Günlük arşivler: 11 Aralık 2016
PANEL DUYURUSU : “1. Dünya Savaşında Antalya’da Kazanılan Büyük Zaferlerin Kahramanı Topçu Yüzbaşı MUSTAFA ERTUĞRUL
“1. Dünya Savaşında Antalya’ da Kazanılan Büyük Zaferlerin Kahramanı Topçu Yüzbaşı MUSTAFA ERTUĞRUL” Konulu Panele Teşriflerinizden Büyük Mutluluk Duyacağız.
Mehmet Rıza ÜNLÜ
Kurucu / Yönetim Kurulu Başkanı
Tarih : 13 Aralık 2016
Saat : 09.00
Yer : AKM Perge Salonu ANTALYA
İrtibat Telefonu : Merve CİVAN +90 242 2385270 – 71
e-posta : aksan_07, tubikam
LCV (Lütfen 10 Aralık 2016 tarihine Kadar Cevap Verin)
TUNUS DOSYASI : Yasemin Devrimi Sonrası Tunus
Bu makaleyi Sesli Makale projemiz kapsamında dinleyebilirsiniz.
http://www.tuicakademi.org/wp-content/uploads/2016/09/tunus-yasemin-devrimi.m4a 7 Aralık 2010’da polisin, seyyar satıcı olan Muhammed Buazizi’nin tezgahına el koyması sonucu Buazizi’nin kendini yakarak intihar etmesi, Tunus’ta olayların palazlanmasına yol açmış ve 23 yıldır devlet başkanlığı yapan Zeynel Abidin Bin Ali ülkeyi terk etmiştir. Aslında Muhammed Buazizi’nin trajik hikayesi birçok Tunuslunun durumu hakkında bilgi veriyordu. Halkın büyük kısmının yoksulluk, zorlu hayat koşulları ve gelir adaletsizliğinden muzdarip olması Tunusluların Yasemin Devrimi adını verdiği sürecin ilk tetikçisiydi. 2010 yılında %14’e varan işsizlik oranı diplomalı kesimde %22’ye kadar yükselmiştir.1 Tarım sektörü gerilemiş, gıda ürünlerinin fiyatları artmış, tüm bunlar yoksul kesimin daha da yoksullaşmasına sebep olmuştur. 2 Ayrıca, Bin Ali ailesinin ülkedeki birçok ekonomik sektörü tekelinde bulundurması ve servetlerinin önemli boyutlara ulaşması halkın öfkesini artırmıştır. Bu nedenle Buazizi’nin intiharı sonrası özellikle yoksul kesimlerde protestolar artmış ve sadece bir ay içinde iktidar kontrolü kaybedip, devrilmiştir. Bin Ali iktidarını güçlendirmek için ekonomiyi kullanmanın yanı sıra, muhalif medyayı tamamen bastırmış ve birçok siyasi yasak getirmişti. Bu dönemde, daha sonra iktidara gelecek Nahda hareketi de yasaklanan hareketler içerisinde yer almaktaydı ve iktidar tarafından terör örgütü ilan edilmişti.3 Bin Ali, 1988’de kendisinin anayasaya dahil ettiği üç kereden fazla devlet başkanı olamama kuralını başkanlığını devam ettirmek için 2002’de referanduma giderek anayasadan kaldırtmıştır. 4 Bu sebeplerden dolayı protestolar dinmemiş, Bin Ali 14 Ocak 2011’de ülkeyi terk etmiştir. Daha sonra Muhammed Gannuşi tarafından kurulan kabineler Bin Ali iktidarı dönemindeki politikacıları barındırdığı için halkın tepkisini çekmiş ve dağılmışlardır. Bu dönemde olan en kritik gelişme ise Nahda hareketinin siyaset yasağının kaldırılmasıdır. Ekim’de gerçekleştirilen seçimlere yeni açılan bir çok siyasi parti katılmış, Nahda Partisi ise meclisteki çoğunluğu sağlamıştır. Bin Ali döneminde bastırılan, kendilerini İslami parti olarak tanımlayan Nahda Partisi böylelikle kendine siyaset yapabileceği bir alan bulabilmiştir. Tunus’un demokratik geçmişinin zayıf olmasına rağmen, bu gelişmeler sayesinde ülke önemli bir demokratik dönüşüm geçirmiştir. Fransa’dan bağımsızlığını 1956’da kazanan Tunus, 1987’ye kadar Habib Burgiba tarafından tek partili, otoriter bir sistem ile yönetilmiştir. Burgiba’nın sağlık sorunlarını neden göstererek kansız bir darbeyle yönetimi ele alan Bin Ali ise 24 yıl devlet başkanlığı yapmıştır. Devrim sonrası yüze yakın siyasi partinin kurulması ve sivil toplum örgütlerinin yaygınlaşması Tunus’un demokratik geçmişi düşünüldüğünde çok önemli gelişmelerdir. Ayrıca iktidara gelen partiler karşıt ideolojideki politikacıları bastırmamış, İslami Nahda partisi ve laik sol eğilimli Nida Tunus Partisi aynı koalisyon içerisinde yer alabilmişlerdir. Ennahda’nın iktidara gelmesiyle toplumda laiklik-İslamcılık tartışmaları artmış, Tunus şeriatçı sloganların atıldığı ve on binlerin katıldığı gösterilere sahne olmuştur. İslamcılar tarafından gerçekleştirildiği söylenen, özellikle sol eğilimli politikacıların suikast ile öldürülmesi siyasi krizi daha da derinleştirmiştir. Şubat 2013’te sol eğilimli muhalif lider Şükrü Belayid’in suikast sonucu öldürülmesinden sonra binlerce Tunuslu sokağa dökülüp hükümeti protesto etmiş, söz konusu kitlesel tepkiden dolayı Hamadi Cebali başkanlığındaki hükümet istifa etmiştir. Altı ay sonra ise muhalefetteki Halk Hareketi Partisi Lideri Muhammed İbrahimi öldürülmüş, Tunus yeniden protestolarla çalkalanınca yönetimde olan Urayyid hükümeti de dağılmıştır. Tüm bu suikastların özellikle muhalif politikacılara karşı olması laik kesimin tepkisine ve protestolarına sebep olmuş, birçok kişi Nahda Partisi’ni suçlamıştır. 2014 seçimleri laik Nida Tunus Partisi’nin meclisteki çoğunluğu kazanmasıyla sonuçlanmıştır. Fakat 8 Ekim 2015’te laik Nida Tunus Partisi milletvekili Rıza Şerefüddin’e suikast düzenlenmesi ülkedeki toplumsal kutuplaşmanın sebep olduğu şiddet ortamının devam ettiğini göstermektedir. Tunus’ta önemli bir siyasi istikrarsızlık söz konusudur. Son 5 yılda birçok farklı devlet başkanı ve başbakan yönetimde görev almıştır. Suikastlar ise zaten çok önemli bir dönüşüm geçiren Tunus’taki atmosferi daha da kritik hale getirmiş, siyasi istikrarsızlığın devamını getirmiştir. Tunus’ta devrime sebep olan ekonomik faktörler ironik bir şekilde devrim sonrası da devam etmektedir. Genç diplomalılarda işsizlik oranı %31’lere kadar çıkmıştır. Bazı uzmanlar, gözlenen yüksek işsizlik oranının gençler arasında cihatçı hareketlere katılmayı teşvik ediyor yorumunu yapmıştır.5 Devrim öncesi Tunus ekonomisi turizm getirisinden önemli ölçüde yararlanıyordu. 2010 yılında 7 milyon turist ağırlayan Tunus’un devrim sonrası turist sayısı oldukça azalmıştır. Ülkeye gelen yabancı yatırımlar hiçbir zaman devrim öncesi seviyeyi yakalayamamıştır.6 Bu süreçte Tunus ekonomisi ülkedeki siyasi dönüşümün kurbanı olmuştur. Özetle, Tunus’un içinde bulunduğu yoğun siyasi ve toplumsal dönüşümün, şiddet ve kutuplaşma ortamıyla gerilemiş bir ekonomiye mal olduğu söylenebilir. Fakat Nahda’nın ılımlı duruşu Tunus’u Arap Baharını tecrübe eden Mısır, Libya gibi ülkelere göre daha başarılı kılmıştır. Nahda Partisi İslami bir duruşa sahip olmasıyla birlikte, parti lideri Raşid Gannuşi’nin geçtiğimiz Mayıs ayında Le Monde gazetesine verdiği demeçte partinin Müslüman ve İslami referansları olan bir parti olduğunu, bunun yanında Tunus’ta siyasi İslama yer olmadığını söylemiş ve demokrasinin önemini vurgulamıştır. Nahda’nın bu tavırları radikal destekçilerini ılımlaştırabilir, bu da devrimin kısa vadede olmasa da uzun vadede olumlu bir sürece dönüşmesini sağlayabilir. Zira Tunus’ta devrilen otoriter yönetimin demokrasi ile doldurulması ülkede sağlanabilecek toplumsal ve siyasi uzlaşma ortamına bağlıdır. Merve BİRDAL 1. Tunisie: une maladie nommée chômage http://www.fhimt.com/2011/08/04/tunisie-une-maladie-nommee-chomage-infographie/ 2. Tunus ekonomisinin genel özellikleri http://www.orsam.org.tr/files/OA/37/4harun.pdf 3. Yasemin Devrimi’nden “Arap Baharı”na Tunus http://www.yasader.org/web/yasama_dergisi/2012/sayi22/22-61.pdf 4. Un référendum pour quoi faire? http://aan.mmsh.univ-aix.fr/Pdf/AAN-2002-40_06.pdf 5. Face au chômage, Habib Essid veut aller au-delà des “solutions classiques” http://www.huffpostmaghreb.com/2016/03/29/chomage-essid-solutions_n_9565370.html 6. Tunisie: la situation économique identique avant et après la révolution http://www.rfi.fr/afrique/20160123-tunisie-economie-contestation-sociale-kasserine Yasemin Devrimi Sonrası Tunus yazısı ilk önce TUİÇ Akademi üzerinde ortaya çıktı. |
EĞİTİM & ÜNİVERSİTELER DOSYASI /// YALÇIN KOÇAK : KAPATILAN ÜNİV ERSİTELER
Üniversite kapatmak, kitap yakmak kadar, fikir suçlusunu hapsetmek kadar kötü sonuçları olan bir fiildir.
Bizce, acizliğin aculluğun ifadesidir. Yıl 1974: Türkiye ilk vakıf/özel üniversite kapatma deneyimini yaşadı, sıkıntısı hala devam ediyor, Heybeliada Ruhban Okulu da kısmen bu meseleden kaynaklanıyor. Türkiye o zaman da, bu üniversiteleri kapatmamış, hami üniversitelere devir etmişti, konuyu iyi bilmesi gerekenlerden birisi de Cumhurbaşkanımızdır. Onunda okulu Marmara Üniversitesine devir edilmişti.Biz bu hale nasıl geldik; Doğramacı hocayı arar olduk, yerine gelen seleflerden ben Amerikancıydım, beni niye içeri aldılar anlamadım diyen Kemal Gürbüz “Türkçeden Akademik Lisan olmaz”da dediği gibi, bunu YÖK yönetmeliklerinin maddelerine de koyarak sabotajına devam etmiştir. Bunlara aptal diyemezsin sıfatları Profesör, Hain diyemezsin Makamları T.C, maaşlarını bizden alıyorlar. YÖK’çülerin Yaptıkları Vakıf Üniversiteleri yasasına bir bakın. Vakıf gibi bir kurumsal yapı kurulacak, Kurucu Vakıf 50 milyon TL, O garabet yapıya hibe edecek ve en fazla iki kişiyle (o vakıf gibi garabetin) yönetimine girecek. Okumuş Batı sıfatlı allamelerimiz Proflar da bir elleri yağda, bir elleri balda çiftlik yönetir gibi Vakıf benzeri, türedi garabeti yönetecekler. Ye Memet ye… Devlet kendi üniversitesine öğrenci başı 3000 TL bütçe ayırırken, bu garabet kuruluşların 30 bin TL absürt ortalama fiyatlarıyla dünyanın en pahalı yüksek öğretiminin fonlatılması hangi aklın ürünüdür, hangi kitabın insaf cüzüne sığar. Emekli hocalar kendilerine iş buluyor, çocukları da diploma almış aileler,kendilerini tatmin etmiş oluyor, yarınlar ise hüsran. Genç akademisyenlerin hakları bu yasa da unutulmuş, çünkü kendi emeklilikleri için düşünülmüş bu garabet vakıf gibiymiş gibi, aslında vakıf adını da istismar eden verme değil, alma kuruluşları. Üniversite tabelalı, Üniversal olmayan kurumları. Kim verdi bu izinleri, hangi YÖK Başkanı, hangi Eğitim Bakanı bu kurumlarda ki uzantılar sorgulanmalı? Üniversite kapatmak, sevimsiz bir fiil biz kapatan değil, yaşatan olalım, el koyalım, rehabilite edelim, yönetimini ve yöneticilerini lime lime edelim, devletin hızı yavaştır, sabrı çoktur, yapamayacağı yoktur. Dilsiz şeytanlar, susuyorsa biz doğruyu yaparak ön alalım. Kravatlı eşkıya şehre inmiş halkımızın istikbale yatırım olarak gördüğü evladına (aslında ülkenin geleceğine) yaptığı, yapacağı yatırıma kene gibi yapışmış servisten emiyor, kafeteryadan götürüyor, defter-kitaptan, geziden, tosttan, çaydan, kıldan, tüyden asalak tufeyli bir taife ortaya çıkmış sömürüyor. TÜBİTAK’ı soydular, MEB milyon dolarlık kitaplar bastılar sattılar, girdikleri her kurumu tahrip ettiler. Belli kurumlar dışında boşalan kadrolara adam almayalım. Devlet organizasyonunu sil baştan yapılandıralım. Hukuk reformunu, İstinabe mahkemelerini yıllarca konuştuk, daha az hâkim, daha az masraf ve daha kesin sonuç, daha doğru olacaktır. Özal rahmetli Teritoryal Güç dediğinde anlamadan ahkâm kesenler, daha Amfibik bir ordumuz olmalı gerçeğini daha yeni fark etti. Cüpbe ve Rütbelere yeni düzenleme getirelim Orgenerallik Rütbesini toprak alana, Korgeneral rütbesini bölgesinde terörü bitirip, asayişi sağlayana, Valilerin ve yerel meclislerin önerisiyle Cumhurbaşkanı versin. Denizci ve Havacı niye Genel Kurmay Başkanı olmuyor dediğimizde yıl 1988 idi. Niye Hulusi Behçet’ten beri dünya literatürüne Türk adıyla bir icadımız yok diye sorgulamadık. Profesör Aziz Sancar bizi mahcubiyetten kurtardı. Niye Türk her dalda dışarıda başarılı da, burada değil? Üniversitelerde ki makam ve sıfatları dünya ölçeğinde rehabilite edelim, Profluk hacca müşteri bulmak için kullanılan bir makam olmasın. Çare için; 1930 yılında Atatürk niye ülkenin tek Üniversitesi olan İstanbul Üniversitesini kapattı sorusuyla başlayalım. |
KIBRIS DOSYASI : KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Ankara Ziyareti Üzerine
KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Ankara Ziyareti Üzerine
KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, 15 Temmuz’daki darbe girişiminden yaklaşık 1 ay sonra, yanında üst düzey bürokratlarla Türkiye’ye bir çalışma ziyaretinde bulundu. Akıncı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öncesinde; Başbakan Binali Yıldırım, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar ile de bir araya geldi ve darbe girişiminde saldırıya uğrayan TBMM ve Özel Harekat Daire Başkanlığı’nda incelemelerde bulundu. Ancak Akıncı’nın da açıkça ifade ettiği üzere[i] ziyaretin asli nedeni, kritik bir dönemece giren Kıbrıs müzakereleri ile ilgili istişare yapmak idi. Ziyaretin ikincil amacı ise, 15 Temmuz’da yaşananlar nedeniyle Türkiye’ye KKTC yönetimi ve halkının taziyelerini iletmekti.
