VİDEO LİNK :
https://www.youtube.com/watch?v=kCIg1pUK3Jw&list=TLqRHeNNCzLTQxMjA2MjAxNg
strateji, güvenlik, araştırma, istihbarat, komplo teorileri, mizah, teknoloji, mk ultra, nwo
Türkçe, kökenleri kimilerine göre Sümerlere kadar uzanan köklü bir dildir. Göktürk kitabelerinde saptanan bir dil; Türkiye’nin Kemalist devrimiyle, latif alfabesini benimseyerek özünü bulmuştu. Osmanlı döneminde, halk dili olan Türkçe; ezilmiş, yok sayılmış ancak yaşamıştı. Saray dili, Arapça, Farsça, Türkçe karma bir dildi. Gökalp’in dediğince; “Türk edebiyatı ne Âşık Paşa’yla ne de Nevai’yle başlar. Edebiyatımızın kaynaklarını bir yandan taş üzerine yazılmış yazılarda, ceylan derilerinde, öbür yandan da halkın koşmalarında, masallarında, destanlarında aramalıyız.”1 Bunun bilincinden yoksun, Türk dil araştırmalarında derinleşemeyenler, dilin tarihçesini ancak Osmanlıcadan ibaret ve başlangıç olarak düşünüyorlardı. Gaspıralı’nın: “Lisan, edebi dil, din derecesinde aziz, mukaddes, değerli bir ilahi nimettir ki bunun kadrini bilmeyen millet, nankörlük suçundan, günahından ötürü yıkılmak cezasına çarptırılır..Bu da tarihle ispatlanmış bir hakikattir.”2 Türk tarihinde, tüm Türklerin anlaşabileceği bir ortak dil kurma çabaları, yeni Türkiye’yle hızlanmıştı. Gaspıralı, tarihle ispatlanan bir hakikat olarak ifade ettiği, ‘dil bilinci’ olarak anlayabileceğimiz saptaması; Osmanlıca ve Türkçe dil ayrımından kaynaklanan; edebiyata, müziğe de yansıyan yönüyle de karmaşayı işaret etmekteydi. Saray Dili Osmanlıca ve Halk Dili Türkçe Gaspıralı’nın saptamalarına ek olarak, Gökalp’in dil ikiliğinden yaşanan sorunlara ilişkin görüşleri şöyleydi: “Memleketimizde yan yana iki dil yaşıyordu. Bunlardan birincisi, resmi bir kıymete malikti ve yazıyı inhisar altına almış gibiydi. Buna Osmanlıca adı veriliyordu. İkincisi, yalnız halk arasında konuşmaya münhasır kalmış gibiydi. Buna da istihfafla Türkçe adı veriliyordu. Be avama mahsus bir argo zannediliyordu. Hâlbuki asıl tabii ve hakiki dilimiz buydu. Osmanlıcaysa, Türkçe, Arapça ve Acemceden ibaret olan üç dilin sarfını, nahvini, kamusunu birleştirmekle husule gelmiş suni bir halitadan ibaretti… Memleketimizde bu iki dil gibi, vezin de yan yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk vezni, usulle yapılmıyordu. Halk şairleri vezinli olduğunu bilmeden gayet lirik şiirler yazıyorlardı. Tabii bu ilhamla ibdayla oluyordu. Usulle ve taklitle yapılmıyordu. O halde, bu vezin de Türk harsına dâhildi. Osmanlı veznine gelince, bu Acem şairlerinden alınmıştı. Bu vezinde şiir yazanlar taklitle ve usulle yazıyorlar. Bundan dolayıdır ki aruz vezni denilen bu vezin halk arasına nüfuz edememişti. Bu vezinde şiir yazanlar, Acem edebiyatını tedris tarikiyle öğreniyorlar, usul vasıtasıyla aruzu tatbik ediyorlardı. Binaenaleyh, aruz vezni milli harsımıza dâhil olamadı, Acemlerdeyse köylüler dile aruz vezninde şiirler söylerler. Binaenaleyh, aruz vezni İran’ın milli harsına dâhil demektir. Memleketimizde bunlardan başka, yan yana yaşayan iki musiki vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan Türk musikisi, diğeri Farabi tarafından Bizans’tan tercüme ve iktibas olunan Osmanlı musikisidir. Türk musikisi ilhamla vücuda gelmiş, taklitle hariçten alınmamıştır. Osmanlı musikisiyse, taklit aracılığıyla hariçten alınmış ve ancak usulle devam edebilmiştir… Edebiyatımızda da aynı ikilik mevcuttur. Türk edebiyatı halkın darbımeselleriyle, destanlarından, halk cenk nameleriyle menkıbelerinden, tekkelerin ilahileriyle nefeslerinden, halkın nekregûyâne fıkralarından ve halk temaşasından ibarettir. Darbımeseller doğrudan doğruya halkın hikmetleridir. Bilmeceleri de vücuda getiren halktır. Halk masalları da fertler tarafından düzülmemiştir. Bunlar Türkün esatir devrelerinden başlayarak ananevi bir surette zamanımıza kadar gelen peri masallarıyla dev masallarıdır. Dede Korkut kitabındaki masallar da ozandan ozana şifahi bir surette intikal ederek ancak birkaç asır evvel yazılmıştır… Karagöz’le orta oyununa gelince, bunlar da halk temaşası yani ananevi Türk tiyatrosudur. Karagöz’le Hacivat’ın çekişmeleri, Türk’le Osmanlı’nın yani o zamanki harsımızla, medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir.3 Anlaşılacağı gibi, her saptama/çözümleme: ‘edebi dil’ meselesini gündeme taşıyordu. İnsan yaşamına, çevreye, güzelliklere ve de çirkinliklere; kendini ‘soylulaştırma’da, daha çaplı ve olgun değerlendirmeler yapabilmek için, ülkenin edebi dili ve dolayısıyla okuma kültürü artırılmalıydı. Gaspıralı İsmail Bey, “Rusya Müslümanları III. Kongresi”nde, delegelere hitaben: “Bizler umumen Türkler, aslımız birdir, neslimiz birdir. Zamanla, mekânlar ihtilâfıyla şivemizde, adetlerimizde ihtilaf peyda oldu; gittikçe farklılık arttı. Birimiz diğerimizin lisanını anlamamak derecesine geldik… Mektep Medrese Komisyonu hazır etmiş raporda iptidai mektep derslerine dört sene tayin olunmuştur. Üç senesi sade mahalli lisanla olsa, dördüncü sene de umumi bir lisanla yazılmış kitap tedris olunsa, tedricen lisan birleşirdi.”4 diyerek, azınlığın kurtuluşunun önce “ortak bir edebi dil” etrafında birleşmekten geçtiğini vurgulamaktaydı. Gaspıralı da; bu, dilde ortaklığın/birleşmenin sağlanması halinde, halkın ve dilin bundan yüksek derecede yarar göreceğini ifade ediyordu: “muharrirler ve tercümanlar Pazar, sokak diline pek o kadar yol vermeyip edebi Türk diliyle yazmaya himmet buyurmalılar ki yazdıkları, cümle vilayetlerde münteşir olabilsin. Şimdi de böylece her tarafta anlaşılır ve muteber eserler vardır. Demek isteğimiz olanaksız bir şey değildir. İş murat ve efkârdadır. Lisan birliği pek mühim bir şey olduğu herkese malumdur. Bir milletin edebi lisanı yoksa özü de yoktur. Edebi, umumi lisana sahip olmayan kavim, maarifte, irfanda hiç terakki edemez; ama edebi lisan münteşir oldukça kitapçılık güçlenip kuvvet alır ve okuyanların miktarı yüzer yüzer artar. İş ve maarif terakki eder. Ulus için dil can ve ruhtur.”5 Ancak iş öyle hâl almıştı ki, dil birliğinde, dilin kullanımında ve sözcüklere yüklenen anlamlara kadar bir karmaşa yaşanıyordu: “..Fen ve bilim terimlerini Türkleştirmekten başka, genel olarak Osmanlı dilini Türklendirmek lazımdır; çünkü, Türk Dili, kırk milyonluk boyların dilidir. Yabancı lügatlerin kullanmasını bilgili olma ve hüner zannedip dillerini harap etmiş Osmanlılar “kız, çağına geldi” derler ama çağ; “vakit, zaman” olduğunu bilmezler. Aslımız Türk’tür, derler Türkçeyi kaba bilip özlerine layık görmezler; şöyle ki merhum Süleyman Şah ve Gazi Ertuğrul dirilip gelselerdi İstanbul’da hiçbir vatandaşla anlaşamazlardı.”6 Çünkü eğitim dili medreselerde, kırma bir dil olan Osmanlıcayla yapılmaktaydı. Gaspıralı: “mekteplerimiz yok mu? Allah’a şükür var. Öğretmenlerimiz kâfi derecede çalışmıyorlar mı? Evet, çalışıyorlar. Mekteplere yardım eden ve destekleyenler yok mu? Evet, var. Halk öğrenmek istiyor mu? Evet, hem de çok, o halde problem nedir? Mektepler eğitim ve öğretimde iyi bir metot kullanmıyorlar. İşte aksaklık budur.” diyordu ve ekliyordu: “uzun yıllar mekteplerde hocalık yaptım. Bu bana, Rus ve Müslüman mektepleri kâfi bilgi verdi. Müslüman mekteplerinde okuyan zavallı çocuklar günde 6 – 7 saat çalışır ve bunu 5 – 6 sene devam ettirirler. Bu çocukların hiçbir netice elde edememelerinden doğan perişanlıklarını gördükçe pek çok gecelerim üzüntüden uykusuz geçmiştir. Talebelerin çoğu ne iyi bir bilgi, ne de iyi bir araştırma yeteneği alabiliyordu. Öğrendikleri sadece birkaç cümleyi geçmeyen Arapça parçalardan ibaretti.”7 Bu da kuşkusuz, baskıcı yönetim anlayışının; dil üzerinde tahakkümünü gösteriyordu. Örneğin, Abdülhamit döneminde, Türk dili üzerine baskılar üzerine Akçura: “Bir taraftan Ahmet Mithat Efendi’nin yalısındaki dostça sohbetlerle, diğer taraftan Ahmet Cevdet Bey’in, ‘İkdam’ında çıkan makalelerle şekillenmeye başlayan lisan ve tarihte Türkçülük cereyanı, derhal Abdülhamit idaresinin dikkatini çekmiş, sade Türkçe, yani Arapçası ve Acemcesi az bir üslupla yazılan makalelerin yayını yasak edilmiştir; aynı zamanda Türk tarihinin incelenmesine neden olmak üzere basılmakta olan kitapların da yayını menolunmuştur.8” demektedir. Rusya’da Türk Dili Üzerindeki Baskılar Örneği Bu tür baskılar: sadece, Osmanlı’da olmamakta; Türklerin, Rusya’da, Kafkasya’da ve Balkanlar’da kimlik mücadelesinde de kendini göstermekteydi. Ancak, Gaspıralı’nın, “insanoğlu hakikati ve saadeti hiç bulamaz ve lâkin bu hakikat ve saadet yolunda yürüyene yardımcı bir şey vardır, bu karanlıkta fenere benzer, buna eğitim yaki bilgi derler, eğitim insanın fikrini çok eder, aklını keskin eder, zekâsını çoğaltır. Bir insanın aklı ve zekâveti artsa kuvveti ve serveti dahi artar.”9 Mücadele uğrunda, yaşamlarını adayanların bilgi için varlık ve yokluk savaşı vermesi; baskı ortamını kurmaları, tahayyül edebileceği bir erdemlilik değildir. Örneğin, Rusya’daki Ceditçilik akımıyla, Türk okullarında milli unsurların geliştirilmesine yönelik çabalar, türlü engellerle karşılaşmıştır. Rusya’daki Türk okullarıyla ilgili olarak Rusya’nın korktuğu başına gelmişti; Türk okullarında resmen olmasa da fiilen, matematik ve diğer fen bilimleri ders olarak okutulmaktaydı. İlk usulü cedit okulunun açıldığı Bahçesaray’da, 1906 yılı itibariyle muntazam Türk okullarının sayısı 35′e yükselmiş; Kuzey Azerbaycan’da ilk usulü cedit okulu Ordubad’ta, 1890′da açılmışken, bunu Şemahı, Kuba, Salyan, Bakü ve diğer yerleşim merkezleri izlemiş; Orta Asya’daysa tüm resmi engellemelere karşılık, Münevver Kari, Mahmut Hoca Behbudi ve Çorabay gibi idealist eğitimci ve din adamlarının öncülüğünde peşpeşe yeni okullar açılmıştı. “Kongreler Dönemi”nde bu sayı 100′e yaklaşmıştı. 20. yüzyılın başları itibariyle, bütün Rusya’da usulü cedit üzerine eğitim veren okul ve medreselerin sayısı 5.000′i aşmış olup, gelişme, artarak devam etmekteydi. Bu okullar, Rus Hükümetinin Eğitim Bakanlığı dışında gelişmekteydi. Yani, okulları denetleyecek ayrıca bir kurumsal yapı bulunmamaktaydı. Okulların bu yüzden, müfredatı farklılık göstermekteydi. Örneğin, Vyatka vilâyetinin Sarapul yöresinin Esen köyünde, 15 Ocak 1906 tarihinde gerçekleştirilen bir toplantıda belirlenmiş müfredat şöyleydi: “Hazırlık sınıfının (burada yedi yaşından itibaren çocuklar girebilirdi) müfredatında alfabe, Türkçe okuma ve yazma, ilmihal (Müslümanlığın farzları üzerine), Kuran’a Başlangıç, Riyaziye (Matematik) ve Türkçe Gramere Giriş, Kısa İslâm Tarihi ve Genel Coğrafya vardı. İlkokulun birinci sınıfında, bunlara, Arapça Etimoloji, Dört Temel İşlem, Avrupa Coğrafyası, Kaligrafi, Dogmatik, Ahlâk, Metot ve haftada bir kere Arapça telaffuz çalışmaları; ikinci sınıfta, Cebir, Mantık, Asya Coğrafyası, Kuran’ın Yorumu, Arapça İmlâ, Psikoloji, Dünya Tarihinin İlk Dönemi… Üçüncü sınıfta Tecvitle Kuran, Din Filozofisi, Hitab, Kuran ve Kutsal kitaplara ait yorumlar…”10 yer almaktaydı.11 Ceditçilik ve Türklere Ortak Tek Bir Dil Rusya’da Usul-ü Cedit’le Türk okullarını: bilimle, Türk diliyle, Matematikle buluşturan Gaspıralı, baskıları göğüslemiş ve Anadolu’da bu ceditçi hareketin halkın azim ve kararlılığıyla daha da kolay uygulanacağına inanmaktaydı: “Ben öyle görüyorum ki, Türkiye’de eğitimin temin ve inkişafı her memleketten kolay olacaktır, çünkü Anadolu halkının eğitime, mektebe, tahsile, büyük ve gayet tabii ve hakiki bir aşkı var. Hatta Türklerin Avrupalılardan ziyade tahsile heveskâr olduğunu itiraf etmemek onlar hakkında iftira etmek demek olur. Türklerde çocuğun tahsile başladığı gün bir bayram sayılır, bu hangi millette var? Eğer Türkler dillerini biraz daha sadeleştirmiş, kıraat ve imlayı tahsil edecek surette Hurufi-ı savtiyeyi istimal etmeye başlamış olsalardı, beş altı seneye kadar Rusya Müslümanlarıyla lisanları suret-i katiyyede birleşmiş olurdu. Bundan husûla gelecek faydaları izaha hacet yoktur sanırım.”12 Gaspıralı, aynı yönde, Azerbaycan Türklüğü için de mücadele etmiştir. Azerbaycan’da çıkan, Füzuyat dergisine gönderdiği mektupta; dergiyi biçim yönüyle olumlu karşılamış ancak dili konusunda sadeleşmeye dikkat etmeleri gerektiğini, gerekçesiyle yazmıştır: “Füzuyat’ın birinci sayısını aldım. Güzel tertib ve tab olunmuş, hayırlı olsun. Lisanını biraz daha sadeleştirirseniz avam arasında daha ziyade münteşir mucib olurdu, zannındayım. Yazmaktan usanıyorum, lâkin dilsizlikten canım yandı. Volga, Kazan ve bu aralık çıkardıkları gazetelerin muhtelif ve kaba dilleri ve Tatarlıkları Millet gazetesinin tesisine beni mecbur etti. Sade Türkçeyi intişara mahsus olacaktır.”13 Sade Türkçe için, Gaspıralı’nın Tercüman Gazetesi büyük bir etki göstermiş ve işlevi tüm dünya Türklüğünde emsal olmuştur. “Tercüman olarak anılan gazetenin tam ismi, Tercüman-ı Ahval-i Zaman’dır. Adını Şinasi’nin İstanbul’da çıkardığı Tercüman- Ahval’den alan bu gazetenin Rusça adı da Perevotçik olacaktır. Zühre Hanım’ın ziynet eşyalarını ve annesinden kalan kıymetli elbiseleri satarak elde ettiği paraya, 300 ruble kadar abone parasını da ilave ederek eski bir makine ve hurufat alan Gaspıralı, ilk nüshayı 10 Nisan 1883’te çıkarır. Böylece, “bahar güneşiyle dünyanın dirilip çiçeklendiği günlerde, uzun yıllardan beri karlı kefenlerle örtülüp ölü gibi uyuyan şimal Türklerinin ilk beyaz bahar çiçeği”14 doğmuş oluyordu. Tercüman’da, dergilerde/gazetelerde kullanılan “tatar dili” üzerine eleştirilerini yazmış ve Türklükle, Türk dili bağlamında: Gaspıralı, Tercüman Gazetesi’ndeki bir yazısında15: “Hürmetli ‘Nur’ gazetesinin 11. nüshasında (A.A.) imzasıyla neşrolunmuş “Tatar Tili” makalesini okuduk. Cenab-ı muharrir (sayın yazar) diyor: ‘Biz Tatarmız, Arab ya ki Türk tügülmüz (değiliz). Şulayuk (şöyle oldukta) tilimiz özümüze ayrım (başka) bir tildir.” Makalenin bu beş satırlarını gördükten sonra ilerisini okumaya hacet yoktur. Demek oluyor ki, Hankirmanlı bir Türk olan Ataullah Efendi özünü bir Tatar zannediyor. Öyle mi? Bu çok büyük bir hatadır. Eğer olmuş geçmiş zaman olsaydı, bu itikad-ı batılayı (batıl inanışı) yazan, ya ki ‘cebir efendi’dir (zorlama efendi) zannederdik. Her şeyin doğrusunu, tamamını yazmaya müsaade edilmiş bir zamanda efkâr-ı umumiyeyi (kamuoyunu) böyle karıştırmak ve edebiyat-ı milliye meydanına böyle tefrika (ayrılıkçılık) düşürmek yalnız ‘Nur’ refikimizin (arkadaşımızın) malûmatsızlığına yüklemek lâzım geliyor. Mukaddemce (evvelce) Tiflis’te çıkmış refikimiz ‘Şark-i Rus’, elifba tebdili (alfabe değişimi) meselesini ortaya atmıştı. Hazırda ‘Nur’ til meselesi çıkardı. Fikir ve til ve amel (iş) birliğine yumruk uruldu. Lâkin ziyansızdır. Herhalde ‘tevhid’ (birleştirme) gibi vücud-u aziz mükkerremin (aziz ve muhterem varlığın) müdafaasına çalışmak borcumuzdur. Biz Arap değiliz amma Tatar da değiliz efendim. Çünkü ‘Tatar milleti’ bizlerden bambaşka bir milletdir. Tatarlar Kıtay’a (Çin) tâbi ve Moğolistan’ın bir köşesinde dolanan bedevi (göçebe) ve mecusi, putperest bir kavimdir. Tilleri bizim tille hiç oşamaz (benzemez). Rusya’da bunlardan bir nefer bulunmaz. Elinizde tarih kitap olsa gerektir. ‘Babürname’, ‘Şibân-ı Name’, ‘Şecere-i Türki’ hatta merhum Mercani’nin ‘Tarih-i Bulgar’ı gibi, atalar eserlerine müracaat buyrun. Eğer bunlar elde yoksa Rus tilinde yazılmış ‘istorya’ ve ‘etnografya’ kitapları Petersburg’da yüzlep (yüzlerce) bulunurlar. Bunlara müraacat buyrun. Her ilim ve fenden icmalen (özetleyerek) haber veren seksen cilt Brockhaus Lûgat-ı umumisine müracaat edelim. Bu lûgat-ı ilmiyenin 47. cildinin, 189. ve 344. betlerine (sayfalarına) bakın ne demiş: “Türk tilini şiveleriyle tekellüm eden (konuşan), taifeler (boylar) Asya’nın birçok yerlerinde, Avrupa’nın şimal (kuzey) ve cenub-i şarkisinde (güneydoğu) ve kısmen Afrika’nın şimal-i şarkında ikâmet ederler. Bahr-i Muhit-i Müncemitten (Buz Denizi) ta İran ortalarına kadar, ta Rusya ortalarından Kıtay’da Hankirmanlılar, Makedonya’da Osmanlılar bu millete mensupturlar. Til lisan itibariyle Sibirya’nın Yakutları, Sibirya Türkleri, Baraba, Kazak, Kırgız, Karakalpak, Başkırt, Nogay, Kazanlı, Kırımlı, Kumuk, Uygur, Özbek, Tarançe, Sart, Azerbaycan ve Osmanlı namlarıyla maruf taifeler, orumlar hep Türk tiliyle söyleşirler. Hep Türklerdir. Biz Tatarız diyen kişiler rücu kılmalı (sözünü geri almalı), bu fikirde kaytmalı (geri dönmeli) Gelelim ‘Tatar Tili’ne, yazdığınız Tatarcaysa, gazetenizin yine şu 11. nüshasında, Perm vilâyeti Osa şehri, Biçom Köyünün imamı Abdurrahman Efendi’nin, Uralsk beldesinden Zarif Elhari Efendi’nin, Orenburg vilâyeti Bozuluk şehri imamı Ali Asgar Efendi cenapları tarafından gelmiş ve derc edilmiş (yayınlanmış) mektupların tili nasıl tildir? Ata, ana tili yani Türkçe değil midir? Sizin kullandığınız til hiç ‘tatarca’ değil, lâkin uram ve izvoşcik arabacı şivesidir. Şehabettin-i Mercani’den Kayyum Nasıri’den başlayıp, 25 – 30 seneden beri elenmiş ve bir derece hallonulmuş milli ve umumi lisan-ı edebiden niçin oluyor da haberiniz yoktur? Bu gaflet hiç caiz görülemez. Hiç olmazsa aldığınızz özünüzden menkul. Dokuz yüz mektuptan yedi yüz ellisi lisan-ı edeple yazılmış olduklarından ibret ve meslek almak gerek” Dilde Özleşme ve Tasfiyecilik Tartışması Gaspıralı’nın bu sert eleştirilerinin yanı sıra, övgüye değer olan, hakkıyla sahip çıkan aydınlarla da iletişim halinde, birbirlerini besleyen, birbirlerine cesaret ve güç veren aydınlarla da ilişkilerini korumaktaydı. Mehmet Emin Yurdakul’a yazdığı mektupta: “Kânunuevvel üç tarihli mektubunuzu yedisinde alıp hediye buyurduğunuz ‘Türkçe Şiirler’e sevindim gelmesine muntazır kaldım. Rusya nizamınca asar-ı şarkiye, postadan doğruca Tiflis sansürhanesine yollanıp muayeneden sonra adreslerine gelir… Bundan dolayı eserinizi pek geç aldım. Okudum, pek ziyade ferahlandım. Eserleriniz hakkında edeceğim mütalaayı Şemsettin Sami Beyefendi yazmış, tekrarına hacet yoktur. Bir denilecek kalmışsa, şiirlerinizin dilinden maada efkârı da İstanbul’un ‘mahitap’tan, ‘kara saçla mavi göz’den ibaret asar-ı Şiriyesinin cümlesine faik olduğudur. Cübbeleri kıyamet olan efendilerin bastonları, ceketleri alamet olan şık beylerin usulüne muhalif sade ve ‘kaba’ Türkçe kalem çekmek büyük cesarettir; asar-ı edebiye ve şiriye arasında böyle mesleki bir eser araştırmak Türk âlemine büyük bir hizmettir ki, derûnen tebrik ediyorum. Türk âlemine dediğim mübalağa zannolunmasın. Mübalağayı ne severim ve ne de ederim; doğrusudur; çünkü şiirlerinizi Edirne, Bursa, Ankara, Konya, Erzurum Türkleri anlayıp, lezzetle okuyabilecekleri gibi Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan, Kaşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve Kırım Türkleri de okuyacaktır ki, bu şerefe Fuzuli ve Nabi nail olamadılar. Kırk, elli milyonluk ve otuz asırlık âleme iptida bir karışık oğul balını yediren siz oldunuz ki, size şereftir, bize saadettir! Tekrar tebrik ediyorum. Tercüman’ın da çabaladığı bu yolda hizmettir, sadece ve ‘kaba’ lisanıdır ki, Dersaadet’in hamal ve kayıkçılarına Çin dâhilinde bulunan Türk devecilerine ve çobanlarına, gazeteyi tanıtmıştır. Kazan’da, Sibirya’da olduğu gibi Tebriz ve Horasan’da da Bahçesaray dilini öğrenmeye meyil olmuştur. İstanbul edebiyatının mesleksiz devamında ve tutukuşu lisanından usanmış, kararmıştım. Şiirleriniz büyük teselli oldu. Bunun için de Allah sizden razı olsun. Size kardeşçesine gazetemi takdim ediyorum. Duhulü memnun değildir. Lâkin sansürle posta müvezzilerine emanet edemeyip Rusya postanesinde kalmak üzere adres yazdım. Her Salı günü gönderip alırsanız pek memnun olurum..”16 Gaspıralı, Akçura; dilde özleşmeyi, halk dilinin egemen kılınması üzerine ideolojik, ekonomik ve kültürel mücadele verirken; Gökalp, Türkçede sadeleşmeyi “tasfiyecilik”le açıklayarak, dilde özleşme çabalarına mesafeli davranmıştır. Gökalp: “Tasfiyecilik, dilimizden Arap, Acem köklerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk cezrinden doğmuş kelimeleri yahut Türk cezrinden yeni edatlarla yapılacak yeni Türk kelimelerini ikame etmekten ibaretti. Bu nazariyenin fiili tatbikatını göstermek üzere neşrolunan bazı makaleler ve mektuplar zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeye başladı. Halk