Günlük arşivler: 11 Aralık 2016

KUTLAMA MESAJI : ÖZEL BÜRO EKİBİ OLARAK TÜM ÜYELERİMİZİN VE YURTSEVERLERİN MEVLÜT KANDİL İNİ KUTLARIZ.


MK ULTRA PROJESİ : KANADALI KADINA CIA’DEN BEYİN YIKAMA TAZMİNATI


BEYİN YIKAMA TAZMİNATI

Janine Huard, Amerikan gizli servisi CIA’nın Kanada’daki beyin yıkama deneylerinde kullanıldı. CIA, Janine Huard’a tazminat ödedi. Kanadalı kadın şimdi de kendi devletinden tazminat istiyor.

(Janine Huard)

PSİKOLOJİK İŞKENCE YAPILDI:

Kanada’nın Montreal şehrinde yaşayan 79 yaşındaki Janine Huard,1958yılında doğum yaptı. Doğumdan sonra depresyona giren Huard, Mc Gill Üniversitesi Allan Memorial Enstitüsü’ne başvurdu. Doktor Ewen Cameron’un hastası olan Janine Huard ‘a LSD adlı uyuşturucu verildi, elektrik şoku uygulandı. Karanlık bir odaya tıkılan gen kadın günde 6-7saat boyunca, kötü bir anne olduğunu tekrarlayan ses kayıtları dinletildi. Hiçbir şeyden haberi olmayan Janine Huard bunun bir tedavi yöntemi olduğunu sanıyordu.

(Dr. Ewen Cameron)

CIA’NIN DENEYLERİ 15 YIL SÜRDÜ:

Oysa Huard’ın üzerinde, Ameriken Merkezi Haberalma Teşkilatı CIA tarafından ‘beynin kontrol edilmesi’ deneyi uygulanmıştır. Çünkü Dr.Cameron CIA’nın maaşlı bir elemanıydı. Dr.Cameron 1950-1965 yılları arasında bu deneylere yüzlerce kişiyi de kobay olarak kullandı.CIA,1989’daJanine Hunard’a 66 bin dolar(95 bin ytl) tazminat ödedi.Dr. Cameron ‘un deneylerine maddi destek veren Kanada devleti ise kurbanlara tazminat ödemeye yanaşmıyor .Janine Huard,250’beyin yıkama kurbanı’ adına Kanada devleti aleyhine dava açacak.

Kaynak: Milliyet Gazetesi 13.01.2007

MK ULTRA PROJESİ : Beynin Okunması ve Yazılması


MK ULTRA PROJESİ : BEYNİNİZ İPOTEK ALTINDA OLABİLİR Mİ ?


MK ULTRA PROJESİ : Beyin Bilgisayar Arayüzleri


Beyin Bilgisayar Arayüzleri

1978 yılında Craig Thomas’ın yazdığı "Firefox" romanı Ruslar tarafından tasarlanmış ve silah sistemleri düşünce gücü ile kontrol edilebilen bir savaş uçağını anlatmaktadır. Pilotun giydiği kaskın içinde elektrodlar vardır ve pilotun beyin dalgaları yorumlanıp çeşitli silahları kontrol etmek için kullanılmaktadır.

Soğuk savaş günlerinden kalma bir fantazi olan böyle bir sistem ancak beyin bilgisayar arayüzleri (brain-computer interface) ile gerçekleştirilebilir. Son 30 yıldır beyin bilgisayar arayüzleri konusunda yapılan çalışmalar ise ortalığı füzeye, bombaya boğmaktan çok felçli hastaların etraflarındaki cihazları ve bedenlerini kontrol edebilmeleri için geliştirilmektedir.

Özet

Bu makalede Beyin Bilgisayar Arayüzü (BBA – Brain Computer Interface – BCI) kavramı ele alınacak, tarihi gelişimi değerlendirilecek, bu teknolojinin motivasyonları sıralanacak ve BBA araştırmasında kullanılan yöntemlerin yanısıra bir BBA sisteminin temel bileşenleri ele alınacaktır.

Giriş: Neden BBA?

Eğer bir şey varsa belli bir miktarda vardır. Eğer belli bir miktarda varsa ölçülmesi mümkündür. René Descartes, Felsefenin Prensipleri, 1644 İnsanlar makinalarla iletişim kurmak için çeşitli araçlardan faydalanır: Klavyeler, fareler, "joystick"ler, dokunmaya duyarlı yüzeyler, özel eldivenler, mikrofonlar. vs. Tüm bu komut verme araçları kullanıcın vücudunun belli bir kısmını (daha doğrusu kas sistemini) kontrol edebildiği varsayımına dayanır. Ancak durum her zaman böyle değildir.

Söz gelimi motor nöron hastalıklarından biri, amiyotrofik lateral sklerozis (ALS) sadece ABD’de onbinlerce kişiyi etkileemkte ve insanların istemli hareketlerini engellemektedir [1]. ALS, beyin ve omurilikteki motor nöronlara saldırmakta ve kısa sürede hasta hiçbir kasını hareket ettiremez hale gelmektedir. Benzer duruma yol açan motor nöron problemleri arasında beyin kökü travması, beyin ya da omurilik yaralanması, serebral palsi, kas distrofileri ve çoklu skleroz yer almakta, bunların 2.000.000’a yakın hastayı etkilediği bilinmektedir.

Ancak önemli olan şey ALS hastalığının sadece ve sadece motor nöronları etkilediği, yani hastanin bilişsel işlevlerine bir zarar vermediği gerçeğidir. Hafıza, zekâ ve kişilik korunur. Hastalar görebilir, duyabilir, koklayabilir ve dokunsal uyaranları yorumlayabilirler [1]. Bu da demektir ki, eğer hastanın beynindeki sinirsel etkinliği doğrudan yorumlayabilecek bir teknoloji geliştirilebilirse hastanın çevresindeki araçlarla ve insanlarla iletişim kurması mümkün olabilir.

Yukarıdaki örnek senaryo BBA araştırmalarının ana motivasyon kaynaklarından biridir ancak başka sebepler de mevcuttur. BBA araştırmacılarını yönlendiren düşüncelerden biri de doğrudan düşünceleri kullanarak başka bir ara katmana (kas sistemi gibi) gerek kalmaksızın bilgisayarları kontrol edebilmektir. Bu bakımdan, BBA makina insan etkileşiminde güçlendirici bir teknoloji olarak düşünülebilir. Yani popüler anlamı ile olmasa da bir tür "telepati" gerçekleştirmek mümkün olabilir

Metnin geriye kalanında "kullanıcı" ve "hasta" terimleri birbirlerinin yerine geçebilecek şekilde kullanılacaktır ve her iki terimle de kast edilen BBA sistemini kullanıp bir ya da daha çok cihazı kontrol etmeye çalışan özne olacaktır.

BBA Nedir? Beyin bilgisayar arayüzü:

… bir tür iletişim sistemidir. Bu iletişim sisteminde, bireyin dış dünyaya gönderdiği iletiler ve komutlar beynin normal çıktı yolları olan çevre sinirlerden ve kaslardan geçmez [2].

Yukarıdaki tanımlamaya göre, beyin etkinliği algılandığı ve yorumlandığı sürece bu tür bir sisteme BBA denebilir ve bunun için elektroensefalografi (EEG), fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI), pozitron emisyon tomografisi (PET), vb. teknikler kullanılabilir ancak şimdiye dek BBA çalışmalarında yoğun olarak kullanılmış olan teknik EEG’dir.

Tarihi perspektiften bakılacak olursa, "beyin bilgisayar arayüzü" terimini ilk kullanmış olanlardan biri Jacques J. Vidal’dir [3], [4]. Vidal, 1973 yılındaki çalışmasında EEG sinyallerini analiz algılayıp, çözümleyip belli örüntüleri bulup bunları önceden tanımlanmış hareket komutları olarak yorumlayan karmaşık bir bilgisayar sistemi geliştirmiştir. "Bağımlı BBA" olarak tanımlanan bu sistem kullanıcının göz hareketlerini kontrol etme kabiliyetine dayanıyordu (bağımlı BBA aşağıda açıklanacaktır).

BBA’yı mümkün kılan nedir? Yukarıdaki örnekte ve tanımda da görülebileceği gibi, BBA’yı mümkün kılan, beynin ürettiği sinyalleri kaydedip bunları örüntü çözümleme ve sınıflandırmasına tabi tutabilme yeteneğimizdir. Beynin yaydığı sinyaller ve bunların kaydedilmesi ne demektir? Kısa cevap: Beyinde iki tür iletişim gerçekleşir, elektriksel ve kimyasal. Her iki tür iletişimin de "görülebilir" etkileri vardır ve bunları bazı cihazlarla tespit etmek mümkündür. BBA açısından önemli olan beyindeki elektriksel iletişimdir. Beyindeki eylem potansiyellerinin tetiklenmesi ve bunların aksonlar boyunca iletilmesi kafatası yüzeyinde tespit edilebilir fiziksel aktiviteye yol açar.

EEG BBA’yı Nasıl Mümkün Kılar?

BBA alanında en çok kullanılan iletişim türü elektriksel iletişim olduğu için buna biraz yer ayırmamızda fayda var. EEG olmadan pratik, çalışan bir BBA sistemi kurmak zordur.

Elektroensefalografi (EEG) terimi ilk kez Berger tarafından kullanılmıştır [5]. Berger, insan kafatası yüzeyinden beyin dalgalarının tespit edilebileceğini ve okunabileceğini göstermiştir.

Vidal’e göre kafatası yüzeyi elektriksel potansiyellerinin ana kaynağı kafatasının hemen altındaki beynin dış kabuğunu meydana getiren serebral korteksteki elektriksel etkinliktir. Serebral korteks, sinir hücreleri (nöronlar) içeren gri maddeden oluşan ince bir tabakadır. Bu hücrelerin bir kısmı (piramit hücreleri) apik dendritlere sahiptir yani beyin yüzeyine doğru uzanır ve yanlamasına genişlerler. Bunun sonucunda ince bir "beyaz madde" yüzeyi oluşur ve burada da yoğun şekilde iç içe geçmiş ince dendrit uzantıları diğer komşu dendritlerle bağlantı kurarlar. Dendritler elektrik alanı nöron merkezine ileten elektrolitik bağlantı araçlarıdır. Hücre merkezine ulaşan elektrik sinyali hücre zarını depolarize ederek hücre atımını tetikler ve böylece sinyal yeniden diğer bir tür hücrelerarası bağlantı elemanı olan akson üzerinden ilerler.

Gözlemlenen yüzey potansiyelleri piramitsel hücrelerin tepedeki dendritlerinde ve hücre merkezinde (bedeninde, somasında) üretilir.

Bu potansiyeller hücre içindeki polarizasyon ve depolarizasyona karşılık gelir (bu elektrik potansiyel değişimleri postsinaptik (sinaps sonrası) olarak nitelendirilir çünkü nöronlararası sinaps etkileşiminde gerçekleşir). Hücrelerarası alanda dikey olarak ilerleyen elektrik akımlarının aynı zamanda dendritler ile derinlerdeki hücreler arasında bir tür geribesleme bağlantısı sağladıkları da düşünülmektedir. Yüzeydeki pozitif olarak kaydedilen bir değişim derin bölgelerdeki bir depolarizasyona (daha yüksek uyarılabilirlik) karşılık gelir (ve tabii tersi de geçerlidir)

Şekil 1’de piramitsel hücrelerin beynin üst kısmında nasıl yerleştikleri ve EEG sinyal algılaması ve kaydedilmesi için elektrotlara yakın bulundukları şematik olarak gösterilmektedir.

BBA Türleri

İki tür BBA vardır, bağımlı ve bağımsız [2]. Bu ayrım, beynin çıktı yollarına olan bağımlılık ile ilgilidir. Aşağıda iki tür arasındaki farklar açıklanmıştır.

Bağımlı BBA

Bağımlı bir BBA sistemi beynin normal çıktı kanallarını kullanır. Bu yüzden de bu tür bir BBA öyle ya da böyle tam olarak işlevsel bir sinir sistemi gerektirir. Popüler bir BBA örneği vermek gerekirse, bedeninin büyük kısmı felçli olan bir hastaya ekranda tek tek harfler gösterilir. Hasta seçmek istediği harf ekranda görününce konsantre olup o harfe bakar. Bu durum, görsel olarak tetiklenen bir potansiyele yol açar (Görsel Tetiklenen Potansiyel – GTP) ve EEG cihazı ile tespit edilebilir. Bunun mümkün olmasının sebebi hastanın konsantre olup belli bir süre baktığı harfin diğer harflere bakma durumuna kıyasla daha yüksek bir GTP oluşturmasıdır.

Her ne kadar bu tür BBA sistemleri bazı durumlarda faydalı olsa da (örn. kullanım kolaylığı ve düzgün öğrenme eğrisi), sistem çok hasar görmemiş bir sinir sisteminin varlığına dayanır. EEG kullanılıyor olsa da sinyal üretilmesini sağlayan şey göz kasları ve bunları kontrol eden kraniyal sinir hücreleridir.

Bağımsız BBA

Bağımsız bir BBA sistemi sağlam bir çevresel sinir sistemi gerektirmez. Böyle bir BBA sadece kullanıcının "eğilimleri"ne dayanır.

Yukarıdaki harf seçme örneğine dönecek olursak, eğer bağımsız BBA kullanılırsa kullanıcının tek yapması gereken istediği harfi düşünmektir. Bu mekanizmada gözün hareketi ya da kontrolü ile ilgili hiçbir şey söz konusu değildir. Bu durumda EEG tarafından tespit edilen P300 potansiyelidir (P300 potansiyeli aşağıda açıklanacaktır).

BBA Sisteminin Temel Bileşenleri

Modern bir BBA sistemi beş altsisteme bölünebilir:

· Sinyal toplama

· Sinyal işleme: özellik çıkarma

· Sinyal işleme: dönüştürme algoritması

· Çıktı cihazı

· İşletme protokolü

Şekil 2’de bir BBA sisteminin temel bileşenleri görünmektedir [2].

Sinyal toplama

Sinyal toplama bir BBA sürecindeki ilk adımdır. Beyinde gelen sinyalleri tespit edip kaydetmek için en yaygın kullanılan yöntem EEG’dir. EEG müdahaleci olmayan bir yöntemdir ancak beyinde elektriksel iletişim haricinde de iletişim gerçekleştiği için fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (functional magnetic resonance imaging – fMRI) gibi yöntemlere de başvurulduğu olur.

Weiskopf’un 2004’teki bir çalışmasında beyin sinyallerini algılamak için fMRI kullanımından bahsedilir [6].

Beyin sinyallerini kaydetmek için kullanılan bir başka yöntem de müdahaleci tekniklerdir. Kennedy, 2004 yılındaki bir çalışmasında beyin yüzeyine yerleştirilen bir sinirsel implant ile beyin yüzeyi sinyallerinin algılanıp sonra da bir bilgisayar imlecini kontrol etmek için kullanılan BBA sistemini tarif etmektedir [7].

Sinyal işleme: özellik çıkarma

Elektrik sinyalleri EEG kullanılarak kaydedildikten sonra bunlardaki özelliklerin tespit edilmesi, çıkarılması gerekir. Bu süreç, örüntü tanıma ve sınıflandırma öncesindeki bir önişleme olarak düşünülebilir.

Bu süreçte ham sayısal sinyal verisi alınır ve bazı bakımlardan özetlenir. Uzamsal süzme, spektral çözümleme ve voltaj şiddeti ölçümleri özellik çıkarmada kullanılan tekniklerden bazılarıdır.

Sinyal işleme: dönüştürme algoritması

Sayısal beyin sinyal verisi özetlenip bazı özellikleri çıkarıldıktan sonra bu bilginin içindeki örüntülerin taranması ve tanınması gerekmektedir. BBA sistemi ancak bu şekilde hangi komutların gerçekleştirilmesi gerektiğini "anlayabilir".

Toplanan verideki özellikleri çözümlemek için çeşitli algoritmalar kullanılır. İki geniş kategori vardır: doğrusal denklem tabanlı istatistiksel çözümlemeler ve yapay sinir ağları ve benzeri doğrusal olmayan örüntü sınıflayıcılar.

Bu algoritmalar uyarlanabilir ve hatalara karşı dayanıklı olmalıdır çünkü BBA kullanıcısı her seferinde "aynı şeyi" düşünüyor olsa da beyin sinyallerinde çeşitli sapmalar, ufak tefek dalgalanmalar mutlaka olacaktır. Algoritmanın uyarlanabilirliği ve esnekliği "öğrenme" açısından da önemlidir. Bunu bir konuşma veya görüntü işleme uygulaması gibi de düşünebiliriz. Bu uygulamalar işleyecekleri veri için eğitilirler ve genellikle işleyecekleri verinin karakteristikleri de bazı bakımlardan o kullanıcıya özgü olur. Bunların ötesinde algoritmanın esnekliğinin ve öğrenme yeteniğinin önem arz ettiği bir başka durum da vardır: İnsan süreç içinde aynı kalmaz. Ufak tefek metabolizma değişiklikleri, hastalıklar, mevsimsel değişimler ve hatta günün hangi saatinde olduğu kişinin vücudunu ve dolayısı ile beyninin işleyişini bazı bakımlardan değiştirir (bir memeli beyni gün içinde aynı kalmaz; örn. sabah belli bir dozda belli bir kimyasal alıp uykuya dalan bir sıçana aynı kimyasalı aynı dozda öğleden sonra verirseniz hiç uyumadığını görüp şaşırabilirsiniz [8]. İşte örüntü sınıflandırma ve dönüştürme algoritmaları aynı tema üzerine çeşitlemeler olarak görülebilecek bu değişiklerin üstesinden gelebilmeli, bunlara karşı toleranslı olmalıdır.

Üçüncü seviye uyarlanabilirlik ise bir hayli sofistike bilgi işleme algoritmalarını gerektirmektedir. Bu aşamadaki uyarlama BBA sisteminin, beynin o sisteme uyum sağladığını "fark etmesini" gerektirir. Bu ne anlama gelmektedir? Kullanıcının beyni BBA sistemini nasıl kullanacağını öğrenirken değişmektedir ve BBA kendisine adapte olmaya çalışan beyin ile uyum içinde çalışıp beyne düzgün şekilde geribesleme verir, kullanıcıyı doğru bir zamanlama ile ödüllendirirse, makina ile kullanıcı arasında güçlü bir bağlantı oluşur. Bu da makinanın çok daha iyi bir başarım ile çalışması anlamına gelir.

Çıktı cihazı

Modern bir BBA sisteminin çıktısı herhangi bir cihaz olabilir ama genellikle bu cihazlar bilgisayarlar ya da bilgisayar kontrollü robotlardır. Araştırmalarda ve deneylerde kullanıcıya geribesleme sağlamak için genellikle bir bilgisayar monitörü ve bunun üzerindeki imleçler, ikonlar ve harf seçimleri kullanılır.

İşletim protokolü

İşletim protokolü sistemin genel olarak davranışını ve kullanımını belirleyen kurallar bütünüdür. Protokol sistemin ne tür bir iletişim kullanacağını, ne tür beyin sinyallerinin analiz edileceğini ve sistem ile kullanıcı arasındaki etkileşim şekillerini belirler.

Uzman araştırmacıların ve BBA teknisyenlerinin hazır bulunup kullanıcıya ya da hastaya yardımcı oldukları bir laboratuvar ortamında bu protokol çok detaylı ya da önemli olmayabilir ama eğer BBA sistemi gerçek hayat ortamında bir hasta tarafından tek başına kullanılacaksa ve hasta kendisi cihazı açıp kapatmak, komut vermek zorunda ise protokol detayları had safhada önem arz eder.

Modern BBA Örnekleri

Pek çok BBA sistemi kullandığı beyin sinyali türüne göre sınıflandırılabilir.

Bu sınıflar şunlardır:

· Görsel olarak tetiklenen potansiyeller (GTP)

· Yavaş kortikal potansiyeller

· P300 tetiklenen potansiyeller

· Kortikal nöronlar

Görsel olarak tetiklenen potansiyeller

Görsel olarak tetiklenen potansiyeller (GTP) hastanın oksipital korteksinin uyarılması sonucunda oluşur. Yanıp sönen harfleri ya da benzeri görsel uyaranları gösteren bir bilgisayar monitörü beyinde bu tür elektrik potansiyel farklılıklarına yol açar.

Yukarıda belirtildiği gibi 70’lerde Vidal tarafından BBA araştırmalarında kullanılan ilk sinyal türü GTP idi. Ancak bu BBA sistemi bağımlı BBA olup hastanının az da olsa gözünü bir yere odaklayabilmesini gerektiriyordu. Burada önemli olan nokta dikkat seviyesi ve bakışın yöneldiği yer ile bilginin tamamen EEG ile toplanıyor olmasıdır yani hiçbir şekilde gözün kendisi üzerinden bir ölçüm yapılmamaktadır.

GTP kullanan modern bir BBA sistemine örnek olarak Middendor gösterilebilir. Kullanıcı ekrandaki düğmelerden birini bakışlarını oraya odaklayarak seçebilir [9].

Yavaş kortikal potansiyeller

Tanıma göre [10], yavaş kortikal potansiyel (YKP) biyoelektriksel beyin sinyalindeki potansiyel kaymadır. Negatif YKPler genellikle kortikal etkinliğe yol açan hareket ve benzeri işlevlerle bağlantılı iken pozitif YKPler de seviyesi düşen kortikal etkinlikle ilgilidir. Negatif kaymalar genellikle beynin primer görsel korteksinin görsel uyarana karşı verdiği elektriksel tepkidir.

Bu tür sinyaller EEG verisindeki çok yavaş voltaj değişimleri olarak algılanır. Bu değişiklikler 0.5 ile 10 saniye arasında gerçekleşir.

Yavaş kortikal potansiyellerle ilgili en önemli nokta, insanların bunları kullanmak üzere biyogeribesleme aracılığı ile eğitilebilmeleridir. Dolayısı ile YKPler BBA operasyonunun temelini oluşturur. YKPleri kullanan en meşhur BBAlardan biri "Düşünce Tercüme Cihazı"dır [11].

P300 tetiklenen potansiyeller

Tanıma göre [12], P300 tetiklenen potansiyeli alakasız bir uyaran dizisi içine gömülmüş dikkat çekici bir uyaran ile karşılaşan beynin yaklaşık 300 ms sonra ürettiği pozitif potansiyeldir. Tipik bir P300 dalga formu Gauss dağılımını andırır, yarı genişliği 150 ms olup şiddeti 100 mikrovolta kadar çıkar.

Genellikle temiz bir P300 dalgası elde edebilmek için pek çok denemenin ortalamasını almak gerekmektedir ve bunun sebebi de sinyalin, gürültü başına düşen sinyal oranının düşük olmasıdır.

P300 potansiyellerini kullanan BBA sistemleri kısa süre önce ortaya çıkmıştır. Bu sistemlerden bir tanesi Donchin’in 2000 tarihli makalesinde tarif edilmektedir [13]. Sistemin kullanıcıları bilgisayar monitöründe yanıp sönen harflere bakarak istedikleri harfi seçebilmektedir. Sistemin performansı dakikada yaklaşık 1 kelime kadardır. P300 tabanlı BBA sistemlerinin avantajlarından biri kullanıcının eğitilmesine pek gerek duyulmamasıdır yani sistem çok kısa sürede kullanılır hale gelmektedir. Bu tür çalışmalar çok yeni olduğundan P300 BBAların kullanıcı beyninin sisteme alışmasından kötü etkilenip etkilenmeyeceği henüz bilinmemektedir.

Normalde insanlar uyanıkken ve belli bir şey yapmıyorken beyinleri BBA EEG sinyalleri yayar. Bu dalgalar 8-12 Hz frekans aralığındadır. BBA ritmleri aynı aralıkta olup BBA dalgalarındaki ufak tefek değişiklikler şeklinde kendilerini gösterirler. Buradaki önemli nokta şudur: BBA ritmleri, kişi hafifçe somatosensöryel veya motor korteksini hareketlendirecek şekilde bir şeye konsantre olduğunda ortaya çıkan BBA dalgalarıdır".

Ritmleri ise 18-25 Hz aralığındadır ve bunlar da istemli hareket ve etkin odaklanma ile bağlantılıdır.

Yapılan çalışmalarda insanların 8-12 Hz aralığındaki BBA ritmlerini ve 18-25 Hz aralığındaki BBA ritmlerini kontrol edebildikleri ve böylece ekrandaki bir imleci istedikleri gibi hareket ettirebildikleri görülmüştür [14].

Gerçek ve hayal edilen hareketleri kıyaslayarak ve temel bileşen çözümlemesi (PCA – Principle Component Analysis) kullanarak bu ritmler çözümlenmiş ve hem gerçek hareketlerin hem de hayal edilen hareketlerin BBA ritm desenkronizasyonları ile bağlantılı olduğu tespit edilmiştir [14].

BBA ritmlerinden faydalanan önrk bir BBA Wolpaw’ın 2004 tarihli makalesinde detaylı olarak tarif edilmiştir. Bu sistemde kullanıcı ekrandaki imleci iki boyutlu olarak kontrol edip sadece "düşünerek" ve bedeninin başka hiçbir yerindeki hareketlere dair bir şey gerçekleştirmeksizin bir bilgisayar oyununu oynayabilmektedir [15].

Kortikal nöronlar

BBA için daha ender kullanılan yöntemlerden biri ise müdahaleci bir yöntemdir ve bu yöntemde beyin yüzeyine elektrodlar yerleştirilir.

Bu şekilde tek tek nöronların eylem potansiyelleri ve ateşlenme oranları kaydedilebilmektedir. Bu tekniği ilk kullananlardan biri 1989 tarihli çalışması ile Kennedy olmuştur [16].

Kortikal nöronlara müdahale ederek oluşturulan BBA sistemlerine dair diğer örnekler Kennedy’nin 2004 tarihli çalışmasında mevcuttur [7].

Sonuç

1978 yılında Craig Thomas’ın yazdığı "Firefox" romanı Ruslar tarafından tasarlanmış ve silah sistemleri düşünce gücü ile kontrol edilebilen bir savaş uçağını anlatmaktadır. Pilotun giydiği kaskın içinde elektrodlar vardır ve pilotun beyin dalgaları yorumlanıp çeşitli silahları kontrol etmek için kullanılmaktadır [17].

Günümüzde bu fantaziden hala epey uzağız. Mevcut BBA sistemleri en fazla 25 bit/dakika performansındadır ve bu bile bir başarı olarak kabul edilmektedir. Hastalar bu BBA sistemlerini kullanarak çok basit kelime işlem uygulamalarını çalıştırabilmekte, etraflarındaki cihazları açıp kapatabilmekte, cihazları belli bir ölçüye kadar ayarlayabilmektedirler.

BBA sistemlerinin gelişimi uyarlanabilir dönüştürme algoritmalarının geliştirilmesine ve beynin işleyişi hakkındaki bilgilerimizin artmasına bağlıdır. Bilgi işleme güçleri artarken bir yandan da fiziksel boyutları düşen bilgisayarlar BBA açısından önemli bir avantajdır çünkü bu sayede sistemleri daha taşınabilir yapmak ve böylece BBA kullanan hastaların hareket özgürlüklerini artırmak mümkün olmaktadır.