Türkiye’deki 15 Temmuz darbe denemesi, ne yazık ki Kıbrıs müzakerelerinin kritik bir evresine denk geldi. Akıncı’nın, “kendi neslinin son çözüm denemesi” ve “eşit federal Kıbrıs için son fırsat” [ii] olarak nitelendirdiği müzakereler çerçevesinde, Kıbrıslı Rum ve Türkler arasında, 23 Ağustos’tan 14 Eylül 2016’ya kadar toplam 7 kritik toplantı yapılması planlanmakta. Önümüzdeki bir kaç ay içerisinde gerçekleşecek olan bu toplantılarda, somut bir çözüme varılması tüm taraflar için oldukça önemli. Aksi taktirde müzakerelerin 2017 yılına sarkması durumunda, Kuzey ve Güneydeki atmosferin daha olumsuz hale gelmesi kuvvetle muhtemel. Bunun en önemli nedeni, Güney Kıbrıs’ta 2018 yılında gerçekleştirilecek olan başkanlık seçimlerine yönelik propaganda çalışmalarının, -daha önceki seçimlerden tecrübe edildiği üzere, bir yıl öncesinden başlayacağı ve bu süreçte siyasetin doğası gereği milliyetçi söylem ve eylemlere şu andakinden daha fazla başvurulacağıdır. Bir başka ifadeyle, seçim sürecine girmiş bir Güney Kıbrıs’ta, Cumhurbaşkanı Anastasiades de dahil Rum adayların, taviz olarak değerlendirilebilecek kararlar vermekte çok daha zorlanacakları açıktır. Üstelik 2008 yılında KKTC genel seçimleri de yapılacak ve benzer bir ortam oluşacaktır. Tüm bunlara ilaveten 2017’de Kıbrıs müzakerelerine önemli katkı sağlamakta olan ve görevde ikinci beş yılını doldurmak üzere olan BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon ve seçim sürecindeki ABD’nin Devlet Başkanı Barack Obama da koltuklarını başkasına devredeceklerdir. Ayrıca önümüzdeki yıl Güney Kıbrıs’ın, Kuzey ile anlaşmadan, Doğu Akdeniz’de hidro-karbon ve petrol araması için sondaj çalışmalarına başlayacak olmasının getireceği gerginliği ve belirsizlikleri de hesaba katmak gerekir.
Kıbrıs müzakerelerinde, üzerinde uzlaşılması ve çözülmesi en zor iki konuya gelinmiş durumda. Bunlardan bir tanesi mülkiyet, ikincisi ise güvenlik ve dolayısıyla garantiler. Nitekim kısa bir süre önce, Türkiye’nin Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş de, mülkiyet ve güvenlik konularının zor konular olduğu ve şimdi bunların görüşüleceği ilan etmiş idi. Dolayısıyla Akıncı’nın Erdoğan ile bu konular üzerine şahsen görüşmeye gelmesi doğaldır. Akıncı büyük ihtimalle, vahim darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin her hangi bir politika değişikliğine gidip gitmeyeceğini de bizzat görmek istemiş olabilir. Bununla birlikte kanımca, 15 Temmuz’da yaşanan felaketler nedeniyle Türkiye’de güçlenen milliyetçi rüzgara ilaveten, aynı sebepten hem ABD hem AB ile gerilen ilişkiler düşünülürse, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda taviz vermeye eskisinden daha istekli olmasını beklememek gerekir.
Konuya yabancı olanlar için, müzakerelerdeki söz konusu iki kritik konuyu çok kabaca tanıtmak gerekirse, mülkiyet meselesi; Türkiye’nin 1974’teki harekatından önce Rumların olan fakat sonrasında Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye’den gelen göçmenlerin yerleştirildiği taşınmazların; aynı şekilde eski Türk taşınmazlarına yerleştirilen Rumların durumunun ne olacağı ile ilgilidir. Güvenlik/garantiler meselesi ise, adanın güvenliğinin nasıl sağlanacağı, adada kalacak asker sayısı ve Türkiye’nin, bir garantör devlet olarak, Kıbrıslı Türklerin tekrar saldırıya uğraması halinde adaya müdahale edip edemeyeceği ile ilgilidir.
Gerçekte, 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran uluslararası antlaşmalara göre, garantör devletler Türkiye’nin yanında Yunanistan ve Birleşik Krallıktır. Dolayısıyla önümüzdeki aylarda, bu hak ve söz sahibi garantörlerin de katılacağı uluslararası bir toplantının yapılması beklenebilir. Ancak doğal olarak Rumlar için garantör terimi Türkiye ile eşdeğerdir ve 1974’te Türkiye’nin müdahalesine hukuki dayanak olduğu için nefret ile karşılanmaktadır. Güney Kıbrıs ve Yunanistan, Türkiye’nin garantör hak ve sorumluluklarını gerekçe göstererek, ileride adaya tekrar müdahale etme olasılığını tamamen ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Yunanistan Cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopulos, bir kaç ay önce BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a, Kıbrıs’ta garantör güç hayal edilemeyeceğini açıkça söylemiştir.[iii] Güney Kıbrıs Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiades de defalarca, Avrupa Birliği üyesi bir devletin, garantiler sistemine tabi olmasının kabul edilemez olduğunu ilan etmiştir.[iv] Güney’in en önemli siyasi partilerinden DİSİ’nin Genel Başkanı Averof Neofitu de, ne partisinin ne de kendisinin garantiler içeren bir anlaşmayı desteklemeyeceğini ifade etmiştir.[v] Üstelik Rum Hükümet Sözcüsü Nikos Hristodulis, “Türkiye’nin adanın tamamında değil sadece kuzeyinde garantör olması”, dolayısıyla bir müdahale durumunda, Türkiye’nin Kuzeydeki Türklere yardım elini uzatabilecekken, hiç bir zaman Güney’deki Rum topraklarını tehdit edememesi seçeneğini de reddettiklerini açıklamıştır. [vi] Muhalefette de durum farklı değildir. Anlaşılacağı üzere, garantilerin ve garantörlüğün her türlüsü Yunanistan ve Güney Kıbrıs tarafından reddedilmektedir. Nitekim Rum basını da ziyaretin en çok güvenlik/garantiler yönünü dikkate almıştır. [vii] Ancak Türk hükümetinin ve ayrıca Akıncı’nın da, garantilerin olmadığı hiç bir antlaşmayı kabul etmeyecekleri ve geçmişten alınan dersler neticesinde Kıbrıs Türklerini korumasız bırakamayacakları yönündeki açıklamalarını da hatırda tutmak gerekir. Zaten bu yüzden, güvenlik/garantiler meselesi, Akıncı’nın bizzat Türkiye’ye gelerek teati etmesini gerektirecek, çözümü en zor konulardan biri olarak görülmektedir.
Güvenlik ve garanti meselesi doğal olarak adadaki Türk ordusunun durumu ile doğrudan ilişkilendirilmektedir. Rum tarafı, adadaki Türk ordusunun, 1960’da olduğu gibi en fazla bir alay seviyesinde kalmasını ve geri kalan Kolordu seviyesindeki, yaklaşık 40 bin personelli Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri’nin (KTBK) adadan kesinlikle çekilmesini talep etmektedir. Türk tarafı ise, Kıbrıslı Türklerin kesin güvenlik içerisinde olacağı bir çözüme varılamadıkça askerlerini çekmeyecektir. Buna ilaveten Türkiye’nin, askerlerini çekmemek için kendi güvenliği ile ilgili jeostratejik-jeopolitik bazı gerekçeleri de olduğu bilinmektedir. Ancak 2004 yılında Annan Planı çerçevesinde, Türkiye’nin askerlerini BM’nin rıza gösterdiği seviyeye çekmeyi kabul ettiğini, fakat Plan’ın Rumlar tarafından reddedildiğini de hatırlamak gerekir. Bununla birlikte, garantör bir ülke olarak Türkiye’nin adadaki kuvvetlerinin Kıbrıslı Türklere güven verdiği kadar, Kıbrıslı Rumları da tedirgin/tehdit etmeyecek bir yapıya kavuşturulması, yine ilk fırsatta bozulmaya çalışılmayacak kalıcı bir çözüm sağlanabilmesi açısından oldukça önemlidir.
15 Temmuz darbe girişimi, yukarıda bahsi geçen güvenlik ve garantiler konusunda Kıbrıslı Rumlara beklemedikleri bir fırsat sağladı. Darbe girişiminin hemen ardından Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) teyakkuza geçerken, Yunanistan ve Rum Kesimi’nde, siyasilerin ve Türkiye uzmanı Rum/Yunan akademisyen ve stratejistlerin de katıldığı, üst düzey toplantılar yapıldı. Söz konusu toplantılarda, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının değişip değişemeyeceğine, Türk ordusunun saldırı ihtimaline karşı neler yapılması gerektiğine, bu girişimin Rumlar için ne gibi tehdit ve fırsatlar yaratabileceğine ve bundan sonra Rum kesiminin nasıl bir politika izlemesinin akılcı olacağına odaklanıldı.[viii] Toplantıların ardından Rum/Yunan tarafı, Türk ordusunun teröristler (kastı FETÖ) tarafından ele geçirilmiş olduğunu, kendi milletine bile rahatlıkla ateş açabilen ve bomba atabilen ordunun, Rumlara neler yapabileceğinin düşünülmesi gerektiğini, bu haliyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin artık Kıbrıs’ın güvenliğinden sorumlu bir garantör olamayacağı yönünde bir söylem kullanmaya başladı. Darbe girişimiyle ilgili olarak tutuklanan en yüksek rütbeli iki generalden birinin eski KTBK Komutanı olması; (davaları tamamlanıp suçlu oldukları mahkeme kararıyla tescil edilmeyenlerin ismini yazmamayı tercih ediyorum, nitekim sonradan ifadelerinde söyledikleri gibi masum oldukları ve kalkışmaya katılmadıkları ortaya çıkabilir), darbe esnasındaki KTBK Komutanının, darbeci komutanlardan birinin listesinde, darbe sonrası uyumlu çalışılabilecek isimlerden biri olarak değerlendirmiş olması (muhtemelen kendisinin de haberi yahut örgütle hiçbir bağlantısı olmadığı halde)[ix], diğer iki tümen komutanı generalin ise Yüksek Askeri Şura’da emekli edilmesi de, Rumların iddialarında kuvvetlendirici unsur olarak kullanıldı. Bundan sonrasında da anılan argümanın Rum/Yunanlar tarafından uluslararası arenada daha da güçlü bir şekilde seslendirilmesi muhtemel. Dolayısıyla bu konuda Türkiye’nin önlem alması gerekir. Nitekim Yunan Dışişleri Bakanlığı da, 20 Temmuz ve 2 Ağustos 2016’da internet sitesinde, KTBK’nin darbeci olup olmadığını sorduktan sonra, garanti sisteminin tasfiye edilmesini ve Türk askerinin adadan çekilmesini istedi. Türk Dışişleri Bakanlığı ise, Yunanistan’ın ortaya çıkan durumundan faydalanmaya çalışmasını kınadı ve 15 Temmuz 1974’de bizzat Yunanistan’ın Kıbrıs’ta askeri darbe yaptığını ve darbenin bu garanti sistemi sayesinde başarılı olamadığını hatırlattı.[x] Diğer yandan Güney’de, darbe girişiminin yarattığı kargaşa ortamından, daha farklı şekilde faydalanılması gerektiğini savunan, korkutucu/sorumsuz sosyal medya paylaşımları da oldu. İçlerinde belki de en önemlisi, DİSİ eski Milletvekili Rotsas’ın, darbe gecesi Rumların büyük bir fırsat kaçırdığını, saldıranın kim olduğunu anlayamayacak durumdaki Türk ordusuna baskın yapılıp 43 bin askerin esir alınması gerektiğini savunması oldu. Rotsas’ın bu absürd açıklamaları büyük tepki çekmekle beraber, sosyal medyada milliyetçiler arasında ne yazık ki önemli miktarda destek de buldu.[xi]
Nihayetinde, 15 Temmuz darbe girişiminin, Rum/Yunan tarafını endişelendirmenin yanında onlara bir takım beklenmedik fırsatlar da sağladığını söylemek mümkündür. Diğer yandan kalkışmanın Kıbrıs sorunun çözümü kapsamında Türk tarafına önemli oranda zarar verdiği kesin olmakla birlikte, bu atmosferde, Türkiye’nin kızgınlık ve kırgınlık içerisinde olduğu ABD ve AB’nin taleplerinden daha bağımsız bir politika izlemek yoluna gidebileceğini de söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla süreç, beklenin aksine Rumların aleyhine de gelişebilir. Şüphesiz bu noktada, Ortodoks kardeşliği çerçevesinde tarih boyunca Rum/Yunanları desteklemiş olan, ancak diğer yandan Batıdan uzaklaşma potansiyeli taşıyan Türkiye ile ilişkileri hızla gelişmesi mümkün olan Rusya’nın, ve bir anlamda da Şangay İşbirliği Örgütü’nün nasıl bir Kıbrıs politikası izleyeceği de eskisinden büyük önem taşıyacaktır. Doğal olarak önümüzdeki günlerde güvenlik ve garantiler meselesi çok daha fazla gündemimize gelecektir.
