Günlük arşivler: 10 Aralık 2016

EKONOMİ & FİNANS DOSYASI : Moody’s’in Notumuzu Düşürmesi Ne Anla ma Geliyor ?


1(47).jpg

Moody’s kredi derecelendirme kuruluşu Türkiye’nin görünümünü ‘durağan’ olarak belirledi ve kredi notunu dış finansman zorunlulukları ve zayıflayan ekonomik durumunu gerekçe göstererek ‘Baa3’ten ‘Ba1’e, yani junk (çöp)seviyesine düşürdü.

Bu not düşümü ile beraber ülkemiz Endonezya, Malezya ve Brezilya gibi ülkelerin de altına düşerek; Rusya, Azerbaycan, Kosta Rika, Paraguay ve Fas’ın içerisinde bulunduğu gruba dahil oldu.

Türkiye bu duruma iki ana başlıkta tepki verdi. Birincisi Moody’s’in notumuzu düşürmesinin siyasi olduğu ikincisi ise Moody’s’in Türkiye’nin notunu düşürmesinin Türk Ekonomisi’ni hiçbir şekilde etkilemeyeceği.

Bu iki tepkiyi de ayrı başlıklar altında incelemeden önce Moody’s’in not düşürmesinin Türkiye üzerindeki olası sonuçlarına değinmek konunun anlaşılması için fayda sağlayacaktır.

Sebep ne olursa olsun, notumuzun düşmesi şu üç temel sonucu doğuracaktır:

1-Borçlanma maliyetimiz artacak. Çünkü artık riskli bir ülkeyiz.

2-Sıcak paraya dayalı ekonomik sistemimiz, bu parayı bulmakta zorlanacak. Çünkü yabancı fonlar ülkemize uzak duracaklar.

3-Dış gelişmeler karşısında çok daha hassas bir çizgi üzerine konumlandık.

Moody’s’in Notumuzu Düşürmesi Siyasi mi?

Türk Ekonomisi’nin yapısal sorunlar içinde boğuştuğu, üretim ekonomisinden hızla uzaklaşarak, tüketime dayalı bir modeli benimsediği ne kadar gerçekse, Moody’s’in Türkiye’nin notunu siyasi sebeplerle düşürdüğü de o kadar gerçektir.

Türkiye’nin 15 Temmuz Kalkışması’ndan sonra hızla toparlandığını açıklayan bir kurumun bu açıklamasından iki gün sonra Türkiye’nin notunu düşürmesi tamamen siyasi sebeplere dayalıdır.

Moody’s Türkiye’yi değerlendirmeden önce kesinlikle varlık fonu, otomatik BES, kalkınma planı ve bireysel kredilerde ki genişleyici kararları değerlendirmeliydi. Ancak bu yapılmadı.

Moody’s’in Notumuzu Düşürmesi Türkiye’yi Etkiler mi?

Türkiye tarafından yapılan açıklamalarda belirtilen söz konusu yaklaşımın siyasi bir hamle olduğu söylemi ne kadar gerçekse, bu durumun Türkiye’nin aleyhine olduğu ve ülkemizin bundan etkileneceği de o derece gerçektir.

Zira bu not düşümünün Türkiye’ye yüksek kur, cari açık ve enflasyon olarak geri dönmesi iktisadın temel kavramları doğrultusunda gerçekleşecek kaçınılmaz sonuçlardır.

Biz kabul edelim ya da etmeyelim; ciddiye alalım ya da yok sayalım değişmeyen bir gerçek vardır ki o da şudur: Yatırımcılar, ülkelerin not durumlarını ciddiye alırlar ve para trafiğini önemli ölçüde bu notlar yönlendirir.

Türkiye Ne Yapmalı?

Türk Ekonomisini yönetenler, öncelikle iktisadi sistemimizin sorunlar yumağı içerisinde olduğunu kabul etmeli ve Türkiye’nin tüketim, dolayısıyla borçlanmaya dayalı ekonomik yapısının, üreten ve istihdam yaratan bir ekonomiye dönüşmesi için başta AR-GE’ye yapılan yatırımları arttırmak olmak üzere gereken tedbirleri almalı ve uygulamaya koymalıdırlar.

Bu tedbirlerin alınması ve uygulanmasına doğru orantılı olarak, yatırımcıların Türkiye’ye bakışını olumlu etkileyecek adımlar atılmalıdır.

Bu adımlara doğru orantılı olarak yatırımcıların Türkiye algısı da uluslararası değerlendirme kuruluşlarının ülkemizi verdiği notlarla sınırla kalmayacak, Türkiye ancak o zaman kendisini dünyaya anlatabilecektir.

TARİH : Tartışma Programlarındaki Cumhuriyet Tarihi Yalanlarına Cevap – 1


1

Atatürk’e saldırmayı misyon edinmiş, kalemini sadece Atatürk’e ve onun devrimlerine saldırmak için kullanan paralı kalemşörleri her gün bir TV programında görüyoruz. Bu programlardan biri dün gece CNN Türk’te yayınlandı. Programın konukları Yeni Akit yazarı Kenan Alpay, İMKANDER başkanı Murat Özer, Akademisyen tarihçi Orhan Çekiç ve Sözcü gazetesi yazarı Ayşe Sucu.

Tartışmanın konusu ”Cumhuriyet’in kurucu değerleriyle neden kutuplaşıyoruz?”

Konuya ve konuklara bakıldığında nasıl bir tartışma olacağı baştan belli bir program. Bu yüzden böyle programları izlemeyi pek sevmem. Ancak dün gece Atatürk düşmanlarının nasıl bir algı operasyonu yaptığını, insanların beynini yıkamak için nasıl bir üslup kullandıklarını tüm açıklığıyla anlatmak için izledim. İzlerken notlar aldım. Bazı kilit cümleler var ki bunlar tüm Atatürk düşmanlarının ağız birliği yapmışcasına söylediği cümleler… Aşağı yukarı her programda isimler farklı olsa da aynı şeyleri söylüyorlar. Yazımda anlatacaklarım sadece Kenan Alpay ve Murat Özer ile sınırlı değildir. Tüm Atatürk düşmanı yazarları kapsayan tespitlerdir.

Öncelikle programı izlerken aldığım notları konu başlığı olarak tek tek yazmak istiyorum. Yazacağım cümleler Kenan Alpay ve Murat Özer’in kendi cümleleridir. İşte iki şeriatçının bazı cümleleri

· Tek bir kişiye dayalı tarih yazımı doğru değildir

· 1. Meclis ruhuna geri dönmeliyiz. Bizim kabul ettiğimiz 1. meclistir

· Kemalizm, Faşizm, Stalinizm gibi diktatörlük rejimidir. Artık yıkılma zamanı gelmiştir

· Geri kalmamızın nedeni Kemalizmdir

· Mustafa Kemal çarşafı yasaklayıp şapka giymeyenleri idam etmiştir

· Türk milleti müslümandır laiklik bize ters

· Osmanlı’nın dini yok muydu?

· Şeriat, sınırlarını Allahın çizdiği adaleti temel alan rejimdir

· Mustafa Kemal’e türbe yaptınız. Atatürk’e tapıyorsunuz

· Tekke ve Zaviyeler yeniden açılmalı

Programı izlerken aldığım notlar bunlar… Hepsini birçok programda duymuşsunuzdur. Klasik karşı devrim yalanlarından başka bir şey değil… Şimdi bu iddialara tek tek cevap vereceğim

1- Tek bir kişiye dayalı tarih yazımı doğru değildir iddiasına cevap: Kenan Alpay’a ait olan bu iddiaya verilecek en güzel cevap Osmanlı tarihidir. 623 yıllık Osmanlı tarihi sadece padişahlara dayalı bir tarih yazımı değil midir? Mesela İstanbul’un fethi anlatılırken Fatih Sultan Mehmet’e dayalı bir anlatım yok mudur? Ya da Mohaç zaferi anlatılırken Kanuni’nin zaferi olarak anlatılmıyor mu? 623 yıllık tarih sadece 36 kişiyi kutsayarak, hatta evliya mertebesine yükseltilerek anlatılıyor. Peki o zaman Kenan Alpay buna cevabın nedir? Dünyanın her ülkesinde milletler tarihindeki sembol isimlerle övünürler. Bu kişiler ön plana çıkarılır. Çünkü savaşları kazandıran liderin, komutanın yeteneğidir. Lider olmadan zafer olmaz. Dünyanın en büyük özgürlükçü ülkesi olan ABD, başkentine kurucusunun adını verip Washington demiştir. Ancak ABD de kimse bunu Washington’a tapmak şeklinde yorumlamıyor. Ankara’nın ismi Atatürk olsa bugün neler söylenirdi tahmin bile edemiyorum. Kenan Alpay tek kişilik tarih yazımına bakmak istiyorsa önce Osmanlı tarihine baksın. Padişaha karşı çıkan herkesin hain ilan edildiği tarih yazımı ne kadar demokratiktir önce bunu konuşalım.

2- 1. Meclis ruhuna geri dönmeliyiz. Bizim kabul ettiğimiz 1. meclistir cümlesine cevap: Atatürk düşmanlarının sakız gibi çiğneyip durduğu 1. meclis ruhuna geri dönmeliyiz cümlesi basit bir manipülasyondan başka bir şey değildir. 1. Meclis ruhu nedir diye sorduğunuzda ”Barış, kardeşlik, tam bağımsızlık, Yenikapı ruhudur” diye cevap alırsınız. Bu tamamen aldatmadır. Atatürk düşmanlarının 1. meclisten kastettiğini anlamak için o dönemde nelerin olduğuna, nelerin olmadığına bakmamız gerekiyor. 1. meclis döneminde olanları ve olmayanları tek tek sıralayalım.

Cumhuriyet yoktu, Saltanat ve hilafet vardı

Laiklik yoktu, şeriat vardı

Takım elbiseli vekiller yoktu, sarıklı hocalar vardı

Kadın özgürlüğü yoktu, erkeğin egemenliği vardı

Bu önemli noktaları göz önünde bulundurduğumuzda 1. meclis ruhundan kastedilen şey Cumhuriyet ve laikliği yıkıp yerine şeriata dayalı bir saltanat, hilafet devleti kurmaktır. Bu iddiayı savunanlara şu soruyu sormak gerekir. Madem 1. meclise bu kadar saygınız var neden dualarla, hatimlerle açılan meclisin açılışının sembolü olan 23 Nisanı kutlamıyorsunuz? 19 Mayıs ve 29 Ekimi bir yana koydum o bayramlarda Atatürk ve Cumhuriyet var. Peki 23 Nisanı kutlamamanızın nedeni nedir? Mesela her sene 23 Nisan’da bir anma programı düzenleyebilirsiniz. Neden bunları sizde göremiyoruz?

3- Kemalizm, Faşizm, Stalinizm gibi diktatörlük rejimidir. Artık yıkılma zamanı gelmiştir iddiasına cevap: Yıllardır tekrarlanan saçma bir iddiadan başka bir şey değildir. Bu iddiayı savunanların ne faşizmi ne Stalinizmi ne Nazizmi bilmediğine iddiaya girerim. Her 3 ideoloji 20. yüzyılı kana bulayan emperyalist ideolojilerdir. Yani ortak amaçları dünyayı yönetmektir. Kemalizm emperyalist bir ideoloji değildir. Böyle olmadığı için ”Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözünü korkaklık olarak niteleyenler sizler değil misiniz? Eğer bu ideolojilere benzer bir ideoloji görmek istiyorsanız aynaya bakın. Sizin savunduğunuz şeriatta dünyayı kendine benzetme misyonunu üstlenen fetihçi ve yayılmacı bir ideoloji değil midir? Ayrıca söz konusu ideolojilerde meclis kapalıyken Türkiye’de 2 kez çok partili sisteme geçiş denemesi yapılmıştır. 1930 lu yıllarda Almanya’da insanlar daha güzel nasıl öldürülür diye sapıkça deneyler yapan Josef Mengele gibi ruh hastaları varken Türkiye’de tarih bölümleri, ziraat fakülteleri, opera binaları açılmıştır. Hitler, Yahudileri sistematik şekilde öldürürken Yahudi bilim adamları Atatürk’e sığınmıştır. Tıpkı 1492 yılında Sefarad Yahudilerinin II. Bayezid’e sığınması gibi… O halde şunu soralım Kemalizm Faşizm ile aynıysa Yahudi bilim adamları neden 441 yıl sonra tekrar Türkiye’ye sığındılar?

4-Geri kalmamızın nedeni Kemalizmdir iddiasına cevap: Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir iddia…Şu iddiayı duyan bir insan Cumhuriyetten önce çok gelişmiş bir Osmanlı olduğunu zanneder. Medreseler harıl harıl çalışıp bilimsel tezler yayınlıyordu da biz mi bilmiyorduk? Ampulü Edison değil de Osmanlı medreselerinde bir molla buldu da haberimiz mi yok? Cumhuriyet ilan edildiğinde okuma yazma oranı %3-4 iken 1938 de bu oran % 18 e çıkmıştır. Nobel ödülünü kazanan Aziz Sancar bir Cumhuriyet çocuğudur ve köy enstitüsü mezunudur. Nobel kazandığında ilk açıklamasında bana bu ödülü kazandıran Cumhuriyettir demiştir. İlber Ortaylı, Halil İnalcık gibi dünya çapında tarihçileri yetiştiren Cumhuriyet’in okullarıdır. Dünya çapında kalp doktoru olan Mehmet Öz, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde okuduktan sonra ABD de dünya çapında üne kavuşmuştur. 2007 yılında bir kaza sonucu ölen atom fizikçisi Engin Arık’ı yetiştiren Cumhuriyettir ve en önemlisi bir kadındır. Osmanlı döneminde bir kadın bilim insanı gösterebilir misiniz? Her şey bir yana bugün eşiniz, anneniz AKP ye oy verebiliyorsa bu hakkı veren de Cumhuriyettir. Tansu Çilleri Başbakan yapan da Cumhuriyettir. Hangi geri kalmışlık? Madem geri kaldık Türk milleti cahildir diyenlere neden kızıyorsunuz? Lütfen biraz tutarlı olun

5- Mustafa Kemal çarşafı yasaklayıp şapka giymeyenleri idam etmiştir iddiasına cevap: Artık bayatlamış bir Cumhuriyet tarihi yalanıdır. Bu iddiayı söyleyenlerin şapka kanununu 1 kez bile okumadığına eminim… Çünkü şapka kanunu sadece devlet memurları için çıkarılmıştır. Sıradan vatandaşlar için şapka giyme mecburiyeti yoktur. Şapka kanununun bir benzerini 1828 yılında II. Mahmud çıkarmıştır. Kanuna göre tüm devlet memurları fes ve pantolon giymeye mecbur kılınmıştır. Bu kanun nedeniyle o zamanın yobaz ulema takımı II. Mahmud’a ”Gavur padişah” demiştir.

Gelin görün ki yaklaşık 100 yıl sonra aynı yobaz takımı fesi kaldırdığı için Atatürk’e de gavur demiştir. Yani değişen bir şey yok. Bu yobazlardan biri İskilipli Atıftır. Şapka’nın gavurluk alameti olduğunu söyleyen İskilipli Atıf şapka kanununa muhalif olmuştur. Ancak İskilipli Atıf’ın şapka giymediği için asıldığı tamamen yalandır. Çünkü İskilipli Atıf şapka risalesi davası için Giresun İstiklal mahkemesinde yargılanmış ve risale, kanundan önce yazıldığı için beraat etmiştir. Ayrıca risalenin dağıtımı yasaklanmıştır. Bu gerçeği Necip Fazıl bile son devrin din mazlumları kitabında inkar etmemiştir.

İskilipli Atıf, Giresun İstiklal mahkemesinde beraat ettikten sonra Anadolu’da bazı illerde çıkan şapka isyanlarında yasaklanan risalesinin halkı kışkırttığı ve dağıtımının devam ettiği tespit edilmiştir ve Ankara İstiklal mahkemesinde yargılanmıştır. Ankara İstiklal mahkemesindeki dava, şapka davası değil devlete karşı silahlı isyan davasıdır. Davada İskilipli Atıf isyan kışkırtıcılığı ile suçlanarak 25 Şubat 1925 te çıkarılan vatana ihanet edenler hakkındaki kanun gereğince idam edilmiştir. Kanunun metni şöyledir:

”Dini ve dinin kutsal kavramlarını siyasi amaçlara esas ya da alet etmek için dernekler kurulması yasaktır. Bu tür dernekleri kuranlar ya da bu derneklere girenler vatan haini sayılır. Dini ya da dinin kutsal kavramlarını alet ederek devletin şeklini değiştirmek ve başkalaştırmak ya da devletin güvenini bozmak veya dini ya da dinin kutsal kavramlarını alet ederek her ne surette olursa olsun halk arasında bozgunculuk ve ayrımcılık sokmak için gerek tek başına gerek toplu olarak sözle ya da yazı ile ya da fiilen ya da nutuk söyleyerek ya da yayın yaparak harekette bulunanlar vatan haini sayılırlar”

10806279_1398637690441034_5314521034547209849_n

Bir noktaya özellikle dikkat çekmek istiyorum. Şapka kanunu yüzünden idam edilenler şapka giymediği için değil devlete isyan ettiği için idam edilmiştir. Şapka sadece bir bahanedir. Gavur memur istemiyoruz denilerek jandarma karakolları basılmış, askerler şehit edilmiştir. Mazlum dediğiniz insanlar bunlar mı? Hiçbir devlet kendine silah doğrultanı affetmez. İsterse çorap giymeyeceğim diye isyan etmiş olsun ortada bir isyan varsa sebebi teferruattır. En komiği ise madem şapka giymeyenler idam edildi neden Atatürk’ün birçok fotoğrafında başında şapka yok? Neden fotoğraflarında çevresinde şapka giymeyen birçok sıradan vatandaş var?

Diğer bir önemli nokta şapka giymemenin cezası nedir? Bu sorunun cevabı da 1 Mart 1926 tarihinde kabul edilen TCK nın 526. maddesidir. Kanuna göre şapka giymemenin cezası 50 lira para cezası ya da 1 ay hapistir. Menderes döneminde 3 ay hapis ve 600 lira para cezası olarak değiştirilmiştir

ömööm

1 Mart 1926 tarihli TCK 526. maddesi

1

13 Mart 1926 tarihli Resmi gazete

1

Okurken sıkılmamanız için yazıyı iki bölüm olarak yazacağım. Şimdilik bu kadar…

TIBBIYELİ HİKMET

BOSNA & HERSEK DOSYASI : Avrupa Birliği’ne Bir Adım Kala Bosna-H ersek


bosna_1.jpg

Hafta içerisinde Saraybosna-Brüksel hattından gelen haber uluslararası kamuoyunun dikkatinin yeniden Balkanlar’a yönelmesini sağladı. Medyada Bosna-Hersek’in AB üyesi olduğuna ilişkin yaşanan bilgi kirliliğinin aksine sadece, Bosna-Hersek’in AB’ye yapmış olduğu başvuru kabul edildi ve bundan sonraki süreçte ülkenin artık resmen AB’ye aday ülke statüsü kazanması bekleniyor. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki ülkenin AB ile yürüteceği müzakereler ve beklenen adaylığın gerçekleşmesi için geçecek süre düşünüldüğünde Bosna-Hersek, AB bünyesinde yeni bir Türkiye vakası olmaya çok yakın.

Halen 1995 yılında imzalanan Dayton Antlaşması’nın kurmuş olduğu siyasal, ekonomik ve sosyal mekanizmayı yaşayan ülkenin mevcut sistemiyle AB’ye üye olabilmesi çok zor bir ihtimal olarak görülmektedir. Ülkenin halen yüzde 51’nin Bosna-Hersek Federasyonu’na, yüzde 49’unun da Sırp Cumhuriyeti’ne (Republika Srpska) ait olduğunu düşünüldüğü takdirde aslında Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğüne yöneltilen tehditlerin henüz bertaraf edilmediği anlaşılmaktadır. Ülkeyi kuran iki entitenin (devletçik) en basit milli meseleler üzerinde dahi anlaşamaması ve Sırp tarafının ülkeden bölünüp Sırbistan ile birleşme tehdidini kronik bir siyasi koz olarak kullanmasının neticesinde aslında fiilen iki ayrı ülkenin AB ile yürütmesi beklenen müzakereler sürecinden bahsetmekteyiz. Bir diğer ifadeyle ülke içerisinde yaşanan sorunların çözümsüzlüğünden yana siyaset geliştiren Sırp Cumhuriyeti’nin bu süreçte nasıl bir politika izleyeceği aslında Bosna-Hersek’in AB ile olan ilişkilerini belirleyecek ana unsurlardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Muhtemel senaryo şudur ki Sırp Cumhuriyeti’nin gerçekleştirmesi muhtemel siyasi blokajlara karşı AB de Sırbistan ile olan ilişkilerini askıya alma ve vize muafiyetini yeniden değerlendirme kozlarını masaya yatırarak Sırbistan’ın Bosna-Hersek’te yaşayan Sırp nüfus üzerindeki nüfuzunu olumlu yönde kullanacaktır.

Bunun yanında ülkedeki işsizlik oranın süreğen bir şekilde yüzde 45- yüzde 50 seviyelerinde gezinmesi ve halen ülke ekonomisinde savaş döneminin izlerinin ve yıkıcılığının kendini göstermesi AB ile yürütülecek sürecinin oldukça zorlu geçeceği yönünde bize önemli ipuçları vermektedir. Son olarak ise halen savaş psikolojisinin tam anlamıyla atlatılamaması ve etnik gruplar arasındaki uyumun tam anlamıyla sağlanamamış olması ülke içerisinde demokrasinin konsolidasyonunu zorlaştıran en belirleyici dinamik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Aslında işte tam bu noktada Bosna-Hersek’in bu süreci bir amaç olarak değil de ülkenin modernizasyonu ve demokratikleşmesi için bir araç olarak kullanması zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Bugün aslında sadece Bosna-Hersek değil bütün Balkan ülkeleri en önemli dış politika hedeflerini AB tam üyeliği olarak şekillendirerek AB ile olan ilişkilerinden maksimum ekonomik ve siyasal fayda sağlama yoluna gitmektedirler. Ortaya çıkan tablo şudur ki bölge 1990’ların psikolojisini atlatmak için AB’yi ve batılılaşmayı en önemli enstrüman olarak görmektedir.

Son tahlilde yazının başında belirttiğimiz üzere Bosna-Hersek’i son derece zorlu ve uzun bir süreç beklemektedir. Öte yandan, ülkenin bu sürece samimiyetle yaklaşması ve maksimum çabayı göstermesi Bosna-Hersek’in yeniden inşası sürecinin başarıya ulaşabilmesi açısından anahtar konumundadır. Son olarak duruma AB perspektifinden bakacak olursak Brüksel, Bosna-Hersek hamlesiyle hem AB içerisinde yükselen İslam karşıtlığına yönelik oluşan kötü imajı törpülemiş oldu hem de Brexit sonrası AB dağılıyor iddialarına karşılık tam aksine genişleme ve büyüme niyetinde olduğunu göstermiş oldu.

ALMANYA DOSYASI /// Versay Antlaşması : Almanya’nın Sınırl arı ve Avrupa İçin Siyasi Hükümler


Versay Antlaşması – Almanya’nın Sınırları ve Avrupa İçin Siyasi Hükümler Çerçevesi Altında Bir İnceleme

Birinci Dünya Savaşı’nın Almanya ve tüm Avrupa için önemli kırılmalar oluşturan sonuçlarından biri de müttefik devletlerin mağlup devletler ile imzaladığı antlaşmalardır. Bunlardan bir tanesi Avrupa’daki dengeyi değiştiren Versay Antlaşmasıdır. Bilindiği gibi bu antlaşmanın getirdiği yükümlülükler özellikle Almanya için çok ağır olmakla birlikte, yürürlüğe girdiği an itibariyle İkinci Dünya Savaşı’na neden olan olaylar silsilesi yaratmıştır. Bu incelemede Almanya’nın savaş öncesi durumu, savaş sırasındaki tutumları ve savaş sonrası durumu ele alınacaktır.

Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı Öncesi Durumu

Alman Birliği kurulmadan önce bu birliğin oluşmasına etki eden olaylardan biri de Fransız İhtilalidir. Önce Fransa’da başlayıp sonra tüm Avrupa’ya yayılan bu milliyetçilik akımı, sanılanın aksine diğer devletler tarafından önemsenmiş bir hareket değildir. Fransa’nın kendi iç meseleleriyle ilgilenip dış politikaya yeterince eğilmemesi diğer devletler için bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. Ancak Fransız İhtilali’nden yankılanan eşitlik, cumhuriyet, adalet gibi söylemler bu durumun değişmesine neden olmuştur.