BBA sistemleri daha taşınabilir hale gelip ucuzladıkça ALS gibi ağır hastalıklarla mücadele eden hastalara yardım etmek kolaylaşacaktır.

BBA araştırmalarının bir başka önemli noktası da kas uyarıcıları ve harekete geçiricilerinin intrakortikal elektrodlara bağlama deneyleridir. Böylece normalde kaslarına hükmedemeyen hasta bu yapay sistemler sayesinde de olsa bazı kaslarını hareket ettirebilir hale gelecektir. Televizyonu açmak için parmağınızla kumandaya basmak aynı iş için iyice konsantre olup bilgisayarınıza emir vermeye çalışmaktan çok daha doğal bir hareket şeklidir.

Araştırmaların fayda sağlayabileceği bir başka alan da güçlendirici teknolojilerdir. Eğer normal bir insan sadece düşünerek bilgisayarın bazı işlemlerini kontrol edebiliyorsa insan makina etkileşiminde yeni ve verimli ufuklar açılabilir ancak tabii şu anda normal insan beyinlerinin günlük yaşam içinde karmaşık cihazları kontrol etmeye nasıl uyum sağlayabileceklerine dair net bir bilgi mevcut değil.

Yaklaşık 30 sene önce, 1977’de Vidal tarafından gerçekleştirilen BBA denemeleri ve 1978’deki Thomas’ın bilimkurgu romanı "Firefox"tan bugüne bilgisayar ve beyin sinyalleri kaydetme ve görüntüleme teknolojileri bir hayli gelişmiştir. Son 30 yıla bakıp gelecek 30 yıl için bir öngörüde bulunmak gerekirse tam anlamı ile taşınabilir sistemlerin geliştirileceğini ve ağır felç geçirmiş hastaların nerede ise hastalık öncesi kadar hareket edebilir hale geleceklerini söyleyebiliriz. Bir yandan bunlar olurken diğer yandan güçlendirici yan ürünler de Firefox romanında tarif edilen güce yakın ölçüde insan bilgisayar etkileşimine yol açabilecektir.

Emre Sevinç

Ocak 2006, İstanbul

Boğaziçi Üniversitesi, Bilişsel Bilim Yüksek Lisans Programı, PSY

571 Psychobiology dersi için hazırlanan literatür taramasının kısaltılarak çevrilmiş ve kısmen güncellenmiş hali.

Kaynakça

1- Amyotrophic Lateral Sclerosis Fact Sheet, http://www.ninds.nih.gov/disorders/amyotrophiclateralsclerosis/detail

_amyotrophiclateralsclerosis.htm

2- Wolpaw R. J., Birbaumer N., McFarland, D.J., Pfurtscheller, G., Vaughan, T.M. (2002), "Brain-computer interfaces for communication and control", Clinical Neurophysiology, 113 (2002) sf. 767-791

3- Vidal, J.J. (1973), "Toward Direct Brain-Computer Communication", Annual Review of Biophysics and Bioengineering, L.J. Mullins, Ed., Annual Reviews, Inc., Palo Alto, Vol. 2, 1973, sf. 157-180.

4- Vidal, J.J. (1977), "Real-time detection of brain events in EEG", IEEE Proc 1977; Vol 65-5, sf. 633-664 [Special issue on Biological Signal Processing and Analysis].

5- Berger H. (1929), "Uber das electrenkephalogramm des menchen", Arch Psychiatr Nervenkr 1929, Vol 87 sf. 527-570.

6- Weiskopf, N., Mathiak, K., Bock S.W., Scharnowski F., Veit R., Grodd W., Goebel R., Birbaumer N. (2004) "Principles of a brain- computer interface (BCI) based on real-time functional magnetic resonance imaging (fMRI)", IEEE Trans Biomed Eng 51(6), sf. 966-970

7- Kennedy, P.R., Kirby, M.T., Moore, M.M., King, B. and Mallory A.

(2004) "Computer control using human intracortical local field potentials", IEEE Trans Neural Syst. Rehabil. Eng. 12(3), sf. 339-

344

8- Prof. Dr. Reşit Canbeyli ile kişisel iletişim (2006).

9- Middendorf, M., McMillan, G., Calhoun, G., Jones, K.S.

(2000), "Brain computer interfaces based on steady-state visual evoked response", IEEE Trans. Rehabil. Eng. (2000); Vol 8, sf. 211-

213

10- BCI-Info Portal for Brain-Computer Interfaces, http://www.bci- info.tugraz.at/Members/graimann/definitions/scp

11- Birbaumer, N., Kübler, A., Ghanayim N., Hinterberger, T., Perelmouter, J., Kaiser, J., Iversen, I., Kotchoubey, B., Neumann, N., Flor, H. (2000), "The thought translation device (TTD) for completely paralyzed patients", IEEE Trans. Rehabil. Eng. (2000), Vol. 8, pp. 190-192

12- BCI-Info Portal for Brain-Computer Interfaces, http://www.bci- info.tugraz.at/Members/graimann/definitions/P300

13- Donchin, E., Spencer, K.M., Wijesinghe, R. (2000), "The mental

prosthesis: assessing the speed of a P300-based brain computer interface", IEEE Trans. Rehabil. Eng. vol. 8, pp. 174-179

14- McFarland, D.J., Miner, L.A., Vaughan T.M., Wolpaw J.R.

(2000), "Mu and beta rhythm topographies during motor imagery and actual movement", Brain Topogr. vol 12-3, sf. 177-186

15- Wolpaw, J.R., and McFarland, D.J. (2004), "Control of a two- dimensional movement signal by a noninvasive brain-computer interface in humans", Proceedings of National Academy of Sciences, Vol. 101, No. 51, sf. 17849-17854

16- Kennedy, P.R. (1989), "The cone electrode: a long-term electrode that records from neurites grown onto its recording surface", J.

Neurosci. Methods (1989), 29(3), sf. 181-193.

17- Craig, T. (1978), "Firefox", Harpercollins, Reissue edition (July 1, 1990)

PANEL DUYURUSU : “1. Dünya Savaşında Antalya’da Kazanılan Büyük Zaferlerin Kahramanı Topçu Yüzbaşı MUSTAFA ERTUĞRUL


1. Dünya Savaşında Antalya’ da Kazanılan Büyük Zaferlerin Kahramanı Topçu Yüzbaşı MUSTAFA ERTUĞRULKonulu Panele Teşriflerinizden Büyük Mutluluk Duyacağız.

Mehmet Rıza ÜNLÜ

Kurucu / Yönetim Kurulu Başkanı

Tarih : 13 Aralık 2016

Saat : 09.00

Yer : AKM Perge Salonu ANTALYA

İrtibat Telefonu : Merve CİVAN +90 242 2385270 – 71

e-posta : aksan_07, tubikam

LCV (Lütfen 10 Aralık 2016 tarihine Kadar Cevap Verin)

ATATÜRK VE TÜRK MİLLİYETÇİLERİ DOSYASI : Atatürk’ün Çankaya Sofralarıyla İlgili Yalanlar ve Gerçekler


1

Atatürk’ün tarihi başarılarını, kurduğu modern Türkiye Cumhuriyetini yok edemeyen Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları yıllardır Atatürk’ün şahsına yönelik iftiralar atmışlardır. Bu iftiraların amacı Atatürk’ün şahsını Türk milletinin gözünde itibarsızlaştırarak onu tarihten ve milletin kalbinden silmeye çalışmaktır.

Tartışılmaz bir gerçek vardır ki Atatürk gibi hem milletinin hem de dünya tarihine damga vuran tarihi şahsiyetleri tarihten silemezsiniz. Hele ki şahsına ve özel hayatına yönelik hakaretlerle yok etmeye çalışmak imkansızdır. Çünkü Atatürk gibi milletinin kaderini değiştiren büyük devrimciler gelecek kuşaklara ideolojik bir miras bırakırlar. Kendileri fiziken bu dünyadan ayrılsa da arkalarında bıraktıkları ideolojik miras yaşamaya devam eder.

Bugün Atatürk düşmanlarının anlayamadığı nokta Atatürk’ün şahsına hakaret ederek onun ideolojisi yok etmelerinin mümkün olmadığıdır. Atatürk yaşarken sanki geleceği görmüş gibi kendisi hakkında şunları söylemiştir:

”İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben et ve kemik, geçici Mustafa Kemal. İkinci Mustafa Kemal, onu ‘ben’ kelimesiyle ifade edemem; o ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni bir fikir, yeni bir hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve mücadeleci bir topluluktur. Ben onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal O’dur.” (Belleten, Cilt: 46, Sayı: 181- 182 Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1982 s.143)

”Biz” olan Mustafa Kemal bugün tüm Atatürkçü vatanseverlerin kalbinde ve zihninde yaşamaya devam etmektedir. Cumhuriyet düşmanlarının savaştığı Mustafa Kemal et ve kemikten meydana gelen geçici Mustafa Kemaldir. Attıkları iftiraların hepsi de geçici Mustafa Kemal’e yöneliktir.

Mustafa Kemal’in şahsına yönelik en büyük hakaretlerden biri ”alkolik, ayyaş” sıfatlarının yakıştırılmasıdır. Kurduğu gazi meclis kürsüsünden bile kendisine ayyaş diyen insanlar olmuştur. Bir devlet kurucusunun özel hayatıyla ilgili bir konunun bu şekilde istismar edilmesi cahilliktir, ayıptır, terbiyesizliktir. Atatürk’ün özel hayatında ne yaşadığı, ne içtiği kimseyi ilgilendirmez. Sonuçta Atatürk’te hepimiz gibi bir insandı. Onun da hataları, zaafları vardı. Bizi insan yapan da hatalarımız ve zaaflarımız değil midir?

Bu yazıyı yazarken amacım Atatürk’ün alkol kullanmadığını savunmak değildir. Böyle bir şeyi söylemek komik olur. Atatürk bile alkol kullandığını milletinden gizlememiş, benim de bunu inkar etmeye niyetim yok. Ancak son yıllarda Atatürk ayyaştı propagandası Çankaya’da her gece içki alemi yapıldığı gibi bir algı yaratılmaya yönelik yapılmaya başlandı. Bu nedenle yazımda Atatürk’ün alkol kullanmasından çok Çankaya sofraları üzerinde duracağım.

Atatürk’ün alkolle ilk tanışması Harp okulundaki öğrencilik yıllarıdır. Arkadaşlarıyla zaman zaman eğlence mekanlarına giderek eğlenmiştir. Bu yıllarda yaşadıklarını, alkolle olan ilişkisini yıllar sonra Ruşen Eşref’e şöyle anlatmıştır:

”- Benim adım çok içki içer diye çıkmıştır. Bunu siz de duymuş olacaksınız. :filhakika ben, öteden beri içerim;içkiyi severim. Fakat istediğim zaman bunu keserim. Vazifem esnasında bir damlasını ağzıma komam. Vatan işlerime içki karıştırmam. O sadece benim keyfim içindir. Onun yüzünden vazifemi bir an geri bıraktığımı hatırlamıyorum. Daha gençken, manevralara çıkılmadan önce, muhabbete dalarak sabaha yakın zamanlara kadar içsek bile, ben bazen hiç uyumadan saatinde doğrudan doğruya vazifem başına giderdim. İçki ve vazife iki ayrı şeydir. Birbirine tesiri dokunacak yerde vazifeyi elbette keyfe tercih etmeli; içkiyi behemahal kesmeli.” (Ruşen Eşref Ünaydın – Atatürk’ü Özleyiş Cilt 2 Basım yılı : 1998 s.80)

1

Atatürk’ün hayatını incelediğimizde Ruşen Eşref’e anlattıklarının doğruluğu net şekilde görülmektedir. Harp okulundan kurmay Yüzbaşı olarak mezun olduğu günden beri kendisine verilen her görevi başarıyla yerine getirmiştir. Trablusgarp’ta gönüllü olarak savaşması ardından Balkan savaşları ve Sofya ataşeliğinden sonra Çanakkale savaşındaki büyük kahramanlığı onu tarih sahnesine çıkarmıştır. Tüm bu savaşlar sırasında vazifesine bağlılığı ve ciddiyeti onun başarısındaki sırdır.

Doktor Neşet Ömer İrdelp’te Atatürk’ün memleket meseleleri hakkında çalışırken ağzına tek damla içki koymadığını şu cümlelerle anlatmıştır:

”Önemli iş zamanlarında içkiyi bırakırdı. büyük nutku’nu yazdığı zaman altı ay rakıyı terk etmişti” (Yavuz Ercan – Osmanlı ve Cumhuriyet Tarihi Yazıları Turhan Kitabevi, 2007 s. 267)

Nutuk’un yazıldığı 6 ay boyunca alkol kullanmaya ara veren Atatürk, kurtuluş savaşı yıllarında da alkolden uzak durmuştur. Silah arkadaşı, dostu ve kurtuluş savaşının önemli komutanlarından olan Ali Fuat Cebesoy’un açıklamaları da Atatürk’ün alkolik denilebilecek düzeyde alkol bağımlısı olmadığını göstermektedir.

“Gazi ciddi kararlar arifesinde daima içkiden ve fazla yemekten kaçınırdı” (Yavuz Ercan – Bizim Atatürk. Belgi Dergisi, Sayı : 2 Yıl : 2011 s.123)

Bu anılar ve açıklamalar olmasa bile Atatürk’ün hayatındaki başarılarına baktığımız zaman böyle bir insana alkolik demek mümkün müdür? Alkolik bir insanın kendi iradesiyle içkiye aylarca hatta yıllarca bir anda ara vermesi mümkün değildir. Mümkün olsa AMATEM gibi alkol ve madde bağımlılığıyla ilgili hastaneler olmazdı.

Alkolizm konusundaki ikinci önemli husus her alkol kullanan kişinin alkolik olmadığıdır. Bir kişiye alkolik demek için o kişinin bazı alkolizm özelliklerini taşıması gerekir. Bu özelliklerden bazıları şunlardır :

· Alkol kullanmadığında yoksunluk hissetmek ve sürekli alkol almayı düşünmek

· Başarısız kısa süreli alkol bırakma girişimlerinde bulunmak ve içki içmediği dönemlerde psikolojik travmalar yaşamak

· Alkol kullanımı yüzünden günlük hayatın ve mesleki yaşamın olumsuz etkilenmesi. Kişinin mesleğinde başarısızlıklar yaşaması

· Günün büyük bir bölümünü alkol kullanımına ayırmak ve alkol kullanmadığı zamanlarda da alkol alacağı zamanı düşünmek

· Kişinin içeceği alkol miktarına kendi iradesiyle karar verememesi

Atatürk’te bu özelliklerin hiçbiri bulunmamaktadır. Alkol yüzünde ne vatan işlerini aksatmış, ne de alkol kullanmadığı dönemlerde psikolojik travmalar yaşamıştır. Uşağı Cemal Granda Atatürk’ün alkol kullanmasıyla ilgili şu yorumu yapmıştır:

”Atatürk’ün bir kere bile içki yüzünden kendinden geçtiğini, taşkınlıklar yaptığını görmedim, duymadım. Aksini iddia edenler varsa, bunların yaptıkları düpedüz dedikodudan başka bir şey değildir. Ölümünden sonra çekememezlik ve kıskançlıklarından Atatürk’ün sofrasını sarhoşluk, ayyaşlık ve zevke düşkünlükle kötülemek isteyenler oldu ama, bu çabalar ne kadar boşunadır. Onun yaşantısı bütün kusurlarıyla meydandaydı. Gizlenecek bir yönü yoktu ki… Halkın sofrası idi.”(Cemal Granda – Atatürk’ün uşağının gizli defteri , Fer yayınları 1971 s.26)

1

Cemal Granda’nın da söylediği gibi Atatürk’ün sofrası halkın sofrasıdır. Bu sofrada Anadolu köylüsü bile ağırlanmıştır.

Atatürk’ün yakın dostu ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği görevini yapan Hasan Rıza Soyak’ta Atatürk’ün sadece akşam yemeklerinde alkol kullandığını, gündüzleri içki içmediğini şu cümlelerle anlatmaktadır :

“Atatürk siyasi büyük ve önemli meselelerin cereyan ettiği veya konuşulacağı zamanlarda hiç içmezdi…Gündüz içmenin aleyhindeydi. Yanında bulunduğum uzun yıllar zarfında yalnız iki kez, gündüz birkaç kadeh içtiğini gördüm. Sofrada saatlerce kalırdı ama miktar itibariyle çok içen bir adam sayılmazdı”(Hasan Rıza Soyak – Atatürk’ten Hatıralar Cilt :1 Yapı Kredi Yayınları 1973 s.18)

Atatürk’ün yakın dostu ve dava arkadaşları olan insanların anlattıklarına bakıldığında Atatürk, sadece akşam yemeklerinde kendisinin ifadesiyle keyif için içen ama devlet işleri söz konusu olduğunda aylarca hatta yıllarca alkol kullanmaya ara verebilen bir kişidir. Böyle bir kişiye tıbben alkolik tanısı koymak mümkün değildir.

Gençlik yıllarından beri alkolü keyif için kullanan Atatürk, hayatının son yıllarında alkol miktarını geçmişe göre arttırmış ve bu yüzden sağlığı bozulmaya başlamıştır. Ancak bu bozulmanın nedeni sadece alkol değildir. Uyku düzensizliği, günde 10-15 fincan kahve içmesi ve 40- 50 sigara tüketmesi de sağlığının bozulmasında etkili olmuştur. Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ün yaşamının son yıllarında neden alkol kullandığını şöyle anlatmıştır:

”Karar vermiştim; bir fırsat bulup kendisi ile bu hususta konuşacaktım.Bir sabah baş ağrısından şikâyet etti, aradığım fırsat belirmişti; bundan hemen faydalandım. îlkin dilimin döndüğü kadar içki aleyhinde bulundum; zararlarım saydım. ”Bu baş ağrıları da ondandır,” dedim. Sonra da yakından bildiğim hoş görürlüğüne sığınarak, her akşam içmekten vaz geçmesini, eğer bunu yaparsa bir müddet sonra kendisinin de pek memnun kalacağını, çok itinalı bir dille, arzetmek cesaretinde bulundum.

Sükûnetle dinledi; ben susunca O, konuşmağa başladı:

”Haklısın, bunları ben de bilmez değilim çocuk;” dedi. ”Fakat ne yapayım ki içmeğe mecburum; kafam çok ama beni mustarip edecek kadar çok ve hızlı çalışıyor; vakit vakit onu uyuşturup biraz dinlenmek ihtiyacını duyuyorum. Harbiye ve Erkânıharbiye (Harb Akademisi) mekteplerinde iken sabahlan beni ekseriya koğuş arkadaşlarım uyandırırdı… Çünkü akşam zihnim herhangi bir meseleye takılırdı; onu düşüne düşüne kafam şişer, uykum kaçardı. Bütün gece, yatağın içinde, dönüp dururdum; ancak sabaha karşı, yorgun, bitkin bir halde uyuyakalırdım ve tabiî kalk borusunu duyamazdım…

Şimdi de öyle… İçmediğim zamanlar uyuyamıyorum; ıstırap içinde bunalıyorum. Aynı zamanda içki barsaklanmı da tanzim ediyor. Bu durumda, takdir edersin ki yapabileceğim şey ancak miktarını, mümkün mertebe, azaltmak olabilir; ona çalışalım…»

Gerçekten içmediği günler, hem uyumak, hem de bağırsaklarını harekete geçirmek için devamlı olarak ilâç almak zorunda kalırdı.”(Hasan Rıza Soyak – Atatürk’ten Hatıralar Cilt :1 Yapı Kredi Yayınları 1973 s.19)

Atatürk’ün alkolle münasabetinin ayrıntıları dönemin tanıklarının anlatımıyla bu şekilde… Peki ya Çankaya sofraları sadece içki aleminin yapıldığı cümbüş sofraları mıydı?

Atatürk’ün alkol kullanmasını istismar eden tarih yalancıları yıllardır Çankaya sofralarını bir cümbüş sofrası olarak anlatmaktadır. Bu anlatımların gerçeklerle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Atatürk’ün Çankaya sofraları bir cümbüş sofrası değil devlet meselelerinin görüşüldüğü devlet sofrasıdır. Bu sofrada devlet meseleleri dışında sanat, felsefe, din konuları tartışılmış, hatta Reşit Galip bu sofrada Atatürk’ün fikrine muhalif olarak tepkisini göstermiştir. Reşit Galip bu cesaretinden sonra Milli Eğitim Bakanlığı görevine getirilmiştir

Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Çankaya sofraları hakkında şu yorumu yapmıştır:

”Bu bir içki ve cümbüş sofrası değildi. Dostları ile hatta düşmanları ile sohbet ve tartışma meclisi idi. Atatürk hayallerini, tasarılarını, ıstıraplarını, hatıralarını, ta genç subaylığından son zamanlarına kadar sofrasında anlatmıştır. ” (Falih Rıfkı Atay – Çankaya Cilt: 2 Dünya Yayınları, 1961 s. 495)

Atatürk’ün uşağı Cemal Granda’da Çankaya sofralarının bir içki ya da cümbüş sofrası olmadığını, her akşam sofrada ciddi meselelerin görüşüldüğünü şu cümleleriyle net bir şekilde ortaya koymuştur:

İşten ve yurt gezilerinden artan bütün ömrü sofrada geçmiştir denilebilir. Fakat burası hiç bir zaman bir içki ve cümbüş bayağılığına inmemiş, bir sohbet ve tartışma meclisi olarak kalmıştır. Eğlencenin sıra en çetin devlet islerinin karara bağlandığı bir meclis… Politikanın, aktüalitenin de ziyafet sofrası! (Cemal Granda – Atatürk’ün uşağının gizli defteri , Fer yayınları 1971 s.25)

Atatürk’ü sabahlara kadar içki içen bir alkolik gibi anlatanlara belki de en güzel cevabı Cemal Granda’nın sözleridir. Atatürk’ün sofrası halkın sofrası ve devletin meclisiydi.

Atatürk’ün alkolle münasebetinin alkolik teşhisiyle uzaktan yakından alakası olmadığı gerek başardıkları, gerekse dönemin anılarıyla ortada… Çankaya sofrasının bir cümbüş sofrası olmadığı da ortada… Yine de farz edelim ki Atatürk alkolik olsaydı ne değişirdi? Değerinden bir şey kaybeder miydi? Atatürk alkolik olsaydı Çanakkale’deki başarıları yok mu sayılacaktı? Yoksa Cumhuriyeti kurduğu gerçeği mi değişecekti? Tarihi şahsiyetlerin özel hayatıyla ilgili bilinçsizce konuşmak hatta hakaret etmek cahillik ve basitliktir. Hele ki Mustafa Kemal Atatürk gibi milletinin bağımsızlık savaşına önderlik etmiş bir devlet kurucusuna ayyaş demek hadsizliktir. Üstelik alkolizm nedir bilmeden… Turgut Özakman’ın dediği gibi ”Nadiren dahi yetiştirdiğimiz için bir dahi hakkında nasıl konuşulur bilmiyoruz. Ne diyeyim bu da bizim toplulumuzun tedavi edilemeyen hastalığı…

TIBBIYELİ HİKMET

TUNUS DOSYASI : Yasemin Devrimi Sonrası Tunus


Bu makaleyi Sesli Makale projemiz kapsamında dinleyebilirsiniz.

http://www.tuicakademi.org/wp-content/uploads/2016/09/tunus-yasemin-devrimi.m4a

7 Aralık 2010’da polisin, seyyar satıcı olan Muhammed Buazizi’nin tezgahına el koyması sonucu Buazizi’nin kendini yakarak intihar etmesi, Tunus’ta olayların palazlanmasına yol açmış ve 23 yıldır devlet başkanlığı yapan Zeynel Abidin Bin Ali ülkeyi terk etmiştir.

Aslında Muhammed Buazizi’nin trajik hikayesi birçok Tunuslunun durumu hakkında bilgi veriyordu. Halkın büyük kısmının yoksulluk, zorlu hayat koşulları ve gelir adaletsizliğinden muzdarip olması Tunusluların Yasemin Devrimi adını verdiği sürecin ilk tetikçisiydi. 2010 yılında %14’e varan işsizlik oranı diplomalı kesimde %22’ye kadar yükselmiştir.1 Tarım sektörü gerilemiş, gıda ürünlerinin fiyatları artmış, tüm bunlar yoksul kesimin daha da yoksullaşmasına sebep olmuştur. 2 Ayrıca, Bin Ali ailesinin ülkedeki birçok ekonomik sektörü tekelinde bulundurması ve servetlerinin önemli boyutlara ulaşması halkın öfkesini artırmıştır. Bu nedenle Buazizi’nin intiharı sonrası özellikle yoksul kesimlerde protestolar artmış ve sadece bir ay içinde iktidar kontrolü kaybedip, devrilmiştir.

Bin Ali iktidarını güçlendirmek için ekonomiyi kullanmanın yanı sıra, muhalif medyayı tamamen bastırmış ve birçok siyasi yasak getirmişti. Bu dönemde, daha sonra iktidara gelecek Nahda hareketi de yasaklanan hareketler içerisinde yer almaktaydı ve iktidar tarafından terör örgütü ilan edilmişti.3 Bin Ali, 1988’de kendisinin anayasaya dahil ettiği üç kereden fazla devlet başkanı olamama kuralını başkanlığını devam ettirmek için 2002’de referanduma giderek anayasadan kaldırtmıştır. 4 Bu sebeplerden dolayı protestolar dinmemiş, Bin Ali 14 Ocak 2011’de ülkeyi terk etmiştir. Daha sonra Muhammed Gannuşi tarafından kurulan kabineler Bin Ali iktidarı dönemindeki politikacıları barındırdığı için halkın tepkisini çekmiş ve dağılmışlardır. Bu dönemde olan en kritik gelişme ise Nahda hareketinin siyaset yasağının kaldırılmasıdır. Ekim’de gerçekleştirilen seçimlere yeni açılan bir çok siyasi parti katılmış, Nahda Partisi ise meclisteki çoğunluğu sağlamıştır. Bin Ali döneminde bastırılan, kendilerini İslami parti olarak tanımlayan Nahda Partisi böylelikle kendine siyaset yapabileceği bir alan bulabilmiştir.

Tunus’un demokratik geçmişinin zayıf olmasına rağmen, bu gelişmeler sayesinde ülke önemli bir demokratik dönüşüm geçirmiştir. Fransa’dan bağımsızlığını 1956’da kazanan Tunus, 1987’ye kadar Habib Burgiba tarafından tek partili, otoriter bir sistem ile yönetilmiştir. Burgiba’nın sağlık sorunlarını neden göstererek kansız bir darbeyle yönetimi ele alan Bin Ali ise 24 yıl devlet başkanlığı yapmıştır. Devrim sonrası yüze yakın siyasi partinin kurulması ve sivil toplum örgütlerinin yaygınlaşması Tunus’un demokratik geçmişi düşünüldüğünde çok önemli gelişmelerdir. Ayrıca iktidara gelen partiler karşıt ideolojideki politikacıları bastırmamış, İslami Nahda partisi ve laik sol eğilimli Nida Tunus Partisi aynı koalisyon içerisinde yer alabilmişlerdir.