diline geçmiş olan Arabî ve Farisi kelimeleri, Türkçeden çıkarmak, bu dili en canlı kelimelerden, dini, ahlaki, felsefi tabirlerinden mahrum edecekti. Türk cezrinden yeni yapılan kelimeler, sarf kaidelerini hercümerç edeceğinden başka, halk için ecnebi kelimelerden daha yabancı, daha meçhuldü. Binaenaleyh, bu hareket dilimizi sadeliğe, vuzuha doğru götürecek yerde, muğlakiyete ve zulmete doğru götürüyordu. Bundan başka, tabii kelimeleri atarak, onların yerine suni kelimeler ikamesine çalıştığı için, hakiki bir lisan yerine suni bir Türk esperantosu vücuda getiriyordu. Memleketin ihtiyacıysa, böyle bir yapma esperantoya değil, bildiği ve anladığı munis ve gayrı suni kelimelerden mürekkep bir anlaşma vasıtasınaydı. İşte, bu nedenden dolayı ikdamdaki tasfiyecilik cereyanından fayda yerine mazarrat husule geldi. Bu sırada Tıbbiyede teşekkül eden gizli bir inkılâp cemiyetinde Pantürkizm, Panottomanizm, Panislamizm mefkûrelerinden hangisi daha ziyade gerçeğe muvafık olduğu münakaşa ediliyordu.”17 Gökalp, “tasfiyecilikle” aslında ince bir çizgiyi göstermeye çalışıyordu. Aşırılığa, kemikleşmiş sözlerin/sözcüklerin atılmasının doğru olmadığına ilişkin görüşleri vardı. Arapçadan, Farsçadan: Türkçeye geçmiş, halkın günlük kullanımında olan ve ‘canlı’lığını koruyan sözcükleri Türkçeye eklemlemek, Türkçeden koparmamak üzerine, Gökalp, şunları yazmaktaydı: “Bazıları yeni Türkçeyi yalnız menfi gayelere malik zannederler. Lisanımızda fazla birçok kelimeler, terkipler, edatlar var. Yeni Türkçe bu fazla unsurların lisanımızdan çıkarılmasını ister. Bu hedef, yeni Türkçenin yalnız menfi gayesidir. Fakat yeni Türkçenin gayeleri lisanımızın hastalığı yalnız fazla kelimeleri, terkipleri, edatları havi olması değildir. Hastalık bundan ibaret olsaydı, bu fazla unsurları atmakla lisanımızı kolayca tedaviye muvaffak olabilirdik. Hâlbuki yazı lisanımızın bir hastalığı da birçok kelimelerin eksik bulunmasıdır. O halde lisanımızın tam bir tedavisi, bu eksik kelimelerin ilâvesine de muhtaçtır. İşte yeni Türkçenin müspet gayesi de bu eksik kelimelerin aranıp bulunması ve lisanî uzviyetlerimizde yerli yerine konulmasıdır. Yazı lisanımızda fazla olan kelimeler hiçbir ihtiyaca tekabül etmeyen Arabî, Farisi kelimelerdir. Meselâ ‘gece’ kelimesi varken ‘şeb’ ve ‘leyl’ kelimelerine ne ihtiyaç vardır. Fakat bazı Arabî ve Farisi kelimeler de vardır ki Türkçeleri artık kullanılmıyor. “Şahit, ayna, hasta” kelimeleri gibi. Bunların Türkçeleri olan “tanık, gözgü, sayrı” kelimeleri canlılığını kaybederek müstehase haline girmiştir. Ölmüş kelimelerin tekrar dirilmesi kabil olmadığından artık bu gibi müstehase kelimeler canlı Türkçemize avdet edemezler. O halde, bu kelimelerin yerine kaim olmuş olan Arabî ve Farsi kelimeler, lisanımızın canlı uzuvları sırasına geçmiştir. Bundan başka, Türkçe mukabilleri de lisanımızda müstamel olmakla beraber, hususi bir manayla onlardan ayrılan Arabî ve Farsi kelimeler de lisanımızın eczasındadır. Bu gibi Arabî ve Farsi kelimeleri lisanımızdan atarak yerlerine eski Türkçelerini koymak isteyenlere ‘tasfiyeci’ denilir. Yeni Türkçecileri bu gibi noktalarda tasfiyecilere muhaliftirler. Arabî ve Farsi terkiplerle edatlara gelince, yeni Türkçeciler bunların hepsini Türkçeden atmak lüzumuna kaildirler. Yazı lisanımızda eksik olan kelimeler de iki bölümdür. Bir, milli tabirlerdir; yazı lisanı, konuşulan halk lisanına uygun değilse milli değildir. İstanbul’da ve Anadolu’da konuşulan birçok tabirler ve tabir-i mahsuslar vardır ki yazı lisanımızda kullanılmıyor. Hâlbuki lisanımızın milli zenginliğini bunlar teşkil eder. Bunların yavaş yavaş keşfedilerek yazı lisanımıza alınması, lisanımızın millileşmesini temin eder. İki, uluslararası kelimelerdir; bir millet hangi medeniyet zümresine, hangi uluslararası alana mensupsa, onun bütün mefhumlarını ifade edecek hususi kelimelere malik olması da lazımdır. Türkler, şimdi Avrupa medeniyetine girdiklerinden, Avrupai mefhumları ifade edecek kelimelere muhtaçtırlar.”18 Türkçenin Ulusal Dil Olmasında Ölçütler Gökalp’in bunca muhalefet ettiği, dilde özleşmenin/sadeleşmenin aşırılığına gösterdiği tepki: onu, Türkçenin öz savunuculuğunu yapmasına engel olmamıştır. Ulusal bir dil oluşumu içim, Gökalp; yapılması gerekenleri şöyle özetlemiştir: “1. Milli dili oluşturabilmek amacıyla, Osmanlı dili hiç yokmuş gibi bir tarafa atılarak, İstanbul halkının bilakis İstanbul hanımlarının, konuştukları gibi yazılacak, böylece İstanbullu hanımların konuşma dili yazı dili haline getirilerek milli dil ortaya çıkartılacaktır. 2. Halk dilinde Türkçe eş anlamlıları bulunan, Arapça ve Farsça kelimeler atılacak, anlamsal bakımdan küçük bir farkı olanlar dilde muhafaza edilecektir. 3. Halk dilinde geçmiş olup, söyleniş ve anlam bakımından, hatalı olan, kurallara uymayan Arapça ve Farsça kelimeler, bozulmuş şekilleriyle Türkçe sayılacaktır. 4. Eski kelimeler diriltilmeye çalışılmayacaktır. 5. Yeni terimler arandığında, önce halk dilindeki kelimelere bakılacak, bulunamadığı takdirde, Türkçenin gramer kurallarıyla yeni kelimeler, buna da imkân bulunmadığında Arapça ve Farsçadan –tamlama şeklinde olmaksızın- yeni kelimeler kabul edilerek, bazı devirlerin ve mesleklerin özel durumlarını gösteren kelimelerle, tekniklerle ait alet isimleri yabancı dilden aynen alınacaktır. 6. Arapça ve Farsçanın, kip, edat ve tamlamaları dilimize sokulmayacaktır, 7. Türk Halkı’nın bildiği ve kullandığı her kelime, Türkçe olarak kabul edilecektir. 8. İstanbul Türkçesi, yeni Türkçenin temeli olduğundan, başka Türk lehçelerinden, kelime, kip, edat, tamlama kuralları alınamaz. Fakat bu lehçelerin derin bir şekilde incelenmesine de gerek vardır. 9. Eski Türk müesseselerinin isimleri terim olarak kalacaklardır. 10. Yeni Türkçenin bu ilkeler ışında bir sözlüğü ve grameri oluşturulmalıdır.19” Kemalist devrim, dil devrimini gerçekleştirmiş; yeni harflere halkın alışması kolay olmuş. Osmanlıca için 6 – 7 yıl dil eğitimi alan bir öğrenci; Türkçe’yi kısa sürede öğrenebilmektedir. Bunu, ceditçi hamleden başlayarak, onulmaz baskılar altında verdikleri mücadelelerle ‘dil’ üzerine çalışmış, dil araştırmalarına yaşamını vermiş aydınlara borçlu olduğumuz, katıksız gerçektir. KAAN TURHAN İLK KURŞUN 1 Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Çağdaşlaşmak ve Doğru Yol, Hazırlayan: Yusuf Çotuksöken, İnkılâp ve Aka Yayınları, 1976, İstanbul. s. 37 2 İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, Can ya ki Dil Meselesi, 22 Yanvar 1908. s. 120 3 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, Şubat – 1952. Ss. 23 – 25 4 Necip Hablemitoğlu – Şengül Hablemitoğlu, Şefika Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi (1893 – 1920), Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. Baskı, Aralık – 2004, İstanbul, Ss. 126 – 127. 