İlk etapta İngiltere, Prusya ve Avusturya, monarşiye dayalı yönetimin devam etmesi için Fransa’ya saldırmışlardır. 1793-1815 arası dönem Napolyon Savaşları olarak adlandırılmıştır. Napolyon’un Waterloo’da aldığı yenilgi ve sonrasında Nisan 1815’te St. Helen Adası’na sürgün edilmesi ile Fransa’nın saldırgan tutumu son bulmuştur. Sonrasında Viyana Kongresi çalışmalarına başlanılmıştır. Bu kongrenin en önemli sonucu Avrupa siyasi tarihinde bir kırılma meydana getirmiş olmasıdır. Örneğin, Avrupalı güçlerin kendilerini Avrupa’nın düzenleyicisi ve koruyucusu olarak görmeleri ve bunu kabullenerek hareket etmeye başlamalarıdır. Bunu dışında artık dini otoriteler yerine devletlerin tamamen kendi egemenlik ilişkilerinden kaynaklanan bir güç hiyerarşisi oluşmuştur. Artık safi diplomasiden söz etmek mümkündür. Kongrede alınan kararların yaptırımı ise özellikle Batı Avrupa’yı kapsayacak şekilde oluşturulmasından ileri gelen belki de şimdiye kadar siyasi tarihte Avrupa Birliği kararları gibi kapsayıcı bir şemsiye içine alması da önemli sonuçlardan biridir. Kongre ile birlikte egemenler ve egemenlerin alanları yani Birinci Dünya Savaşı’na kadar süregelecek sınırlar da belirlenmiştir.

Viyana Kongresi sonrası Avrupa haritası

Viyana Kongresi sonrası Avrupa Haritası [1]

Kongrenin amacı Fransa’yı cezalandırmak değil, Avrupa’daki sistem içinde güç unsuru olarak kalmasını sağlamaktır. Bu nedenle de Fransa’nın tekrar hareketlenip saldırılarda bulunmasını önlemek için çember altına alınması ve tampon bölgeler oluşturulması gerekmektedir. Aslında buradaki durum, daha sonra görüleceği gibi Versay Antlaşması sonrası Almanya’sını yaralamak ve sinirlendirmek üzerine kurulmuş bir kongre değildir. Görece daha rehabilite edici bir düzen oluşturmak amacı vardır. Örneğin, haritada da görülebileceği gibi Prusya’ya Ren’in batısından topraklar verilmiştir ve böylece Ren Bölgesinde güçlü bir Prusya oluşturulmuştur. İsviçre ise en başarılı tampon bölge olmuştur. İsviçre’ye eyaletler eklenip tarafız bölge olarak kıtada yerini almıştır.

Kongre’de dikkat çeken önemli bir nokta ise herkesin eşit egemen olduğu kabul edilirken Avrupa’da büyük güçler olarak kabul edilen İngiltere, Fransa, Rusya, Prusya ve Avusturya’nın nihai karar verebilmeleridir. Kongreye davet edilen görece küçük güçler ise daha çok eşitliğin olduğunu göstermek içindir. Bu “Viyana Düzeni” içindeki küçük güçlerin sistemde başat olmalarının önüne geçilmiştir.

Viyana Kongresi’ne dair yapılacak çıkarımlardan bir tanesi uluslararası ilişkilerde oldukça sık kullanılan bir kavram olarak güç dengesi ile açıklanabilir. Bu kavramın pek çok tanımı ve alt başlıkları olmakla birlikte temelde güç hiyerarşisi içinde devletlerin birbirini dengelemeye çalışmasıdır. Bunu kendinden güçsüz gördüğü devlet ya da devletlerle ittifak halinde yapabilir ya da çok kutuplu sistem içinde birlik oluşturarak da yapabilir. Güç dengesi sistemi 18. ve 19. Yüzyıllarda Avrupa’da yaşanan klasik güç dengesi sisteminden esinlenilmiş bir sistemdir.[2] “Güç dengesi” kavramının yerine 1985 yılında Stephen M. Walt’ın ortaya çıkardığı “tehdit dengesi” kavramı getirilmiştir.[3]

Teoriye göre devletlerin davranışları, diğer devletlerden algılanan tehditlere göre değerlendirilir. Bu teori güç ve tehdit arasındaki farka dikkat çekmektedir.[4]Walt’a göre devletler iki nedenden dolayı dengeleme politikası izler: tehdit oluşturan potansiyel hegemonun çok güçlenmeden durdurulması ve tehdide karşı yardım gereksinimi duyan zayıf tarafa katılarak etkinlik alanının artırılmasıdır. Yani güvenlik sorununun merkezinde güç değil tehdit yatmaktadır.[5] Bu teori, devletlerin dengeli davranmaya eğilimli olduğunu savunmaktadır. Dengeleme sadece kapasiteye yani güce karşı değil, başka devletlerden gelen tehditleri de değerlendirmede dikkate alınan dört değişken vardır. Bunlar;

· Devletlerin toplam gücü(askeri, ekonomik, teknik kapasiteleri)

· Coğrafi yakınlık (yakındaki devletin uzaktakine göre daha fazla tehlike arz etmesi)

· Saldırı yeteneği (devletin başka bir devletin egemenliğini tehdit etmesiyle ilişkili olan saldırı-savunma hesabı)

· Algılanan niyet (saldırgan, revizyonist niyetleri olan devletin iyi niyetli olandan daha tehlikeli olması)

şeklinde sıralanabilir. [6]

Fransız İhtilali’nin oluşturduğu hareketlilik Viyana Düzeninden sonra Avrupa’da çeşitli yankılar oluşturmuştur. İhtilalden sonra dalgalanan liberalizm, nasyonalism, sanayi devrimi gibi devinimler, kilise,monarşi gibi eski otoriter başatlıklarla çatışma

haline girmiştir. Bunların gözle görülür etkilerinin oluşması ise 1830 ve 1848 ihtilallerine rastlamaktadır. Ancak konumuz ile bağlantılı olarak, 1871-1914 yılları arasında İtalyan ve Alman Birliklerinin kurulması ve özellikle Alman İmparatorluğu’nun bir kuvvet olarak sivrilmesi başlıca bir role sahiptir.[7]

Alman Birliğinin oluşturulduğu 1871 tarihine kadar sınırları içinde pek çok prenslik ve şehir devletleri mevcuttur. Bu düzen içinde ise Avusturya(1918’den önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olarak adlandırılıyordu) ve Prusya sivrilen iki güç olarak görülmektedir. Ancak Almanya da düşmanı olarak gördüğü Fransa’daki ihtilalden nasibini almıştır. İstenilen ve ele geçen şeyler arasında ne yazık ki büyük bir uçurum vardır. Sadece Almanya’nın güneyinde birkaç prens anayasal düzeni kabul etmek zorunda kalmıştır.[8]Bunun dışında birliğin kurulduğu tarihe gelene kadarki süreç içinde Almanya sanayi devriminin etkisiyle ekonomik ve teknolojik olarak oldukça büyük bir ilerleme kaydetmiştir.

Öyle ki Alman Gümrük Birliği (Zollverein) kurulmuş ve içinde pek çok Alman prensliğini de içine almıştır. Prenslikler ve şehir devletleri arasında gümrük olmayışı Prusya’nın etkili olmasına neden olmuştur. Alman Birliğinin sağlanmasındaki en önemli adım ise 1. Wilhelm’in Şansölye(Başbakan) olarak Bismark’ı getirmesidir. Almanya içinde en çok Prusya’yı güçlü gören ve birlik sağlanacaksa bunun Prusya liderliğinde olması gerektiğini düşündüğü için göreve geldikten kısa bir süre sonra silahlanmaya ve orduyu kuvvetlendirme çalışmalarına başlamışır.

Avusturya’nın rakip güç olarak ortaya çıkması ve sonrasında Avusturya tehlikesinin ortadan kaldırılması ile birlik önündeki önemli bir engel ortadan kalkmıştır. Şimdi tek sorun Almanya’nın güneydeki kısmının da birlik içine dahil olması için yapılması gerekenlerdir. Bu sorunun da Fransa ile aralarındaki olan yakın ilişkiyi kesmesiyle üstü çizilmiştir. İspanya’da patlak veren taht meselesi ile Fransa (3. Napoléon) ve Prusya (1. Wilhelm) Temmuz 1870’te savaşmaya başlamışlardır. Sédan muharebesinde Fransa’nın yenilgisi ile birlikte Prusya Alsas-Loren’i kendi topraklarına katmıştır. Fransa mağlup iken Prusya ise galip devlet olarak 10 Ocak 1871’de Versay Sarayı’nda 1. Wilhelm Kayzer olduğunu ilan etmiştir. Henüz Fransa ile anlaşma imzalanmadan böyle bir şeye girişmiştir. Aralarındaki anlaşma ise Mayıs ayında imzalanacak olmakla birlikte savaş yükü Fransa’ya devredilmiştir – üç yıl içinde 5 milyar Frank ödemeleri, Alsas-Loren’in Almanya’ya bırakılması ve savaş tazminatı ödenene kadar Almanya Fransa’nın kuzey sınırlarını işgal altında tutabilecektir.[9]

Ancak Bismarck Fransa’nın hem yenilgiye hem de havzanın kaybından beslenen öfke ile Prusya’ya saldıracağının farkındadır. Bismarck bu duruma hazırlıksız yakalanmamak için ise müttefik arayışları içinde olup Fransa’yı böylesi bir durumda yalnız bırakmak istemektedir. Bundaki temel amacı “Bismarck’ın korkusu/kabusu” olarak adlandırılan iki cepheye bölünmemek kaygısı vardır. Buna neden olacak durum ise Fransa’nın Rusya ile müttefik olmasından ileri gelmektedir.

Kayzer 1. Wilhelm’in vefatı ve Bismarck’ın istifasından sonra Almanya içinde hareketlenen taşlar gediğine henüz yerleşemeden 2. Wilhelm’in Kayzer oluşu hem iç hem de dış politikayı etkilemiştir. Örneğin 1.Wilhelm Almanya İmparatorluğu’nun hiçbir yen toprak talebi olmayacağını, bundan sonraki güçlerini içerideki kalkınmaya vereceklerini belirterek; “Yeni Almanya … Avrupa barışının güvenilir bir elemanıdır. Çünkü geniş topraklarda kendi düzenini kurması için fırsat yaratması gerektiğinin bilincinde ve kudretindedir.”[10]

1. Wilhelm döneminde Bismarck’ın Fransa’yı müttefiksiz bırakma politikası ilk olarak Avusturya ile başlamıştı. 1872 yılında Almanya, Rusya ve Avusturya arasında 1. Üç İmparatorlar Antlaşması yapılmıştır. 1873 yılında ise Almanya’nın Fransa’dan çekilmesi ile de Fransa’nın güçlenmeye başlaması yeni bir Almanya-Fransa savaşını doğuracaktır. Almanya ise Fransa’nın militarist olarak güçlendiğinin farkındadır ve buna “önleyici savaş doktrini” ile hazırlanmaktadır. Önce kamuoyu tepkisini arkasına almak istemekte ve yayınladığı haberlerle Fransa’nın tepkisini ölçmektedir.

Fransa ise bunlara geri adım atmamıştır. Bunun üzerine de Bosna-Hersek’te ortaya çıkan kriz, Rusya ile ilişkilerin bozulması ile belki de 1. Dünya Savaşı’nın temellerinin atıldığı dönemece girilmiştir. Daha sonra yine aynı devletler arasında imzalanan 2. Üç İmparatorlar Antlaşması sonrasında yerini Üçlü İttifak’a bırakmıştır. Bismarck’ın temel amacı hala Fransa’yı izole ederek onu kendi köşesinde bırakmaktır.

2. Wilhelm ile Almanya’nın politikası daha saldırgan ve revizyonisttir. Oluşturulan sömürge politikaları, Afrika ve Pasifik pastalarından pay alma isteği ve bunlar için yapılan mücadeleler politikaları oluşturmaktadır. Bu politika içinde ise donanma önemli bir yere sahiptir. Ancak bu güçler içindeki sömürgelere dayalı çekişmeler ve Alman politikası Almanya’yı beklemediği bir duruma sokmaktadır.

Öncelikle İtalya ile Avusturya arasındaki sorunlar ve sonrasında İtalya’nın ittifaktan ayrılması; yıllarca sömürgeler için çeşitli tartışma ve çatışma içinde olan İngiltere-Fransa ilişkisinin görece normalleşmeye başlaması dengelerin Almanya aleyhine dönmesine neden olmuştur.

1.Dünya Savaşı öncesinde ise Almanya’nın donanma yarışması, Rusya ile Avusturya arasındaki Balkan çatışmaları, aşırı derecede silahlanma durumu ve savaşın başlangıç noktasını oluşturacak Sırp hareketi savaş atmosferini yaratan temel dönüm noktalarıdır.

1.Dünya Savaşı (1914-1918)

Savaş, 28 Haziran 1914’te Avusturya- Macaristan veliahtı Franz Ferdiand ve eşi Sophie’ye düzenlenmiş olan suikast ile başlamıştır. İtilaf devletleri ve İttifak devletleri arasında pek çok cephede 4 yıl süren bir savaştır. Savaşın beklenilenden uzun ve maliyetli olması savaşı çıkmaza sokarken, cephelerin genişlemesiyle içinden çıkılamaz düzeye gelmesine neden olmuştur. Muharebeler karada, denizde ve ilk defa havada gerçekleşmiştir. Nisan 1917’de ABD’nin savaşa girmesi durumu İtilaf devletleri lehine çevirmiştir.

Savaş yorgunu olmayan askeri birlikler ve daha atak olan askeri teçhizat bu yönde bir evrilmeye neden olmuştur. Bu durum çok uzun süremedi, çünkü Ekim 1917’de Rusya’da patlak veren ayaklanma ve bir süre sonra Bolşevikler ve Lenin ile Çarlık Rusya’sında Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulması ile dikkatler Rus coğrafyasına kaymaya başlamıştır. 1918 yılına bakıldığında ise Almanya Bolşevik Rusyasında başarı elde ederken yaz aylarında da Paris’e girmiştir. Ancak Lenin’in Rusya’daki iç karışıklık ve sonrasında Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması ve İtilaf devletlerinin Almanya’daki taarruzu bastırmasıyla Kasım 1918’de Almanya ile yapılan ateşkes itibariyle savaş son bulmuştur.

1.Dünya Savaşı Sonrası Almanya’nın Durumu

Almanya İmparatorluğunun 1914 sınırları

Almanya İmparatorluğunun 1914 sınırları [11]

Ateşkesin ilanından sonra 2. Wilhelm Kayzerlikten ayrılmıştır. Yerine 11 Şubat 1919’a kadar Friedrich Ebert geçici hükümeti kurulmuştur. Aslında kendisi Şansölye’dir ancak o sıfatla anlatılan bir dönem olmamıştır. Sonrasında ise devletin başkanı sıfatı ile Weimar Cumhuriyeti Dönemi olarak adlandırılan Şubat 1925’e kadarki kırılgan dönemin başkanı olmuştur. Yeni sistemin Almanya içinde yarattığı gerginlik ve oturmamışlık durumu, Versay Antlaşması’nın iyiden iyiye kendisini ülke içinde hissetmesi, artan işsizlik ve otoriteye olan özlem neticesinde milliyetçi sağa doğru meyillenen halk ve bu durumdan faydalanan Nazi ve Adolf Hitler ve onların ihtirasının bizi 2. Dünya Savaşına kadar götürecek olan yolda temel dinamikler olduğunu göz önüne almamız gerekmektedir.

Paris Barış Konferansı’nda bütün temel kararları alan “4 Büyükler” (soldan sağa, David Lloyd George, Vittorio Emanuele Orlando, Georges Clemenceau, Woodrow Wilson)

Paris Barış Konferansı’nda bütün temel kararları alan “4 Büyükler” (soldan sağa, David Lloyd George, Vittorio Emanuele Orlando, Georges Clemenceau, Woodrow Wilson) [12]

Yukarıda da bahsedildiği gibi ateşkesten sonra savaş bitmiş ve Barış Antlaşmaları için çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Bu süreci oluşturan ilk adım Paris Barış Konferansı’dır. Bu konferans 32 devletin temsilcisinin katıldığı ve 18 Ocak 1919’da başlayan bir konferanstır. Konferansın nihai karar vericileri Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’dır.[13] Bu devletlerin de içinde olduğu “Onlar Konseyi” ise İngiltere ve Fransa konseyin baskı unsuru ve karar-vericisi durumundadır.

1918’de ABD Başkanı W. Wilson ise yayımladığı 14 madde ile birlikte savaş sonrası kararların alınması, uygulanması gibi barışa giden aşamalarında oluşturulacak olan bir Milletler Cemiyeti tüzüğüne bağlı kalınmasını istemektedir. Milletler Cemiyeti’nin önemi sadece Avrupa’nın değil, dünyadaki diğer kıtalardaki devletlerin de içinde olduğu ve barış zamanında kurulan ilk uluslararası örgüt olmasından ileri gelmektedir. Ancak cemiyetin ömrü çok uzun olmamakla birlikte 1939 yılında 2. Dünya Savaşı başlamak üzereyken kimse cemiyete haber vermemiştir ve savaş sonrası da oluşturulan Bileşmiş Millet’e yetki devrini yapıp miadını tamamlamıştır.

Uluslararası ilişkileri kürsüye taşıyan ve liberalizmin kurucu olarak addedilen ve ABD’nin tek akademik temeli olan başkanı Wilson’ın oluşturduğu prensipler, Amerikan dış politikasının bir yansıması olmakla birlikte 14 maddeye ilişkin olarak dünya barışını sağlayacak bir Milletler Cemiyeti’nin kurulmasına ilişkindir. Ancak 1919’da galip devletler tarafından kurulan bu kuruluş uluslararası eşitliğin ve barışın gözetilmediği, Doğu toplumlarına karşı ise diplomatik baskı ve müdahalenin örgütlendiği bir merkeze dönüşmüştür. [14]

Wilson’ın Milletler Cemiyeti’ni oluşturmaya çalıştığı zaman diliminde Versay toplantılarında Avrupalı devlet başkanlarına göre daha pasif konumda olduğu bir gerçektir. Hatta toplantılara iştirak eden Çek lider Thomas Masaryk bile Wilson’un kurtlar sofrasında olduğunu ve Avrupalı liderlere dikkat etmesi gerektiğini söylemiştir.[15] Böyle bir durumda iken Wilson’ın çok önem verdiği Milletler Cemiyeti’nin etkili olmaması ve kendi dış politikasını dikte etmeye çalışması Wilson’ın başarısızlığı olarak görülmektedir. Kaldı ki, Wilson Amerika’ya döndükten sonra cemiyet içinde özellikle Fransız etkisinin hissedilmesi ise uluslararası eşitliği savunan bir organizasyonda iplerin herkese eşit oranda düşmediğini ve egemen devletlerin birkaç ufak manevra ve etkileyicilikle cemiyeti kendi politikalarına alet edebildikleri görülmektedir.

Milletler Cemiyetinin oluşumuna beklenmeyen bir destek ise Almanya’dan gelmiştir. Alman halkı da tıpkı hükümetleri gibi barış ve daha iyi yaşam şartları oluşturmak inancıyla, hür ve eşit milletlerin savaş sonrası adil bir barış için birleşmeleri fikrini kuvvetle desteklemiş ve Milletler Cemiyeti’ne katılmak için büyük bir çaba sarf etmiştir.[16] Ancak bu durum Avrupalı devletleri mutlu etmekten ziyade aksine rahatsız etmiştir.

Wilson’ın Amerika’ya dönmesinden sonra hem Senato içinde hem de kamuoyunda Milletler Cemiyeti ve genel olarak ABD politikasına dair olumsuzları gidermek için çalışmalara başlamıştır. Ancak Senatodan Milletler Cemiyeti sözleşmesi geçememiştir. Bunun nedeni ise Senato’daki tartışmalarda Milletler Cemiyeti kuruluş nizamnamesinin onuncu maddesi en fazla gündemi işgal eden konu olmuştur.[17] Neden olarak da Amerika hiçbir ülkenin toprak bütünlüğünü ve politik bağımsızlığını korumak ve kollamak için yükümlülük altına girmek istememektedir. Böylece Monroe Doktrini’ninden biraz kafasını çıkarmış bir ABD, her zamanki yerinde kalmayı tercih etmiştir. İlginçtir ki günümüzde hamiliğe soyunan bu devletin ve Birleşmiş Milletlerde aktif olup onu en çok kullanan devletlerden biri olarak, o dönemde Milletler Cemiyeti gibi kuruluş amacı sağlıklı olan bir sözleşmenin senatodan geçmemesi nasıl anlaşılmalıdır?

Versay Antlaşması

Almanya’nın Versay Antlaşması sonucu iade ettiği yerler

Almanya’nın Versay Antlaşması sonucu iade ettiği yerler [18]

1. Alsace-Lorreine: Fransa’ya verilmiştir.

2. Saar Bölgesi: Fransa ve Almanya arasında yapılacak olan plebisitten sonra bölgenin kime ait olacağına karar verilecek ve bölgenin hakimiyeti 15 yıl süre için Milletler Cemiyeti’ne verilecek. Bu süre boyunca bölgeden çıkarılan kömür Fransa’ya gönderilecektir.

3. Eupen/Malmedy: Belçika’ya verilmiştir.

4. Ruhr Bölgesi: Alman askerlerinin olmadığı alan. Ruhr’un batısı müttefik kuvvetler askerleri tarafından 15 yıl işgal altında kalacağı ve havzanın 50 mil doğu şeridinde Alman askeri birliklerinin ve kalelerinin konuşlanamayacağı bölge.

5. Schleswig: Danimarka’ya iade etmiştir.

6. Batı Prusya: Şimdiki adı Poznan olan Prusya vilayetlerinin çoğu ve Prusya,Polonya’nın bölüştürülmesinde(1772–1795)ilhak ettiği yerleri geri teslim etmiştir.

7. Danzig: Baltık Denizindeki Vistula Nehri deltasında stratejik açıdan önemli olan Danzig Limanı FreieStadtDanzig olarak Almanya’dan ayrılmıştır.

8. Doğu Prusya: Doğu Prusya’nın kuzeydeki kısmı daha sonra Litvanya tarafından ilhak edildi.

9. Silezya: Yukarı Silezya’nınHultschin bölgesi bir plebisit olmadan Çekoslovakya’ya devredildi.

10.Avusturya’nın Almanya ile birleşmesi yasaklanmıştı.

11.Almanya tüm kolonilerini kaybetti. [19]

Almanya, savaş sonrası mağlup olmuş bir güç olarak bu antlaşmayı imzalamaktan başka seçenek bırakmayan müttefik devletlerin baskısı ile antlaşmayı kabul etmek zorunda kalmıştır. Antlaşmanın maddeleri Almanya’nın kendisine olan güvenini, kolonilerini kaybetmesine; ekonomik krize girmelerine, onarım bedelini ödeyecek maddi durumunun olmamasına ve ekonomisini yeniden inşa edememesine neden oldu.

Böyle bir durum içinde ise Hitler’in açtığı ya da politik durumun Hitler’e açtığı yol, ekonomik kriz, hiperenflasyon, her yerde artan işsizlik, toprak hırsı, self determinasyonun vermiş olduğu bölünmüş milliyetçiliğin birleşmesi arzusu gibi 2. Dünya Savaşı’nı patlak vermesine neden olan düzensizliğin tohumlarının ekildiği bir dönemin sonucudur. Almanya üzerine bu kadar çok gidilmesi, Almanya’nın mağlup bir devlet olsa da rehabilite edilmesi gerekilirken onu yaralama ve intikam alma amacı sadece Almanya’yı değil tüm dünyayı etkileyen neden olaylar silsilesine ve en önemlisi yeniden topyekûn bir “Dünya” savaşına girilmesine neden olmuştur.

Fransız asker ve savaş teorisyeni olan Mareşal Ferdinand Foch, Almanya üzerindeki yaptırımları çok hoşgörülü bulduğunu söylemektedir: “ Bu barış değildir. 20 yıllık bir ateşkestir.” sözüyle düşüncesini deklare etmiştir. [20] Versay Antlaşması süresince Amerika, İngiltere ve Fransa’nın istekleri birbiriyle uymuyordu. Amerika daha yeni bir uluslararası düzen vizyonundayken İngiltere eskisi gibi denizlerde hâkim olan bir emperyal düzen ile devam etmek istiyor; Fransa ise Almanya’yı kendisinden aşağıda tutmayı hedefliyordu. Mağlup devletlere ve özellikle Almanya’ya karşı olan bakış açıları ise topraklarını genişletmek üzerinden olmuştur.

Barışın kısa süreli olmasına neden olan önemli bir kırılma etkeni ise self-determinasyon ilkesi ve etnik azınlıkların varlığıdır. Self-determinasyon ilkesi Fransız devrimin getirmiş olduğu bir ideoloji olması nedeniyle yeni olan bir durum değildir ancak Versay Antlaşması içinde Almanya’nın sınırları söz konusu olduğunda pek çok Alman milliyetinden olan kimseler yeni sınırlara sahip olan Almanya dışında kalmıştır.