Ennahda’nın iktidara gelmesiyle toplumda laiklik-İslamcılık tartışmaları artmış, Tunus şeriatçı sloganların atıldığı ve on binlerin katıldığı gösterilere sahne olmuştur. İslamcılar tarafından gerçekleştirildiği söylenen, özellikle sol eğilimli politikacıların suikast ile öldürülmesi siyasi krizi daha da derinleştirmiştir.

Şubat 2013’te sol eğilimli muhalif lider Şükrü Belayid’in suikast sonucu öldürülmesinden sonra binlerce Tunuslu sokağa dökülüp hükümeti protesto etmiş, söz konusu kitlesel tepkiden dolayı Hamadi Cebali başkanlığındaki hükümet istifa etmiştir. Altı ay sonra ise muhalefetteki Halk Hareketi Partisi Lideri Muhammed İbrahimi öldürülmüş, Tunus yeniden protestolarla çalkalanınca yönetimde olan Urayyid hükümeti de dağılmıştır. Tüm bu suikastların özellikle muhalif politikacılara karşı olması laik kesimin tepkisine ve protestolarına sebep olmuş, birçok kişi Nahda Partisi’ni suçlamıştır. 2014 seçimleri laik Nida Tunus Partisi’nin meclisteki çoğunluğu kazanmasıyla sonuçlanmıştır.

Fakat 8 Ekim 2015’te laik Nida Tunus Partisi milletvekili Rıza Şerefüddin’e suikast düzenlenmesi ülkedeki toplumsal kutuplaşmanın sebep olduğu şiddet ortamının devam ettiğini göstermektedir.

Tunus’ta önemli bir siyasi istikrarsızlık söz konusudur. Son 5 yılda birçok farklı devlet başkanı ve başbakan yönetimde görev almıştır. Suikastlar ise zaten çok önemli bir dönüşüm geçiren Tunus’taki atmosferi daha da kritik hale getirmiş, siyasi istikrarsızlığın devamını getirmiştir.

Tunus’ta devrime sebep olan ekonomik faktörler ironik bir şekilde devrim sonrası da devam etmektedir. Genç diplomalılarda işsizlik oranı %31’lere kadar çıkmıştır. Bazı uzmanlar, gözlenen yüksek işsizlik oranının gençler arasında cihatçı hareketlere katılmayı teşvik ediyor yorumunu yapmıştır.5 Devrim öncesi Tunus ekonomisi turizm getirisinden önemli ölçüde yararlanıyordu. 2010 yılında 7 milyon turist ağırlayan Tunus’un devrim sonrası turist sayısı oldukça azalmıştır. Ülkeye gelen yabancı yatırımlar hiçbir zaman devrim öncesi seviyeyi yakalayamamıştır.6 Bu süreçte Tunus ekonomisi ülkedeki siyasi dönüşümün kurbanı olmuştur.

Özetle, Tunus’un içinde bulunduğu yoğun siyasi ve toplumsal dönüşümün, şiddet ve kutuplaşma ortamıyla gerilemiş bir ekonomiye mal olduğu söylenebilir. Fakat Nahda’nın ılımlı duruşu Tunus’u Arap Baharını tecrübe eden Mısır, Libya gibi ülkelere göre daha başarılı kılmıştır. Nahda Partisi İslami bir duruşa sahip olmasıyla birlikte, parti lideri Raşid Gannuşi’nin geçtiğimiz Mayıs ayında Le Monde gazetesine verdiği demeçte partinin Müslüman ve İslami referansları olan bir parti olduğunu, bunun yanında Tunus’ta siyasi İslama yer olmadığını söylemiş ve demokrasinin önemini vurgulamıştır. Nahda’nın bu tavırları radikal destekçilerini ılımlaştırabilir, bu da devrimin kısa vadede olmasa da uzun vadede olumlu bir sürece dönüşmesini sağlayabilir. Zira Tunus’ta devrilen otoriter yönetimin demokrasi ile doldurulması ülkede sağlanabilecek toplumsal ve siyasi uzlaşma ortamına bağlıdır.

Merve BİRDAL

1. Tunisie: une maladie nommée chômage http://www.fhimt.com/2011/08/04/tunisie-une-maladie-nommee-chomage-infographie/

2. Tunus ekonomisinin genel özellikleri http://www.orsam.org.tr/files/OA/37/4harun.pdf

3. Yasemin Devrimi’nden “Arap Baharı”na Tunus http://www.yasader.org/web/yasama_dergisi/2012/sayi22/22-61.pdf

4. Un référendum pour quoi faire? http://aan.mmsh.univ-aix.fr/Pdf/AAN-2002-40_06.pdf

5. Face au chômage, Habib Essid veut aller au-delà des “solutions classiques” http://www.huffpostmaghreb.com/2016/03/29/chomage-essid-solutions_n_9565370.html

6. Tunisie: la situation économique identique avant et après la révolution http://www.rfi.fr/afrique/20160123-tunisie-economie-contestation-sociale-kasserine

Yasemin Devrimi Sonrası Tunus yazısı ilk önce TUİÇ Akademi üzerinde ortaya çıktı.

EĞİTİM & ÜNİVERSİTELER DOSYASI /// YALÇIN KOÇAK : KAPATILAN ÜNİV ERSİTELER


Üniversite kapatmak, kitap yakmak kadar, fikir suçlusunu hapsetmek kadar kötü sonuçları olan bir fiildir.

Bizce, acizliğin aculluğun ifadesidir.

Yıl 1974: Türkiye ilk vakıf/özel üniversite kapatma deneyimini yaşadı, sıkıntısı hala devam ediyor, Heybeliada Ruhban Okulu da kısmen bu meseleden kaynaklanıyor.

Türkiye o zaman da, bu üniversiteleri kapatmamış, hami üniversitelere devir etmişti, konuyu iyi bilmesi gerekenlerden birisi de Cumhurbaşkanımızdır. Onunda okulu Marmara Üniversitesine devir edilmişti.Biz bu hale nasıl geldik; Doğramacı hocayı arar olduk, yerine gelen seleflerden ben Amerikancıydım, beni niye içeri aldılar anlamadım diyen Kemal Gürbüz “Türkçeden Akademik Lisan olmaz”da dediği gibi, bunu YÖK yönetmeliklerinin maddelerine de koyarak sabotajına devam etmiştir. Bunlara aptal diyemezsin sıfatları Profesör, Hain diyemezsin Makamları T.C, maaşlarını bizden alıyorlar.

YÖK’çülerin Yaptıkları Vakıf Üniversiteleri yasasına bir bakın.

Vakıf gibi bir kurumsal yapı kurulacak, Kurucu Vakıf 50 milyon TL, O garabet yapıya hibe edecek ve en fazla iki kişiyle (o vakıf gibi garabetin) yönetimine girecek. Okumuş Batı sıfatlı allamelerimiz Proflar da bir elleri yağda, bir elleri balda çiftlik yönetir gibi Vakıf benzeri, türedi garabeti yönetecekler. Ye Memet ye…

Devlet kendi üniversitesine öğrenci başı 3000 TL bütçe ayırırken, bu garabet kuruluşların 30 bin TL absürt ortalama fiyatlarıyla dünyanın en pahalı yüksek öğretiminin fonlatılması hangi aklın ürünüdür, hangi kitabın insaf cüzüne sığar. Emekli hocalar kendilerine iş buluyor, çocukları da diploma almış aileler,kendilerini tatmin etmiş oluyor, yarınlar ise hüsran. Genç akademisyenlerin hakları bu yasa da unutulmuş, çünkü kendi emeklilikleri için düşünülmüş bu garabet vakıf gibiymiş gibi, aslında vakıf adını da istismar eden verme değil, alma kuruluşları.

Üniversite tabelalı, Üniversal olmayan kurumları.
Profesör olmadıkları halde bu sıfatın ticaretini yapan öğretim görevlileri.
Üniversite kapatılıyor ve ülkemde kimsenin sesi çıkmıyor. Niye?
Kapatanların haklı tarafları var.

Kim verdi bu izinleri, hangi YÖK Başkanı, hangi Eğitim Bakanı bu kurumlarda ki uzantılar sorgulanmalı?

Üniversite kapatmak, sevimsiz bir fiil biz kapatan değil, yaşatan olalım, el koyalım, rehabilite edelim, yönetimini ve yöneticilerini lime lime edelim, devletin hızı yavaştır, sabrı çoktur, yapamayacağı yoktur.

Dilsiz şeytanlar, susuyorsa biz doğruyu yaparak ön alalım. Kravatlı eşkıya şehre inmiş halkımızın istikbale yatırım olarak gördüğü evladına (aslında ülkenin geleceğine) yaptığı, yapacağı yatırıma kene gibi yapışmış servisten emiyor, kafeteryadan götürüyor, defter-kitaptan, geziden, tosttan, çaydan, kıldan, tüyden asalak tufeyli bir taife ortaya çıkmış sömürüyor.

TÜBİTAK’ı soydular, MEB milyon dolarlık kitaplar bastılar sattılar, girdikleri her kurumu tahrip ettiler.

Belli kurumlar dışında boşalan kadrolara adam almayalım. Devlet organizasyonunu sil baştan yapılandıralım. Hukuk reformunu, İstinabe mahkemelerini yıllarca konuştuk, daha az hâkim, daha az masraf ve daha kesin sonuç, daha doğru olacaktır.

Özal rahmetli Teritoryal Güç dediğinde anlamadan ahkâm kesenler, daha Amfibik bir ordumuz olmalı gerçeğini daha yeni fark etti. Cüpbe ve Rütbelere yeni düzenleme getirelim Orgenerallik Rütbesini toprak alana, Korgeneral rütbesini bölgesinde terörü bitirip, asayişi sağlayana, Valilerin ve yerel meclislerin önerisiyle Cumhurbaşkanı versin.

Denizci ve Havacı niye Genel Kurmay Başkanı olmuyor dediğimizde yıl 1988 idi.

Niye Hulusi Behçet’ten beri dünya literatürüne Türk adıyla bir icadımız yok diye sorgulamadık. Profesör Aziz Sancar bizi mahcubiyetten kurtardı. Niye Türk her dalda dışarıda başarılı da, burada değil? Üniversitelerde ki makam ve sıfatları dünya ölçeğinde rehabilite edelim, Profluk hacca müşteri bulmak için kullanılan bir makam olmasın.

Çare için; 1930 yılında Atatürk niye ülkenin tek Üniversitesi olan İstanbul Üniversitesini kapattı sorusuyla başlayalım.
Cevabı; Yetersiz ve liyakatsizlerin Akademik kıskançlığı, bu gün de ziyadesiyle var.
Liyakatsiz hocaların, korkaklığı ve emir kipi ile cümle kuramama erk’sizlikleri ortada, İbn-i Haldun’un bunlara danışın ama idareye getirmeyin sözü de orada, Mukaddime de.?

KIBRIS DOSYASI : KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Ankara Ziyareti Üzerine


KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Ankara Ziyareti Üzerine

KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, 15 Temmuz’daki darbe girişiminden yaklaşık 1 ay sonra, yanında üst düzey bürokratlarla Türkiye’ye bir çalışma ziyaretinde bulundu. Akıncı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öncesinde; Başbakan Binali Yıldırım, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar ile de bir araya geldi ve darbe girişiminde saldırıya uğrayan TBMM ve Özel Harekat Daire Başkanlığı’nda incelemelerde bulundu. Ancak Akıncı’nın da açıkça ifade ettiği üzere[i] ziyaretin asli nedeni, kritik bir dönemece giren Kıbrıs müzakereleri ile ilgili istişare yapmak idi. Ziyaretin ikincil amacı ise, 15 Temmuz’da yaşananlar nedeniyle Türkiye’ye KKTC yönetimi ve halkının taziyelerini iletmekti.

Türkiye’deki 15 Temmuz darbe denemesi, ne yazık ki Kıbrıs müzakerelerinin kritik bir evresine denk geldi. Akıncı’nın, “kendi neslinin son çözüm denemesi” ve “eşit federal Kıbrıs için son fırsat” [ii] olarak nitelendirdiği müzakereler çerçevesinde, Kıbrıslı Rum ve Türkler arasında, 23 Ağustos’tan 14 Eylül 2016’ya kadar toplam 7 kritik toplantı yapılması planlanmakta. Önümüzdeki bir kaç ay içerisinde gerçekleşecek olan bu toplantılarda, somut bir çözüme varılması tüm taraflar için oldukça önemli. Aksi taktirde müzakerelerin 2017 yılına sarkması durumunda, Kuzey ve Güneydeki atmosferin daha olumsuz hale gelmesi kuvvetle muhtemel. Bunun en önemli nedeni, Güney Kıbrıs’ta 2018 yılında gerçekleştirilecek olan başkanlık seçimlerine yönelik propaganda çalışmalarının, -daha önceki seçimlerden tecrübe edildiği üzere, bir yıl öncesinden başlayacağı ve bu süreçte siyasetin doğası gereği milliyetçi söylem ve eylemlere şu andakinden daha fazla başvurulacağıdır. Bir başka ifadeyle, seçim sürecine girmiş bir Güney Kıbrıs’ta, Cumhurbaşkanı Anastasiades de dahil Rum adayların, taviz olarak değerlendirilebilecek kararlar vermekte çok daha zorlanacakları açıktır. Üstelik 2008 yılında KKTC genel seçimleri de yapılacak ve benzer bir ortam oluşacaktır. Tüm bunlara ilaveten 2017’de Kıbrıs müzakerelerine önemli katkı sağlamakta olan ve görevde ikinci beş yılını doldurmak üzere olan BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon ve seçim sürecindeki ABD’nin Devlet Başkanı Barack Obama da koltuklarını başkasına devredeceklerdir. Ayrıca önümüzdeki yıl Güney Kıbrıs’ın, Kuzey ile anlaşmadan, Doğu Akdeniz’de hidro-karbon ve petrol araması için sondaj çalışmalarına başlayacak olmasının getireceği gerginliği ve belirsizlikleri de hesaba katmak gerekir.

Kıbrıs müzakerelerinde, üzerinde uzlaşılması ve çözülmesi en zor iki konuya gelinmiş durumda. Bunlardan bir tanesi mülkiyet, ikincisi ise güvenlik ve dolayısıyla garantiler. Nitekim kısa bir süre önce, Türkiye’nin Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş de, mülkiyet ve güvenlik konularının zor konular olduğu ve şimdi bunların görüşüleceği ilan etmiş idi. Dolayısıyla Akıncı’nın Erdoğan ile bu konular üzerine şahsen görüşmeye gelmesi doğaldır. Akıncı büyük ihtimalle, vahim darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin her hangi bir politika değişikliğine gidip gitmeyeceğini de bizzat görmek istemiş olabilir. Bununla birlikte kanımca, 15 Temmuz’da yaşanan felaketler nedeniyle Türkiye’de güçlenen milliyetçi rüzgara ilaveten, aynı sebepten hem ABD hem AB ile gerilen ilişkiler düşünülürse, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda taviz vermeye eskisinden daha istekli olmasını beklememek gerekir.

Konuya yabancı olanlar için, müzakerelerdeki söz konusu iki kritik konuyu çok kabaca tanıtmak gerekirse, mülkiyet meselesi; Türkiye’nin 1974’teki harekatından önce Rumların olan fakat sonrasında Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye’den gelen göçmenlerin yerleştirildiği taşınmazların; aynı şekilde eski Türk taşınmazlarına yerleştirilen Rumların durumunun ne olacağı ile ilgilidir. Güvenlik/garantiler meselesi ise, adanın güvenliğinin nasıl sağlanacağı, adada kalacak asker sayısı ve Türkiye’nin, bir garantör devlet olarak, Kıbrıslı Türklerin tekrar saldırıya uğraması halinde adaya müdahale edip edemeyeceği ile ilgilidir.

Gerçekte, 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran uluslararası antlaşmalara göre, garantör devletler Türkiye’nin yanında Yunanistan ve Birleşik Krallıktır. Dolayısıyla önümüzdeki aylarda, bu hak ve söz sahibi garantörlerin de katılacağı uluslararası bir toplantının yapılması beklenebilir. Ancak doğal olarak Rumlar için garantör terimi Türkiye ile eşdeğerdir ve 1974’te Türkiye’nin müdahalesine hukuki dayanak olduğu için nefret ile karşılanmaktadır. Güney Kıbrıs ve Yunanistan, Türkiye’nin garantör hak ve sorumluluklarını gerekçe göstererek, ileride adaya tekrar müdahale etme olasılığını tamamen ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Yunanistan Cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopulos, bir kaç ay önce BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a, Kıbrıs’ta garantör güç hayal edilemeyeceğini açıkça söylemiştir.[iii] Güney Kıbrıs Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiades de defalarca, Avrupa Birliği üyesi bir devletin, garantiler sistemine tabi olmasının kabul edilemez olduğunu ilan etmiştir.[iv] Güney’in en önemli siyasi partilerinden DİSİ’nin Genel Başkanı Averof Neofitu de, ne partisinin ne de kendisinin garantiler içeren bir anlaşmayı desteklemeyeceğini ifade etmiştir.[v] Üstelik Rum Hükümet Sözcüsü Nikos Hristodulis, “Türkiye’nin adanın tamamında değil sadece kuzeyinde garantör olması”, dolayısıyla bir müdahale durumunda, Türkiye’nin Kuzeydeki Türklere yardım elini uzatabilecekken, hiç bir zaman Güney’deki Rum topraklarını tehdit edememesi seçeneğini de reddettiklerini açıklamıştır. [vi] Muhalefette de durum farklı değildir. Anlaşılacağı üzere, garantilerin ve garantörlüğün her türlüsü Yunanistan ve Güney Kıbrıs tarafından reddedilmektedir. Nitekim Rum basını da ziyaretin en çok güvenlik/garantiler yönünü dikkate almıştır. [vii] Ancak Türk hükümetinin ve ayrıca Akıncı’nın da, garantilerin olmadığı hiç bir antlaşmayı kabul etmeyecekleri ve geçmişten alınan dersler neticesinde Kıbrıs Türklerini korumasız bırakamayacakları yönündeki açıklamalarını da hatırda tutmak gerekir. Zaten bu yüzden, güvenlik/garantiler meselesi, Akıncı’nın bizzat Türkiye’ye gelerek teati etmesini gerektirecek, çözümü en zor konulardan biri olarak görülmektedir.

Güvenlik ve garanti meselesi doğal olarak adadaki Türk ordusunun durumu ile doğrudan ilişkilendirilmektedir. Rum tarafı, adadaki Türk ordusunun, 1960’da olduğu gibi en fazla bir alay seviyesinde kalmasını ve geri kalan Kolordu seviyesindeki, yaklaşık 40 bin personelli Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’nin (KTBK) adadan kesinlikle çekilmesini talep etmektedir. Türk tarafı ise, Kıbrıslı Türklerin kesin güvenlik içerisinde olacağı bir çözüme varılamadıkça askerlerini çekmeyecektir. Buna ilaveten Türkiye’nin, askerlerini çekmemek için kendi güvenliği ile ilgili jeostratejik-jeopolitik bazı gerekçeleri de olduğu bilinmektedir. Ancak 2004 yılında Annan Planı çerçevesinde, Türkiye’nin askerlerini BM’nin rıza gösterdiği seviyeye çekmeyi kabul ettiğini, fakat Plan’ın Rumlar tarafından reddedildiğini de hatırlamak gerekir. Bununla birlikte, garantör bir ülke olarak Türkiye’nin adadaki kuvvetlerinin Kıbrıslı Türklere güven verdiği kadar, Kıbrıslı Rumları da tedirgin/tehdit etmeyecek bir yapıya kavuşturulması, yine ilk fırsatta bozulmaya çalışılmayacak kalıcı bir çözüm sağlanabilmesi açısından oldukça önemlidir.

15 Temmuz darbe girişimi, yukarıda bahsi geçen güvenlik ve garantiler konusunda Kıbrıslı Rumlara beklemedikleri bir fırsat sağladı. Darbe girişiminin hemen ardından Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) teyakkuza geçerken, Yunanistan ve Rum Kesimi’nde, siyasilerin ve Türkiye uzmanı Rum/Yunan akademisyen ve stratejistlerin de katıldığı, üst düzey toplantılar yapıldı. Söz konusu toplantılarda, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının değişip değişemeyeceğine, Türk ordusunun saldırı ihtimaline karşı neler yapılması gerektiğine, bu girişimin Rumlar için ne gibi tehdit ve fırsatlar yaratabileceğine ve bundan sonra Rum kesiminin nasıl bir politika izlemesinin akılcı olacağına odaklanıldı.[viii] Toplantıların ardından Rum/Yunan tarafı, Türk ordusunun teröristler (kastı FETÖ) tarafından ele geçirilmiş olduğunu, kendi milletine bile rahatlıkla ateş açabilen ve bomba atabilen ordunun, Rumlara neler yapabileceğinin düşünülmesi gerektiğini, bu haliyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin artık Kıbrıs’ın güvenliğinden sorumlu bir garantör olamayacağı yönünde bir söylem kullanmaya başladı. Darbe girişimiyle ilgili olarak tutuklanan en yüksek rütbeli iki generalden birinin eski KTBK Komutanı olması; (davaları tamamlanıp suçlu oldukları mahkeme kararıyla tescil edilmeyenlerin ismini yazmamayı tercih ediyorum, nitekim sonradan ifadelerinde söyledikleri gibi masum oldukları ve kalkışmaya katılmadıkları ortaya çıkabilir), darbe esnasındaki KTBK Komutanının, darbeci komutanlardan birinin listesinde, darbe sonrası uyumlu çalışılabilecek isimlerden biri olarak değerlendirmiş olması (muhtemelen kendisinin de haberi yahut örgütle hiçbir bağlantısı olmadığı halde)[ix], diğer iki tümen komutanı generalin ise Yüksek Askeri Şura’da emekli edilmesi de, Rumların iddialarında kuvvetlendirici unsur olarak kullanıldı. Bundan sonrasında da anılan argümanın Rum/Yunanlar tarafından uluslararası arenada daha da güçlü bir şekilde seslendirilmesi muhtemel. Dolayısıyla bu konuda Türkiye’nin önlem alması gerekir. Nitekim Yunan Dışişleri Bakanlığı da, 20 Temmuz ve 2 Ağustos 2016’da internet sitesinde, KTBK’nin darbeci olup olmadığını sorduktan sonra, garanti sisteminin tasfiye edilmesini ve Türk askerinin adadan çekilmesini istedi. Türk Dışişleri Bakanlığı ise, Yunanistan’ın ortaya çıkan durumundan faydalanmaya çalışmasını kınadı ve 15 Temmuz 1974’de bizzat Yunanistan’ın Kıbrıs’ta askeri darbe yaptığını ve darbenin bu garanti sistemi sayesinde başarılı olamadığını hatırlattı.[x] Diğer yandan Güney’de, darbe girişiminin yarattığı kargaşa ortamından, daha farklı şekilde faydalanılması gerektiğini savunan, korkutucu/sorumsuz sosyal medya paylaşımları da oldu. İçlerinde belki de en önemlisi, DİSİ eski Milletvekili Rotsas’ın, darbe gecesi Rumların büyük bir fırsat kaçırdığını, saldıranın kim olduğunu anlayamayacak durumdaki Türk ordusuna baskın yapılıp 43 bin askerin esir alınması gerektiğini savunması oldu. Rotsas’ın bu absürd açıklamaları büyük tepki çekmekle beraber, sosyal medyada milliyetçiler arasında ne yazık ki önemli miktarda destek de buldu.[xi]

Nihayetinde, 15 Temmuz darbe girişiminin, Rum/Yunan tarafını endişelendirmenin yanında onlara bir takım beklenmedik fırsatlar da sağladığını söylemek mümkündür. Diğer yandan kalkışmanın Kıbrıs sorunun çözümü kapsamında Türk tarafına önemli oranda zarar verdiği kesin olmakla birlikte, bu atmosferde, Türkiye’nin kızgınlık ve kırgınlık içerisinde olduğu ABD ve AB’nin taleplerinden daha bağımsız bir politika izlemek yoluna gidebileceğini de söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla süreç, beklenin aksine Rumların aleyhine de gelişebilir. Şüphesiz bu noktada, Ortodoks kardeşliği çerçevesinde tarih boyunca Rum/Yunanları desteklemiş olan, ancak diğer yandan Batıdan uzaklaşma potansiyeli taşıyan Türkiye ile ilişkileri hızla gelişmesi mümkün olan Rusya’nın, ve bir anlamda da Şangay İşbirliği Örgütü’nün nasıl bir Kıbrıs politikası izleyeceği de eskisinden büyük önem taşıyacaktır. Doğal olarak önümüzdeki günlerde güvenlik ve garantiler meselesi çok daha fazla gündemimize gelecektir.

