülkede, kurum ve kuruluşlarda çalışmalar yapılıyor. ABD Güvenlik Birimi tarafından insan beyinlerinin kontrolü için kurulan birimlerden biride MKULTRA. Bu birimin, kimyasal, biyolojik ve radyolojik maddelerin insan davranışlarını kontrol etmeye yönelik bir dizi gizli araştırma yaptığı iddia ediliyor. "Zihin Kontrolüne" ilişkin ilk çalışmalar, Hitler Almanyası`na kadar dayanıyor. Bu teknolojide ABDnin yanı sıra Ruslarında önemli yol kat ettiği aktarılan bilgiler arasında.
Yapılan deneylerde aralarında Türklerinde bulunduğu birçok denek kullanılıyor. Denek olduğunu iddia eden isimlerden biri de Ertuğ Taşdemir … 1991 yılında İsveçte lokanta işletmeciliği yapan Ertuğrul Taşdemir, İsveç gizli servisi tarafından gözaltına alınıyor. Gözaltı süresince, elektromanyetik ışınlarla beyin kontrolüne maruz kaldığını söyleyen Taşdemir, bu konuda hakkını savunmak için çeşitli ülkelere başvurduğunu, yaptığı tüm başvuruların değerlendirilip olayın doğrulandığını ama çok fazla bir şey yapılmadığını söylüyor.
Neden gözaltına alındınız?
Aslında onu tam olarak bende bilmiyorum ama İsveç`te lokanta işlettiğim sıralarda, İsveç Gizli Servisi elemanları, "PKKnın üst düzey yetkilileri ile servis arasında ajanlık yapmamı" istediler.
Kabul etmedim. Benim İsveçte çevrem çok genişti. Dev-Sol üyesi arkadaşlarım vardı. Sadece Dev-Sol değil her kesimden insanla yakın ilişki içindeydim. Gözaltına alındığım sırada, "Senin suçun bu" diye bir suç belirtmediler. Ama daha sonra, yapmadığım halde insanları tehdit ettiğimi, adam öldürdüğümü filan söylediler. Gözaltı süresinin sonunda serbest bırakıldım.
Gözaltında neler yaşadınız?
"Gözaltına alındığım ilk gün bir hücreye kapatıldım. Hücreye girdikten 10 k. Sonra nerden geldiği belli olmayan sesler duymaya başladım.
Duyduğum seslerde Türklere küfür ediyor, beni öldüreceklerini söylüyorlardı. İlk önce hücre içinde bir ses sistemi olduğunu ve yayınların oradan yapıldığını düşündüm. Bu sırada, vücudumda kızarıklıklar ve morluklar oluşmaya başladı. Aradan belli bir süre geçince tuvalete gitmek istedim. Hücreden çıkardılar.
Orada dikkatimi başka bir şey çekti. Hücre dışına çıkıp uzaklaşmama rağmen sesler aynı düzeyde devam ediyordu. Ne olduğunu o an anladım. Sinir bozucu sesler duymaya devam ediyordum. Bu arada tekrar hücreme geldim. Aradan birkaç gün geçti. Dua edip, "Hasbinallah ve ni`mel vekil… diyordum. O anda bir ses duydum. Yayında bana, "Senin şifreni çözdük "diyorlar ve düşüncelerimi bana başka bir sesle söylüyorlardı. İlk kez o an korktum. Çünkü ben ağzımı bile kıpırdatmıyordum ve benim aklımı okuduklarını anladım. Ne düşünsem cevap veriyorlardı. Yayınlar elektromanyetik dalgalarla direkt beynime yapılıyordu. Önceleri sakindim ama daha sonra panikledim ve delirmiş numarası yaptım. Hücredeki çarşafı yakıp, beni hastaneye götürmelerini istedim. Gelip beni aldılar. Beyaz önlüklü insanların olduğu bir odaya gittik. Aslında orası hastane değildi. Bana beyaz renkli bir sıvı içirdiler ve tekrar odama geldim. Sonra uyumuşum.