Antlaşma maddelerinden en bilindik olan 321. Madde, Almanya’nın savaştan sorumlu tutulduğuna dair maddedir. Almanya ve Avusturya ağırlıklı olmak üzere dar diplomatik anlayış içinde açık bir şekilde Almanya Rusya’nın kapısını tıklattığı için, Avusturya ise Sırbistan’ın kapısını tıklattığı suçlanmışlardır. 235. Madde ise onarım ile ilgili olan maddedir. Almanya’nın ödemesi gereken tutar 132 milyon mark olarak belirlenmiştir. [21]Bunun dışında savaş süresince sivillerin ve askeri kayıpların bedelini de mal veya hizmetler karşılığında ödenmesi beklenmektedir.[22]Savaş mağlubiyeti, toprak kayıpları, ticaretinin yok edilmesi, halkının bir kısmının sınır dışında kalması, ödenmesi imkânsız onarım bedeli ve dayanılmaz baskı devamında pek çok sancılı süreci ortaya çıkarmıştır.

Almanya üzerine yapılan baskı iç politikada siyaset yapabilmek için önemli bir koz haline gelmiştir. Savaş yorgunu insanlar için Almanya’nın ödeyeceği onarım bedelinin herkesi refaha ulaştıracağı, savaş yaralarını daha kolay dinlendireceği üzerinden yapılan popülist siyaset öyle ya da böyle, Almanya’dan intikam almak isteyen Fransa ve İngiltere’de kamuoyunu da arkaya alması ve iç siyasetlerinde başarı anlamına gelmektedir. Bu yüzden de Almanya üzerinde baskıya devam etmişlerdir.

Savaş sonrasında ekonomik sıkıntı yaşayan tek ülke Almanya değildir. Galip devletlerin ticaret yapmaktan çekinmesi ekonomiyi olumsuz yönde etkilemiştir. Almanya ise sürekli para basma yoluna gidiyordu. 1923 yılına gelindiğinde ise Reicshbank’ın döviz kurları gibi şeyleri takip etmeyip sadece bankanın para likidite etmesi gerektiği yönündeki yaptırımları da enflasyonun hiperenflasyona dönme sebebini oluşturmaktadır. Bunun dışında İngiltere ve İngiltere’nin baskısıyla Fransa, uluslararası bir komitenin Almanya’nın tazminatları ödeme kapasitesini saptamasını ve savaş tazminatının buna göre yeniden düzenlenmesini kabul etmek zorunda kalmıştır. İlk olarak Dawes Ödeme Planı (1924) Almanya’ya 4 yıllık bir ödeme planıyken sonrasında işlevli olmamıştır. Daha sonrasında ise Young Planı oluşturuluyor ancak 1929 Buhranı yüzünden bu da işleyememiştir. 1932 yılında ise ABD Başkanı Hoover’ın Moratoryumu da fayda etmiyor. En sonunda ise Almanya’nın toplamda 750 milyon dolar ödemesi ile tüm borçlarının kapanacağı söylenmiştir. Yıllarca eziyet içinde bulunan durum böylelikle sona ermiş olmaktadır.

1925 yılında ise Almanya – Fransa ilişkilerini görece normal seviyeye ulaştıran Locarno Antlaşmaları imzalanmıştır. Bu antlaşmaların temeli Fransa’nın güvenliğini sağlama çabalarından ileri gelmektedir.

Locarno’da soldan sağa, Gustav Stresemann, Sir Austen Chamberlain, Aristide Briand

Locarno’da soldan sağa, Gustav Stresemann, Sir Austen Chamberlain, Aristide Briand [23]

Takvimler 1933 yılına geldiğinde ise barışın son kırıntılarının da ortadan kaybolacağı Hitler’in Başbakan seçilmesi ile Avrupa dengesi yine değişime uğrayacaktır. Hitler’in revizyonist politikaları ise ona halk nezdinde özlemi duyulan bir otorite boşluğunun Hitler ile doldurulmasına ve sağ kanat milliyetçiliğinin artmasına neden olmuştur. Üstelik Hitler’in 1933-39 yılları arasında ekonomik olarak yaptığı atılımlar 1939 yılında mucizevi bir şekilde işsizliğin olabildiğince azalmış olmasına neden olmuştur.

Aylin ERDOĞAN

1. Serhat R. Saru, Viyana Düzeninin Kurulması: Tarihsel Olarak Uluslararası Sistemin Evrimi, Yüksek Lisans Siyasi Tarih Vize Projesi, İstanbul, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003, s.12

2. Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, Bursa, MKM Yayıncılık, 2011, s.155

3. Ainur Nogayeva, “Orta Asya’da ABD, Rusya ve Çin: Stratejik Denge Arayışları”, USAK Yayınları, Orta Asya ve Kafkasya Serisi, Sayı:7, s.39

4. Thomas Gangale, “Alliance Theory: Balancing, Bandwagoning, and Détente”, http://ops-alaska.com/publications/2003/2003_AllianceTheory.pdf (Er Tarihi: 20.05.16)

5. Ainur Nogayeva, “Orta Asya’da ABD, Rusya ve Çin: Stratejik Denge Arayışları”, s.39

6. Stephen M. Walt, “Testing of AllienceFormation: The Case of SouthwestAsia”, International Organization, Cilt: 42, Sayı:2, 1988, s.282

7. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Genişletilmiş 11. Baskı, s.19

8. Yunus Kobal, “Birinci Dünya Savaşı Öncesinde Almanya”, Ankara, Gece Kitaplığı, 2000, s. 32

9. Uluslararası İlişkiler Tarihi (Diplomasi Tarihi), Çeviren: Atilla Tokatlı, Evrensel Basın-Yayın,2000, Cilt:1

10.Yunus Kobal, Birinci Dünya Savaşı Öncesinde Almanya, s.32

11.http://www.nzhistory.net.nz/files/documents/waw-maps/German_Empire_final.pdf (Er.Tarihi: 22.05.2016)

12. https://en.wikipedia.org/wiki/Paris_Peace_Conference,_1919 (Erişim Tarihi: 21.08.2016)

13.Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s.80

14.Ufuk Özcan, “Wilson Prensipleri Üzerine”, http://tjs.istanbul.edu.tr/wp-content/uploads/2016/01/13326-29946-1-SM.pdf Er. Tarihi: 19.06.2016)

15.Vedat Gürbüz, “Bir İdeal, Bir Amerikan Başkanı ve Onun Başarısızlığı: Başkan WiIson ve Milletler Cemiyeti”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Mayıs-Kasım 2002, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/816/10349.pdf (Er. Tarihi:19.06.2016), s.93

16.A.g.e s.93

17.A.g.e s.94

18.Paris Peace Conference 1919-1920: Results, http://www.ssag.sk/files/Paris-Peace-Conference.pdf (Er. Tarihi: 20.05.2016)

19.A.g.e s. 2-3

20.A.g.e., s.3

21.Vladimir Moss, “Versailles Treaty”, https://www.academia.edu/19284187/THE_VERSAILLES_TREATY (Er. Tarihi: 20.05.2016) s.11

22.Ken Oziah, “TheTreaty of Versailles and the Road the Hitler” https://www.academia.edu/1830319/Treaty_of_Versailles_The_Road_to_Hitler (Er. Tarihi:20.05.2016) s.5

23.https://global.britannica.com/event/Pact-of-Locarno (Erişim Tarihi: 21.08.2016)

24.Ainur Nogayeva, “Orta Asya’da ABD, Rusya ve Çin: Stratejik Denge Arayışları”, USAK Yayınları, Orta Asya ve Kafkasya Serisi, Sayı:7

25.Fahir Armaoğlu, Yüzyıl Siyasi Tarihi, Genişletilmiş 11. Baskı

26.Ken Oziah, “TheTreaty of Versailles and the Road the Hitler” https://www.academia.edu/1830319/Treaty_of_Versailles_The_Road_to_Hitler (Er. Tarihi:20.05.2016)

27.Paris Peace Conference 1919-1920: Results, http://www.ssag.sk/files/Paris-Peace-Conference.pdf(Er. Tarihi: 20.05.2016)

28.Stephen M. Walt, “Testing of AllienceFormation: The Case of SouthwestAsia”, International Organization, Cilt: 42, Sayı:2, 198

29.Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, Bursa, MKM Yayıncılık, 2011

Versay Antlaşması: Almanya’nın Sınırları ve Avrupa İçin Siyasi Hükümler yazısı ilk önce TUİÇ Akademi üzerinde ortaya çıktı.

WIKILEAKS DOSYASI : Wikileaks’den Erdoğan için dünyayı şokta bırakan açıklama


Wikileaks’in sızdığı ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Clinton’ın e-postalarından inanılmaz iddialar: IŞİD, Esad ve Kaddafi’yi alt etmek için kuruldu! Başına Erdoğan getirildi. Damat Albayrak IŞİD petrolünü satmak için görevlendirildi.

Wikileaks’ın sızmayı başardığı ve mahkeme kararıyla yavaş yavaş açılanacak olan eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’a ait olduğu iddia edilen elektronik postalardan inanılmaz bilgiler ortaya çıktı. ABD’nin muhalif düşünce kuruluşu Common Sense Show’un dört yıl önce ortaya attığı iddialarla başlayan skandala göre, ABD, IŞİD’i ‘petrol devleri’ olarak gördüğü Suriye ve Libya yönetimini devirmek için kurdu. Suriye ayağında IŞİD’in kontrolünü Cumhurbaşkanı Erdoğan sağlayacaktı ve IŞİD’in ele geçirdiği petrol havzalarındaki işlenmemiş petrol Rus ekonomisini zayıflatmak amacıyla Erdoğan’ın damatı Berat Albayrak tarafından kara borsaya sürülecekti!

HER ŞEY LİBYA İLE BAŞLADI

‘ABD Libya Büyükelçisi Stevens’ı CIA öldürttü’

Skandal iddiaları ortaya atan Common Sense Show, ABD’de ‘karanlık isim’ olarak bilinen Libya Büyükelçisi Stevens’ın büyükelçilik saldırısı sonucu hayatını kaybetmesini ‘suikast’ olarak tanımlamıştı. Kuruluşa göre, “terörist organizasyonların çıkardığı petrolün dağıtımını, silah trafiğini ve bölgedeki CIA faaliyetlerini” denetleyen Stevens’ın ‘kirli çamaşırlarının’ ortaya dökülmeye başlaması CIA’i endişelendirdi.

Bu nedenle elçi Stevens, doğrudan CIA’e bağlı cihatçılar tarafından öldürüldü. ABD bu hamleyle hem Stevens’ı susturmuş oldu. Hem de Libya’ya başlatılacak saldırılar için gerekli ‘savaş nedenini’ sağladı. Sözün, özü CIA bir taşla iki kuş vurmuş oldu.

PETROL İÇİN HER YOL MÜBAH!

Wikileaks, Libya skandalından bu güne Clinton’ın elektronik postalarından yola çıkarak ABD’nin, ‘kirli petrol oyununu’ gözler önüne sürüyor. Ünlü sızıntı sitesinin yeni yüklediği bilgilere göre;

-Katar, ABD’den, Katar-Türkiye arasında kurulacak petrol boru hattı için yardım talep etti. Dönemin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından incelenen bu istek, ‘karlılığı’ düşünülerek kabul edildi.

-Petrol hattı için ‘sorun teşkil eden’ Suriye’nin ‘oyun dışı’ bırakılması için planlar ortaya atılmaya başlandı. Bu sürece hem Türk hem de Katarlı yetkililer katıldı.

-ABD’li askeri stratejistler, Rusya’nın desteğini alan Suriye Ordusu’nun uzun yıllar ‘muhalif’ güçlerle çatışabileceğini ortaya koydu. Bunun üzerine ‘petrol sahalarının’ hızlı denetimi için başka çözümler aranmaya başlandı. IŞİD, bu arayışın sonucunda kuruldu.

-Türkiye, IŞİD ile dirsek temasında bulunacak, çıkartılan ham petrolü rafine ederek piyasaya sürecekti. Bu süreçte IŞİD’in hızlı genişlemesi için gerekli destek istihbarat ajansları tarafından sağlanacaktı.

-Ukrayna’da başlayan krizle ‘ambargo’ yiyen Rus ekonomisine petrol fiyatlarının düşürülmesiyle bir darbe vurulması planlanıyordu. Rusya’nın devre dışı bırakılmasıyla bölgede bir ‘petrol imparatorluğu’ yaratılacaktı.

RUSYA’NIN İDDİALARI

Rusya, uçak krizinin ardından Türkiye’yı IŞİD’den petrol almakla suçlamış, ticareti uydu fotoğraflarıyla gözler önüne sermişti. Zikredilen isimse Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak olmuştu.

Suriye’de iç savaşın başladığı 2012 yılına ait olan Clinton’un elektronik postalarıyla, IŞİD’in ortaya çıktığı ilk zamanlardaki tavrı bire bir örtüşüyor. Zaman içerisinde, sahada değişen oyunun bugün ne hal aldığını bilemesek de, Wikileaks’ın ortaya attığı iddialar ‘doğrulanabilirliğini’ koruyor.

DARBELER DOSYASI /// MÜYESSER YILDIZ : Darbe konseyinde kritik isim neden yok


Darbe konseyinde kritik isim neden yok

Böylesi bir ismin Savcılığın en azından şimdilik belirlediği “Konsey üyeleri” arasında bulunmaması tuhaf ve manidar değil mi?

Dün dikkat çekici iki haber vardı.

İlki Sabah Grubu’ndaydı… “Başsavcılığın gizli belgesi darbecinin kasasından çıktı” başlıklı haberde, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 15 Temmuz öncesi hazırladığı “FETÖ”cü listesinin darbeden sonra tutuklanan Genelkurmay Personel Başkanı İlhan Talu‘nun odasından çıktığı vurgulanıyordu.

Sanırsınız ki, İlhan Talu bu listeyi Cumhuriyet Başsavcılığı’nın kasasından çalmış.

Hayır, öyle değil. Haberde de belirtiliyor; Savcılık bunu “gizli” koduyla Genelkurmay Başkanlığı’na göndermiş.

Ki, daha önce medyaya yansıdı, İlhan Talu ve diğer bazı askerlerin ifadelerinde de yer aldı.

Savcılık bu listeyi gönderince, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar da YAŞ çalışmalarına hazırlık amacıyla Personel Başkanı Talu’ya vermiş.

Dolayısıyla o listenin Talu’nun odasında bulunmasından daha doğal ne olabilir ki?

Sadece Savcılığın değil, MİT ve Emniyet’in de darbeden kısa bir süre önce TSK’daki “FETÖ”cülerin listesini elden götürüp, Akar’a teslim ettiği biliniyor.

Burada sorulması ve şaşırılması gereken şey başka.

Şöyle ki; Darbe öncesine kadar MİT’in, Emniyet’in, Genelkurmay’ın birbirine güvenmediği, özellikle MİT ve Emniyet’in Genelkurmay’a tek bir bilgi, belge göndermediği, dava dosyalarının dahi paylaşılmadığı ortadaydı.

Kurumlararası ilişki böylesi vahim bir boyuttayken, acaba nasıl olmuştu da darbeden kısa bir süre önce Genelkurmay’a “FETÖ”cülerin listesi akmaya başlamıştı?

Bu kelimenin tam anlamıyla kediye ciğer emanet etmek, bir başka ifadeyle adeta darbecileri tetiklemek değil miydi?

Evet, 17/25 Aralık’tan Temmuz 2015 başına kadar, dönemin Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in de söylediği gibi, MİT, “Bizde hiçbir belge yok” cevabı verirken veya hakkında bilgi istenen bazı generaller için “temiz” raporu gönderirken, birden bire sadece MİT değil, Savcılık ve Emniyet hep birlikte “FETÖ”cü listesi çıkartıp, bunları niye Genelkurmay’a teslim etmişti?

Koca bir “güven bunalımından” sonra birden sağlanan bu “güven ortamının” bir sebebi, bir üst aklı olmalı, değil mi?

AKAR’I O İKNA ETMEYE ÇALIŞMIŞTI

İkinci ilginç haber; Milliyet’in manşetten verdiği, “İşte FETÖ’nün ‘yurtta sulh’ konseyi” başlıklı haberdi.

Buna geçmeden önce Sabah’ın haberinde yer alan bir hususu hatırlatalım. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 15 Temmuz’dan önce Genelkurmay’a gönderdiği o listede darbe girişiminde yer alan önemli isimlerin olduğu belirtilip, “Akın Öztürk, Mehmet Dişli, Baki Kavun, Mustafa Özsoy, Salih Ulusoy, Hakan Üstem, İrfan Arabacı, Ömer Faruk Harmancı, Ali Murat Dede, Muharrem Köse, Şener Topuç, Sami Balcı, Faruk Bal ile Akın Öztürk’ün damadı Hakan Karakuş”un isimleri sıralandı.

Peki Milliyet Gazetesi’nin Savcılık kaynaklarına dayanarak aktardığı “Yurtta Sulh Konseyi”ni oluşturduğu tespit edilen isimler hangileri?

Konseyin sanıldığı gibi 4-5 isimden değil, en az 30 tuğgeneral ve Albay rütbesindeki TSK mensubundan oluştuğunun anlaşıldığını belirten Milliyet, belirlenen isimlerle ilgili şu bilgiyi verdi:

“15 Temmuz sonrası ihraç edilen ve tutuklanan eski Genelkurmay Başkanlığı Personel Plan ve Yönetim Daire Başkanı Tuğgeneral Mehmet Partigöç’ün ismi diğer komutanlara göre bir adım öne çıkarken, üst düzey komutanlar Ömer Faruk Harmancık, Hamza Koçyiğit, İrfan Arabacı, Hava Tümgeneral Gökhan Şahin Sönmezateş, Jandarma Tuğgeneral Faruk Bal, Salih Ulusoy, Sadık Kalyoncu gibi isimlerin konsey içinde yer aldığı anlaşıldı.”

Savcılığın darbeden önce çıkardığı liste ile darbeden sonra “Konseyi oluşturduğunu” tespit ettiği isimler hemen hemen örtüşüyor.

Diğerlerine göre çok özel bir isim olan Mehmet Dişli hariç. Darbeden önceki listede var, “Konsey” listesinde yok.

Dişli’nin özellikleri malum; Öncelikle AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli’nin kardeşi… İkincisi Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın 15 yıllık yol arkadaşı… Darbe gecesi de önce “ikili oynayarak” bildiriyi imzalaması için Akar’ı ikna etmeye çalışan, “darbeci” olduğunun anlaşılmasından sonra ise Akar’la birlikte Akıncılar Üssü’ne giden, yine ertesi sabah Akar’la aynı helikoptere binip Çankaya Köşkü’ne gelen, Akar’ın burada Başbakanlık korumalarına, “O da darbecilerden” demesi üzerine gözaltına alınıp, tutuklanan isim.

Savcılık kaynakları bu ismi vermemiş veya Milliyet yazmamış olabilir, ama her ihtimale binaen yine de soralım:

Böylesi bir ismin Savcılığın en azından şimdilik belirlediği “Konsey üyeleri” arasında bulunmaması tuhaf ve manidar değil mi?

Müyesser Yıldız

Odatv.com

PARAPSİKOLOJİ & GİZEM DOSYASI /// VİDEO : SAHTE KIYAMET, DECCALİYET, ALGI OPERASYONLARI, METAFİZ İK SAVAŞLAR


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=EA8qqd2GchM&feature=em-subs_digest

PARAPSİKOLOJİ & GİZEM DOSYASI /// VİDEO : Gizli Ahit Sandığı ve Ölüp Tekrar Dirilen İnsanlar Kon ulu Yayın


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=TsthpFsCYX4&feature=em-subs_digest

SİYASİ DOSYA : TBMM Başkanlığına sunulan AKP-MHP ortak Anayasa T aslağı Metni


OKUNMAYA DEĞER HİKAYELER : Hiçte Kaz kafalı değillermiş


Görüntünün olası içeriği: kuş, gökyüzü ve açık hava

Hiçte Kaz kafalı değillermiş

Göç eden yaban kazlarını havada süzülürken hiç seyrettiniz mi ? Eğer seyrettiyseniz "V" şeklinde bir formasyonla uçtuklarını görmüşsünüzdür… Bilim adamları kazların neden bu şekilde uçtuklarını araştırdıklarında kazların hiç de çok kullanılan amiyane tabirle "kaz kafalı" olmadıkları, hatta kazların hayatından bizlerin de hayatımıza aktarabileceğimiz ve ders alabileceğimiz noktaların bulunduğunu vurgulamışlardır…

– "V" şeklinde uçulduğunda, uçan her kaz kanat çırptığında arkasındaki kaz için onu kaldıran bir hava akımı oluşturuyormuş, böylece "V" şeklinde bir formasyonda uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş menzillerini %70 oranında uzatıyorlarmış. Yani, tek başına gidebilecekleri maksimum yolu grup halinde neredeyse ikiye katlıyorlarmış.

– Bir kaz "V" grubundan ayrıldığı anda uçmakta güçlük çekiyor. Çünkü diğer kazların oluşturduğu hava akımının dışında kaldığından genellikle gruba tekrar katılarak hava akımını kullanarak yoluna devam ediyor.

– "V" grubunun başında giden kaz normal olarak hava akımından yararlanamamakta ve diğer kazlara oranla daha çabuk yorulmakta bu nedenle grubun hızını düşürmekte, bunun sonucunda lider durumundaki kaz en arkaya geçiyor ve hemen ardındaki kaz lider konumuna giriyor, bu değişim çok sık yapılarak bütün kazların grubun her noktasında yer alması sağlanıyor.

– Grubun hızı yavaşladığında gerideki kazlar daha hızlı gitmek üzere öndekileri bağırarak uyarıyorlar.

– Gruptaki bir kaz hastalanırsa ya da bir avcı tarafından vurulup uçamayacak duruma gelirse; düşen kaza yardım etmek için gruptan iki kaz ayrılarak o kazı korumak üzere hasta ve/veya yaralı kazın yanına giderek tekrar uçabilene (ya da ölürse ölümüne kadar) onunla beraber kalıyorlar. (Asla terk etmiyorlar) Daha sonra kendilerine başka bir kaz grubu bularak bu gruba katılıyorlar. Yeni kaz grubu bu şekilde gruba katılmak isteyen kazları reddetmiyorlar.

Belli bir hedefi olan ve buna ulaşmak için bir araya gelen insanlar, hedeflerine daha kolay ve çabuk erişirler. Çünkü birbirlerinin çekimini kullanırlar.

Eğer kafamız en az bir kaz kadar çalışıyorsa; bizimle aynı yöne gidenlerle bilgi alışverişini ve işbirliğini sürekli hale getiririz.

Yaptığınız her işi, yeri ve zamanı geldiğinde başka bir arkadaşımıza bırakmak gerekiyor. Bu bizim için olduğu kadar diğerleri için de faydalıdır.

Yani liderliği paylaşmak ve zor işi rotasyonlu yapmak yaptığımız işe ivme kazandırıyor. İlerlemek ve yol almak için bazen başkalarının uyarılarına ihtiyaç duyarız, bundan alınmamalıyız, aksine böyle uyarıları sevinç ve takdirle karşılamalıyız. Çünkü takım ruhunun gereğidir bu.

İşler zorlaştığında da kenetlenmeliyiz. Paylaşmanın ve yardımlaşmanın önemini paylaşılamadığı ve yardım alınamadığı zaman değil her zaman dikkate almalıyız.

PANEL DUYURUSU : “1. Dünya Savaşında Antalya’da Kazanılan Büyük Zaferlerin Kahramanı Topçu Yüzbaşı MUSTAFA ERTUĞRUL


1. Dünya Savaşında Antalya’ da Kazanılan Büyük Zaferlerin Kahramanı Topçu Yüzbaşı MUSTAFA ERTUĞRULKonulu Panele Teşriflerinizden Büyük Mutluluk Duyacağız.

Mehmet Rıza ÜNLÜ

Kurucu / Yönetim Kurulu Başkanı

Tarih : 13 Aralık 2016

Saat : 09.00

Yer : AKM Perge Salonu ANTALYA

İrtibat Telefonu : Merve CİVAN +90 242 2385270 – 71

e-posta : aksan_07, tubikam

LCV (Lütfen 10 Aralık 2016 tarihine Kadar Cevap Verin)

SU & ENERJİ & DOĞALGAZ DOSYASI : Enerji Arz Güvenliği ve Japon İ novatif Yaklaşımı


Ekonomik faaliyetlerin temel girdisi ve itici gücü olan enerji, ekonomik refah düzeyinin en önemli belirleyicilerindendir. Bir ekonominin gelişebilmesi ve bu gelişmenin uzun süreli ve sürdürülebilir olması; ihtiyaç duyulan enerjinin yeterli miktarda, en az maliyetle ve güvenilir bir şekilde temin edilebilmesine bağlıdır. Hidrokarbon kaynaklarındaki hızlı teknolojik gelişmeler ve taşımacılıkta gelinen noktayla beraber günümüzde enerji arz güvenliği unsuru enerji politikalarının en önemli konu başlığı haline gelmiştir.