Altuğ GÜNAL

[i] “KKTC Cumhurbaşkanı’ndan Gazi Meclis’e ziyaret”, TRT Haber, 17 Ağustos 2016, http://www.trthaber.com/haber/gundem/kktc-cumhurbaskanindan-gazi-meclise-ziyaret-266704.html

[ii] “Akıncı, Ankara ziyareti öncesi açıklama yaptı”, Yenidüzen, 16 Ağustos 2016, http://www.yeniduzen.com/Haberler/haberler/akinci-ankara-ziyareti-oncesi-aciklama-yapti/68351

[iii] “Rumların Yeni Kıbrıs Stratejisi”, Kıbrıs Gazetesi, 27 Mayıs 2016, http://www.kibrisgazetesi.com/?p=799173) 27 may 2016

[iv] “Nikos Anastasiades: Avrupa Birliği Üyesi bir devletin herhangi garantiler sistemine tabi olması kabul edilemez”, AB Haber, 15 Şubat 2016, http://www.abhaber.com/nikos-anastasiades-avrupa-birligi-uyesi-bir-devletin-herhangi-garantiler-sistemine-tabi-olmasi-kabul-edilemez/

[v] “DİSİ şimdiden ‘Hayır’ çekti”, Gündem Kıbrıs, 14 Ağustos 2016, http://www.gundemkibris.com/disi-simdiden-hayir-cekti-184182h.htm)

[vi] “Rumların Yeni Kıbrıs Stratejisi”, Kıbrıs Gazetesi, 27 Mayıs 2016, http://www.kibrisgazetesi.com/?p=799173) 27 may 2016

[vii] Alithia Gazetesi “Akıncı-Erdoğan Çalışma Görüşmesi Çok Önemli : Politis: “Akıncı Sultan’a – Türk Liderin Türkiye Cumhurbaşkanıyla Kritik Görüşmesi” : Fileleftheros: “Garantiler İçin Saray’a – Erdoğan Akıncı’yı Çağırdı – Gündemde Güvenlik ve Mülkiyet” : Simerini: “Mülkiyet ve Güvenlik’te Zorluklar – Erdoğan ve Akıncı Bugün Ankara’da Görüşüyorlar”

“Akıncı’nın Türkiye ziyareti Rum basınında yer aldı”, Kıbrıs Postası, 17 Ağustos 2016, http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/58/news/198161/PageName/GUNEY_KIBRIS

[viii] Ata Atun, “Temmuz Darbe Teşebbüsü Sonrası Yunanistan ve Kıbrıs’taki Gelişmeler”, http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/31891/15_temmuz_darbe_tesebbusu_sonrasi_yunanistan_ve_kibristaki_gelismeler

[ix] Bu iddiayı Kıbrıs’a Kıbrıs Postası duyurmuştur ancak KTBK Komutanı Korgeneral’in FETÖ ile işbirliği içerisinde olduğuna dair yahut bu listenin kendi bilgisi dahilinde hazırlandığına dair hiçbir kanıt gösterilmemiştir. Komutan büyük ihtimalle, kendisinden habersiz de olsa, isminin bu şekilde anılmasından rahatsız olması sonucu onurlu bir duruş sergilemek adına istifa etmiştir. “Cuntacıların “devam edecek” listesindeki KTBK Komutanı Bozkurt istifa etti!”, Kıbrıs Postası, 30 Temmuz 2016,

http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/35/news/196844/PageName/KIBRIS_HABERLERI

[x] “No: 162, 20 Temmuz 2016, Yunanistan Dışişleri Bakanı Kocias’ın 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı Hakkında Yunan Dışişleri Bakanlığının İnternet Sayfasında Yayımlanan Açıklaması Hk.”, http://www.mfa.gov.tr/no_-162_-yunanistan-disisleri-bakani-kocias_in-20-temmuz-1974-kibris-baris-harek_ti-hakkinda-yunan-disisleri-bakanliginin-intern.tr.mfa

[xi] “Güney Kıbrıs Rum Kesimi eski milletvekilinden skandal paylaşım!”, Hurriyet, 19 Temmuz 2016, http://www.hurriyet.com.tr/guney-kibris-rum-kesimi-eski-milletvekilinden-skandal-paylasim-40154536

TERÖR DOSYASI /// 11 Eylül’ü Yeniden Düşünmek : Paradigma Değişimi ve Uluslararası Sistem


11 Eylül’ü Yeniden Düşünmek: Paradigma Değişimi ve Uluslararası Sistem

Tarihte dünya politikasına yön veren belli başlı dönüm noktaları vardır. Bunlar dünyayı sarsan gelişmelerdir: İspanya Veraset Savaşları ve Utrecht Barışı, Otuz Yıl Savaşları ve Vestfalya Barışı, Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi, 1815 Viyana Kongresi, Dünya Savaşları, Sovyetler Birliği’nin dağılması vb. Bunların dışında, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından günümüze kadar geçen süreçte, 11 Eylül 2001 terör saldırıları gibi dünya politikasını derinden etkileyen benzer bir gelişme yaşanmadı. New York’un simgelerinden Dünya Ticaret Merkezi ikiz kulelerini yerle bir eden ve ABD Savunma Bakanlığı binası Pentagon’u hedef alan “9/11” saldırıları, ABD’nin teröre karşı küresel bir savaş başlatmasına yol açtı ve tüm Amerikalıları birleştirdi.

11 Eylül olaylarının hemen arkasından Başkan Bush, Amerika’nın teröristleri barındıran Afganistan’daki Taliban benzeri rejimleri hedef tahtasına yerleştirdiğini, teröre karşı dünya çapında bir savaş başlattığını duyurmuştu. Yeni savaş planını da Haziran 2002’de şöyle açıkladı: “Savaşı düşmanın kapısına götürmeli, en ciddi tehditleri henüz ortaya çıkmadan bertaraf etmeliyiz.” ABD kendi güvenliğine karşı tehdit olarak gördüğü her hükümeti, önlem amacıyla alaşağı etmek için, uluslararası hukuku çiğnemek pahasına “tek taraflı” harekete geçmeye hazırdı. Zaten bu eşi benzeri görülmemiş terör saldırılarının ardından, ABD “meşru savunma” çerçevesinde dünya çapında müthiş bir desteği arkasına almıştı. Böyle bir ortamda Bush yönetimi, 11 Eylül saldırılarını Yeni Amerikan Yüzyılı projesinin hedefleri doğrultusunda bir fırsata çevirdi.[i]

Afganistan’daki Taliban rejimini deviren Başkan Bush ve Yeni Muhafazakârlardan oluşan (Neoconservatives) Amerikan yönetimi, çok geçmeden Irak’taki Saddam Hüseyin rejimini de devirmeye karar verdi. Ancak 2003’te Irak’ın işgal edilmesi, Orta Doğu’ya “istikrar” ve “özgürlük” getirmek bir yana, başta Irak olmak üzere, bu coğrafyadaki ülkelerin yeni bir şiddet ve kargaşa ortamına sürüklenmesine neden oldu.

Öte yandan, 11 Eylül saldırıları sonrası yaşanan ani şoktan sonra, “dünya bir daha asla aynı olmayacak” gibi söylemlerin yerini artık daha dikkatli analizler aldı. Bununla birlikte 11 Eylül 2001 sonrası süreçte, ABD’nin en üstün konumda yer aldığı “Vestfalya ulus devlet sistemi”ne esaslı bir meydan okuma olan, farklı bir uluslararası sistem düşüncesi ortaya çıktı. Bir taraftan uluslararası terör tırmanışa geçerken, diğer taraftan devlet dışı oyuncuların uluslararası sistem içindeki görünürlüğü artmaya başladı. 11 Eylül sonrası dönemin değişen dinamiği, Vestfalya devlet sisteminin yeniden yorumlanması ihtiyacını ortaya çıkardı. Bu gelişmeler uluslararası ilişkiler disiplininde yeni bir tartışmaya da yol açtı. Bugün gelinen noktada ise “kendi sınırları içinde güvenli ulus devlet modeli” artık zamanını doldurmuştur.

Buraya kadar yaptığımız tespitler aynı zamanda bir dizi soruyu da beraberinde getirmektedir: Öyleyse 11 Eylül olayları bir “paradigma” değişimine yol açmış mıdır? Uluslararası sistem açısından, 11 Eylül “yeni bir milat” mı yoksa Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra oluşan yeni dünya düzeninin kendi içindeki bir “kırılma noktası” mıdır? Yeni dünya düzenindeki yeri tam olarak ortaya konamayan 11 Eylül 2001 tarihi, 15. yıldönümü geride bırakılırken, uluslararası sistem açısından tek başına bir analiz konusu olmayı hak ediyor. Bu çalışmamızda 11 Eylül’ün dünya politikasında yarattığı büyük etkiyi sorgulayacak, bir “paradigma değişimi” yaşayıp yaşamadığımızı tartışacak ve kabuk değiştiren “uluslararası sistemin tanımının nasıl yapılması gerektiği” sorusuna yanıt arayacağız.

Paradigma Değişimi

Paradigma değişimleri çoğu zaman şiddetli bir sarsıntı ve travma anlarında ortaya çıkar. 1945’ten itibaren uluslararası sistemdeki uzun ve dengeli bir dönemin ardından, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması bu güç dengesini bozan şiddetli bir sarsıntıya neden oldu. Bu sarsıntı yaklaşık 50 yıldır değişmeyen uluslararası sistemin yapısal temellerini de sarstı. Yeni dünya düzenine geçiş iki eksende gerçekleşti: “İki kutuplu sistemin sona ermesi” ve “kapitalist sistemin hızlıca yeni bir model olarak ortaya çıkışı.”[ii] Yaklaşık 10 yıl sonra, 11 Eylül 2001’deki terör saldırıları belirsiz olan uluslararası sistem üzerine bir şok dalgası halinde yayıldı. Aynı zamanda 11 Eylül’le gelinen yeni dönemde, ABD’nin teröre karşı savaşı, Bush’un Irak, İran ve Kuzey Kore’yi “şeytan ekseni” ilan etmesi ve buna paralel olarak Ortadoğu haritasının değişeceği söylemleri öne çıktı.

11 Eylül olayı en azından Vestfalya sisteminin şekillendirdiği egemenlik düşüncesinde ve uluslararası sistemi algılamamızda bir değişim yaratmıştır.[iii] Bu yönüyle uluslararası ilişkiler disiplininde yeni ufuklar açan bir dönüm noktasıdır. 11 Eylül’le birlikte, uluslararası ilişkileri açıklayan devlet merkezli paradigmalar büyük bir darbe almıştır. Çünkü artık El Kaide ve DAEŞ gibi “devlet dışı” veya “devlet benzeri” oyuncuların (uluslararası kimlik kazanmış terör örgütlerinin) dünya gündemini belirleyecek eylemler yapabileceği ve uluslararası ortamı şekillendiren tek unsurun devletler olmadığı ortaya çıkmıştır.

Buna bağlı olarak, 11 Eylül sonrası uluslararası ortam “paradigma değişimi” tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. İkiz Kulelerin yıkılmasıyla birlikte gelişen süreçte, bir paradigma değişiminin olup olmadığı ve dünyaya başka pencerelerden bakmanın nasıl olacağı konusu, yanıt bekleyen bir soru olarak belirmiştir. Bu noktada paradigma değişiminin ne anlama geldiği önemlidir: Paradigma “belli bir zaman dilimindeki baskın dünya görüşü” diye tanımlanabilir.

Genel ilişkilerin oluşumunu açıklayan bir paradigma varsa, bu alandaki kuramların ondan türetilmesi gerekir. Bununla birlikte, paradigma kavramına ün kazandıran Amerikalı bilim felsefecisi Thomas Kuhn, paradigma kavramını birden çok anlamda kullanır. Kuhn’a göre paradigma, belli bir zaman diliminde alanında genel kabul gören yaklaşım, model veya teoridir. Bir paradigma yanlışlanmış olsa ya da yürürlükteki sorunları çözemez hale gelse bile yerini yeni bir paradigma alıncaya kadar terk edilmez.[iv]

Paradigma aynı zamanda, bireylerin ve toplumların neyi nasıl algıladıklarını, neyi benimseyip neyi benimsemediklerini yansıtır. Bu anlamda, paradigma basit bir ifadeyle insanların olaylara, konulara bakış açısıdır. İnsan bir olayı, bir kavramı ya da durumu, kendisinin dış dünyayı algılayış şekliyle, zaman içinde belirlenmiş bir takım düşünce kalıplarıyla yorumlar. Paradigmalar haritalara benzer. Harita temsil ettiği şeyi ne kadar gerçekçi olarak yansıtırsa o derece değer kazanır. Harita ne kadar netse tespitler o kadar doğru olur.

Haritanın gizemli olduğu, şifreli işaretler taşıdığı iddia ediliyorsa, tam bir bilmeceyle karşılaşılır. Bu durumda paradigma bir “enigma” ya da “gerçekleri saptıran bir analiz çerçevesi” haline gelir. Mevcut paradigmanın yetersiz kaldığı ortaya çıkınca, paradigma değişimi için yeni yaklaşımlar ortaya atılmaya başlar. Yanlışlanan paradigmaların, belli belirsiz rotaların neden değişmesi gerektiği konusunda, aşağıdaki yaşanmış bir olay örnek verilebilir:

İki savaş gemisi günlerdir kötü hava şartları ve yoğunlaşan sis altında manevra yapmaktadır. Karanlık çöktükten kısa bir süre sonra, iskele tarafındaki nöbetçi askerin sesi duyulur: “Işık! Sancak tarafında… Işık düz ilerliyor komutanım.”

Gemidekiler diğer savaş gemisiyle tehlikeli bir çarpışma rotası üzerinde olduklarını düşünürler. Bunun üzerine geminin komutanı askerlere emir verir: “Gemiye sinyal gönder! Çarpışma rotasındayız. Rotanızı 20 derece değiştirmenizi öneriyoruz.”

Karşıdan şu sinyal gelir: “Rotanızı 20 derece değiştirmeniz önerilir.” Komutan: “Sinyal gönder: Ben komutanım. Rotanızı 20 derece değiştirin.” der. Karşıdaki “Ben deniz onbaşıyım. Rotanızı 20 derece değiştirirseniz iyi olur.” diye cevap verir.

Komutan bu cevabı alınca iyice sinirlenir ve hırsla emreder: “Sinyal ver! Ben bir savaş gemisiyim. Rotanızı 20 derece değiştirin.” Ardından karşıdan ışıklarla cevap gelir: “Ben bir deniz feneriyim.” Komutan rotayı değiştirir.[v]

11 Eylül Olayları Nedir, Ne Değildir?

11 Eylül’de gerçekte ne olmuştur? Şüphesiz yaşanan olay sadece İkiz Kulelerin çökmesi ve Pentagon’un bir kısmının yıkılmasından ibaret değildir. Uluslararası ilişkiler çalışmalarında komünizmin çökmesinden beri görülmemiş etki yaratan bir olay gerçekleşmiştir. 11 Eylül olayları ve hemen arkasından ABD’nin tartışmalı “önleyici savaş” stratejisiyle, Afganistan ve Irak’a yaptığı askeri müdahalelerin yarattığı etki sonucu, uluslararası ilişkiler kuramları dünya çapında yeniden ele alınmaya başladı. Uluslararası sistemin kurgusuna yönelik yeni düşünceler ortaya atıldı. Dünyada bu olayı ve sonuçlarını konu edinen kitaplar, yazılar, analizler, tartışmalar birbirini izledi. Bu ivmeyle birlikte 11 Eylül siyasi bir fenomen haline geldi.

İkinci Pearl Harbor Saldırısı ya da Atom Bombası Etkisi Mi?

11 Eylül olaylarına gösterilen dünya çapındaki bu büyük ilgi, komplo teorilerinin etkisiyle kimi zaman gerçeklerden uzaklaşılmasına ve bu tarihi olayın giderek bir efsaneye dönüşmeye başlamasına sebep olmuştur. 11 Eylül’den sonraki dünya düzeniyle ilgili saptamalar yapılırken bunlar da dikkate alınmalı, 11 Eylül’ün tarihi önemi büyütülmemelidir. Tarihi bir olguyla ilgili kesin bir yargıya varılırken, tarihteki benzer olaylarla karşılaştırma yapmak, doğru bir yargıya varmak için daha iyi bir yoldur. Böylece abartılı veya eksik yaklaşımların önüne geçilebilir. Her şeyden önce İkiz Kulelerin çökmesi tarihte devirler açıp kapatan dönüm noktalarından değildir. Avusturya-Macaristan Prensi Franz Ferdinand’a Saraybosna’da düzenlenen suikast gibi, zaten bir kıvılcım bekleyen düşman blokların bir dünya savaşı başlatmasına neden olmamıştır. Aynı şekilde 11 Eylül, yarattığı etki itibarıyla bir Pearl Harbor saldırısı da değildir.[vi]

Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları gibi, yüz binlerce insanın ölümüne neden olan, etkileri on yıllar boyunca silinmeyen ve bir dünya savaşını bitiren tarihi bir olayla karşılaştırıldığında, 11 Eylül küresel çapta daha sınırlı etki yaratmıştır. Dolayısıyla bu fenomen dünya savaşları başlatan ya da bitiren bir olay değildir. Kaldı ki dünyayı Soğuk Savaş dönemindeki gibi yeni bir kutuplaşmaya itmemiştir. Var olan sıkı bir kutuplaşmayı da ortadan kaldırmamıştır. Öyleyse 11 Eylül sonuçları açısından nasıl tanımlanmalı ve uluslararası ilişkiler disiplininde ona ne tür bir yer verilmelidir?

Var olan uluslararası ilişkiler paradigmaları 11 Eylül’de gerçekte ne olduğunu açıklamakta zorlanmaktadır. Örneğin Michael Cox ve İngiliz Okulu kuramcılarından Barry Buzan, 11 Eylül sonrası yaptıkları dünya politikası analizlerinde neorealism, globalism, bölgeselcilik, yapısalcılık, postmodernizm ve daha birçok uluslararası ilişkiler kuramının yaşananları açıklamakta yetersiz kaldığı konusunda hemfikirdir. Buzan’a göre 11 Eylül yarattığı etki açısından, 1973 Arap-İsrail Savaşı sırasında ortaya çıkan “petrol krizi”nden ziyade “Küba füze krizi”ne benzer ve artık bunun aydın çevrelerde devrimci bir etki yaratması pek mümkün değildir.[vii] Şunu da eklemek gerekir ki uluslararası ilişkiler ne tek bir nedene bağlanabilir ne de 11 Eylül gibi tek bir olayla, iyi kurgulanmış bir kuramın geçerliliği veya geçersizliği düşünülebilir.[viii]

Sonuçta 11 Eylül sonrası dönemde, dünya politikasını etkileyen temel sorunlar ve somut gerçeklikler varlığını sürdürmüştür. Örneğin dünyadaki maddi kaynakların eşitsiz dağılımı, ekonomik araştırmalarda neoliberalizmin etkisi, Avrupa bütünleşme süreci, NATO’nun genişlemesiyle ilgili sorunlar, Çin’in ekonomik yükselişi, Japonya’daki mali krizler ve buna benzer etkenler dâhil dünyada birçok şey değişmeden kalmıştır. Buraya kadar yapılan saptamalardan 11 Eylül’ün sistem içinde ani, tehlikeli ve keskin bir dönüş olduğu sunucu çıkarılabilir. Bu olayın uluslararası ilişkilerde sınırlı etkide ama önemli bir kırılma noktası olduğu görülmektedir. Ancak ne kadar önemli olduğunu sadece zaman gösterebilir.

2.Dünya Savaşı ya da Sovyetler’in Çöküşü Gibi Bir Milat Mı?

11 Eylül uluslararası ilişkiler kuramlarında büyük bir değişikliği gerektirmemiştir. Bu sonuca ulaşırken uluslararası ilişkiler kuramlarının çoğulcu doğasının farkına varmak önemlidir. Tek bir baskın kuram değil ama birbirleriyle rekabet eden ve çekişen birçok yaklaşımın varlığı söz konusudur. Bu yaklaşımların her biri aşırı karmaşık olan dünya sisteminin önemli bir yönüne odaklanır. Herhangi bir olayın bir kurama diğerleri üstünde üstünlük kurmasına fırsat vermesi, olanaksız olmamakla birlikte pek olası değildir.[ix] Şu sorular 11 Eylül’ün uluslararası ilişkiler çalışmaları üzerinde ne derece etkili olduğu hakkında bir fikir verebilir: a) 11 Eylül var olan kuramların herhangi birini geçersiz kılmakta mıdır? b) Bu olay birbiriyle rekabet halinde olan yaklaşımlar arasındaki dengeyi değiştirmiş midir?[x]

Bu sorulara verilecek yanıt basitçe “hayır” olacaktır. Buzan’ın ifade ettiği gibi, 11 Eylül uluslararası terörle mücadeleye özel bir ilgi gösterse de dünya politikasındaki birçok önemli gelişmeye hiç dokunmamıştır. Bu olay bölgesel yaklaşıma (territoriality) karşı bölgesel olmayan yaklaşım (deterritorialisation), askeri gücün sınırları ve kullanımı, devlete karşı devlet olmayan oyuncular, tek kutupluluğa karşı küreselleşme ya da küresel düzeye karşı bölgesel düzey arasındaki tartışmalarda dengeyi bozucu bir etki yapmamıştır. Yeni bir kuram gereksinimi ortaya çıkarmak bir yana, var olan kuramlar arasında farklı bir tartışma zemini bile oluşturmamıştır.[xi] Neoliberalizmin kurucularından Robert O. Keohane de benzer şekilde bu konu üzerinde durur: “Burada teorik fikirler arasındaki rekabete daha az vurgu yapılmalı, onların nasıl sentezleneceğine daha çok dikkat çekilmelidir”.[xii]

11 Eylül sömürgecilik karşıtı yaklaşımlara konu olmamıştır. Bu olay ne realizmi egemen bir paradigma haline getiren 2. Dünya Savaşı ne uluslararası politikanın ekonomik yönünü yeniden canlandıran 1970’lerin petrol krizi ne de askeri güvenliği bir öncelik olmaktan çıkaran “Soğuk Savaş’ın bitişi” ile aynı kapsamda değerlendirilebilir. 11 Eylül saldırıları her ne kadar Amerikan kamuoyunda büyük bir psikolojik etki yaratmış olsa da Pearl Harbor saldırısı gibi ABD’yi topyekün savaşa sürükleyen bir olay değildir. Aynı şekilde, dünya tarihinde başlı başına bir milat olan Sovyetler Birliği’nin çöküşüne benzer bir olay da değildir.

Öte yandan geçmişte birçok yazar, 11 Eylül’de olduğu gibi Küba füze krizinin sonuçlarına büyük önem vermiştir. En çok üzerinde durulan sonuçlar Kremlin’le Beyaz Saray arasında doğrudan ilişkilerin kurumsallaşması (kırmızı telefon), siyasi bakımdan geri adım atan Devlet Başkanı Kruşçev’in SSCB’de durumunun zayıflaması, özellikle denizlerde Sovyet askeri gücünün artması, süper güçlerin hayati çıkarlarının açığa çıkması ve önemli bir bunalım karşısında iki tarafın da sınırlı siyasi kazançlarla yetinebileceklerinin anlaşılmasıydı. Ayrıca bu krizin NATO stratejisindeki “topyekün karşılık” öğretisinin, “esnek karşılık”a dönüştürüldüğü dönemde meydana gelmesi sonucu, ABD’nin eskisi gibi Avrupa ve Türkiye’yi desteklemeyeceği kaygısı gündeme gelmişti.

Bu çerçevede başat güçlerin bakış açılarında kalıcı bir değişiklik yapan (bir anlamda paradigma değişimine yol açan) ve çeşitli politikaların yeniden ele alınmasına neden olan Küba füze krizi, 11 Eylül için daha iyi bir karşılaştırma olacaktır. Küba füze krizi 11 Eylül’le benzer şekilde aniden ve kısa bir zaman diliminde gerçekleşmiş, dikkatleri Amerikan topraklarına, ABD’nin iç güvenliğine yöneltmiştir.[xiii] İki durumda da vatan güvenliği öne çıkmıştır. Her iki olay da ortaya çıkardığı ani şok dalgasıyla, “uluslararası sistemin fay hatlarını harekete geçiren” ama “genel sistemin değişmesine neden olmayan” bir etki yaratmıştır. ABD’yi hedef alan bu iki olayın uluslararası sistemi bu kadar sarsmasının nedeni, ABD’nin sistemdeki merkezi ve kritik konumudur.

11 Eylül Sonrası Uluslararası Sistem

Uluslararası sistemin ana hatları büyük devletlerin tarihsel süreç içinde geliştirdikleri ortak değerler çerçevesinde şekillenmiş ve bu ortak değerler küresel nitelikte bir düzen oluşturmuştur. Artık bugünün dünyasında, iki kutuplu sistemin nükleer silahların gölgesinde kurulan dehşet dengesi anlayışı yoktur ve uluslararası politika gündemini Soğuk Savaş dönemindeki gibi sadece güvenlik konuları belirlememektedir. Devlet uluslararası politikadaki baskın konumunu devlet dışı oyunculara devretmeye başlamıştır.

Bir sistem çözümlemesi yaparken, tarihsel ve coğrafi etkenler yüzünden, uluslararası ilişkilerde birbirine karşıt farklı bakış açılarının olduğunu dikkate almak önemlidir. Batılı bir insanın, dünyaya Afrika veya Asya’daki eski bir sömürge ülkesinde yaşayan yerli bir insandan farklı bir gözle bakması şaşırtıcı değildir. Bu açıdan, bir İngiliz veya Amerikalının uluslararası ilişkileri realist ya da pluralist paradigmalar çerçevesinde, eski bir sömürge ülkesi insanının da sosyalist-marksist paradigma çerçevesinde yorumlama eğiliminde olması doğaldır.

Soğuk Savaş’ın bitişinin ardından, daha istikrarlı ve barışçıl dünya düzenine doğru bir gidiş yaşandığı düşüncesi egemendi. Dünyanın geniş bir coğrafyasında yaşanan çatışmalar, güvenlik sorunları, bölgesel hesaplaşmalar ve kurulan yeni ittifaklarla ilgili tartışmalar da azalmıştı. Dünyanın gidişatı konusunda daha iyimser analizler yapılmaktaydı. Ancak 11 Eylül olayı, dünyaya eski yılların dehşet, korku ve savaş günlerine ani bir geri dönüş yaşatmıştır. Bu anlamda 11 Eylül’ün önemli sonuçlarından biri de tarihsel bir geri dönüş olmasıdır.

Ayrıca, 11 Eylül sonrası yeni Amerikan stratejilerini destekleyip desteklememe konusunda, NATO ve AB içinde tarihi, büyük bir bölünme yaşanmıştır. ABD’nin teröre karşı savaşı ve uluslararası hukuku zorlayan yeni Amerikan stratejisi, Atlantik ötesi ilişkilerde gerilimlere ve Asya’da ittifakların yön değiştirmesine yol açmıştır. Sistem içi dengeler sarsılmıştır. Diğer taraftan yükselen Çin’in, ileride uluslararası sistemin kilit oyuncusu olma olasılığı yüksektir. Yaşadıkları çeşitli sorunlara rağmen, uluslararası sistemde Avrupa Birliği, Japonya ve Rusya büyük güç olma potansiyeli bulunan oyunculardır.

Türkiye, Brezilya, Güney Afrika ve Endonezya gibi ülkelerin büyük güç olma olasılıkları da ekonomik alanda yapacakları atılımlara bağlıdır. Gelecekte Çin’in yükselen gücünü dengelemek amacıyla, Asya‘daki Japonya, Güney Kore, Tayvan ve diğer Güneydoğu Asya ülkeleri bir araya gelebilirler ve ABD ile işbirliği içerisinde bulunabilirler. Malezya, Singapur ve Tayland gibi ülkeler de Çin’i dengelemek amacıyla Hindistan ile daha sıkı işbirliği içerisinde bulunabilirler. Oluşan yeni koşullara göre sistem içi denge arayışı her dönemde görülen bir gelişmedir.

Bugünkü uluslararası sistem hem hiyerarşik, hem de çok merkezli bir yapıdır. Bu sistemde askeri ve siyasi alanlarda, ABD’nin baskın konumunun devam ettiği, dünya siyasetinde belirleyici olduğu gerçeğinden hareketle, sistemin hiyerarşik bir yapıyla işlediği sonucu çıkarılabilir. Buna rağmen ekonomik açıdan bakıldığında, uluslararası sistem daha ziyade çok merkezli bir görünümdedir. ABD’nin Soğuk Savaş dönemindeki gibi müttefiklerine söz geçiremediği göz önünde tutulursa, ABD ekonomik bir dev olmakla birlikte, tek büyük güç değildir. Dolayısıyla 11 Eylül sonrası dönemde, uluslararası ilişkilerin yapısı ve oyuncuları bir değişim sürecinden geçmektedir.