Kendime geldiğimde dudaklarım ve dilim şişmişti. Hiçbir şeyi hatırlayamıyordum, konuşamaz haldeydim. Halüsinasyonlar görüyordum.
O an bunların teknolojide oldukça ileri olduklarını ve beyin kontrolü yaptıklarını anladım. Üstelik sadece kontrol etmiyorlar, düşüncelerimi de okuyabiliyorlardı. Çünkü bugüne kadar aklıma hiç gelmeyenleri düşünüyordum. Daha sonra mahkemem yapıldı ve serbest bırakıldım. Oradan ayrıldım ama sesler kesilmedi. Aynı küfür ve sesleri duyuyordum. Aradan yıllar geçti ve hala sesleri duymaya devam ediyorum. Bunun yanında lazer saldırıları oluyor. Bu saldırılar her zaman etkili değil ama elektromanyetik dalgaların yüksek olduğu bir alana girdiğim zaman etkili oluyorlar.
O anda dengemi kaybediyorum ve ölüyorum sanıyorum. Bütün vücudumda morluklar oluşuyor. Hücrede vücudumda oluşan morlukların nedeni de bu saldırılarmış. Birçok uzmana gittim ve onlarda beni kontrol ettiler. Anlattıklarımı doğrulayıp, vücudumda ağır hasar olduğunu tespit ettiler.
Çekilen beyin filmimde, beynimde ağır hasar olduğu tespit edildi. Doktorlar o yıllarda nasıl hayatta kaldığıma şaşırdıklarını söylediler. Gözaltı süresinin ardından mahkemeye çıkarıldım. Mahkemede, vermediğim halde ifademi benim sesimden kasede kaydetmişler. Bana dinlettiler. Ama benim söylemediğim şeylerdi. İfademi dinlerken, "Dermed" diye bir kelime dikkatimi çekti. Çünkü bu kelimenin anlamını hiç bilmiyordum. Bunu hakime söyledim;"Bu ses benim ama ben konuşmadım. Bu kelimenin anlamını bile bilmiyorum hayatımda hiç kullanmadım. Bunun üzerine birkaç sorgudan sonra serbest bırakıldım"-Daha önce beyin kontrol operasyonları ile ilgili bilginiz var mıydı?
– Hayır, yoktu ama olanlara dayanabilmek için o anda durumu çözmek gerekiyor. Yoksa çıldırdığınızı düşünürsünüz. Ben kendimi ve psikolojimi iyi biliyorum. Durumu fark etmemde psikolojimi iyi bilmem etkili oldu. Hücrede, elektromanyetik dalgalarla gördüğüm işkence sırasında, ters bir şeylerin olduğunu anladım. Sanki hissediyormuşum gibi aklıma bir şeyler geliyordu, sonra onlar gerçekleşiyordu. Yani bir bakıma olacakları bana o seslerle önceden söylüyorlardı. Sonrasında ise olay gerçekleşiyordu. Amaç benim akli dengemi bozmaktı. O seslerde "biraz sonra seni dışarı çıkarıp, öldürmeye götürecekler" diyorlardı, sonra gerçekten birileri gelip beni, öldürmek için dışarı çıkaracaklarını söylüyorlardı.
Hatta bir keresinde, `öldün` diye tabuta bile koydular.Özkaya; "Tarikatlarda da beyin yıkanıyor"
"CIA Belgeleriyle Zihin Kontrol Operasyonları" kitabının yazarı Ömer Özkaya ise daha çarpıcı gerçeklere dikkat çekiyor. Özkaya; devletin devlet olma özelliği sağcı, solcu, dinci ve bunun gibi farklı kesimleri içinde bulundurmasından geçtiğini söylüyor. Kısacası; devletler çeşitli grupları içinde barındırıyor çünkü insanların özgür düşünme hakları var ve buna göre yaşıyorlar. Devletin devlet olmasında saklı olan diğer özellik ise, bu grupları kontrol altında bulundurmasında yatıyor. Bunun yanında bazı devletlerin diğer ülkelerde de etkin olmaya çalıştığını, bu nedenle o ülkelerde insanların toplu olarak bulundukları grupları kontrol altına almak için çabaladıklarına dikkat çekiyor. Özkaya, Türkiye`deki birçok
tarikatın arkasında da gizli servislerin olduğunu iddia ediyor.