Uluslararası Enerji Ajansı’na göre; enerji arz güvenliği, enerjinin kaynağından uygun fiyata ve kesintisiz bir şekilde sağlanması durumudur. Küresel anlamda son dönemin en önemli başlıklarından biri olan arz güvenliği, uzun ve kısa dönem olmak üzere iki boyutta ve mevcut piyasa dinamiklerinin parametreleri ile rasyonel bir şekilde incelenmelidir. Arz güvenliği uzun dönemde, ekonomik gelişmelere paralel olarak gerekli yatırımların yapılması ve bu sayede sürdürülebilirliğin sağlanması, kısa dönemde ise arz-talep dengesi içerisinde ani değişikliklere doğrudan tepki verme kabiliyeti olarak ele alınmalıdır. Bununla birlikte, arz güvenliği konusunun doğru algılanması ve doğru bir şekilde kısa ve uzun vadeli değerlendirilebilmesi için öncelikle geleneksel ve liberal piyasa parametrelerinin ve bu parametrelerin getirdiği sonuçların doğru bir şekilde özümsenmesi ve bundan yola çıkarak realist enerji politikalarının geliştirilmesi gerekmektedir.

Geleneksel ve Liberal Piyasalarda Arz Güvenliği

Geleneksel enerji piyasalarında piyasanın büyük bir bölümü monopol pozisyonda bulunan tek şirket tarafından domine edilmektedir. Monopol pozisyonundaki şirket piyasayı domine ettiğinden, enerji piyasasında rekabetçi bir ortam oluşamamakta, fiyat optimizasyonu hiçbir zaman sağlanamamakta ve bu sebeple arz güvenliğinin en önemli ayağı olan uygun fiyat unsuru oluşamamaktadır. Geleneksel piyasa mekanizmalarında monopol şirketin ana hedefi fiyat optimizasyonundan çok enerji arzının kesintisiz olarak sağlanması üzerine kurgulanmaktadır. Bu bağlamda monopol şirket arz güvenliğini garanti altına almak için petrol endeksi ile belirlenen uzun dönemli kontratlara yönelmekte ve piyasa şartlarında belirlenen enerji fiyatının çok üzerinde olan, rasyonel olmayan ve politik unsurların baskın olduğu, yüksek fiyatlara maruz kalmaktadır.

Liberal piyasalarda ise rekabetçi piyasa prensibi esas alındığından ve birden fazla şirket etkin olduğundan, verimliliğin maksimize, fiyatın ise minimize edilmesi hedeflenmektedir. Bu temel piyasa hedefiyle arz güvenliğinin kısa, orta ve uzun vadede stabilizasyonu sağlanmakta ve enerji fiyatları birbiri ile rekabet ettiğinden fiyat optimize edilmektedir. Rekabetçi enerji piyasalarında piyasa oyuncuları sadece ince marjlar veya anlık tedarikler üzerinde çalışmamaktadırlar. Rekabetçi piyasalarda anlık fiyat değişimleri önemli olduğu gibi arz güvenliğinin devam ettirilmesi de büyük bir öneme haizdir ve piyasa oyuncularının esas amaçları arasında yer almaktadır.

Liberal piyasalarda farklı kaynaklardan ve farklı fiyat aralıklarından gelen enerjinin birbirleriyle rekabet etmeleri sonucu yeni bir fiyat sinyali oluşmaktadır. Piyasa mekanizması içerisinde oluşan bu rekabet ortamında enerjinin optimal fiyat seviyesine ulaşması ve rekabetin sürdürülebilir olması arz güvenliğinin kesintisiz bir şekilde devam ettirilmesini sağlamaktadır. Piyasa oyuncuları maliyet bazlı finansal portföyler oluşturduklarından, ekstra enerji alımı yapmayı veya depolama yapmayı piyasa koşulları içerisinde belirlemekte ve piyasa ihtiyacı ile uygun fiyat olgusunu göz önünde bulundurmaktadırlar. Bu durum da tüketicilerin enerji teminini devam ettirmelerini ve en uygun fiyattan alım yapmalarını sağlamaktadır. Liberal piyasa dinamiklerinde arz-talep dengesi söz konusu olduğundan, arz güvenliğinin iki saç ayağı olan sürdürülebilirlik ve anında tepki verme kabiliyeti piyasa içerisinde oluşan doğal bir mekanizma içerisinde kendiliğinden sağlanmaktadır.

Arz güvenliği perspektifi ile bu iki piyasa modeli ele alındığında iki modelde de enerji temininin sürdürülebilirliği amaçlanmış gibi görülse de geleneksel piyasa modelinde fiyat optimizasyonunun göz ardı edildiğini ve arz güvenliğinin bir sac ayağı olan uygun fiyat olgusunun tesis edilemediği gözlemlenmektedir. Liberal piyasa modelinde ise rekabetçi bir ortam kurgulandığından, oyuncuların finansal portföy oluşturmalarına ihtiyaç duyulduğunu ve enerji kaynaklarının arasında sağlanan fiyat rekabeti ile uygun fiyat olgusunun tesis edildiği gözlemlenmektedir. Bu minvalden yola çıkarak, günümüzde çok önemli bir konu haline gelen enerji arz güvenliği konusunda, hem sürdürülebilir hem de az maliyetle enerji temini için enerji piyasalarında liberal dinamiklerinin kurgulanmasına ihtiyaç duyulduğu görülmektedir.

Enerji Arz Güvenliğine Japon Yaklaşımı

Enerjide net ithalatçı olan Japonya, yaptığı atılımlarla birlikte geleneksel piyasa dinamiklerinden liberal piyasa dinamiklerine geçen ve bu sayede net ithalatçı olmasına rağmen enerjide küresel bir aktör konumuna gelmeyi başaran çok önemli bir örnektir. 2004 yılında enerjide net ithalatçı olan Japonya’da, enerjinin kaynaktan tüketiciye kadar olan tüm tedarik zincirinde arz güvenliğinin tesis edebilmesi için Japonya Ulusal Petrol Şirketi (JNOC) ve Japonya Metal Madencilik Ajansı (MMAJ) birleştirilerek Japonya Ulusal Petrol, Gaz ve Metal Şirketi (JOGMEC) kurulmuştur. Oluşturulan yeni yapı ile Japon arz güvenliğinin sağlanabilmesi için özel sektör oyuncuları ile ortaklıklar kurularak dünya çapındaki hidrokarbon arama ve üretim projelerinde faaliyetlerin yürütülmesi ve yürütülen bu faaliyetlerle Japonya’nın ihtiyacı olan enerji kaynaklarının sürdürülebilir şekilde ve optimal bir fiyattan sağlanması amaçlanmıştır.

JOGMEC, petrol ve doğal gaz, metal, kömür ve jeotermal olmak üzere enerji sektörünün dört ana segmentinde faaliyet göstermektedir. JOGMEC faaliyet gösterdiği alanlardaki jeolojik araştırmalar, teknolojik gelişmeler, ar-ge çalışmaları, mali destek gibi hususlarda operasyonel aktivitelerini özel şirketler ile ortaklaşa yürütmektedir. Uluslararası projeler için ulusal ve yabancı firmalar ile ortaklıklar kurulmakta ve JOGMEC oluşturduğu bu yapı ile bir çatı organizasyon görevi görmektedir. Bu yapıda özel yatırımcıların sürece dahil edilmesiyle rekabet ortamı tesis edilmekte, dinamizm kazanılmakta ve optimum maliyetlerle Japonya’nın arz güvenliği sağlanmaktadır.

Japonya petrolde %99,6, doğal gazda ise %97,4 oranında dışa bağımlıdır. Bu sebeple JOGMEC, karşılıklı fayda esas alınarak, enerji zengini ülkelerde ulusal ve uluslararası ortaklıklara gidilmesi suretiyle faaliyetlerde bulunmaktadır. Bununla beraber JOGMEC teknolojik gelişmelere önem vermekte, arama-üretim için gerekli olan mali kaynak içinse uluslararası finansal kuruluşlarıyla da işbirliğine gidebilmektedir. Uluslararası ortaklık yapılan firmalarla ortak bilgi ağları oluşturulmakta ve ortak eğitimler düzenlenmektedir. JOGMEC arz güvenliğinin sağlanması (denizaşırı kaynaklara ulaşım), teknolojik ilerleme, yeni iş fırsatları oluşturma ve geliştirme, güçlü enerji depolama tesisleri olmak üzere dört ana çalışma prensibiyle faaliyet göstermekte ve bu prensiplerden yola çıkarak özel sektör oyuncularını deniz aşırı projelere teşvik etmektedir.

Japon ulusal firmalarının deniz aşırı projelerdeki finansmanında Japonya Bankası (JBIC) önemli bir rol oynamaktadır. JBIC arama üretim sektörü oyuncularına fon sağladığı gibi, iklim değişikliği aktiviteleri, sanayi ve altyapı yatırımları, finans piyasalarının stabilizasyonu gibi konularda da özel sektöre kaynak sağlamaktadır. JOGMEC ve JBIC destekledikleri denizaşırı faaliyetlerde Japonya’nın küresel konjonktördeki duruşunu esas almakta ve bu doğrultuda finansman süreçlerini onaylamaktadırlar. JBIC özel sektör oyuncularına proje finansmanlarında toplam meblağının %60’ına kadar kredi desteği sağlayabilmektedir.

JOGMEC modelinde bir Japon firmasının arama – üretim ve geliştirme projelerine başlayabilmesi için öncelikle bir proje şirketi kurması gerekmektedir. Kurulan proje şirketi uygulanacak proje için JOGMEC ile hisse üzerinden anlaşma yapmaktadır. JOGMEC bu noktada sağladığı sermayeyi geri döndürmeyi amaçlamakta, kar oranını minimum seviyede tutmaktadır. JOGMEC modeline göre, denizaşırı projelerde hem JOGMEC hem de özel şirketler öz sermayelerini öncelikle proje şirketine aktarmaktadırlar. Daha sonraki süreçte ise Japon şirketleri yabancı şirketlerle kurdukları katılım ortaklıkları ile projeye başlamaktadırlar. Bu süreçte JOGMEC tarafından arama ve geliştirme basamaklarında %75’e varan destekler verilmektedir. JOGMEC varlık ediniminde ise proje başlangıcında %50’ye varan ortaklıklara gidebilmekte, projenin ilerleyişinde ise bu ortaklıklardan çıkabilmektedir. JOGMEC modelinde alt yapı ve pazara kaynak ulaştırılması için geliştirilen projelerin finansmanında, JOGMEC’in proje yükümlülüklerine %50 veya %75’e varan güvenceler vermesi sonucu JBIC ve Ticaret Bankaları sürecin ilk aşamasındaki proje şirketlerine kredi finansmanı sağlamaktadırlar. Sağlanan krediler ve kurulan ortaklıklarla beraber saha operasyonlarına başlanmaktadır.

JOGMEC modeliyle amaçlanan esas nokta özel şirketleri teşvik ederek dünya çapındaki yatırımları arttırmak ve arz güvenliğini muhafaza etmektedir. Bu model ile beraber arz güvenliği tesis edildiği gibi Japon arama-üretim sektörünün gelişimi sağlanmış ve bunun sonucunda Japon firmaları küresel piyasada söz sahibi olmuşlar ve kurgulanan liberal dinamiklerle Japon enerji arz güvenliğinin sürdürülebilirliği sağlanmıştır.

2004 yılında Japon Enerji Piyasası’ndaki değişimle beraber özel şirketlerde yıldan yıla büyük sıçramalar gözlemlenmiştir. JOGMEC ve JBIC tarafından yapılan teşvikler ile şirketlerin küresel ağları ve operasyonel kabiliyetlerinde ilerlemeler sağlanmıştır. JOGMEC modeliyle kurulan bilgi ağıyla beraber sektörel bilgi birikimi yükselmiş ve teknolojik gelişimin desteğiyle beraber küresel piyasalarda Japon özel şirketleri söz sahibi haline gelmişlerdir. Bu durum arz kaynaklarının çeşitlendirilmesiyle beraber finansal kapasitenin artmasını sağlamıştır. Inpex, Japex, Mitsubishi, Mitsui, Sumitomo gibi büyük Japon şirketleri Japon hükümetinin sağladığı teşviklerle risk sermayesi ve kredi yükümlülüklerinden minimum şekilde etkilenmişlerdir.

2015 yılı JOGMEC Faaliyet Raporu’na göre şirketin 15 milyar dolarlık varlığı bulunmakta ve işletme faaliyetlerinden 1,289 milyar dolar, yatırımlardan ise 1,390 milyar dolar nakit akımı sağlanmaktadır. Gelir gider dengesi göz önünde bulundurulduğunda şirket 2015 yılını 277 milyon dolar karla kapatmıştır.

Değerlendirme

Hidrokarbon kaynaklarındaki hızlı teknolojik gelişmeler ve taşımacılıkta gelinen noktayla enerji arz güvenliği konusu özellikle enerjiye bağımlı ülkeler açısından büyük bir önem kazanmıştır. Bu sebeple politika yapıcılarının arz güvenliği konusunun boyutlarını iyi irdelemesi ve bu doğrultuda stratejilerini kısa, orta ve uzun dönemli olarak oluşturmalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Arz güvenliği olgusunun sağlıklı ve sürdürülebilir bir şekilde tesis edilebilmesi için öncelikle piyasa kurgusunun iyi tahlil edilmesi ve bu minvalden yola çıkarak sürdürülebilir ve uygun fiyattan enerji temini için rekabetçi bir mekanizmanın kurgulanması gerekmektedir. Rekabetçi bir mekanizmanın kurgulanabilmesi için ise bir sıçrama tahtasının yaratılabilmesi açısından teşviklerle özel şirket yatırımcılarının önünün açılması gerekmektedir.

Bu bakımdan piyasa dinamiklerini geleneksel yapıdan liberal yapıya geçiren ve küresel bir aktör olmayı başaran JOGMEC modeli geleneksel piyasa dinamikleri ile işleyen piyasalar için örnek bir model olarak ele alınabilir. Özellikle hidrokarbon kaynaklarına yakın bir coğrafi konumda bulunan Türkiye’nin JOGMEC tarzı bir model ile iç piyasasında liberal unsurlarla rekabetçi bir yapıyı inşa etmesi sağlıklı bir şekilde arz güvenliğinin sağlanması açısından kilit bir unsur olacaktır. Türkiye’nin JOGMEC modeli örneğinden yola çıkarak piyasasını rekabetçi ve liberal unsurlarla tesis etmesi hem arz güvenliğinin sürdürülebilir olmasını sağlayacak hem de Türk arama – üretim sektörünün küresel anlamda atılımlar yapmasının önünü açabilecek ve enerji kaynağına sahip olunmasa da kaynak zengini ülkelerde kurulan doğru ortaklıklarla enerjide söz sahibi olunabilecektir.

Bu tablodan yola çıkarak arz güvenliği konusunda doğru adımlar atılabilmesi için küresel gelişmelerin ve piyasa dinamiklerinin iyi analiz edilmesi ve bu analizlerden yola çıkarak sağlıklı bir şekilde arz güvenliğinin tesis edilebilmesi için rasyonel enerji stratejilerinin oluşturulmasına ihtiyaç duyulmaktadır.

ARAŞTIRMA DOSYASI : Yeni Muhafazakârların Doğuşu ve Soğuk Savaş Döneminde Yeni Muhafazakârlar


Muhafazakârlık, Fransız Devrimi’nden sonra Jakoben hareketinin toplumun eski kurumlarına ve kurallarına karşı giriştikleri radikal ve devrimci mücadelelerine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Muhafazakâr çevreler değişimi gördüğü halde, değişimin hızına ve kapsamına itiraz etmektedirler.[1] Muhafazakârlığın gelenekçi tutumu, onun ile birlikte milliyetçi ve dinci akımlar arasında da ortak bir zemin oluşturur. Muhafazakârlığı, mevcut sosyalizme ya da sosyal demokrasiye entelektüel ve politik sırt çevirme olarak gören Helmut Dubiel, bunun teoriden ziyade siyasi sorunların çözümüne yönelik geliştirilen bir toplum öğretisi olduğunu savunur.[2]

Yeni muhafazakârlık ise; Soğuk Savaş döneminin ikinci yarısında, sosyalist sisteme ve sınıf mücadeleleri ile Batı toplumlarında ortaya çıkan halkçı kazanımlara karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Geleneksel muhafazakârlığın eleştirilerine ek olarak Soğuk Savaş dönemindeki barış içinde bir arada yaşama ve detant gibi girişimlere de karşı çıkmıştır.[3]

Yeni muhafazakârların düşünsel anlamda referans kaynağı II. Dünya Savaşı öncesi ABD’ye göç eden Leo Strauss olmuştur. Liberal modernizme eleştirel bir tutum sergileyen Leo Strauss, çözümün klasik Yunan felsefesinde olduğu inancındadır.[4]

Strauss’da, kitlelere asil yalanlar söylemekten kaçınmayan elitler iktidarı fikri merkezi bir yer tutmaktadır. Siyasetçilerin başarıya ulaşmak için güç kullanmaya ve sahtekârlık yapmaya mecbur kalabileceklerini savunmaktadır. Sıradan halka siyasal katılma imkanı sunan katılımcı demokrasinin reddedilmesi fikrinden beslenen yeni muhafazakar anlayış da seçkinciliği güçlendirmiştir.[5] Ülke güvenliğini hedef alabilecek saldırganlık militan milliyetçi bir devlet yapısıyla engellenebilir. Bunun da gerçekleşmesi için bir dış tehdit gereklidir; bu yoksa yaratılmalıdır.[6]

Felsefenin genel ahlakı kuşku altında bıraktığından sıradan insanların ona maruz kalmasının önlenmesi gerektiğini savunan Strauss’a göre; Machiavelli, çağdaş siyaset felsefesinin yolunu açmış olmasına rağmen onun günahı batıni gerçekleri açıkça söylemiş olmasıdır.[7]

Strauss’a göre, modernite ahlaki değerleri reddettiği için dünyada iki tiranlık oluşmuştur. İyi ve kötü rejimler olarak yönetimleri ikiye ayıran Strauss’a göre, Amerikan yönetimi kötüler içinde en az kötü olandır.[8] Demokrasi ile yönetilenler, kendilerini diktatör rejimlerden korumalıdır, diktatörlükle yönetilenlere demokrasi dayatılmalıdır. ABD’nin ve dünyanın güvenliği için demokrasinin yaygınlaştırılması şarttır.[9]

1930 ve 1940’lı yılların Troçkist solundan gelişen, genellikle büyük çoğunluğu New York’lu ve Yahudi olan yeni muhafazakarlar, kendilerini Soğuk Savaş döneminde komünizm karşıtı liberaller olarak tanıtmışlardır.[10]

Amerikan siyasetinde 1970’lerden itibaren etkili olmaya başlayan yeni muhafazakârlar, ABD iç siyasetindeki liberal eğilimlere ve dış siyasette de yumuşamaya karşı çıkmışlardır. 1960’larda ABD nükleer doktrini üzerine çalışan muhafazakâr Albert Wholstetter, ABD’nin SSCB ile nükleer dengeyi sağlayacak anlaşmalardan uzak durması gerektiğini savunmuştur.[11]

Richard Nixon ve Jimmy Carter dönemlerinde hem SSCB ile yakınlaşma hem de Ortadoğu barış girişimlerine karşı çıkılmıştır. Henry Kissenger’ın görüşleri de dâhil olmak üzere iki kutuplu dünyanın değişmesi zor bir olgu olarak kabul eden realist politikalar reddedilmiştir.[12]

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile komünizm yenilgiye uğratılsa da yeni muhafazakarlar toplumun bir arada tutulması için bir düşmana ihtiyaç olduğu görüşünü savunmuşlardır.

Bu düşman eksikliği ise, 11 Eylül saldırılarının ardından radikal İslam ile doldurulmuştur. İlk olarak saldırıların sorumluluğunu üstlenen El-Kaide’ye karşı Afganistan’a, ardından 1991 Körfez Savaşı’ndan itibaren düşürülmesi taraftarı oldukları Irak yönetimini elinde tutan Saddam Hüseyin’e karşı askeri operasyon düzenlenmiştir.

Yeni muhafazakarlar her ne kadar radikalizmin demokratik rejimler yoluyla engellenebileceğini belirtse de ABD’nin Irak’ı işgali, Müslüman dünyası tarafından emperyalist bir proje olarak görülmüş ve Batı ve Amerikan karşıtlığı büyük bir hızla yükselmiştir.

Samet ŞEN

1. Merdan Yanardağ, Yeni Muhafazakârlar (Neo-cons), Birinci Basım, Chiviyazıları Yayınevi, İstanbul 2004, s. 18–20.

2. Helmut Dubiel, Yeni Muhafazakarlık Nedir?, (çev. Erol Özbek), İletişim Yayınları, İstanbul 1998, s. 10–13.

3. Merdan Yanardağ, Yeni Muhafazakârlar… s. 30–31.

4. Nazım İrem, Çınar Özen, “Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikasının Straussçu Temelleri”, (der. Çınar Özen, Hakan Taşdemir), Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası ve Türkiye (içinde), 2006, s. 15–17.

5. Çınar Özen, Hakan Taşdemir (der.), Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası ve Türkiye, Birinci Basım, Odak Yayınevi, Ankara 2006, s. 27.

6. Gamze Erbil, Ali Şimşek (der.), Neo Con Yeni Muhafazakarlık Temel Belgeler ve Eleştiriler, Birinci Basım, Yenihayat Kütüphanesi, İstanbul 2004, s. 9.

7. Gamze Erbil, Ali Şimşek, a.g.e. s. 76–77.

8. Çınar Özen, Hakan Taşdemir (der.), Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası… s. 169–170.

9. Erhan Akdemir, “Amerika’nın Ortadoğu Politikalarının Şekillenmesinde Düşünce Kuruluşlarının Rolü”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt 2, No: 8, 2007, s. 61.

10. Ömer Kurtbağ, Amerikan Yeni Sağı ve Dış Politikası, Birinci Baskı, Usak Yayınları, Ankara 2010, s. 291.

11. Çınar Özen, Hakan Taşdemir (der.), Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası… s. 31–32.

12. Merdan Yanardağ, Yeni Muhafazakarlık Neo-Conlar, 2. Basım, Destek Yayınları, İstanbul 2013, s. 77–78.

13.Akdemir, Erhan. “Amerika’nın Ortadoğu Politikalarının Şekillenmesinde Düşünce Kuruluşlarının Rolü”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt: 2, No: 8, 2007, 53–74.

14.Dubiel, Helmut. Yeni Muhafazakarlık Nedir?, (çev. Erol Özbek), İletişim Yayınları, İstanbul 1998.

15.Erbil, Gamze; Ali Şimşek. Neo Con Yeni Muhafazakarlık Temel Belgeler ve Eleştiriler, Birinci Basım, Yenihayat Kütüphanesi, İstanbul 2004.

16.İrem, Nazım; Çınar Özen. “Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikasının Straussçu Temelleri”, (der. Çınar Özen, Hakan Taşdemir), Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası ve Türkiye (içinde), 2006.

17.Kurtbağ, Ömer. Amerikan Yeni Sağı ve Dış Politikası, Birinci Baskı, Usak Yayınları, Ankara 2010.

18.Özen, Çınar; Hakan Taşdemir. Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası ve Türkiye, Birinci Basım, Odak Yayınevi, Ankara 2006.

19.Yanardağ, Merdan. Yeni Muhafazakarlar (Neo-cons), Birinci Basım, Chiviyazıları Yayınevi, İstanbul 2004.

20.Merdan Yanardağ, Yeni Muhafazakarlık Neo-Conlar, 2. Basım, Destek Yayınları, İstanbul 2013.

Yeni Muhafazakârların Doğuşu ve Soğuk Savaş Döneminde Yeni Muhafazakârlar yazısı ilk önce TUİÇ Akademi üzerinde ortaya çıktı.

TARİH : Lozan Hezimettir Diyen Cumhurbaşkanına Belgelerle Cevap


1

Cumhurbaşkanı Erdoğan 2002 yılından beri gerek Başbakanlığı gerekse Cumhurbaşkanlığı döneminde zaman zaman Atatürk ve İnönü’ye hakaret etmeyi gelenek haline getirdi. İç siyasette ne zaman zor durumda kalsa Cumhuriyet’in kurucularına hakaret ederek gündemi değiştirmeye çalışıyor.