Altuğ GÜNAL
[i] “KKTC Cumhurbaşkanı’ndan Gazi Meclis’e ziyaret”, TRT Haber, 17 Ağustos 2016, http://www.trthaber.com/haber/gundem/kktc-cumhurbaskanindan-gazi-meclise-ziyaret-266704.html
[ii] “Akıncı, Ankara ziyareti öncesi açıklama yaptı”, Yenidüzen, 16 Ağustos 2016, http://www.yeniduzen.com/Haberler/haberler/akinci-ankara-ziyareti-oncesi-aciklama-yapti/68351
[iii] “Rumların Yeni Kıbrıs Stratejisi”, Kıbrıs Gazetesi, 27 Mayıs 2016, http://www.kibrisgazetesi.com/?p=799173) 27 may 2016
[iv] “Nikos Anastasiades: Avrupa Birliği Üyesi bir devletin herhangi garantiler sistemine tabi olması kabul edilemez”, AB Haber, 15 Şubat 2016, http://www.abhaber.com/nikos-anastasiades-avrupa-birligi-uyesi-bir-devletin-herhangi-garantiler-sistemine-tabi-olmasi-kabul-edilemez/
[v] “DİSİ şimdiden ‘Hayır’ çekti”, Gündem Kıbrıs, 14 Ağustos 2016, http://www.gundemkibris.com/disi-simdiden-hayir-cekti-184182h.htm)
[vi] “Rumların Yeni Kıbrıs Stratejisi”, Kıbrıs Gazetesi, 27 Mayıs 2016, http://www.kibrisgazetesi.com/?p=799173) 27 may 2016
[vii] Alithia Gazetesi “Akıncı-Erdoğan Çalışma Görüşmesi Çok Önemli : Politis: “Akıncı Sultan’a – Türk Liderin Türkiye Cumhurbaşkanıyla Kritik Görüşmesi” : Fileleftheros: “Garantiler İçin Saray’a – Erdoğan Akıncı’yı Çağırdı – Gündemde Güvenlik ve Mülkiyet” : Simerini: “Mülkiyet ve Güvenlik’te Zorluklar – Erdoğan ve Akıncı Bugün Ankara’da Görüşüyorlar”
“Akıncı’nın Türkiye ziyareti Rum basınında yer aldı”, Kıbrıs Postası, 17 Ağustos 2016, http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/58/news/198161/PageName/GUNEY_KIBRIS
[viii] Ata Atun, “Temmuz Darbe Teşebbüsü Sonrası Yunanistan ve Kıbrıs’taki Gelişmeler”, http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/31891/15_temmuz_darbe_tesebbusu_sonrasi_yunanistan_ve_kibristaki_gelismeler
[ix] Bu iddiayı Kıbrıs’a Kıbrıs Postası duyurmuştur ancak KTBK Komutanı Korgeneral’in FETÖ ile işbirliği içerisinde olduğuna dair yahut bu listenin kendi bilgisi dahilinde hazırlandığına dair hiçbir kanıt gösterilmemiştir. Komutan büyük ihtimalle, kendisinden habersiz de olsa, isminin bu şekilde anılmasından rahatsız olması sonucu onurlu bir duruş sergilemek adına istifa etmiştir. “Cuntacıların “devam edecek” listesindeki KTBK Komutanı Bozkurt istifa etti!”, Kıbrıs Postası, 30 Temmuz 2016,
http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/35/news/196844/PageName/KIBRIS_HABERLERI
[x] “No: 162, 20 Temmuz 2016, Yunanistan Dışişleri Bakanı Kocias’ın 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı Hakkında Yunan Dışişleri Bakanlığının İnternet Sayfasında Yayımlanan Açıklaması Hk.”, http://www.mfa.gov.tr/no_-162_-yunanistan-disisleri-bakani-kocias_in-20-temmuz-1974-kibris-baris-harek_ti-hakkinda-yunan-disisleri-bakanliginin-intern.tr.mfa
[xi] “Güney Kıbrıs Rum Kesimi eski milletvekilinden skandal paylaşım!”, Hurriyet, 19 Temmuz 2016, http://www.hurriyet.com.tr/guney-kibris-rum-kesimi-eski-milletvekilinden-skandal-paylasim-40154536
TERÖR DOSYASI /// 11 Eylül’ü Yeniden Düşünmek : Paradigma Değişimi ve Uluslararası Sistem
11 Eylül’ü Yeniden Düşünmek: Paradigma Değişimi ve Uluslararası Sistem
Tarihte dünya politikasına yön veren belli başlı dönüm noktaları vardır. Bunlar dünyayı sarsan gelişmelerdir: İspanya Veraset Savaşları ve Utrecht Barışı, Otuz Yıl Savaşları ve Vestfalya Barışı, Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi, 1815 Viyana Kongresi, Dünya Savaşları, Sovyetler Birliği’nin dağılması vb. Bunların dışında, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından günümüze kadar geçen süreçte, 11 Eylül 2001 terör saldırıları gibi dünya politikasını derinden etkileyen benzer bir gelişme yaşanmadı. New York’un simgelerinden Dünya Ticaret Merkezi ikiz kulelerini yerle bir eden ve ABD Savunma Bakanlığı binası Pentagon’u hedef alan “9/11” saldırıları, ABD’nin teröre karşı küresel bir savaş başlatmasına yol açtı ve tüm Amerikalıları birleştirdi.
11 Eylül olaylarının hemen arkasından Başkan Bush, Amerika’nın teröristleri barındıran Afganistan’daki Taliban benzeri rejimleri hedef tahtasına yerleştirdiğini, teröre karşı dünya çapında bir savaş başlattığını duyurmuştu. Yeni savaş planını da Haziran 2002’de şöyle açıkladı: “Savaşı düşmanın kapısına götürmeli, en ciddi tehditleri henüz ortaya çıkmadan bertaraf etmeliyiz.” ABD kendi güvenliğine karşı tehdit olarak gördüğü her hükümeti, önlem amacıyla alaşağı etmek için, uluslararası hukuku çiğnemek pahasına “tek taraflı” harekete geçmeye hazırdı. Zaten bu eşi benzeri görülmemiş terör saldırılarının ardından, ABD “meşru savunma” çerçevesinde dünya çapında müthiş bir desteği arkasına almıştı. Böyle bir ortamda Bush yönetimi, 11 Eylül saldırılarını Yeni Amerikan Yüzyılı projesinin hedefleri doğrultusunda bir fırsata çevirdi.[i]
Afganistan’daki Taliban rejimini deviren Başkan Bush ve Yeni Muhafazakârlardan oluşan (Neoconservatives) Amerikan yönetimi, çok geçmeden Irak’taki Saddam Hüseyin rejimini de devirmeye karar verdi. Ancak 2003’te Irak’ın işgal edilmesi, Orta Doğu’ya “istikrar” ve “özgürlük” getirmek bir yana, başta Irak olmak üzere, bu coğrafyadaki ülkelerin yeni bir şiddet ve kargaşa ortamına sürüklenmesine neden oldu.
Öte yandan, 11 Eylül saldırıları sonrası yaşanan ani şoktan sonra, “dünya bir daha asla aynı olmayacak” gibi söylemlerin yerini artık daha dikkatli analizler aldı. Bununla birlikte 11 Eylül 2001 sonrası süreçte, ABD’nin en üstün konumda yer aldığı “Vestfalya ulus devlet sistemi”ne esaslı bir meydan okuma olan, farklı bir uluslararası sistem düşüncesi ortaya çıktı. Bir taraftan uluslararası terör tırmanışa geçerken, diğer taraftan devlet dışı oyuncuların uluslararası sistem içindeki görünürlüğü artmaya başladı. 11 Eylül sonrası dönemin değişen dinamiği, Vestfalya devlet sisteminin yeniden yorumlanması ihtiyacını ortaya çıkardı. Bu gelişmeler uluslararası ilişkiler disiplininde yeni bir tartışmaya da yol açtı. Bugün gelinen noktada ise “kendi sınırları içinde güvenli ulus devlet modeli” artık zamanını doldurmuştur.
Buraya kadar yaptığımız tespitler aynı zamanda bir dizi soruyu da beraberinde getirmektedir: Öyleyse 11 Eylül olayları bir “paradigma” değişimine yol açmış mıdır? Uluslararası sistem açısından, 11 Eylül “yeni bir milat” mı yoksa Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra oluşan yeni dünya düzeninin kendi içindeki bir “kırılma noktası” mıdır? Yeni dünya düzenindeki yeri tam olarak ortaya konamayan 11 Eylül 2001 tarihi, 15. yıldönümü geride bırakılırken, uluslararası sistem açısından tek başına bir analiz konusu olmayı hak ediyor. Bu çalışmamızda 11 Eylül’ün dünya politikasında yarattığı büyük etkiyi sorgulayacak, bir “paradigma değişimi” yaşayıp yaşamadığımızı tartışacak ve kabuk değiştiren “uluslararası sistemin tanımının nasıl yapılması gerektiği” sorusuna yanıt arayacağız.
Paradigma Değişimi
Paradigma değişimleri çoğu zaman şiddetli bir sarsıntı ve travma anlarında ortaya çıkar. 1945’ten itibaren uluslararası sistemdeki uzun ve dengeli bir dönemin ardından, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması bu güç dengesini bozan şiddetli bir sarsıntıya neden oldu. Bu sarsıntı yaklaşık 50 yıldır değişmeyen uluslararası sistemin yapısal temellerini de sarstı. Yeni dünya düzenine geçiş iki eksende gerçekleşti: “İki kutuplu sistemin sona ermesi” ve “kapitalist sistemin hızlıca yeni bir model olarak ortaya çıkışı.”[ii] Yaklaşık 10 yıl sonra, 11 Eylül 2001’deki terör saldırıları belirsiz olan uluslararası sistem üzerine bir şok dalgası halinde yayıldı. Aynı zamanda 11 Eylül’le gelinen yeni dönemde, ABD’nin teröre karşı savaşı, Bush’un Irak, İran ve Kuzey Kore’yi “şeytan ekseni” ilan etmesi ve buna paralel olarak Ortadoğu haritasının değişeceği söylemleri öne çıktı.
11 Eylül olayı en azından Vestfalya sisteminin şekillendirdiği egemenlik düşüncesinde ve uluslararası sistemi algılamamızda bir değişim yaratmıştır.[iii] Bu yönüyle uluslararası ilişkiler disiplininde yeni ufuklar açan bir dönüm noktasıdır. 11 Eylül’le birlikte, uluslararası ilişkileri açıklayan devlet merkezli paradigmalar büyük bir darbe almıştır. Çünkü artık El Kaide ve DAEŞ gibi “devlet dışı” veya “devlet benzeri” oyuncuların (uluslararası kimlik kazanmış terör örgütlerinin) dünya gündemini belirleyecek eylemler yapabileceği ve uluslararası ortamı şekillendiren tek unsurun devletler olmadığı ortaya çıkmıştır.
