Günlük arşivler: 12 Haziran 2016

GÜNDEM ANALİZİ /// VİDEO : Alternatif Programı /// 12.06.2016 /// E. Tümg. Osman Özbek – Sabah attin Önkibar – Ulusal Kanal


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=kCIg1pUK3Jw&list=TLqRHeNNCzLTQxMjA2MjAxNg

PARAPSİKOLOJİ & GİZEM DOSYASI /// VİDEO : Tesla mı Edison mu (Akım Savaşları Başlıyor !)


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=G2A3l46JYR4&feature=em-subs_digest

TARİH : Reform of the Ottoman Navy and Ottoman Superiority at Sea (1701-1718) (İNGİLİZCE)


Reform of the Ottoman Navy and Ottoman Superiority at Sea (1701-1718).pdf

YAHUDİ & SİYONİZM DOSYASI /// Ermeni görüntülü gizli Yahudiler : PAKRADUNİLER


pakraduniler

Nejat Hakkul, Turkish Forum, 3 Temmuz 2013

“Pakraduni”ler, Anadolu’nun İslamlaşması ve Türklere vatan yapılması üzerine, özellikle Ermenilerin rağbet gördüğü Selçuklu ve Osmanlı döneminde, Musevilikten Ermeniliğe geçen, 1915 olayları sonrası ve Cumhuriyet sürecinde ise Müslümanlığı seçen, ama Yahudi zihniyetini nesilden nesile gizlice sürdüren bir topluluk olmaktadır. Fanatik Ermeni karşıtlığıyla Türk ırkçılığını (Turancılığı) savunmak, her fırsatta İslam’a saldırarak, sosyalist ve Kemalist bir tavır takınmak bunların alameti farikasıdır. Ama sadece solcu değil, sağcı partilere; hatta Milli Görüş’e de sızanlar vardır. Örneğin, “Durmuş Durduyan” iken Oğuzhan Asiltürk’e dönüşen Pakradunilere rastlanmaktadır.

Asırlarca Ermeni toplumunu yöneten Yahudi asıllı ‘Pakraduniler’in hikâyesi yeni yeni günışığına çıkmaktadır.

Selanikli Sabetaycılar, İspanyol Maranolar ve İranlı Meşhedilerden sonra Ermeniler içinde de Yahudi orijinli bir unsurun 2 bin 700 yıldır varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Pakraduniler (Bagratuni/Bagratids) adı verilen ve asırlarca Ermeni toplumunu yöneten cemaatin hikâyesi M.Ö 730 yılında başlayıp günümüze kadar uzanmaktadır. Bu iddianın sahiplerinden birisi de araştırmacı-yazar Levon Panos Dabağyan’dır. Yahudi asıllı Pakradunilerin M.S. 1045 yılına kadar Ermenileri “acımasızca” yönettiğini ifade ederek, iddialarına dayanak olarak dünyaca ünlü Yahudi tarihçilerinden Prof. Dr. Abraham Galante’yi gösteriyor. Galante, “Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı” adlı kitabında, “Pakraduniler, varlıklarını Juda İmparatorluğu’nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20’nci yüzyıla dek sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir” saptaması yapmaktadır.

Bizans’ın kendi krallıklarına son verdiği Pakraduniler, Selçukluların hakimiyetine girdikten sonra yüzyılımıza kadar hayatiyetini cemaat içinde devam ettiriyor.

Hikâye milattan önce 730 yılında başlıyor. O tarihte, Ermeni Kralı Sannasar, Filistin’e yaptığı seferde İsrail Kralı Osee’yi öldürerek, 10 Yahudi kabilesini esir alıyor. Sonra onları Fırat’ın ötesine, Güney Ermenistan’a yerleştiriyor. M.Ö. 700’lerde, bu kez Babil Kralı Nabukadnezar, Mısır Kralı Necho ile Kudüs Kralı Yoachim’e karşı bir savaş açıyor. Söz konusu sefere, Doğu Ermenistan Kralı Hıraçya da büyük bir ordu ile katılıyor. Hıraçya’nın bu savaşta gösterdiği olağanüstü başarı, Nabukadnezar’ı fazlasıyla memnun ediyor ve esir aldığı 10 bin Yahudi’nin yarısını Kral Hıraçya’ya hediye veriyor. Bu esirler arasında İsrailoğulları’nın önemli şahsiyetlerinden Prens Şampat (Smbat/Shampat) da bulunuyor. Şampat, kısa zamanda Hıraçya’nın takdirlerine mazhar oluyor. Devlet hizmetine alınıp, önemli mevkilere yükseliyor.

Esirlikten soyluluğa: Pakraduniler (Ermeni Görüntülü gizli Yahudiler)

M.Ö. l5O’lerde soyunun Hz. Davud’a (as) dayandığını iddia eden ve adı “Pakarad Şampa” olan bir Yahudi, zamanın Ermenistan Kralı Vağarşak’a başvurarak, saray hizmetine girebilme talebinde bulunuyor. Dikkat çekme ve kendini sevdirme açısından Prens Şampat’ı dahi gölgede bıraktığı kaydedilen Pakarad Şampa, Kral Vağarşak’ın en yakın bendeleri mevkiine erişiyor. Sonunda şaşırtıcı bir şekilde, Ermeni Kralları’na taç giydirme imtiyazı ile 10 bin süvariye komuta etme hakkını elde ediyor. M.Ö. 90-36’larda Ermeni krallarından Dikran II. (Büyük Dikran) İsrailoğullarına yönelik yeni bir sefer düzenliyor.

Bu sefer sırasında esir aldığı binlerce Yahudi’yi o da ülkesine götürüyor. Esirler arasından seçtiği “Aşod” adında bir asil Yahudi’yi özel hizmetine alıyor. Bu olaylar sonucunda Ermenistan’a yerleşen ve zamanla nüfusları hızla artan esir Yahudiler, sürgün yıllarının sembol ismi Prens Şampat’ın hatırasını kendilerine rehber edinerek, teşkilâtlanıp millî varlıklarını koruyabilme mücadelesine girişiyor. Zamanla Ermenilerin yönetimini ele geçiren Pakraduniler M.S. 1045’e kadar Ermenistan’da saltanat sürmeyi başarıyor.

26 yüzyıldır Yahudilikleri devam ediyor

“Kripto Yahudilik”konusunda uzman olan Türkiyeli Yahudi Prof. Abraham Galante, “Les Pacradounis ou Une Secte Armeno-Juive/ Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı / Baskı: 1933, Fransızca İst.” adlı eserinde bu konuda hayli enteresan bilgiler veriyor:”Pakraduniler varlıklarını Juda İmparatorluğu’nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20’inci yüzyıla kadar sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir. Eğin’de, ‘Erzurum-Sivas arasında’ (Malatya Balaban-Hekimhan, Erzincan Kemaliye hattında), Marmara Denizi’nin Avrupa yakasında ve İstanbul Hasköy’de yaşamış oldukları bilinen Pakraduniler, 26 yüzyıldır Yahudi yönlerini sürdürmekte gösterdikleri kararlılık nedeniyle Portekizli Marano’lar, Selanikli Dönmeler ve İranlı Meşhediler gibi Yahudi kökenli topluluklar arasında sayılabilirler.” Malatya tarafından Darende’nin Balaban kasabasına girişte ve yol üzerindeki Havra, kilise ve cami karışımı yapı incelemeye ve irdelemeye değerdir.

Dabağyan, Pakradunilerin kullandığı isimlerin Ermenilerden farklı olabildiğini söyleyerek; Ermeni tarihçi Gatoğigos Ğorenazi’den şu nakilde bulunuyor: “Simpat adını, ‘Pakraduniler’ oğullarına verirler. Bu isim İbranice’den geliyor ve aslı ‘Şampat’tır. Ermeniler arasında asırlarca pek revaç görmüş olan ‘Pakrat, Simpat, Aşot, Kakik, İsrael, Tavit’ gibi isimlerin Ermeni menşe’li olmadığı bariz şekilde meydana çıkmaktadır.”

Dabağyan, Bizanslı tarihçi Pavstos’un, 3. Asır’da bölgede iskân edilmiş ve kısmen Hıristiyan olmuş Yahudilerin miktarını 400 bin olarak verdiğini de kaydediyor.

Konunun uzmanı Gad Nassi: “Pakraduniler domuz eti yemezler, oysa Ermenilerde serbesttir” diyor.

Sabetaycılık, Ladino ve Kripto Yahudi cemaatleri konusunda uzman isimlerden araştırmacı-yazar Dr. Gad Nassi, Pakradunilerin 20. yüzyılın ilk yarısına kadar özel gelenekleriyle Sivas/Divriği ile Erzincan/Eğin (Yeni adı Kemaliye) arasındaki bölgede varlıklarını sürdürdüklerini belirtiyor. Nassi’ye göre cemaatin yayılımı, Arapkir, Hekimhan Kapadokya ve Kilikya/Çukurova’ya kadar uzanıyor.

Nassi, Pakraduni soyundan gelenlerin fiziki görünüşlerinin Ermenilerden ayrıldıklarını, kafa yapısı olarak Yahudiler gibi Dolikosefal olduklarını kaydediyor. Bir Yahudi-Ermeni’nin evinde vefat gerçekleştiğinde, evin içini tamamen değiştirdiklerini, evde asla su kullanmadıklarını, çünkü ölüm meleğinin kılıcındaki kanı bu suyla temizlediğine inandıklarını belirtiyor. 7 gün iş yapmayıp Yahudilerde olduğu gibi yas tuttuklarını da belirtiyor. Nassi, Pakradunilerin Yahudiler gibi asla domuz eti yemediklerini, cumartesi günü çalışma yasağına riayet ettiklerini, genelde cemaat içinden evlendiklerini ve soyadlarının da Yahudi kökenlerini anlatacak şekilde verildiğini ifade ediyor. Bunun da Ermeniler arasında “Yahudiliğin bir uzantısı” olarak değerlendirildiğini söylüyor. Nassi, Pakradunilerin, siyaset, ticaret ve finans alanında çok becerikli olduklarını kaydederken, benzer bir grubun da geleneklerini koruyarak 19’uncu yüzyıla kadar Gürcistan’da Gürcüler içinde hayatiyetini devam ettirdiğini ifade ediyor.

Aleviliği istismar eden Rafızî Ermeniler kimlerden oluşuyor?

Fransız Mareşali Horace Sebastiani, Türkiye Ermenileriyle ilgili 1814 tarihli raporunda: Ermenileri normal Ermeniler ve “Rafiziyyun/Rafiziler” olarak ikiye ayırır. Dabağyan “Osmanlı İmparatorluğunda Şer Akımlar” kitabında bu raporu değerlendirirken, Fransızların Türkiye’deki etnik yapıya daha 1800’lü yılların başında bile ne kadar hâkim olduklarının anlaşıldığını ifade ederek şöyle tepki veriyor:

“Selçuklular devrinde, Alparslan’ın saflarına geçerek, Bizans’a karşı savaşan ve sonradan İslam dinini kabul eden Ermenilerin büyük bir kısmı, bilahare ‘Alevi Mezhebi’ne geçmiş ve öyle kalmışlardır. (Yaptıkları isyan ve taşkınlıkları da saf Alevi Müslümanlara mal etmeye çalışmışlardır.) Demek ki, Mareşal Horace Sebastiani, Fransa’nın Türkiye üzerinde taşıdığı gizli emellerin tahakkuk sahasına aktarılacağı zaman, Osmanlı topraklarında yaşayan bilumum unsurlardan istifade edebilmek için Anadolu topraklarında yaşayanları da iyiden iyiye tetkik etmiş veya ettirmiş!” diyor.

Ermeni asıllı Türk vatandaşı yazar Torkom İstepanyan ise Pakradunilerle ilgili şu değerlendirmede bulunuyor: “Türk-Ermeni kardeşliğinin başlangıcı 11’inci yüzyıl ortalarına dayanır. 1064’te Pakraduni Ermeni Krallığına Bizanslılar tarafından son verilince, Bizans zulmüne dayanamayan Ermeniler Türklerin himayesine sığınmışlardır. Bu devre onlar için huzurlu yıllardır. Vatanlarına sımsıkı bağlanmışlardır. Türkler tarafından bunlardan bazılarına “Paşa”lık unvanı bile takılmıştır. Böylece ilk Türk-Ermeni dostluğunun temeli atılmıştır. Bu kardeşliğin en güzel kanıtı da bugün dünyanın dört bucağına serpilmiş olan Ermeni toplumunun günümüze dek varlığını sürdüren Türkçe kökenli soyadlarıdır. Örneğin, Romanya doğumlu olduğu halde dünya Ermenilerinin Ruhani Reisi Gatogigos Vazgen I’in soyadı ‘Balcıyan’dır.”[1]

Ermeni isyanlarının arkasında Pakraduniler yatıyor!

Yazar Levon Panos Dabağyan, Ermeni meselesinin can damarını teşkil eden “1. Zeytun İsyanı’nın” arkasında Fransa ve Vatikan’ın bulunduğunu, isyanın düzenleyicilerinin Pakraduniler olduğunu ileri sürüyor. Dabağyan, Zeytunluların kökeniyle ilgili olarak şöyle diyor: “Ani Beldesi’nin Bizanslılara geçmesinden ve Bizanslıların Ermeni katliamından sonra, Anadolu’nun muhtelif bölgelerine dağılan ‘Pakraduni Hanedanı’ mensupları Haçin ve Zeytun havalisine yerleşmişlerdi. Dolayısıyla (Fransa’nın gönderdiği Katolik Ermeni) maceracı Leon, Ermenileri isyana teşvik için gerçekten en münasip bölgeleri seçmiş demekti. Zira, Pakraduni Hanedanı, zaten birtakım entrikalara müsait ve gayri Ermeni bir unsur idi” diyor.

Dabağyan 1862 ve 1895’te iki kez denenen isyanın ise Türkiye’ye sadık Gregoryan Ermenilerin destek vermemesi üzerine akamete uğradığını kaydediyor. Pakradunilerin de hâlâ var olduğunu belirtiyor: “Hâlâ varlar tabii; ama sayıları ne kadardır ve hangi organizeler içinde yer almışlardır bilemem. Sanmıyorum. Ancak, bizde birine ‘Pakraduni!’ dedin mi, bu hakaret için kullanılırdı. Çocukken birine kızdığımızda, ‘Pakradunisin ulan sen!’ derdik. Onların ırklarından gelen bir zekâları, müztehzi bir bakışları, hesapçı, işini bilir bir yapıları vardır. Tarım ve zenaattan çok hep ticaretle, para/finans işleriyle uğraşmışlardır.”

Levon Panos Dabağyan gibi, seçkin ve seviyeli bir aydınımız olmakla beraber, T.C. Devletine ve ülkesine gönülden bağlı, hepimizin ortak üst kimliği olan Türk kavramına sahip ve saygılı bir Ermeni vatandaşımızın bu gerçekleri samimiyetle açıklaması ayrı bir önem kazanmaktadır.

PAKRADUNILER HANEDANI VE ERMENİLER

“Selçuklular ve Öncesi Devirleri” (859-1045)

Tarihi kaynaklarda ve tarihi yeni kitaplarda, “Ermeniler ve Ermenistan” konusuna temas eden bölümlere dikkatle bakılarak olursa, şu garip durumla karşı karşıya gelinir. Şöyle ki; hayırlı işler yapmış olan Ermeni büyükleri kötülenir ve bilhassa “Türklere ihanet etmiş” olanlar ise, “doğrudan Ermeni gösterilir.” Bu durum ise Ermeni kavmini Türklere karşı ve düşman oldukları intibaını uyandıran bir taktiktir!.