Erdoğan’ın bu davranışı hem siyasi bir taktik, hem de zihniyetinin dışa vurumudur. Çünkü Erdoğan’ın ideolojik alt yapısını ve tarih bilgisini şekillendiren yazarların hepsi Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı… Tarihi Kadir Mısıroğlu, Necip Fazıl Kısakürek gibi Atatürk düşmanlarından öğrenen bir kişinin Atatürk ve İnönü hakkında övgü dolu yorumlar yapmasını beklemek imkânsızdır.

Bu kez Lozan anlaşmasını hedef alarak Lozan’ın zafer değil hezimet olduğunu açıkladı. Lozan’ın Türk milletine yıllardır zafer olarak anlatıldığını söyledi. Lozan anlaşmasının neden hezimet olduğunu da 12 adaları örnek vererek ispatlamaya çalıştı.

Daha 2 ay önce Lozan Türkiye’nin tapusudur dediğini konuşmak istemiyorum. Zira Erdoğan’ın siyasi hayatı baştan sona u dönüşleriyle dolu… Artık bu tarz söylem değişiklikleri bana garip gelmiyor. Bir Erdoğan klasiği diyip geçiyorum.

Benim konuşmak istediğim diğer Erdoğan klasiği… Yani tarihi çarpıtma ve Cumhuriyeti kuranlara iftira atma klasiği… Tarih hocası Kadir Mısıroğlu olan bir insanın tarihi doğru anlatmasını beklemiyorum. Ancak bir insan sürekli tarihi çarpıtır mı? Hiç doğru bir şey konuşamaz mı? İşte konuşulması gereken budur.

Şimdi Lozan zafer mi hezimet mi konusuna geçelim ve Erdoğan’ın tarihi çarpıtmasına cevap verelim.

Bildiğiniz gibi Türk milleti, Osmanlı’nın yüzyıllar boyu süren hataları sonucunda bir kurtuluş savaşı yaşadı. Gençliğe hitabede de anlatıldığı gibi memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş, ordusu dağıtılmış ve ülkeyi yöneten kukla padişah Vahdettin, gaflet ve dalalet içinde emperyalistlerin kuklası olmuş, onlar ne derse yerine getiriyordu.

Memleketin ve milletin hali perişan durumdayken Türk milleti, Mustafa Kemal önderliğinde Anadolu’da müthiş bir millet örgütlenmesi gösterdi ve 3,5 yıl süren savaş sonucunda önce emperyalistleri memleketten kovdu sonra emperyalistlerin kuklası olan padişahı sürgün etti.

Buraya kadar yaşananları hepimiz çok iyi biliyoruz. Ancak birçok insanın bilmediği ya da görmezden geldiği bir nokta var. Biz kurtuluş savaşına başlarken Osmanlı’nın kaybettiği tüm toprakları kazanmak için savaşmadık. Kurtuluş savaşının amacı 28 Ocak 1920 de kabul edilen Misak-i Milliyi emperyalistlere kabul ettirmekti.

O zaman hemen şu soruyu soralım. Misak-i Milli nedir?

Misak-i Milli, 1. Dünya savaşı sonundaki Osmanlı sınırlarıdır. Cumhuriyet’i kuranlar Lozan’da emperyalistler ile masaya otururken 1918 yılı sınırlarını kabul ettirmek için oturdu.

Cumhurbaşkanı’nın hezimet diye örnek verdiği 12 ada 1918 yılında Osmanlı toprağı değildi. 1913 yılında imzalanan Uşi anlaşmasıyla İtalya’ya devredildi. Dolayısıyla İnönü başkanlığındaki Türk heyetinin Lozan’a giderken aklında 12 ada meselesi diye bir mesele yoktu. Barış görüşmeleri sırasında 12 ada konusu çok tartışılan konulardan biri değildi.

Lozan’da ana meselelerden bazıları şunlardı:

Kapitülasyonların kaldırılıp kaldırılmaması

Boğazlar Meselesi

Azınlıklar sorunu

Musul ve Kerkük Meselesi

Savaş Tazminatı Meselesi

Lozan’da görüşülen 5 ana mesele Türkiye açısından nasıl karara bağlandı. Kısaca yazalım

Kapitülasyonlar Türkiye lehine kaldırıldı. Böylece emperyalizmin Osmanlı’yı sömürmek için kullandığı 400 yıllık bir silah elinden alındı.

Boğazlar, anlaşmayı imzalayan devletlerin oluşturacağı bir heyetin kontrolüne verildi. Yani tüm devletlere açık bölge kabul edildi.

Azınlıklar sorunu Türkiye lehine sonuçlandı. Türkiye Patrikhanenin ekümenliğini kabul etmedi. Ve Türkiye’deki gayri Müslimlerin Türkiye vatandaşı olduğunu kabul ettirdi. Böylece Fatih döneminden beri devam eden Patrikhanenin siyasi hakları elinden alındı. Kapitülasyonların kaldırılmasından sonra emperyalizme ikinci büyük darbe vuruldu.

Musul ve Kerkük meselesi Milletler Cemiyetinin kararına bırakıldı.

Tazminat meselesinde Türkiye, Osmanlı’nın varisi olduğu için Osmanlı’nın borçlarını ödemeyi kabul etti.

Sonuçlara baktığımızda Türkiye 5 ana sorundan 2 sorundan kesin zaferle ayrılmıştır. 2 sorun ise berabere sonuçlanmış, bu sorunlardan Boğazlar meselesi 1936 yılında Montrö anlaşmasıyla Türkiye’nin kontrolüne geçmiştir.

Kısacası 5 ana meseleden kapitülasyonlarla azınlık meselesini Lozan’da kazandık. Boğazları ise 1936 yılında kontrolümüz altına aldık. Böylece emperyalizm 3 ana konuda kesin yenilgiye uğradı.

Peki, emperyalizme karşı hangi konuda kaybettik? Bugün Atatürk düşmanlarının Lozan’da sattınız dediği Musul ve Kerkük meselesi…

Birincisi Musul ve Kerkük Lozan’da İngilizlere bırakılmadı. Milletler Cemiyeti’nin kararına bırakıldı. Türkiye Musul ve Kerkük’ü 1925 yılında kaybetti. Neden kaybetti biliyor musunuz? Bugün sizin âlim, mazlum dediğiniz Şeyh Said isyanı yüzünden…

İngiltere, Lozan anlaşmasından sonra Musul, Kerkük meselesinin kendi lehine sonuçlanması için doğuda birçok Kürt aşiretleriyle anlaşarak isyanlar çıkarttı ve istediğini 1925 yılında Milletler cemiyeti kararıyla aldı. Yani Musul ve Kerkük’ü İngilizlere satan Cumhuriyet’i kuranlar değil İngilizlerle iş birliği yaparak Cumhuriyet’e karşı isyan eden Şeyh Said gibi vatan haini aşiret reisleridir.

İkincisi, Kurtuluş savaşı bittiğinde Musul ve Kerkük bizim kontrolümüzde değildi zaten… Mustafa Kemal, Musul ve Kerkük’ü kazanması için Özdemir bey komutasında bir orduyu Musul’a yolladı. Özdemir bey, Derbent te İngilizlere karşı zafer kazansa da Musul’u İngilizlerden alamadı.

Türkiye, Lozan anlaşmasında İngiliz kontrolünde olan bir bölgeyi İngilizlere vermemiş, konuyu Milletler Cemiyetine taşımayı başarmıştır. Dünyanın en güçlü devletinin kontrolünde olan bir bölgeyi anlaşma masasında vermeyip konuyu Milletler Cemiyetine taşımak hezimet değil zaferdir. Eğer Musul ve Kerkük neden bizde değil diye kızıyorsanız Atatürk’e değil İngilizlerle işbirliği yapan çok sevdiğiniz Şeyh Said’e kızın.

Lozan anlaşmasına bir de İngilizlerin gözünden bakalım. Cumhurbaşkanı’nın hezimet olarak nitelediği Lozan için İngilizler ne yorum yapmış okuyalım. Bakın bizim Cumhurun reisinin hezimet dediği Lozan hakkında İngilizler neler demiş

Lloyd George, 28 Temmuz 1924 tarihinde Daily Telegraph gazetesine verdiği röportajda Lozan hakkında şu yorumu yapmıştır:

“Uygarlığın başarısızlığı… Her şey sona erince İsmet’in gülümsemesine şaşmamalıdır. Ankara’dan alınan haberlere göre barış orada büyük bir Türk zaferi olarak karşılanmıştır ve gerçekten de öyledir…” (Salahi Sonyel – Gizli Belgelerle Lozan Konferansının Perde Arkası Türk Tarih Kurumu, 2006 s.209)

İngiliz Sir, Andrew Ryan’ın Lozan hakkındaki yorumu Lloyd George dan daha ağırdır. Andrew Ryan Lozan için ‘’onursuz anlaşma’’ diyerek şu yorumu yapmıştır:

“Lozan’da onursuz bir barış imzaladık. Bu İngiltere’nin şimdiye dek imzalamış olduğu antlaşmaların en uğursuzu, en mutsuzu ve en kötüsüdür.” (Salahi Sonyel – Gizli Belgelerle Lozan Konferansının Perde Arkası Türk Tarih Kurumu, 2006 s.214)

İngiliz tarihçi, Arnold Toynbee nin Lozan hakkındaki yorumu da kesin bir Türk zaferi olduğudur. Arnold Toynbee nin yorumu şöyledir:

“Lozan’da Müttefikler Türk ulusçularının yaklaşık olarak tüm taleplerine boğun eğdiler. Dünya şaşılacak bir manzarayla karşılaşmıştır: Yenilgiye uğratılmış ve görünürde yıkılmış olan bir ulus, yıkıntıların üzerinden yükselerek kesinlikle eşit koşullar içerisinde dünyanın en yüce uluslarının önüne çıkarak, I. Dünya Savaşı’nın aşağılanmış olan muzafferlerinden hemen hemen her ulusal dileğini kazanmıştır…” ( 91. Yıl Dönümünde Lozan, Türkiye Barosu Yayınları 2014 s.53)

Lozan’ı Türk zaferi olarak gören sadece İngilizler değildir. Fransızlar da Lozan için ‘’Hilalin Haç’a büyük darbesi’’ yorumunu yapmıştır. 25 Temmuz 1924 tarihli Fransız Eclair gazetesi Lozan hakkında şu yorumu yapmıştır:

“Hilal, Haç’a böylesine bir yenilgi darbesi indirmemiştir. Batı’nın saygınlığı toprak olmuştur ve uygarlık, barbarlığın önünde eğilmektedir… Fransa’yı bu aşağılayıcı duruma getirmiş olan Franklin Bouillon, parlamentoya üye seçilmiştir.” (Salahi Sonyel – Gizli Belgelerle Lozan Konferansının Perde Arkası Türk Tarih Kurumu, 2006 s.208)

İngilizlerin ve Fransızların Lozan hakkındaki yorumları bu şekilde… Gerçekten Lozan onlar için büyük hezimettir. Nasıl hezimet olmasın ki… 400 yıllık kapitülasyonları kaybettiler. 500 yıllık patrikhane’yi bahane ederek Türkiye’nin iç işlerine karışma hakkını kaybettiler. Boğazları alamadılar 1936 da tamamen kaybettiler. Musul ve Kerkük’ü Milletler Cemiyetine bırakmak zorunda kalıp kontrol altındaki toprakları bile kabul ettiremediler. Hatay’ı aldık diye sevindiler ama onu da 1939 yılında kaybettiler.

Sonuç olarak Türkiye Misak-i Milliyi Batı Trakya ve Musul, Kerkük hariç % 95 oranında gerçekleştirmiştir. Lozan’da alamadığı Boğazları 1936 yılında, Hatayı ise 1939 yılında alarak Lozan’da yarım kalan meseleleri de halletmiştir. Ayrıca 1. Dünya savaşında müttefikimiz Almanya’nın bile kaldırılmasına şiddetle karşı çıktığı kapitülasyonlar kaldırılmış, Azınlık sorunu halledilmiştir.

Şimdi sormak lazım. Bu mu hezimet?

Hep Lozan’ı konuştuk. Biraz’da Lozan’a hezimet diyenler neler yaptı ona bakalım.

2003 yılında ABD ye İncirlik üssünün açılması için her şeyi yaptılar. Tezkereyi meclisten geçiremeyince ABD nin Süleymaniye’de Türk askerinin kafasına çuval geçirmesine sessiz kaldılar.

2008 yılında Oslo’da PKK ile masaya oturdular. Masadaki diğer ülke ise Lozan’da hezimete uğrattığımız İngiltereydi.

2009 yılında 34 PKK lı teröristin Habur’dan davul zurna çalarak geçmesine tepki verilmedi.

2013 yılında Terörist başı Apo’nun mektubunun Nevruz bayramında Diyarbakır’da okunmasına sessiz kaldılar.

2013 yılında terör örgütünün bayrağını taşımayı, Apo’ya sayın demek suç olmaktan çıkardılar.

2015 yılında PKK ile arasına hiçbir zaman mesafe koyamayan HDP ile Dolmabahçe’de 10 maddelik mutabakat imzaladılar.

Türkiye’nin sınırları dışında tek ve savaşmadan kazandığı Süleyman Şahı bir gece yarısı boşalttılar.

2002 yılında tek terör sorunumuz PKK iken bugün IŞİD, El Kaide, El Nusra, YPG, PYD gibi emperyalizmin maşası terör örgütlerinin rahatça eylem yaptığı bir ülke haline geldik.

Çözüm süreci denilen en baştan yanlış bir politika sonucunda PKK doğuda silah depolayarak güçlendi. Bugün bu yanlış politikalar yüzünden her gün şehit veriyoruz.

Esad kandırdı, PKK kandırdı, Alnı secdeye değiyor diye ne istediyse verilen Fetö kandırdı. Bu kandırılmalar sonucunda PKK her gün evlatlarımızı şehit ediyor. Feto ise kurtuluş savaşında bile bombalanmayan meclisi bombaladı.

Tüm bu icraatlara bakıldığında insan şu soruyu sormaktan kendini alamıyor.

PKK nın, Esad’ın, Feto’nun kandırdığı şimdiki iktidar mensupları Lozan’da dünyanın en büyük siyasi entrikacısı ülkesi olan İngiltere’nin karşında olsa ne kazanabilirdi?

İkinci bir soru daha soralım.

Feto tarafından kandırıldığı için Türk milletine darbe teşebbüsü yaşatanlar, Lozan’da İngilizler tarafından kandırıldığında Türk milleti neler yaşardı?

TIBBIYELİ HİKMET

MK ULTRA PROJESİ : Alanı insan zihinleri olan savaş !


Alanı insan zihinleri olan savaş !

11 eylül saldırıları bugüne kadar kullanılan; ancak açıklanmayan bir kısım bilimsel tekniklerin de birer birer açıklanmasına yol açıyor.

Bugüne kadar “komplo teorisi” olarak adlandırdığımız bir kısım teknikler artık terör hareketlerinin önceden haber alınabilmesi amacıyla kamuya açık alanlarda da kullanılmaya başlandı!

Washington Times’ın dünkü nüshasında havaalanlarına yerleştirilecek güvenlik tarayıcılarıyla yolcuların beyinlerinin okunacağı ve teröristlerin bu şekilde deşifre edileceği belirtiliyor. Sistem şöyle işleyecek:

Sistem, beyin dalgalarını ve kalp atış ritimlerini alacak, analiz edecek ve böylece tehdit olabilecek yolcular ortaya çıkarılacak.

Bu haberi okuyunca beyin dalgalarım otomatik olarak Aydoğan Vatandaş adına kilitlendi. Onun bu konularda yazdığı kitaplara Türk halkının ilgisi çok yüksek. Özellikle “Agharta– Elektromanyetik savaş başladı” (Timaş Yayınları) adlı kitabı altı baskı yaptı. Bu kitap 11 Eylül saldırılarından önce yazılmıştı. Ama yayınlanması 11 Eylül saldırısından bir hafta sonraya tekabül etti.

Bir kere beyin dalgalarının frekanslarının da tıpkı parmak izleri gibi her insanda farklı olduğu ve birbirine asla benzemediğini, bunun da işleri çok kolaylaştırdığını belirtelim. Beyin dalgalarının görüntü haline dönüştürülmesi ile insanların ne düşündüğünü görme çabası bu tekniğin varacağı son nokta.

Yalnız bu sistem sadece terör eylemlerini ortaya çıkarmak için değil, bizzat teröre de hizmet edebilme potansiyelini taşıyor. Hatta 11 Eylül saldırılarının beyin kontrolü yoluyla yapıldığı bile iddia ediliyor.

Bize çok uçuk geliyor; ama bu konudaki çalışmalar her geçen gün hayatımıza daha fazla girmeye başladı. Tehlikesi şu: Elektromanyetik dalgalar gönderilerek insanlara rüya gördürülebiliyor, olmayan bir şey varmış gibi hayal gördürülebiliyor, sanal bir kısım görüntüler sürekli insan beynine gönderilebiliyor ve insan istem dışı bir kısım eylemlere yönlendirilebiliyor vs.

İBDA–C lideri Salih Mirzabeyoğlu, DGM’de kendisine elektromanyetik dalgaların kullanımı ile beyin kontrolü operasyonu yapıldığını iddia etmişti!

Bu proje, dünyada elektrik taşıyan her şeyin çevresinde bir manyetik alan olduğu ve bu alanların elektromanyetik dalgalar yaydığı teorisine dayanıyor. NSA, geliştirdiği elektronik aygıtlar ve ajanları sayesinde her insanda farklı olan ve 3–50 Hertz arasında değişen dalga boyutunu tespit edebiliyor. Hedef kişinin yaydığı elektromanyetik dalga boyutları tespit edildikten sonra bu veri NSA’nın bilgisayarlarına veriliyor ve bu bilgisayarlar ve uydular aracılığı ile o kişi 24 saat izleniyor. O kişi tam bir denetim altına alınıyor, yönlendirilebiliyor, düşünceleri okunabiliyor.

Konuşmaları dinlenebiliyor, gördükleri seyredilebiliyor, sadece onun duyabileceği sesler yayınlanabiliyor, sadece onun görebileceği görüntüler gösteriliyor, ona her türlü bedeni acı verilebiliyor.

Yani kişi NSA’nın canlı bir robotu haline getiriliyor. Bu robot söz dinlemezse karşılığını, her türlü bedeni acı çektirilerek ödüyor. Bu işkenceciler, bizimkiler gibi ‘as Filistin askısına, çevir manyetoyu, sık tazyikli suyu, yatır falakaya, sok copu’ gibi gürültülü patırtılı, zahmetli külfetli olarak yapmıyor, sadece önlerindeki bilgisayarın tuşlarına dokunarak bunu yapıyor.

Dokunuyorlar tuşa, hafıza kaybı ve davranış bozuklukları oluşuyor.

Dokunuyorlar, göz kapaklarında ani ve şiddetli kaşınmalar oluşuyor.

Dokunuyorlar, duyulan sesin yönü, şiddeti ve içeriği değişiyor.

Solunum yollarını denetleyerek konuşmanızı bozuyorlar. Genital bölgede kaşınma, beklenmedik orgazm veya yoğun acı hasıl ediyorlar.

Rüyalarınızı denetliyorlar. Birkaç dakika boyunca ayak parmaklarını istem dışı olarak 90 derece döndürebiliyorlar.

Aslında bu çalışmalar yeni değil. 50 yıl öncesine dayanıyor. 1996 yılında yayımlanan “Beyin Kontrolü ve Tanımlanamayan Gizli Hükümetler” adlı kitabında Daniel Brandt, bir insana hipnozla bir cinayet işletilebileceğini iddia ediyor. Bazı uyuşturucu maddeler de insanların beyinlerinin kontrol altına alınmasında kullanılabiliyor.

New York Times gazetesinin l6 Temmuz l977 sayısında şöyle bir haber yayınlandı: “ABD, insanlığın esir edilebileceği görünmez silahlar geliştiriyor.”

CIA, psikolojik silah stoklarını, psişik silahların değişik tiplerini geliştirmeyi başararak artırdı. Şimdi bu kabiliyetleriyle yeni tip bir harbe girişmesi mümkündür. Bu harp görünmez, muharebe sahası ise insan zihinleridir!

Bu yazının uçuk kaçık bir yazı olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz!

19.08.2002 NUH GÖNÜLTAŞ

MK ULTRA PROJESİ : AMAÇ BEYİN KONTROLÜ


AMAÇ BEYİN KONTROLÜ

ABD, denek olarak kullandığı insanlara LSD dahil birçok kimyasal verdi

Amaç beyin kontrolü

Sovyetler’in geliştirdiği düşünülen biyolojik silahları ve beyin yıkama yöntemlerini örnek alan ABD, 1947 yılında CIA’nın kurulmasıyla bir dizi zihin kontrol projesinin ilkini başlattı.

ABD’ye getirilen Nazi doktorlar da bu projelerde yer alacaktı.

Manhattan Projesi adı altında atom bombasını geliştiren hükümet gizli projeler konusunda büyük tecrübe kazanmıştı. Zihin kontrol deneylerinde insanların kullanıldığı bu programların kod adları, ”CHATTER, BLUEBIRD, ARTICHOKE, MKULTRA, MKSEARCH ve MKDELTA” idi.

Neredeyse tüm ülkeyi sarmış olmasına karşın yıllarca büyük gizlilikle sürdürülen bu deneylerde olan bitenden habersiz insanların, küçük çocukların, akıl hastalarının, tutukluların kullanıldığı belirlendi. Deneyler sırasında ölümlerin meydana geldiği; birçok deneğin dengesini kaybettiği ve bazılarının intihara kalkıştıkları bugün artık kesin olarak biliniyor. CHATTER (gevezelik) Projesi, Sovyetler’in casusları, esirleri itiraf ettirmek için kullandıkları ilaçların ‘başarısına’ karşılık olarak geliştirilmişti. Araştırma, casusların sorguları sırasında kullanılabilecek ilaçların belirlenmesi ve denenmesi üzerine odaklanmıştı. CHATTER Projesi, 1953 yılında resmen sonlandırıldı.

Çalışmalarını insan davranışlarını kontrol yönünde genişletmek isteyen CIA, teşkilatın başı Allen Dulles ‘ın onayıyla 1950 yılında BLUEBIRD (bir tür muhabbet kuşu) Projesi’ne başladı. Bu programın hedefleri şöyle sıralanıyordu: 1) Personelden izinsiz bilgi sızdırılmasını önleyecek bir yöntem geliştirmek, 2) Özel sorgulama teknikleri yoluyla bireyin kontrol edilmesinin mümkün olup olmadığının araştırılması, 3) Hafıza geliştirme yöntemlerinin araştırılması, 4) CIA personelinin düşman kontrolüne geçmesini önlemek için savunma teknikleri geliştirmek. BLUEBIRD Projesi’nin kod adı, 1951 Ağustos’unda ARTICHOKE (enginar) Projesi olarak değiştirildi. Bu projenin hedefi de hipnoz ve çeşitli kimyasalların kullanımı yoluyla sorgulama tekniklerinin araştırılmasıydı. Bu program da 1956’da noktalandı. Ancak ARTICHOKE Projesi’nin durdurulmasından 3 yıl önce, yani 13 Nisan 1953’te CIA Başkan Yardımcısı Richard Helms ‘in önerileri doğrultusunda MKULTRA Projesi başlatıldı. MK harflerinin Mind Kontrolle (zihin kontrolü, kontrolle kelimesi İngilizce ‘control’ ün Almanca karşılığı) kelimelerinin kısaltması olduğu tahmin ediliyor. MKULTRA Projesi kapsamında insan davranışlarını kontrol etmek amacıyla kullanılan yöntemler arasında radyasyon, elektroşok, hipnoz, başta LSD olmak üzere çeşitli kimyasallar, askeri araç gereçler, işkence aletleri, psikoloji, psikiyatri, sosyoloji, antropoloji gibi sosyal bilimler vardı.

MKULTRA’nın yurtdışı için geliştirilenine de MKDELTA adı verilmişti.

MKULTRA şemsiyesi altında tanımlanan 150 kadar projeden en ünlüsü olan MONARCH Projesi, resmi olarak 1960’ların başlarında Amerikan ordusu tarafından başlatıldı. (Gayri resmi olarak çok daha önceden başladığı biliniyor.) MONARCH Projesi halen ulusal güvenlik nedenlerinden ötürü ‘çok gizli’ olarak sınıflandırılmış durumda. Bu korkunç deneylerin gerçekleştirildiği yerler arasında 44 üniversite, 15 bilim vakfı, 12 hastane, 3 hapishane ve ilaç şirketleri bulunuyordu. Araştırmalarda dünyaca ünlü psikiyatrlar, psikologlar ve beyin cerrahları yer alıyordu. Zihin kontrol çalışmalarında CIA ile işbirliği yapanlar arasında Amerikan Psikoloji Derneği, Amerikan Psikiyatri Deneği’nin eski başkanları, Biyolojik Psikiyatri Topluluğu ve ödüllü psikiyatrlar vardı. ABD’de zihin kontrol deneyleri sadece CIA tarafından değil ABD Ordu Haber Alma Dairesi ve Ordu Kimyasal Silahlar Ofisi tarafından da yürütüldü. Askerlere birer kâğıt imzalatarak kobay olmaları sağlandı. MKULTRA belgelerinin büyük bölümü yine programı başlatan kişi olan CIA Başkanı Richard Helms’in emriyle 1972’de yok edildiği için insanlar üzerinde zihin kontrol deneylerinin gerçek boyutu belki de asla bilinemeyecek.