Onlara göre bu tarikatlarda bulunan insanlar toplu olarak kontrol ediliyor. Kontrol, adı geçen yeni teknoloji ile olmasa da, insan psikolojisine uygun olarak yapılan farklı tekniklerle sağlanıyor.
Özkaya, "Bu tarikatların bazılarında `Cihat` ilan ediliyor ve tarikat üyelerinden bombalı eylemlerde bulunması isteniyor. Din için çalışan bir insanın hiçbir zaman adam öldürmemesi gerekir ama bu insanlar yüzlerce masumu öldürebiliyor." diyor. Özkaya, bu konuda insanların tarikatlardan uzak durmaları gerektiğini savunuyor. Bunun yanında, dünyanın adı konmamış bir savaşın içinde yer aldığını da iddia eden Özkaya, insanların kontrol edilmelerine yönelik olarak yapılan çalışmaların, toplumların geleceği açısından büyük tehlike arz ettiğine dikkat çekiyor. Hatta bazı gizli servislerde parapsikoloji tekniklerinin kullanımına yönelik araştırmaların yapıldığını da söyleyen yazar Ömer Özkaya, Türkiye`nin geç kalmadan bu alanda tedbirini alması gerektiğini savunuyor. Bilim adamları da kabul ediyor.
Bilim adamlarına göre de, insanların zihinleri kontrol altına alınabilir. Boğaziçi Üniversitesi Elektromanyetik Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Selim Şeker, Ertuğ Taşdemir`i incelediğini ve anlatılanların doğru olduğunu söylüyor. Şeker, sadece Ertuğ Taşdemir değil aynı şikayetlerle birçok kişinin başvuruda bulunduğunu, bunların arasında bazı öğretim görevlilerinin olduğunu bile söylüyor. Prof. Dr. Selim Şeker, dünya yapısının çeşitli elektromanyetik alanlar içerdiğini ve insanların 5 duyu organı ile bu alanların bazılarını algılayabildiğini vurguluyor. Prof. Şeker, adı geçen araştırmaların, aslında insanların algılayamadıkları dalgalar üzerinde yapıldığını ve kontrol altına alınmak istenen kişinin bilinçaltına gerekli düşüncelerin aktarıldığını dile getiriyor. Şeker; insan beyinlerine gönderilen elektromanyetik ışınların, beynin belli bölgelerini uyardığını, kontrol altında bulunan insanların durumu fark etmeden iradelerini yitirdiklerini savunuyor. Prof. Dr. Şeker, "Kontrol altında bulunan insanlara yaptırılmak istenen ne ise, beynin o bölgesinin uyarılması yeterli.