Gerçi böylesi icraatların gerçek çehresini açıklığa kavuşturan, “siyaset dışı” tarihi kaynak ve eserler mevcuttur. Ancak, ne yazık ki böylesi tarafsız eserler maalesef pek az olduğundan gözlerden uzak kalmaktadır.

Biz, yukarıda kayda geçtiğimiz bu garabetli işe Türk-Ermeni münasebetlerini ilelebet bozuk tutmak isteyen bir takım “gizli ellerin karıştığı” ve tarihi tahrif yolu ile, sinsi maksatlar güttükleri inancıyla bakmaktayız.

Meselâ; Kars-Ermeni kralı Kakik II’nin, Sultan Alp-Arslan’ın samimiyetini istismar etmesi vakası, doğrudan; “Ermeni samimiyetsizliği, Ermeni ihaneti” olarak birçok tarihi kaynak ve eserlerde geçmektedir. Peki bu doğru mudur? Hemen cevaplayalım: Hayır, doğru değildir! Tam aksi; “Tarihi bir yanlış veya tahrifattır.”

Zira Kakik II’nin saltanat sürdüğü dönem olan (1042-1045) tarihleri arası, “Doğu-Ermenistan”ın külliyen “PAKRADUNİLER HANEDANI HAKİMİYETİ”nde olduğu tarihi kaynaklarca sabittir.

Kral Kakik II ise; tam iki asır Ermenistan’a hükümran olan ve aslen Ermeni asıllı olmayan, Pakraduniler Hanedanının son hükümdarı idi.

Ancak buna rağmen, daha sonraları çok ağır bir hata işlemiş olduğunu anlayarak, Sultan Alp-Arslan’dan af dilemiş ve Yüce Türk Hakanı onun özrünü kabul ederek, kendi saflarına davet etmiş ve fakat, ardarda meydana gelen aksilikler, Kral Kakik II’nin yüce hükümdarın yanına varabilmesini önlemiştir ve öyle sanıyoruz ki, şayet varabilseydi, Ermeni kavmi günümüzdeki hazin durumda olmayacaktı!.

O asırların Ermenilerine gelince, bu bahtsız kavim kendi ülkesi içinde olduğu halde: yabancı bir kavmin boyunduruğu altında inim inim inleyip durmuştur. Bir başka ifadeyle kendi hayatları, kendi yaşantıları hususunda tek bir söz dahi söylemeye hakları yoktu. Yani açıkçası kendi ülkelerinde, bir başka kavmin esareti altındaydılar.

O halde bu tarihi yanılgıyı veya bilhassa tahrif kanalı ile gerçeklerin bilinmemesini sağlayanların, iğrenç tahrifatlarını meydana çıkartmak ve tarihi belgelerle gerçekleri ispat etmek, Türk-Ermeni münasebetlerinin düzeltilebilmesi açısından, bizlerin attığı ilk adım olmuştur, diyebiliriz. Çünkü, Sultan Alp-Arslan ve Kral Kakik II vakası; Türk ve Ermeni münasebetleri bahsinde hiç de kulak arkası edilecek bir vaka değildir. Çünkü, günümüzdeki bağımsız Ermenistan başta olmak üzere, batı ülkelerinde emperyalist devletlerin ücretli maşası Ermeni bozuntuları da dahil. Ermeni milleti bir bütün olarak varlığını külliyen; “Selçuklu, Osmanlı Devletleri ve dolayısıyla da, yüce Türk milletine medyundur.” Bunun aksini iddia edenler ya cahil veya hamaset duygularıyla körelmiş basiretsiz nankörlerdir. Çünkü, tarih hemen her meselenin doğrusunu gösteren en değerli anahtardır. Bu anahtarı dürüst kullanan, hakikatlerin nurlu ışığını rahatlıkla görebilir!.

“Pakraduniler’in Ermeni soyundan gelmedikleri bahsine temas etmeden, şu noktayı bilhassa belirtmek isterim ki; “Pakraduniler’in menşeine temas ederken, hiçbir surette; “ırkçı bir tutum neticesi, fanatik düşüncelere saplanmış değilim.” Irki mevhumlar üzerinde durmamın yegâne sebebi; tarihi vakaları tüm yönleriyle meydana çıkarıp, değerli okuyucularım ile tarih meraklılarına, Ermeniler konusunda en sağlam kayıtları sunabilmektir. Kaldı ki, tarihi mevzularda, vakaları gün ışığına kavuşturabilme uğraşında daha başka bir sistemin var olduğu asla söylenemez. Çünkü, öyle bir sistem mevcut değildir. Dahası tarih bir hadiseyi gün ışığına çıkartıp, aydınlığa kavuşturabilme çalışmalarında; herhangi bir kavmin gocunabileceği düşüncesiyle hareket edilecek olursa, ortaya kupkuru bir yazı kalabalığı çıkmış olur, böylece onca emek verilmiş bir eser, sırf bu sebepten dolayı, hakiki özelliğini yitirmiş olur.

Dolayısıyla “Türk, Ermeni, Yunan, Rum, Süryani ve Musevi’ler başta olmak üzere hemen hiçbir milletin mensubu; eserimizde yer alan vakalar içinde, kavimleriyle alâkalı menfi pasajlara rastladığı zaman asla gocunmamalıdır. Dahası bu kitapta ana temayı temsil eden konu her şeyden evvel yüce Türk millet ve devletinin millî menfaatleri başta olmak üzere; süper devletler tarafından günümüzde dahi adeta bir kobay gibi kullanılan, Ermeni milletinin istikbali mevzubahistir. Buna rağmen kitapta yer alan vakalar içinde geçen her kavmin millî haysiyeti özellikle düşünülmüş ve doğrudan şahısların icraatları üzerinde durulmuştur. Yer yer rastlanacak olan menfi değerlendirmeler ise bizim yorumlarımızın dışında kalmaktadır. Zira, bizzat o çağlarda yaşamış ve vakaları bizzat görebilmiş tarihçilere aittir ki; bu durum karşısında hemen herkesin şapkasını çıkarması lâzımdır!. Dahası; “Rüzgâr ekenlerin, fırtına biçmekten gayrı hiçbir çareleri olmadığını” peşinen kabullenmek elzemdir. Çünkü, kaçınılmaz bir gerçektir!.

Hele hele FRANSIZLAR, İNGİLİZLER, RUSLAR ve AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ, bu hususta hiç mi hiç alınmasınlar. Zira; bir buçuk milyon Ermeni’nin Türkler tarafından kesilmiş olduğu iddiasını; yıllar yılı çeşitli entrika ve propagandalarla Ermenilerin kafalarına sokan ve bu uğursuz propagandayı hâlâ sürdüren bizzat kendileridir. Dahası Ermeni-komite artıklarının meydana getirdikleri, acımasız cinayet şebekelerini; madden ve manen besleyen ve de ülkelerinde barındıranlar yine kendileri olmuş ve olmaktadır!.

Bu konuda son bir hususa daha temas etmek isterim ki, gerçekten bu babda pek üzgünüm. Daha doğrusu, “Türk-Ermeni cemaati olarak” son derece üzgünüz. Durum aynen şudur:

Yıllar yılı gizli gizli Ermeni cemaati aleyhinde bulunan ve bilhassa bazı Bab-ı Ali gazetelerince Türk-Ermenisini de rahatsız eden yalan yanlış beyanlarla, Türk-Ermenileri aleyhinde bir cereyan meydana getirmeye çalışan ve bizler gibi dinen azınlık bir kavim, bu durumu günümüzde daha da hızlandırmış ve bizleri kötüleyebilmek için her ne melânetlik var ise sergilemektedir!.

Bu entrikacı kavmin asıl hedefi ise Türkiye’de bir tek Ermeni’nin kalmamasına dayanmaktadır. Bunu istemesinin hem de pek derin bir arzu ile istemesinin yegâne sebebi ise “Ermenilerin gitmesinden sonra, ülke ticaretini külliyen ele geçirebilmesi gayesine” dayanmaktadır!.

Bunda muvaffak olabilirler mi, olamazlar mı orasını bilemem ama yazar Ali ULUSAL Beyin şu değerli uyarısı, bu doymaz kavme, herhalde bir nebze olsun nasihat yerine geçer diye düşünmemekte, doğrudan niyaz etmekteyim.

“Herkesin bir hesabı varsa, Allah’ın ayrı bir hesabı vardır.”

PAKRADUNILER’İN MENŞEİ VE SAHNEYE ÇIKIŞLARI

M.Ö. 730 tarihinde Kral Sannasar, Beni İsrail’e yaptığı seferde; Beni İsrail Kralı Osee’yi öldürerek, Samarie’de taş üstünde taş bırakmamış ve “10 Musevi kabilesi’ni esir alarak, Fırat’ın ötesine, Güney-Ermenistan’a yerleştirmişti ve bu bir başlangıçtı.
Yine M.Ö. 700’lerde Kral Nabukadnezar; Mısır Kralı Necho ve Kudüs Kralı Yoachim’e karşı bir sefer açmış ve bu sefere, Doğu-Ermenistan Kralı Hıraçya da büyük bir ordu ile iştirak etmişti.

Hıraçya’nın bu savaşta gösterdiği olağanüstü dövüş gücü, sadakat ve kahramanca saldırıları, Kral Nabukadnezar’ın pek hoşuna gitmiş ve Kral Hıraçya’yı takdirle, esir almış olduğu 10.000 Musevi’nin yarısını ona hediye etmişti ve bu esirlerin arasında ilerde Ermenileri külliyen hâkimiyetleri altına alacak olan bir esrarengiz kavmin ünlü prenslerinden Şampat da bulunuyordu. Zeki ve becerikli olan bu Prens, zamanla Kral Hıraçya’nın sevgi ve takdirini kazanarak, “Devlet Hizmeti’ne alınarak önemli mevkilere yükseltildi ki, bu durum bizzat bir Ermeni Kral tarafından, bilemeden kendi milletine yaptığı bir yanlışın doğrudan kendisi idi!..

Daha sonra M.Ö. 150-128’lerde; aile menşeinin Hz. Davud Peygambere dayandığını iddia eden ve adı PAKARAD ŞAMPA olan bir Yahudi, Ermeni Kralı Vağarşak’a müracaat ile, saray hizmetine girebilme dileği ile bin bir dil dökerek, kabul edilmesi için adeta yalvardı…

Bu garip ve son derece esrarengiz yabancının nasıl birisi olduğunu ve söylediği gibi gerçekten hayli maharetli olup olmadığını merak eden Kral Vağarşak, Kral Hıraçya’ya hizmet veren Prens Şampat’ın, kralı son derece memnun kılmış olduğunu da dikkate alıp, bu yabancıya bir şans tanımayı uygun bulmuştu. Zira, kendisine müracaat eden yabancı da aynı ırka yani diğerinin ırkına mensuptu. Dolayısıyla bu esrarengiz Prens, Pakarad Şampa da böylece hizmete alınmış oldu.

Ne var ki, bu yabancı Prens, diğer ırkdaşından daha atak ve daha cüretkârdı. Nitekim, devlet hizmetindeki üstün başarıları o derece fayda temin etmişti ki, Kral Vağarşak bu Yahudi Prensini kendi gözdeleri arasına kattı ve böylece Pakarad Şampa Ermeni Krallarına taç giydirme imtiyazı ile “10.000 Süvariye” komuta etmek hakkını elde etmişti.[2]

Bütün bu hadiselerin zuhur ettiği dönem içinde Kral Vağarşak, yeni bir Mabet inşa ettirmiş ve Mabedin iç dizaynı çalışmalarında duvar süslemelerinde “Güneş, Ay ve atalarının tasvirleriyle” bazı konularla alakalı motifler işletmişti ve inşası iç tezyinatla birlikte tamamlandıktan sonra, Mabedin açılışı göz kamaştırıcı bir muhteşemlik içinde icra edildiğinde, Mabede gelen Kral Vağarşak, sevinç ve gururla ilerlerken, önünde yürüyen merasim kıtası, son derece nefis bir sanat eseri olan “altın bir kartal” taşımaktaydı ki, bu adet ananevi idi. Ermeni krallarının önünde muhakkak altından imal edilmiş bir kartal taşınırdı.

Muhteşem bir merasimle Mabede giren Kral Vağarşak, Pakarad Şampa’ya; “Kendisi ile birlikte tanrılarına ibadet etmesini teklif etti.”Ne var ki, Pakarad bu isteği kesinlikle reddedince, Kral Vağarşak bu bendesini daha ziyade sevdi. Zira, karşısındaki bir kral dahi olsa, dininden dönmeyi kabul etmemişti. Bu onun son derece dürüst olduğunu tekrar tekrar ispat etmekteydi. Dolayısıyla O’nu affetti. Ancak, bu durum zaman içinde bir başka boyuta dönüşünce, karşılıklı saygının yerini sinsi bir düşmanlık almıştı. Şöyle ki, Kral Vağarşak’ın mahdunu, Arsak I, babası ile aynı düşünceye sahip değildi ve bu esrarengiz Yahudi’den hiç mi hiç hoşlanmıyordu. Dahası, onu gördüğü zaman, manasını bir türlü kavrayamadığı garip bir sıkıcı his bütün benliğini kaplamaktaydı!.

Böylesi karmaşık hisler içinde bocalayan Arsak I, mezkûr Pakraduni’nin mahdunlarına aynı teklifi tekrarladı ve kendi inandığı tanrılara tapınmalarını emretti. Ancak, Pakarad’ın mahdunları emri şiddetle reddettiler. Bunun üzerine gazaba gelen Kral Arsak I, gözlerinde şimşekler çakarak, kızgınlık içinde şunları söyledi, daha doğrusu adeta haykırdı:

– Güneş ve Ay Tanrılarına tapınmayanlar dinsizdir ve ölümü hak etmişler demektir! diyerek her iki Musevi gencin başlarını vurdurdu. (M.Ö. 128-115)

Kral Arsak I’den sonra ise aynı şiddeti gösteren, ünlü Ermeni Krallarından, Dikran II (Büyük Dikran diye bilinir), İsrail’e yeni bir sefer hazırladı ve bu sefer esnasında (M.Ö. 90-36) aynen Kral Hıraçya gibi, binlerce Musevi’yi tutsak alarak ülkesine götürdü ki, ülkesine döndüğü zaman atının iki tarafında yürüyen Musevi Prensleri, onun muzaffer dönüşünü müjdeleyen birer belge nişanesini temsil etmekteydiler. Bunların içinden seçtiklerini kendi hizmetine alan Kral Dikran II hizmetinde bulunan Aşod adındaki Musevi’ye:

– Şahsın ve soydaşların, benim milletimin inandıkları tanrılara inanıp, tapınacaklar. Emrim derakap uygulanacak! dedi. Ne var ki, Aşod da diğerleri gibi, dinini değiştirmeyi kabul etmedi ve kesinlikle reddetti.

Bunun üzerine gazaba gelen Büyük Dikran; Aşod’un dilini kestirdi ve ülkesinde bulunan bütün Musevileri, kendi adına inşa ettirmeye başlattığı, “DİKRANAKERD” – “DİYARBAKIR SURLARI” inşaatında çalıştırmaya karar verdi ki; mevzubahis surların ve şehrin inşasında, Kapadokya seferinden getirmiş olduğu 300.000 esir çalıştırılmaktaydı.