5 İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, Kitap ve Kitapçılık, 1 Oktyabr 1904. Ss. 73 – 74 6 İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, Hizmet Gazetesi, 27 Oktyabr 1888. s. 33 7 Dr. Yusuf Ekinci, Gaspıralı İsmail, Ocak Yayınları, 1997 – Ankara s. 25 8 Yusuf Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, Türk Yılı, 1928, Kültür Bakanlığı, 1981, s. 97, aktaran, Demirtaş Ceyhun, Ah Şu Biz “Kara Bıyıklı” Türkler, E Yayınları, 3. Baskı, Haziran 1992, İstanbul, s. 122. 9 Doç. Dr. Nadir Devlet, İsmail Bey Gaspıralı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 962, 1988, Ankara. s. 60 10 Necip Hablemitoğlu – Şengül Hablemitoğlu, Şefika Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi (1893 – 1920), a.g.e, Ss. 73 – 74. 11 “İlköğretimin ıslahı ve eski eğitim sisteminin yeni eğitim sistemiyle değiştirilmesinin en önde gelen temsilcisi, Gaspıralı’dır. Cedidçilik akımını olgunlaştırıp sistemleştirmekle birlikte, okullarda reform yapma fikri, ilk kez Kazanlı Şehabettin Mercani’nin öğrencisi ve meslektaşı Hüseyin Feyizhani (1828-1866) tarafından ortaya atılmıştır. Feyizhani, Islah-ı Medaris adlı eserinde, medreselerin müfredatına pozitif bilimlerin de alınmasını ve Avrupa modeline uygun Tatar okulu açılmasını öneren ilk reformcudur. Bu öneriyi geliştirerek pratiğe geçiren İsmail Gaspıralı, eğitim gördüğü İstanbul’da Jön Türkler’den, Paris’te de liberallerden ve sosyalistlerden etkilenmiştir. Kırım’da, Kazan’da ve Türkçe’nin değişik lehçelerini konuşan tüm ülkelerde halkın içinde bulunduğu geri koşullardan kurtulabilmesinin ilk adımını, eğitim ve kültüre bağlamıştır. Eğitim ve kültüre uzanan yolun ilk kapısının da ilkokullar olduğu fikri işleyen Gaspıralı, eski eğitim yöntemlerine ve kurumlarına karşı sistematik bir savaş açmıştır.” Bkz: Halit Kakınç, Sultangaliyev, İmge Yayınevi, 1. Baskı, Ss. 118-119 12 Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, s. 30 13 Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, Ss. 31 – 32 14 Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, S. 19 15 İsmail Gaspıralı, Yeni Lisan Bahsi, Tercüman, 21 Kasım 1905, Nu: 95 16 Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, Ss. 32 – 33 17 Ziya Gökalp, a.g.e, Ss. 7 – 8 18 Kâzım Nami Duru, Ziya Gökalp, 3. Basım, Milli Eğitim Basımevi, 1975 – İstanbul, Yeniden Gözden Geçiren: Mübeccel N. Duru, içinde, Yeni Türkçenin Olumlu ve Olumsuz Amaçları, Küçük Mecmua, 20 Kasım 1922, Sayı: 23. Ss. 5 – 6 19 Cihan Osmanağaoğlu, Ziya Gökalp’te Türkçülük Akımı, On iki Levha Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Ocak – 2008. Ss. 15 – 16 |
Yrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen
ORSAM Ortadoğu Danışmanı
Ahi Evran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Irak’ın işgal edilmesinin 10. yılına girdiğimiz şu günlerde geride bırakılan dönemin muhasebesi pek çok açıdan yapılıyor. ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ne denli haksız olduğu konusunda artık hiçbir bireyin ya da devletin şüphesi kalmadı. Fakat son birkaç yıldır tartışılan olgu sadece işgalin kendisi değil işgal sonrası oluşan düzenin kırılganlığı ve istikrarsızlığıdır. İşgalin ilk birkaç yılında, özellikle ülkenin çok yoğun bir iç savaşın pençesinde kıvrandığı 2005-2008 yılları arasında sıklıkla sorulan “Irak’ın toprak bütünlüğü korunabilecek mi?” sorusu bugünlerde fazla sorulmuyor. Fakat ülkede siyasi istikrarın pamuk ipliğine bağlı olduğu ülkeyi yakından izleyen tüm analizcilerin ortak kanısı gibi görünmektedir. Irak’ta 2010 seçimi sonucunda ortaya çıkan ulusal birlik hükümetinin işlevsizliği ve hükümet içi mücadelenin ülkede siyasi sistemi işlemez hale getirdiği kabul edilmesi gereken bir gerçektir. Son iki yıldır Başbakan Nuri Maliki’nin merkezi hükümeti güçlendirme çabası devam ediyor.
Ancak bu çaba bazen Iraklı Kürtlerin 2005 Anayasası’yla elde ettikleri kazanılmış haklarını koruma çabalarına bazen de Sünni Arapların geçmişte karşı çıktıkları federalizmi kendi bölgelerine yerleştirme çabalarına takılıyor. Son dönemde Türkiye’nin gündemine Irakla ilgili meseleler geldiğinde ise genellikle Erbil-Bağdat çatışması, Maliki-Barzani Anlaşmazlığı, Sünni-Şii uzlaşmazlığı, Türkiye-Irak ilişkileri gibi başlıklar öne çıkmaktadır. Dünyanın ikinci büyük petrol rezervine sahip olduğu iddia edilen Irak’taki petrol gelişmeleri nedense sadece ticari değeri çerçevesinde gündeme gelmektedir. Oysa birkaç sene öncesine kadar Irak’taki petrol ülkenin bütünlüğü açısından anahtar değerlendirilmekteydi. İşte bu nedenle Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki (IKBY) petrol sektörünü, bu sektörün ulusal ve uluslararası boyutunu, iç ve dış aktörlerin bu çerçevedeki değerlendirmelerini ve Türkiye’nin rolünü içeren bir raporu hazırlamak için bir seneden fazla bir süredir çalışmalar yürütüyoruz. Çalışmalarımızın sonucunda ortaya çıkan raporu kısa bir süre sonra yayınlayacağız. Fakat bu rapor öncesinde son dönemde Irak’taki petrol anlaşmazlığına ilişkin gelişmeler ile Türkiye’nin Irak petrollerine yaklaşımına ilişkin birkaç hatırlatma notunun hafızalarımızı dinç tutmak adına yararlı olabileceğini düşündük. Bu notları 4 ana başlıkta toplayabiliriz:
1- Petrol, Irak’ın bir arada kalmasının da parçalanmasının da anahtarıdır.
Bu yaklaşım sadece tarihsel bir vizyonu tanımlamamakta değil, aynı zamanda Türkiye’nin de uzun bir süre boyunca Irak’ın yeniden yapılanmasına ilişkin temel çözümlemelerinden birisini ifade etmektedir. Petrolün tüm Iraklıların zenginliği olduğu, ülkenin hem siyasi birliğinin hem de toprak bütünlüğünün garantisi olduğu uzun süredir savunulmaktadır. Bilindiği gibi petrol Irak’ın tamamına eşit olarak dağılmamıştır. Bazı bölgelerde daha fazla bulunurken bazı bölgelerde ise hiç bulunmamakta ya da çok az bulunmaktadır. Bugün Irak’ın petrol zengini olan vilayetlerinin kendilerini birer federal bölge ilan etmeleri ya da bir araya gelerek bir federal bölge kurmaları durumunda onlar da IKBY’deki gibi kendi petrollerini bağımsız anlaşmalarla çıkartıp, uluslararası piyasalara satarlarsa o zaman Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak nasıl mümkün olacaktır? İşte bu soruya verilecek yanıt, tüm Irak için anahtar niteliğindedir. Irak kurulduğundan beri doğrusuyla yanlışıyla petrol tek elden ve merkezi hükümet tarafından yönetilmiş stratejik bir zenginliktir. Bu zenginliğin ülkeyi oluşturan idari ya da siyasi bölge ya da gruplar tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılması ülkenin hem bağımsızlığını hem de bütünlüğünü tehlikeye sokabilecektir.