Sonuç: 11 Eylül Paradigmayı Değiştirdi Mi?

11 Eylül saldırılarını izleyen yıllarda uluslararası sistemdeki güç hiyerarşisi, gücün dağılımı, işlev düzeni, kuralları ve oyuncu tanımlaması sorgulanır hale gelmiştir. Aynı zamanda, 11 Eylül saldırıları ne kadar kırılgan bir uluslararası sisteme sahip olduğumuzu göstermiştir. Dünyamız artık devletlerin tekel olduğu bir sistem veya düzen olmaktan çıkmış, devlet dışı oyuncuların sistem içindeki görünürlüğü artmıştır. Geleneksel ulus devlet modelinin “vatan” tanımı artık anlamını kaybetmeye ve başka bir ifadeye dönüşmeye başlamıştır. Ek olarak 11 Eylül, ulus devlet sisteminin seküler karakterinin sorgulanmasında süreci hızlandırıcı etki yapmıştır. Uzun zamandır tartışılan uluslararası sistem – din ilişkisini yeniden gündeme getirmiştir.

Bütün bu değerlendirmelerden sonra yanıtı bulunması gereken kritik soru şudur: 11 Eylül bir paradigma değişimine yol açmış mıdır? Bu sorunun yanıtı paradigma değişimi ifadesiyle neyin kastedildiğine göre değişir. Bu bakımdan eğer paradigma değişimi ifadesiyle, “belli bir zaman dilimindeki baskın dünya görüşünün değişmesi” kastediliyorsa, 11 Eylül sonrası dönemde bir paradigma değişiminin yaşandığına tanık olduğumuz söylenebilir. Buna karşın, bu paradigma değişimi egemen uluslararası ilişkiler paradigmalarının artık terk edildiği anlamına gelmez.

Dolayısıyla 11 Eylül’den sonra, “egemen uluslararası ilişkiler paradigmalarının yerini yeni bir paradigmanın aldığı” anlamına gelen bir paradigma değişimi söz konusu değildir. Çünkü İkiz Kulelerin yıkılması egemen bir paradigmayı yıkmak bir tarafa, yeni bir kuram gereksinimi bile yaratmamıştır. Başka bir deyişle, 11 Eylül’den sonra dünya düzenini algılama açısından paradigma değişimi yaşanmıştır ama bu değişim uluslararası ilişkiler paradigmalarını geçersiz kılacak nitelikte bir değişim değildir.

11 Eylül sonrası dünya politikasıyla ilgili bu saldırıların hemen arkasından yapılan bazı yorumlar, daha çok şok havası içinde, kıyamet alameti niteliğinde yapılmış abartılı yorumlardır. 11 Eylül artık uluslararası ilişkiler çalışmalarında tarihteki benzer olaylar da dikkate alınarak, daha mantıklı ve gerçekçi bir şekilde yorumlanmalıdır. Öncelikle, Demir Perde’nin ortadan kalkmasının uluslararası ilişkilerde bıraktığı derin izler düşünüldüğünde, 11 Eylül’ün daha geri planda kalan tarihi bir gelişme olduğu rahatlıkla söylenebilir. 11 Eylül 2001, Soğuk Savaş sonrası yeniden şekillenen uluslararası sistem içinde bir “milat” değil fakat çok önemli, ani ve tehlikeli bir “dönüm noktası” olarak tarihe geçecektir.

Ümit Çelik, Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Doktora Öğrencisi

[i] Daha geniş bir analiz için bkz: Ümit Çelik, “Rusya – ABD İlişkileri II: 11 Eylül’den Rus-Gürcü Savaşı’na”, İrfan Kaya Ülger (ed.), Putin’in Ülkesi: Yeni Yüzyıl Eşiğinde Rusya Federasyonu, Ankara, Seçkin Yay., 2015; ss. 491-493.

[ii] Anoush Ehteshami, “9/11 As a Cause of Paradigm Shift?”, School of Government and International Affairs, Working Paper, Durham, Durham University Press., 2007.

[iii] Bülent Aras, “11 Eylül, Dünya Siyaseti ve Afrika”, http://www.tasamafrika.org/2008/21-baras.pdf.

[iv] Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev: Nilüfer Kuyaş, İstanbul, Alan Yay., 1982, ss. 161-170.

[v] Stephen R. Covey, The Seven Habits of Highly Effective People: Powerful Lessons in Personal Change, London, Simon&Schuster Ltd., 1992, p. 33.

[vi] Michael Cox, “Paradigm Shifts and 9/11: International Relations After the Twin Towers”, http://asrudiancenter.wordpress.com/2008/06/26/paradigm-shifts-and-911-internationalrelations-after-the-twin towers.

[vii] 11 Eylül’den sonra bu teoriler arasında yapılan karşılaştırmalar için bkz.: Barry Buzan, “The Implications of September 11 for the Study of International Relations”, Draft Manuscript, Conference on the ‘Research Agenda in International Politics in the Aftermath of September 11th’, Swedish Institute of International Affairs, Stockholm, 10–11 Nisan 2002.

[viii] Cox, “Paradigm Shifts and 9/11: International Relations After the Twin Towers”.

[ix] Bu konuda bkz: Ümit Çelik, “Uluslararası İlişkilerin Karmaşık Doğası ve Stanley Hoffmann’ın Rulet Oyuncusu Modeli”, Uluslararası İlişkiler Portalı, http://www.uiportal.net/uluslararasi-iliskilerin-karmasik-dogasi-ve-stanley-hoffmannin-rulet-oyuncusu-modeli.html; Ole Waever, “Four Meanings of International Society: A Trans-Atlantic Dialogue”, B. A. Roberson (der.), International Society and the Development of International Relations Theory, Londra, Pinter, 1998, p. 80.

[x] Buzan, “The Implications of September 11 for the Study of International Relations”.

[xi] Aynı yer.

[xii] Robert O., Keohane, “The Globalization of Informal Violence, Theories of World Politics and the Liberalism of Fear”, New York, SSRC, 2002, http://www.ssrc.org/sept11/essays/keohane.htm.

[xiii] Buzan, “The Implications of September 11 for the Study of International Relations”.

Kaynakça

ARAS, Bülent, “11 Eylül, Dünya Siyaseti ve Afrika”, http://www.tasamafrika.org/2008/ 21-baras.pdf.

BUZAN, Barry, “The Implications of September 11 for the Study of International Relations”, Draft Manuscript, Conference on the ‘Research Agenda in International Politics in the Aftermath of September 11th’, Stockholm, Swedish Institute of International Affairs, 10–11 Nisan 2002.

COX, Michael, “Paradigm Shifts and 9/11: International Relations After the Twin Towers”, http://asrudiancenter.wordpress.com/2008/06/26/paradigm-shifts-and-911-internatio nal-relations-after-the-twin-towers.

COVEY, Stephen R., The Seven Habits of Highly Effective People: Powerful Lessons in Personal Change, Londra: Simon & Schuster Ltd., 1992.

ÇELİK, Ümit, “Rusya – ABD İlişkileri II: 11 Eylül’den Rus-Gürcü Savaşı’na”, İrfan Kaya Ülger (ed.), Putin’in Ülkesi: Yeni Yüzyıl Eşiğinde Rusya Federasyonu Analizi, Ankara, Seçkin Yay., 2015.

EHTESHAMİ, Anoush, “9/11 As a Cause of Paradigm Shift?”, School of Government and International Affairs, Working Paper, Durham, Durham University Press., 2007.

KEOHANE, Robert O., “The Globalization of Informal Violence, Theories of World Politics and the Liberalism of Fear”, New York, SSRC, 2002, http://www.ssrc.org/sept11/ essays/keohane.htm.

KUHN, Thomas, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev: Nilüfer Kuyaş, İstanbul, Alan Yay., 1982.

WAEVER, Ole, “Four Meanings of International Society: A Trans-Atlantic Dialogue”, B. A. Roberson (ed.), International Society and the Development of International Relations Theory, Londra, Pinter, 1998.

GÜRCİSTAN DOSYASI : Soğuk Savaş Sonrası Gürcistan’daki Güç Mücadelesi


Soğuk Savaş Sonrası Gürcistan’daki Güç Mücadelesi

SSCB’nin Aralık 1991’de çöküşü ile birlikte ciddi bir boşluk doğmuştur. Daha önceleri Doğu Avrupa, Orta Asya, Güney Kafkasya bölgelerini kendine tehdit olarak algılayan ABD, Sovyetlerin yıkılması ile birlikte bu coğrafyalara yakın ilgi ve alaka göstererek yeni müttefik arayışlarına girişmiştir. 11 Eylül saldırısıyla birlikte dünyada teröre karşı kapsamlı mücadele yürüten Amerika, Afganistan ve Irak operasyonlarında devletlerin desteğini istemiştir. Daha önceleri SSCB hâkimiyetinde kalan Gürcistan, ülkesinde fazlasıyla hissettiği Rus etkisini kırmak için Amerika’nın bu operasyonuna tam destek vermiştir. Gürcistan yöneticilerinin kendi içerisinde var olan azınlık sorunlarının arkasında Rusya’nın olduğu bilmesine rağmen denge politikası yerine Atlantikçi tutumu ve söylemleri komşusu Rusya’yı fazlasıyla tahrik etmiştir. Rusya, çevresinde olup bitenlere sessiz kalmayarak Gürcistan’ın aşırı tutumunu dizginlemek için Ağustos 2008’de Güney Osetya bahanesiyle müdahil olmuş ve Abhazya ve Güney Osetya’yı bağımsız devlet olarak tanıyarak Gürcistan’ı istikrarsızlaştırmıştır.

Bu çalışmada, ABD ve Rusya arasındaki güç mücadelesinin Gürcistan üzerindeki etkisi ve Gürcistan’ın bağımsızlık sonrası politikası ele alınacaktır.

ABD’nin Gürcistan Politikası

SSCB’nin Aralık 1991’de yıkılması ile birlikte Amerika’nın yeni ilgi odağı eski Sovyet coğrafyası olmuştur. Hususiyetle incelenecek olursa Güney Kafkasya bölgesindeki bağımsızlığını yeni kazanan devletler ABD’nin ilgi odağı olmuştur. 1991’e kadar bu bölgeyi kendisi için bir tehdit olarak algılayan ABD, diplomatik ve ekonomik ilişkilerle bu havzayı, kendi nüfuz alanına dâhil etmeye başladı.[1] ABD, Güney Kafkasya coğrafyasına ilk etapta doğrudan değil dolaylı olarak Türkiye üzerinden bağlantı sağlamıştır. Türkiye’nin bu görevi üstlenmesinin sebebi ise bölge ülkelerine komşu olması ve tarihi bağlarının olması en büyük etkendir. Ayrıca meydana gelen güç boşluğundan istifade ederek bölgesel güç olmanın fırsatını yakaladığını düşünmüştür. Avrupa ve Amerika’nın Türkiye’ye olan güvenleri ise Batı ile müttefik olması ve birçok özellikleri ile (demokrasi, insan haklarına saygı ve serbest pazar) bölge ülkelerine model olabileceği düşüncesidir. Hem Türkiye’nin bölgesel liderlik iddiasına destek verecek, hem de geçiş dönemini yaşayan bölge devletlerine Batılı değerleri aşılayacak bir örgüt oluşturabilme düşüncesiyle oluşturulan Karadeniz Ekonomik İş Birliği Teşkilâtı (KEİT), kurulması aşamasında özellikle ABD’den çok ciddi destek görmüştür.[2]

ABD’nin bölgeye aracısız girmesi ise 11 Eylül saldırısı sonrası gerçekleşmiştir. Bu saldırı sonrası dünyada cadı avına çıkan Amerika, bu bahane ile de Güney Kafkasya ülkelerine daha çok yakınlık göstermiştir. Hususiyetle tahkik edilecek olunursa Rusya için Karadeniz’e çıkış noktası açısından büyük öneme haiz olan Gürcistan’ın Batıya yaklaşması Moskova’yı rahatsız etmiş ve bu ülke üzerinde ki etnik unsurları kullanarak baskı uygulamıştır. Ermenistan ve İran’ın Rusya ile ilişkileri, Tiflis yönetiminin endişelerini tetiklediğinden, Türkiye ve Türkiye’nin üyesi olduğu NATO’yla yakınlaşmayı ulusal çıkarlarına uygun buluyor.[3] 11 Eylül sonrası meydana gelen yakınlaşma sonrası ABD Çeçenistan sınırında yer alan Panki Vadisisinde El-Kaide militanlarının bulunduğu iddiasına dayanarak Gürcistan’ın kuzey doğusuna 200 Amerikan askeri eğitmeni ve 65 milyon dolarlık askeri yardımda bulunmuştur.[4] Bu yardımlar bölgede bundan sonra Amerika’nın var olacağının işaretini vermiştir.

Gürcistan’ın ilk devlet başkanı olan Zviad Gamsahurdia’nın kısa süren iktidarının ardından işbaşına, önceleri SSCB’nin son dışişleri bakanı olan Eduard Şeverdnadze geldi. Yeni yönetimin Batı ve Rusya ile dengeli ilişkileri Gürcistan’ın 24 Mart 1992’de AGİT üyeliğine kabul edilmesini sağlamıştır. Güney Kafkasya’da özellikle Gürcistan üzerindeki etkisini kaybetmek istemeyen Rusya, Tiflis yönetiminin geleceğini garanti altına almak için BDT (Bağımsız Devletler Topluluğu) altında toplamak istemiştir. Bu duruma direnen Gürcistan, Rusya tarafından içerisinde bulundukları azınlıklar kullanılarak bir nevi tehdit edilmiştir. Gürcistan’ın içerisinde bulunan Abhazya ve Güney Osetya Rusya için birer tehdit aracı olmuş ve bu bölgelerdeki uluslar kışkırtılarak Gürcü yönetimine karşı mücadeleye girişmişlerdir. İçerisindeki azınlık sorunlarına daha fazla direnemeyen Şeverdnadze yönetimindeki Gürcistan yönetimi 1993 yılında BDT’ye katılmıştır. 19 Ağustos 1995’te Şeverdnadze’ye karşı yapılan başarısız suikast girişimi ve Gürcü yöneticilerinin bu işin arkasında Rusya’yı görmeleri ikili ilişkileri germiş ve karşılıklı güveni zedelemiştir. Gürcistan’ın, Washington desteğine fazla güvenmesi, Rusya’ya dair kışkırtıcı ve denge gözetmeyen tutumu kendi sonunu hazırlamıştır. Şeverdnadze’den sonra Gül Devrimi ile gelen Saakaşvili’de Atlantikçi tutumuyla Moskova’yı tedirgin etmiştir. Tiflis’in kendi içerisindeki sorunlara karşı mücadele yöntemi olarak bir nevi kendi göbeğini kendisinin kesmesi pahalıya mal olmuştur. Gürcistan yönetimi Güney Osetya sorunu çözmek için 7 Ağustos 2008 akşamı G. Osetya’nın başkenti Tskhinval’i kontrol altına almıştır. Sonrasında ise Rus kuvvetleri de Güney Osetya bölgesine inerek savaşın boyutu değiştirmiştir. Gürcistan’ın iç meselesi bir Rus-Gürcü savaşına dönüşmüştür.

Güney Kafkasya’da yaşanan bu gelişmeler Batılı devletleri endişelendirmiştir. Daha önceleri Azerbaycan ile savaş halinde olan Ermenistan’ın Bakü yönetimince sıcak karşılanmayacağı düşüncesiyle saf dışı bırakılan Erivan, Gürcistan’ın Rusya tarafından kontrol altına alınmasıyla beraber Erivan’ın Atlantik sisteme entegre edilmesi düşünceleri gündeme gelmiştir. Rusya, yapmış olduğu bu hamle ile Atlantik düzene adeta meydan okumuş ve bu coğrafyanın kendisine ait olduğunun mesajını vermiştir. Rusya’nın bölgeyi koruma altına almaya çalışması ve inkâr edilemez nüfuzu bölgedeki Amerikan hareketliliğini kısıtlamada başarılı olmuştur. Gürcistan’da yaşanan istikrarsız ortam gözlerin Erivan’a çevrilmesini sağlamıştır. Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ toprağının haksız işgali ve Türkiye’ye karşı dünya kamuoyunda yürütülen Ermeni Soykırımı yalanın propagandası ile Ankara üzerindeki diplomatik baskı iki ülkenin ( Türkiye-Azerbaycan) Ermenistan’a karşı mesafeli olmasını sağlamıştır. Amerika’nın ise Ermenistan’ın Gürcistan’a alternatif olması için iki ülke üzerindeki yaptığı baskı risk oluşturmaktadır. Amerikan yönetimi ise bu durumu görerek iki ülkenin sistemden uzaklaşması ve yeni müttefik arayışlarına girişmesi ihtimaline karşılık daha fazla ısrarcı olmamaktadır.

Rusya’nın Gürcistan Politikası

Ekim 1917’de başlayan Sovyet dönemi Aralık 1991’de çökmesiyle son buldu. Daha önceleri iki kutuplu dünya düzenin Doğu kanadını oluşturan Sovyetler Birliği, dağıldıktan sonra ise kısa bir süre Batı ile yakın ilişkiler kurmuştur. Rusya devlet başkanı Boris Yeltsin, 1991 yılının sonunda liberal düşünce tarzına sahip İgor Gaydar’ın başbakanlığındaki yeni hükümeti atamıştır.[5] Yeltsin bu hamlesi ile Rusya’nın, piyasa ekonomisine uyumlu hale getirmek ve Batı ile yakınlaşma sağlamak istemiştir. Daha sonra ise Batı’nın hususiyetle ABD’nin eski Sovyet coğrafyasına hâkim olmak ve Rusya’yı çevreleme düşüncesi Moskova tarafından farkına varılmış ve yakın çevre korunmaya çalışılmıştır. Rusya, Güney Kafkasya’da yer alan Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan ile ilişkilerini geliştirmeye özen göstermektedir. Kafkasya’daki üç devletin Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’ın gerçek anlamda tarihi milletler olduğu söylenebilir. Bunun sonucu olarak, milliyetçilikleri yaygın ve yoğundur.[6] Bu hassas noktadan en iyi yararlanacak olan Rusya, kendisine karşı gelen veya kendisine rağmen Batı ile işbirliği yapmaktan çekinmeyen devletlere karşı milliyetçilik kozunu kullanmaktan çekinmemiştir. Günümüzde; Dağlık Karabağ, Güney Osetya, Abhazya, Cevahatya, Acaristan gibi dondurulmuş veya sıcak bölgeler Rusya’nın birer şantaj dosyası özelliğini taşımaktadır.

Güney Kafkasya’daki; Azerbaycan’ın zengin rezervleri, Gürcistan’ın açık denizlere sahip tek ülke olması ve Ermenistan ile birlikte Azerbaycan petrollerinin Batı’ya ulaştırılması ve Hazar bölgesi enerji kaynaklarının geçiş güzergâhında olması bu coğrafyanın önemini daha çok arttırmıştır. 1991 yılında SSCB’nin çöküşü ile birlikte bölgede bir boşluk oluşmuştur. Bu boşluğu doldurmak isteyen başta ABD, AB, NATO olmak üzere birçok küresel devletlerin ve örgütlerin ilgi odağı olmuştur. Uzun yıllar SSCB ile kara sınırı olan Türkiye ve İran, bölgesel güç olma yolundaki hedeflerine ulaşma anlamında Sovyetlerin yıkılmasından sonra daha rahat hareket kabiliyeti sağlamışlardır. Ayrıca, AB ve NATO gibi örgütlerin de kuruluşlarındaki amaç ortadan kalkınca, bu örgütler kendi değerlerini eski Sovyet coğrafyasına ihraç etmeye ve yeni bağımsız olan devletlerin askeri, ekonomik, siyasi ve kültürel anlamda destek vererek geçmiş ile bağlarını koparmaya çalışmaktadırlar.

Güney Kafkasya’da yeni kurulan devletler gibi Rusya Federasyonu da bağımsızlığını kazanması sonucu ülkede iki farklı görüş tesirli olmuştur. Bunlar Rusya’nın Batılı mı olduğu yoksa bir Avrasya ülkesi mi olduğu konusundaki iç tartışmalar, ülkenin dış politikasına yansımıştır.[7] Boris Yeltsin liderliğindeki Rusya’nın 1992 yıllarına kadar Atlantikçi akımın etkisiyle Batı ile bütünleşme sağlanmaya çalışılmış ve bunun doğal sonucu olarak Kafkasya’yı ve Orta Asya’yı önemsemeyen bir Rus dış politikası oluşmuştur. Atlantikçi anlayışın sonrasında ise Rusya’da düzelme göstermeyen problemler ve Batı’dan beklenilen desteğin görülmemesi Atlantikçi görüşü zayıflatmıştır. “Yakın Çevre Doktrini”, Nisan 1993’te Yeltsin tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Doktrinde, Moskova’nın dış politikasındaki önceliği Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ile ilişkilerin geliştirilmesi, ortak savunma mekanizmalarının kurulması ve BDT sınırlarının RF’nin “ulusal güvenlik sahası” olarak belirtmesi ile artık “Avrasya ekolü ”ne geçildiği görülmektedir.

Güney Kafkasya’da Rusya için önem arz eden devletlerden biri Gürcistan’dır. Bu ülkenin avantajları, Kafkasların açık denizlere çıkışı olan tek devlet olması ve enerji nakil hatları üzerinde bulunmasıdır. Dezavantajları ise, Ermenistan gibi yurtdışında güçlü bir lobisinin olmaması, komşusu Azerbaycan gibi zengin doğal kaynaklardan yoksun olması ve çok sayıda etnik azınlık problemleri ile boğuşması örnek gösterilebilir. Rusya’nın, “yakın çevre” olarak adlandırdığı ülkelerden biri olan Gürcistan, Karadeniz’e sınırı olması ve iç sorunlarla boğuşması Rusya için artık Tiflis büyük önem arz etmiştir. Çünkü problemleri çok olan bir ülke dayatmalara daha fazla direnemeyeceğinden çevresindeki ülkelerle müşterek hareket etmeye özen gösterir anlayışı Moskova tarafından düşünülmüştür. Ancak hem Atlantikçi söylemleri hem de politikalarıyla komşusu Rusya’yı tahrik eden Tiflis, komşusu tarafından kendi iç işlerine müdahil olmasına sebep vermiştir. İlk seçilmiş Gürcü Cumhurbaşkanı olan Moskova karşıtı Zviad Gamsakhurdia ülkeyi etnik kimlik üzerine inşa etmeye çalışması Rusya’nın işini kolaylaştırmış ve ülkedeki Abhazya ve Güney Osetya kartını oynama fırsatı vermiştir.

Gürcistan’ın Batı ile yakın ilişkiler kurmaktan vazgeçmeyeceğini anlayan Rusya birtakım önlemler almıştır. Bunlar vize uygulaması ve Tiflis başta olmak üzere diğer Kafkasya ülkelerinin içerisinde bulunan azınlık gurupların Rusya’ya bağlanma taleplerinin onaylanması gibi düzenlemeler yapmıştır. Moskova’nın 5 Aralık 2000 yılında Gürcistan vatandaşlarına karşı vize uygulaması ancak bu duruma mukabil Abhazya ve Güney Osetya halklarının vizesiz seyahat hakkı elde etmesini sağlaması ile Tiflis’in keyfi politikaları karşısında alenen tehdit etmiştir. Bir diğer husus ise 28 Haziran 2001’de Rusya Federasyonu Duması’nda kabul edilen “Rusya Federasyonu’na Kabul ve Onun Terkibinde Yeni Sujelerin Oluşturulması ile İlgili Yasa” tasarısı[8] ile yabancı bir devletin veya onun bir kısmının Rusya’ya bağlanmasını kolaylaştırmıştır. Moskova bu hamle ile zor durumda kaldığında veya bölge ülkelerinin keyfi davranmaları sonucunda yakın çevresindeki azınlıkları nasıl kullanacağının mesajını vermiştir. Bu yasa tasarısı başta Abhazya ve Güney Osetya olmak üzere birçok sorunlu bölgeyi ilgilendirmektedir. Ayrıca, 31 Mayıs 2002 tarihli Vatandaşlık Kanunu ise Rus vatandaşı olmak isteyenlerin eski vatandaşlığını terk etmeleri sonucunda kabul edileceklerini belirtmesi ise Rusya’nın yakın çevre hususunda ne kadar temkinli olduğunu ve ileriye dönük gerektiğinde ilhak etmenin zeminini hazırlamaktadır.

Gürcistan ile ABD arasında yaşanan müspet gelişmeler Amerika’daki 11 Eylül saldırısı ile daha çok pekişmiştir. ABD’nin terörü destekleyen daha doğrusu terörün kaynağı olarak gördüğü Afganistan ve Irak’a yönelik planladığı operasyonların en önemli ayağını Gürcistan oluşturmaktadır. Gürcistan Parlamentosu 21 Mart 2003 tarihinde Gürcistan’da bulunan tüm ABD görevlilerine diplomatik dokunulmazlık vermiştir. Ayrıca Gürcistan ABD ile Nisan 2003’te askeri işbirliği antlaşması imzalamıştır.[9] Tüm olan bitenleri sindiremeyen Moskova gerekli dersin verilmesi gerektiğine ve Gürcistan’ın cezalandırılması için bahane aramaktaydı. Gürcistan İçişleri Bakanlığı, 27 Eylül 2006 tarihinde 4 Rus askeri istihbarat görevlisinin casusluk yaptığı suçlamasıyla gözaltına aldığını açıklaması ve sonrasında ise bu subayları mahkemeye çıkarması iki ülke arasındaki ilişkileri germiştir. Rusya’nın sert tutumu sonrası Tiflis geri adım atmış ve 4 subayı AGİT’e teslim etmiştir. Ancak Rusya geri adım atmamış ve krizi tırmandırmıştır. Rusya için gerekli zemin bir nevi oluşmuş bulunmaktaydı. RF Ulaştırma Bakanlığı, Gürcistan ile hava, demiryolu, kara ve deniz ulaşımını kesmiştir.[10]

Gürcistan yönetimi Güney Osetya sorunu çözmek için 7 Ağustos 2008 akşamı G. Osetya’nın başkenti Tskhinval’i kontrol altına almıştır. Kısa süre sonra Rus kuvvetleri Güney Osetya’ya girmiştir. Gürcistan’ın iç meselesi bir Rus-Gürcü savaşına dönüşmüştür. Rusya’nın müdahalede bulunmasının emareleri Nisan 2008’de yapılan Bükreş zirvesinde Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya üyeliklerinin gündeme gelmesiyle belirginleşmiştir. Nitekim Rus Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov “Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya üye olmaması için her şeyi yaparız”[11] ifadesini kullanmıştır. Gürcistan’ın, 7 Ağustos akşamı Güney Osetya’ya başlattığı saldırı, müdahil olmak için bahane arayan Rusya’ya fırsat yaratmış ve Rus-Gürcü savaşı patlak vermiştir. 26 Ağustos’ta Rusya her iki bölgenin (Güney Osetya ve Abhazya) bağımsızlığını tanımıştır. Rusya’nın ardından 5 Eylül’de Nikaragua, 10 Eylül’de de Venezuella bu iki bölgenin bağımsızlığını tanıdığını açıklamıştır.[12] Rusya’nın her zaman destek verdiği Ermenistan ise bu yeni oluşan bağımsız devletleri tanımaması ise Gürcistan’ın ambargosundan çekindiği anlaşılmaktadır. Rusya, Tiflis’in Batı ile gelişen ilişkilerine ve NATO sürecine sessiz kalmış olsaydı Güney Osetya ve Abhazya üzerindeki tesirini kaybetmiş olacaktı.