Tutsak Museviler Teşkilatlanıyor

Ancak, o asırlarda belki geçerli olan ve fakat tamamen vahşeti temsil eden bu trajik vakalar, Musevileri bir yerde aralarında birleşmeye doğru gitmiş ve böylece teşkilâtlanmaya başlamışlardı… Hani hakları da yok değildi. Bu diyarlara gönül azalarıyla gelmemiş, tutsak olarak getirilmişlerdi. Dolayısıyla, yurtlarından edildikleri yetmezmiş gibi, bir de “sadece kendilerine özgü, müstakil dinlerinden de olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktaydılar!.. Böylece her birisi, yekdiğerine tam bir içtenlikle sarılarak; İsrail Prensi Şampad’ın hatırasını kendilerine başlıca rehber edindiler ve Pakarad Şampad’ın liderliğinde, gizlice teşkilâtlanmaya başladılar. Teşkilâtlandıktan sonra, kin ve intikam hırsı içinde öylesine zekice bir plân hazırladılar ki, plânın mükemmelliği karşısında kendileri dahi adeta şaşkına dönmüşlerdi!.

Plâna göre, kademe kademe ilerleyerek, Ermenistan Sarayını külliyen ele geçirecek ve böylece devletin kilit noktalarına erişerek, ülkeyi tamamen hâkimiyetleri altına alacaklardı.

Ermenilere gelince, onlar bu durumun hiç mi hiç farkında değildi ve son derece temkinli hareket eden Musevilerin hizmetlerinden son derece memnundular. Ancak, bu memnuniyetleri ve Musevilere karşı umursamaz bir tavır almaları, daha sonraki yıllarda Ermenilere pek pahalıya mal olacak ve Ermenistan’ı külliyen ele geçiren Museviler; tamamı tamamına “İki Asır”, Ermeni milletine adeta kan kusturacak ve de Ermenistan’ın sükutuna kadar, Ermenilere; kendi vatanlarında tutsak hayatı yaşatacaklardı…

Pakraduniler’in Hakimiyete Geçiş Devri Başlıyor (M.S. 859-885)

Kral Vağarşak döneminde başlayarak, sistemli şekilde ve hiç mi hiç sezdirmeden, tüm tasavvurların fevkinde servet edinip, ülkenin “iktisadiyatına” tesir edebilecek seviyeye yükselen Museviler, yine kendilerine has bir sabırla hemen her engeli bertaraf ederek, zamanla elde ettikleri muazzam servet sayesinde “ARARAT’-TAYK VİLAYETLERİ’nin yarısından fazlasını satın almışlardı. Mesela Durperan’da, yüksek Ermenistan’da ve Gugark’ta gayet muazzam ve şaşaalı mülkleri bulunuyordu. Sekizinci asırda ise, Pakraduni zürriyetinin emlâkine: “Bâyezid, Bagaran, Muş, Kulb, Kars, Shirakavan, Ani, ispir, Ahısha, Artvin ve Ardahan şehirleri” de ilave edilmişti.[3]

M.S. 637 tarihinden itibaren “Arap hâkimiyetine” giren Ermenistan, o tarihlerde tam bir kargaşalık ve anarşi içindeydi. Gerçi hakiki Ermeni halkı henüz çoğunluktaydı ama, Ermenistan’da gerçek mânâda söz sahibi olanlar “PAKRADUNİLER” yani, “Musevi dönmeleri” idi.

Velhasıl, Ermeni milleti çoktan hükümranlığını yitirmiş; fukaralık ve sefalet içinde kıvranarak, kendi ülkelerinde adeta tutsak hayatı yaşamaktaydılar. Bir başka ifadeyle de; “Doğu-Ermenistan, Ermenistan olmaktan çoktan çıkmış; “Yahudistan” şekli almıştı!.. İşin en enteresan ve hazin tarafı da, Ermenilerin bu durumun farkında olmayışlarıydı ve acı gerçeği öğrendikleri zaman ise, iş işten çoktan geçmiş olacaktı…

Böylesi bir garip şerait içinde Araplarla anlaşan Pakraduniler, Araplara ağır vergiler vermeyi kabullendiler. Zira, nasıl olsa bu ağır vergileri kendi keselerinden ödemeyip, sahipsiz halkın sırtından elde edeceklerdi. Yani bu ağır yükün altına giren, doğrudan doğruya “Turan-Ermenileri” olacaktı.. Nitekim bin bir yokluk içinde kıvrım kıvrım kıvranan bu zavallı ahaliye; “Pakraduniler ve Araplar” adeta kan kusturacaklardı…

Vergileri toplama görevi Araplar tarafından, “Aşod Pakraduni’ye verildi ve “Prensler Prensi” unvanı ile Ermenistan’a vali tayin edilen Aşod Pakraduni, bu görevinde beklendiğinden ziyade başarılı oldu ve böylece; değil vergi ödemek, yiyecek ekmeğini zor temin edebilen Ermeniler’in, ellerinde, avuçlarında her ne var ise alındı, daha doğrusu cebren gasp edildi…[4]

Yazar Nejat HAKKUL

[1] (Sorun olan Ermeniler / Suat Akgül, Ali Güler, Türkar Yay. İst. 2003. s: 402)


[2] Ermeni kaynakları, Pakraduniler soyundan, daha doğrusu liderleri olan Prens Şabad ve Pakarad Şampa’nın Ermeni Krallarına son derece hizmet vermiş olduklarını, adeta söz birliği etmişçesine, sonsuz methiyelerle bezenmiş kayıtlar düşmüşlerdir.
Lâkin ne gibi meselelerde, nasıl hizmetleri geçmiş ise, sarih şekilde meydana koyan herhangi bir kayda rastlamadık!. Dolayısıyla, bu hususun ayrıca tetkiki elzemdir inancındayız!.


Bizans tarihçisi, Pavstos bu konuda III’ncü asırda Ermenistan’da iskân etmiş ve kısmen Hıristiyan olmuş Musevilerin miktarı, “400.000 nüfusu” bulmuştu kaydını geçmektedir.


Büyük Ermeni tarihçisi ve din adamı, ünlü “MOLSES GATOGİGOS GORENAZİ’nin bu konudaki kaydı da son derece önemlidir ve şu kayıt geçmiştir: -S1MPAD adını, PAKRADUNİLER mahdunlarına verirler. Bilesiniz ki, isim İbranice’den geliyor ve aslı “ŞAMPAD”dır.


Kars, Ani ve Gürcistan’da PAKRADUNİLER zürriyetinden krallar çıkmıştır. Bu vaziyete göre Ermeniler arasında asırlar boyu pek revaç görmüş olan: “PAKRAD, SIMPAT, AŞOD ve MOLSES” vs. gibi isimlerin tamamı, Pakraduniler’den, Ermenilere geçmiş ve aslen Ermeni kökenli isimler olmadığı bariz olarak görülmektedir.


[3] Bu hususta daha geniş bilgi için bakınız: “ŞAHNAZARYAN-ERMENİ TARİHİ”, Baskı: Paris-Fransa. Baskı tarihi: 1859, sayfa: 32, “Ermenice”


[4] (Emperyalistlerin Kıskacında ermeni Tehciri, IQ Kültür Sanat yy., 1. Bas. Nisan 2007 İST.)

İRAN DOSYASI /// Seçkin BERBER : Yaptırımların İran Ekonomisine Etkileri


İran’da gündem, Haziran 2013’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerine giden süreçte yaptırımların ülke ekonomisi üzerindeki etkilerinde yoğunlaşmaktadır. Tartışmalı nükleer programından dolayı İran’a karşı 2006’da başlatılan BM yaptırımlarının kapsamı 2010’dan itibaren genişletilmiş, ABD ve AB başta olmak üzere diğer aktörler de müstakil yaptırımlar uygulamaya başlamıştır. İran’da yaptırımların ekonomi üzerinde yarattığı baskı ve sıkıntı gözle görülür bir hal almış durumdadır. Başlatılan yaptırımların etkisiyle işsizlik ve enflasyonun arttığı İran’da ekonominin büyüme oranı belirgin biçimde düşmüş, 2012 yılında ekonomi küçülmeye başlamıştır. Özellikle nüfusu 15 milyonu aşan Tahran’ın sokakları, ekonomik yaptırımlar karşısında halkın sabrının tükenmekte olduğuna işaret etmektedir. Bu analiz, hâlihazırda cumhurbaşkanlığı seçimlerine hazırlanmakta olan İran’ın içinde bulunduğu ekonomik koşullara ilişkin bir çerçeve çizmeyi amaçlamaktadır. Böyle bir değerlendirmeyi yapabilmek için kısaca İran ekonomisinin devrim sonrası süreçteki seyrine değinilmekte, İran ekonomisinin genel özellikleri açıklanmakta ve uygulanan yaptırımların etkileri incelenmektedir.

Devrim Sonrası Süreçte İran Ekonomisi

1979 İran Devrimi’nin siyasi ve sosyal nedenleri, ulusal ve bölgesel etkileri ve sonuçları üzerine çok sayıda akademik çalışmaya rastlamak mümkündür. Aynı ölçüde akademik ilgiye mazhar olmasa da devrimle birlikte İran’ın finansal ve ekonomik düzeninde de köklü değişikliklere gidilmiştir. Ancak devrimin üzerinden 34 yıl geçtiği halde bu köklü değişikliklerin İran’da sağlam ve dengeli bir ekonomik düzen tesis edemediği gözlemlenmektedir. Devletçi anlayışın devrimle birlikte güçlenerek devam ettiği İran’da ekonomide serbest piyasa kurallarının tesisine yönelik reformlar sürekli tartışma konusu olmuş, reform yanlısı ve karşıtı unsurlar arasındaki mücadele istikrarlı bir ekonomi politikasının yerleşmesini imkânsız kılmıştır. Devrim sonrası İran’da yönetici elitler, devletin ekonomide güçlü bir role sahip olması gerektiğini savunmuş, özel sektöre ve piyasa ekonomisine gelişen tepki, ülkede bulunan bankaların ve pek çok işletmenin kamulaştırılmasına yol açmıştır. Devrimin ardından kamulaştırılan varlıkların denetimi ise büyük ölçüde Devrim Muhafızları ve Bünyad adı verilen vergiden muaf vakıflara geçmiştir.

Haşimi Rafsancani (1989-1997) ve Muhammed Hatemi (1997-2005) dönemlerinde İran ekonomisinde serbest piyasa düzenine geçiş denemeleri niteliğinde bazı reform girişimleri gerçekleştiği görülmektedir. Rafsancani ve Hatemi dönemlerinde hükümetler bu reformları desteklemişse de, girişimlerden beklene netice alınamamış, İran ekonomisinin serbest piyasa ekonomisine dönüşümü gerçekleşmemiştir. Rafsancani döneminde kamu teşekküllerini özelleştirme girişimleri başarısız olmuş, özelleştirildiği ifade edilen kurumlar Devrim Muhafızları ve Bünyad adlı rejim yanlısı vakıfların denetimindeki şirketlere devredilmiştir. İran’da özelleştirme süreçlerinde ortaya çıkan bu devletçi direnç, muhtemel yatırımcıların uzun dönemli yatırımlardan vazgeçmesine yol açmış ve ekonominin dışa açılması mümkün olmamıştır. Aynı dönemde akaryakıt ve doğal gaz gibi ürünlerde tüketicilere sağlanan sübvansiyonların azaltılması ve emtia fiyatlarında serbest piyasa kurallarının uygulanması doğrultusundaki reform girişimleri sonuçsuz kalmıştır.(1)

İran ekonomisinde Muhammed Hatemi dönemindeki reform girişimlerinden de netice alınamadığı gözlemlenmiştir. Hatemi genel olarak özelleştirme projelerini desteklediği gibi bazı bankaların özelleştirilmesini savunmuş, yabancı yatırımı teşvik etmeye çalışmıştır. Ancak Hatemi iktidarının son yıllarında muhalefetteki muhafazakârların mecliste güçlenmesi, bu dönemdeki reform teşebbüslerinin de akim kalmasına neden olmuştur. Gelir dağılımında adalet ve yoksulluğun azaltılması vaadiyle iktidar gelen Mahmud Ahmedinejad, ekonomide devletçilik yanlısı muhafazakâr görüşü güçlendirmiştir. Ekonomide devletin etkinliğini savunan ve özelleştirme projelerine muhalefet eden Ahmedinejad iktidarı, Hatemi döneminde başlatılan özelleştirme süreçlerini durdurmuş, bankacılık sektörünü tamamen devlet güdümlü hale getirmeye, enerji sektöründeki devlet denetimini artırmaya ve kredi faiz oranlarını radikal düzeyde düşürmeye başlamıştır. Ancak süreç içinde Ahmedinejad’ın merkeziyetçi ekonomi politikaları, İran’da aksi yönde bir muhalefete sebep olmuştur.(2)

İran Ekonomisinin Genel Özellikleri

İran ekonomisi, tıpkı siyasetinde olduğu gibi, tamamen dini-bürokratik yapının denetimi altındadır. Fiyatların denetimi, sübvansiyonların miktarı ya da iç piyasaya ne zaman nasıl müdahale edileceği konuları doğrudan bu yapının tasarrufundadır.

Petrol ve doğal gaz kaynakları açısından oldukça zengin bir coğrafya üzerinde kurulu İran’da ekonomi büyük ölçüde enerjiye dayalıdır. İran kanıtlanmış petrol rezervlerinde Suudi Arabistan, Venezüella ve Kanada’dan sonra dünyada dördüncü (3), doğal gaz rezervlerinde ise Rusya’dan sonra dünyada ikinci en büyük rezerve sahiptir.(4) İran 137 milyar varil ile dünyadaki toplam petrol rezervlerinin %9.3’üne; 1.046 trilyon kübik fit ile dünyadaki toplam doğal gaz rezervinin ise %15.7’sine sahiptir.(5) Yaklaşık 13.000 dolarlık kişi başına düşen milli gelir (6) ile İran, Dünya Bankası verilerine göre “yüksek-orta gelirli ülkeler” grubunda yer almaktadır. Enerji sektöründen (petrol ve doğal gaz) sağlanan gelirlerdeki artış 2003 yılında 7.000 dolar civarında olan kişi başına düşen milli geliri 2012’de 13.000 doların üzerine taşımıştır.

İran bölgesindeki diğer ülkelerle kıyaslandığında bu veriler bir “ekonomik gelişmişlik” profili çizmektedir. Ancak sahip olduğu enerji kaynakları ve bu kaynaklardan elde edilen gelirler göz önünde bulundurulduğunda İran toplumundaki refah düzeyinin daha yüksek olması gerekmektedir. Enerji sektöründen elde edilen gelirin % 70’inin devlet bütçesine aktarıldığını dikkate alındığında toplumun daha rahat koşullarda yaşıyor olması beklenmektedir. Ancak İran’daki mevcut görüntü bunun tam tersini göstermektedir. 79 milyona yaklaşan bir nüfusa (7) ve zengin enerji kaynaklarına sahip olan İran, kaynak ve işgücü açısından mevcut iç dinamiklerini fırsata dönüştürememiştir. İran, Rafsancani ve Hatemi dönemlerinde uygulanan planlı ekonomi ile ortalama %6’lık bir büyüme oranı yakalasa da, sanayi üretimine dayalı istikrarlı bir büyüme grafiği yakalayamadığı gözlemlenmiştir. Nitekim 2002-2008 dönemindeki nispeten istikrarlı büyüme, büyük ölçüde yükselen petrol fiyatlarına bağlı gerçekleştirilebilmiştir. İran ekonomisinin büyüme oranının 2008’den itibaren belirgin biçimde düştüğü, yaptırımların etkisiyle 2012’den itibaren ise küçülmeye başladığı görülmektedir.