İnsan beyni, elektronik bir cihaza benziyor. Her duygunun, düşüncenin beyin içinde farklı bir noktası var. Bu noktaların uyarılması halinde, beyin uyarılan noktanın talimatı doğrultusunda harekete geçiyor. İnsan beynindeki noktalar arasında öyle yerler var ki bunların uyarılması durumunda kişi adam bile öldürebilir. Yani bu yöntemle insanlar katil bile yapılabilir. Bunun yanında, yine aynı elektromanyetik dalga yöntemi ile uygulanan kişiye uzak bir mesafeden kalp krizi geçirtilebilir. Bu durum devlet başkanları için bile geçerli. Ülkelerin, yeni teknolojiden haberdar olmaları ve konu ile ilgili araştırma yapmaları gerekiyor" diyor. Prof. Dr. Şeker, bunun yanında insan beyinin çözülemeyen birçok sırrı olduğunu ve ABD`de ki bilim adamlarının bu yönde çalışmalar yaptıklarına da değiniyor. Örneğin; parapsikoloji olaylarının gerçek olduğunu ve insan beyninin çözülemeyen yapısı ile ilgili olduğunu söyleyen Şeker, "ABD`de bu alanda yapılacak olan çalışmalar için yüklü miktarda paralar ayrılıyor" diyor. Türkiye`nin ise bu konuda çok geride olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Selim Şeker, "Bizler bilim araştırmalarına bütçe ayıramıyoruz. Zaten bu alanda yapılan araştırmalar oldukça pahalı. Biz daha bir profesöre bilgisayar dahi tahsis edemiyoruz. "Zihin Kontrol" teknolojisi dünya için oldukça önemli ve yeniçağın silahı. Bu konuda Türkiye`de gerekli önlemi bir an önce almalı.
MK ULTRA PROJESİ : BİREYSEL VE TOPLUMSAL ZİHİN KONTROLÜ
BİREYSEL VE TOPLUMSAL ZİHİN KONTROLÜ
Colin Ross isimli Amerikalı psikiyatristin yazmış olduğu bazı kitaplar istihbarat örgütlerinin aslında ‘Zihin Kontrolü’ projelerinde ne kadar ilerlediklerini göstermektedir. Colin Ross’un2006 yılında yayınlanan ‘CIA Doctors’ (CIA Doktorları) isimli kitabı ve 1995’te yayınlanmış ‘Satanic Ritual Abuse’ (Satanik Rituel Tacizi) isimli kitabı aslında istihbarat örgütlerinin insan beynini kontrol etmek konusunda ne kadar yol almış olduklarını kanıtlıyor.
DID/MPD (Dissociative Identity Disorder ve Multiple Personality Disorder), yani çoğul kişilik, aslında çok az görülen bir psikiyatrik olgu olarak biliniyor. Fakat son çalışmalar ve bazı yazarların yazmış oldukları kitaplar şu ana kadar bildiklerimizin ötesindeki bazı gerçekleri ele almakta. John Marks (The Search for Manchurian Candidate), Colin Ross (Satanic Ritual Abuse, the CIA Doctors, Dissociative İdentity Disorder) , Steven Hassan (Combatting Cult Mind Control), Kathleen Taylor (Brain Washing: The Science of Thought Control), William Sargant (Battle for the Mind: A Physiology of Conversion and Brain Washing), Denise Winn (The Manipulated Mind) gibi yazarların çalışmaları çok net olarak insan beyninin ne kadar zayıf bir psikolojiye sahip olduğunu ve yeterli koşullar sağlandığında hem bireysel zihin kontrolünün, hem de toplumsal zihin kontrolünün nasıl oluşturulabileceğini bizlere sunuyor.
Colin Ross’un yapmış olduğu son 20 yıllık çalışmalar çocuklarda ‘ritüel taciz’ (ritual abuse) ile oluşturulan psikolojik travmanın uygun koşullarda çoğul kişilik bozukluğu meydana getirebileceğini kanıtlar nitelikte. Ross’a göre CIA bu konuda MK- Ultra projesi kapsamında çocuklarda Ritüel Taciz deneyleri yapmış durumda, bu deneyler 1950’lerde başlamış, halen sürüyor! Bu deneylerin bir kısmı üçüncü dünya ülkelerinde kurgulanmış. Bu ülkelerin içinde Türkiye de var! Aklımıza çoğunun taciz kurbanı olduğu, İstanbul sokaklarını dolduran kökenleri Güneydoğu olan yüzlerce tinerci çocuk geliyor tabii ki! Türkiye toplumu ve Türkler 1950’lerden beri ‘CIA Zihin Kontrolü’ operasyonlarının etkisi altında! Özellikle radikal dinci bazı tarikatlarda ve cemaatlerde ciddi Zihin Kontrolü operasyonları yapıldığını biliyoruz.