Buna bağlı olarak, 11 Eylül sonrası uluslararası ortam “paradigma değişimi” tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. İkiz Kulelerin yıkılmasıyla birlikte gelişen süreçte, bir paradigma değişiminin olup olmadığı ve dünyaya başka pencerelerden bakmanın nasıl olacağı konusu, yanıt bekleyen bir soru olarak belirmiştir. Bu noktada paradigma değişiminin ne anlama geldiği önemlidir: Paradigma “belli bir zaman dilimindeki baskın dünya görüşü” diye tanımlanabilir.
Genel ilişkilerin oluşumunu açıklayan bir paradigma varsa, bu alandaki kuramların ondan türetilmesi gerekir. Bununla birlikte, paradigma kavramına ün kazandıran Amerikalı bilim felsefecisi Thomas Kuhn, paradigma kavramını birden çok anlamda kullanır. Kuhn’a göre paradigma, belli bir zaman diliminde alanında genel kabul gören yaklaşım, model veya teoridir. Bir paradigma yanlışlanmış olsa ya da yürürlükteki sorunları çözemez hale gelse bile yerini yeni bir paradigma alıncaya kadar terk edilmez.[iv]
Paradigma aynı zamanda, bireylerin ve toplumların neyi nasıl algıladıklarını, neyi benimseyip neyi benimsemediklerini yansıtır. Bu anlamda, paradigma basit bir ifadeyle insanların olaylara, konulara bakış açısıdır. İnsan bir olayı, bir kavramı ya da durumu, kendisinin dış dünyayı algılayış şekliyle, zaman içinde belirlenmiş bir takım düşünce kalıplarıyla yorumlar. Paradigmalar haritalara benzer. Harita temsil ettiği şeyi ne kadar gerçekçi olarak yansıtırsa o derece değer kazanır. Harita ne kadar netse tespitler o kadar doğru olur.
Haritanın gizemli olduğu, şifreli işaretler taşıdığı iddia ediliyorsa, tam bir bilmeceyle karşılaşılır. Bu durumda paradigma bir “enigma” ya da “gerçekleri saptıran bir analiz çerçevesi” haline gelir. Mevcut paradigmanın yetersiz kaldığı ortaya çıkınca, paradigma değişimi için yeni yaklaşımlar ortaya atılmaya başlar. Yanlışlanan paradigmaların, belli belirsiz rotaların neden değişmesi gerektiği konusunda, aşağıdaki yaşanmış bir olay örnek verilebilir:
İki savaş gemisi günlerdir kötü hava şartları ve yoğunlaşan sis altında manevra yapmaktadır. Karanlık çöktükten kısa bir süre sonra, iskele tarafındaki nöbetçi askerin sesi duyulur: “Işık! Sancak tarafında… Işık düz ilerliyor komutanım.”
Gemidekiler diğer savaş gemisiyle tehlikeli bir çarpışma rotası üzerinde olduklarını düşünürler. Bunun üzerine geminin komutanı askerlere emir verir: “Gemiye sinyal gönder! Çarpışma rotasındayız. Rotanızı 20 derece değiştirmenizi öneriyoruz.”
Karşıdan şu sinyal gelir: “Rotanızı 20 derece değiştirmeniz önerilir.” Komutan: “Sinyal gönder: Ben komutanım. Rotanızı 20 derece değiştirin.” der. Karşıdaki “Ben deniz onbaşıyım. Rotanızı 20 derece değiştirirseniz iyi olur.” diye cevap verir.
Komutan bu cevabı alınca iyice sinirlenir ve hırsla emreder: “Sinyal ver! Ben bir savaş gemisiyim. Rotanızı 20 derece değiştirin.” Ardından karşıdan ışıklarla cevap gelir: “Ben bir deniz feneriyim.” Komutan rotayı değiştirir.[v]
11 Eylül Olayları Nedir, Ne Değildir?
11 Eylül’de gerçekte ne olmuştur? Şüphesiz yaşanan olay sadece İkiz Kulelerin çökmesi ve Pentagon’un bir kısmının yıkılmasından ibaret değildir. Uluslararası ilişkiler çalışmalarında komünizmin çökmesinden beri görülmemiş etki yaratan bir olay gerçekleşmiştir. 11 Eylül olayları ve hemen arkasından ABD’nin tartışmalı “önleyici savaş” stratejisiyle, Afganistan ve Irak’a yaptığı askeri müdahalelerin yarattığı etki sonucu, uluslararası ilişkiler kuramları dünya çapında yeniden ele alınmaya başladı. Uluslararası sistemin kurgusuna yönelik yeni düşünceler ortaya atıldı. Dünyada bu olayı ve sonuçlarını konu edinen kitaplar, yazılar, analizler, tartışmalar birbirini izledi. Bu ivmeyle birlikte 11 Eylül siyasi bir fenomen haline geldi.
İkinci Pearl Harbor Saldırısı ya da Atom Bombası Etkisi Mi?
11 Eylül olaylarına gösterilen dünya çapındaki bu büyük ilgi, komplo teorilerinin etkisiyle kimi zaman gerçeklerden uzaklaşılmasına ve bu tarihi olayın giderek bir efsaneye dönüşmeye başlamasına sebep olmuştur. 11 Eylül’den sonraki dünya düzeniyle ilgili saptamalar yapılırken bunlar da dikkate alınmalı, 11 Eylül’ün tarihi önemi büyütülmemelidir. Tarihi bir olguyla ilgili kesin bir yargıya varılırken, tarihteki benzer olaylarla karşılaştırma yapmak, doğru bir yargıya varmak için daha iyi bir yoldur. Böylece abartılı veya eksik yaklaşımların önüne geçilebilir. Her şeyden önce İkiz Kulelerin çökmesi tarihte devirler açıp kapatan dönüm noktalarından değildir. Avusturya-Macaristan Prensi Franz Ferdinand’a Saraybosna’da düzenlenen suikast gibi, zaten bir kıvılcım bekleyen düşman blokların bir dünya savaşı başlatmasına neden olmamıştır. Aynı şekilde 11 Eylül, yarattığı etki itibarıyla bir Pearl Harbor saldırısı da değildir.[vi]
Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları gibi, yüz binlerce insanın ölümüne neden olan, etkileri on yıllar boyunca silinmeyen ve bir dünya savaşını bitiren tarihi bir olayla karşılaştırıldığında, 11 Eylül küresel çapta daha sınırlı etki yaratmıştır. Dolayısıyla bu fenomen dünya savaşları başlatan ya da bitiren bir olay değildir. Kaldı ki dünyayı Soğuk Savaş dönemindeki gibi yeni bir kutuplaşmaya itmemiştir. Var olan sıkı bir kutuplaşmayı da ortadan kaldırmamıştır. Öyleyse 11 Eylül sonuçları açısından nasıl tanımlanmalı ve uluslararası ilişkiler disiplininde ona ne tür bir yer verilmelidir?
Var olan uluslararası ilişkiler paradigmaları 11 Eylül’de gerçekte ne olduğunu açıklamakta zorlanmaktadır. Örneğin Michael Cox ve İngiliz Okulu kuramcılarından Barry Buzan, 11 Eylül sonrası yaptıkları dünya politikası analizlerinde neorealism, globalism, bölgeselcilik, yapısalcılık, postmodernizm ve daha birçok uluslararası ilişkiler kuramının yaşananları açıklamakta yetersiz kaldığı konusunda hemfikirdir. Buzan’a göre 11 Eylül yarattığı etki açısından, 1973 Arap-İsrail Savaşı sırasında ortaya çıkan “petrol krizi”nden ziyade “Küba füze krizi”ne benzer ve artık bunun aydın çevrelerde devrimci bir etki yaratması pek mümkün değildir.[vii] Şunu da eklemek gerekir ki uluslararası ilişkiler ne tek bir nedene bağlanabilir ne de 11 Eylül gibi tek bir olayla, iyi kurgulanmış bir kuramın geçerliliği veya geçersizliği düşünülebilir.[viii]
Sonuçta 11 Eylül sonrası dönemde, dünya politikasını etkileyen temel sorunlar ve somut gerçeklikler varlığını sürdürmüştür. Örneğin dünyadaki maddi kaynakların eşitsiz dağılımı, ekonomik araştırmalarda neoliberalizmin etkisi, Avrupa bütünleşme süreci, NATO’nun genişlemesiyle ilgili sorunlar, Çin’in ekonomik yükselişi, Japonya’daki mali krizler ve buna benzer etkenler dâhil dünyada birçok şey değişmeden kalmıştır. Buraya kadar yapılan saptamalardan 11 Eylül’ün sistem içinde ani, tehlikeli ve keskin bir dönüş olduğu sunucu çıkarılabilir. Bu olayın uluslararası ilişkilerde sınırlı etkide ama önemli bir kırılma noktası olduğu görülmektedir. Ancak ne kadar önemli olduğunu sadece zaman gösterebilir.
2.Dünya Savaşı ya da Sovyetler’in Çöküşü Gibi Bir Milat Mı?
11 Eylül uluslararası ilişkiler kuramlarında büyük bir değişikliği gerektirmemiştir. Bu sonuca ulaşırken uluslararası ilişkiler kuramlarının çoğulcu doğasının farkına varmak önemlidir. Tek bir baskın kuram değil ama birbirleriyle rekabet eden ve çekişen birçok yaklaşımın varlığı söz konusudur. Bu yaklaşımların her biri aşırı karmaşık olan dünya sisteminin önemli bir yönüne odaklanır. Herhangi bir olayın bir kurama diğerleri üstünde üstünlük kurmasına fırsat vermesi, olanaksız olmamakla birlikte pek olası değildir.[ix] Şu sorular 11 Eylül’ün uluslararası ilişkiler çalışmaları üzerinde ne derece etkili olduğu hakkında bir fikir verebilir: a) 11 Eylül var olan kuramların herhangi birini geçersiz kılmakta mıdır? b) Bu olay birbiriyle rekabet halinde olan yaklaşımlar arasındaki dengeyi değiştirmiş midir?[x]
Bu sorulara verilecek yanıt basitçe “hayır” olacaktır. Buzan’ın ifade ettiği gibi, 11 Eylül uluslararası terörle mücadeleye özel bir ilgi gösterse de dünya politikasındaki birçok önemli gelişmeye hiç dokunmamıştır. Bu olay bölgesel yaklaşıma (territoriality) karşı bölgesel olmayan yaklaşım (deterritorialisation), askeri gücün sınırları ve kullanımı, devlete karşı devlet olmayan oyuncular, tek kutupluluğa karşı küreselleşme ya da küresel düzeye karşı bölgesel düzey arasındaki tartışmalarda dengeyi bozucu bir etki yapmamıştır. Yeni bir kuram gereksinimi ortaya çıkarmak bir yana, var olan kuramlar arasında farklı bir tartışma zemini bile oluşturmamıştır.[xi] Neoliberalizmin kurucularından Robert O. Keohane de benzer şekilde bu konu üzerinde durur: “Burada teorik fikirler arasındaki rekabete daha az vurgu yapılmalı, onların nasıl sentezleneceğine daha çok dikkat çekilmelidir”.[xii]
11 Eylül sömürgecilik karşıtı yaklaşımlara konu olmamıştır. Bu olay ne realizmi egemen bir paradigma haline getiren 2. Dünya Savaşı ne uluslararası politikanın ekonomik yönünü yeniden canlandıran 1970’lerin petrol krizi ne de askeri güvenliği bir öncelik olmaktan çıkaran “Soğuk Savaş’ın bitişi” ile aynı kapsamda değerlendirilebilir. 11 Eylül saldırıları her ne kadar Amerikan kamuoyunda büyük bir psikolojik etki yaratmış olsa da Pearl Harbor saldırısı gibi ABD’yi topyekün savaşa sürükleyen bir olay değildir. Aynı şekilde, dünya tarihinde başlı başına bir milat olan Sovyetler Birliği’nin çöküşüne benzer bir olay da değildir.
Öte yandan geçmişte birçok yazar, 11 Eylül’de olduğu gibi Küba füze krizinin sonuçlarına büyük önem vermiştir. En çok üzerinde durulan sonuçlar Kremlin’le Beyaz Saray arasında doğrudan ilişkilerin kurumsallaşması (kırmızı telefon), siyasi bakımdan geri adım atan Devlet Başkanı Kruşçev’in SSCB’de durumunun zayıflaması, özellikle denizlerde Sovyet askeri gücünün artması, süper güçlerin hayati çıkarlarının açığa çıkması ve önemli bir bunalım karşısında iki tarafın da sınırlı siyasi kazançlarla yetinebileceklerinin anlaşılmasıydı. Ayrıca bu krizin NATO stratejisindeki “topyekün karşılık” öğretisinin, “esnek karşılık”a dönüştürüldüğü dönemde meydana gelmesi sonucu, ABD’nin eskisi gibi Avrupa ve Türkiye’yi desteklemeyeceği kaygısı gündeme gelmişti.
Bu çerçevede başat güçlerin bakış açılarında kalıcı bir değişiklik yapan (bir anlamda paradigma değişimine yol açan) ve çeşitli politikaların yeniden ele alınmasına neden olan Küba füze krizi, 11 Eylül için daha iyi bir karşılaştırma olacaktır. Küba füze krizi 11 Eylül’le benzer şekilde aniden ve kısa bir zaman diliminde gerçekleşmiş, dikkatleri Amerikan topraklarına, ABD’nin iç güvenliğine yöneltmiştir.[xiii] İki durumda da vatan güvenliği öne çıkmıştır. Her iki olay da ortaya çıkardığı ani şok dalgasıyla, “uluslararası sistemin fay hatlarını harekete geçiren” ama “genel sistemin değişmesine neden olmayan” bir etki yaratmıştır. ABD’yi hedef alan bu iki olayın uluslararası sistemi bu kadar sarsmasının nedeni, ABD’nin sistemdeki merkezi ve kritik konumudur.