Grafik: 1 İran’da Yıllık Büyüme Oranları, 2002-2012

Kaynak: Indexmundi

İran ekonomisinin sektörel dağılımında % 50.60’lık pay ile hizmet sektörünün öne çıktığı görülmektedir. Tüm kamu hizmetlerinin, ticaret, bankacılık, finans, sigorta, turizm ve taşımacılık faaliyetlerinin toplamını ifade eden bu yüzde aynı zamanda devletin denetim altında tuttuğu alanları göstermektedir. Petrol ve doğal gaz, savunma, otomotiv ve madencilik alt sektörlerinden oluşan sanayi sektörünün ise toplam gayri safi yurt içi hasıladaki payı %38.40 oranındadır. Toplam yüzölçümünün sadece %11’lik kısmı ekilebilir arazilerden (8) oluşan İran’da tarım sektörü % 11’lik pay almaktadır. Özellikle, Hazar denizi kıyısında, ülkenin kuzeybatı ve batı bölgelerinde yetişen tarım ürünleri pirinç, arpa, mısır, pamuk, şeker pancarı ve şeker kamışı, çay, tütün, meyve ve sebze, patates, baharat (kimyon, safran ve sumak) yanında İran’da hayvancılık da yaygındır.(9)

Grafik 2: İran’da Yıllık İşsizlik Oranları, 2007-2012

Kaynak: Indexmundi

İran’da işsizlik yapısal bir sorun durumundadır. 2007-2009 döneminde düşüş eğilimi gösteren işsizlik 2009’dan itibaren tekrar yükselmeye başlamış ve 2011’den itibaren %15’in üzerinde seyretmeye başlamıştır. İran’da genç yaşlardaki işsizlik oranının daha yüksek olduğu değerlendirilmektedir. İran ekonomisinde işsizliğinin ardından en önemli problemlerden bir de enflasyondur. 1979 sonrası dönemde 1985 ve 1990 yıllarındaki istisnai düşüşler göz ardı edildiğinde İran’da enflasyon genelde %15-25 aralığında seyretmiş, 2011’den itibaren tekrar %20’nin üzerine çıkmıştır. Yaptırımların da etkisiyle İran’da işsizlik ve enflasyon ülke ekonomisinin akut iki sorunu olarak kalmaya devam etmektedir.

Grafik 3: İran’da Yıllık Enflasyon Oranları, 2005-2012

Kaynak: Indexmundi

Bu genel istatistiki veriler ışığında İran ekonomisinin özellikleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:

-İran ekonomisinin neredeyse tamamı devlet hâkimiyetindedir. Çok sayıdaki bürokratik kurumun ve iktisadi kamu kuruluşlarının varlığı İran ekonomisinin hantal yapısının temel sebepleridir. Bununla birlikte, ülke kaynaklarından elde edilen gelirin %80’e yakınının devlet bütçesine aktarılmasına rağmen, devlet yardımlarının hangi sektöre ne miktarda aktarılacağına dair kesin bir planlama veya uygulama bulunmamaktadır.
-İran ekonomisi büyük ölçüde petrole bağımlı bir ekonomidir. Dünyadaki ekonomik ve politik dalgalanmalar sonucu hızlı iniş ve çıkışlar gösteren petrol fiyatlarından İran iç piyasasının hemen etkileniyor oluşu, petrole bağımlı olan ekonominin kırılganlığının göstergesidir.
-İran ekonomisi içe dönük ve nispeten kapalı bir ekonomidir. Devrim sonrası dönemde siyasi bağımsızlığını kendi kendine yeten bir ekonomi inşa ederek sağlayabileceğini değerlendiren İranlı karar mercileri, doğrudan yabancı yatırıma sıcak bakmamakta ve yüksek gümrük vergileri uygulamaktadır.
-İran’ın içe dönük ekonomik yapısı hükümet düzenlemelerinde kendisini göstermektedir. Tüm bankacılık ve ticaret işlemlerinde ve para akışında hükümetin dikkat çekici ve sıkı bir denetim mekanizması bulunmaktadır.
-İran’da devletin vergi gelirleri oldukça azdır. Ülke genelinde ticari alanda faaliyet gösteren kuruluşların yaklaşık %40’ı vergiden muaf tutulmaktadır. Toplanan vergiler, kamu gelirlerinin sadece %25’ini, gayri safi yurtiçi hasılanın ise %6’sını oluşturmaktadır. Düşük vergi gelirlerine karşın, işletmelere hammadde ve teçhizat, hanehalkına özellikle temel gıda ve hizmetlerde (petrol, doğal gaz ve elektrik enerjisinde) mali destek sağlanmaktadır. Bu iki zıt politika, özellikle ekonomik darboğazların yaşandığı dönemlerde, hazineyi kaynakları yönetememe noktasına getirmektedir.(10)

Yaptırımların İran Ekonomisine Etkileri

İran, 1979 Devrimi’nden bu yana çeşitli dönemlerde siyasi ve ekonomik yaptırımlara maruz kalmıştır. ABD, 1979’daki rehine krizinden bu yana İran’a belirli dönemlerde farklı kapsamlarda yaptırımlar ve kısıtlamalar uygulamıştır. 2006’dan itibaren başlatılan yaptırımlar ise İran’ın tartışmalı nükleer programından kaynaklanmaktadır. Yaptırımlar, İsrail’in etkisiyle ABD ve Batılı ülkelerin İran’ın nükleer programını BM Güvenlik Konseyi’nde gündeme taşıması sonucunda başlatılmıştır. İlk etapta Tahran’ın nükleer enerji programını ve balistik füze projelerini sürdürmesini engellemeye yönelik tasarlanan BM yaptırımları, daha sonra İran bankalarının yurtdışı faaliyetlerini ve enerji sektörünü kapsayacak şekilde genişletilmiştir. 2006’da Güvenlik Konseyi’nde kabul edilen 1737 sayılı kararla başlatılan BM yaptırımları, 2007 yılında 1747 sayılı kararla, 2008 yılında 1803 sayılı kararla ve 2010’da 1929 sayılı kararla genişletilerek sürdürülmüştür.

BM’nin İran’a uygulamakta olduğu yaptırımlar; ihracatta askeri teçhizat, petrol, doğal gaz ve petrol kimyasallarını, ithalatta ise askeri teçhizat, işlenmiş petrol ürünleri, bankacılık, finans ve sigorta sektörlerini kapsayacak işlemleri ve gemicilik (özellikle Hürmüz Boğazı ve Fars Körfezi üzerinden ilerleyen ticaret) sektörlerini içermektedir. BM yaptırımları dışında ABD, AB Avustralya, Kanada, Hindistan, İsrail, Japonya, Güney Kore ve İsviçre’nin İran’a tek taraflı yaptırımlar uygulamaya başladığı gözlemlenmiştir. ABD’nin teşviki ve BM yaptırımlarıyla eşgüdümlü başlatılan bu müstakil yaptırımlarla birlikte İran ekonomisinin makro verilerinde fark edilir değişiklikler olduğu görülmektedir. İran’da 2000’li yıllarda istikrarlı bir büyüme trendi izleyen gayri safi yurtiçi hasıla 2008’den itibaren keskin biçimde düşmüş ve 2012 yılından itibaren küçülmeye başlamıştır. 2011’den itibaren %15’in üzerine çıkan işsizlik oranları yükselmeye devam etmektedir. 2010’dan itibaren çarpıcı biçimde yükselen enflasyon 2012’de %24’e yaklaşmış durumdadır.

İran’da yaptırımlardan en fazla etkilenen ve sanayi üretiminin zayıflamasına neden olan sektörün finans sektörü olduğu gözlemlenmiştir. Finans sektöründeki kırılma halk üzerinde görünür olumsuz etkileri beraberinde getirmiştir. İran para birimi Riyal’in alım gücü 2012 Temmuz ayından bu yana %80 oranında düşmüştür. Her ne kadar ülkede sabit kur sistemi uygulanıyor olsa da, Riyal’in Amerikan Doları karşısındaki ani değer kaybı İran iç pazarının nabzının attığı Kapalı Çarşı’da (Bazaar-ı Bozorg) hissedilmektedir. 2013 Mart ayı başında Tahran’da görüşme fırsatı bulduğumuz Kapalı Çarşı esnaflarından hemen hepsi ürettikleri ürünleri dışarıya satamamanın ve iç piyasadaki daralmanın yarattığı sıkıntıyı dile getirmişlerdir. Zira uluslararası elektronik para gönderi ağı SWIFT (Society for Worldwide Interbank Financial Telecommunication) ekonomik yaptırımlar çerçevesinde geçtiğimiz yıl İran’ı sisteminden çıkarttığından beri sadece iç piyasalar değil, İran bankaları da zor duruma düşmüştür.(11) Günlük piyasada ya da döviz bürolarında Dolar ya da Avro bulabilmek için değişim yapılacak tutarı önceden bildirmek suretiyle rezervasyon yaptırmak gerekmektedir. Zira Bank Sepah, Bank Mellat ya da Bank Melli İran gibi büyük ve ticari bankaların orta ve küçük büyüklükteki şubelerinde önceden haber verilmeksizin 100 dolar bulabilmek ya da bozdurabilmek oldukça zorlaşmıştır.

Yaptırımlar, İran’da enerji, savunma, otomotiv ve madencilik alanlarında yoğunlaşan sanayi üretiminin artışını durdurmuş, üretimin azalmasına neden olmuştur. İran’da yaptırımlardan dolayı bankacılık işlemleri yapılamadığı için yerli şirketler yurtdışından gerçekleştirecekleri ithalatta ödeme yapabilecek mekanizmadan mahrum kalmış, böylece sanayi üretiminde kullanılan ithal ara girdi malların ithalatı engellenmiştir. Bu nedenle İran’da otomotiv, tekstil, gıda ve ilaç sektörlerinde üretim düzeyinin düştüğü, mevcut kısıtlamaların devamının bu sektörlerde üretimi sürdürülebilir olmaktan çıkarabileceği ifade edilebilir. Neticede yaptırımlar sanayi sektörünün performansının belirgin biçimde düşmesine yol açmıştır. 2000-2011 döneminde ortalama %4 düzeyinde artış gösteren sanayi üretimi 2011 yılından itibaren azalmış, 2012 yılında üretim yaklaşık %3 oranında daralmıştır. Diğer taraftan yaptırımların İran sanayi sektöründeki olumsuz etkilerinin yanında olumlu sonuçlar da doğurduğu gözlemlenmektedir. İran’da ithal ara girdi mallardan mahrum kalan belirli sektörlerde işletmelerin yerli üretime yöneldiği, böylece milli sanayinin sınırlı da olsa ilerleme kaydetmeye başladığı değerlendirilmektedir.(12)

İran’da enerji sektörünü ve petrol ticaretini hedef alan yaptırımlar nedeniyle petrol ürünlerinden elde edilen gelir ve petrolün toplam ihracat içindeki payı düşmeye başlamıştır. İran Merkez Bankasının verilerine göre 2006-2007 döneminde petrol ürünlerinin toplam ihracat içindeki payı %84,9 düzeyindeyken, 2010-2011 döneminde %78,9 düzeyinde gerilemiştir. Hindistan, 2013 yılı içinde İran’dan petrol ithalatını durduracağını açıklamıştır. Ayrıca Japonya ve Güney Kore’nin İran’dan ithal ettikleri petrol miktarını azaltması beklenmektedir. Diğer sektörlerle karşılaştırıldığında İran’da petrol sektörünün yaptırımlardan aynı düzeyde olumsuz etkilenmediği görülmektedir. Petrol sektöründeki nispi mukavemetin sebebi Çin’in İran ile arasındaki petrol ve petrol ürünlerine bağlı ticareti kesmemesi olarak değerlendirilebilir. Ancak Hindistan’ın İran’dan petrol alımını durdurması, Güney Kore ve Japonya’nın da ithal ettikleri petrolü azaltmaları durumunda, İran’ın petrol gelirlerinin belirgin biçimde düşeceği beklenmektedir.

Sonuç Yerine

Genel özellikleri göz önünde bulundurulduğunda İran ekonomisinin yaptırımların da etkisiyle uluslararası piyasada rekabet edebilir bir konumda olmadığı gözlemlenmektedir. Dış piyasalarda rekabet kabiliyetini yitirmeye başlayan İran’ın iç pazarda da maruz kaldığı “sıkışmışlık” belirgin bir hal almıştır. Özellikle BM yaptırımlarının genişletilmesi ve AB’nin müeyyideleriyle İran’da belirginleşen darboğaz, cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde ekonomiyi halkın ikinci önemli gündem maddesi haline getirmiştir.

Rafsancani ve Hatemi dönemlerinde hükümetlerin ekonomi politikaları sayesinde İran siyasetinin bel kemiği sayılan orta sınıf büyümüş, bu sınıfın geliri artmıştır. Bugünkü ekonomik darboğazdan en çok etkilenen kesim orta sınıftır. İran’da zengin kesim, ülkedeki mevcut siyasi ve ekonomik sıkışmışlığa karşı tepki göstermemektedir. Kırsaldaki yoksullar ise neredeyse tamamen din adamlarının denetimindeki vakıflar aracılığıyla yaşamlarını idame ettirmektedir. Bu nedenle cumhurbaşkanlığı seçimlerinde "şehirli orta sınıf" olarak anılan kesimin ekonomik darboğaza vereceği tepkilerin belirleyici olacağı ifade edilebilir. Ancak yenilikçi görüşteki önemli siyasetçilerin ve aydınların hapiste oluşu, liderlerin bu kalabalık toplumsal tabandan soyutlanmışlıkları ve uzun süredir durgun olan muhalefet hareketi nedeniyle orta sınıf, siyasi olduğu kadar ekonomik çıkmazlara karşı da örgütlenebilme imkanına sahip değildir. 2005 yılından bu yana iktidarda bulunan Ahmedinejad hükümeti döneminde kısmen dış yaptırımlar kısmen iç dinamikler nedeniyle zayıflayan ekonominin kurtuluşu olarak yine Ahmedinejad’a yakınlığı ile bilinen Meşai’nin görülmesi ise bir başka ironi olarak değerlendirilebilir.

Muhtemel cumhurbaşkanı adaylarının politik yönden değerlendirilmesi kadar (Cumhurbaşkanı Adayları için bakınız: İran’da Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı Seçimleri: Muhtemel Adaylar (10)) ekonomik yönden önerdikleri çözümler de önem arz etmektedir. Ancak şimdiye kadar isimleri açıklanan 25’ten fazla adayın hiçbirinin İran ekonomisine dair herhangi bir plan ya da program paylaştıkları görülmemiştir. Bu bağlamda, İranlı seçmenlerin karar verirken hangi göstergeleri göz önünde bulunduracakları konusu seçimlere iki aydan az süre kala hala bilinememektedir.