Psikiyatristler ise bu konuda akıl almayacak düzeyde bilgisiz ve ilgisizler. Bu konuda henüz bir giriş kitabı olarak yazmış olduğum ‘Derin Devletler, Gizli Projeler ve Kirli Gerçekler: Zihin Kontrolünden, Psikolojik Savaşa’ isimli kitap bu konuda Türk toplumunun açlığını kanıtlarcasına 2 ay içinde üçüncü baskıya giriyor. Bu konularda daha önce konunun uzmanları olmayan kişiler tarafından yazılmış bazı kitaplar ise sadece birer dezinformasyon abidesi olarak kalmaktan öteye gidemiyor. Şu anda üzerinde çalıştığım ‘Zihin Kontrolü ve Kara Bilim’ isimli kitapta konunun detaylarına girmeye çalıştım. Eğer İstanbul Üniversitesi yönetiminin hakkımda açmakta olduğu soruşturmalar ve beni Üniversiteden atmak için yapmış olduğu girişimlerle mücadele etmekten vakit bulabilirsem, kitaplarımı bitirebileceğim.
CIA’nın çocuklarda psikolojik travma ile ilgilenmesinin nedenlerinden birisi, bu çocukların bazılarında büyüyünce gelişebilecek çoğul kişilik olgularını araştırmak. Çoğul Kişilik (DID/MPD) aslında kolay kolay gelişebilecek bir psikiyatrik bozukluk değil. Ross’un DID hastalarının % 95’i çocukluklarında cinsel veya başka türlü bir tacize maruz kalmışlar. Bu da insanlarda uzun ve kalıcı etkiler yapmakta. Çoğul kişilik gelişen yetişkinlerde bilinç disosiasyona uğruyor ve birbirinden habersiz en az iki kişilik aynı beyinde varlığını sürdürüyor. Bu kişilerde yoğun amnezi (unutkanlık) olabildiği gibi başka psikiyatrik bozukluklar da görülüyor. Bu kişilerin bazıları yanlış teşhis konularak şizofreni veya psikoz tedavisi gördükleri zaman, bu psikiyatrik bozukluk daha da kötüleşiyor. Psikiyatrinin aslında emekleme çağında olduğunu söylersek abartmış olmayız. Psikiyatrik bozukluklar ve bilinç konusundaki en yetkin bilim dalı ise Nörobilim (Neuroscience). DID vakalarında çok kolay farklı kişilik, bilinçte ilaçlarla (örn. Halüsinojenler, LSD, PCP, THC vb.) ya da diğer gizli tekniklerle çok kolay açığa çıkarılabiliyor ve bu latent kişilik programlanabiliyor.
Evet! Bir film senaryosundan veya bilim kurgu romanından bahsetmiyoruz, tüm bunların 21. yüzyılda gerçek olabildiğini göreceğiz.
DID-MPD hastalarında veya DID kökenli Mançurya Kobaylarında belli dönemlere ait unutkanlık, sürekli ambivalans (çelişkili konuşmalar ve çelişkili davranışlar), paralojik (mantıkdışı) düşünceler, ağlama nöbetleri, sara krizlerine benzer krizler, depresyon, uyku bozuklukları ve rüyalarda bazı sorunlar, çeşitli davranış bozuklukları görülmekte! Demiri tavında dövüp şu soruyu soralım: Bu belirtiler size hangi politikacımızı hatırlatıyor?