SONUÇ

SSCB’nin Aralık 1991’de dağılmasıyla birlikte iki kutuplu düzen çökmüş Amerika savaşsız bir şekilde tek güç haline gelmiştir. ABD, Sovyetlerden doğan boşluğu özellikle Güney Kafkasya bölgesini doldurmak için ilk etapta Türkiye aracılığıyla bölgeye giriş yapmıştır. Türkiye’nin Batılı dostları tarafından tercih edilmesindeki en önemli sebep ise NATO’ya üye, AB’ye aday ve KEİT’nin kurucusu olması gösterilebilir. Türkiye’nin Batı karşısındaki müspet tutumu bölgeye karşı yapmış olduğu işlerde Batı’nın desteğini almasını sağlamıştır.

Güney Kafkasya’nın kritik ülkesi olan Gürcistan, bağımsızlığına kavuşmasıyla beraber pozisyonunu Rusya yanında değil Atlantikçilerin yani Amerika’nın yanında yer almıştır. Daha doğrusu Güney Kafkasya’da yer alan üç devletten ikisinin (Gürcistan-Azerbaycan) ülkelerindeki Sovyet nüfuzunu azaltma girişimleri ve bu düşünceyi Amerika’ya yakınlaşarak yapmaya çalışmışlardır. Azerbaycan’ın dengeleyici tutumuna karşılık Gürcistan’ın tamamen Atlantikçi tutumu Moskova’yı tahrik etmiştir.

11 Eylül 2001’de Amerika’da gerçekleşen terör saldırısı sonrası dünya üzerinde cadı avına çıkan ABD, soğuk savaş sonrası özellikle Güney Kafkasya’da meydana gelen güç boşluğunu doldurmak için terör ve terörle mücadele kapsamında bölge ülkelerine yerleşmiştir. ABD’nin çevreleme politikalarına daha fazla dayanamayan Rusya, somut olarak Ağustos 2008’de Gürcistan’a müdahalede bulunarak özelde Gürcistan’a genelde ise Atlantikçi düzene gerekli mesajı vermiş ve çevreleme politikalarına göz yummayacağını alenen belirtmiştir.

SSCB’nin varisi olan Rusya; ABD-AB-NATO’nun eski Sovyet coğrafyasında hususiyetle Güney Kafkasya bölgesinde ve Orta Asya’da elini kolu sallayarak gezemeyeceklerini üç stratejik hamle ile belirtmiştir. İlk olarak Şanghay Örgütü ile Çok Kutupluluk hipotezini ortaya atarak, bu değişime karşı çıkmıştır. İkinci hamlede Moskova, güçler dengesini bozduğu gerekçesi ile Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliğini kabul etmeyeceğini deklare etmiştir. Son olarak ise dondurulmuş çatışma bölgelerinin yeniden ısıtılıp gündeme getirilmesi (2008 Rus-Gürcü Savaşı) olmuştur.

Sonuç olarak Gürcistan yıpranmıştır. Kendi iç sorunları ile baş başa olan ve 2008’de Rusya ile yaşadığı savaş akabinde kendisine bağlı olan Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsız birer devlet olmaları Avro-Atlantik Dünyası’nın Gürcistan’a karşı daha ihtiyatlı olmasını sağlamış ve yeni alternatifler oluşturmaya çalışmıştır. Alternatif olarak Ermenistan’ın daha uygun olması ABD tarafından Türkiye ve Azerbaycan’a baskı yapılmasını sağlamıştır. Baskı konusunda temkinli olan ABD, bölgedeki değerli iki müttefikini kaybetmek istememektedir. Gelecekte Ermenistan tarafının haksız şekilde işgal altında tuttuğu Dağlık Karabağ’ı bırakması ve Türkiye’ye karşı yürütülen kara propagandaların son bulması sonrası taraflar ancak o zaman masaya oturur ve gerekli görüşmeler yapılacaktır.

Selçuk ÖZÇELİK, Giresun Üniversitesi/ Uluslararası İlişkiler Bölümü

DİPNOTLAR

[1] Ömür Çelikdönmez, “Güney Kafkasya’da Amerika ve Rusya’nın üs savaşı!”, http://www.kafkassam.com/guney-kafkasyada-amerika-ve-rusyanin-us-savasi.html

[2] Göktürk Tüysüzoğlu, “Türkiye-Gürcistan İlişkileri”, (Der.)Pınar Yürür, Arda Özkan, Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Komşu Siyaseti, Ankara: Detay Yayıncılık, s.132

[3] Ömür Çelik, “Kafkaslardan Fars Körfezine Türkiye İran Rekabeti”, http://www.kafkassam.com/kafkaslardan-fars-korfezine-turkiye-iran-rekabeti.html

[4] Elnur CEMİLLİ, ABD’NİN GÜNEY KAFKASYA POLİTİKASI, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, s.20

[5] Fırat Karabayram, Güney Kafkasya Jeopolitiğinde Rusya Gerçeği, İstanbul: IQ Kültür ve Sanat Yayıncılık, s.88

[6] Zbigniew Brzezinski, BÜYÜK SATRANÇ TAHTASI…, s.178

[7] Fırat Karabayram, Güney Kafkasya Jeopolitiğinde Rusya Gerçeği… , s.137

[8] Fırat Karabayram, Güney Kafkasya Jeopolitiğinde Rusya Gerçeği… , s.171

[9] Fırat Karabayram, Güney Kafkasya Jeopolitiğinde Rusya Gerçeği… , s.187

[10] Fırat Karabayram, Güney Kafkasya Jeopolitiğinde Rusya Gerçeği… , s.201

[11] Fırat Karabayram, Güney Kafkasya Jeopolitiğinde Rusya Gerçeği… , s.212

[12] Kamil Ağacan,”Gürcistan: Çok Milletli Yapıda Devlet İnşa Sürecinin Öyküsü”, (Der.) Cavid Veliev, Araz Aslanlı, GÜNEY KAFKASYA Toprak Bütünlüğü, Jeopolitik Mücadeleler ve Enerji, Ankara: Berikan Yayıncılık, s.88

KAYNAKÇA

1 Şen, Levent. TÜRKİYE VE GÜNEY KAFKASYA GERÇEĞİ, Ankara: Ürün Yayıncılık, 2008

2 Brzezinski, Zbigniew. Büyük Satranç Tahtası, İstanbul: İnkılap Yayıncılık, 2015

3 (Der.) Veliev, Cavid ve Aslanlı, Araz. GÜNEY KAFKASYA Toprak Bütünlüğü, Jeopolitik Mücadeleler ve Enerji, Ankara: Berikan Yayıncılık, 2011

4 Karabayram, Fırat. GÜNEY KAFKASYA JEOPOLİTİĞİNDE RUSYA GERÇEĞİ, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2011

5 Cemilli, Elnur. ABD’NİN GÜNEY KAFKASYA POLİTİKASI, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2007

6 Engdahl, F.William. KÜRESEL TAM HÂKİMİYET, İstanbul: Bilim Gönül Yayıncılık, 2009

7 “Kafkaslar’dan Fars Körfezine Türkiye İran Rekabeti!”, http://www.kafkassam.com/kafkaslardan-fars-korfezine-turkiye-iran-rekabeti.html

8 “Güney Kafkasya’da Amerika ve Rusya’nın üs savaşı!”, http://www.kafkassam.com/guney-kafkasyada-amerika-ve-rusyanin-us-savasi.html

9 “Kafkasya Türkiye’nin Kalbidir” , http://www.kafkassam.com/kafkasya-turkiyenin-kalbidir.html

SİYASİ DOSYA : Siyasette Bireyin Rolü


Siyasette Bireyin Rolü

Geçmişten günümüze bireylerin siyasi yaşama dahil oluş süreçleri oldukça sancılı geçmiştir. Kimlerin siyasi yapıya dahil olacağı, kimlerin bu yapının dışında tutulması gerektiği, hangi ayrıcalıkların katılma hakkı verdiği, katılamayanların niçin katılamadığı, cinsiyetin bu ayrımdaki rolü, katılan/katılamayan ayrımının ne derece doğru olduğu gibi sorular o dönemden beri süregelen sorulardır. Peki bu siyasi yapı neydi ve bu yapıya katılmak niçin ayrıcalık gerektiriyordu? Bu incelemenin açıklığa kavuşması için Roma Uygarlığı’nı ele almak yerindedir.

Var olduğu süre içinde cumhuriyet, cumhuriyetten imparatorluğa ve imparatorluk dönemlerine tanık olan Roma bu incelemede bize yardımcı olacaktır. Dönemine adını veren Roma, İÖ 753 yılında kurulmuştur. Başlangıçta hayvancılıkla uğraşan Roma halkı klan ortaklığı üzerinde kurulmuştur. Aile üzerinde mutlak hakimiyete sahip olan babanın sözü geçerdi ve bu durum patria potestas olarak adlandırılırdı. Çiçero’nun devlet anlayışında da bunu görmek mümkündür. Çiçero, ticaret ilişkileri, aile üyeleriyle babanın ilişkisini de Yunan Uygarlığı’ndan farklı olarak devletin içine kabul eder. O’na göre baba, sahip olduğu her şey üzerinde mutlak bir tasarruf hakkında sahiptir, babanın yetkisine karışılmaz çünkü ailenin ortak iyisini bilen kişi babadır.

Yönetim şeklinin belirlenmesi ve siyasal otoritenin kurulması Roma’da patrici ve pleb ayrımından ileri gelir. Patriciler toplumun yapısını oluşturan klanların başı ve onların soyundan gelenlerden oluşurken daha sonra doğduğu andan itibaren soylu olmak olarak nitelendirilecektir. Klan başı olan patriciler klanın geri kalanı üzerinde otorite sahibi olarak ayrıcalıklı bir konuma yükselecektir. Bu durum hiç kuşkusuz yöneten/yönetilen ayrımı kendini gösterecek ve toplumsal ayrışmaya neden olduğu gibi ileriki zamanlarda da bu ayrımdan kaynaklı huzursuzlukları da beraberinde getirecektir. Uygarlığın temel ekonomik yapısını oluşturan çiftçilik ile uğraşan çiftçiler ve küçük ticaretle ilgilenen plebler Roma boyunduruğu altındaki halklardan oluşur. Roma’da ikinci sınıf davranışlara maruz kalan plebler, siyasi haklardan yoksun kalır ve devletin üst kademelerinde yer alamazlardı.

Roma Uygarlığı’nın ilk yönetim biçimi krallık idi. Comita curiata tarafından ilan edilip meşruluğa kavuşan kral, kral ilan edildiği andan itibaren başyargıç olarak siyasi, başrahip olarak dinsel ve başkomutan olarak askeri alanlarda kullanabileceği ilahi bir yetkiye sahip olurdu. Comita curiata kralın iktidarını oluşturan ve Roma’nın eski zamanlarından kalıp o günlere gelen bir kuruluştu. Savaş ve barış durumlarında , yeni klanların katılımında söz sahibi idi. Bir diğer meclis klanların başkanlarından oluşan ve kralın danışma meclisi olan Senato idi. Bu iki mecliste de pleblerin oy hakkı bulunmuyordu. Bu meclisler cumhuriyet döneminde de varlığını sürdürmüş hatta bunlara ek olarak pleblerin de temsil edildiği Concilium Plebis adında bir halk meclisi de yönetimdeki yerini almıştır. Peki başlangıçta yönetimde söz sahibi olmayan plebler nasıl oldu da bu hakkı edinebildi?

Patricilerin klan başkanı olmasının yanı sıra Senato’da görev almaları ayrıcalıklı konumlarını daha da belirginleştirmiş, pleblerle arasındaki uçurumu derinleştirmiştir. Bu derinlik pleblerin gözünden elbette ki kaçmamış, siyasal hakkı olmayan plebleri, bu ayrıcalıklara isyan etmenin eşiğine getirmiştir.

İÖ 494 ve 342 yılları arasında birkaç kez isyan eden plebler , çekildikleri yerde ordugah kuruyorlardı. Pleblerin bu isyanları meyvesini verdi ve plebler de artık kendi meclisleriyle yönetimde söz sahibi oldular. Böylece yönetim sadece soyluların yapabileceği bir iş olarak tanımlanmaktan çıktı ve halk da yönetim üzerindeki etkisinin artırdı. Patrici ve plebler arasındaki bu çekişmenin Roma’da Cumhuriyet döneminin temel dinamiğini oluşturduğu kabul edilir. Zaten topluluklar birleşerek köyleri, köyler birleşerek şehirleri oluştururken bu oluşumun başını çeken biri ya da birileri ve bu otoriteye tabii olan bir topluluk yok mudur? Bütün bu yöneten/yönetilen ayrımı da bununla başlamıyor mu? Düzenlerini kuran topluluk üyeleri bu ayrımın farkına varıp kendilerinin de yönetme hakkına sahip olduğunu düşünerek isyan etmiyor mu? Roma’da da durum aynen böyle işlemiş ve bu isyanlar, halka yönetimde söz sahibi olmanın kapılarını açmıştır.

Plebler, verdikleri mücadele sonucu yönetimdeki etkilerini daha da artırmışlardı. Olağanüstü dönemlerde Senato kararı ve konsüllerce altı aylığına atanan diktatörlüğün yolu pleblere de açılmıştır. Bir de Pleblerin yönetimde yer alışının Çiçero açısından nasıl değerlendirildiğine bakalım.

Çiçero’ya göre devlet rastgele oluşmuş bir toplum halinden ibaret değildir. Devleti oluşturan toplum hukuksal bağlarla bir araya gelmiş, birbiriyle uyumlu ve ortak yararı/iyiyi gözeten insan topluluğudur. Toplumu bir araya getiren bu bağ onlara yurttaşlık vasfı kazandırır. Roma’da yurttaşlık ise değişen yasalara göre inşa edilirdi çünkü değişen her yönetim biçimi yeni yasaları beraberinde getirirken yurttaşlık da yeniden tanımlanıyordu. Çiçero yönetim biçimi olarak aristokrasiyi uygun görmüş diğer yandan halkın özel mülkiyetini tanıyarak ve kamusal alanda varlığını kabul ederek demokratik bir yol çizmiştir. Aristokrasiyi uygun görmüş olmasından anlayabileceğimiz üzere Çiçero, pleblerin yönetime katılma yanlısı değildir. O’na göre yönetim işini yapacak kişilerin eğitimi oldukça önemlidir ve bu iş sıradan, eğitimsiz insanların yapabileceği bir iş değildir. Platon’un devlet yönetimindeki iki temel ilkesini sahiplenen Çiçero için ; istikrar ve yöneticilerin eğitimi çok önemlidir.

Roma emperyal politikasıyla siyasi çalkantıları da beraberinde getirdi. Topraklarla birlikte sahip olduğu insanların yurttaş olup olmayacağı, olmayacaksa hangi sınıfa mensup olacağı meçhuldü. Genişleye topraklar beraberinde zenginliği getirirken sınıf ayrımını derinleştirmiştir. Bu derinleşme cumhuriyet krizine zemin hazırlamıştır.

Genişleyen Roma’da yöneticiler bu geniş imparatorluğu yönetirken zorlanmaya başladılar. Alınan topraklardaki insanlara da yurttaşlık hakkının verilmesi yurttaş sayısını arttırırken yönetime katılımlarda çeşitli zorlukları beraberinde getirdi. Artık cumhuriyetle değil de imparatorlukla yönetilmeye başlayan Roma’da siyasal düzen iyice bozulmaya başlamıştı. Siyasal yapıdaki bu çözülme Roma’yı Doğu Roma ve Batı Roma olarak ikiye böldü. Batı Roma 476 yılında yıkıldı. Doğu Roma 1453 yılında tarihe derin bir iz bırakarak Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları arasındaki yerini aldı.

Roma İmparatorluğu’nda da görüldüğü üzere sınıf temelli toplumsal yapı pleblerin karışı çıkışlarıyla aşılmak istenmiş fakat sınıf ayrımı ortadan kalkmamıştır. Peki temellerini ilk uygarlıklardan alan ve sınıf ayrımı, sınıf ayrımına maruz kalanların siyasi yaşama dahil oluşunda nasıl bir rol oynamıştır? Zenginlik ve soy ,her zaman sınıf ayrımlarının temel nedeni olmuştur ki Çiçero’ya göre de böyle olmalıdır, herkes ait olduğu yerde kalmalıdır ki toplumun huzuru bozulmasın , iç karışıklıklar yaşanmasın. Tarihe bakarsak bu pek mümkün olmamıştır. İsyan edenler her daim var olmuş, sınıf ayrımı ortadan kalkmamıştır. Klasik bir örnek olmakla beraber Aydınlanma Çağı, gelişen öğrenme olanakları deyim yerindeyse insanların gözünü açmış Fransa’da burjuva hakimiyetine baş kaldıran bir topluluğun belirmesine yol açmıştır. Baş kaldıran bu toplumun yaptığı ihtilal, sınıf ayrımına maruz kalan diğer tüm ülkelerdeki insanlara örnek olmuştur. Hızla yayılan milliyetçilik akımı çok uluslu yapıların parçalanmasına sebep oldu ve demokrasi, Batı medeniyetinin vazgeçilmezi haline geldi. Adeta medeni olmanın koşuluymuş gibi hissettirildi. Peki demokrasinin yayılması bu sınıf ayrımını ortadan kaldırdı mı?

Önceleri belirli miktarda mülk sahibi olan her erkek yönetimde şu ya da bu şekilde söz sahibi olabiliyordu. Buna ilk karşı çıkış söz sahibi olabilmek ile mülk sahibi olabilmek arasındaki bağlantıdan ileri geliyordu. Zenginliğin bu hakkı da beraberinde getirmediği, bu hakkın zaten ister zengin olsun ister olmasın her erkeğe tanınması gerektiği yönünde bir karşı çıkış vardı. Zamanla bu istek siyasal yapıya dahil olabilmenin boyutuyla ilgiliydi. Yani insanlar göstermelik bir şekilde değil, kararlara müdahil olabilecek bir şekilde söz sahibi olmak istiyordu. Hakların genişletilmesine yönelik istekler elbette kısa sürede yerini bulmadı. Kimi yönetim biçimleri bu isteklere daha elverişli iken kimi yönetim biçimleri ,yönetimin tek elde mutlak bir şekilde var olduğu biçimler, tanınması istenen bu hakların yöneticinin haklarını kısıtlayacağı bilinciyle bu isteklere duyarsız kalmışlardır. İsteklerin hızla yayıldığı ve artık duyarsız kalınamayacağının anlaşıldığı durumlarda yöneticiler kısmi hakları tanımışlardır. Örneğin; 1215 Magna Carta, Avrupa tarihinde ilk kez bir kralın yetkilerini sınırlandırırken kral ile halk arasında var olan hakları belirttiği için bir “anayasa” niteliği taşımakta idi. Avrupa’daki ilk demokratik hareket olan Magna Carta, haklarının daha belirgin şekillerde tanınmasını isteyen kitlelerin bunu başarabildiklerinin kanıtı olmuş, hiç şüphesiz bu uğurda çabalayanlara umut ışığı olmuştur. Demokrasinin gelişi ancak 1787 Amerika Anayasası ve 1789’da Fransa’da ilan edilen Yurttaş ve İnsan Hakları Beyannamesi ile gerçekleşebildi. Fransız Devrimi’ne giden yolda temel teşkil eden bu bildiri, insanları eşit yaşamaları ve eşit haklara sahip olduğu fikrinden hareket eder. Toplumsal cinsiyet, erkeği siyasete uygun görürken ve tüm bu gelişmeler daha fazla erkeğin söz sahibi olması için yapılırken sıra ne zaman kadınlara geldi?Kadınların ezilmesi, ikinci planda tutulması tarih boyunca tüm toplumlarda var olan bir durumdur. Kadınlara sergilenen bu tutumun sebebi ilk günahla ilişkilendirilmiş ve kadının aşağılık bir biçimde tanımlanmasına sebep olmuştur. Bu tutuma ilk başkaldırı 17. ve 18. Yüzyıllarda ortaya çıkmıştır. Bu dönemlerde burjuvazinin başını çektiği eşitlik ve özgürlük mücadeleleri sonucunda tanımlanan anlayışa göre herkes eşitti. Kadınların nu eşitliğin dışında tutuluşunun farkına varılması 19.yüzyılda gerçekleşti ve feminizm bu dönemde kitlesel bir hareket haline geldi. Bu uğraşta yoğun çabalar sarf eden kadınlar mücadeleleri sonucunda elde ettikleri kısmi hakların da üzerinde erkeklerle eşit haklara sahip olmak için hareketlerine yoğunluk vermişlerdir. Yaşanan Birinci Dünya Savaşı, erkekleri cepheye sürerken kadınların üretimde yer almasına sebep olmuş ve kadınlar erkekler gibi çalışabildiklerini de kanıtlayarak daha fazla hak istemişlerdir. Bu çabaların sonunda 20. yüzyıla gelindiğinde kadınlara oy hakkı tanınmaya başlanmış ve kadınlar da siyasi yapı üzerinde söz sahibi olmaya başlamışlardır.

Demokrasi, tüm vatandaşların devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimi olduğu halde demokrasinin bir ülkenin yönetim biçimi olduğu anda tüm vatandaşlara tanınan, yönetimde eşit bir şekilde söz sahibi olma hakkının başta kadınlar olmak üzere eşit bir şekilde dağıtılmadığını görürüz. Aydınlanma döneminden sonra haklarına sahip çıkmaya çalışan kitle büyük uğraşlar vermiş, kısmi olsa da bu haklarını elde etmeyi, yönetimde etkin olan gücün yetkilerini sınırlamaya başlamışlardır. Günümüzde ise hala sınıf kavramı konumunu korumakta ve az gelişmiş ülkelerde tam demokratikleşme sağlanamamıştır. Daha geçtiğimiz haftalarda Suudi Arabistan’da yapılan seçilerde kadınlar ilk defa aday ve seçmen oldu. Görüldüğü üzere demokrasinin varlığı tanınan hakların eşit olarak dağıtılması için yeterli olmuyor. Bireyin siyasette etkin rol oynamakta zorlandığı ülkelerin varlığı mevcutken ve Suudi Arabistan’da kadınlara seçme seçilme hakkının bu kadar geç verilmesi tam anlamıyla herkesin eşit haklara sahip olmadığının açık bir kanıtı olsa gerek.

Stoacılıktan etkilenen Çiçero, her yurttaşın kendi hak ettiği yerde bulunması gerektiğini çünkü herkesin değerinin farklı olduğu görüşüne sahiptir. Eğer her yurttaş kendi hak ettiği yerde bulunursa değişim için bir neden olmayacaktır böylece istikrar sağlanacak , halk mutlu ve huzurlu bir yaşam sürebilecektir. Stoa felsefesi mutluluğun, bireyin tanrısal yazgısını kabullenip ona boyun eğmesine eşitlemiştir böylece toplum, var olan yapısını değiştirme çabası içine girmeyecek var olan yönetim istikrarlı bir şekilde kendini idame ettirecektir. Var olan yapının istikrarının önemini vurgulayan Çiçero , herkeste var olan aklı eşitsiz kullanmaktaki eşitsizliği kabul etmekte ve bu eşitsizlikten kaynaklanan siyasal ve sosyal eşitsizlikleri doğaya uygun kabul eder. Doğada var olan hukuk en üstün hukuktur ve herkesin tabii olması gereken bu hukuk adaleti bizzat kendisi tesis eder.

2010 yılında Arap dünyasında başlayan başkaldırış, Çiçero’nun ve Stoa felsefesinin savunduğu görüşün aksine, toplumun var olan yapıyı eşitsiz bulduğu takdirde bu yapıya boyun eğmeyeceği ve üzerinde bulunduğu coğrafyayı derinden etkileyecek direnişlerle içine bulunduğu yapıyı değiştirmeye çalışabileceğinin açık bir göstergesidir. Siyasi yapıdan, ekonomik zorluklardan, eşitsizliklerden bıkan halk, var olduğu öne sürülen yazgısına boyun eğmek yerine bunun bir yazgı olmadığını, iktidardaki yönetimin bir dayatması olduğunu fark etmiş ve bunu değiştirmek için protestolarla başladığı eylemlerini bugün silahlı eylemlerle devam ettirmektedir.

Görüldüğü üzere değişen siyasi, ekonomik, sosyal yapılar kitlelere bulundukları durumlardan daha iyi durumlara gelebileceğini göstermiş ve devletlerin var olduğu tarihten bu yana kitleler siyasi yapıların kararları üzerinde söz sahibi olma yolunda çeşitli mücadeleler vermiş, vermeye de devam ediyor. Birey, doğal bir hak olarak topraklarında yaşadığı siyasi yapının , yine o topraklar üzerinde yaşayanları ilgilendirecek olan kararları verme aşamasında söz sahibi olmak istemekte, verilmiş veya verilecek olan bu hakkın sürekliliğini hatta mümkün olacağı takdirde daha da fazlasını istemektedir. Kitleler aklı kullanmanın eşitsizliğinden değil, herkeste var olan aklın eşitliğinden yola çıkar. Akıl herkeste vardır ve herkes aklını kullanma yetisiyle dünyaya gelmiştir. Bu yüzden herkes akıl yoluyla kendi doğrusunu bulabilir var olan yanlışları, eşitsizlikleri fark edebilir hatta bunlara olabildiğince müdahale edebilir. Herkesin doğuştan belli bir kadere sahip olduğu ve bu kadere boyun eğmesi gerektiğinin savunan Stoacı görüş, değişen dünya sistemi üzerindeki etkisini kaybetmiş, herkesin var olan eşitsizliklere karşı mücadeleye giriştiği, bu uğurda can kayıplarının dahi yaşandığı bir akıma yerini bırakmıştır. Çiçero’nun savunduğunun aksine kimse hak ettiği düşünülen konumda durmuyor, hak ettiğini düşündüğü konum için herkes birtakım mücadeleler veriyor.