TÜRK DİLİ DOSYASI /// Türk Dili Üzerine : Osmanlıca Ölüsünden, T ürkçeye (Sadeleştirme, Öze Dönüş ve Baskılar)


images?q=tbn:ANd9GcRh241dH1gx9azDbycWL3iHlvWfYR85gCsST4osP2yvCFL1E4ct

Türkçe, kökenleri kimilerine göre Sümerlere kadar uzanan köklü bir dildir. Göktürk kitabelerinde saptanan bir dil; Türkiye’nin Kemalist devrimiyle, latif alfabesini benimseyerek özünü bulmuştu. Osmanlı döneminde, halk dili olan Türkçe; ezilmiş, yok sayılmış ancak yaşamıştı. Saray dili, Arapça, Farsça, Türkçe karma bir dildi. Gökalp’in dediğince; “Türk edebiyatı ne Âşık Paşa’yla ne de Nevai’yle başlar. Edebiyatımızın kaynaklarını bir yandan taş üzerine yazılmış yazılarda, ceylan derilerinde, öbür yandan da halkın koşmalarında, masallarında, destanlarında aramalıyız.”1 Bunun bilincinden yoksun, Türk dil araştırmalarında derinleşemeyenler, dilin tarihçesini ancak Osmanlıcadan ibaret ve başlangıç olarak düşünüyorlardı. Gaspıralı’nın: “Lisan, edebi dil, din derecesinde aziz, mukaddes, değerli bir ilahi nimettir ki bunun kadrini bilmeyen millet, nankörlük suçundan, günahından ötürü yıkılmak cezasına çarptırılır..Bu da tarihle ispatlanmış bir hakikattir.”2 Türk tarihinde, tüm Türklerin anlaşabileceği bir ortak dil kurma çabaları, yeni Türkiye’yle hızlanmıştı. Gaspıralı, tarihle ispatlanan bir hakikat olarak ifade ettiği, ‘dil bilinci’ olarak anlayabileceğimiz saptaması; Osmanlıca ve Türkçe dil ayrımından kaynaklanan; edebiyata, müziğe de yansıyan yönüyle de karmaşayı işaret etmekteydi.

Saray Dili Osmanlıca ve Halk Dili Türkçe

Gaspıralı’nın saptamalarına ek olarak, Gökalp’in dil ikiliğinden yaşanan sorunlara ilişkin görüşleri şöyleydi: “Memleketimizde yan yana iki dil yaşıyordu. Bunlardan birincisi, resmi bir kıymete malikti ve yazıyı inhisar altına almış gibiydi. Buna Osmanlıca adı veriliyordu. İkincisi, yalnız halk arasında konuşmaya münhasır kalmış gibiydi. Buna da istihfafla Türkçe adı veriliyordu. Be avama mahsus bir argo zannediliyordu. Hâlbuki asıl tabii ve hakiki dilimiz buydu. Osmanlıcaysa, Türkçe, Arapça ve Acemceden ibaret olan üç dilin sarfını, nahvini, kamusunu birleştirmekle husule gelmiş suni bir halitadan ibaretti… Memleketimizde bu iki dil gibi, vezin de yan yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk vezni, usulle yapılmıyordu. Halk şairleri vezinli olduğunu bilmeden gayet lirik şiirler yazıyorlardı. Tabii bu ilhamla ibdayla oluyordu. Usulle ve taklitle yapılmıyordu. O halde, bu vezin de Türk harsına dâhildi. Osmanlı veznine gelince, bu Acem şairlerinden alınmıştı.

Bu vezinde şiir yazanlar taklitle ve usulle yazıyorlar. Bundan dolayıdır ki aruz vezni denilen bu vezin halk arasına nüfuz edememişti. Bu vezinde şiir yazanlar, Acem edebiyatını tedris tarikiyle öğreniyorlar, usul vasıtasıyla aruzu tatbik ediyorlardı. Binaenaleyh, aruz vezni milli harsımıza dâhil olamadı, Acemlerdeyse köylüler dile aruz vezninde şiirler söylerler. Binaenaleyh, aruz vezni İran’ın milli harsına dâhil demektir. Memleketimizde bunlardan başka, yan yana yaşayan iki musiki vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan Türk musikisi, diğeri Farabi tarafından Bizans’tan tercüme ve iktibas olunan Osmanlı musikisidir. Türk musikisi ilhamla vücuda gelmiş, taklitle hariçten alınmamıştır. Osmanlı musikisiyse, taklit aracılığıyla hariçten alınmış ve ancak usulle devam edebilmiştir… Edebiyatımızda da aynı ikilik mevcuttur. Türk edebiyatı halkın darbımeselleriyle, destanlarından, halk cenk nameleriyle menkıbelerinden, tekkelerin ilahileriyle nefeslerinden, halkın nekregûyâne fıkralarından ve halk temaşasından ibarettir. Darbımeseller doğrudan doğruya halkın hikmetleridir. Bilmeceleri de vücuda getiren halktır. Halk masalları da fertler tarafından düzülmemiştir. Bunlar Türkün esatir devrelerinden başlayarak ananevi bir surette zamanımıza kadar gelen peri masallarıyla dev masallarıdır. Dede Korkut kitabındaki masallar da ozandan ozana şifahi bir surette intikal ederek ancak birkaç asır evvel yazılmıştır… Karagöz’le orta oyununa gelince, bunlar da halk temaşası yani ananevi Türk tiyatrosudur. Karagöz’le Hacivat’ın çekişmeleri, Türk’le Osmanlı’nın yani o zamanki harsımızla, medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir.3

Anlaşılacağı gibi, her saptama/çözümleme: ‘edebi dil’ meselesini gündeme taşıyordu. İnsan yaşamına, çevreye, güzelliklere ve de çirkinliklere; kendini ‘soylulaştırma’da, daha çaplı ve olgun değerlendirmeler yapabilmek için, ülkenin edebi dili ve dolayısıyla okuma kültürü artırılmalıydı. Gaspıralı İsmail Bey, “Rusya Müslümanları III. Kongresi”nde, delegelere hitaben: “Bizler umumen Türkler, aslımız birdir, neslimiz birdir. Zamanla, mekânlar ihtilâfıyla şivemizde, adetlerimizde ihtilaf peyda oldu; gittikçe farklılık arttı. Birimiz diğerimizin lisanını anlamamak derecesine geldik… Mektep Medrese Komisyonu hazır etmiş raporda iptidai mektep derslerine dört sene tayin olunmuştur. Üç senesi sade mahalli lisanla olsa, dördüncü sene de umumi bir lisanla yazılmış kitap tedris olunsa, tedricen lisan birleşirdi.”4 diyerek, azınlığın kurtuluşunun önce “ortak bir edebi dil” etrafında birleşmekten geçtiğini vurgulamaktaydı. Gaspıralı da; bu, dilde ortaklığın/birleşmenin sağlanması halinde, halkın ve dilin bundan yüksek derecede yarar göreceğini ifade ediyordu: “muharrirler ve tercümanlar Pazar, sokak diline pek o kadar yol vermeyip edebi Türk diliyle yazmaya himmet buyurmalılar ki yazdıkları, cümle vilayetlerde münteşir olabilsin. Şimdi de böylece her tarafta anlaşılır ve muteber eserler vardır. Demek isteğimiz olanaksız bir şey değildir. İş murat ve efkârdadır. Lisan birliği pek mühim bir şey olduğu herkese malumdur. Bir milletin edebi lisanı yoksa özü de yoktur.

Edebi, umumi lisana sahip olmayan kavim, maarifte, irfanda hiç terakki edemez; ama edebi lisan münteşir oldukça kitapçılık güçlenip kuvvet alır ve okuyanların miktarı yüzer yüzer artar. İş ve maarif terakki eder. Ulus için dil can ve ruhtur.”5 Ancak iş öyle hâl almıştı ki, dil birliğinde, dilin kullanımında ve sözcüklere yüklenen anlamlara kadar bir karmaşa yaşanıyordu: “..Fen ve bilim terimlerini Türkleştirmekten başka, genel olarak Osmanlı dilini Türklendirmek lazımdır; çünkü, Türk Dili, kırk milyonluk boyların dilidir. Yabancı lügatlerin kullanmasını bilgili olma ve hüner zannedip dillerini harap etmiş Osmanlılar “kız, çağına geldi” derler ama çağ; “vakit, zaman” olduğunu bilmezler. Aslımız Türk’tür, derler Türkçeyi kaba bilip özlerine layık görmezler; şöyle ki merhum Süleyman Şah ve Gazi Ertuğrul dirilip gelselerdi İstanbul’da hiçbir vatandaşla anlaşamazlardı.”6 Çünkü eğitim dili medreselerde, kırma bir dil olan Osmanlıcayla yapılmaktaydı. Gaspıralı: “mekteplerimiz yok mu? Allah’a şükür var. Öğretmenlerimiz kâfi derecede çalışmıyorlar mı? Evet, çalışıyorlar. Mekteplere yardım eden ve destekleyenler yok mu? Evet, var. Halk öğrenmek istiyor mu? Evet, hem de çok, o halde problem nedir? Mektepler eğitim ve öğretimde iyi bir metot kullanmıyorlar. İşte aksaklık budur.” diyordu ve ekliyordu: “uzun yıllar mekteplerde hocalık yaptım.

Bu bana, Rus ve Müslüman mektepleri kâfi bilgi verdi. Müslüman mekteplerinde okuyan zavallı çocuklar günde 6 – 7 saat çalışır ve bunu 5 – 6 sene devam ettirirler. Bu çocukların hiçbir netice elde edememelerinden doğan perişanlıklarını gördükçe pek çok gecelerim üzüntüden uykusuz geçmiştir. Talebelerin çoğu ne iyi bir bilgi, ne de iyi bir araştırma yeteneği alabiliyordu. Öğrendikleri sadece birkaç cümleyi geçmeyen Arapça parçalardan ibaretti.”7 Bu da kuşkusuz, baskıcı yönetim anlayışının; dil üzerinde tahakkümünü gösteriyordu. Örneğin, Abdülhamit döneminde, Türk dili üzerine baskılar üzerine Akçura: “Bir taraftan Ahmet Mithat Efendi’nin yalısındaki dostça sohbetlerle, diğer taraftan Ahmet Cevdet Bey’in, ‘İkdam’ında çıkan makalelerle şekillenmeye başlayan lisan ve tarihte Türkçülük cereyanı, derhal Abdülhamit idaresinin dikkatini çekmiş, sade Türkçe, yani Arapçası ve Acemcesi az bir üslupla yazılan makalelerin yayını yasak edilmiştir; aynı zamanda Türk tarihinin incelenmesine neden olmak üzere basılmakta olan kitapların da yayını menolunmuştur.8” demektedir.

Rusya’da Türk Dili Üzerindeki Baskılar Örneği

Bu tür baskılar: sadece, Osmanlı’da olmamakta; Türklerin, Rusya’da, Kafkasya’da ve Balkanlar’da kimlik mücadelesinde de kendini göstermekteydi. Ancak, Gaspıralı’nın, “insanoğlu hakikati ve saadeti hiç bulamaz ve lâkin bu hakikat ve saadet yolunda yürüyene yardımcı bir şey vardır, bu karanlıkta fenere benzer, buna eğitim yaki bilgi derler, eğitim insanın fikrini çok eder, aklını keskin eder, zekâsını çoğaltır. Bir insanın aklı ve zekâveti artsa kuvveti ve serveti dahi artar.”9 Mücadele uğrunda, yaşamlarını adayanların bilgi için varlık ve yokluk savaşı vermesi; baskı ortamını kurmaları, tahayyül edebileceği bir erdemlilik değildir. Örneğin, Rusya’daki Ceditçilik akımıyla, Türk okullarında milli unsurların geliştirilmesine yönelik çabalar, türlü engellerle karşılaşmıştır.

Rusya’daki Türk okullarıyla ilgili olarak Rusya’nın korktuğu başına gelmişti; Türk okullarında resmen olmasa da fiilen, matematik ve diğer fen bilimleri ders olarak okutulmaktaydı. İlk usulü cedit okulunun açıldığı Bahçesaray’da, 1906 yılı itibariyle muntazam Türk okullarının sayısı 35′e yükselmiş; Kuzey Azerbaycan’da ilk usulü cedit okulu Ordubad’ta, 1890′da açılmışken, bunu Şemahı, Kuba, Salyan, Bakü ve diğer yerleşim merkezleri izlemiş; Orta Asya’daysa tüm resmi engellemelere karşılık, Münevver Kari, Mahmut Hoca Behbudi ve Çorabay gibi idealist eğitimci ve din adamlarının öncülüğünde peşpeşe yeni okullar açılmıştı. “Kongreler Dönemi”nde bu sayı 100′e yaklaşmıştı. 20. yüzyılın başları itibariyle, bütün Rusya’da usulü cedit üzerine eğitim veren okul ve medreselerin sayısı 5.000′i aşmış olup, gelişme, artarak devam etmekteydi. Bu okullar, Rus Hükümetinin Eğitim Bakanlığı dışında gelişmekteydi. Yani, okulları denetleyecek ayrıca bir kurumsal yapı bulunmamaktaydı.

Okulların bu yüzden, müfredatı farklılık göstermekteydi. Örneğin, Vyatka vilâyetinin Sarapul yöresinin Esen köyünde, 15 Ocak 1906 tarihinde gerçekleştirilen bir toplantıda belirlenmiş müfredat şöyleydi: “Hazırlık sınıfının (burada yedi yaşından itibaren çocuklar girebilirdi) müfredatında alfabe, Türkçe okuma ve yazma, ilmihal (Müslümanlığın farzları üzerine), Kuran’a Başlangıç, Riyaziye (Matematik) ve Türkçe Gramere Giriş, Kısa İslâm Tarihi ve Genel Coğrafya vardı. İlkokulun birinci sınıfında, bunlara, Arapça Etimoloji, Dört Temel İşlem, Avrupa Coğrafyası, Kaligrafi, Dogmatik, Ahlâk, Metot ve haftada bir kere Arapça telaffuz çalışmaları; ikinci sınıfta, Cebir, Mantık, Asya Coğrafyası, Kuran’ın Yorumu, Arapça İmlâ, Psikoloji, Dünya Tarihinin İlk Dönemi… Üçüncü sınıfta Tecvitle Kuran, Din Filozofisi, Hitab, Kuran ve Kutsal kitaplara ait yorumlar…”10 yer almaktaydı.11

Ceditçilik ve Türklere Ortak Tek Bir Dil

Rusya’da Usul-ü Cedit’le Türk okullarını: bilimle, Türk diliyle, Matematikle buluşturan Gaspıralı, baskıları göğüslemiş ve Anadolu’da bu ceditçi hareketin halkın azim ve kararlılığıyla daha da kolay uygulanacağına inanmaktaydı: “Ben öyle görüyorum ki, Türkiye’de eğitimin temin ve inkişafı her memleketten kolay olacaktır, çünkü Anadolu halkının eğitime, mektebe, tahsile, büyük ve gayet tabii ve hakiki bir aşkı var. Hatta Türklerin Avrupalılardan ziyade tahsile heveskâr olduğunu itiraf etmemek onlar hakkında iftira etmek demek olur. Türklerde çocuğun tahsile başladığı gün bir bayram sayılır, bu hangi millette var? Eğer Türkler dillerini biraz daha sadeleştirmiş, kıraat ve imlayı tahsil edecek surette Hurufi-ı savtiyeyi istimal etmeye başlamış olsalardı, beş altı seneye kadar Rusya Müslümanlarıyla lisanları suret-i katiyyede birleşmiş olurdu. Bundan husûla gelecek faydaları izaha hacet yoktur sanırım.”12