2- Bazı uluslararası dev petrol şirketlerinin faaliyetleri Irak’ın bütünlüğünü zedelemektedir. Küçük şirketler ise büyük şirketlerin faaliyetlerine zemin hazırlamaktadır.
Irak’ın işgalinden kısa bir süre önce bazıları Türk özel şirketleri (Genel Enerji ve Petoil gibi) olmak üzere yabancı şirketlerin bir kısmı Kuzey Irak’ta petrol arama faaliyetleri başlatmıştır. Uzun bir süre boyunca sadece küçük ve orta çaptaki şirketlerin faaliyet gösterdiği Kuzey Irak’ta ABD’nin Irak’taki askerlerinin çekmesinden sadece 1 ay önce dünyanın en büyük petrol şirketi Exxon Mobil’in Irak hükümetinden bağımsız olarak, üstelik tartışmalı bölgelerde bulunan petrol alanlarında IKBY ile anlaşma imzalaması tesadüf gibi görünmemektedir. Nitekim ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrasında hemen olmasa da bir süre sonra ülkenin kaosa sürüklenebileceği ve parçalanmanın eşiğine geleceği öteden beri yapılan değerlendirmeler arasında öne çıkmaktadır. Bu nedenle ABD’nin çekilmesinin tamamlanmasından 1 ay önce Exxon-Mobil’in daha sonra onu takiben dünyanın pek çok büyük şirketinin KBY ile anlaşmalar imzalamaya başlaması, bölgenin parçalanmasına bu şirketlerin de inanmaya başladığının işareti olarak kabul edilebilir.
O zamana kadar Irak’ın güneyindeki büyük petrol yataklarında elde ettikleri kazanımlar nedeniyle IKBY ile anlaşma yapmaya yanaşmayan şirketlerin bir anda nasıl karar değiştirdikleri sorgulanmalıdır. Üstelik bu hamleyi sadece ABD değil aynı zamanda Rus, Fransız ve Çin şirketleri de yapmıştır. Bütün bu şirketler için gerekli altyapıyı yıllarca küçük şirketler hazırlamış, büyükler gelince de yavaş yavaş hisselerini bunlara satmaya başlamışlardır. Tüm bunlar Kuzey Irak’taki petrol paylaşımının yakında çok daha sertleşeceğini ve siyasal boyut kazanacağını göstermektedir.
3- Türkiye’nin Irak’taki enerji gelişmelerinden uzak durması ayrı bir şeydir, buna dahil olurken dikkatli olması ayrı bir şeydir.
Türkiye gibi büyüyen bir ekonomiye sahip ve her geçen gün enerji ihtiyacı artan bir ülkenin Irak’taki enerji gelişmelerinden uzak durması beklenemez. Hatta bu nedenle Türkiye’yi Irak’taki enerji gelişmelerinden uzak tutmaya çalışan Iraklı makamlar ciddi bir yanılgıya düşmüşlerdir. Türkiye’nin gerek Irak’tan ithal ettiği petrol ve doğal gazı, gerekse Türk enerji şirketlerinin bu ülkedeki faaliyetlerini artırmak yoluyla Irak’ta daha aktif enerji politikaları izlemesi doğaldır. Hatta bu çerçevede IKBY’deki enerji gelişmelerinin de dışında kalması beklenemez. Bununla birlikte, Irak merkezi hükümetinin illegal olarak ilan ettiği girişimlerde yer almak Türkiye’nin Irak’ın genelindeki enerji çıkarlarına zarar vermektedir.
4- Türkiye’nin Kuzey Irak’taki bazı şirketlerin oyununa gelmesi uzun vadede Türkiye’nin stratejik çıkarlarına zarar verecektir.
Irak’ta merkezi hükümet ile IKBY arasında yetki paylaşımı; federalizmin kapsamı, anlamı ve uygulaması; bazı bölgelerin idari statüsü ve demokrasiye bağlılık gibi önemli sorunlar bulunmaktadır. Bir bölge ülkesi olarak Türkiye için Erbil ve Bağdat arasındaki uzlaşmazlıkların krize dönüşmeden çözülmesini sağlamak önemli bir misyondur. Fakat son dönemde gerçekleşen bazı olaylar Türkiye’nin Irak’taki çıkarlarına zarar vermektedir. Eğer Türkiye Irak’taki önceliklerini hala Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve siyasi birliğinin sağlanması olarak tanımlıyorsa merkezi hükümetin tamamen karşı çıktığı enerji ilişkilerine girmek bu önceliklere ters düşmektedir. Bu varsayımın dört boyutu vardır:
a. Birincisi Irak’ta maalesef hala bir petrol yasası çıkarılamamıştır. Bu petrol yasasının çıkarılamamış olması ülkedeki siyasi sorunların ve taraflar arasındaki anlaşmazlığın sonucudur. Bu anlaşmazlık Irak’ta istikrarın sağlanmasına engel olmaktadır. Ancak nedeni ne olursa olsun Iraklılar arasındaki sorunların Iraklılar tarafından çözülmesi gerekmektedir. Türkiye’nin, Irak’ın bir petrol yasası yokken, IKBY’nin petrol yasasına uygun bir biçimde davranması Irak’taki siyasi mücadele ve güç dengesi içinde açıkça taraflardan birisinin lehinde hareket etmek anlamına gelir. Bu durum merkezi hükümeti kontrol eden kim olursa olsun uzun vadede Türkiye ile merkeziyetçi Iraklı siyasal partiler arasında bir çelişki doğurur.
b. İkincisi Irak’taki petrol meselesi sadece ekonomik bağlamda değerlendirilmemelidir. Özellikle IKBY’nin başta Exxon Mobil ile petrol anlaşması imzaladığı sahaların Irak’ta anayasal bir tartışmanın parçası olduğu unutulmamalıdır. Irak’ta çözülemeyen en önemli sorunlardan birisi olan ve Kerkük’ü de kapsayan “tartışmalı bölgeler”in bir kısmında IKBY fiili olarak hakimiyet kurmuştur. Bu bölgelerin nihai statüsünün belirlenmesi ancak Irak Anayasası’nın 140. Maddesindeki tartışmanın sonuçlanmasıyla mümkün olacaktır. Oysa bugün IKBY, bu bölgelerin bir kısmındaki enerji sahalarını kendi yetki alanında varsayarak uluslararası petrol şirketleriyle anlaşma imzalamaktadır. Bu Irak’taki siyasi sorunları işin içine enerji aktörlerini çekerek çözmek anlamına gelmektedir. Türkiye’nin bu gibi anlaşmaların sonucuna bağlı (henüz bu sahalardan üretim yapılıp uluslararası piyasalara satış başlamış değildir) olarak üretilen petrolü Irak merkezi hükümetinin izninden bağımsız olarak uluslararası piyasalara ulaşımına izin vermesi Musul ve Kerkük’ün de içinde bulunduğu bölgelerdeki durumun daha da karmaşıklaşmasına neden olabilecektir. Bu olasılık Irak’ın işgalinden bu yana Kerkük’ü Irak’ın en hassas bölgesi olarak gören ve bu şehrin statüsünün Irak’ın istikrarı için belirleyici olacağını ileri süren Türkiye’nin bugüne kadar izlediği politikayla çelişecektir.
c. Üçüncü unsur ise Türkiye’nin IKBY ile bağımsız anlaşmalar imzalayarak petrol üretim ve satışına izin vermesi Kuzey Irak’taki bağımsızlığın önünü açabilecektir. Genel olarak basına yansıyanın aksine IKBY’de üretilen petrolün bir kısmı tamamen bağımsız bir gelir olarak IKBY’nin kasasına gitmektedir. Normal şartlarda bölgede üretilen petrolün de Irak’ın geri kalanındaki bölgelerde olduğu gibi Bağdat’ın kontrolündeki bir hesaba gitmesi ve buradan bütçeye dahil olması gerekmektedir. Bugüne kadar süregelen düzende Irak’ın bütçe gelirlerinin %17’sinin IKBY’ye gitmesi gerekmektedir. Bağdat, bu uzlaşıyı çiğneyerek belirtilen orandan daha azını IKBY’ye göndermektedir. Fakat bunun çözümü Bağdat’ın Erbil’e göndermediğini Erbil’e Türkiye üzerinden kazandırmak değil Irak merkezi hükümetinin ülkedeki istikrarın korunabilmesi için verdiği sözlere uymasını sağlamaktır. Oysa bugün aralarında Genel Enerji’nin de bulunduğu bazı şirketlerin IKBY sınırları içinde ürettiği petrolü düşük fiyatlardan IKB’de iç piyasaya sattığı bilinmektedir. Kısa bir süre önce bu petrolün bir kısmının Türkiye üzerinden uluslararası piyasalara satımına da başlanmıştır. Bu petrolün satışından elde edilen gelir Irak merkezi hükümetine değil doğrudan IKBY’ye gitmektedir. Böyle bir durumun, yani IKBY’nin bağımsız petrol gelirlerine sahip olmasının bölgenin bağımsızlığına giden yol olacağı öteden beri Türkiye’nin de savunduğu olgulardan birisidir. Özetle IKBY’nin kendi petrol gelirlerine sahip olması Irak’ta bağımsız bir Kürt devletine giden yolun en önemli dönemeçlerinden birisini oluşturmaktadır. Bu noktada Türkiye’nin vereceği karar onun sadece enerji ihtiyaçlarını değil çok daha geniş ölçüde ülkesel ve bölgesel gereksinimlerini de içermelidir.