Benzer çalışmaları Nöroloji bölümünde yapmıştım. Şu anda bu konudaki bir makalemiz PNAS dergisinde yayınlanmakta, bu çalışmada hayvanlarda oluşturulan bir çeşit travma modeli olan farklı epilepsi modellerinde, hayvanlar yetişkin hale gelince, travmanın hem hippokampüsde hem de çeşitli yolaklarda kalıcı elektrofizyolojik etkiye ve uzun süreli psikolojik sorunlara veya öğrenme problemlerine yol açtığını kanıtlamıştık (bu konuda bir makalemiz Epilepsia’da yayınlandı). Yaptığımız çalışmalar, postnatal (doğumsonrası) dönemde (P20 ve P30 arasında) oluşan travmanın veya aşırı nöronal aktivitenin uzun süreli elektrofizyolojik değişikliklere ve öğrenme ile ilgili sorunlara yol açtığını kanıtlamıştı. Gelişim nörolojisi çalışmaları aslında yakın bir gelecekte bu konuların sırrını çözecektir.
Zihin Kontrolü konusunda 1950’lerde Amerika’da CIA, NSA ve DoD- Pentagon İngiltere’de MI6, Almanya’da BND, Rusya’da KGB tarafından başlatılan çalışmalar hiç bir zaman durmadı. Bir kaç yüz milyar dolar bu çalışmalara ayrıldı ve çalışmalar değişik ülkelerde ve kültürlerde de sürdürüldü (Türkiye bunların içindeydi!). Bazı subaylar ve politikacıların da bu operasyonlardan geçirildiği konusunda elimizde şüphe uyandırıcı bazı bilgiler vardır; özellikle Türkiye aleyhtarı bazı kararların alındığı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin tasviyesi yolunda bazı adımların atılmış olmaya çalışıldığı bu dönemlerde, hangi subayların birer truva atı olarak Genelkurmaya sokulmuş olduğunun araştırılması gerekir! Zihin Kontrolü Operasyonlarının detaylı olarak araştırılması Türkiye’nin Ulusal Güvenliğini ilgilendiren bir konudur, bu konulardaki çalışmaları engelleyenlerin ise Türkiye yararına çalışmadıkları aşikardır!
Mançurya Kobayı (Manchurian Candidate, Mançurya Adayı), yani beyni yıkanmış, iradesi kontrol altına alınmış ve istenilen bazı eylemleri itiraz etmeden, kayıtsız şartsız gerçekleştiren bazı kişilerin yaratılması konusundaki çalışmaların tamamlandığı söyleniyor.
Türkiye’deki politikacılara bakarsak her taraf Mançurya Kobayları ile dolu zaten! Konu sadece Mançurya Kobayı meselesi değil! Aynı zamanda sosyal zihin kontrolü operasyonları da pek çok ülkede yapılıyor; örneğin Türkiye’de belli bir şeriatçı ve radikal dinci görüşe sahip oy oranı 1985’lerde % 5 iken, bu oran 20 yıl içinde % 35-40’a çıkartılabiliyor; bunun sonucundaki geri dönüşümsüz çöküşü, Türkiye Cumhuriyeti’nin tam tasviyesini, Büyük Ortadoğu Projesinin gerçekleştirilme çabalarını ise hep birlikte hayretler içinde izliyoruz (bkz. acikistihbarat.com’daki ABD’nin ve AB’nin Türk Düşmanlığı ve Sevr Kararlarının Kanıtları ve Türk Silahlı Kuvvetlerine Karşı Psikolojik Harp: Başka Çete Operasyonları da var isimli yazılarım). Radikal dinci cemaatlerin ve tarikatların zihin kontrolü ve beyin yıkama yöntemlerini sistematik olarak kullandıklarını tüm yönleriyle biliyoruz.
Beyinleriniz ve psikolojik yapınız, medyayı ya da başka yöntemleri kullanmakta olan yabancı istihbarat örgütlerine emanet! Ulusalcı bir Derin Devletimiz olmadığı için de, hiç bir önlem alıp oto-kontrol mekanizmalarımızı ve Anayasayı veya Ulusal Güvenliği koruyabilecek diğer mekanizmaları devreye sokamıyoruz.
Son Yorumlar