Gaspıralı, aynı yönde, Azerbaycan Türklüğü için de mücadele etmiştir. Azerbaycan’da çıkan, Füzuyat dergisine gönderdiği mektupta; dergiyi biçim yönüyle olumlu karşılamış ancak dili konusunda sadeleşmeye dikkat etmeleri gerektiğini, gerekçesiyle yazmıştır: “Füzuyat’ın birinci sayısını aldım. Güzel tertib ve tab olunmuş, hayırlı olsun. Lisanını biraz daha sadeleştirirseniz avam arasında daha ziyade münteşir mucib olurdu, zannındayım. Yazmaktan usanıyorum, lâkin dilsizlikten canım yandı. Volga, Kazan ve bu aralık çıkardıkları gazetelerin muhtelif ve kaba dilleri ve Tatarlıkları Millet gazetesinin tesisine beni mecbur etti. Sade Türkçeyi intişara mahsus olacaktır.”13

Sade Türkçe için, Gaspıralı’nın Tercüman Gazetesi büyük bir etki göstermiş ve işlevi tüm dünya Türklüğünde emsal olmuştur. “Tercüman olarak anılan gazetenin tam ismi, Tercüman-ı Ahval-i Zaman’dır. Adını Şinasi’nin İstanbul’da çıkardığı Tercüman- Ahval’den alan bu gazetenin Rusça adı da Perevotçik olacaktır. Zühre Hanım’ın ziynet eşyalarını ve annesinden kalan kıymetli elbiseleri satarak elde ettiği paraya, 300 ruble kadar abone parasını da ilave ederek eski bir makine ve hurufat alan Gaspıralı, ilk nüshayı 10 Nisan 1883’te çıkarır. Böylece, “bahar güneşiyle dünyanın dirilip çiçeklendiği günlerde, uzun yıllardan beri karlı kefenlerle örtülüp ölü gibi uyuyan şimal Türklerinin ilk beyaz bahar çiçeği”14 doğmuş oluyordu. Tercüman’da, dergilerde/gazetelerde kullanılan “tatar dili” üzerine eleştirilerini yazmış ve Türklükle, Türk dili bağlamında: Gaspıralı, Tercüman Gazetesi’ndeki bir yazısında15: “Hürmetli ‘Nur’ gazetesinin 11. nüshasında (A.A.) imzasıyla neşrolunmuş “Tatar Tili” makalesini okuduk. Cenab-ı muharrir (sayın yazar) diyor: ‘Biz Tatarmız, Arab ya ki Türk tügülmüz (değiliz). Şulayuk (şöyle oldukta) tilimiz özümüze ayrım (başka) bir tildir.”

Makalenin bu beş satırlarını gördükten sonra ilerisini okumaya hacet yoktur. Demek oluyor ki, Hankirmanlı bir Türk olan Ataullah Efendi özünü bir Tatar zannediyor. Öyle mi? Bu çok büyük bir hatadır. Eğer olmuş geçmiş zaman olsaydı, bu itikad-ı batılayı (batıl inanışı) yazan, ya ki ‘cebir efendi’dir (zorlama efendi) zannederdik. Her şeyin doğrusunu, tamamını yazmaya müsaade edilmiş bir zamanda efkâr-ı umumiyeyi (kamuoyunu) böyle karıştırmak ve edebiyat-ı milliye meydanına böyle tefrika (ayrılıkçılık) düşürmek yalnız ‘Nur’ refikimizin (arkadaşımızın) malûmatsızlığına yüklemek lâzım geliyor. Mukaddemce (evvelce) Tiflis’te çıkmış refikimiz ‘Şark-i Rus’, elifba tebdili (alfabe değişimi) meselesini ortaya atmıştı. Hazırda ‘Nur’ til meselesi çıkardı. Fikir ve til ve amel (iş) birliğine yumruk uruldu. Lâkin ziyansızdır. Herhalde ‘tevhid’ (birleştirme) gibi vücud-u aziz mükkerremin (aziz ve muhterem varlığın) müdafaasına çalışmak borcumuzdur. Biz Arap değiliz amma Tatar da değiliz efendim. Çünkü ‘Tatar milleti’ bizlerden bambaşka bir milletdir. Tatarlar Kıtay’a (Çin) tâbi ve Moğolistan’ın bir köşesinde dolanan bedevi (göçebe) ve mecusi, putperest bir kavimdir. Tilleri bizim tille hiç oşamaz (benzemez). Rusya’da bunlardan bir nefer bulunmaz. Elinizde tarih kitap olsa gerektir. ‘Babürname’, ‘Şibân-ı Name’, ‘Şecere-i Türki’ hatta merhum Mercani’nin ‘Tarih-i Bulgar’ı gibi, atalar eserlerine müracaat buyrun. Eğer bunlar elde yoksa Rus tilinde yazılmış ‘istorya’ ve ‘etnografya’ kitapları Petersburg’da yüzlep (yüzlerce) bulunurlar. Bunlara müraacat buyrun. Her ilim ve fenden icmalen (özetleyerek) haber veren seksen cilt Brockhaus Lûgat-ı umumisine müracaat edelim.

Bu lûgat-ı ilmiyenin 47. cildinin, 189. ve 344. betlerine (sayfalarına) bakın ne demiş: “Türk tilini şiveleriyle tekellüm eden (konuşan), taifeler (boylar) Asya’nın birçok yerlerinde, Avrupa’nın şimal (kuzey) ve cenub-i şarkisinde (güneydoğu) ve kısmen Afrika’nın şimal-i şarkında ikâmet ederler. Bahr-i Muhit-i Müncemitten (Buz Denizi) ta İran ortalarına kadar, ta Rusya ortalarından Kıtay’da Hankirmanlılar, Makedonya’da Osmanlılar bu millete mensupturlar. Til lisan itibariyle Sibirya’nın Yakutları, Sibirya Türkleri, Baraba, Kazak, Kırgız, Karakalpak, Başkırt, Nogay, Kazanlı, Kırımlı, Kumuk, Uygur, Özbek, Tarançe, Sart, Azerbaycan ve Osmanlı namlarıyla maruf taifeler, orumlar hep Türk tiliyle söyleşirler. Hep Türklerdir. Biz Tatarız diyen kişiler rücu kılmalı (sözünü geri almalı), bu fikirde kaytmalı (geri dönmeli) Gelelim ‘Tatar Tili’ne, yazdığınız Tatarcaysa, gazetenizin yine şu 11. nüshasında, Perm vilâyeti Osa şehri, Biçom Köyünün imamı Abdurrahman Efendi’nin, Uralsk beldesinden Zarif Elhari Efendi’nin, Orenburg vilâyeti Bozuluk şehri imamı Ali Asgar Efendi cenapları tarafından gelmiş ve derc edilmiş (yayınlanmış) mektupların tili nasıl tildir? Ata, ana tili yani Türkçe değil midir? Sizin kullandığınız til hiç ‘tatarca’ değil, lâkin uram ve izvoşcik arabacı şivesidir. Şehabettin-i Mercani’den Kayyum Nasıri’den başlayıp, 25 – 30 seneden beri elenmiş ve bir derece hallonulmuş milli ve umumi lisan-ı edebiden niçin oluyor da haberiniz yoktur? Bu gaflet hiç caiz görülemez. Hiç olmazsa aldığınızz özünüzden menkul. Dokuz yüz mektuptan yedi yüz ellisi lisan-ı edeple yazılmış olduklarından ibret ve meslek almak gerek”

Dilde Özleşme ve Tasfiyecilik Tartışması

Gaspıralı’nın bu sert eleştirilerinin yanı sıra, övgüye değer olan, hakkıyla sahip çıkan aydınlarla da iletişim halinde, birbirlerini besleyen, birbirlerine cesaret ve güç veren aydınlarla da ilişkilerini korumaktaydı. Mehmet Emin Yurdakul’a yazdığı mektupta: “Kânunuevvel üç tarihli mektubunuzu yedisinde alıp hediye buyurduğunuz ‘Türkçe Şiirler’e sevindim gelmesine muntazır kaldım. Rusya nizamınca asar-ı şarkiye, postadan doğruca Tiflis sansürhanesine yollanıp muayeneden sonra adreslerine gelir… Bundan dolayı eserinizi pek geç aldım. Okudum, pek ziyade ferahlandım. Eserleriniz hakkında edeceğim mütalaayı Şemsettin Sami Beyefendi yazmış, tekrarına hacet yoktur. Bir denilecek kalmışsa, şiirlerinizin dilinden maada efkârı da İstanbul’un ‘mahitap’tan, ‘kara saçla mavi göz’den ibaret asar-ı Şiriyesinin cümlesine faik olduğudur. Cübbeleri kıyamet olan efendilerin bastonları, ceketleri alamet olan şık beylerin usulüne muhalif sade ve ‘kaba’ Türkçe kalem çekmek büyük cesarettir; asar-ı edebiye ve şiriye arasında böyle mesleki bir eser araştırmak Türk âlemine büyük bir hizmettir ki, derûnen tebrik ediyorum. Türk âlemine dediğim mübalağa zannolunmasın. Mübalağayı ne severim ve ne de ederim; doğrusudur; çünkü şiirlerinizi Edirne, Bursa, Ankara, Konya, Erzurum Türkleri anlayıp, lezzetle okuyabilecekleri gibi Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan, Kaşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve Kırım Türkleri de okuyacaktır ki, bu şerefe Fuzuli ve Nabi nail olamadılar. Kırk, elli milyonluk ve otuz asırlık âleme iptida bir karışık oğul balını yediren siz oldunuz ki, size şereftir, bize saadettir! Tekrar tebrik ediyorum. Tercüman’ın da çabaladığı bu yolda hizmettir, sadece ve ‘kaba’ lisanıdır ki, Dersaadet’in hamal ve kayıkçılarına Çin dâhilinde bulunan Türk devecilerine ve çobanlarına, gazeteyi tanıtmıştır. Kazan’da, Sibirya’da olduğu gibi Tebriz ve Horasan’da da Bahçesaray dilini öğrenmeye meyil olmuştur. İstanbul edebiyatının mesleksiz devamında ve tutukuşu lisanından usanmış, kararmıştım. Şiirleriniz büyük teselli oldu. Bunun için de Allah sizden razı olsun. Size kardeşçesine gazetemi takdim ediyorum. Duhulü memnun değildir. Lâkin sansürle posta müvezzilerine emanet edemeyip Rusya postanesinde kalmak üzere adres yazdım. Her Salı günü gönderip alırsanız pek memnun olurum..”16

Gaspıralı, Akçura; dilde özleşmeyi, halk dilinin egemen kılınması üzerine ideolojik, ekonomik ve kültürel mücadele verirken; Gökalp, Türkçede sadeleşmeyi “tasfiyecilik”le açıklayarak, dilde özleşme çabalarına mesafeli davranmıştır. Gökalp: “Tasfiyecilik, dilimizden Arap, Acem köklerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk cezrinden doğmuş kelimeleri yahut Türk cezrinden yeni edatlarla yapılacak yeni Türk kelimelerini ikame etmekten ibaretti. Bu nazariyenin fiili tatbikatını göstermek üzere neşrolunan bazı makaleler ve mektuplar zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeye başladı. Halk diline geçmiş olan Arabî ve Farisi kelimeleri, Türkçeden çıkarmak, bu dili en canlı kelimelerden, dini, ahlaki, felsefi tabirlerinden mahrum edecekti. Türk cezrinden yeni yapılan kelimeler, sarf kaidelerini hercümerç edeceğinden başka, halk için ecnebi kelimelerden daha yabancı, daha meçhuldü. Binaenaleyh, bu hareket dilimizi sadeliğe, vuzuha doğru götürecek yerde, muğlakiyete ve zulmete doğru götürüyordu. Bundan başka, tabii kelimeleri atarak, onların yerine suni kelimeler ikamesine çalıştığı için, hakiki bir lisan yerine suni bir Türk esperantosu vücuda getiriyordu. Memleketin ihtiyacıysa, böyle bir yapma esperantoya değil, bildiği ve anladığı munis ve gayrı suni kelimelerden mürekkep bir anlaşma vasıtasınaydı. İşte, bu nedenden dolayı ikdamdaki tasfiyecilik cereyanından fayda yerine mazarrat husule geldi. Bu sırada Tıbbiyede teşekkül eden gizli bir inkılâp cemiyetinde Pantürkizm, Panottomanizm, Panislamizm mefkûrelerinden hangisi daha ziyade gerçeğe muvafık olduğu münakaşa ediliyordu.”17

Gökalp, “tasfiyecilikle” aslında ince bir çizgiyi göstermeye çalışıyordu. Aşırılığa, kemikleşmiş sözlerin/sözcüklerin atılmasının doğru olmadığına ilişkin görüşleri vardı. Arapçadan, Farsçadan: Türkçeye geçmiş, halkın günlük kullanımında olan ve ‘canlı’lığını koruyan sözcükleri Türkçeye eklemlemek, Türkçeden koparmamak üzerine, Gökalp, şunları yazmaktaydı: “Bazıları yeni Türkçeyi yalnız menfi gayelere malik zannederler. Lisanımızda fazla birçok kelimeler, terkipler, edatlar var. Yeni Türkçe bu fazla unsurların lisanımızdan çıkarılmasını ister. Bu hedef, yeni Türkçenin yalnız menfi gayesidir. Fakat yeni Türkçenin gayeleri lisanımızın hastalığı yalnız fazla kelimeleri, terkipleri, edatları havi olması değildir. Hastalık bundan ibaret olsaydı, bu fazla unsurları atmakla lisanımızı kolayca tedaviye muvaffak olabilirdik. Hâlbuki yazı lisanımızın bir hastalığı da birçok kelimelerin eksik bulunmasıdır. O halde lisanımızın tam bir tedavisi, bu eksik kelimelerin ilâvesine de muhtaçtır. İşte yeni Türkçenin müspet gayesi de bu eksik kelimelerin aranıp bulunması ve lisanî uzviyetlerimizde yerli yerine konulmasıdır. Yazı lisanımızda fazla olan kelimeler hiçbir ihtiyaca tekabül etmeyen Arabî, Farisi kelimelerdir. Meselâ ‘gece’ kelimesi varken ‘şeb’ ve ‘leyl’ kelimelerine ne ihtiyaç vardır. Fakat bazı Arabî ve Farisi kelimeler de vardır ki Türkçeleri artık kullanılmıyor. “Şahit, ayna, hasta” kelimeleri gibi. Bunların Türkçeleri olan “tanık, gözgü, sayrı” kelimeleri canlılığını kaybederek müstehase haline girmiştir.