Tüyler ürperten ifadeler

Biyolojik saldırı korkusuyla yaşayan ABD’de hastalalıklara karşı her türlü önlemi alınıyor. ABD’nin işgal ettiği ülkelerde ise çocuklardahil birçok kişi kullanılan silahlardan dolayı çaresiz durumda kalıyor.

MKULTRA Projesi’nin ilk olarak 1975 yılında başkanlığa bağlı Rockefeller Komisyonu tarafından gün ışığına çıkartılmasının ardından Senato’nun sağlıktan sorumlu alt komitesi, CIA’nın insanlar üzerinde yaptığı deneylerle ilgili tüyler ürperten ifadeler dinledi.

Günümüze kalan belgeler ve tarihçiler, bilim adamları ve gazeteciler tarafından yapılan araştırmalar, CIA’nın MKULTRA kapsamında özellikle radyasyon ve LSD’nin kullanıldığı deneylere ağırlık verdiğini gösteriyor. Bu deneyler, CIA personeline, askerlere, casuslara, fahişelere, akıl hastalarına ve sıradan insanlara tepkilerini ölçmek için, çoğu durumda deneğin haberi olmadan LSD verilmesini içeriyordu. Bu tür deneylerde eroin, meskalin, skopolamin, marihuana, alkol ve sodyum pentatol gibi maddeler de kullanıldı. MKULTRA Projesi’nde görevli biyolojik silah uzmanı Dr. Frank Olson , 28 Kasım 1953 tarihinde, kendisinden habersiz içkisine karıştırılan LSD’nin etkisi altındayken Manhattan’da bir otelin 13.

katından atladı. Ailesi Dr. Olson’un gerçek ölüm nedenini 22 yıl sonra MKULTRA ile ilgili bilgiler ilk ortaya çıkmaya başladığında öğrendi. Harold Blauer adında bir profesyonel tenis oyuncusunun da gizli bir meskalin deneyi sırasında öldüğü sonradan ortaya çıktı.

ABD Donanması’ndan emekli Wayne Ritchie , 1957’de katıldığı bir Noel partisinde kendisine gizlice LSD vermekle suçladığı CIA aleyhine geçen yıl 12 milyon dolarlık bir tazminat davası açtı.

Biyolojik silah çalışmaları sürüyor

Başkan George W. Bush , kitle imha silahları üreterek uluslararası sözleşmeleri ihlal etmekle suçladığı Irak’a harekât emri verdiği sıralarda ABD’nin, İngiliz ordusunun da yardımıyla yeni nesil biyolojik ve kimyasal silahlar geliştirme çalışmalarını sürdürdüğü iddia ediliyor. Bundan üç yıl önce İngiliz The Guardian gazetesine demeç veren ABD’li mikrobiyoloji profesörü Mark Wheelis ile İngiliz uluslararası savunma profesörü Malcolm Dando , ABD’nin biyolojik misket bombaları, antraks ve kalabalık insan gruplarının söz konusu olduğu durumlarda kullanılacak öldürücü olmayan silahlar üzerinde çalıştığını iddia etmişlerdi.

CIA’NIN ABD DIŞINDAKİ PROJELERİ

Yurtdışında ‘üçüncü şans’ CIA projeleri arasında yurtdışında da gerçekleştirilenler vardı.

Özellikle yurtdışı için tasarlanan MKDELTA programı Avrupa ve Asya ayağı olarak ayrılmış ve bunlara Üçüncü Şans ve Derbi Şapkası projeleri adı verilmişti. Ancak bu konuda belgeye ulaşılamamıştır.

Senato’da yapılan oturumlarda da bu projeler hakkında bilgi sahibi olan tanığa rastlanmadı. Ancak Kanada’da MKULTRA kapsamında çok çeşitli deneyler yürütüldüğünü kanıtlayan belgeler bulunuyor.

Bunlardan en iyi bilineni Dr. Ewen Cameron tarafından 1950-1965 yılları arasında Montreal’deki Allen Memorial Enstitüsü’ndeki hastalara elektroşok ve deneysel ilaçlar verilmesini kapsayan deneylerdir. 1992 yılında bu deneyler ortaya çıktığında Dr. Cameron da hastalarının çoğu da ölmüştü.

ABD’Lİ PSİKİYATRİST ROSS’UN ARAŞTIRMASI:

‘Mançuryalı Aday’ gerçekti

Kişilik bölünmesi konusunda uzman olan ABD’li psikiyatr Colin A. Ross , günümüze kalan belgeler üzerinde yaptığı uzun süreli araştırmalardan sonra kaleme aldığı ”Bluebird: Psikiyatrlar Tarafından Kasıtlı Olarak Yaratılan Bölünmüş Kişilik” adlı kitabında şöyle yazıyor: ”BLUEBIRD Projesi’nde CIA, kasıtlı olarak kişilik bölünmesi yarattığı deneklerini gizli operasyonlarda kullanmaya çalışmıştır. Belgelerin incelenmesi sonucu bu inanılmaz deneylerde, 11 yaşındaki çocukların beyinlerine elektrodlar yerleştirildiği, 7-11 yaşları arasındaki çocuklara haftalarca, her gün, günde 150 mg LSD verildiği ve elektroşok yoluyla deneklerin hafızalarının silindiği, hayvanların beyinlerine elektrod yerleştirerek kimyasal ya da biyolojik saldırılarda kullanma çalışmaları yapıldığı biliniyor. ‘Mançuryalı Aday’ (orijinali 1962 yılında çekilen ve beyin yıkama yöntemlerini konu alan bir film) kurgu değil gerçektir ve CIA tarafından 1950’lerde BLUEBIRD ve ARTICHOKE zihin kontrol programlarında yaratılmıştır.”

ÖZEL DOSYA : 17.05.2006 DANIŞTAY SALDIRISININ (ALPASLAN ARSLAN) FAİLİ FETÖ ÖRGÜTÜ’DÜR /// İŞTE DELİLLERİ


DANIŞTAY DAVASI : Danıştay saldırganı Alpaslan Arslan’ın Gülen Bağlantısı

Hatırlayalım, Danıştay saldırganı Alpaslan Arslan, Ergenekon Ana Davası’ndaki çapraz sorgusunda Fethullah Gülen tarikatıyla olan irtibatını anlattı. Duruşmayı takip edenler hatırlarlar. Alpaslan Arslan saldırı öncesinde Danıştay Başkanı Mustafa Birden’in adresini ve telefon numarasını Fethullah Gülen’in yeğeni Kemalettin Gülen’den aldığını söyledi. Arslan, Elazığ’da yaşadığı dönemde sık sık Işık Evleri’ne gittiğini ve Fethullah Gülen’e bağlı olduğunu ifade etti.

Danıştay İkinci Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’i öldüren ve Danıştay Başkanı Mustafa Birden ile birlikte 4 kişiyi silahla yaralayan Alparslan Arslan, Fethullah Gülen Tarikatıyla olan bağlantısını Ergenekon duruşmasında çok net bir şekilde anlattı. Ancak mahkeme üyeleri de aynı cemaatten olunca sümen altı edilmesi, üstünün kapatılması normal. Geçtiğimiz günlerde FETÖ ÖRGÜTÜ’ne yönelik operasyonlarda Ergenekon davasına bakan 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin heyet üyeleri Hakim Sedat Sami Haşıloğlu, Hasan Hüseyin Özese ve Hüsnü Çalmuk tutuklandı. Savcılardan Zekeriya Öz verdiği gizli bilgiler sayesinde firar etti ve şu an Alman istihbaratının kontrolünde yaşıyor. Savcı Osman Şanal’da 1 hafta önce tutuklandı. Diğer savcılarında akıbeti aynı.

17 Mayıs 2006 tarihinde Alparaslan Arslan’ın arabasından 13 Şubat 2006 tarihli Vakit Gazetesi’nin bir kopyası bulunmuştu. “İşte o üyeler” manşetiyle çıkan gazete, türban kararının altında imzası bulunan Danıştay üyelerini hedef gösteriyordu.

Alpaslan Arslan, Ergenekon Davası’nın 2010 yılındaki duruşmasında kendisine o gazeteyi gösteren kişiyi açıkladı. Bunu da hatırlıyorsunuz değil mi yada medyadan takip etmişsinizdir. Alparslan Arslan, Vakit gazetesinin Danıştay hakimlerini hedef gösteren haberini kendisine gösteren kişinin Fethullah Gülen’in yeğeni Kemalettin Gülen olduğunu açık açık söyledi. Alpaslan Arslan, Danıştay saldırısından bir hafta önce Kemalettin Gülen’in bürosuna gitti. Kemalettin Gülen burada Alpaslan Arslan’a, Danıştay hakimi Mustafa Birden’in adresini ve telefon numarasını da verdi.

Alpaslan Arslan’ın Fethullah Gülen’in yeğeni Kemalettin Gülen hakkında söyledikleri benim 116. duruşmada söylediklerimi hatırlattı. İsteyenler duruşma tutanaklarından ilgili bölümü okuyabilirler. Ben, Alpaslan Aslan’a “neden bu saldırıyı yaptın” diye sordum; Aslan da “Beni Fethullahçılar yönlendirdi, pişmanım” demişti. Bu açıklamanın az öncesine gidip Alpaslan’a bu soruyu nasıl ve ne şekilde sorduğumu anlatayım. Böylece kapalı kapılar ardında ne dolaplar döndüğünü gözünüzde canlandırabilirsiniz. Benim FETÖ ÖRGÜTÜ ile tek yönlü muhabbetim 2001 yılının Şubat ayında başlıyor. Nasıl ve ne şekilde başladığını kısaca özetliyorum.

Fetullahçı İstihbaratçıların ilgi alanına 2001 Şubat ayında girdim. Bana kendileri için çalışmam şifai olarak telkin edildi öncelikle. Tam tarihini hatırlamıyorum ama telefon kayıtları hala saklanıyorsa tam tarih buradan çıkarılabilir. Şubat 2001 tarihinde (15 Şubat olabilir) tanımadığım bir numaradan arandım ve bana istihbarat servisi için çalıştığını söyleyen Yılmaz adlı birisi (Soyadını bilmiyorum ama 0543-533-1769 no’lu telefonumun kayıtları incelenirse kimin üzerine kayıtlı olduğu bulunabilir) benimle yüz yüze görüşmek istediklerini söyledi ve bir ofis adresi verdi. Ben de akabinde İstanbul Mecidiyeköy’de bulunan bu ofise gittim. Burada eğer görürsem hatırlayacağım 3 kişi bulunuyordu. Şık bir ofisti. Bana önce çay ikram ettiler, halimi hatırımı sordular. Daha sonra istihbari faaliyetlerim hakkında bilgi sahibi olduklarını ve kendileri için çalışmak isteyip istemeyeceğimi sordular. Ben kibarca reddettim. Bunun üzerine eğer tekliflerini reddedersem devlet için yapmış olduğum istihbari faaliyetlerimin engelleneceğini ve ileride çok sıkıntılar yaşayacağımı söylediler. Üstü kapalı olarak tehdit ettiler. Ben yine red edince konuşma sona erdi ve ofisten ayrıldım.

Bu konuşmadan aşağı yukarı 1 hafta kadar sonra bir akşam oturduğum apartmanın otoparkına arabamı park ederken yanımda koyu renk ve camları filmle kaplı bir minivan (Hatırladığım kadarıyla) durdu. Yan kapısı açılınca yüzleri koyu renk maskeli 2 kişi direnmeme rağmen kollarımdan tutarak zorla araç içine aldılar. Bana ses çıkarmamamı yoksa önce beni sonra da ailemi öldüreceklerini söylediler. Gideceğimiz yere varınca yine kollarımdan tutarak aşağı indirip bir süre yürüttüler ve bir sandalyeye oturttular. Burada bana devletin bir birimi için çalıştıklarını ve beni de bazı operasyonlarda kullanmak istediklerini söylediler. Ben itiraz edince de işkence yaptılar. Ancak seslerinden çıkarabildiğim kadarıyla 1 hafta kadar önce Mecidiyeköy’deki ofiste benimle konuşan kişiler değillerdi. Bu kişiler muhtemelen farklı bir gruptu. Geçmiş zaman olduğu için bazı önemli detayları hatırlamakta zorluk çekiyorum, bu yüzden beni bağışlayın.

İşkence 2 gün kadar sürdü. Ben istedikleri gibi bir cevap vermedim. Daha sonra sanıyorum devam ettirmenin gereksiz olduğunu düşündüler ki beni tekrar yüzümü kapatarak bir araca bindirdiler ve gece yarısı Fikirtepe civarında evime yakın bir yerde indirdiler. Ben bu olaydan sonra konuyu aydınlatırlar düşüncesiyle MİT’in Beşiktaş’ta bulunan Bölge Müdürlüğü’ne giderek yazılı başvuru yaptım. Elimdeki dilekçeyi bina dışına çıkarak benimle görüşen yetkiliye verdim. İlgileneceklerini söyledi. Savcılığa da gitmeyi düşündüm uzun süre ancak aileme zarar verebileceklerini düşününce korktum ve vazgeçtim. Benim can endişem yok korkmuyorum ama aileme önem veririm. Bundan dolayı çekimser kaldığımı söyleyebilirim.

Bu olaydan sonra uzun bir süre farklı farklı araçların beni her yerde takip ettiğini fark ettim. Fark ettim diyorum çünkü tesadüf olamayacak şekilde ve adeta kendilerini gösterir tarzda bir takip idi. Açıkçası saklanmıyorlar ve kendilerini belli ediyorlardı. Ben bu araçların plaka numaralarını ve içindeki şahısların eşgallerini ve diğer ayrıntıları hemen Ajandama not ettim. Bu arada şunu da özellikle belirteyim. Kaçırılma olayından sonra ailem ne olup bittiğini tahmin ettiği için (Ben aileme hiçbir zaman işkence gördüğümü söylemedim, arkadaşlarımda kaldım, kavga ettim gibi farklı şeyler anlattım) Feneryolu Kadıköy’deki evimizi satarak Maltepe Kadıköy’de başka bir eve taşındık. Benim bu araç plakalarını ve şahısların eşgallerini ayrıntılı olarak kaydettiğim ajandam bu Maltepe’de taşındığımız eve girilerek gizlice alındı. Ev’den bu ajandam dışında bilgisayarımın hard diski de beraberce götürüldü. O zaman bunun basit bir hırsızlık olmadığını çok net bir şekilde anladım. Bunu MİT BÖLGE MÜDÜRLÜĞÜ’ne telefon ile bildirdim. Eğer Maltepe’deki evimizin telefon numarasının o dönemki telefon kayıtları arşivden bulunursa BÖLGE MÜDÜRLÜĞÜ ile yaptığım tüm görüşmeler görülecektir.

Maltepe’deki eve taşındıktan sonra da aynı takip devam etti. İstihbari çeşitli yöntemler kullanılarak bana zaman zaman kontrol altında tutulduğum mesajı verildi. Bazen arabamı tehlikeli şekilde sıkıştırma, bazen silah gösterme, bazen isimsiz tehdit telefonları gibi tacizler devam etti. Tabi bu taciz takibi sürerken aynı grup kız kardeşimin eşini de yani eniştemi de takip etmeye başladılar. Eniştem o dönem DOĞUŞ OTOMOTİV Firmasında 2. El araçların satışından sorumluydu. Maalesef taciz takibi yüzünden işinden rahatsızlanarak ayrılmak zorunda kaldı. Bu olaylardan sonra vücudumda ve zihnimde anormallikler olmaya başladı. Evde iken vücudumun belirli bölgeleri aşırı ısıya maruz kalıyordu. Aynı zamanda kafamın içinde sesler duymaya başladım. Telsiz sesleri, insan sesleri gibi. Bunlar devam edince bir tanıdığımız vasıtasıyla emekli bir Askeri doktora gittim. Psikiyatriste yaşadıklarımı anlatınca bana HASSAS TAKİP & MK ULTRA TEKNOLOJİSİ’nden bahsetti. Bu tacizin etkilerini azaltmak için bir süre düzenli olarak ilaç kullandım. 2003 yılına kadar çalışmalarıma İstanbul’da devam ettim. 2003 yılında baskıya dayanamayarak Düzce iline yerleştim. Düzce iline yerleşmeden önce Koçbank’ın Kozyatağı semtinde bulunan iş merkezinde Servis Müdürü olarak çalışıyordum. Baskı artınca istifa etmek mecburiyetinde kaldım. Sosyal Sigorta kayıtlarımı arzu etmeniz halinde delil olarak arz edebilirim.

Burada da aynı kontrol ve takip devam etti. Aynı zamanda İstihbari faaliyetlerime devam ettim. 0543-533-1769 nolu telefonumun HTS KAYITLARI 13. AĞIR CEZA MAHKEMESİNDE (Dava şimdi Yargıtay’da olduğu için bu kurumun arşivine de gelmiş olabilir) bulunuyor. Bu istihbari faaliyetlerim devam ederken hangi istihbaratçılarla irtibatta olduğumu o kayıtlardan görebilirsiniz. Halen Düzce İstihbarat Şubesi’nde görevli Nail bey ile zaman zaman görüşüyorum. Evime yakın bir yerde oturuyor. O dönem İstihbarat Şubede görevli Hasan bey ve Nail bey vasıtasıyla elde ettiğim istihbaratı bu kanal üzerinden İstihbarat Şube ile paylaştım. Bu kapsamda yaptığım görüşmeler Yargıtay arşivinde mevcut, oradan alıp tapeleri dinleyebilirsiniz. Hatta bu ekip ile o kadar samimi idim ki evime de gelir giderlerdi. Ama tutuklandığım esnada hiçbir şekilde yardımcı olmadıkları gibi bu tarihten sonra ne telefonlarıma çıktılar (Nail bey hariç) nede beni gördükleri zaman selam verdiler. Bu taciz takibi 22.Ocak.2008 tarihine kadar zaman zaman sürekli zaman zaman aralıklarla devam etti. En sonunda 22.Ocak.2008 tarihinde 3. Dalgada yapılan operasyonla malum Fetullahçı ve Kaçak Savcı Zekeriya ÖZ’ün emri ve ALİ FUAT YILMAZER’in ve grubunun direktifi ile tutuklandım.

Gerisi mâlum. 36 ay 1 hafta tarafıma yönelik şiddet, baskı, taciz takibi ve komployu sayın Hakim heyetine ısrarla anlatmaya çalıştım. Hatta Emniyet İstihbarat eski Başkanı Ramazan Akyürek’e devlet için yapmış olduğum istihbari çalışmalarımı gizledikleri ve ayrıca bilgisayarımda bu kapsamda yapılan yazışmaların olduğu hard diski de mahkemeden gizledikleri için davalar açtım ama o dönem Yargı erkinde Fetullahçıların güçlü olmasından dolayı bir sonuç alamadım. Son mahkemede (Tahliye olduğum gün çıktığım son duruşma) anlattıklarımın hepsinin belgeli ve doğru olduğunu istenirse YALAN MAKİNESİNE dahi girebileceğimi söyleyince o duruşmanın akşamı tahliye oldum.

Tahliyemden sonra 1 sene kadar taciz takibi Düzce’de devam etti. Hakkımda asılsız iddialar ortaya attılar ve yaymaya çalıştılar. Yine bu kapsamda Düzce Cumhuriyet Savcılığı’na resmi suç duyurusunda bulundum. Aynı zamanda TBMM YASADIŞI TELEKULAK KOMİSYONU’na dilekçe gönderdim. Ama maalesef bir sonuç alamadım. Çünkü o dönem henüz PDY (Paralel Devlet Yapılanması) ile AK Parti arasında bir sorun yoktu. FETÖ’cü hakim ve Savcılar görevinin başındaydı ve FETÖ aleyhine verilen tüm suç duyuruları örtbas edildi yada takipsizlik verildi. Halen bu istihbari faaliyetlerime devam ediyorum.

Neyse, ben Danıştay Saldırısında FETÖ ÖRGÜTÜ’nün nasıl bir rolü olduğunu aktarmaya devam edeyim..

Bu açıklamanın az öncesine gidip Alpaslan’a bu soruyu nasıl ve ne şekilde sorduğumu özetleyerek anlatmaya çalışayım. Tutuklandığımızda bir şey dikkatimi çekti. Ben tüm tutuklananların Fetullah Cemaatine anti patisi ve nefreti olduğunu gözlemledim. Hatta bazıları bu örgütün gadrine de uğramışlar, aynen benim gibi. Dolayısıyla bir suçumuz yokken tutuklanınca hepimiz bunun bir operasyon olduğunu net olarak gördük. Özellikle hiş ilişkimiz yokken DANIŞTAY SUİKASTİ, HRANT DİNK CİNAYETİ, RAHİP SANTORO CİNAYETİ, CUMHURİYET GAZETESİNİN BOMBALANMASI gibi olayların üzerimize bırakılması bunun sadece bir operasyon değil dantel gibi işlenmiş ULUSLAR ARASI bir İSTİHBARAT PLANI olduğunu anlamamızı sağladı. Özellikle delillerin hukuki hiçbir geçerliliğinin olmaması, dijital delillerin kurgu ve sahte olması, sanıklar hakkında dava öncesinde illegal izleme ve ortam dinlemeleriyle yasa dışı delil toplanması ve bazılarının yandaş medya organlarında yayınlanması, hukuksuz bir davada her şeyin bu kadar aleni olmasına rağmen 1 hakim dışında (Köksal Şengün) tüm hakimlerin yıllarca tutukluluk halinin devamına karar vermesi ve bu dosyanın çöpe atılması yerine sahici olarak yürütülmesi biz de böyle bir düşünce oluşturdu.

Bunları düşününce ben Danıştay saldırısının kesinlikle FETÖ Örgütü işi olduğuna karar verdim. Ve kilitte Alpaslan Arslan’dı. Duruşmalar devam ederken Alpaslan’da anormallikler başladı. Kimine göre deli taklidi yapıyordu, kimine göre Zihin Kontrolü yapılıyordu. Ben de ceza muafiyeti almak için numara yaptığını düşünüyordum. Tahmin ettiğim de oldu. Mahkeme heyeti Alpaslan’ı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne müşahade için gönderdi. Benim bir şekilde kendisine yakın durmam ve kafamdaki soruları sormam gerekiyordu, çünkü bu cezaevinde mümkün değildi. Farklı koğuşlardaydık. Benim de Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne sevkim gerekiyordu. Bu nedenle ben de bir gece koğuşumda 1 kutu mide ilacı içtim. 10 dakika sonra fenalaşınca koğuşumun İMDAT butonuna basıp Gardiyanları çağırdım. Dilim aşırı şiştiği için konuşamadım ama Gardiyanlar şişliği fark edince intihara teşebbüs ettiğimi anladılar. Ve beni o gece önce Silivri Devlet Hastanesi’ne sonra da Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne sevk ettiler. İlk birkaç gün müşahade altında tutulduğum için Alpaslan’ın odasına yaklaşamadım. 3. Günün sonunda müşahade bitince hastane içinde rahatça dolaşmaya başladım. Ve fırsatını bulunca Alpaslan’ın odasının önüne geldim. Alpaslan sırtüstü yatıyordu. Ellerini başının arkasında birleştirmiş kendi kendine söyleniyordu. Önce dikkatini çekmek için yüksek sesle anne ve babasından selam getirdiğimi söyledim. Bunu birkaç kez tekrarlamak zorunda kaldım ve nihayet dikkatini çektim. Burada neler anlattığımı ve onun neler dediğini uzun uzadıya anlatmayacağım. Ama özetle şunu söyledim.

“Alpaslan bak, seni anlıyorum. Bir halt ettin ve bunun farkında mısın bilmiyorum. Ama farkında olsan iyi olur. Çünkü senin yüzünden uluslar arası FETÖ’cü çete ve CIA bu saldırıyı zıplama taşı yaparak ülkenin önde gelen yurtseverlerine operasyon yaptı. İleride de yapacakları ve ülkeyi kendi istedikleri gibi dizayn etmeye çalışacakları gün gibi aşikar. Sana çok net bir soru soracağım. Kendin mahkeme sorgusunda Fetullahçılarla aranın çok iyi olduğunu söyledin. Bu saldırıya seni onlar mı yönlendirdi ? yoksa kendi kararın mıydı ? diye sordum. O da evet beni Fetullahçılar yönlendirdi pişmanım ! diye cevap verdi. O an bulunduğu şartlar ve özel durumu nedeniyle yalan söyleyecek bir nedeni ve imkanı yoktu. Söylediğine bugün de samimiyetle inanıyorum. O cevabı aldıktan birkaç gün sonra Hastane yönetimi benim akıl sağlığım da bir sorun görmediği için cezaevine geri gönderdi. O da cezaevine geldiğinde ilk duruşmada ona bu soruyu sordum ancak sanıyorum Cemaatin gücünden çekindiği için “HATIRLAMIYORUM” diye cevap verdi. Hakimler de rahat bir nefes aldılar.