11 Eylül Sonrası Uluslararası Sistem
Uluslararası sistemin ana hatları büyük devletlerin tarihsel süreç içinde geliştirdikleri ortak değerler çerçevesinde şekillenmiş ve bu ortak değerler küresel nitelikte bir düzen oluşturmuştur. Artık bugünün dünyasında, iki kutuplu sistemin nükleer silahların gölgesinde kurulan dehşet dengesi anlayışı yoktur ve uluslararası politika gündemini Soğuk Savaş dönemindeki gibi sadece güvenlik konuları belirlememektedir. Devlet uluslararası politikadaki baskın konumunu devlet dışı oyunculara devretmeye başlamıştır.
Bir sistem çözümlemesi yaparken, tarihsel ve coğrafi etkenler yüzünden, uluslararası ilişkilerde birbirine karşıt farklı bakış açılarının olduğunu dikkate almak önemlidir. Batılı bir insanın, dünyaya Afrika veya Asya’daki eski bir sömürge ülkesinde yaşayan yerli bir insandan farklı bir gözle bakması şaşırtıcı değildir. Bu açıdan, bir İngiliz veya Amerikalının uluslararası ilişkileri realist ya da pluralist paradigmalar çerçevesinde, eski bir sömürge ülkesi insanının da sosyalist-marksist paradigma çerçevesinde yorumlama eğiliminde olması doğaldır.
Soğuk Savaş’ın bitişinin ardından, daha istikrarlı ve barışçıl dünya düzenine doğru bir gidiş yaşandığı düşüncesi egemendi. Dünyanın geniş bir coğrafyasında yaşanan çatışmalar, güvenlik sorunları, bölgesel hesaplaşmalar ve kurulan yeni ittifaklarla ilgili tartışmalar da azalmıştı. Dünyanın gidişatı konusunda daha iyimser analizler yapılmaktaydı. Ancak 11 Eylül olayı, dünyaya eski yılların dehşet, korku ve savaş günlerine ani bir geri dönüş yaşatmıştır. Bu anlamda 11 Eylül’ün önemli sonuçlarından biri de tarihsel bir geri dönüş olmasıdır.
Ayrıca, 11 Eylül sonrası yeni Amerikan stratejilerini destekleyip desteklememe konusunda, NATO ve AB içinde tarihi, büyük bir bölünme yaşanmıştır. ABD’nin teröre karşı savaşı ve uluslararası hukuku zorlayan yeni Amerikan stratejisi, Atlantik ötesi ilişkilerde gerilimlere ve Asya’da ittifakların yön değiştirmesine yol açmıştır. Sistem içi dengeler sarsılmıştır. Diğer taraftan yükselen Çin’in, ileride uluslararası sistemin kilit oyuncusu olma olasılığı yüksektir. Yaşadıkları çeşitli sorunlara rağmen, uluslararası sistemde Avrupa Birliği, Japonya ve Rusya büyük güç olma potansiyeli bulunan oyunculardır.
Türkiye, Brezilya, Güney Afrika ve Endonezya gibi ülkelerin büyük güç olma olasılıkları da ekonomik alanda yapacakları atılımlara bağlıdır. Gelecekte Çin’in yükselen gücünü dengelemek amacıyla, Asya‘daki Japonya, Güney Kore, Tayvan ve diğer Güneydoğu Asya ülkeleri bir araya gelebilirler ve ABD ile işbirliği içerisinde bulunabilirler. Malezya, Singapur ve Tayland gibi ülkeler de Çin’i dengelemek amacıyla Hindistan ile daha sıkı işbirliği içerisinde bulunabilirler. Oluşan yeni koşullara göre sistem içi denge arayışı her dönemde görülen bir gelişmedir.
Bugünkü uluslararası sistem hem hiyerarşik, hem de çok merkezli bir yapıdır. Bu sistemde askeri ve siyasi alanlarda, ABD’nin baskın konumunun devam ettiği, dünya siyasetinde belirleyici olduğu gerçeğinden hareketle, sistemin hiyerarşik bir yapıyla işlediği sonucu çıkarılabilir. Buna rağmen ekonomik açıdan bakıldığında, uluslararası sistem daha ziyade çok merkezli bir görünümdedir. ABD’nin Soğuk Savaş dönemindeki gibi müttefiklerine söz geçiremediği göz önünde tutulursa, ABD ekonomik bir dev olmakla birlikte, tek büyük güç değildir. Dolayısıyla 11 Eylül sonrası dönemde, uluslararası ilişkilerin yapısı ve oyuncuları bir değişim sürecinden geçmektedir.
Sonuç: 11 Eylül Paradigmayı Değiştirdi Mi?
11 Eylül saldırılarını izleyen yıllarda uluslararası sistemdeki güç hiyerarşisi, gücün dağılımı, işlev düzeni, kuralları ve oyuncu tanımlaması sorgulanır hale gelmiştir. Aynı zamanda, 11 Eylül saldırıları ne kadar kırılgan bir uluslararası sisteme sahip olduğumuzu göstermiştir. Dünyamız artık devletlerin tekel olduğu bir sistem veya düzen olmaktan çıkmış, devlet dışı oyuncuların sistem içindeki görünürlüğü artmıştır. Geleneksel ulus devlet modelinin “vatan” tanımı artık anlamını kaybetmeye ve başka bir ifadeye dönüşmeye başlamıştır. Ek olarak 11 Eylül, ulus devlet sisteminin seküler karakterinin sorgulanmasında süreci hızlandırıcı etki yapmıştır. Uzun zamandır tartışılan uluslararası sistem – din ilişkisini yeniden gündeme getirmiştir.
Bütün bu değerlendirmelerden sonra yanıtı bulunması gereken kritik soru şudur: 11 Eylül bir paradigma değişimine yol açmış mıdır? Bu sorunun yanıtı paradigma değişimi ifadesiyle neyin kastedildiğine göre değişir. Bu bakımdan eğer paradigma değişimi ifadesiyle, “belli bir zaman dilimindeki baskın dünya görüşünün değişmesi” kastediliyorsa, 11 Eylül sonrası dönemde bir paradigma değişiminin yaşandığına tanık olduğumuz söylenebilir. Buna karşın, bu paradigma değişimi egemen uluslararası ilişkiler paradigmalarının artık terk edildiği anlamına gelmez.
Dolayısıyla 11 Eylül’den sonra, “egemen uluslararası ilişkiler paradigmalarının yerini yeni bir paradigmanın aldığı” anlamına gelen bir paradigma değişimi söz konusu değildir. Çünkü İkiz Kulelerin yıkılması egemen bir paradigmayı yıkmak bir tarafa, yeni bir kuram gereksinimi bile yaratmamıştır. Başka bir deyişle, 11 Eylül’den sonra dünya düzenini algılama açısından paradigma değişimi yaşanmıştır ama bu değişim uluslararası ilişkiler paradigmalarını geçersiz kılacak nitelikte bir değişim değildir.
11 Eylül sonrası dünya politikasıyla ilgili bu saldırıların hemen arkasından yapılan bazı yorumlar, daha çok şok havası içinde, kıyamet alameti niteliğinde yapılmış abartılı yorumlardır. 11 Eylül artık uluslararası ilişkiler çalışmalarında tarihteki benzer olaylar da dikkate alınarak, daha mantıklı ve gerçekçi bir şekilde yorumlanmalıdır. Öncelikle, Demir Perde’nin ortadan kalkmasının uluslararası ilişkilerde bıraktığı derin izler düşünüldüğünde, 11 Eylül’ün daha geri planda kalan tarihi bir gelişme olduğu rahatlıkla söylenebilir. 11 Eylül 2001, Soğuk Savaş sonrası yeniden şekillenen uluslararası sistem içinde bir “milat” değil fakat çok önemli, ani ve tehlikeli bir “dönüm noktası” olarak tarihe geçecektir.
Ümit Çelik, Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Doktora Öğrencisi
[i] Daha geniş bir analiz için bkz: Ümit Çelik, “Rusya – ABD İlişkileri II: 11 Eylül’den Rus-Gürcü Savaşı’na”, İrfan Kaya Ülger (ed.), Putin’in Ülkesi: Yeni Yüzyıl Eşiğinde Rusya Federasyonu, Ankara, Seçkin Yay., 2015; ss. 491-493.
[ii] Anoush Ehteshami, “9/11 As a Cause of Paradigm Shift?”, School of Government and International Affairs, Working Paper, Durham, Durham University Press., 2007.
[iii] Bülent Aras, “11 Eylül, Dünya Siyaseti ve Afrika”, http://www.tasamafrika.org/2008/21-baras.pdf.
[iv] Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev: Nilüfer Kuyaş, İstanbul, Alan Yay., 1982, ss. 161-170.
[v] Stephen R. Covey, The Seven Habits of Highly Effective People: Powerful Lessons in Personal Change, London, Simon&Schuster Ltd., 1992, p. 33.
[vi] Michael Cox, “Paradigm Shifts and 9/11: International Relations After the Twin Towers”, http://asrudiancenter.wordpress.com/2008/06/26/paradigm-shifts-and-911-internationalrelations-after-the-twin towers.
[vii] 11 Eylül’den sonra bu teoriler arasında yapılan karşılaştırmalar için bkz.: Barry Buzan, “The Implications of September 11 for the Study of International Relations”, Draft Manuscript, Conference on the ‘Research Agenda in International Politics in the Aftermath of September 11th’, Swedish Institute of International Affairs, Stockholm, 10–11 Nisan 2002.
[viii] Cox, “Paradigm Shifts and 9/11: International Relations After the Twin Towers”.
[ix] Bu konuda bkz: Ümit Çelik, “Uluslararası İlişkilerin Karmaşık Doğası ve Stanley Hoffmann’ın Rulet Oyuncusu Modeli”, Uluslararası İlişkiler Portalı, http://www.uiportal.net/uluslararasi-iliskilerin-karmasik-dogasi-ve-stanley-hoffmannin-rulet-oyuncusu-modeli.html; Ole Waever, “Four Meanings of International Society: A Trans-Atlantic Dialogue”, B. A. Roberson (der.), International Society and the Development of International Relations Theory, Londra, Pinter, 1998, p. 80.
[x] Buzan, “The Implications of September 11 for the Study of International Relations”.
[xi] Aynı yer.
[xii] Robert O., Keohane, “The Globalization of Informal Violence, Theories of World Politics and the Liberalism of Fear”, New York, SSRC, 2002, http://www.ssrc.org/sept11/essays/keohane.htm.
[xiii] Buzan, “The Implications of September 11 for the Study of International Relations”.
Kaynakça
ARAS, Bülent, “11 Eylül, Dünya Siyaseti ve Afrika”, http://www.tasamafrika.org/2008/ 21-baras.pdf.
BUZAN, Barry, “The Implications of September 11 for the Study of International Relations”, Draft Manuscript, Conference on the ‘Research Agenda in International Politics in the Aftermath of September 11th’, Stockholm, Swedish Institute of International Affairs, 10–11 Nisan 2002.
COX, Michael, “Paradigm Shifts and 9/11: International Relations After the Twin Towers”, http://asrudiancenter.wordpress.com/2008/06/26/paradigm-shifts-and-911-internatio nal-relations-after-the-twin-towers.
COVEY, Stephen R., The Seven Habits of Highly Effective People: Powerful Lessons in Personal Change, Londra: Simon & Schuster Ltd., 1992.
ÇELİK, Ümit, “Rusya – ABD İlişkileri II: 11 Eylül’den Rus-Gürcü Savaşı’na”, İrfan Kaya Ülger (ed.), Putin’in Ülkesi: Yeni Yüzyıl Eşiğinde Rusya Federasyonu Analizi, Ankara, Seçkin Yay., 2015.
EHTESHAMİ, Anoush, “9/11 As a Cause of Paradigm Shift?”, School of Government and International Affairs, Working Paper, Durham, Durham University Press., 2007.
KEOHANE, Robert O., “The Globalization of Informal Violence, Theories of World Politics and the Liberalism of Fear”, New York, SSRC, 2002, http://www.ssrc.org/sept11/ essays/keohane.htm.
KUHN, Thomas, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev: Nilüfer Kuyaş, İstanbul, Alan Yay., 1982.
WAEVER, Ole, “Four Meanings of International Society: A Trans-Atlantic Dialogue”, B. A. Roberson (ed.), International Society and the Development of International Relations Theory, Londra, Pinter, 1998.
GÜRCİSTAN DOSYASI : Soğuk Savaş Sonrası Gürcistan’daki Güç Mücadelesi
Soğuk Savaş Sonrası Gürcistan’daki Güç Mücadelesi
SSCB’nin Aralık 1991’de çöküşü ile birlikte ciddi bir boşluk doğmuştur. Daha önceleri Doğu Avrupa, Orta Asya, Güney Kafkasya bölgelerini kendine tehdit olarak algılayan ABD, Sovyetlerin yıkılması ile birlikte bu coğrafyalara yakın ilgi ve alaka göstererek yeni müttefik arayışlarına girişmiştir. 11 Eylül saldırısıyla birlikte dünyada teröre karşı kapsamlı mücadele yürüten Amerika, Afganistan ve Irak operasyonlarında devletlerin desteğini istemiştir. Daha önceleri SSCB hâkimiyetinde kalan Gürcistan, ülkesinde fazlasıyla hissettiği Rus etkisini kırmak için Amerika’nın bu operasyonuna tam destek vermiştir. Gürcistan yöneticilerinin kendi içerisinde var olan azınlık sorunlarının arkasında Rusya’nın olduğu bilmesine rağmen denge politikası yerine Atlantikçi tutumu ve söylemleri komşusu Rusya’yı fazlasıyla tahrik etmiştir. Rusya, çevresinde olup bitenlere sessiz kalmayarak Gürcistan’ın aşırı tutumunu dizginlemek için Ağustos 2008’de Güney Osetya bahanesiyle müdahil olmuş ve Abhazya ve Güney Osetya’yı bağımsız devlet olarak tanıyarak Gürcistan’ı istikrarsızlaştırmıştır.