Ölmüş kelimelerin tekrar dirilmesi kabil olmadığından artık bu gibi müstehase kelimeler canlı Türkçemize avdet edemezler. O halde, bu kelimelerin yerine kaim olmuş olan Arabî ve Farsi kelimeler, lisanımızın canlı uzuvları sırasına geçmiştir. Bundan başka, Türkçe mukabilleri de lisanımızda müstamel olmakla beraber, hususi bir manayla onlardan ayrılan Arabî ve Farsi kelimeler de lisanımızın eczasındadır. Bu gibi Arabî ve Farsi kelimeleri lisanımızdan atarak yerlerine eski Türkçelerini koymak isteyenlere ‘tasfiyeci’ denilir. Yeni Türkçecileri bu gibi noktalarda tasfiyecilere muhaliftirler. Arabî ve Farsi terkiplerle edatlara gelince, yeni Türkçeciler bunların hepsini Türkçeden atmak lüzumuna kaildirler. Yazı lisanımızda eksik olan kelimeler de iki bölümdür. Bir, milli tabirlerdir; yazı lisanı, konuşulan halk lisanına uygun değilse milli değildir. İstanbul’da ve Anadolu’da konuşulan birçok tabirler ve tabir-i mahsuslar vardır ki yazı lisanımızda kullanılmıyor. Hâlbuki lisanımızın milli zenginliğini bunlar teşkil eder. Bunların yavaş yavaş keşfedilerek yazı lisanımıza alınması, lisanımızın millileşmesini temin eder. İki, uluslararası kelimelerdir; bir millet hangi medeniyet zümresine, hangi uluslararası alana mensupsa, onun bütün mefhumlarını ifade edecek hususi kelimelere malik olması da lazımdır. Türkler, şimdi Avrupa medeniyetine girdiklerinden, Avrupai mefhumları ifade edecek kelimelere muhtaçtırlar.”18

Türkçenin Ulusal Dil Olmasında Ölçütler

Gökalp’in bunca muhalefet ettiği, dilde özleşmenin/sadeleşmenin aşırılığına gösterdiği tepki: onu, Türkçenin öz savunuculuğunu yapmasına engel olmamıştır. Ulusal bir dil oluşumu içim, Gökalp; yapılması gerekenleri şöyle özetlemiştir:

“1. Milli dili oluşturabilmek amacıyla, Osmanlı dili hiç yokmuş gibi bir tarafa atılarak, İstanbul halkının bilakis İstanbul hanımlarının, konuştukları gibi yazılacak, böylece İstanbullu hanımların konuşma dili yazı dili haline getirilerek milli dil ortaya çıkartılacaktır.

2. Halk dilinde Türkçe eş anlamlıları bulunan, Arapça ve Farsça kelimeler atılacak, anlamsal bakımdan küçük bir farkı olanlar dilde muhafaza edilecektir.

3. Halk dilinde geçmiş olup, söyleniş ve anlam bakımından, hatalı olan, kurallara uymayan Arapça ve Farsça kelimeler, bozulmuş şekilleriyle Türkçe sayılacaktır.

4. Eski kelimeler diriltilmeye çalışılmayacaktır.

5. Yeni terimler arandığında, önce halk dilindeki kelimelere bakılacak, bulunamadığı takdirde, Türkçenin gramer kurallarıyla yeni kelimeler, buna da imkân bulunmadığında Arapça ve Farsçadan –tamlama şeklinde olmaksızın- yeni kelimeler kabul edilerek, bazı devirlerin ve mesleklerin özel durumlarını gösteren kelimelerle, tekniklerle ait alet isimleri yabancı dilden aynen alınacaktır.

6. Arapça ve Farsçanın, kip, edat ve tamlamaları dilimize sokulmayacaktır,

7. Türk Halkı’nın bildiği ve kullandığı her kelime, Türkçe olarak kabul edilecektir.

8. İstanbul Türkçesi, yeni Türkçenin temeli olduğundan, başka Türk lehçelerinden, kelime, kip, edat, tamlama kuralları alınamaz. Fakat bu lehçelerin derin bir şekilde incelenmesine de gerek vardır.

9. Eski Türk müesseselerinin isimleri terim olarak kalacaklardır.

10. Yeni Türkçenin bu ilkeler ışında bir sözlüğü ve grameri oluşturulmalıdır.19”

Kemalist devrim, dil devrimini gerçekleştirmiş; yeni harflere halkın alışması kolay olmuş. Osmanlıca için 6 – 7 yıl dil eğitimi alan bir öğrenci; Türkçe’yi kısa sürede öğrenebilmektedir. Bunu, ceditçi hamleden başlayarak, onulmaz baskılar altında verdikleri mücadelelerle ‘dil’ üzerine çalışmış, dil araştırmalarına yaşamını vermiş aydınlara borçlu olduğumuz, katıksız gerçektir.

KAAN TURHAN

İLK KURŞUN

1 Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Çağdaşlaşmak ve Doğru Yol, Hazırlayan: Yusuf Çotuksöken, İnkılâp ve Aka Yayınları, 1976, İstanbul. s. 37

2 İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, Can ya ki Dil Meselesi, 22 Yanvar 1908. s. 120

3 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, Şubat – 1952. Ss. 23 – 25

4 Necip Hablemitoğlu – Şengül Hablemitoğlu, Şefika Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi (1893 – 1920), Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. Baskı, Aralık – 2004, İstanbul, Ss. 126 – 127.

5 İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, Kitap ve Kitapçılık, 1 Oktyabr 1904. Ss. 73 – 74

6 İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, Hizmet Gazetesi, 27 Oktyabr 1888. s. 33

7 Dr. Yusuf Ekinci, Gaspıralı İsmail, Ocak Yayınları, 1997 – Ankara s. 25

8 Yusuf Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, Türk Yılı, 1928, Kültür Bakanlığı, 1981, s. 97, aktaran, Demirtaş Ceyhun, Ah Şu Biz “Kara Bıyıklı” Türkler, E Yayınları, 3. Baskı, Haziran 1992, İstanbul, s. 122.

9 Doç. Dr. Nadir Devlet, İsmail Bey Gaspıralı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 962, 1988, Ankara. s. 60

10 Necip Hablemitoğlu – Şengül Hablemitoğlu, Şefika Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi (1893 – 1920), a.g.e, Ss. 73 – 74.

11 “İlköğretimin ıslahı ve eski eğitim sisteminin yeni eğitim sistemiyle değiştirilmesinin en önde gelen temsilcisi, Gaspıralı’dır. Cedidçilik akımını olgunlaştırıp sistemleştirmekle birlikte, okullarda reform yapma fikri, ilk kez Kazanlı Şehabettin Mercani’nin öğrencisi ve meslektaşı Hüseyin Feyizhani (1828-1866) tarafından ortaya atılmıştır. Feyizhani, Islah-ı Medaris adlı eserinde, medreselerin müfredatına pozitif bilimlerin de alınmasını ve Avrupa modeline uygun Tatar okulu açılmasını öneren ilk reformcudur. Bu öneriyi geliştirerek pratiğe geçiren İsmail Gaspıralı, eğitim gördüğü İstanbul’da Jön Türkler’den, Paris’te de liberallerden ve sosyalistlerden etkilenmiştir. Kırım’da, Kazan’da ve Türkçe’nin değişik lehçelerini konuşan tüm ülkelerde halkın içinde bulunduğu geri koşullardan kurtulabilmesinin ilk adımını, eğitim ve kültüre bağlamıştır. Eğitim ve kültüre uzanan yolun ilk kapısının da ilkokullar olduğu fikri işleyen Gaspıralı, eski eğitim yöntemlerine ve kurumlarına karşı sistematik bir savaş açmıştır.” Bkz: Halit Kakınç, Sultangaliyev, İmge Yayınevi, 1. Baskı, Ss. 118-119

12 Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, s. 30

13 Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, Ss. 31 – 32

14 Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, S. 19

15 İsmail Gaspıralı, Yeni Lisan Bahsi, Tercüman, 21 Kasım 1905, Nu: 95

16 Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, Ss. 32 – 33

17 Ziya Gökalp, a.g.e, Ss. 7 – 8

18 Kâzım Nami Duru, Ziya Gökalp, 3. Basım, Milli Eğitim Basımevi, 1975 – İstanbul, Yeniden Gözden Geçiren: Mübeccel N. Duru, içinde, Yeni Türkçenin Olumlu ve Olumsuz Amaçları, Küçük Mecmua, 20 Kasım 1922, Sayı: 23. Ss. 5 – 6

19 Cihan Osmanağaoğlu, Ziya Gökalp’te Türkçülük Akımı, On iki Levha Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Ocak – 2008. Ss. 15 – 16

TOP SECRET : FBI Update : Pressure Cookers as IED Components


FBI Update … Pressure Cookers as IED Components.pdf

TOP SECRET : FBI Information Regarding the Devices Likely Used in Boston Marathon Explosions


FBI Information Regarding the Devices Likely Used in Boston Marathon Explosions.pdf

TOP SECRET : FBI Indicators and Protective Measures In Light of Boston Marathon Explosions


FBI Indicators and Protective Measures In Light of Boston Marathon Explosions.pdf

SU & ENERJİ & DOĞALGAZ DOSYASI : Petrol Irak’ı Parçalar mı ? Türkiye’nin IKBY ile Petrol İlişkis ine Dair Kısa Notlar


Yrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen

ORSAM Ortadoğu Danışmanı

Ahi Evran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

Irak’ın işgal edilmesinin 10. yılına girdiğimiz şu günlerde geride bırakılan dönemin muhasebesi pek çok açıdan yapılıyor. ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ne denli haksız olduğu konusunda artık hiçbir bireyin ya da devletin şüphesi kalmadı. Fakat son birkaç yıldır tartışılan olgu sadece işgalin kendisi değil işgal sonrası oluşan düzenin kırılganlığı ve istikrarsızlığıdır. İşgalin ilk birkaç yılında, özellikle ülkenin çok yoğun bir iç savaşın pençesinde kıvrandığı 2005-2008 yılları arasında sıklıkla sorulan “Irak’ın toprak bütünlüğü korunabilecek mi?” sorusu bugünlerde fazla sorulmuyor. Fakat ülkede siyasi istikrarın pamuk ipliğine bağlı olduğu ülkeyi yakından izleyen tüm analizcilerin ortak kanısı gibi görünmektedir. Irak’ta 2010 seçimi sonucunda ortaya çıkan ulusal birlik hükümetinin işlevsizliği ve hükümet içi mücadelenin ülkede siyasi sistemi işlemez hale getirdiği kabul edilmesi gereken bir gerçektir. Son iki yıldır Başbakan Nuri Maliki’nin merkezi hükümeti güçlendirme çabası devam ediyor.

Ancak bu çaba bazen Iraklı Kürtlerin 2005 Anayasası’yla elde ettikleri kazanılmış haklarını koruma çabalarına bazen de Sünni Arapların geçmişte karşı çıktıkları federalizmi kendi bölgelerine yerleştirme çabalarına takılıyor. Son dönemde Türkiye’nin gündemine Irakla ilgili meseleler geldiğinde ise genellikle Erbil-Bağdat çatışması, Maliki-Barzani Anlaşmazlığı, Sünni-Şii uzlaşmazlığı, Türkiye-Irak ilişkileri gibi başlıklar öne çıkmaktadır. Dünyanın ikinci büyük petrol rezervine sahip olduğu iddia edilen Irak’taki petrol gelişmeleri nedense sadece ticari değeri çerçevesinde gündeme gelmektedir. Oysa birkaç sene öncesine kadar Irak’taki petrol ülkenin bütünlüğü açısından anahtar değerlendirilmekteydi. İşte bu nedenle Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki (IKBY) petrol sektörünü, bu sektörün ulusal ve uluslararası boyutunu, iç ve dış aktörlerin bu çerçevedeki değerlendirmelerini ve Türkiye’nin rolünü içeren bir raporu hazırlamak için bir seneden fazla bir süredir çalışmalar yürütüyoruz. Çalışmalarımızın sonucunda ortaya çıkan raporu kısa bir süre sonra yayınlayacağız. Fakat bu rapor öncesinde son dönemde Irak’taki petrol anlaşmazlığına ilişkin gelişmeler ile Türkiye’nin Irak petrollerine yaklaşımına ilişkin birkaç hatırlatma notunun hafızalarımızı dinç tutmak adına yararlı olabileceğini düşündük. Bu notları 4 ana başlıkta toplayabiliriz:

1- Petrol, Irak’ın bir arada kalmasının da parçalanmasının da anahtarıdır.

Bu yaklaşım sadece tarihsel bir vizyonu tanımlamamakta değil, aynı zamanda Türkiye’nin de uzun bir süre boyunca Irak’ın yeniden yapılanmasına ilişkin temel çözümlemelerinden birisini ifade etmektedir. Petrolün tüm Iraklıların zenginliği olduğu, ülkenin hem siyasi birliğinin hem de toprak bütünlüğünün garantisi olduğu uzun süredir savunulmaktadır. Bilindiği gibi petrol Irak’ın tamamına eşit olarak dağılmamıştır. Bazı bölgelerde daha fazla bulunurken bazı bölgelerde ise hiç bulunmamakta ya da çok az bulunmaktadır. Bugün Irak’ın petrol zengini olan vilayetlerinin kendilerini birer federal bölge ilan etmeleri ya da bir araya gelerek bir federal bölge kurmaları durumunda onlar da IKBY’deki gibi kendi petrollerini bağımsız anlaşmalarla çıkartıp, uluslararası piyasalara satarlarsa o zaman Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak nasıl mümkün olacaktır? İşte bu soruya verilecek yanıt, tüm Irak için anahtar niteliğindedir. Irak kurulduğundan beri doğrusuyla yanlışıyla petrol tek elden ve merkezi hükümet tarafından yönetilmiş stratejik bir zenginliktir. Bu zenginliğin ülkeyi oluşturan idari ya da siyasi bölge ya da gruplar tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılması ülkenin hem bağımsızlığını hem de bütünlüğünü tehlikeye sokabilecektir.

2- Bazı uluslararası dev petrol şirketlerinin faaliyetleri Irak’ın bütünlüğünü zedelemektedir. Küçük şirketler ise büyük şirketlerin faaliyetlerine zemin hazırlamaktadır.

Irak’ın işgalinden kısa bir süre önce bazıları Türk özel şirketleri (Genel Enerji ve Petoil gibi) olmak üzere yabancı şirketlerin bir kısmı Kuzey Irak’ta petrol arama faaliyetleri başlatmıştır. Uzun bir süre boyunca sadece küçük ve orta çaptaki şirketlerin faaliyet gösterdiği Kuzey Irak’ta ABD’nin Irak’taki askerlerinin çekmesinden sadece 1 ay önce dünyanın en büyük petrol şirketi Exxon Mobil’in Irak hükümetinden bağımsız olarak, üstelik tartışmalı bölgelerde bulunan petrol alanlarında IKBY ile anlaşma imzalaması tesadüf gibi görünmemektedir. Nitekim ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrasında hemen olmasa da bir süre sonra ülkenin kaosa sürüklenebileceği ve parçalanmanın eşiğine geleceği öteden beri yapılan değerlendirmeler arasında öne çıkmaktadır. Bu nedenle ABD’nin çekilmesinin tamamlanmasından 1 ay önce Exxon-Mobil’in daha sonra onu takiben dünyanın pek çok büyük şirketinin KBY ile anlaşmalar imzalamaya başlaması, bölgenin parçalanmasına bu şirketlerin de inanmaya başladığının işareti olarak kabul edilebilir.

O zamana kadar Irak’ın güneyindeki büyük petrol yataklarında elde ettikleri kazanımlar nedeniyle IKBY ile anlaşma yapmaya yanaşmayan şirketlerin bir anda nasıl karar değiştirdikleri sorgulanmalıdır. Üstelik bu hamleyi sadece ABD değil aynı zamanda Rus, Fransız ve Çin şirketleri de yapmıştır. Bütün bu şirketler için gerekli altyapıyı yıllarca küçük şirketler hazırlamış, büyükler gelince de yavaş yavaş hisselerini bunlara satmaya başlamışlardır. Tüm bunlar Kuzey Irak’taki petrol paylaşımının yakında çok daha sertleşeceğini ve siyasal boyut kazanacağını göstermektedir.