d. Dördüncü unsur ise Iraklı Kürtlerin kendi iç dinamiklerinin de dikkate alınması gerekliliğidir. Bugün IKBY’de pek çok siyasi parti ve önde gelen lider mevcut yönetimin petrol anlaşmalarının şeffaf olmadığını ve çeşitli yolsuzluklar içerdiğini savunmaktadır. Aralarında sadece Gorran, Kürdistan İslami Birliği ve diğer muhalefet partilerinin değil iktidarın ortağı olan KYB’nin üst düzey yöneticilerinin de bulunduğu liderlerden bu eleştirilerin gelmesi Türkiye için önemli olmalıdır. Bu yıl içinde IKBY’de gerçekleşecek parlamento ve başkanlık seçiminin sonuçlarını şimdiden kestirmek zordur. Pek çok analizci büyük bir sürpriz beklenmediğini ileri sürse de bölgedeki siyasi dengelerin kaderini şu anda en zayıf aktör olarak görülen KYB elinde tutmaktadır. Yani Iraklı Kürtlerin çoğunluğunun hakkında güçlü şüpheler duyduğu enerji ilişkilerinin içinde olmak Türkiye için uzun vadede Iraklı Kürtlerle ilişkileri açısından da sorun yaratabilir.
Dr. Tuğba Evrim Maden
ORSAM Su Araştırmaları Programı Uzmanı
temaden
25 Nisan 2013 tarihinde Ankara’da Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Kadın Platformu, Güncel Gelişmeler Işığında Türkiye’nin Mülteci-Sığınmacı Politikası başlıklı bir çalıştay düzenledi. Mart 2011 itibariyle Suriye’de başlayan olaylar ile aynı yılın Nisan ayında ülkede yaşananlar nedeniyle Suriye’den özellikle Türkiye’ye, Ürdün’e, Lübnan’a ve Irak’a kütle halinde göçler yaşanmıştır.
Türkiye 1960’lardan itibaren iç ve dış göç yaşamaya başlamıştır. İç göç köyden kente bir akış halinde gerçekleşirken, başka ülkelere dış göç veren bir ülke özelliğine sahip olmuştur. Doğu ve batı koridorunda transit ülke pozisyonunda olan Türkiye, 1990’lara kadar sürekli göç veren bir ülke olmuş ve bu konuda yükümlülüklere hakim olmuştur. 1990’lardan itibaren gerek Körfez savaşı nedeniyle Irak’tan, İran’dan, Afganistan’dan ve Afrika ülkelerinden göç almaya başlamıştır. Ekonomisinin gelişmesi, AB adayı ülke olması, jeopolitik konumu vb. nedenlerle yaklaşık son 25 yıldır göç alan hedef ülke olmuştur.
Bu doğrultuda ülkemize yapılan göçler ve mültecilik başvuruları ile ilgili olarak 4 Nisan2013 tarihinde Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu kabul edilmiştir. Bu kanun 11 Nisan 2013 tarihinde 6458 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Bu yeni kanunla Avrupa Birliği ile ulusal yapıyı uyumlaştırma ve hukuku altyapıyı sağlamlaştırma amaçlanmaktadır. (1)
Türkiye, 28 Temmuz 1951 yılı tarihli Cenevre’de imzalanan Mültecilerin Hukuki Durumuna ilişkin Sözleşme’ye taraf ülkedir. O dönemde özellikle İtalya ve Almanya’dan meydana gelen göçlere ilişkin yapılan bu düzenlemede coğrafya ve tarih kıstası yer almaktadır. 1951 Sözleşmesine göre 1 maddenin 2. Fıkrasında mülteci tanımı “1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusukorku nedeniyle, yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahsa uygulanacaktır.”olarak yer almaktadır. (2)
16 yıl sonra Cenevre Konvansiyonu’nda tarih şartının kalkması ve coğrafya kısıtının devletlerin tercihine bırakan Mültecilerin Hukuk Statüsüne İlişkin 1967 protokolü imzalanmıştır. Taraf ülkelerden Türkiye, Monako, Madagaskar ve Kongo dışında tüm devletler coğrafya kısıtını kaldırmıştır. Türkiye coğrafi kısıtlarına göre Avrupa dışından Türkiye’ye gelenlere sığınmacı statüsü verilmektedir.
Suriye’den, Türkiye’ye toplu halde sığınan halk Türkiye’nin açık kapı politikası gereği, ülkemize sığınabilir, ülkelerine kendi istekleri dışında geri gönderilemez, “geçici koruma altında” statüsüne sahip Suriyelilerin eğitim, sağlık desteği ve barınması Türkiye Cumhuriyeti tarafından sağlanmaktadır. Suriye’den meydana gelen göç, düzensiz, zorunlu ve yerinden edilme olarak tanımlanabilmektedir. Nisan 2011’de Türkiye sınırında yığılma başlayınca, ilk kamplar Hatay Yayladağ’da kuruldu ve geçici korunuma alınmış Suriyeliler misafir olarak kabul edildi. İlk tedbirler 100 bin kişi odaklıydı. AFAD’ın verilerine göre şu anda sekiz ilde, 14 çadır, 3 konteynır kent olmak üzere toplam 17 kamp vardır. Son dönemlerde artış olma ihtimaline karşın Mardin-Midyat, Mardin- Nusaybin, Malatya ve Kilis’te ortalama 100 bin kişilik dört yeni kamp yapım aşamasındadır. 192.784 Suriyeli kamplarda yaşarken, 250.000 Suriyeli ise kamp dışında yaşamaktadır. Hatay’da 55 bin, Gazi Antep’te 35 bin, Şanlıurfa’da 30 bin, geri kalan nüfus ise diğer illerde yaşamaktadır. Kamplarda Nisan 2011 tarihinden itibaren 3113 çocuk dünyaya gelmiştir.
Avrupa Birliği’ne göre Suriye’de yaşanan durumun daha da kötüleşmesinden endişe edilirken, krizin başka ülkelere yayılma tehlikesi de dile getirilmektedir. Bu süreçte, 6,5 milyon insan şiddetten etkilendi ve insani yardıma ihtiyacı söz konusu. 4,2 milyon insan Suriye’de yerinden edilirken, yaklaşık 1,2 milyon insan, Türkiye, Ürdün, Irak, Mısır, Lübnan ve diğer ülkelere sığınmış durumdadır. AB, Suriye krizinde en büyük donör olarak yerini almaktadır. 555 milyon avro insani yardımda bulunan AB, 300 milyon avroyu AB kurumlarından, 250 milyon avro ise AB ülkelerinden sağlanmıştır. Söz konusu bu yardım meblağı, Kuveyt’in 172 milyon avroluk taahhüdünden ayrıdır. AB, Suriye’de yardımı yüzde 60 oranındadır. AB, 25 milyon avro Türkiye için ayırmıştır. Bölgesel destek programı dahilinde ise 8,2 milyon avro Türkiye’ye ayrılmıştır. Ekonomik İşbirliği Örgütü (ECO), Türkiye, UNHCR, Kızılay üzerinden 10 milyon avro tutarında bir yardımda bulunmuştur. Önümüzdeki günlerde da AB tarafından 13 milyar avroluk bir yardım paketi hazırlanmaktadır. Bu paketten 10 milyon avro UNHR’ YE verilecektir, 3 milyon avro ise AFAD’a verilecektir.
Çalıştay sonunda, AB’nin desteğinin Türkiye’ye yetmeyeceği ve Türkiye’ye bu konuda yeni yardımlar yapılması gerektiği, bu sorunla ilgili olarak Türkiye’nin üzerinde çok fazla sorumluluk olduğu ve bu sorumluluğun paylaşılması gerekliliği, yeni kabul edilen ve 2014 yılında yürürlüğe girecek olan “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” ile yeni tanımlamalar (mülteci, şartlı mülteci, ikincil koruma ve geçici koruma) yapılacağı ve bu konuda hukuki altyapının kuvvetlendirileceği, önümüzdeki günlerde Türkiye ve diğer ülkelere akın yapan nüfusun daha da artacağı ve bu konuda çalışmalar yapılması gerekliliği ve hem Türkiye için hem de kamplar için psikolojik bir sınır olduğu ve bu konuda Türkiye’nin desteklenmesi gerekliliği vurgulanmıştır.