Bu çalışmada, ABD ve Rusya arasındaki güç mücadelesinin Gürcistan üzerindeki etkisi ve Gürcistan’ın bağımsızlık sonrası politikası ele alınacaktır.
ABD’nin Gürcistan Politikası
SSCB’nin Aralık 1991’de yıkılması ile birlikte Amerika’nın yeni ilgi odağı eski Sovyet coğrafyası olmuştur. Hususiyetle incelenecek olursa Güney Kafkasya bölgesindeki bağımsızlığını yeni kazanan devletler ABD’nin ilgi odağı olmuştur. 1991’e kadar bu bölgeyi kendisi için bir tehdit olarak algılayan ABD, diplomatik ve ekonomik ilişkilerle bu havzayı, kendi nüfuz alanına dâhil etmeye başladı.[1] ABD, Güney Kafkasya coğrafyasına ilk etapta doğrudan değil dolaylı olarak Türkiye üzerinden bağlantı sağlamıştır. Türkiye’nin bu görevi üstlenmesinin sebebi ise bölge ülkelerine komşu olması ve tarihi bağlarının olması en büyük etkendir. Ayrıca meydana gelen güç boşluğundan istifade ederek bölgesel güç olmanın fırsatını yakaladığını düşünmüştür. Avrupa ve Amerika’nın Türkiye’ye olan güvenleri ise Batı ile müttefik olması ve birçok özellikleri ile (demokrasi, insan haklarına saygı ve serbest pazar) bölge ülkelerine model olabileceği düşüncesidir. Hem Türkiye’nin bölgesel liderlik iddiasına destek verecek, hem de geçiş dönemini yaşayan bölge devletlerine Batılı değerleri aşılayacak bir örgüt oluşturabilme düşüncesiyle oluşturulan Karadeniz Ekonomik İş Birliği Teşkilâtı (KEİT), kurulması aşamasında özellikle ABD’den çok ciddi destek görmüştür.[2]
ABD’nin bölgeye aracısız girmesi ise 11 Eylül saldırısı sonrası gerçekleşmiştir. Bu saldırı sonrası dünyada cadı avına çıkan Amerika, bu bahane ile de Güney Kafkasya ülkelerine daha çok yakınlık göstermiştir. Hususiyetle tahkik edilecek olunursa Rusya için Karadeniz’e çıkış noktası açısından büyük öneme haiz olan Gürcistan’ın Batıya yaklaşması Moskova’yı rahatsız etmiş ve bu ülke üzerinde ki etnik unsurları kullanarak baskı uygulamıştır. Ermenistan ve İran’ın Rusya ile ilişkileri, Tiflis yönetiminin endişelerini tetiklediğinden, Türkiye ve Türkiye’nin üyesi olduğu NATO’yla yakınlaşmayı ulusal çıkarlarına uygun buluyor.[3] 11 Eylül sonrası meydana gelen yakınlaşma sonrası ABD Çeçenistan sınırında yer alan Panki Vadisisinde El-Kaide militanlarının bulunduğu iddiasına dayanarak Gürcistan’ın kuzey doğusuna 200 Amerikan askeri eğitmeni ve 65 milyon dolarlık askeri yardımda bulunmuştur.[4] Bu yardımlar bölgede bundan sonra Amerika’nın var olacağının işaretini vermiştir.
Gürcistan’ın ilk devlet başkanı olan Zviad Gamsahurdia’nın kısa süren iktidarının ardından işbaşına, önceleri SSCB’nin son dışişleri bakanı olan Eduard Şeverdnadze geldi. Yeni yönetimin Batı ve Rusya ile dengeli ilişkileri Gürcistan’ın 24 Mart 1992’de AGİT üyeliğine kabul edilmesini sağlamıştır. Güney Kafkasya’da özellikle Gürcistan üzerindeki etkisini kaybetmek istemeyen Rusya, Tiflis yönetiminin geleceğini garanti altına almak için BDT (Bağımsız Devletler Topluluğu) altında toplamak istemiştir. Bu duruma direnen Gürcistan, Rusya tarafından içerisinde bulundukları azınlıklar kullanılarak bir nevi tehdit edilmiştir. Gürcistan’ın içerisinde bulunan Abhazya ve Güney Osetya Rusya için birer tehdit aracı olmuş ve bu bölgelerdeki uluslar kışkırtılarak Gürcü yönetimine karşı mücadeleye girişmişlerdir. İçerisindeki azınlık sorunlarına daha fazla direnemeyen Şeverdnadze yönetimindeki Gürcistan yönetimi 1993 yılında BDT’ye katılmıştır. 19 Ağustos 1995’te Şeverdnadze’ye karşı yapılan başarısız suikast girişimi ve Gürcü yöneticilerinin bu işin arkasında Rusya’yı görmeleri ikili ilişkileri germiş ve karşılıklı güveni zedelemiştir. Gürcistan’ın, Washington desteğine fazla güvenmesi, Rusya’ya dair kışkırtıcı ve denge gözetmeyen tutumu kendi sonunu hazırlamıştır. Şeverdnadze’den sonra Gül Devrimi ile gelen Saakaşvili’de Atlantikçi tutumuyla Moskova’yı tedirgin etmiştir. Tiflis’in kendi içerisindeki sorunlara karşı mücadele yöntemi olarak bir nevi kendi göbeğini kendisinin kesmesi pahalıya mal olmuştur. Gürcistan yönetimi Güney Osetya sorunu çözmek için 7 Ağustos 2008 akşamı G. Osetya’nın başkenti Tskhinval’i kontrol altına almıştır. Sonrasında ise Rus kuvvetleri de Güney Osetya bölgesine inerek savaşın boyutu değiştirmiştir. Gürcistan’ın iç meselesi bir Rus-Gürcü savaşına dönüşmüştür.
Güney Kafkasya’da yaşanan bu gelişmeler Batılı devletleri endişelendirmiştir. Daha önceleri Azerbaycan ile savaş halinde olan Ermenistan’ın Bakü yönetimince sıcak karşılanmayacağı düşüncesiyle saf dışı bırakılan Erivan, Gürcistan’ın Rusya tarafından kontrol altına alınmasıyla beraber Erivan’ın Atlantik sisteme entegre edilmesi düşünceleri gündeme gelmiştir. Rusya, yapmış olduğu bu hamle ile Atlantik düzene adeta meydan okumuş ve bu coğrafyanın kendisine ait olduğunun mesajını vermiştir. Rusya’nın bölgeyi koruma altına almaya çalışması ve inkâr edilemez nüfuzu bölgedeki Amerikan hareketliliğini kısıtlamada başarılı olmuştur. Gürcistan’da yaşanan istikrarsız ortam gözlerin Erivan’a çevrilmesini sağlamıştır. Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ toprağının haksız işgali ve Türkiye’ye karşı dünya kamuoyunda yürütülen Ermeni Soykırımı yalanın propagandası ile Ankara üzerindeki diplomatik baskı iki ülkenin ( Türkiye-Azerbaycan) Ermenistan’a karşı mesafeli olmasını sağlamıştır. Amerika’nın ise Ermenistan’ın Gürcistan’a alternatif olması için iki ülke üzerindeki yaptığı baskı risk oluşturmaktadır. Amerikan yönetimi ise bu durumu görerek iki ülkenin sistemden uzaklaşması ve yeni müttefik arayışlarına girişmesi ihtimaline karşılık daha fazla ısrarcı olmamaktadır.
Rusya’nın Gürcistan Politikası
Ekim 1917’de başlayan Sovyet dönemi Aralık 1991’de çökmesiyle son buldu. Daha önceleri iki kutuplu dünya düzenin Doğu kanadını oluşturan Sovyetler Birliği, dağıldıktan sonra ise kısa bir süre Batı ile yakın ilişkiler kurmuştur. Rusya devlet başkanı Boris Yeltsin, 1991 yılının sonunda liberal düşünce tarzına sahip İgor Gaydar’ın başbakanlığındaki yeni hükümeti atamıştır.[5] Yeltsin bu hamlesi ile Rusya’nın, piyasa ekonomisine uyumlu hale getirmek ve Batı ile yakınlaşma sağlamak istemiştir. Daha sonra ise Batı’nın hususiyetle ABD’nin eski Sovyet coğrafyasına hâkim olmak ve Rusya’yı çevreleme düşüncesi Moskova tarafından farkına varılmış ve yakın çevre korunmaya çalışılmıştır. Rusya, Güney Kafkasya’da yer alan Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan ile ilişkilerini geliştirmeye özen göstermektedir. Kafkasya’daki üç devletin Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’ın gerçek anlamda tarihi milletler olduğu söylenebilir. Bunun sonucu olarak, milliyetçilikleri yaygın ve yoğundur.[6] Bu hassas noktadan en iyi yararlanacak olan Rusya, kendisine karşı gelen veya kendisine rağmen Batı ile işbirliği yapmaktan çekinmeyen devletlere karşı milliyetçilik kozunu kullanmaktan çekinmemiştir. Günümüzde; Dağlık Karabağ, Güney Osetya, Abhazya, Cevahatya, Acaristan gibi dondurulmuş veya sıcak bölgeler Rusya’nın birer şantaj dosyası özelliğini taşımaktadır.
Güney Kafkasya’daki; Azerbaycan’ın zengin rezervleri, Gürcistan’ın açık denizlere sahip tek ülke olması ve Ermenistan ile birlikte Azerbaycan petrollerinin Batı’ya ulaştırılması ve Hazar bölgesi enerji kaynaklarının geçiş güzergâhında olması bu coğrafyanın önemini daha çok arttırmıştır. 1991 yılında SSCB’nin çöküşü ile birlikte bölgede bir boşluk oluşmuştur. Bu boşluğu doldurmak isteyen başta ABD, AB, NATO olmak üzere birçok küresel devletlerin ve örgütlerin ilgi odağı olmuştur. Uzun yıllar SSCB ile kara sınırı olan Türkiye ve İran, bölgesel güç olma yolundaki hedeflerine ulaşma anlamında Sovyetlerin yıkılmasından sonra daha rahat hareket kabiliyeti sağlamışlardır. Ayrıca, AB ve NATO gibi örgütlerin de kuruluşlarındaki amaç ortadan kalkınca, bu örgütler kendi değerlerini eski Sovyet coğrafyasına ihraç etmeye ve yeni bağımsız olan devletlerin askeri, ekonomik, siyasi ve kültürel anlamda destek vererek geçmiş ile bağlarını koparmaya çalışmaktadırlar.
Güney Kafkasya’da yeni kurulan devletler gibi Rusya Federasyonu da bağımsızlığını kazanması sonucu ülkede iki farklı görüş tesirli olmuştur. Bunlar Rusya’nın Batılı mı olduğu yoksa bir Avrasya ülkesi mi olduğu konusundaki iç tartışmalar, ülkenin dış politikasına yansımıştır.[7] Boris Yeltsin liderliğindeki Rusya’nın 1992 yıllarına kadar Atlantikçi akımın etkisiyle Batı ile bütünleşme sağlanmaya çalışılmış ve bunun doğal sonucu olarak Kafkasya’yı ve Orta Asya’yı önemsemeyen bir Rus dış politikası oluşmuştur. Atlantikçi anlayışın sonrasında ise Rusya’da düzelme göstermeyen problemler ve Batı’dan beklenilen desteğin görülmemesi Atlantikçi görüşü zayıflatmıştır. “Yakın Çevre Doktrini”, Nisan 1993’te Yeltsin tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Doktrinde, Moskova’nın dış politikasındaki önceliği Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ile ilişkilerin geliştirilmesi, ortak savunma mekanizmalarının kurulması ve BDT sınırlarının RF’nin “ulusal güvenlik sahası” olarak belirtmesi ile artık “Avrasya ekolü ”ne geçildiği görülmektedir.
Güney Kafkasya’da Rusya için önem arz eden devletlerden biri Gürcistan’dır. Bu ülkenin avantajları, Kafkasların açık denizlere çıkışı olan tek devlet olması ve enerji nakil hatları üzerinde bulunmasıdır. Dezavantajları ise, Ermenistan gibi yurtdışında güçlü bir lobisinin olmaması, komşusu Azerbaycan gibi zengin doğal kaynaklardan yoksun olması ve çok sayıda etnik azınlık problemleri ile boğuşması örnek gösterilebilir. Rusya’nın, “yakın çevre” olarak adlandırdığı ülkelerden biri olan Gürcistan, Karadeniz’e sınırı olması ve iç sorunlarla boğuşması Rusya için artık Tiflis büyük önem arz etmiştir. Çünkü problemleri çok olan bir ülke dayatmalara daha fazla direnemeyeceğinden çevresindeki ülkelerle müşterek hareket etmeye özen gösterir anlayışı Moskova tarafından düşünülmüştür. Ancak hem Atlantikçi söylemleri hem de politikalarıyla komşusu Rusya’yı tahrik eden Tiflis, komşusu tarafından kendi iç işlerine müdahil olmasına sebep vermiştir. İlk seçilmiş Gürcü Cumhurbaşkanı olan Moskova karşıtı Zviad Gamsakhurdia ülkeyi etnik kimlik üzerine inşa etmeye çalışması Rusya’nın işini kolaylaştırmış ve ülkedeki Abhazya ve Güney Osetya kartını oynama fırsatı vermiştir.