Duruşmalar devam ederken Kemalettin Gülen’i cemaatten tanıdığını söyleyen Arslan’a Fetullahçı hakim Hasan Hüseyin Özese, “cemaatten başka kimleri tanıyorsunuz?” diye sordu. İsimleri sayamayacağını belirten Arslan bu soruya şöyle yanıt verdi:

“ELAZIĞ KOVANCILAR’DA 10 YIL YAŞADIM. ÜNİVERSİTEYE ORADA HAZIRLANDIM. ORADA FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ İLE HAŞIR NEŞİRDİM. DERS ÇALIŞIYORUZ DİYE EVLERE GİDER, FETHULLAH GÜLEN’İN KASETLERİNİ İZLERDİK. FETHULLAH GÜLEN’E BAĞLIYIM, KENDİSİNİ ÇOK SEVİYORUM.”

2010 yılındaki duruşmada Arslan’a Ergenekon belgelerini nereden aldığı sorulmuştu. Aslan, bu soruya da yanıt verdi. Aslan, Fehmi Koru’nun Taha Kıvanç adıyla yazdığı yazıları düzenli takip ettiğini söyledi.

Sayın Yurtseverler, bugün geldiğimiz nokta da gizemli FETÖ ÖRGÜTÜ’nün tüm istihbarat operasyonları gün yüzüne çıkıyor. Şimdi sıra Hrant Dink cinayetinde. Bu cinayetin planlayıcısı, azmettiricisi ve uygulayıcısı olan sivil, asker ve polis tayfası şu anda hakim önünde terliyorlar. Ardından sıra Danıştay saldırısına gelecek.

Arkasından kim bilir belki bu dosya açılacak.

FETÖ ÖRGÜTÜ DOSYASI : Yaşar Kutluay’ı Mossad ve Gülen mi şehit etti ? /// http://www.ozelburoistihbarat.com/teror/feto-orgutu-dosyasi-yasar-kutluayi-mossad-ve-gulen-mi-sehit-etti-637

Değerli Yurtseverler,

Biz hep FETÖ ÖRGÜTÜ’nü anarken CIA’nin yetiştirdiği ajan şebekesi diyoruz. Bunu söylememizin bir sebebi var. Aşağıdaki makaleyi okuyunca sanıyorum daha iyi anlayacaksınız.

Kozmik savaşlar ve zihin kontrolü ile yönetilen Suikastçiler

Haşhaşiler’den Jön Masonlara[1] isimli kitapta, Hasan Sabbah (1034-1124)’ın “Haşhaşi” olarak bilinen fedâilerinin tarihçesi anlatılmıştı. Batılılar’ın “Assassins-Suikastçılar, katiller”dedikleri, kendilerinin ise dinin esaslarını “Esasiyunu” koruduklarına ve “Sır Bekçileri” olduklarına inanan bu adamlar, tarihin en eski suikast örgütlerindendi. Derviş, dilenci veya tüccar kılığında cinayet işleyecekleri yere gönderilir, burada halkın arasına karışarak, uzun süre kendilerini farkettirmeden kamufle olurlardı. Bir yandan kurbanlarını izlerken, diğer yandan işlerini bitirinceye kadar dikkat çekmemeye çalışırlardı. Suikast öncesi hazırlıkları çok gizli yürütseler de cinayet sonrasında, herkesin gözü önünde, kalabalıkların ortasında neredeyse törenle işlerini tamamlıyorlardı. Câmiler gibi halkın en fazla bulunduğu yerler onlar için en uygun mekânlardı. Neredeyse gösteriye dönüşen bu kan dökme eyleminde, kurbanın öldürülmesi yetmiyor bir de ibret-i âlem için öldürülenin neden bunu hakettiğine dair ayaküstü vaaz bile veriyorlardı. Amaç yüreklere korku salmak, düşmanları sindirmekti ki, bunu da başarıyorlardı.

Hasan Sabbah’ın fedâilerini afyonla kendine bağladığı, onları uyuşturduğu ve bu köle askerlerden kendisine çok tehlikeli bir ordu kurduğuna inanılıyordu. Tabii bu sadece afyonun etkisi ile olacak iş değildi. “Haşhaşilerin”, Alamut Kalesi’ndeki “Yaşlı Adam”a imânları tamdı, onun “Seçilmiş kişi”olduğuna iknâ olmuşlardı. Cennete gidebilmek için onun kurallarına uyulması ve her dediğine sorgusuz itaat edilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu yüzden onun için gözlerini kırpmadan ölüme gidiyorlardı…

Hasan Sabbah’ın Haşhaşileri’nden günümüze, suikast örgütlerinde kullanılan teknikler kuşkusuz çok değişti. En önemli değişiklik kanımca bu işleyişte kullanılan “fedâilerde” artık gönüllülük esasına bile ihtiyaç duyulmaması. Dünyanın belli başlı güçleri halktan gizledikleri pek çok teknolojiyi sonuna kadar kullanmaktalar. Zihni yönlendirilebilen insanlar, hatta ülkeler kozmik savaşların oyuncağı haline gelebiliyor artık.

*Beyni Yıkanmış Katiller*

Beyin yıkama tekniklerinin 1930’lu yıllarda KGB tarafından Rusya’da, 1949’da Çin’de uygulandığı biliniyor. 1950’li yıllara girilirken Kore’de, savaş esirlerinde beyin yıkama ve zihin yönlendirme çalışmalarının yapıldığının saptanması üzerine CIA (Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı), bu yarışta geri kalmamak adına 1953 yılında MK- Ultra projesini başlattı. CIA, gizli zihin denetim programını, soğuk savaş döneminde ele geçirdikleri Rus casusları sorgulamakta da kullanacaktı.

“Manufacturing Killers Utilizing Lethal Tradecraft Requiring Assasination”, özetle, kitlesel suikastlar düzenleyebilecek ölümcül katil yetiştirme programı diyebileceğimiz “MK-Ultra Projesi”*[2]*, beyni yıkanmış köle katillerin yetiştirilmesini hedefliyordu. Çoğunlukla, cinayet işleyeceklerinin farkında bile olmayan bu insanlar, özel çipler, ilaçlar ve maruz kaldıkları beyin yıkama seansları neticesinde, gözünü bile kırpmadan adam öldüren suikastçilere dönüşüyorlardı.

Peki bu iş nasıl yapılıyordu? Farklı frekanslarla beyin dalgalarına etki etme gayreti Tesla’dan beri deneniyordu. Tesla ses dalgalarını havada ışık hızıyla giden elektromanyetik radyasyona dönüştüren bir aygıt tasarlamıştı. Çok daha geliştirilerek CIA tarafından bu tekniklerin yalnızca savaş esirleri üzerinde değil, yabancı liderlerin zihinlerini kontrol etmek üzere de kullanılmaya çalışılacaktı. (“Project Mkultra, The CIA’s Program of Research in Behavioral Modification” isimli Amerikan Senato belgesinde, Fidel Castro başta olmak üzere pek çok liderin zihninin kontrolünün ele geçirilmeye çalışıldığı rapor edilmiştir. Zamanın CIA Başkanı Proje açığa çıktığında bunu yalanlayamamış ve hükümet yaşayan mağdurlarına yüklü tazminatlar ödemiştir. Anlayacağınız Jacob’s Ladder ve Manchurian Candidate gibi filmler sadece hayal ürünü değil aksine doğrudan bu projeden ilham alınarak senaryolarla çekilmişlerdir.

60’lı yıllara gelindiğinde projenin adı “MKSearch” olmuş ve bu alanda kullanılacak ilaçlar üzerinde çalışılmaya başlanmıştır. New York Times, 1973’de CIA ve Pentagon’un sürdürdüğü bu projeyi kamuoyuna aktardığı zaman yer yerinden oynasa da, zaten Watergate skandalı sırasında, deneye dair pek çok belge hızlıca imha edilmiş, geriye pek bir şey kalmamıştı.Resmi açıklamalar tüm projenin 1974’te dondurulduğunu ifade edecek ancak kitleler üzerinde bunun aksini ispatlayacak değişimler, gözlenecekti. Hiç vakit geçirmeden, aynı alanda çalışmalara devam etmek üzere, 1977’de Amerikan Psikotronik Derneği (USPA) kuruldu. Dernek, Zihin-beden-çevre ilişkileri bilimi; madde-enerji ve bilinç etkileşimleriyle ilgili disiplinler arası çalışmalarla ilgilenmek üzere kurulmuştur. İnsanlarındavranışlar ve hareketlerini etkilemeyi amaçlayan kognitifzihinsel çalışmalar üzerinde çalışmaktaydılar.Bu çalışmalar beyin gücüne etki edebildiğiniz her organizmayı harekete geçirme, hatta kitlesel bir imha silahına bile dönüştürebileceği esasına dayandırılıyordu.

CIA 1970-1995 yılları arasında yine boş durmayacak, Muammer Kaddafi’yi aramak için Blue Bird, Manuel Noriega için ise 1983 yılında Land Broker projesi başlatacaktı. Kuşkusuz “Psikotronik Savaşlar” konusunda sürdürülen çalışmalarda Amerika yalnız değildi; Rusya, Çin, İngiltere İsrail gibi pek çok ülke de bu alanda at koşturmaktadır.

“Teknoloji Büyücüsü” diye tanınan ve yirmiyıldan fazla bir süre ABD Yale Nöropsikoloji Başkanlığı yapan, Prof. Jose Delgado (1915-2011) “Beynin Elektrikle Uyarılması” konusunda 1946’da çalışmalara başlamış, 1952’de ilk sonuçları rapor etmişti. Delgado, beynin ilgili merkezlerine elektrik sinyalleri göndererek “kobay” olarak kullanılan insan ve hayvanlarda davranışları ve duyguları değiştirerek zihinlerini kontrol edebiliyordu.“Zihin Kontrolü Telegram”’ın “babası” diye anılan Prof. Jose Delgado, “niçin Telegram?” sorusuna, Amerikan Kongresi’nde 24 Şubat 1974 tarihinde açık açık şu cevabı verecekti; “Toplumumuzun siyasî kontrolü için bir psikocerrahî programına ihtiyacımız var. Amaç, zihnin fizikî kontrolüdür. Kendisine sunulan normdan sapan ferd, cerrahî olarak kesilip atılabilir. Ferd, en önemli gerçeğin kendi varoluşu olduğunu düşünebilir, fakat bu yalnızca onun bakış açısıdır. Bu bakışta, tarihî yaklaşım eksiktir. Oysa insanoğlunun kendi zihnini geliştirme hakkı yoktur. Bu tarz liberal bir yaklaşım kulağa hoş geliyor tabiî. Ancak, beyni elektrikî olarak kontrol etmeliyiz. Bir gün ordular ve generaller, beynin elektrikî uyarımıyla kontrol edilecektir.” 1975’e gelindiğinde Delgado beyin araştırmalarını, bilgisayara ayarlamayı başarmıştı bile.

Biliyoruz ki günümüzde bu alanda, bilinen elektromanyetik silahlar dan, radyohipnotik sistemlerden, elektronik harp, nöro-elektromanyetik frekans saldırıları, subliminal mesajlar, HAARP, Monarch Projesi gibi pek çok farklı teknik kullanılmaya devam ediyor.

Bütün bunları anlatma niyetim, gerçek dışı komplo teorileri aktararak insanları korkutmak değil. Tam tersine son derece önemli teknolojik gelişmelere dayandırılarak sürdürülen bu modern dünyanın yeni savaş yöntemleri konusunda belge ve bilgilerle insanları uyanık tutmayı hedefliyoruz.

Amacımız, ülke olarak içinden geçtiğimiz bu olağanüstü zor günlerde, beynimizin ayarları ile nasıl oynanmış olabileceğine dikkat çekmek. Uyduların, radyo televizyon vericilerinin, GSM istasyonlarının, hatta Pokemon gibi bilgisayar oyunlarının bile istenildiğinde sıradan beyin kontrol araçları haline geldiği günümüzde, gerek coğrafi, gerek siyasi önemi açısından ülkemizin, “Yeni Dünya Düzeni”ne hizmet eden güçler tarafından savaş üssü olarak görüldüğü de tecrübe ile sabit.. Şimdilik kısmen gizli sürdürülen kozmik savaşların ve elektromanyetik silahların sonuçlarına karşı korumak için ülke olarak önlemimizi almak zorundayız. Kimsenin artık, “görmedim, bilmedim, duymadım” deme lüksü yok. Çalışmalarımızla, konunun ne kadar önemli olduğunu bir kere daha gözler önüne sererek, siper savaşlar ve zihin kontrolü konusunda farkındalıkların arttırılarak, halkı bilinçlendirici kampanyaların başlatılmasını, teknolojik kalkanların konuşulmasını hatta konu ile ilgili bağımsız bir “Bakanlık”ın kurulmasını umuyoruz. Yoksa “Bad’el harab-ül Basara”, yani Basra harap olduktan sonra yapacak bir şey kalmayacak.Sahi, Basra’da zaten harap edildi değil mi?

Son olarak, projeyi yürüten kişiler ve ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU olarak çok tehlikeli sularda yol aldığımızın farkındayız. Okuduğunuz bu birkaç sayfalık not, konu ile ilgili çalışmalarımız devam ederken olağandışı bir durum yaşarsak, bir kenarda bulunsun diye tarihe düştüğümüz küçücük bir nottur da…

1. Nalân YILDIZ, Haşhaşilerden Jön Masonlara, 2. Baskı, Kamer Yay., İst., 2016

2. Alex Constantine, Virtual Government: CIA Mind Control Operations in America, Feral House, CA, USA, 1997

Erkut Ersoy

İstihbarat Uzmanı

ÖZEL BÜRO GRUBU

KAMPANYA : PARASIZLIK YÜZÜNDEN GENELEVDE ÇALIŞMAK ZORUNDA KALAN NİNELERİMİZE DEVLET SAHİP ÇIKSIN ! !!!


KAMPANYAYA KATILMAK İÇİN BURAYA TIKLAYIN.

ÖZEL BÜRO GRUBU, Türkiye’nin bir kanayan yarasını daha gündeme getirme kararı aldı. Hemen konuya girelim. Türkiye’nin yaşlı nüfusu oldukça fazla. Şanslı olan yaşlılarımıza çocukları yada akrabaları bakıyor. Bir kısmı ise devletin koruması altında huzurevlerinde barınıyor. Bunlar şanslı doğmuş olanlar.

Ama ya dışlanmış, hor görülmüş, 2. Sınıf vatandaş muamelesi gören yaşlılarımız ne durumda ?

Gençliğinde kader kurbanı olmuş, bir çoğu ailesinin kendisini terk etmesi nedeniyle yada koca şiddeti, yetim kalma gibi sebeplerden hiçbir zaman sıcak bir yuva sahibi olamamış kadınlarımız ne durumda düşündünüz mü ?

Biz söyleyelim o zaman.

Haberdeki örnekte de okuyacağınız gibi 80 yaşında hala seks işçisi olarak çalışmaya mecbur bırakılmışlar. Onlar için bir umut yok, bir gelecek yok.

Ama madem ki sıfatlarımızın başında “İNSAN OLMAK” var. Bu duruma seyirci kalamayız. Eğer insan isek kalmamalıyız. Biz bu çirkin kadere elbette DUR diyebilecek güçteyiz. Hayatları boyunca yüzü gülmeyen kadınlarımıza, ninelerimize insanlığın ölmediğini gösterebiliriz. Onları hiç olmaz ise yaşlılıklarında rahat ettirebiliriz, her ne yapmış ne yaşamış olurlarsa olsun. Bu bizlerin insanlık vazifesidir.

Şimdi lütfen bu kampanyaya bir 5 dakikanızı ayırın ve tüm sosyal medya çevrenize, üye olduğunuz mail gruplarına gönderin.

Gönderin ki yarın vicdanımızda kara bir leke oluşmasın !!!

LÜTFEN TIKLAYIN :

KAMPANYA : PARASIZLIK YÜZÜNDEN 80 YAŞINDA SEKS İŞÇİSİ OLARAK ÇALIŞAN NİNELERİMİZ E DEVLET SAHİP ÇIKSIN !!! /// https://istihbaratveanaliz.wordpress.com/2016/11/15/kampanya-parasizlik-yuzunden-80-yasinda-seks-iscisi-olarak-calisan-ninelerimiz-e-devlet-sahip-ciksin/

***

HABERİN KAYNAĞI : http://www.aydinlik.com.tr/toplum/2016/80-yasinda-5-liraya-genelevde-calisiyor

HABER BAŞLIĞI : 80 yaşında 5 liraya genelevde çalışıyor
İzmir Valiliğinin yaptığı çalışma, genelevlerde yaşamı gözler önüne serdi. 80 yaşında 5 lira karşılığında cinsel ilişki kuran H., torunlarına bakmak için çalışmaya mecbur olduğunu söyledi

Hayati ÖZCAN/AYDINLIK

İzmir’de 23 genelevde yapılan anket, bu evlerde çalışan kadınların yaşam koşullarını ortaya koydu. Evlerde çalışan kadınların yaşları 23 ile 80 arasında değişiyor. Anket çalışması sırasında 80 yaşındaki H., torunlarını okutabilmek için 5 TL karşılığında çalışmaya devam ettiğini söyledi.

İzmir Barosu Kadın Hakları Danışma ve Hukuk Araştırma Merkezi temsilcilerinin de katılımıyla İzmir Valiliği bünyesinde oluşturulan Genelevde Çalışan Genel Kadınların Hak İhlallerini Tespit ve Araştırma Alt Komisyonu kadınlarla görüştü. Genelevlerde çalışan kadınların bazılarının yaşlarını bile bilmediği, nüfus cüzdanlarının ise kendilerinde değil genelevin patronunda olduğu ortaya çıktı. Yaşamları boyunca, babalarından, erkek kardeşlerinden ve kocalarından korkan kadınların, genelevde de patronlarından korktuğu gözlemlendi. Kadınların bu işi ortalama 18.68 yıldır yaptıkları ve bir kısmının da bu süre boyunca 3-4 kere dışarıya çıktığı görüldü. Genelevde günlük çalışma saati ise en düşük 5 en yüksek 14 saat.

YAŞLARI BÜYÜTÜLMÜŞ

Komisyon üyeleri, 115 kadınla görüştü. Kadınların yaşları 23 ile 80 arasında değişiyor. Yaş ortalaması 43.65. Ancak birçoğu vesika alabilmek için yaşını büyütmüş. 80 yaşında olup da hâlâ genelevde çalışan H., komisyon üyelerine, torunlarını okutmak zorunda olduğu için hâlâ müşteri kabul ettiğini söyledi. H. “Vizite ücretini çok düşük tutuyorum. 5 TL de olsa yine para kazanıyorum” dedi. H., genelev dışında başka bir iş verilmediği için burada çalışmaya mecbur olduğunu söyledi.

Kadınların eğitim durumları incelendiğinde, büyük çoğunluğunun ya hiç eğitim almadığı ya da sınırlı aldığı görülüyor. Kadınların yüzde 15.7’si okuma yazma bilmiyor. Yüzde 57.4’ü ilkokul, yüzde 10.4’ü ortaokul, yüzde 14,8’i lise, yüzde 0.9’u üniversite mezunu.

KOCASI GETİRDİ

Kadınların yüzde 43.5’nin bekar, yüzde 43.5’nin boşanmış yüzde 13’nün dul olduğu görüldü. Yapılan görüşmelerde, kadınlar evlilikleri sırasında yoğun olarak taciz, şiddet ve tecavüze uğradıklarını söylediler. Kadınların büyük kısmı, kocaları tarafından başka erkeklerle para karşılığı birlikte olmaya zorlandığını belirtti. Kadınlardan biri genelevde çalışmaya nasıl başladığını şu sözlerle anlattı: Diyarbakır’da evliydim, kocam her fırsatta dövüp zorla beni başka erkeklere pazarlıyordu. Aileme gidemezdim “gelirsen kefenle çıkarsın” diyorlardı. Kocam “Senin için İzmir’de boru fabrikasında iş buldum” dedi. Doğru düzgün bir işte çalışacağım diye sevindim. Bir geldim o geliş 20 yıldır burada çalışıyorum.

Kadınların yüzde 47,8’i resmi nikah, yüzde 17,4’ü imam nikahı, yüzde 5,2’si hem resmi hem de imam nikahı ile evlendiğini söyledi. Yüzde 28,7 ise hiç evlenmediğini belirtti. Genelevde çalışan kadınların çocuk sayısı ortalama 1.12 çıktı. Kadınların bir kısım çocuklarıyla hiç görüşmezken bir kısmının çocukları da annelerinin hasta bakımı ve bunun gibi işlerde çalıştığını düşünüyor. Çocuk sahibi olan kadınların çoğu, vesikalı oldukları için başka iş bulamadıklarını, deneseler de geneleve geri dönmek zorunda kaldıklarını söylediler.

Para karşılığı ilk ilişki 11 yaş!

Genelevde çalışan kadınlara ilk cinsel deneyimlerini yaşadıklarında kaç yaşında oldukları da soruldu. En düşük 8, en yüksek 23 çıktı. Cinsel deneyim yaş ortalaması ise 16. Komisyon üyeleri, 8 yaşında cinsel deneyimin söz konusu olamayacağını, bunun tecavüz olduğunu değerlendirdi. Para karşılığı ilk cinsel ilişkide en düşük yaş 11, en yüksek yaş 43. Yaş ortalaması, 21.22. Burada çıkan 11 yaş sonucuyla ilgili de, böyle bir talebin o yaşta çocuktan gelmesinin mümkün olmadığı çocuğun aile bireyleri tarafından başka erkeklerle para karşılığı cinsel ilişkiye zorlandığı değerlendirmesine de yer verildi.

İller arası nakil

Kadınların yüzde 22.6’sı Ege Bölgesi, yüzde 20,9’u Akdeniz Bölgesi, yüzde 18.3’ü Marmara Bölgesi, yüzde 9.6’sı Karadeniz Bölgesi, yüzde 9.6’sı İç Anadolu Bölgesi, yüzde 7,8 Güneydoğu Anadolu Bölgesi, yüzde 1.7’si Doğu Anadolu Bölgesi şehirlerinde yüzde 2.6’sı da yurtdışında doğduğunu söyledi. Çalışmayı yapan komisyon üyeleri, her bölgeden kadının olması durumunu farklı illerdeki genelevlerden nakille yer değişikliği yapıldığı şeklinde değerlendirdi.

30 kez düşük yaptı

Kadınların yüzde 78.3’ü düşük ya da kürtaj yapması haline evet yüzde 21.7’si hayır yanıtını verdi. Düşük sayısı, 0 ile 30 arasında değişiyor. Ortalama düşük sayısı 4.40. Kadınların yüzde 57.4’ü düşük ya da kürtajı özel sağlık kuruluşunda, yüzde 9.6’sı resmi sağlık kuruluşunda, yüzde 7’si kendi kendine, yüzde 3.5’i ebe ve benzeri sağılık personelinin yardımıyla yaptığını söyledi.

Yaşlansa da burada yaşıyor

Yaşı ilerleyen kadınlar, genelevlerde yaşamaya devam ediyor. Artık yeterince para kazanamayan bu kadınlar, dışarıdan ev tutamadıkları için genelevin patronundan oda kiralayarak burada yaşamaya devam ediyor. Yaşlanan genelev kadınları, tutukları odanın yanındaki odada da düşük ücretlerle müşteri kabul ediyor.

DUYURU : AŞAĞIDAKİ BELİRTİLER SİZDE DE MEVCUTSA SİZ DE POTANSİYEL BİR MK ULTRA & TELEGRAM MAĞDUR U OLABİLİRSİNİZ


Değerli Yurtseverler,

ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU olarak MK ULTRA & TELEGRAM teknolojisini gerek yerli kaynaklardan, gerek yabancı kaynaklardan, gerekse tüm resmi belgelerden kapsamlı olarak araştırıyor ve bulgularımızı düzenli olarak sizlerle paylaşıyoruz.

Kamuoyunda bilinen adı ile ZİHİN KONTROLÜ yada diğer bilimsel adı ile MK ULTRA & TELEGRAM teknolojisi FENOMEN bir teknoloji.