Ülkemizde 2013 yılında yaşanan Gezi Parkı olayları ağaçların kesilişine karşı bir tepki olarak başlıyor görünse bile arka planında yönetimden duyulan rahatsızlık, yönetime gerekli karşı çıkış tavırları sergileyemeyen muhalefet partilerine tepki, basının yansız olmayışından duyulan rahatsızlık vardı. Bu memnuniyetsizlik toplumun belirli bir kısmıyla ilgili değildi. Basına yansıyan karelerde görüldüğü üzere farklı görüşlerden pek çok insan bu direnişi beraber gerçekleştirmiş aynı saflarda yer almış, yan yana iken ellerinde kendi partilerine ait bayrakları tutabilmiştir. Toplumun büyük kısmının katılımıyla gerçekleşen eylemler, sorunun sadece bir bölüme ait olmadığını, ülkemiz topraklarında yaşayan herkesin ortak sorunlarının dile getirilişi olması bakımında Türkiye tarihi için oldukça önemli bir başkaldırıştır. Gerek halkın gerekse sivil toplum kuruluşlarının desteğini alan bu direniş sert tepkiyle karşılaşmış bu tepkiler sonucu hayatını kaybedenlerin bile olduğu bir utanç tablosu haline gelmiştir.

Muhalefet partileri, iktidar partilerinin yanlışlarının belirtilmesi ve hataların onarılması, farklı tabanların mecliste varlığı ve temsili için oldukça önemidir. Ülkemizde görevlerinin gereğini yerine getirmeyen veya baskılar yüzünden yerine getiremeyen muhalefet partilerinin yok sayılması halkın dikkatinden kaçmamış, ülkenin bir diktatör tarafından yönetildiği izlenimi yaratmıştır. Seslerini duyuramadıklarını, yok sayıldıklarını, önemsenmediklerini düşünen kitleler birleşerek aslında var olduklarını göstermiş, seslerini duyurmuş ve böyle düşünenlerin yalnızca kendileri olmadığını arkalarında onlar gibi düşünen yüz binlerce insan olduğunu göstermiş büyük kitleleri de arkalarına alarak inanılmaz bir direnişin örneği olmuşlardır. Farklı dinlerden pek çok insan aynı sorun etrafında birlik olmuş, anlamak isteyene çok derin bir mesaj vermiştir aslında. Devletin salt çıkarlar ve ortak amaçlar üzerine değil hukuk bağları üzerine oturtulmasını savunan Çiçero’nun bu görüşünden hareketle aslında kitlelerin, yönetimde olanların kendi çıkarlarını gözetmelerine ve geride kalanları görmezden gelmelerine tepki olarak toplanmalarını düşünsel bir temele oturtmak ve kitlelerin direnişlerine anlam getirmek mümkün. Aynı şekilde toplum , Çiçero gibi, otoritenin güç yerine hukuk üzerine temellenmesini ve hukuk ile bezenen bu otoritenin halkın gücü olması gerektiğini savunmuş, devletin şiddeti meşrulaştıran bir aygıt oluşuna tepkisini belli etmiştir. Halk, kendini emanet ettiği yönetimin ortak çıkarları savunmasını, iktidarda olmanın verdiği gücü yönetenlerin kendi çıkarlarını gözetmek içi değil halkın ortak çıkarlarını gözetmek için kullanmasını ister. Çiçero’nun belirttiği üzere cumhuriyet/devlet, kişilerin bir halk oluşturması, bir hukuk/adalet fikrine göre anlaşma içinde olmalarıyla mümkündür bu nedenle halk cumhuriyetin/devletin güvenliğinin vazgeçilmez bir unsurudur. Halkın her kesiminin çıkarlarının gözetilmesi, ortak iyinin gözetilmesi ve alınan kararların o topraklar üzerinde yaşayanlara danışılması yönetimin başlıca görevleri arasında yer alır. Halkın güvenini kazanamayan hükümetlerin istikrarı tehlike altında demektir.

Görüldüğü üzere gerek Ortadoğu olsun gerek Türkiye Cumhuriyeti olsun, kitleler belirli bir notadan sonra patlama eşiğine gelir ve olacakların önüne hiçbir şiddet tekeli geçemez. Bu patlama ister kendini ateşe veren pazardaki bir satıcı olsun gerekse ağaçların sökülmesine tepki gösteren bir grup olsun. Bu tür olayların arka planında yönetimden duyulan bir memnuniyetsizlik bir dışlanmışlık varsa, bir ya da birkaç kişiyle başlayan bu olayların önüne devletin meşru şiddet organları bile geçemez. Bugün Suriye’de olduğu gibi Arap Baharı ile başlayan olaylar silsilesi bir iç savaşı da beraberinde getirmiştir. Öyle ki rejim karşıtı hareketler güç kazanmış, muhalif güçlerle rejim güçleri arasında çıkan çatışmalar şehirleri yaşanmayacak hale getirmiştir. Şehirlerini evlerini terk etmek zorunda kalan milyonlarca insan ,başta Türkiye olmak üzere, çeşitli ülkelere sığınmışlardır. Çiçero için yasa ve hak eşitliği hem tüm yurttaşların eşitliğinin sağlanmasında hem de siyasal toplumun bir arada tutulmasında önemli unsurdur. Eşitliğin olmadığını düşünen, önemsenmediğini hisseden halk yığınlarının başlattığı hareketlerin kitlesel boyut kazanması olayın öneminin anlaşılması ve eşitsizliğin kaynağı olarak işaret edilen yapılanmaları önüne geçilmesi açısından farklı şekillerde verilen bu tür mesajlar oldukça önem arz eder. Bireyin bu tür karşı çıkışlarla siyasi yaşamda elde etmeye çalıştığı rol, kendinde olması gerektiğini düşündüğü roldür yani onun hakkıdır. Peki bu haklar zaten bireyde olması gereken haklarsa niçin başkaları tarafından bireylere verilir? Bireyin siyasetteki rolünü kim belirler?

Başkan, kral, imparator, iktidar partisi vs yönetme işinin başında kim varsa bireyin siyasetteki rolünü bu kişiler veya kurumların belirlediği görüşü yaygındır. Yapılan, düzenlenen anayasalar veya yasalar bireyin siyasetteki rolünü belirler ve bu anayasalar veya yasalar, yönetimde olan kişilerin veya kurumların kontrolünden geçerek son elde yönetim biçiminin ne olduğuna bağlı olarak değişik kurumlarca onaylanarak yürürlüğe girer. Buradan hareketle bireyin siyasetteki rolü siyasilerce belirli bir çerçeveye oturtulmuş, onaylanan yasalarla da resmileşmiş olur. Kendisine uygun görülen bu rolü yeterli bulmayan bireyler temsil edildikleri partilerin veya kuruluşların aracılığıyla bu memnuniyetsizliklerini dile getirerek sorunlarına uygun şekillerde çare bulmaya çalışır.

Görmezden/duymazdan gelinen, umursanmayan kitleler protestolarla, mitinglerle işleri biraz daha ilerleterek yaptıkları eylemlerin basın organları yoluyla yönetimdekilere ulaşmasını ister. Hiçbir şekilde sorunlarına çözüm bulamayanlar ise ülkemizde olduğu gibi alakasız görünen bir olayın arkasında bunca zaman yok sayılmanın, umursanmamanın öfkesini taşır ve en müsait ortamda/durumda beklenmeyecek patlamaların meydana gelmesine sebep olabilir. Artık Çiçero’nun aksine kitleler oldukları yerde kalmak itemiyor, eşitsizliğe tahammül edemiyor hale geliyor ve bu da kitlesel halk hareketlerini de beraberinde getiriyor. Çiçero, halkın yöneticilerinin seçimle iş başına gelmesi fikrinde sonuna kadar haklı olmakla birlikte en iyi yurttaşların seçim yapması gerektiğini belirterek büyük bir eşitsizliği de bu savının arkasına yerleştirmektedir.

Yaşanan devrim niteliğindeki halk ayaklanmalarından, silahlı direnişlerden, ideolojik savaşımlardan da anlaşılacağı üzere bireyler değişen dünya ile birlikte ellerinde tutabilecekleri en adil ve en eşit şartlarda siyasi hayatta rol almak istiyor ve yok sayılmaya tahammül edemiyor. Elbette Çiçero’nun Roma Cumhuriyeti döneminde ortaya attığı fikirlerin günümüzde de tamamen yol gösterici olduğunu söylemek, böyle bir iddiada bulunmak anlamsız olacaktır. Bir siyaset adamı olan Çiçero elbette yöneticileri üstün tutacak ve yöneticileri seçme rolünü herkese bahşetmeyecektir. Fakat yöneticilerin seçim yoluyla başa gelmesi gerektiğini savunması da göz ardı edilebilecek bir şey değildir.

Var olduğu düşünülen hiçbir eşitsiz durum karşısında sessiz kalmayacağını insanoğlu devletin kurulduğu ilk zamanlardan belli etmiştir. Pleblerin ayaklanması, On İki Levha Yasası, Magna Carta, Boston Tea Party , Fransız Devrimi gibi yerel ve küresel çapta kimi olaylar bireyin dahil olmak istedikleri siyasi yaşama ulaşma yolunda birer adımdı. Her adım kendinden sonra gelecek olan olayların önünü açtı, her olayın sonucu kendinden sonra gelecek olayın nedenlerinden oldu. Bireyin siyasi yaşamda olmak için verdiği çabaların hepsi bir sonraki için deneyim oldu. Eskiye kıyasla bireyin haklarının peşine düştüğü ve eski konumundan ,siyasi olarak, daha iyi yerlerde olduğunu söylerken gelişimleri büyük devletlere oranla daha yavaş gerçekleşen devletlerin varlığını da göz önünde bulundurmalıyız.

Bireyin, siyasetteki rolü tarihin sahnelerinde farklı zamanlarda, farklı topraklarda, farklı kişilerce kimi zaman isyanlar veya devrimler sonucunda kimi zaman ise demokratik yollarla değişiklik göstermiştir. Kendisini ve yaşadığı toprakları ilgilendiren kararların alınması aşamasında yok sayılmayı kabullenemeyen birey, ülkemizde ve Ortadoğu’da olduğu gibi tepkisini, isyanını, direnişini bir şekilde gün yüzüne çıkaracak ve bu uğurda verdiği mücadeleler tarihteki yerini alırken umudumuz Çiçero’nun herkese eşit olarak verildiğini ifade ettiği aklın, yöneticilerce kendi çıkarları için değil, yönetilen topraklarda yaşayanların çıkarlarını esas alarak kullanmasıdır.

İrem DEĞERTEKİN, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü

ATATÜRK VE TÜRK MİLLİYETÇİLERİ DOSYASI : Her Kurtuluş Yenid en Diriliştir


1

Yeni bir sayfa açılsın diyoruz… Uzlaşalım diyoruz… Hatalardan ders çıkarılsın diyoruz… Atatürk ve Cumhuriyet ile kavga bırakılsın diyoruz…

Biz ne dersek diyelim yok arkadaş! Bazı şeyler hiç değişmiyor.

Her açıklamasıyla Atatürk’e ve laikliğe dil uzatmayı gelenek haline getiren Meclis başkanı İsmail Kahraman’a göre kurtuluşlar değil fetihler kutlanırmış.

Kısacası diyor ki milli bayramları kutlamayalım, sadece İstanbul’un fethini kutlayalım,

Cumhuriyet’i yok sayıp Osmanlı’yı kutsayalım… Gelecek kuşaklar kurtuluş savaşını önemsiz bir dönem olarak görsün, Atatürk’ü bilmesin Osmanlı ile övünsün.

Adamın zihniyeti, tarihe bakışı bu… Hayalinde kurtuluş savaşının yok sayıldığı Osmanlıcı bir Türkiye var.

Bu tüm Osmanlıcılara özgü bir durum… Sözde biz Osmanlı torunuyuz derler, vıcık vıcık ecdat sömürücülüğü yaparlar ama Kanuni’nin oğlunu boğdurttuğunu 450 yıl sonra bir TV dizisinden öğrendiler.

Bizim Osmanlıcıların bilmediği sadece Osmanlı değil… Kelime bilgileri de zayıf. Konuşurken kullandıkları kelimelerin anlamını bile bilmiyorlar.

Fetih nedir? Ne anlama gelir?

Kurtuluş nedir? Neye kurtuluş denir?

Bu soruları sorsanız net ve doğru cevap verebilecek tek bir ecdat sömürücülüğü yapan Osmanlıcı bulamazsınız.

Anca ben Osmanlı torunuyum… Benim atalarım şöyle kahramandı böyle evliyaydı içi boş laflar. Başka bir şey bildikleri yok.

Fetih nedir diye sorsanız ‘’Atalarım fetihlerle İslamı yaymış’’ derler. İsmail Kahraman’ın fetihleri kurtuluştan daha önemli görmesinin nedeni de bu…

Adına ne derseniz deyin hiçbir fetih, bir milletin kurtuluş savaşından daha kutsal değildir.

Çünkü fetih, emperyalist bir eylemdir. Başkasının toprağını ele geçirmektir. Senin olmayan bir yeri silah zoruyla sahiplenmektir.

Kurtuluş ise vatanını işgal etmek isteyenlere karşı toprağını, bayrağını, dinini, namusunu savunmaktır. Antiemperyalist bir eylemdir.

Şimdi sormak lazım. İnsani değerler açısından değerlendirirsek hangisi kutsal?

Senin olmayan bir toprağı silah zoruyla ele geçirmek mi? Yoksa vatanını işgal edenlere karşı vatanını, namusunu savunmak mı?

Fetihler anılır, kurtuluşlar ‘’ben esirdim kurtuldum’’ demektir acziyet ifadesidir diyen İsmail Kahraman’a bir hatırlatma yapmak istiyorum.

Eğer acziyet ifadesidir dediğiniz kurtuluş savaşı olmasaydı bugün siz Türkiye Cumhuriyeti’ nin meclis başkanı olarak o koltukta oturamazdınız.

En iyi ihtimalle bir sömürge valisi olurdunuz. O makamda da ne kadar kalabilirdiniz Allah bilir!

Ha şunu da hatırlatmakta fayda var.

Söylediğiniz gibi kurtuluş esaretten kurtulmak ise ki bu doğrudur. Bu millete esareti yaşatan kişi Atatürk değil yüzyıllar boyunca yanlış politikalarla devleti yöneten Osmanlı padişahlarıdır

Bir zamanlar 3 kıtaya hükmeden imparatorluk, basiretsiz, devlet yönetiminden anlamayan padişahların yanlışları sonucunda esareti yaşamıştır.

Türk milleti esareti yaşamışsa bunun nedeni Osmanlı’nın akıldan bilimden uzaklaşarak çağı yakalayamamasıdır. Bu gaflet sonucunda son padişah İngilizlere esir olup sonunda bir İngiliz gemisiyle Malta’ya kaçmak zorunda kalmıştır.

Gerçek acziyet işte budur! Bir Osmanlı padişahının vatanını işgal edenlere sığınıp kaçmasıdır.

Dua edin ki Türk milleti bir Atatürk yetiştirmişte bu utanç verici duruma son vermiş.

Sıfırı tüketmiş bir halkla, yokluk içinde, askerin çorabını bile Anadolu köylüsünden istemek zorunda kalarak bir zafere imza atmış. Bundan daha kutsal bir zafer olabilir mi?

Hangi fetih, Sakarya savaşından daha kutsal olabilir?

Hangi fetih, Dumlupınar’dan daha kutsal olabilir?

Hangi fetih, Çanakkale’den daha kutsal olabilir? Biz Çanakkale’de fetih yapmadık vatanımızı savunduk

Hangi fetih, Maraş halkının Fransızlara karşı müthiş kahramanlığından daha kutsal olabilir?

Her kurtuluş bir acziyet değil diriliştir. Türk milleti de kurtuluş savaşında Atatürk önderliğinde yeniden dirilmiştir

TIBBIYELİ HİKMET

ATATÜRK VE TÜRK MİLLİYETÇİLERİ DOSYASI : Atatürk’ün İzinde Olma Zamanı


1

Tarihte bazı kanlı olaylar vardır ki sonuçlarına bakıldığında ülkeyi ileriye taşımıştır.

Örneğin Fransız ihtilalında çok kan dökülmüştür ama bugün Avrupa demokrasisini Fransız ihtilalına borçludur.

Avrupalı sahip olduklarını Fransız İhtilaline borçlu olduğunun farkında olduğu için ‘’Hadi Fransız ihtilalıyla yüzleşelim’’ demez. Çünkü böyle bir tartışmanın kimseye faydası olmaz.

Bizim tarihimizde de Cumhuriyet devrimi gerçekleşirken Fransız devrimi kadar olmasa da kan dökülmüştür.

Cumhuriyet’e karşı çıkan sahte hoca şeyh takımı idam edildi.

Devleti yıkmak için isyan eden isyancılar sert şekilde cezalandırıldı.

Peki ya sonuca bakalım. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Atatürk yumuşak davransaydı neler olurdu?

İstiklal mahkemelerinde Cumhuriyet’e karşı çıkan dinciler idam edilmeseydi bugün laik bir Türkiye olmazdı.

Dersim isyanı bastırılıp Seyit Rıza idam edilmeseydi bugün Tunceli Türkiye’nin en okumuş şehri olmazdı.

Sarıklı, sahte hocaların idam edilmesi laikliğin önünü açtı. Ümmetten ulus devlete dönüşümün önündeki engel kaldırıldı.

Seyit Rıza ve onun gibi toprak ağalarının idam edilmesiyle de ezilmiş köylü, ağa zulmünden kurtarıldı (Tam başarılamadı ama gerekliydi)

Kısacası bugün her şeye rağmen diğer İslam devletlerinden öndeysek bunu Cumhuriyet’in ilk yıllarında dökülen kanlara borçluyuz.

Bu insanlar idam edilmeseydi onlar bugün bizleri idam edeceklerdi.

Tarihi olaylara bakarken ters açıdan değerlendirmek her zaman faydalıdır.

Bu yüzden bu olayları sürekli kaşımak, hadi yüzleşelim demek boşunadır.

Yüzleşip ne yapacaksınız?

Öldürülmeselerdi Cumhuriyeti yıkacak olan Şeyh Said ve onun gibilerin ailelerinden mi özür dileyeceksiniz?

Yoksa öldürülmeseydi doğuyu ele geçirecek olan Seyit Rıza’nın ailesinden mi özür dileyeceksiniz?

Bu, devletin kendisini inkâr etmesidir. Devlet, kendisine silah çekeni öldürdüğü için özür dilemez.

Ha bu ölümler içinde suçsuz yere ölenler olmuş mudur? Elbette vardır.

Hiçbir devrimde nokta atışı suçlular öldürülmez. Her isyanda suçlunun yanında masumlar da öldürülmüştür.

Ancak bu ölümler, sonuca bakıldığında tartışılması gereksizdir.

Sonuçta bu isyanlar öyle ya da böyle bastırıldığı için bugün hala Cumhuriyet var.

Sonuçta devleti yıkmak isteyen şeriatçı sahte hocalar idam edildiği için laiklik var.

Bu nedenle bazen kan dökmek, gelecek kuşakların daha rahat yaşaması için hayırlıdır. Tarihi bu açıdan değerlendirmek lazım

Bugün yaşadıklarımıza baktığımızda da Atatürk’ün sert davranmakta ne kadar haklı olduğu net şekilde görülüyor.

İyi ki sert davranmışsın Büyük Atatürk!

Eğer tarihle kavga etmek yerine ders çıkarmasını bilseydik, olayların görünen yüzüne değil özüne bakmış olsaydık…

Şu an PKK her gün gencecik evlatlarımızı şehit edemezdi

Şu an Türkiye, terör örgütlerinin cirit attığı bir ülke olmazdı

Şu an Türkiye, bir Ortadoğu bataklığına saplanmak yerine gelişmiş, batıyla uyumlu çağdaş bir ülke olurdu.

Atatürkle kavga etmeyi bırakın. Ne yapmış ona bakın!

TIBBIYELİ HİKMET

ATATÜRK VE TÜRK MİLLİYETÇİLERİ DOSYASI : Şimdi Atatürk’ün Sizden Farkını Anladınız mı ?


1

Darbe girişiminden sonra yaşananları şaşkınlıkla ve ibret alarak izliyorum…

Düne kadar hoca efendi diyerek elini eteğini öptükleri Fettullah Gülen bir anda terörist feto oldu.

İsmiyle hitap edildiğinde bile ‘’Fettullah değil hoca efendi diyeceksin’’ diyenler şimdi Feto idam edilsin diyor. Sokaklarda maketi temsili idam ediliyor.

Cumhurbaşkanından, Başbakanına, Bakanlara hatta en düşük kademeli bürokrata kadar Atatürk devrimlerine sahip çıkacağız açıklamaları yapılıyor.

Atatürk devrimlerini yıkmak isteyenler şimdi onun çizgisine gelmek zorunda kaldı.

Şimdi Atatürk’ün sizden farkını anladınız mı?

Atatürk’ün farkı hainin saçına sakalına, sarığına, cübbesine bakmadan idam etmesiydi.

Söz konusu vatan ise hainleri alnı secdeye değen ya da değmeyen diye ayırt etmedi.

Eğer bunu yapmasaydı bugün hiçbiriniz Atatürk hocaları idam etti demeyecektiniz. Tam aksine çok dindar adammış bak âlimlere hocalara sahip çıktı diyecektiniz. Belki de en büyük Atatürkçü olacaktınız

Ancak unuttuğunuz bir nokta var.

Eğer Atatürk, dinciliğe prim verip Şeyh Said’i, İskilipli Atıf’ı idam etmeseydi bugün hiçbiriniz şu an oturduğunuz koltuklarda oturamazdınız.

Çok büyük İslam âlimi dediğiniz Şeyh Said, isyanında başarılı olup Cumhuriyeti yıksaydı bugün sakız gibi çiğneyip durduğunuz milli irade olmayacaktı.

Neden olmayacaktı biliyor musunuz?

Çünkü yıllardır gece gündüz yıkmak için yanıp tutuştuğunuz Laik Cumhuriyet olmayacaktı.

Bugün sahip olduğunuz her şeyi laik Cumhuriyet’e borçlusunuz. Cumhuriyet sayesinde sıradan alt tabakadan ailelerin çocuklarıyken bugün devletin en tepesindesiniz.

Size bu hakkı veren Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyettir. Geri getirmek için hayal kurduğunuz Osmanlı değil…

Padişahın kulu olmak yerine bugün Cumhurbaşkanı, Başbakan oldunuz.

Bir an için ‘’mazlum âlim’’ dediğiniz Şeyh Said’in isyanında başarılı olduğunu hayal edin

Düşünün! Şeyh Said isyanı bastırılamamış, isyancılar Ankara’ya kadar gelmişler ve Atatürk’ü öldürmüşler.

Bugün nasıl bir Türkiye olurdu?

Öldürülen Şeyh Said değil de Atatürk olsaydı şimdi nasıl bir ülkede yaşardık?

Ülkenin yönetimi çok sevdiğiniz Şeyh Said’in eline geçseydi neler yapardı?

En başta bugün yıkmak için uğraşacağınız bir laiklik olmazdı. Tam hayalinizdeki şeriat devleti olurdu.

Ancak çok fazla heveslenmeyin!

Şeyh Said’in devlet başkanı olduğu bir ülkede siz ancak köle olurdunuz. Bugün hiçbiriniz sahip olduklarınızın binde birine sahip olamazdı.

Çok partili demokrasi mi? Hayal bile etmeyin.

Milli irade mi? Öyle bir şey söz konusu bile olamaz.

Kadın milletvekilleri mi? Güldürmeyin!

Dua edin ki Atatürk, sizin âlim dediğiniz sahte hocaların sakalına sarığına bakmadan idam etti.

Dua edin ki Atatürk, Şeyh Said’i idam etmek yerine onunla pazarlık etmedi.

Dua edin ki Şeyh Said’e her istediğini verip sonra ‘’ne istedin de vermedim Said?’’ demedi.

Dua edin ki Atatürk, Şeyh Said’i dindar Müslüman sanıp kandırılmadı.

Dua edin ki Atatürk, sizin yaptıklarınızın hiçbirini yapmadı.

Dün Şeyh Said devlete karşı isyan etti. Bugün Feto

İkisi de dini kullandı. İkisi de sahte hocaydı. İkisi de devlete kurşun sıktı.

Şimdi Atatürk’ün neden Şeyh Said gibi sahte hocaları idam ettiğini anladınız mı?

TIBBIYELİ HİKMET

TÜRKİYE DOSYASI /// TÜRK YAHUDİ İLİŞKİLERİ – TÜRKİYE’Yİ YAHUDİLER Mİ KURDU ? /// DARBELER, 28 ŞUBAT VE İSRAİL


28 Şubat ittihatçılar Onur Dikmeci Darbe Olur mu Türkiye askeri darbeler

1875 yılında Rus yanlısı Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın : " Osmanlı Devleti borçlarının yarısını faizli tahville ancak 5 yılda ödeyecek" açıklaması , Avrupalı Devletlerin bankerleri, sefirleri ve özel temsilcileri tarafından aşırı büyük tepkiyle karşılanmıştı. Yalnızca bir sene sonra 1876 tarihinde ise Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödeyemeyeceği duyuruldu. Bu aynı zamanda mali bir iflasın tanımıydı. Üç ay içerisinde Sırplar ve Bulgarlar isyan ettiler. Kısa bir süre sonra ise Harp Okulu komutanı Süleyman Paşa genç Zabit adaylarıyla sarayı kuşattı, sorumlu tutulan Padişah Abdülaziz Han’ı tahttan indirdi. Bu vaka aynı zamanda Türk siyasal hayatının ilk modern ihtilaliydi. Anayasa ve Meşrutiyet sözüyle tahta çıkartılan II. Abdülhamit, diktasını tam manasıyla tesis edebilmek maksadıyla kısa sürede Meclisi feshetti. Aydınlanmacılar dört bir köşeye sürüldü veyahut binbir baskıya tabi tutuldu. İyi niyetli fakat başarısız ve paranoyak Abdülhamit Han’ın Tek Adamlık idaresinde borçlar arttı, devlet kadrolarında vasıfsız kişiler istihdam edildi, ordunun üst düzey veya kilit konumlarına alaylı ve çoğu okuma bile bilmeyen subaylar atandı. Bugünkü Türkiye’ye yakın yüzölçümünde toprağın elden çıktığı dönemde radikal önlemler alınması ve bunun süratle yerine getirilmesi arzusunda olan İttihatçılar, baskı ve jurnallerden muaf olabilmek için masonluk yoluna yöneldiler.

Masonluk zırhı altında çoğu Avrupa’da bir müddet yaşamış veyahut tahsilini sürdürmüş İttihatçılar; ekseriyetle parlak sicilli Zabit, gazeteci, avukat, doktor, alim gibi dönemlerinin en ileri seviyesinde entelektüel birikime sahip pozitivizmin ve hürriyetin etkisinde kalmış elitist tabakayı oluşturmaktaydılar. Hararetli ve herdaim birbirleriyle irtibatlı fikir münazaraları neticesinde yeni bir meclise, yeni anayasaya ihtiyaç olduğunu bunun ancak Padişah’a acilen kabul ettirilmeyle mümkün olacağını düşünmekteydiler. Makedonya’da , yabancı Jandarma komutanlarının himayesinde Jandarma subaylarının her bakımdan kayırılması neticesiyle dışlandıklarını iyiden iyiye hisseden Ordu subaylarının hürriyet ve kurtuluş ateşi , iktisadi bu faktörler ile de hızlanmış, kanımca Seraskerlik yüksek rütbeli subaylarında desteğiyle ayaklanmaya dönüvermişti. Her daim devrilme korkusuyla yaşayan Abdülhamit bu ayaklanmayı bastırmaya kararlıydı binlerce subay yola çıkarılmıştı..