Gürcistan’ın Batı ile yakın ilişkiler kurmaktan vazgeçmeyeceğini anlayan Rusya birtakım önlemler almıştır. Bunlar vize uygulaması ve Tiflis başta olmak üzere diğer Kafkasya ülkelerinin içerisinde bulunan azınlık gurupların Rusya’ya bağlanma taleplerinin onaylanması gibi düzenlemeler yapmıştır. Moskova’nın 5 Aralık 2000 yılında Gürcistan vatandaşlarına karşı vize uygulaması ancak bu duruma mukabil Abhazya ve Güney Osetya halklarının vizesiz seyahat hakkı elde etmesini sağlaması ile Tiflis’in keyfi politikaları karşısında alenen tehdit etmiştir. Bir diğer husus ise 28 Haziran 2001’de Rusya Federasyonu Duması’nda kabul edilen “Rusya Federasyonu’na Kabul ve Onun Terkibinde Yeni Sujelerin Oluşturulması ile İlgili Yasa” tasarısı[8] ile yabancı bir devletin veya onun bir kısmının Rusya’ya bağlanmasını kolaylaştırmıştır. Moskova bu hamle ile zor durumda kaldığında veya bölge ülkelerinin keyfi davranmaları sonucunda yakın çevresindeki azınlıkları nasıl kullanacağının mesajını vermiştir. Bu yasa tasarısı başta Abhazya ve Güney Osetya olmak üzere birçok sorunlu bölgeyi ilgilendirmektedir. Ayrıca, 31 Mayıs 2002 tarihli Vatandaşlık Kanunu ise Rus vatandaşı olmak isteyenlerin eski vatandaşlığını terk etmeleri sonucunda kabul edileceklerini belirtmesi ise Rusya’nın yakın çevre hususunda ne kadar temkinli olduğunu ve ileriye dönük gerektiğinde ilhak etmenin zeminini hazırlamaktadır.
Gürcistan ile ABD arasında yaşanan müspet gelişmeler Amerika’daki 11 Eylül saldırısı ile daha çok pekişmiştir. ABD’nin terörü destekleyen daha doğrusu terörün kaynağı olarak gördüğü Afganistan ve Irak’a yönelik planladığı operasyonların en önemli ayağını Gürcistan oluşturmaktadır. Gürcistan Parlamentosu 21 Mart 2003 tarihinde Gürcistan’da bulunan tüm ABD görevlilerine diplomatik dokunulmazlık vermiştir. Ayrıca Gürcistan ABD ile Nisan 2003’te askeri işbirliği antlaşması imzalamıştır.[9] Tüm olan bitenleri sindiremeyen Moskova gerekli dersin verilmesi gerektiğine ve Gürcistan’ın cezalandırılması için bahane aramaktaydı. Gürcistan İçişleri Bakanlığı, 27 Eylül 2006 tarihinde 4 Rus askeri istihbarat görevlisinin casusluk yaptığı suçlamasıyla gözaltına aldığını açıklaması ve sonrasında ise bu subayları mahkemeye çıkarması iki ülke arasındaki ilişkileri germiştir. Rusya’nın sert tutumu sonrası Tiflis geri adım atmış ve 4 subayı AGİT’e teslim etmiştir. Ancak Rusya geri adım atmamış ve krizi tırmandırmıştır. Rusya için gerekli zemin bir nevi oluşmuş bulunmaktaydı. RF Ulaştırma Bakanlığı, Gürcistan ile hava, demiryolu, kara ve deniz ulaşımını kesmiştir.[10]
Gürcistan yönetimi Güney Osetya sorunu çözmek için 7 Ağustos 2008 akşamı G. Osetya’nın başkenti Tskhinval’i kontrol altına almıştır. Kısa süre sonra Rus kuvvetleri Güney Osetya’ya girmiştir. Gürcistan’ın iç meselesi bir Rus-Gürcü savaşına dönüşmüştür. Rusya’nın müdahalede bulunmasının emareleri Nisan 2008’de yapılan Bükreş zirvesinde Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya üyeliklerinin gündeme gelmesiyle belirginleşmiştir. Nitekim Rus Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov “Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya üye olmaması için her şeyi yaparız”[11] ifadesini kullanmıştır. Gürcistan’ın, 7 Ağustos akşamı Güney Osetya’ya başlattığı saldırı, müdahil olmak için bahane arayan Rusya’ya fırsat yaratmış ve Rus-Gürcü savaşı patlak vermiştir. 26 Ağustos’ta Rusya her iki bölgenin (Güney Osetya ve Abhazya) bağımsızlığını tanımıştır. Rusya’nın ardından 5 Eylül’de Nikaragua, 10 Eylül’de de Venezuella bu iki bölgenin bağımsızlığını tanıdığını açıklamıştır.[12] Rusya’nın her zaman destek verdiği Ermenistan ise bu yeni oluşan bağımsız devletleri tanımaması ise Gürcistan’ın ambargosundan çekindiği anlaşılmaktadır. Rusya, Tiflis’in Batı ile gelişen ilişkilerine ve NATO sürecine sessiz kalmış olsaydı Güney Osetya ve Abhazya üzerindeki tesirini kaybetmiş olacaktı.
SONUÇ
SSCB’nin Aralık 1991’de dağılmasıyla birlikte iki kutuplu düzen çökmüş Amerika savaşsız bir şekilde tek güç haline gelmiştir. ABD, Sovyetlerden doğan boşluğu özellikle Güney Kafkasya bölgesini doldurmak için ilk etapta Türkiye aracılığıyla bölgeye giriş yapmıştır. Türkiye’nin Batılı dostları tarafından tercih edilmesindeki en önemli sebep ise NATO’ya üye, AB’ye aday ve KEİT’nin kurucusu olması gösterilebilir. Türkiye’nin Batı karşısındaki müspet tutumu bölgeye karşı yapmış olduğu işlerde Batı’nın desteğini almasını sağlamıştır.
Güney Kafkasya’nın kritik ülkesi olan Gürcistan, bağımsızlığına kavuşmasıyla beraber pozisyonunu Rusya yanında değil Atlantikçilerin yani Amerika’nın yanında yer almıştır. Daha doğrusu Güney Kafkasya’da yer alan üç devletten ikisinin (Gürcistan-Azerbaycan) ülkelerindeki Sovyet nüfuzunu azaltma girişimleri ve bu düşünceyi Amerika’ya yakınlaşarak yapmaya çalışmışlardır. Azerbaycan’ın dengeleyici tutumuna karşılık Gürcistan’ın tamamen Atlantikçi tutumu Moskova’yı tahrik etmiştir.
11 Eylül 2001’de Amerika’da gerçekleşen terör saldırısı sonrası dünya üzerinde cadı avına çıkan ABD, soğuk savaş sonrası özellikle Güney Kafkasya’da meydana gelen güç boşluğunu doldurmak için terör ve terörle mücadele kapsamında bölge ülkelerine yerleşmiştir. ABD’nin çevreleme politikalarına daha fazla dayanamayan Rusya, somut olarak Ağustos 2008’de Gürcistan’a müdahalede bulunarak özelde Gürcistan’a genelde ise Atlantikçi düzene gerekli mesajı vermiş ve çevreleme politikalarına göz yummayacağını alenen belirtmiştir.
SSCB’nin varisi olan Rusya; ABD-AB-NATO’nun eski Sovyet coğrafyasında hususiyetle Güney Kafkasya bölgesinde ve Orta Asya’da elini kolu sallayarak gezemeyeceklerini üç stratejik hamle ile belirtmiştir. İlk olarak Şanghay Örgütü ile Çok Kutupluluk hipotezini ortaya atarak, bu değişime karşı çıkmıştır. İkinci hamlede Moskova, güçler dengesini bozduğu gerekçesi ile Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliğini kabul etmeyeceğini deklare etmiştir. Son olarak ise dondurulmuş çatışma bölgelerinin yeniden ısıtılıp gündeme getirilmesi (2008 Rus-Gürcü Savaşı) olmuştur.
Sonuç olarak Gürcistan yıpranmıştır. Kendi iç sorunları ile baş başa olan ve 2008’de Rusya ile yaşadığı savaş akabinde kendisine bağlı olan Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsız birer devlet olmaları Avro-Atlantik Dünyası’nın Gürcistan’a karşı daha ihtiyatlı olmasını sağlamış ve yeni alternatifler oluşturmaya çalışmıştır. Alternatif olarak Ermenistan’ın daha uygun olması ABD tarafından Türkiye ve Azerbaycan’a baskı yapılmasını sağlamıştır. Baskı konusunda temkinli olan ABD, bölgedeki değerli iki müttefikini kaybetmek istememektedir. Gelecekte Ermenistan tarafının haksız şekilde işgal altında tuttuğu Dağlık Karabağ’ı bırakması ve Türkiye’ye karşı yürütülen kara propagandaların son bulması sonrası taraflar ancak o zaman masaya oturur ve gerekli görüşmeler yapılacaktır.
Selçuk ÖZÇELİK, Giresun Üniversitesi/ Uluslararası İlişkiler Bölümü
DİPNOTLAR
[1] Ömür Çelikdönmez, “Güney Kafkasya’da Amerika ve Rusya’nın üs savaşı!”, http://www.kafkassam.com/guney-kafkasyada-amerika-ve-rusyanin-us-savasi.html
[2] Göktürk Tüysüzoğlu, “Türkiye-Gürcistan İlişkileri”, (Der.)Pınar Yürür, Arda Özkan, Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Komşu Siyaseti, Ankara: Detay Yayıncılık, s.132
[3] Ömür Çelik, “Kafkaslardan Fars Körfezine Türkiye İran Rekabeti”, http://www.kafkassam.com/kafkaslardan-fars-korfezine-turkiye-iran-rekabeti.html
[4] Elnur CEMİLLİ, ABD’NİN GÜNEY KAFKASYA POLİTİKASI, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, s.20
[5] Fırat Karabayram, Güney Kafkasya Jeopolitiğinde Rusya Gerçeği, İstanbul: IQ Kültür ve Sanat Yayıncılık, s.88
[6] Zbigniew Brzezinski, BÜYÜK SATRANÇ TAHTASI…, s.178
[7] Fırat Karabayram, Güney Kafkasya Jeopolitiğinde Rusya Gerçeği… , s.137
[8] Fırat Karabayram, Güney Kafkasya Jeopolitiğinde Rusya Gerçeği… , s.171
[9] Fırat Karabayram, Güney Kafkasya Jeopolitiğinde Rusya Gerçeği… , s.187
[10] Fırat Karabayram, Güney Kafkasya Jeopolitiğinde Rusya Gerçeği… , s.201
[11] Fırat Karabayram, Güney Kafkasya Jeopolitiğinde Rusya Gerçeği… , s.212
[12] Kamil Ağacan,”Gürcistan: Çok Milletli Yapıda Devlet İnşa Sürecinin Öyküsü”, (Der.) Cavid Veliev, Araz Aslanlı, GÜNEY KAFKASYA Toprak Bütünlüğü, Jeopolitik Mücadeleler ve Enerji, Ankara: Berikan Yayıncılık, s.88
KAYNAKÇA
1 Şen, Levent. TÜRKİYE VE GÜNEY KAFKASYA GERÇEĞİ, Ankara: Ürün Yayıncılık, 2008
2 Brzezinski, Zbigniew. Büyük Satranç Tahtası, İstanbul: İnkılap Yayıncılık, 2015
3 (Der.) Veliev, Cavid ve Aslanlı, Araz. GÜNEY KAFKASYA Toprak Bütünlüğü, Jeopolitik Mücadeleler ve Enerji, Ankara: Berikan Yayıncılık, 2011
4 Karabayram, Fırat. GÜNEY KAFKASYA JEOPOLİTİĞİNDE RUSYA GERÇEĞİ, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2011
5 Cemilli, Elnur. ABD’NİN GÜNEY KAFKASYA POLİTİKASI, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2007
6 Engdahl, F.William. KÜRESEL TAM HÂKİMİYET, İstanbul: Bilim Gönül Yayıncılık, 2009
7 “Kafkaslar’dan Fars Körfezine Türkiye İran Rekabeti!”, http://www.kafkassam.com/kafkaslardan-fars-korfezine-turkiye-iran-rekabeti.html
8 “Güney Kafkasya’da Amerika ve Rusya’nın üs savaşı!”, http://www.kafkassam.com/guney-kafkasyada-amerika-ve-rusyanin-us-savasi.html
9 “Kafkasya Türkiye’nin Kalbidir” , http://www.kafkassam.com/kafkasya-turkiyenin-kalbidir.html
TSK DOSYASI : Türk Tipi Profesyonel askerlik ve Ordu’nun geleceğ i üzerine tezler
” Şamlıurfa Ceylanpınar İlçesinde Boztepe Karakolu’nda görev yapan Çavuş U.A. cinnet geçirerek arkadaşları K.Y. ve R.Y.’yi öldürdükten sonra intihar etti.” (09.12.2014, Kaynak: DHA)
” Suriye sınırında nöbet tutan er E.Ç. şakalaştığı silah arkadaşının tüfeğinden çıkan merminin başına isabet etmesi sonucu yaşamını yitirdi.” (03.01.2015, Kaynak: Urfapress)
” Hakkari’de Zap Jandarma Karakolu’nda Vatani görevini yapan Ö.B. tartıştığı arkadaşı tarafından öldürüldü.” ( 17.01.2015, Kaynak: Milliyet)
” N.Ö.’nün askerleri pkk marşı söylüyor” (Kaynak:Dailymotion video örtübağı)
İçtimaiyat alimleri toplumları özelliklerine göre genel olarak; Avcı toplayıcı, Çobanlık ile geçinen, İlkel tarım, Tarım toplumları ve Endüstriyel toplumlar olarak beş kategoride tasnif etmişlerdir. Buna göre Antik Çağ veya dilimizdeki yaygın kullanımıyla İlk Çağ olarakta adlandırılan ve M.Ö. 5000’li yıllara dayanan Tarım toplumu yazının da icat edildiği evre olduğundan bir hayli önem taşımaktadır. Tarım dönemi olan Antik Çağ’da Dünya’nın pekçok bölgesinde değişik seviyelerde medeniyetler görülmektedir. Antik Mısır, Antik Yunanistan, Antik Roma, İskitler, Etrüksler, Fenike, Antik Çin, Antik Kore, Antik Hindistan, Babil, Asur, Akad, Sümer, Med, Aztek, Maya, İnka gibi topluluklar Amerika kıtası, Asya, Ortadoğu gibi coğrafik bölgelerde bulunan döneminin mühim toplulukları olarak tanımlanır.