Resmi makamlar bu teknolojinin yokluğunu kabul etmedikleri gibi varlığını da açıklamıyorlar. Kısacası ne var diyorlar ne de yok diyorlar. Hal böyle olunca psikiyatrik rahatsızlık yaşayan vatandaşlarımız (Gerçekten mağdur olanları tenzih ediyoruz)“DEVLET BANA ZİHİN KONTROLÜ UYGULUYOR” diyerek soluğu Cumhuriyet Savcılıklarında alıyor. Halbuki bu işin çözümü çok basit. En yetkili makamdan – ki bu MİT MÜSTEŞARI Hakan Fidan olur, İç İşleri Bakanımız olur yada bizatihi Başbakanımız olur – bir açıklama yapılsa ve bu FENOMEN teknolojinin devlet eliyle kullanılmadığı deklare edilse kamuoyunda belirgin bir rahatlama olacaktır.

Ancak bu açıklama yapılmadığı için ağır psikolojik sorunları olanlar yada geçmişte uyuşturucu madde kullanmış olanlar, vücutlarında ve zihinlerinde bir anormallik gördüklerinde PSİKİYATRİ SERVİS’lerine danışmak ve uygun tedaviyi görmek yerine internet üzerinde çare aramaya koyuluyorlar. Tabi internette ki doğru bilgi kadar dezonferme bilgilerin çokluğunu da göz önüne alırsak MK ULTRA & TELEGRAM konusunda bir çok yalan yanlış bilgiyi de gerçek zannediyorlar.

Ki bunlardan bir tanesi de ELEKTROMANYETİK olarak kişinin zihninin kontrol edilmesi, bir robot gibi yönlendirilebilmesi, hatta suikast, cinayet bile işlettirilebilmesi ile ilgili hurafedir.

Bu konuda çok defa gerek TV’den gerekse internet siteleri üzerinden çok sayıda uzmanımız açıklama yaptı. Şu anki teknoloji ile elektro manyetik olarak ZİHİN KONTROLÜ yapılamaz. Bu ancak FARMAKOLOJİK yani tıbbi kimyasal maddeler (LSD TÜREVLERİ) ile beraber uygun psiko-ortam sağlandığı takdirde yapılabilir ki geçmişte çok sayıda deneyin konusu olmuştur.

Ancak, istihbarat servislerinin günümüzden 20-25 yıl ilerideki teknolojileri şimdiden kullanılabildiği düşünülürse, özellikle teknik takip teknolojisinin çok ileri düzeyde olduğunu söylemek mümkün. Ve bu çerçevede ZİHİN KONTROLÜ henüz yapılamasa bile kişinin görsel ve işitsel fonksiyonlarına uydu yada obzerver araçları üzerinden erişerek kişinin bireysel olarak on line kontrolü yada takibi teorik olarak yapılabilir. En azından yapıldığı konusunda çeşitli kaynaklarda bazı bilgiler yer alıyor. Yani bu teknolojinin bir İSTİHBARAT TEKNOLOJİSİ olduğunu söyleyebiliriz ve açık kaynaklarda bu teknolojinin gelişmiş Batılı yabancı Servisler tarafından kullanıldığı yönünde da iddialar mevcuttur.

Tabi bunun yanı sıra çok sayıda yerli ve yabancı vatandaşımız bu teknolojinin mağduru olduğunu iddia ediyor. Teknolojinin amacına baktığınızda bu teknolojinin bir istihbarat teknolojisi olması hasebiyle sadece istihbari değer taşıyan kişilere karşı kullanıldığını söyleyebiliriz. Ancak uygulamada çok sayıda sıradan mesleklere sahip yerli ve yabancı vatandaşın da aynı şikayetleri sergilemesi ve bu mağdurların tüm dünyada sayılarının on binleri bulması takip teknolojisinin sıradan vatandaşlara karşı da kullanılıyor olma ihtimalini akla getiriyor. Bu ihtimal, otoritelere ve uzmanlara göre çok akla yatmasa ve mantıksız gelse de durum ne yazık ki böyle. Şikayetlerin sürekli artması, bu mağdurların yada şikayetçilerin bir KOBAY PROJESİNE dahil olduklarına işaret edebilir. Bu ihtimal de çok sayıda kişi tarafından konuşuluyor.

Bu noktada devletin bu iddialara sessiz kalmadan üzerine düşen sorumluluğu yerine getirerek tüm iddiaları ciddiyetle araştırması ve kamuoyuna sonuçları hakkında bilgi vermesi gereklidir.

Eğer bunu yapmaz ise bu yara ileride kangren hale gelecektir. Çünkü devletin öncelikli görevi vatandaşının vücut ve akıl sağlığını koruma altına almak için gerekli tüm önlemleri almaktır. Eğer devlet bu konunun üzerine ciddiyet ile gitmezse töhmet altında kalması kaçınılmazdır. Çünkü bu durumda, Anayasaya göre görevi vatandaşının sağlığını korumak olandevlet, bizzat nano teknolojik yöntemlerle vatandaşlarına yasa dışı teknik takip yöntemleri kullanıyor iddiası ve suçlaması ile karşı karşıya kalabilir. Ki şu anda da durum budur. Her gün ülkenin muhtelif yerlerinde ki vatandaşlarımız kendilerine yönelik bir teknik takip uygulaması var mı diyerek çareyi Savcılıklarda arıyor.

Peki, bu açıklamalar çerçevesinde ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU ne gibi bir faaliyet içerisinde izninizle onu açıklayalım.

ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU, bu konu yani bu teknoloji ULUSAL GÜVENLİĞİ ilgilendirdiği için konuya dahil olmuş durumda.

2001 yılından itibaren tüm iddiaları kapsamlı olarak araştırıyoruz. Elimizden geldiğince bilgimiz dahilinde tüm mağdurlara 7/24 ücretsiz olarak REHBERLİK VE DANIŞMANLIK HİZMETİ veriyoruz. Aynı zamanda MK ULTRA & TELEGRAM GOOGLE MAIL GRUBU’muz (Şu anda 270 mağdur üye bulunuyor), FACEBOOK GRUBUMUZ (Şu anda 1,360 takipçi bulunuyor) ve WHATSAPP LİSTE’miz (Şu anda 35 mağdur üye bulunuyor) üzerinden bu teknolojiye dair güncel haber ve bilgileri ve çözüm önerilerimizi paylaşıyoruz. Mağdurların kendi aralarında tartışabilmelerini ve sohbet etmelerini temin ediyoruz.

1. Eğer, tarafımıza başvuran ve mağdur olduğunu iddia eden kişi, istihbarat kurumlarının kendisi hakkında teknik takip uygulaması yaptığını düşünüyorsa, talep etmesi halinde cüzi bir ücret mukabilinde Avukat aracılığı ile Savcılık Dilekçesinin hazırlanmasını sağlıyoruz. BİLGİ EDİNME KANUNU tüm Türk Vatandaşlarının yararlanabildiği bir kanundur. İsteyen vatandaşımız, bu kanun çerçevesinde resmi kurumlara, kendisini ilgilendiren kanuni bir durum hakkında soru sorma hakkına sahiptir.

2. Ayrıca, ABD’den ithal izni aldığımız DEFENDER CİHAZI’nı talep eden tüm mağdurlar için ithal edebiliyoruz. Bu cihaz sadece MK ULTRA & TELEGRAM MAĞDURLARI için üretilmiş, nano teknolojik özel bir üründür. ABD satış fiyatı 495 USD’dir. (Kargo bedeli 39 USD’dir). Talep eden mağdurlar için toplam 534 USD’ye getirtebiliyoruz. Ne işe yaradığı hakkında bilgi almak isterseniz lütfen BURAYA tıklayınız.

3. Yine ayrıca, ABD’li bir nano teknoloji firmasının MK ULTRA & TELEGRAM MAĞDURLARI için ürettiği giyilebilen, ELF ve radyasyon geçirmeyen özel giysi ve şapkaları da talep edilmesi halinde ithal edebiliyoruz. Detaylar aşağıda.

Ürünler hakkında detaylı bilgi almak için lütfen buraya tıklayın.

ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU olarak, ülkemizdeki ve dünyadaki tüm koruma ürünlerini düzenli olarak araştırıyoruz ve hangi ürün faydalı ise bu ürünlerin ithal iznini alıp mağdurların kullanımına sunmaya çalışıyoruz. Gönül isterdi ki tüm bu koruma ürünlerini, Avukatlık masraflarını ve diğer giderleri kendi bütçemizden karşılayalım ve mağdurların hizmetine bedelsiz olarak sunalım.

Ancak, 2008 yılında Ergenekon Operasyonu başlayınca Grup Sözcümüz İstihbarat Uzmanı Erkut Ersoy dava kapsamında göz altına alındı ve 3 sene 1 hafta Silivri Cezaevinde hapis yatırıldı. Bu dönemde daha önce devletten aldığımız tüm destek ve yardımlar kesildi. Şu anda tek gelir kaynağımız sizlere 5 yıllık araştırma sonucunda sunduğumuz ARŞİV ve VİDEO DVD SETLERİ. Bunun dışında maalesef bir gelir kaynağımız bulunmuyor. Bu kısıtlı bütçemizle de bu ürünleri bedelsiz vermemiz imkansız. Ancak, ileride tekrar devlet desteği alırsak ilk işimiz tüm koruma ürünlerini ve hukuki destekleri bedelsiz olarak sunmak olacaktır.

Ürünler hakkında bilgiyi sunduktan sonra gelelim mağdur olduğunuzu nasıl anlarsınız konulu açıklamamıza.

Aşağıdaki belirtiler sizde de mevcutsa POTANSİYEL bir MK ULTRA & TELEGRAM MAĞDURU olabilirsiniz. Kesin mağdursunuz diyemeyiz. Bunu söyleyebilmek için öncelikle bu belirtileri yaşadığınızda tam teşekküllü bir PSİKİYATRİ HASTANESİ’ne baş vurmanız gerekiyor. Burada belirtileri ve yaşadığınız komplikasyonları uzman psikiyatrist’lere anlatırsanız durumunuz hakkında doğru bir teşhis konabilir. Bizim öncelikli tavsiyemiz önce bu teşhis sonucunda size önerilen psikiyatrik tedaviyi görmenizdir. Bu uzun süreli de olabilir kısa süreli de olabilir. Ama mutlaka öncelikle bu yolu aşmalısınız. Çünkü insan beyni en hassas organdır. Ve çeşitli travmatik deneyimler sonucunda değişik hastalıklar kapabilirsiniz. Yada geçmişte uyuşturucu madde kullanımınız varsa, yada aile bireylerinizde ŞİZOFRENİ benzeri hastalıklar varsa genetik olarak size de geçmiş olabilir.

Eğer gördüğünüz tedavi sonuç vermez ise yada PSİKİYATRİ HASTANESİ uzmanları herhangi bir hastalık bulgusu saptayamadı ise bu durumda alternatif olarak yukarıda önerdiğimiz prosedürleri uygulayabilirsiniz. Ama hiçbir zaman bilim dışı yollara tenezzül etmeyin ve şifayı CİNCİ – PERİCİ HOCALARDA aramayın. Kendiniz de maneviyatınızı güçlendirmek için bir Kuranı Kerim meali alarak okuyabilirsiniz.

TELEGRAM saldırısı neticesinde “hedef kişi”de meydana gelen etkilerin bazılarını –literatüre geçtiği hâliyle- şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Bir sebepi olmadığı hâlde, kulaklarda sürekli çınlama.

2. Fizikî ve ruhî bir sebep yok iken, elektrik çarpmasına benzer bir duyguyla âniden uykudan uyanma.

3. Uyarıcı bir madde kullanılmadığı hâlde, gece yatarken uzun süre güçlü bir uyanıklık hâli hissetme.

4. Vücutta, özellikle kol ve bacaklarda iğne batmasına benzer acı ve yanmalar.

5. Vücutta, özellikle kol, bacak ve parmaklarda âni kramplar ve sık sık kas atmasına benzer titremelerin olması.

6. Vücutta, özellikle yüz ve kasıklarda şiddetli kaşıntılar.

7. Dinlenme hâlinde olunduğu hâlde, âni kalb çarpıntısı ve stres duygusu.

8. Bilinir bir sebep yokken vücut sıcaklığında âni yükselme ve âni terleme hâli.

9. Yorgun olunmadığı hâlde, vücuda âni bir yorgunluk ve hâlsizliğin çökmesi.

10. Baş ve vücudun çeşitli bölgelerinde âniden başlayan ve âniden biten ağrılar.

11. Kafada tansiyon yüksekliğine benzeyen bir şişkinlik ve saç derisinde yanma hissi.

12. Aşırı unutkanlık; düşünülen bir şeyin zihinden âniden silindiği veya düşüncelerin aktığı hissi.

13. Cinsî organda titremeler ve sebepsiz ereksiyon veya orgazm.

14. Sebepsiz olarak, aşırı heyecanlanma, sinirlenme, üzüntü, ümitsizlik gibi duygular, sıradan olaylara aşırı tepkiler verme.

15. Gözler kapatıldığında, hattâ açıkken, gözün önünde üç boyutlu resimler canlanması.

16. Şuursuz olarak sürekli zihinde birşeyleri tekrarlama.

17. Kafa içinde nereden geldiği belli olmayan ses veya gürültüler duyma.

18. Görülen ve duyulan herşeyin sanki birileri tarafından izlendiği ve zihnin okunduğu duygusuna kapılma.

19. Bulunulan herhangi bir yerde, sık sık, cisimlerin ısı değişimlerinde çıkardığı seslere benzeyen çıtlama sesleri duyma.

20. Kol saati ve benzeri şahsî cihazlarda bulunan pillerin, normal ömürlerinden daha kısa bir sürede bitmesi.

21. Hafıza kaybı ve davranış bozuklukları.

22. Duyulan sesin yönü, şiddeti ve muhtevâsının değişmesi.

23. Göz kapaklarının denetlenerek, konuşmanın bozulması.

24. Zahmetli işler sırasında omuzlar ve kollar zorlanarak kazalara sebep olma. Bir şey yaparken dirseklerin dürtüklenmesi ve işe engel olma. Bacaklarda ağrı ve gereksiz hareketlenme, sağ ve sola sallanma ve aşırı sertleşme.

25. Ayağın zor ulaşılan yerlerinde kaşınma ve kızarmalar.

26. Sırttaki büyük kaslarda kasılmalar.

27. El hareketlerinin kontrol edilmesi.

28. Düşüncelerin okunması yahut dışarıdan düşünce nakledilmesi.

29. Rüyaların kontrol ve manipüle edilmesi.

30. Hareket eden hayalî görüntüler görülmesi.

31. Göz kapaklarının sürekli açık tutturulması.

32. Sürekli kulak çınlaması.

33. Çene ve dişlerin sebep yokken titremesi.

34. Sindirim sistemi ile alâkalı olarak, bağırsak hareketlerinin kontrol altına alınması.

KIBRIS DOSYASI /// YALÇIN KOÇAK : KIBRIS MESELESİ


f926c2

Ey Kıbrıslılar Kulağınıza Küpe, Beyninize Nakış Olsun…

“Efendiler, Kıbrıs’a çok dikkat ediniz!..Kıbrıs düşmanın elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir” (Mustafa Kemal Atatürk)

Kıbrıs…
Deniz… Deniz… Akdeniz
Suları Berrak Deniz
Karşıda Yâr ağlıyor.
Bırak gideyim deniz.
Dünya, Ay’sız geceler karanlık olur.
Anadolu’ nun Ada’sız geleceği karanlık olur.

Kıbrıs’a 1974’de Rahmetli Başbakan Bülent ECEVİT zamanında çıkartma yaptık veya yapmaya mecbur bırakıldık. Çünkü Ada’da zalim vardı. Enosis denilen vahşi bir plan vardı. Makarios denilen Türk kanına doymayan din adamı kisveli bir vampir vardı. 1974’deki müdahale hakkımızı nereden alıyorduk… (Bunun da faturasını ülkemize yapılan Ambargo ile ziyadesiyle ödedik. Kaddafi o günlerde de dostluk göstermişti) 1959 yılında Londra ve Zürih anlaşmalarından…
Dış İşleri Bakanımız Rahmetli Müteveffa (Katledilmiş) Fatih Rüştü Zorlu’ydu.
Tarihsel haklarımızın savunmasını çatır çatır yaparak Kıbrıs’ta garantörlük hakkımızı tescil ettirmişti.
Ada; İngilizlere ilişkilerimizin dostane olduğu, askeri olarak da müttefik olduğumuz dönemde 1878 yılında cennetmekân Abdulhamit Han tarafından Kiralık olarak verilmişti ve imzalar atılırken, imzasının üzerine koyduğu ibare bugün dahi bize diplomaside şefaatçi oluyor: “Egemenlik hakkımız mahfuz kalmak kaydıyla…”
Uyut, Avut, Dondur.
Diplomasinin vazgeçilmez Trio’su…
Önce uyuturlar,
Sonra unuttururlar,
Fark edersen; Avuturlar,
Israr edersen Astırırlar.
Demokrat Parti ve üst yönetimi: Türkiye’nin kuruluş ve paylaşım projelerine hayır dedi, diyebildiği kadar.
Bağdat Paktı neydi işte bugün. BOP denilen melanetin içinde anasırı İslam’dan başkasının olmadığı pakt idi. Ama onlara kemik yoktu. “Bu Bir”
Kıbrıs görüşmelerine giderken içinde Adnan Menderes’in de bulunduğu TC uçağına sisin içinde yanlış koordinat verip ormana çaktıranlar Kıbrıs konusunda haklarımızın üzerine yatmak isteyenlerden başkaları değildi “Bu İki”
Musul Meselesi, Bağdat Paktı içerisinde daha da geniş bir alanda çözüme kavuşturulacaktı. “Bu Üç”
Yalta Konferansında 11 Şubat 1945’te çırak çıktığını anlayan komşumuz Rusların yakınlaşma teklifine olumlu yaklaşan Menderes ve Arkadaşları artık çok olmuşlardı.
Uyanmışlar, Unutmamışlar, Avutulamamışlardı.
Öyleyse Asılmalıydılar…
“Sizi içeri tıkan zihniyet böyle istiyor.”
(Salim Başol) 27 Mayıs zulmünün Yassı Ada Hakimi
Yakın tarihimizde ve yakın çevremizde imparatorluktan cumhuriyete geçerken feda ettiğimiz topraklar, insanlar,canlar, ocaklar… binlerce roman unutalım mı Elif’i A yapmakla, kafaya şapka takmakla Ankara’yı başkent yapıp Avrupa’dan uzaklaşmakla ve daha nicelerine rıza göstermekle olmadı, olmuyor beyler.
Bizi Batılı saymıyorlar ve aralarına almıyorlar… Kelâmi Atatürkçü Aydınlarımız, Batının kalemşörleri, bakınız Gazi Mustafa Kemal Batıya ne yakıştırma yapmış, ne anlam yüklemiş: Avrupa Emperyalizmi demiş. Avrupa devletleri dememiş, bugünleri daha 1937’de görmüş, söylemiş.
Cumhuriyet gökten mi geldi, 3. Meşrutiyet miydi yoksa, hain Naum’un torbasından mı çıktı. Cumhuriyetin değerleriyle Emperyallerle aynı masada oturamazsınız. Masada karnınız doymadığı, sözünüz dinlenmediği gibi Narkozsuz ameliyatla organ mafyasınca iç organları çalınan zavallıya dönersiniz.
Yazma, Dizme Cumhuriyet Tarihi gözlüğüyle arkaya bakarken ati’yi hem de yarını göremiyoruz.
Biz artık Imperior bakış zamanı geldi diyoruz. Yalnız mıyız? Hayır.
Düzmece tarih düşmanlıkları 80- 85 yıllık sosyolojik asırda siliniyor.
Arap – Türk düşmanlığı bitiyor, siliniyorken Kürt – Türk’e dönüşüm zorlanıyor.
Ama papuç pahalı o da olmıyor. Türkler artık oyuna da mı gelmiyor ne…?
Birileri fena afalladı. Politikaları geri tepiyor.
Terörü sonlandıracağız, demokrasi, hürriyet, adalet, eşitlik, müsavat, uhuvvet, be hey millet biz bu dolmaları zaten yemiştik.
Kıbrıs’la başladık. Imperior bakış bizi nerelere getiriyor görüyorsunuz.
Kıbrıs’ta ne İngilizler, ne de Kıbrıs Rumları ne de Yunanlılar isteklerine ulaşabildiler…
Yunanlılar bundan böyle bizimle eşgüdüm dış politikalar izleyecekler, çok sıcak olacak ilişkilerimiz
Neden mi, onlarla ipler gerilince biz birlik oluyoruz. Çünkü iç isyanlar bitiyor, sönüyor… Bu da başka bir garabet değil mi?
Artık Kıbrıs Avrupa Emperyalizminin gündemidir. Yunanın görevi Türkiye’de birlik ve dirliği sağlayabilecek uyanışa sebebiyet vermemektir. Bizi hasımsız bırakmaktır.
Kıbrıs’ı AB Labirentinin karanlık dehlizlerinde hukuken bitireceklerdir.
İşte, önce Lozidu Davası, sonra Arestis Davası ve kaybedilince Orams Davası…
Ne isteniyor Orams’lardan (Oramslar Kıbrıs’ta mülk almış bir İngiliz karı-kocadır). Türklerden aldığınız arazi Biz Rumlara aittir, kullandığınız dönemin Kirasını ve de Arazinin parasını bize ödeyiniz.
Fatih Rüştü Zorlu Rahmetli Kabrinden haykırıyor:
Bre densizler, 1878’de Adayı Kiralık aldığınız bizlere bunu unutturdunuz. Kira Borçlarınız vardı, uyuttunuz İstedik 13 Temmuz 1924 anlaşmasını ortaya attınız üzerine yattınız. Uyumlu partilerinizle ve onların sadık Genel Başkanlarıyla bugünlere geldiniz .
Şimdi; Kayıp Haklar Hukuku Kavramını siz geliştirdiniz. Aynı hukuka Biz’de dahil olmak istiyoruz.
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti
12 Adalar – Girit
Kıbrıs
Musul Vilayeti Konseyi
Batum Plebisiti
Ve de Eski Coğrafya da Mısır’da, Mekke ve Medine’de ve Adriyatiğe kadar Balkan coğrafyasında vakıf mallarımız ve de haklarımız ortada duruyor.
Tarih de bize haykırıyor.
Uyumayın, Unutmayın
Kayıp Haklarımız bizi bekliyor, Yan gelip yatmayın…

Yalçın Koçak

“24 ARALIK 1963 GÜNÜ” KIBRIS’TA TÜRK ALAYINDA GÖREVLİ ALBAY DR. NİHAT İLHAN’IN EVİNİ BASAN; KIBRIS’I YUNANİSTAN’A BAĞLAMAK İSTEYEN EOKA ÇETELERİ DOKTORUN EŞİ VE ÜÇ ÇOCUĞUNU HUNHARCA KATLETTİLER…

Yalçın BAYER ybayer

Kıbrıs Loizidou Arestis, Orams davaları

EFENDİLER, Kıbrıs’a çok dikkat ediniz!.. Kıbrıs düşmanın elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir.” (Mustafa Kemal Atatürk)

Kanla alınmış Kıbrıs’ı Avrupa emperyalizminin entrikayla masa başında vermeye razı olanlara insan diyememe maruzatlısıyım.

Kıbrıs’ı ve önemini biliyorum, hem de çok iyi biliyorum. Ama Kıbrıslıyı da tanıyorum.

Ankara’daki zihni sinirleri de, akıllarını da, akıl yollarını da fevkalade biliyorum.

Kıbrıs’a bulaşmamaya, daha doğrusu üzerimize pislik bulaştırmamaya özen gösterdiğimiz içindir, kendi devletimiz ve onun memurlarıyla didişmemek için ayak sürdük, uzak durduk, gitmedik.

Kıbrıs, kendi kahramanına hem de yaşayanına Oğuz Kalelioğlu’na sahip çıkmayarak vefaya uzaklığının sinyallerini çoktan vermişti.

Arestis davasıyla Kıbrıs üzerinden Türkiye’yi toplam 40 milyar Euro tazminat ödeme mahkum ettirmekti oyunun galası… ASAM’ınve şahsınızın ısrarlı takibi ile oyunları ve mali hülyaları bozulmuştu.

Orams davası 3. taktik…

AİHM, ATAT Rum yargıçlardan geçilmiyor, karıları da davaların avukatları, nasıl baş edeceksiniz?

Karşılığı İngiliz üslerinin işgal rüsümiyelerini istemektir.

Kıbrıs‘ta yenilen yenilmiş, içilen içilmiştir. Kalan vakıf arazilerini tapulayın Abdullah Paşa varislerine, Lala Paşa vârislerine, Köprülü vakıflarına iade edin, olayın pratik çözümü budur.

Tapuları isteyen olursa da beri gelsin…

Yalçın KOÇAK

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.