(1) Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu
http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/04/20130411.htm&main=
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/04/20130411.htm
(2) Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi,
Meclis’in açılmasından kısa bir süre sonra farklı amaçlar istikametinde çatışmalar da başlayacaktır. Askerlerin bu dönemde sorunları dev boyutlara ulaşmıştır. En önemli görev Meclis’in yüceliğinin korunması ve düşmanca faaliyetlerin önlenmesidir. Padişah taraftarı hocalar, din adamları inanılmaz bir gaflet içinde, ne olup bittiğinin farkına varmadan, sadece inançları etkisinde kalarak Padişah’ın hükümetinin emirlerine uymakta ve subaylara karşı günümüzdeki davranışlara benzer şekilde, sanki ateş püskürtmekteydiler. Haziran’ın üçüncü günü Konya’nın Aziziye camiinde halka vaaz veren 40 yaşlarında Müderris Hacı Ahmet adında birisi, vaaz esnasında “Subayların evlerinde erkek hizmetçi bulunduranları (hizmet erleri kastediliyor) deyyus, çocukları da piçtir. Bu çocukların bazısı kumandan olarak yetiştiği için memlekete mazarratlarından başka faydaları olmaz demiştir.”(1) 19 Mayıs 1920 tarihinde yayınlanan bir bildirinin subayları hedef alan ve halkı direnç göstermeye davet eden sözleri “Ey padişaha, dine, devlete beş yüz seneden beri bağlılığı ile dünyayı hayrette bırakmış olan gerçek Müslümanlar. Bolşevik adı altında dört yüz yıllık din ve devlet düşmanımız olan Moskoflardan çıkmış dinsel yasaya aykırı ve kanun dışı olan bir görüşe kapılan bir takım eşkıya, vatanı kurtaracağız diye Anadolu’nun siz saf ve dürüst halkını aldatarak, Padişahına, Müslümanların halifesine isyan bayrağı çekmişlerdir. Bolşeviklik, paranın, malın ve arazinin ayak takımı yersiz, yurtsuz bir takım haydutlar tarafından yağma edilerek bu haylaz, tembel, cani herifler arasında bölünmesi, hiç kimsenin nikahlı karısı olmayıp her kopuğun her kadını istediği gibi kullanması, çocuklar iki yaşına kadar analarının kucağında kaldıktan sonra alınıp genelevlerde beslenerek anasız ve babasız yetiştirilmesidir ki, ne bir baba çocuğunu, ne bir evlat ana babasını tanımaması demektir. Bu, dinimiz olan Islama aykırı olduğu gibi aile hayatına, insanlığa her şeye zıt bulunduğu için Müslüman memleketlerinde sökemez… Ancak memleketimiz ötedenberi haydutluk ve soygunculuğa alışmış, seferberlik sürdüğü müddetçe vurgun vurarak kanunun üstünde bir üst gibi bulundukları yerlerde zorbacasına hareket ve rahat yaşamayı, eğlence ve içkiye rezaletle ulaşmış birtakım subaylar ile hapishaneden kaçmış yahut her nasılsa yakasını şimdiye kadar kanunun pençesine vermemiş olanlar vardır ki bunlar kanunu, hükümeti, padişahı tanımıyorlar. Vatanı kurtaracağız, Padişahımız tutsaktır kurtaracağız diye zorla asker ve para topluyorlar.” (2) Anzavur ayaklanmasını bastırmak için Eskişehir’den gönderilen İkinci Piyade Alayı’nın taburları Bursa’dan geçerken, Bursa halkının kötü söz ve davranışlarına maruz kalmışlardır. Hatta onlar çok acı sözlerle zehirlenmişlerdi. Bahçelerde çalışan kadınlar bile askerlerin karşısına çıkarak “subaylarınız sizi padişahımızın gönderdiği Anzavur Paşa’ya karşı kavgaya götürüyorlar. Padişah askerlerine karşı kurşun arttıracaklar” diyerek bir taburun daha Bursa’ya varmadan önce diğer bir taburun da Bursa’dan çıktıktan sonra dağılmasına yol açmışlardır. (3) Orduya karşı saldırılar 22 Haziran tarihinde başlayan Yunan ilerlemesi sonucunda inanılmaz boyutlara ulaştı. Bu haksız tecavüz karşısında, İstanbul hükümetinin bir bakanı ile yapılan bir röportaj ihanetin boyutlarını açıklamak için yeterlidir: Damat Ferit Hükümetinin Adliye Nazırı’nın bir gazeteci ile yaptığı konuşma şöyledir: “Soru: Hükümet Yunan Ordusu tarafından yapılan hareketi protesto etmek niyetinde midir? Nazırın cevabı: Hükümetimiz Mustafa Kemal taraftarlarını resmen mahkûm etmiş ve hilafet ve vatan haini olduklarını ilan etmiştir. Binaenaleyh vazifesi asilere layık oldukları cezayı vermektir. O halde kendi programımıza dâhil olan bir hareketi niye protesto edelim. Soru: Bu hareket mühim güçlüklerle karşılaşacak mıdır? Cevap: Hayır, bunun sebebi şudur ki, Mustafa Kemal ordusu öteden beriden toplanmış haydutlardan, sabıkalılardan ve sırf yağma hırsıyla hareket eden bir takım şahıslardan mürekkep, teşkilatsız, inzibatsız ve mümaresiz bir ordudur. Soru: Fikrinizce hareket uzun sürecek midir? Cevap: Asker değilim fakat intibaım şu merkezde ki; General Paraskevopulos’un ordusu şimdi süratle ve şiddetle harekete devam eyleyecek olursa, birkaç hafta da Ankara sınırları önünde bulunacaktır”.(4) Türk askeri üstün düşman kuvvetleri karşısında çekilirken özellikle Bursa yöresinde mürteciler de harekete geçirilecektir. “Milli kuvvetlerin dağılması ve Yunan ordusunun ilerlemesi tabii olarak mürteci ruhun mukavemet ve müdafaa taraftarlarına (Ordu mensupları ve onları destekleyen sivillere) karşı olan hiddetini kamçıladı. Çekilen askerimize ve bilhassa subaylara karşı bazı kasaba ve köylerde çok kötü muameleler yapıldı. Bunlara yiyecek, hatta su verilmedi ve içlerinden bazıları öldürüldü. Bazı subaylar, köylülerin tecavüzlerinden korunmak için üzerlerindeki askeri elbiseleri atıp, köylü kıyafetine girmekle kendilerini kurtardılar”.(5) Bursa’nın düşüşünden sonra, TBMM’de de ordu aleyhindeki kampanya daha da ağırlaştırıldı.(6) Ancak, bütün bu zorluklara rağmen başarılması gereken önemli görevler vardı. Büyük Millet meclisi ve Türk Ordusu mensupları, özgürlüğe giden o uzun ve çetin yolda hiç durmadan ilerlemek mecburiyetindeydiler. Not : Sevgili okurlarımız, aradan 90 yıl geçmiş, çevrenize ve genel havaya bakın, Mürteciler bu sefer Saltanat ve Hilafet Makamları yerine Demokrasiyi öne sürerek, yanlarına İngiliz ve işgal güçleri yerine Dış Güçleri ve Ayrılıkçı Güçleri alarak yine ayni kaleye, Türk Ordusuna saldırıyorlar. Bu ülkede Demokrasiyi kuran ve çağdaş Laik Düzenin en büyük savunucusu olan Ordu, bin bir oyunla Demokrasi düşmanı ilan ediliyor. Biz tarihi gerçekleri söylemek mecburiyetindeyiz gelişmelerin takdiri ve değerlendirilmesi özgür bireylerimizindir. DİPNOTLAR: (1) Fahrettin Altay: Görüp Geçirdiklerim, 10 Yıl Savaş ve sonrası (1912–1922) s.246( İstanbul–1970) (2) Ömür Sezgin: Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu, s.28, 29 ( Ankara–1984) (3) Şükrü Erkal, İkinci Askeri Tarih Semineri, s.165( Gen kur. Ankara–1987) (4) İhsan Güneş, İkinci Askeri Tarih Semineri, s.149, 150 (5) Rahmi Apak: Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, s.198 ( TTK, Ankara- 1983) (6) Aynı eser, s.152; detaylı bilgi için bkz. Samet Ağaoğlu: Kuvayı Milliye Ruhu, s.115–128( İstanbul–1944) Dr. M. Galip Baysan İLK KURŞUN |
strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji
Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel
Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu
The latest news on WordPress.com and the WordPress community.
Son Yorumlar