İşte Antik Çağ’a da denk gelen evrede, Akad ve Sümerler; ordu birliklerinin oluşturulduğu medeniyetler olarak kabul görmekte ”Ordu” denilen teşekkülün filizi olarak tarih kitaplarında yer bulmaktadırlar. Esasen Ülkemizde tatnınmış Sümerolog Muazzez Çığ çalışmalarıyla Sümerlerin bir proto-Türk olduğu yönünde teorileri öne sürmekte ve Asurluların Sami kökenli olduğu başka araştırmacılar tarafından ortaya atılmaktadır. Sami yani Arap ve Yahudi ırklarının kökeni olarak gösterilen Samiler, aynı zamanda Nuh Peygamber’in oğullarından Ham, Yasef ve Sam’dan Sam’ın soyundan gelenler olarak vurgulanırken, Yafes’in soyundan gelenler ise Türk olarak nitelendirilmektedirler. Bu İbrani felsefeyi ciddiye almayan pekçok değişik etniki çalışmalarda yapılmış özellikle Cumhuriyet yıllarında Türk Tarih Tezi kapsamında Asurluların ön-Türk grubuna dahil olduğu yönünde kuramlar oluşturulmuştur. Netice itibariyle Ordu kavramını tabiata armağan eden toplulukların ırksal tanımı kesin çizgilerle tarif edilemese de , Ordu’yu geliştiren ve belirli sisteme dayandıran Millet’in Türkler olduğu bilinmektedir. Büyük Hun Hükümdarı Motun ( ya da bilinen adıyla Mete) orduyu; On, Elli, Yüz, Bin olarak nicel kategorize etmiş; Onbaşı, Ellibaşı, Yüzbaşı gibi komutanları birliklerin başına atamıştır. Eşsiz bir disiplin üzerine inşaa ettiği Ordu’nun kuruluş tarihi M.Ö. 209 olarak saptanmıştır. Zaten bu tarih Genelkurmay başkanı Merhum Cemal Tural döneminde de dikkate alınarak, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın kuruluş yılı olarak belirtilen Yeniçeri Ocağının kuruluş tarihi ile değiştirilmiştir. Şu halde bugünkü modernize edilmiş ordu birliklerinin mucidi Orta Asya kökenli Türklerdir. Türk Milleti’nin farklı coğrafyalarda var ettiği devletler ve savaş meydanlarında gösterdiği başarılar hususuda düşünüldüğünde Türklerin, Ordu Millet veyahut Asker Doğarlar metaforuyla tanımlanması oldukça haklı bir önermedir.
Değişen Şartlar ve Ordu
Tabiat kuralı olan bir gerçeğe göre her olayı kendi devrinin koşullarıyla değerlendirmek rasyonel ve bilimsel olandır. Bu sebeple Ordu , Askerlik, Asker Sivil ilişkileri gibi kavramların tekrar ele alınarak mantıki çözümlemeler oluşturmak Ulusal Güvenlik açısından kuvvetli ehemmiyet arz etmektedir. 1000 veyahut 1500 sene evvel modern askeri okulların, askeri müfredatın oluşmadığı, salgın hastalıklar ve kısıtlı tedavi yetersizlikleri sebebiyle insan yaşam sürelerinin kırklı yaşları ancak görebildiği ölüm oranlarının yüksek, nüfus artış oranlarının yeterli olamadığı bu sebeple silah altında daha genç yaşlarda ve büyük oranlarda daha fazla asker tutulabilme zarureti Asker Toplum gerçeğini bir realite olarak karşımıza çıkarabilir. Fakat endüstri devriminden itibaren günümüz Endüstri sonrası toplumsal düzeninde büyük oranda ve bireyleri modernize edilmiş askeri eğitimlere tabi tutamadan Ordu bünyesine dahil etmek Ordu, Toplum ve Güvenlik açısından ne denli kârlı görülebilir? İşte bu tam bir muammağadır..
Zorunlu Askerlik ve Türkiye
Bu yazının yazılış gayesi bir vicdan-i retçilik savı veyahut zorunlu askerliğin azılı muhaliflik bayraktarlığını yapmak değildir. Yunanistan, Almanya, Danimarka, Hollanda gibi Avrupa Ülkeleri ile Rusya, Kore, Çin, İran, Suriye, Brezilya gibi ülkelerde askerlik uygulaması yapılmaktadır. Danimarka ve Almanya gibi vicdan-i ret hakkının bulunduğu ülkelerde ise bireyler askere gitmeyebilirler fakat yasaların öngördüğü belirli sürelerde kamu hizmeti veya sosyal hizmet gibi görevlerde bulunurlar. Yani ne askere giderim, ne kamuda çalışırım şeklinde bir keyfiyet sözkonusu değildir. Fakat; Amerika, Fransa ve İngiltere’de Ordu tamamiyle profesyonel hüviyettedir. Esasen bu modelleri birer örnek olarak belirleyip Türk askeri sistemini bu doğrultuda düzenlemek sağlıklı olmaz. Özellikle Amerika’da Ulusal Ordu dışında profesyonel askeri şirketlerde pekçok insan istihdam edilmektedir. BlackWater buna güzel bir örnek olarak verilebilir. İngiltere ve Fransa, Ordu insan ihtiyacının bir kısmını Ülke vatandaşları olan fakat üçüncü dünya ülkesi olarak nitelendirilen yerlerden temin edebilmektedir. Kısacası bu üç ülkenin sosyal yapısı ile Türkiye çokta benzer görülemez. O halde Türkiye’ye özgü bir model geliştirilmek zorunludur.
Makalemizin girişinde verdiğimiz haberlerin kaynakları ve tarihleri belirtilmiştir. Yalnızca birkaç ay içerisinde garnizonlar dahilinde görevli yükümlü erler mantıksız ve basit gerekçelerle silahla istenmeyen sonuçlara sebebiyet vermektedirler. Askeri mahalde profesyonel asker olarak tanımlanan Subay, Astsubay ve Uzman sınıfı personel ile alakalı benzer bir haberi ya işitmezsiniz veyahut nadir olarak rastgelebilirsiniz. Çünkü onlar belirli kıstaslara göre seçilmiş güvenlik soruşturmaları tam olarak yapılmış mesleklerinin niteliklerine göre davranabilen bireylerdir. Halishane duygulara haiz yiğit Vatan evlatları ise askerliklerini yerine getirirken profesyonel olmadıklarından acemice davranabilirler. O halde çözüm nedir? Türk tipi yönetim, Türk tipi başkanlık, Türk tipi ekonomi gibi önermelerin sunulduğu ülkemizde Türk tipi profesyonel orduya şiddetle ihtitaç vardır. Profesyonel askerliğe karşı durumda bulunan özellikle üst rütbeli askerler yine iyi niyetleriyle bu modelin orudunun kabiliyetini ve savaş meziyetlerini körelteceği anti tezlerini ” Analar oğullarına kına sürerek askere yollar” ”Bu Millet evlatları için askere gitmek düğündür bayramdır” gibi duygusal yoğunluk ihtiva eden fakat mantıki olarak artık pek ehemmiyeti bulunamayan cümlelerle süsleyerek kamuoyuna sunmaktadırlar. Bir kere savundukları aynı zamanda kendilerini zan altında bırakmaktır eğer profesyonel askerlik olumsuz bir uygulamaysa hizmetleri karşılığında maaş alan bir profesyonel olan şahsiyetleri de askerlik meziyetlerini yitirmiştir. Savaş, kitlesel savaş, düşük yoğunluklu harp gibi olaylarda erleri sırf profesyonel olacakları için silah bırakan kişi fakat kendilerini yani profesyonel yönetici askeri personeli çetin birer savaşçı olarak lanse etmek vicdani kanaatle bağdaşamaz. Kaldı ki memeleketimizde her kişi sağlıklı ve Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olmak koşuluyla askere alındığında yazımızın başında verdiğimiz haber gibi garnizon içerisinde bayrak yakan, bölücü türküler çığıran üniformalı ve silahlı askerlerin ne denli Türk askeri sistemiyle bağdaşabileceği sizlerin takdirine bırakılmıştır.
Türk Tipi profesyonel askerlik şu maddeler halinde açıklanabilir:
1) Askerlik üç kısıma ayrılmalıdır. Profesyonel askerler, Askerliğini bedel ödeyerek yerine getirenler, Askerlik görevinden muafiyet talep edip karşılığında sosyal hizmet programlarında maaşsız olarak belirli sürelerde istihdam edilenler.
2) Profesyonel askerlik yani profesyonel er istihdamı hususnda birkaç ay evvel kuvvet komutanlıkları er alım ilanlarını kamuoyu ile paylaşmış fakat beklediği ilgiyi görememişti. Bunun sebebi istihdam edilmek istenilen erlerin sözleşmeli olarak tercih edilmeleridir. Profesyonel erlerin sözleşmeleri 3’er yıldan az olmamak koşuluyla yapılır ve kadroya geçebilme durumları garantileşmiş husus değildir. Bunu bir örnekle açıklayacak olursak ; 24 yaşındaki bir kişinin 6 yıl süreyle profesyonel er olarak istihdam edildiğini farz edelim. Sözleşme bitiminde 30 yaşında olacak ve sivil hayatta yaşamını idame ettirebilecek mesleği bulunamayacak durumda olacak şahıs, bundan sonra ne yapacaktır? Profesyonel erliğin kadro şartı ile yapılması esas olmalı profesyonel erlerin görev sürelerine göre kıdemleri bulunmalı Uzman ve Astsubay kadrolarına geçiş imkanı tanınmalıdır. Terfinin bireyin motivesini arttıran etken olduğu unutulmamalıdır. Profesyonel erler belirli usullere göre seçilmeli, güvenlik soruşturmaları askeri savcılıklar tarafından gerçekleştirilmeli, verimli rehabilitasyon uygulamalarına tabi tutulmaları gerekmektedir. Profesyonel askerliğin gereği olarak kapatılan Uzman Jandarma okulu ise yeniden açılarak faaliyete başlamalıdır.
3) Askerliğini bedel ödeyerek yerine getirecek olanlarda mutlak asgari lisans diploması ve belirli yaş kriterine haiz olup o dönem için belirlenecek miktardaki tutarı bankalara yatırarark askerliğini yerine getirmiş kabul edilecek olanlardır. Sağlanan gelir sivil istihbarat veya sivil güvenlik bürokrasisini içine almadan yalnızca askeri maksatlara yönelik harcanmalıdır.
4) Son seçenek ise sosyal hizmet programlarında görev yapacak olanlardır. Bu gruptakiler il ve ilçelerde; yaşlı, çocuk, kimsesiz, engelli gruplarına yönelik merkezlerde maaş almadan gönüllü olarak belirli süre görev yapmalıdır. Askerlik Vatan’a hizmet demekse sosyal hizmette Vatan hizmeti olduğundan pekalâ askerlik olarak kabul edilebilir.
Bu seçeneklere ek veya ara bir seçenek olarak belirli şartlara haiz kişilerden belirli süre Asteğmen alımı yapılabilir. Neticede Asteğmenlikte profesyonel bir askerliktir.
Türk tipi profesyonel askerlik ile daha mobilize, ast üst ilişkilerini son derece iyi bilen, verimli bir ordu yaratılmış olunacaktır. Er alımı yapılmayacağı için(profesyonel olmayan), genel kolluk görevlisi Jandarma çok daha profesyonel yapıya kavuşacak, garnizon içi asker ölümleri ortadan kalkacak, ordu modernizasyonu çağın gerekliliklerine göre dizayn edilmiş olacaktır.
Güçlü, tarihi geleneğine yaraşır, kabiliyetini arttırmış ordu müessesesi ancak profesyonel askerlik sistemi ile mümkün olacaktır.
Son Yorumlar