Tütüncünün teşkilatçılığı

İttihatçı ayaklanmasından evvel komitenin ileri gelenleri ayaklanmanın bastırılacağını düşünmüş birşeyler yapmaya karar vermişlerdi.

İzmir’e gelip küçük ve eski bir dükkan bulan İttihatçı burada esnaflık yapıyordu. Dükkanına özellikle rütbeli subaylar uğruyordu fakat bir terslik vardı. Dükkana gelenler saatlerce içeride kalıyor akabinde ya bir şey almadan çıkıyor veya göstermelik bir tütün parçası alıyordu. Hikmet neydi?

İhtilal, Tesis, Cumhuriyet sonrası

İzmir’den gemiyle Makedonya’da ki İttihatçı ayaklanmasını bastırmak için yola çıkan 17.000 Subay ve Gedikli vardıklarında Halife Padişah’ın emirlerini çiğnemek pahasına silahlarına denize fırlatıyorlar "Kardeşlerimize kurşun sıkmayız, yaşasın Hürriyet yaşasın Meşrutiyet" diye haykırıyorlardı. Sır çözülmüştü. İzmir’de Tütüncü Yakup olarak bulunan İttihatçı Yahudi Dr. Nazım’ın, Subaylara yaptığı propaganda işe yaramıştı. ( kod adı olarak İsrailoğullarına gönderilmiş Peygamber’in ismini özellikle seçmiş sanki, Nazım gibi mühim ittihatçılardan ibraniceyi çok iyi konuşan Rıza Tevfik te Yahudi idi. İttihatçıların en önemli ismi Talât Paşa ise Edirne’de Yahudi okulunda öğretmenlik yapmıştı. İsmi Talât, "Tal" İbranicede çiğ manasındadır çok kullanılır. ) Meşrutiyet ilanı, 1909 Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ( Hareket ordusu kumandanı İttihatçılara yakın isim büyük Münevver, Mahmud Şevket Paşa, Bursa Alians İsrailelit mektebinde eğitim gördü. O tarihlerde Bursa’da Yahudi iskanı yoğun ve mekteplerine sadece Yahudiler kabul ediliyor) ve 1913 Bab-ı Ali baskınıyla İttihatçıların mutlak hakimiyeti başlamıştı. En başta kapütülasyonlara karşıydılar. Bunun için İngiliz elçi Maurice tarafından sürekli hain veya mason gerekçesiyle maaşlı yurtiçi işbirlikçi basını tarafından adeta lince tabi tutuldular. Halbuki ilk büyük loca İngiltere’de kurulmuştu! Halbuki Maurice masondu! Mason biraderlerini evrensel yasalarını çiğneyerek ülkesinin menfaati adına kolayca yolda bırakabiliyordu !

1838 Baltalimanı anlaşmasıyla Osmanlı topraklarında dallanan İngiliz kapitalist sınıfı ve hakimiyeti kırılmalıydı. Bunun yegane yolu Vatansever Osmanlı Yahudilerinin desteği ile yeni bir kapitalist sınıfın inşaa edilebilmesine bağlıydı. İzmir’in önde gelen Kapıcızade, Evliyazade gibi Türk Yahudi ailelerinin de desteğiyle, yalnızca İstanbul’da 5.000 adet bakkal dükkanı açıldı. Sermayesi yahudiler tarafından oluşturulan milli banka Adapazarı İslam Kalkınma Bankası adıyla hizmete başladı Türk köylüsünün kredi ihtiyacına yetişti. Toprak kanunlarını da yeniden düzenleyen İttihatçılar, Ortadoğu’da ki yabancı hakimiyetini kırabilmek için Filistin’e Yahudilerin yerleşmesinin önünü açtılar, Devlet bu dayanışmayla , Batı’ya kafa tutuyordu ve bu yabancı elçileri oldukça tedirgin etmişti. Bu topraklarda dışlanan Türkler ve Yahudiler el ele yeni bir sistem icat ediyorlardı. Bütün gayret ve büyük ideallere rağmen " Hasta Adam" ameliyat masasındaydı ve cihan savaşı patlak vermişti. Emanuel Karasu gibi aydın bir Yahudi şahsiyet, Yahudilerin önce Türk olduklarını vurguluyor Türkler ve Osmanlı Yahudilerinin mücadelesinde etkin oluyordu. İlk kurşunu atan Yahudi Hasan Tahsin, Cihat fetvasını veren Mason Yahudi Hayri Efendi, Musa Kazım gibi aydınların çabasıyla cihan savaşına dahil olunuyor Selanikli büyük Komutan Mustafa Kemal Atatürk’ün dehası önderliğinde yeni bir Cumhuriyet kuruluyordu.. Türkiye Cumhuriyeti; Türkler ve Yahudilerin ortak mamulü olarak tarihte parlayan bir yıldız olarak yerini alıyordu.

1923’ten sonra Türk ordusu üçlü tarihi misyonunun üçüncü safhasına geçmiş oldu; kışlasında fakat rejimsel tehdit anında müdahalede bulunmaktan çekinmeyen. Genç subayların ilk hoşnutsuzluğu, İnönü yönetimine karşıydı bu sebeple 1950’deki genel seçimlerde büyük oranda Demokrat Parti’ye oy verdiler. ( Koyu İttihatçı ve tarihimizin en önemli isimlerinden Celal Bayar, Yahudi mektebinde eğitim görmüş ayrıyetten kuvvetle muhtemel masondu. Bayar Yahudi kökenli olabilecek bir komitacıdır) 1954lerden itibaren Dp’ye hoşnutsuzluk artmış ordu içerisinde ; Tuzla Uçaksavar, Harp Akademileri, Talat Aydemir, Faruk Güventürk, Numan Esin – Muzaffer Özdağ, Sadi Koçaş cuntaları belirmiştir. Esasen Menderes döneminde Batı ve Nato nezdinde sıcak ilişkiler kurulmuş hatta 1958 yılında İsrail Başbakanı Ben Gurion ile İstanbul’da gizlice görüşülerek özellikle istihbarat konusunda ikili mutabakata varılmıştır. Şu halde Türkiye’de ki darbelerin bütün kaynağı İsrail ise, 27 Mayıs gibi bir ihtilal nasıl gerçekleşebildi? Uzunca düşünmeye gerek yok, Sovyet tehdidi karşısında tutarlı bir politika ile İsrail olması gerektiği gibi müttefik kabul edildi fakat iç politik arenadaki hoşnutsuzluk, rejimsel zaafiyet ve ağır ekonomik koşullar spontane bir müdahaleyi doğurdu görevi alan komite ise rasyonel bir uygulamayla İsrail ile kurulan ilişkileri devam ettirmiş hatta daha da ileriye götürmüştür. 1965’den itibaren gerçekleştirilen Ortadoğu ziyaretleride Türk İsrail yakınlaşmasını stratejik açıdan muhtemelen kuvvetlendirmiştir. 9 Martçılar olarak bilinen General Celal Madanoğlu cuntasının ifşası ve 12 Mart muhtırası neticesinde Nihat Erim dönemi Türkiye Abd İsrail ilişkilerinin sağlıklı biçimde devam ettiği süreçtir. Madanoğlu ve ekibi Sosyalist Kemalist olarak tanımlanmaktadır. Fakat 1963’den itibaren ordu içerisinde oluşturulan Milli Devrim Ordusu bünyesinde aşırı sol fraksiyonlarda, Türkiye’nin Nato’dan kopmasını isteyen Ortadoğu ve İsrail’e diş bileyen ekip Sovyetler ile bütünleşebilme derdindeydi. Bu ekibin başarılı olması durumunda Nato’ya sırt çevirecek Türkiye’yi ne gibi bir akıbet beklemekteydi? Bunun büyük bir hasara yol açacağını vurgulayan teoriler çokça üretilmiştir.

Esasen siyasal hayatımıza daha fazla değinmeden meşhur 28 Şubat vakasına gelmek yerinde olacak. (28 Şubat 1997 MGK toplantısı) yıllardır 28 Şubat müdahalesinin İsrail’in bir ürünü olduğu ve Türk demokrasisine darbe vurduğu dillendirilir. Bu teori aslında iç siyaset malzemesi olarak rant sağlayan bir stratejidir. Demokrasi önemlidir fakat parçası olduğumuz Ortadoğu’da Devletler güvenlik bürokrasisi üzerine inşaa edildiğinden Ulusal güvenlik, rejime yönelik tehdid algılamaları gerekçesiyle kısmen askıya alınabilir. Türkiye ve İsrail’de Ordu’nun bu denli ayrıcalıklı konumda bulunması coğrafya ve milli karakter sebebiyledir ve bu iki ülkenin bir başka ortak noktasıdır. Merhum Necmettin Erbakan döneminde, İsrail ile ortak askeri tatbikat yapıldığına ve ekonomik anlaşma imzalandığına göre İsrail ne maksatla zaten var olan ilişkilerini yeniden var etmek maksatlı darbe planlayabilir? Bir kere şunu belirtelim, 28 Şubat kararlarının tamamı; Milliyetçi, Ulusalcı olarak kendi siyasi kimliğini tanımlayan Vatandaşların imza atmaları gereken bir taslaktır. Burada kararlardan çok Ankara Sincan mevkiinde askeri tankların geçidi ve N. Erbakan’ın istifasının eleştiriye bahis konusu olduğunu düşünmekteyiz. Lakin bunu dış gerekçelerden çok iç politik kulvarla yorumlamak doğrudur. Bu siyasi tertipte Tansu Çiller Başbakanlığı arzulamış olabilir.

Tüsiad , Anadolu sermayesinin önüne set çekebilmek için medyayı da yönlendirerek girişimde bulunması da muhtemeldir. Halishane niyetli asker ve sivil kesimin kaygılarıda dahil edilebilir. Ve elbette Necmettin Erbakan’ın etrafında kümelenmiş menfaatçi kişilerin Erbakan’ı yanlış yönlendirmesi, teşkilat tabanını provoke eden açıklamaları ve bir takım tertipleri aslında herşeyi ateşlemiştir. 28 Şubat hususunda Abd Dışişleri Bakanı Albtight’in olumlu açıklamaları ile Türk komutan Org. Çevik Bir’in: " 28 Şubat ile Ordu laik yüzüyle İsrail’e yöneldi" gibi bir beyan bu sürecin dış kaynaklı olduğunu göstermez. Siyasal sistemlerin kaderidir ki her kurulan sistem kendini kabul ettirme arzusundadır bu onlara meşruiyet kazandırır. 28 Şubat dahil her kaotik olayda İsrail’i baş müsebbip olarak işaret etmek Türkiye’yi, iradesini, potansiyalini küçümsemekle eşdeğerdir. Milli Nizam Partisi kapatıldıktan sonra, İsviçre’ye gidip Erbakan ile görüşen komutanların yegane arzusu fevri Avrupa Birliğine muhafazakar iktidarlı Natocu bir Türkiye ile cevap vermekti. Türkiye Nato ve İsrail bütünleşmesinin sürekliliği için önemliydi. Bu durumda Milli Görüş hareketi nasıl ki İsrail’in salt uzantısı olarak kabul edilemezse, Türkiye’de ki askeri müdahaleler ve özellikle 28 Şubat için de İsrail suçlanamaz .

Yakın siyasi tarihimizde Türk-İsrail/Yahudi münasebetlerinin özetini yapmaya çalıştığımız satırların akabinde varılacak neticeler;

1) Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bu toprakların, kültürel zenginliğimizin özneleri Türkler ve Yahudilerin ürünüdür.

2) Türk ve Türk yahudiler dışlanmış, eziyet görmüş fakat her daim medeniyetlerini sürdürebilmiş günümüzde de dayanışma içerisinde olması gereken topluluklardır.

3) Kuruluş esnasında elitist kadrolarda Yahudiler, Masonlar, Yahudi Masonlar yer aldıysa halen ülkemizde yaşamlarını sürdürmektedirler. Barış içerisinde yaşayacağımız biricik değerlerimiz olarak bu topraklarda hayatlarını idame ettireceklerdir.

4) Güvenlik bürokrasisi üzerine inşaa edilmiş ve benzer pek çok noktası bulunan Türkiye ile İsrail ilişkilerini en üst seviyeye çıkartmalıdır.( Zayıflayan bağlar, hatalar, yapılması gerekenler başka bir yazının konusu olabilir)

5) Türkiye’de ki askeri müdahaleler ve talihsizliklerin oyun kurucusu olarak İsrail, Yahudiler veya Yahudi lobilerinin vurgulanması , iç cephede politik meşruiyetlerini pekiştirmek isteyen politik figürlerin basit stratejileridir. Türkiye’de ki her olumsuz vaka yönetim beceriksizliği ve geçmiş asırlarda Aydınlanma-Sanayi devriminin yaşanamamış olmasının( Türk kapitalist ve işçi sınıfının yoksunluğu. D. Avcıoğlu’na göre 1838 anlaşması yerli kapitalist sınıfın oluşmasını engelledi) günümüze yansıyan sancılarıdır.

Umud ediyoruz ki siyasi tercihlerini rasyonel temellere dayandıracak Türkiye, Türk-İsrail münasebetlerini verimli düzende yeniden şekillendireceği gibi, Ülke endeksli nefret politikasını da yıkmaya başarabilecektir.

TSK DOSYASI : Türk Tipi Profesyonel askerlik ve Ordu’nun geleceğ i üzerine tezler


” Şamlıurfa Ceylanpınar İlçesinde Boztepe Karakolu’nda görev yapan Çavuş U.A. cinnet geçirerek arkadaşları K.Y. ve R.Y.’yi öldürdükten sonra intihar etti.” (09.12.2014, Kaynak: DHA)

” Suriye sınırında nöbet tutan er E.Ç. şakalaştığı silah arkadaşının tüfeğinden çıkan merminin başına isabet etmesi sonucu yaşamını yitirdi.” (03.01.2015, Kaynak: Urfapress)

” Hakkari’de Zap Jandarma Karakolu’nda Vatani görevini yapan Ö.B. tartıştığı arkadaşı tarafından öldürüldü.” ( 17.01.2015, Kaynak: Milliyet)

” N.Ö.’nün askerleri pkk marşı söylüyor” (Kaynak:Dailymotion video örtübağı)

İçtimaiyat alimleri toplumları özelliklerine göre genel olarak; Avcı toplayıcı, Çobanlık ile geçinen, İlkel tarım, Tarım toplumları ve Endüstriyel toplumlar olarak beş kategoride tasnif etmişlerdir. Buna göre Antik Çağ veya dilimizdeki yaygın kullanımıyla İlk Çağ olarakta adlandırılan ve M.Ö. 5000’li yıllara dayanan Tarım toplumu yazının da icat edildiği evre olduğundan bir hayli önem taşımaktadır. Tarım dönemi olan Antik Çağ’da Dünya’nın pekçok bölgesinde değişik seviyelerde medeniyetler görülmektedir. Antik Mısır, Antik Yunanistan, Antik Roma, İskitler, Etrüksler, Fenike, Antik Çin, Antik Kore, Antik Hindistan, Babil, Asur, Akad, Sümer, Med, Aztek, Maya, İnka gibi topluluklar Amerika kıtası, Asya, Ortadoğu gibi coğrafik bölgelerde bulunan döneminin mühim toplulukları olarak tanımlanır.

İşte Antik Çağ’a da denk gelen evrede, Akad ve Sümerler; ordu birliklerinin oluşturulduğu medeniyetler olarak kabul görmekte ”Ordu” denilen teşekkülün filizi olarak tarih kitaplarında yer bulmaktadırlar. Esasen Ülkemizde tatnınmış Sümerolog Muazzez Çığ çalışmalarıyla Sümerlerin bir proto-Türk olduğu yönünde teorileri öne sürmekte ve Asurluların Sami kökenli olduğu başka araştırmacılar tarafından ortaya atılmaktadır. Sami yani Arap ve Yahudi ırklarının kökeni olarak gösterilen Samiler, aynı zamanda Nuh Peygamber’in oğullarından Ham, Yasef ve Sam’dan Sam’ın soyundan gelenler olarak vurgulanırken, Yafes’in soyundan gelenler ise Türk olarak nitelendirilmektedirler. Bu İbrani felsefeyi ciddiye almayan pekçok değişik etniki çalışmalarda yapılmış özellikle Cumhuriyet yıllarında Türk Tarih Tezi kapsamında Asurluların ön-Türk grubuna dahil olduğu yönünde kuramlar oluşturulmuştur. Netice itibariyle Ordu kavramını tabiata armağan eden toplulukların ırksal tanımı kesin çizgilerle tarif edilemese de , Ordu’yu geliştiren ve belirli sisteme dayandıran Millet’in Türkler olduğu bilinmektedir. Büyük Hun Hükümdarı Motun ( ya da bilinen adıyla Mete) orduyu; On, Elli, Yüz, Bin olarak nicel kategorize etmiş; Onbaşı, Ellibaşı, Yüzbaşı gibi komutanları birliklerin başına atamıştır. Eşsiz bir disiplin üzerine inşaa ettiği Ordu’nun kuruluş tarihi M.Ö. 209 olarak saptanmıştır. Zaten bu tarih Genelkurmay başkanı Merhum Cemal Tural döneminde de dikkate alınarak, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın kuruluş yılı olarak belirtilen Yeniçeri Ocağının kuruluş tarihi ile değiştirilmiştir. Şu halde bugünkü modernize edilmiş ordu birliklerinin mucidi Orta Asya kökenli Türklerdir. Türk Milleti’nin farklı coğrafyalarda var ettiği devletler ve savaş meydanlarında gösterdiği başarılar hususuda düşünüldüğünde Türklerin, Ordu Millet veyahut Asker Doğarlar metaforuyla tanımlanması oldukça haklı bir önermedir.

Değişen Şartlar ve Ordu

Tabiat kuralı olan bir gerçeğe göre her olayı kendi devrinin koşullarıyla değerlendirmek rasyonel ve bilimsel olandır. Bu sebeple Ordu , Askerlik, Asker Sivil ilişkileri gibi kavramların tekrar ele alınarak mantıki çözümlemeler oluşturmak Ulusal Güvenlik açısından kuvvetli ehemmiyet arz etmektedir. 1000 veyahut 1500 sene evvel modern askeri okulların, askeri müfredatın oluşmadığı, salgın hastalıklar ve kısıtlı tedavi yetersizlikleri sebebiyle insan yaşam sürelerinin kırklı yaşları ancak görebildiği ölüm oranlarının yüksek, nüfus artış oranlarının yeterli olamadığı bu sebeple silah altında daha genç yaşlarda ve büyük oranlarda daha fazla asker tutulabilme zarureti Asker Toplum gerçeğini bir realite olarak karşımıza çıkarabilir. Fakat endüstri devriminden itibaren günümüz Endüstri sonrası toplumsal düzeninde büyük oranda ve bireyleri modernize edilmiş askeri eğitimlere tabi tutamadan Ordu bünyesine dahil etmek Ordu, Toplum ve Güvenlik açısından ne denli kârlı görülebilir? İşte bu tam bir muammağadır..

Zorunlu Askerlik ve Türkiye

Bu yazının yazılış gayesi bir vicdan-i retçilik savı veyahut zorunlu askerliğin azılı muhaliflik bayraktarlığını yapmak değildir. Yunanistan, Almanya, Danimarka, Hollanda gibi Avrupa Ülkeleri ile Rusya, Kore, Çin, İran, Suriye, Brezilya gibi ülkelerde askerlik uygulaması yapılmaktadır. Danimarka ve Almanya gibi vicdan-i ret hakkının bulunduğu ülkelerde ise bireyler askere gitmeyebilirler fakat yasaların öngördüğü belirli sürelerde kamu hizmeti veya sosyal hizmet gibi görevlerde bulunurlar. Yani ne askere giderim, ne kamuda çalışırım şeklinde bir keyfiyet sözkonusu değildir. Fakat; Amerika, Fransa ve İngiltere’de Ordu tamamiyle profesyonel hüviyettedir. Esasen bu modelleri birer örnek olarak belirleyip Türk askeri sistemini bu doğrultuda düzenlemek sağlıklı olmaz. Özellikle Amerika’da Ulusal Ordu dışında profesyonel askeri şirketlerde pekçok insan istihdam edilmektedir. BlackWater buna güzel bir örnek olarak verilebilir. İngiltere ve Fransa, Ordu insan ihtiyacının bir kısmını Ülke vatandaşları olan fakat üçüncü dünya ülkesi olarak nitelendirilen yerlerden temin edebilmektedir. Kısacası bu üç ülkenin sosyal yapısı ile Türkiye çokta benzer görülemez. O halde Türkiye’ye özgü bir model geliştirilmek zorunludur.

Makalemizin girişinde verdiğimiz haberlerin kaynakları ve tarihleri belirtilmiştir. Yalnızca birkaç ay içerisinde garnizonlar dahilinde görevli yükümlü erler mantıksız ve basit gerekçelerle silahla istenmeyen sonuçlara sebebiyet vermektedirler. Askeri mahalde profesyonel asker olarak tanımlanan Subay, Astsubay ve Uzman sınıfı personel ile alakalı benzer bir haberi ya işitmezsiniz veyahut nadir olarak rastgelebilirsiniz. Çünkü onlar belirli kıstaslara göre seçilmiş güvenlik soruşturmaları tam olarak yapılmış mesleklerinin niteliklerine göre davranabilen bireylerdir. Halishane duygulara haiz yiğit Vatan evlatları ise askerliklerini yerine getirirken profesyonel olmadıklarından acemice davranabilirler. O halde çözüm nedir? Türk tipi yönetim, Türk tipi başkanlık, Türk tipi ekonomi gibi önermelerin sunulduğu ülkemizde Türk tipi profesyonel orduya şiddetle ihtitaç vardır. Profesyonel askerliğe karşı durumda bulunan özellikle üst rütbeli askerler yine iyi niyetleriyle bu modelin orudunun kabiliyetini ve savaş meziyetlerini körelteceği anti tezlerini ” Analar oğullarına kına sürerek askere yollar” ”Bu Millet evlatları için askere gitmek düğündür bayramdır” gibi duygusal yoğunluk ihtiva eden fakat mantıki olarak artık pek ehemmiyeti bulunamayan cümlelerle süsleyerek kamuoyuna sunmaktadırlar. Bir kere savundukları aynı zamanda kendilerini zan altında bırakmaktır eğer profesyonel askerlik olumsuz bir uygulamaysa hizmetleri karşılığında maaş alan bir profesyonel olan şahsiyetleri de askerlik meziyetlerini yitirmiştir. Savaş, kitlesel savaş, düşük yoğunluklu harp gibi olaylarda erleri sırf profesyonel olacakları için silah bırakan kişi fakat kendilerini yani profesyonel yönetici askeri personeli çetin birer savaşçı olarak lanse etmek vicdani kanaatle bağdaşamaz. Kaldı ki memeleketimizde her kişi sağlıklı ve Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olmak koşuluyla askere alındığında yazımızın başında verdiğimiz haber gibi garnizon içerisinde bayrak yakan, bölücü türküler çığıran üniformalı ve silahlı askerlerin ne denli Türk askeri sistemiyle bağdaşabileceği sizlerin takdirine bırakılmıştır.

Türk Tipi profesyonel askerlik şu maddeler halinde açıklanabilir:

1) Askerlik üç kısıma ayrılmalıdır. Profesyonel askerler, Askerliğini bedel ödeyerek yerine getirenler, Askerlik görevinden muafiyet talep edip karşılığında sosyal hizmet programlarında maaşsız olarak belirli sürelerde istihdam edilenler.

2) Profesyonel askerlik yani profesyonel er istihdamı hususnda birkaç ay evvel kuvvet komutanlıkları er alım ilanlarını kamuoyu ile paylaşmış fakat beklediği ilgiyi görememişti. Bunun sebebi istihdam edilmek istenilen erlerin sözleşmeli olarak tercih edilmeleridir. Profesyonel erlerin sözleşmeleri 3’er yıldan az olmamak koşuluyla yapılır ve kadroya geçebilme durumları garantileşmiş husus değildir. Bunu bir örnekle açıklayacak olursak ; 24 yaşındaki bir kişinin 6 yıl süreyle profesyonel er olarak istihdam edildiğini farz edelim. Sözleşme bitiminde 30 yaşında olacak ve sivil hayatta yaşamını idame ettirebilecek mesleği bulunamayacak durumda olacak şahıs, bundan sonra ne yapacaktır? Profesyonel erliğin kadro şartı ile yapılması esas olmalı profesyonel erlerin görev sürelerine göre kıdemleri bulunmalı Uzman ve Astsubay kadrolarına geçiş imkanı tanınmalıdır. Terfinin bireyin motivesini arttıran etken olduğu unutulmamalıdır. Profesyonel erler belirli usullere göre seçilmeli, güvenlik soruşturmaları askeri savcılıklar tarafından gerçekleştirilmeli, verimli rehabilitasyon uygulamalarına tabi tutulmaları gerekmektedir. Profesyonel askerliğin gereği olarak kapatılan Uzman Jandarma okulu ise yeniden açılarak faaliyete başlamalıdır.

3) Askerliğini bedel ödeyerek yerine getirecek olanlarda mutlak asgari lisans diploması ve belirli yaş kriterine haiz olup o dönem için belirlenecek miktardaki tutarı bankalara yatırarark askerliğini yerine getirmiş kabul edilecek olanlardır. Sağlanan gelir sivil istihbarat veya sivil güvenlik bürokrasisini içine almadan yalnızca askeri maksatlara yönelik harcanmalıdır.

4) Son seçenek ise sosyal hizmet programlarında görev yapacak olanlardır. Bu gruptakiler il ve ilçelerde; yaşlı, çocuk, kimsesiz, engelli gruplarına yönelik merkezlerde maaş almadan gönüllü olarak belirli süre görev yapmalıdır. Askerlik Vatan’a hizmet demekse sosyal hizmette Vatan hizmeti olduğundan pekalâ askerlik olarak kabul edilebilir.

Bu seçeneklere ek veya ara bir seçenek olarak belirli şartlara haiz kişilerden belirli süre Asteğmen alımı yapılabilir. Neticede Asteğmenlikte profesyonel bir askerliktir.

Türk tipi profesyonel askerlik ile daha mobilize, ast üst ilişkilerini son derece iyi bilen, verimli bir ordu yaratılmış olunacaktır. Er alımı yapılmayacağı için(profesyonel olmayan), genel kolluk görevlisi Jandarma çok daha profesyonel yapıya kavuşacak, garnizon içi asker ölümleri ortadan kalkacak, ordu modernizasyonu çağın gerekliliklerine göre dizayn edilmiş olacaktır.

Güçlü, tarihi geleneğine yaraşır, kabiliyetini arttırmış ordu müessesesi ancak profesyonel askerlik sistemi ile mümkün olacaktır.

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.