3- Türkiye’nin Irak’taki enerji gelişmelerinden uzak durması ayrı bir şeydir, buna dahil olurken dikkatli olması ayrı bir şeydir.

Türkiye gibi büyüyen bir ekonomiye sahip ve her geçen gün enerji ihtiyacı artan bir ülkenin Irak’taki enerji gelişmelerinden uzak durması beklenemez. Hatta bu nedenle Türkiye’yi Irak’taki enerji gelişmelerinden uzak tutmaya çalışan Iraklı makamlar ciddi bir yanılgıya düşmüşlerdir. Türkiye’nin gerek Irak’tan ithal ettiği petrol ve doğal gazı, gerekse Türk enerji şirketlerinin bu ülkedeki faaliyetlerini artırmak yoluyla Irak’ta daha aktif enerji politikaları izlemesi doğaldır. Hatta bu çerçevede IKBY’deki enerji gelişmelerinin de dışında kalması beklenemez. Bununla birlikte, Irak merkezi hükümetinin illegal olarak ilan ettiği girişimlerde yer almak Türkiye’nin Irak’ın genelindeki enerji çıkarlarına zarar vermektedir.

4- Türkiye’nin Kuzey Irak’taki bazı şirketlerin oyununa gelmesi uzun vadede Türkiye’nin stratejik çıkarlarına zarar verecektir.

Irak’ta merkezi hükümet ile IKBY arasında yetki paylaşımı; federalizmin kapsamı, anlamı ve uygulaması; bazı bölgelerin idari statüsü ve demokrasiye bağlılık gibi önemli sorunlar bulunmaktadır. Bir bölge ülkesi olarak Türkiye için Erbil ve Bağdat arasındaki uzlaşmazlıkların krize dönüşmeden çözülmesini sağlamak önemli bir misyondur. Fakat son dönemde gerçekleşen bazı olaylar Türkiye’nin Irak’taki çıkarlarına zarar vermektedir. Eğer Türkiye Irak’taki önceliklerini hala Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve siyasi birliğinin sağlanması olarak tanımlıyorsa merkezi hükümetin tamamen karşı çıktığı enerji ilişkilerine girmek bu önceliklere ters düşmektedir. Bu varsayımın dört boyutu vardır:

a. Birincisi Irak’ta maalesef hala bir petrol yasası çıkarılamamıştır. Bu petrol yasasının çıkarılamamış olması ülkedeki siyasi sorunların ve taraflar arasındaki anlaşmazlığın sonucudur. Bu anlaşmazlık Irak’ta istikrarın sağlanmasına engel olmaktadır. Ancak nedeni ne olursa olsun Iraklılar arasındaki sorunların Iraklılar tarafından çözülmesi gerekmektedir. Türkiye’nin, Irak’ın bir petrol yasası yokken, IKBY’nin petrol yasasına uygun bir biçimde davranması Irak’taki siyasi mücadele ve güç dengesi içinde açıkça taraflardan birisinin lehinde hareket etmek anlamına gelir. Bu durum merkezi hükümeti kontrol eden kim olursa olsun uzun vadede Türkiye ile merkeziyetçi Iraklı siyasal partiler arasında bir çelişki doğurur.

b. İkincisi Irak’taki petrol meselesi sadece ekonomik bağlamda değerlendirilmemelidir. Özellikle IKBY’nin başta Exxon Mobil ile petrol anlaşması imzaladığı sahaların Irak’ta anayasal bir tartışmanın parçası olduğu unutulmamalıdır. Irak’ta çözülemeyen en önemli sorunlardan birisi olan ve Kerkük’ü de kapsayan “tartışmalı bölgeler”in bir kısmında IKBY fiili olarak hakimiyet kurmuştur. Bu bölgelerin nihai statüsünün belirlenmesi ancak Irak Anayasası’nın 140. Maddesindeki tartışmanın sonuçlanmasıyla mümkün olacaktır. Oysa bugün IKBY, bu bölgelerin bir kısmındaki enerji sahalarını kendi yetki alanında varsayarak uluslararası petrol şirketleriyle anlaşma imzalamaktadır. Bu Irak’taki siyasi sorunları işin içine enerji aktörlerini çekerek çözmek anlamına gelmektedir. Türkiye’nin bu gibi anlaşmaların sonucuna bağlı (henüz bu sahalardan üretim yapılıp uluslararası piyasalara satış başlamış değildir) olarak üretilen petrolü Irak merkezi hükümetinin izninden bağımsız olarak uluslararası piyasalara ulaşımına izin vermesi Musul ve Kerkük’ün de içinde bulunduğu bölgelerdeki durumun daha da karmaşıklaşmasına neden olabilecektir. Bu olasılık Irak’ın işgalinden bu yana Kerkük’ü Irak’ın en hassas bölgesi olarak gören ve bu şehrin statüsünün Irak’ın istikrarı için belirleyici olacağını ileri süren Türkiye’nin bugüne kadar izlediği politikayla çelişecektir.

c. Üçüncü unsur ise Türkiye’nin IKBY ile bağımsız anlaşmalar imzalayarak petrol üretim ve satışına izin vermesi Kuzey Irak’taki bağımsızlığın önünü açabilecektir. Genel olarak basına yansıyanın aksine IKBY’de üretilen petrolün bir kısmı tamamen bağımsız bir gelir olarak IKBY’nin kasasına gitmektedir. Normal şartlarda bölgede üretilen petrolün de Irak’ın geri kalanındaki bölgelerde olduğu gibi Bağdat’ın kontrolündeki bir hesaba gitmesi ve buradan bütçeye dahil olması gerekmektedir. Bugüne kadar süregelen düzende Irak’ın bütçe gelirlerinin %17’sinin IKBY’ye gitmesi gerekmektedir. Bağdat, bu uzlaşıyı çiğneyerek belirtilen orandan daha azını IKBY’ye göndermektedir. Fakat bunun çözümü Bağdat’ın Erbil’e göndermediğini Erbil’e Türkiye üzerinden kazandırmak değil Irak merkezi hükümetinin ülkedeki istikrarın korunabilmesi için verdiği sözlere uymasını sağlamaktır. Oysa bugün aralarında Genel Enerji’nin de bulunduğu bazı şirketlerin IKBY sınırları içinde ürettiği petrolü düşük fiyatlardan IKB’de iç piyasaya sattığı bilinmektedir. Kısa bir süre önce bu petrolün bir kısmının Türkiye üzerinden uluslararası piyasalara satımına da başlanmıştır. Bu petrolün satışından elde edilen gelir Irak merkezi hükümetine değil doğrudan IKBY’ye gitmektedir. Böyle bir durumun, yani IKBY’nin bağımsız petrol gelirlerine sahip olmasının bölgenin bağımsızlığına giden yol olacağı öteden beri Türkiye’nin de savunduğu olgulardan birisidir. Özetle IKBY’nin kendi petrol gelirlerine sahip olması Irak’ta bağımsız bir Kürt devletine giden yolun en önemli dönemeçlerinden birisini oluşturmaktadır. Bu noktada Türkiye’nin vereceği karar onun sadece enerji ihtiyaçlarını değil çok daha geniş ölçüde ülkesel ve bölgesel gereksinimlerini de içermelidir.

d. Dördüncü unsur ise Iraklı Kürtlerin kendi iç dinamiklerinin de dikkate alınması gerekliliğidir. Bugün IKBY’de pek çok siyasi parti ve önde gelen lider mevcut yönetimin petrol anlaşmalarının şeffaf olmadığını ve çeşitli yolsuzluklar içerdiğini savunmaktadır. Aralarında sadece Gorran, Kürdistan İslami Birliği ve diğer muhalefet partilerinin değil iktidarın ortağı olan KYB’nin üst düzey yöneticilerinin de bulunduğu liderlerden bu eleştirilerin gelmesi Türkiye için önemli olmalıdır. Bu yıl içinde IKBY’de gerçekleşecek parlamento ve başkanlık seçiminin sonuçlarını şimdiden kestirmek zordur. Pek çok analizci büyük bir sürpriz beklenmediğini ileri sürse de bölgedeki siyasi dengelerin kaderini şu anda en zayıf aktör olarak görülen KYB elinde tutmaktadır. Yani Iraklı Kürtlerin çoğunluğunun hakkında güçlü şüpheler duyduğu enerji ilişkilerinin içinde olmak Türkiye için uzun vadede Iraklı Kürtlerle ilişkileri açısından da sorun yaratabilir.

GÖÇMEN DOSYASI : Türkiye’nin Mülteci-Sığınmacı Politikası ve Suriye


Dr. Tuğba Evrim Maden

ORSAM Su Araştırmaları Programı Uzmanı

temaden

25 Nisan 2013 tarihinde Ankara’da Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Kadın Platformu, Güncel Gelişmeler Işığında Türkiye’nin Mülteci-Sığınmacı Politikası başlıklı bir çalıştay düzenledi. Mart 2011 itibariyle Suriye’de başlayan olaylar ile aynı yılın Nisan ayında ülkede yaşananlar nedeniyle Suriye’den özellikle Türkiye’ye, Ürdün’e, Lübnan’a ve Irak’a kütle halinde göçler yaşanmıştır.

Türkiye 1960’lardan itibaren iç ve dış göç yaşamaya başlamıştır. İç göç köyden kente bir akış halinde gerçekleşirken, başka ülkelere dış göç veren bir ülke özelliğine sahip olmuştur. Doğu ve batı koridorunda transit ülke pozisyonunda olan Türkiye, 1990’lara kadar sürekli göç veren bir ülke olmuş ve bu konuda yükümlülüklere hakim olmuştur. 1990’lardan itibaren gerek Körfez savaşı nedeniyle Irak’tan, İran’dan, Afganistan’dan ve Afrika ülkelerinden göç almaya başlamıştır. Ekonomisinin gelişmesi, AB adayı ülke olması, jeopolitik konumu vb. nedenlerle yaklaşık son 25 yıldır göç alan hedef ülke olmuştur.

Bu doğrultuda ülkemize yapılan göçler ve mültecilik başvuruları ile ilgili olarak 4 Nisan2013 tarihinde Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu kabul edilmiştir. Bu kanun 11 Nisan 2013 tarihinde 6458 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Bu yeni kanunla Avrupa Birliği ile ulusal yapıyı uyumlaştırma ve hukuku altyapıyı sağlamlaştırma amaçlanmaktadır. (1)

Türkiye, 28 Temmuz 1951 yılı tarihli Cenevre’de imzalanan Mültecilerin Hukuki Durumuna ilişkin Sözleşme’ye taraf ülkedir. O dönemde özellikle İtalya ve Almanya’dan meydana gelen göçlere ilişkin yapılan bu düzenlemede coğrafya ve tarih kıstası yer almaktadır. 1951 Sözleşmesine göre 1 maddenin 2. Fıkrasında mülteci tanımı “1 Ocak 1951’den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusukorku nedeniyle, yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahsa uygulanacaktır.”olarak yer almaktadır. (2)

16 yıl sonra Cenevre Konvansiyonu’nda tarih şartının kalkması ve coğrafya kısıtının devletlerin tercihine bırakan Mültecilerin Hukuk Statüsüne İlişkin 1967 protokolü imzalanmıştır. Taraf ülkelerden Türkiye, Monako, Madagaskar ve Kongo dışında tüm devletler coğrafya kısıtını kaldırmıştır. Türkiye coğrafi kısıtlarına göre Avrupa dışından Türkiye’ye gelenlere sığınmacı statüsü verilmektedir.

Suriye’den, Türkiye’ye toplu halde sığınan halk Türkiye’nin açık kapı politikası gereği, ülkemize sığınabilir, ülkelerine kendi istekleri dışında geri gönderilemez, “geçici koruma altında” statüsüne sahip Suriyelilerin eğitim, sağlık desteği ve barınması Türkiye Cumhuriyeti tarafından sağlanmaktadır. Suriye’den meydana gelen göç, düzensiz, zorunlu ve yerinden edilme olarak tanımlanabilmektedir. Nisan 2011’de Türkiye sınırında yığılma başlayınca, ilk kamplar Hatay Yayladağ’da kuruldu ve geçici korunuma alınmış Suriyeliler misafir olarak kabul edildi. İlk tedbirler 100 bin kişi odaklıydı. AFAD’ın verilerine göre şu anda sekiz ilde, 14 çadır, 3 konteynır kent olmak üzere toplam 17 kamp vardır. Son dönemlerde artış olma ihtimaline karşın Mardin-Midyat, Mardin- Nusaybin, Malatya ve Kilis’te ortalama 100 bin kişilik dört yeni kamp yapım aşamasındadır. 192.784 Suriyeli kamplarda yaşarken, 250.000 Suriyeli ise kamp dışında yaşamaktadır. Hatay’da 55 bin, Gazi Antep’te 35 bin, Şanlıurfa’da 30 bin, geri kalan nüfus ise diğer illerde yaşamaktadır. Kamplarda Nisan 2011 tarihinden itibaren 3113 çocuk dünyaya gelmiştir.

Avrupa Birliği’ne göre Suriye’de yaşanan durumun daha da kötüleşmesinden endişe edilirken, krizin başka ülkelere yayılma tehlikesi de dile getirilmektedir. Bu süreçte, 6,5 milyon insan şiddetten etkilendi ve insani yardıma ihtiyacı söz konusu. 4,2 milyon insan Suriye’de yerinden edilirken, yaklaşık 1,2 milyon insan, Türkiye, Ürdün, Irak, Mısır, Lübnan ve diğer ülkelere sığınmış durumdadır. AB, Suriye krizinde en büyük donör olarak yerini almaktadır. 555 milyon avro insani yardımda bulunan AB, 300 milyon avroyu AB kurumlarından, 250 milyon avro ise AB ülkelerinden sağlanmıştır. Söz konusu bu yardım meblağı, Kuveyt’in 172 milyon avroluk taahhüdünden ayrıdır. AB, Suriye’de yardımı yüzde 60 oranındadır. AB, 25 milyon avro Türkiye için ayırmıştır. Bölgesel destek programı dahilinde ise 8,2 milyon avro Türkiye’ye ayrılmıştır. Ekonomik İşbirliği Örgütü (ECO), Türkiye, UNHCR, Kızılay üzerinden 10 milyon avro tutarında bir yardımda bulunmuştur. Önümüzdeki günlerde da AB tarafından 13 milyar avroluk bir yardım paketi hazırlanmaktadır. Bu paketten 10 milyon avro UNHR’ YE verilecektir, 3 milyon avro ise AFAD’a verilecektir.

Çalıştay sonunda, AB’nin desteğinin Türkiye’ye yetmeyeceği ve Türkiye’ye bu konuda yeni yardımlar yapılması gerektiği, bu sorunla ilgili olarak Türkiye’nin üzerinde çok fazla sorumluluk olduğu ve bu sorumluluğun paylaşılması gerekliliği, yeni kabul edilen ve 2014 yılında yürürlüğe girecek olan “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” ile yeni tanımlamalar (mülteci, şartlı mülteci, ikincil koruma ve geçici koruma) yapılacağı ve bu konuda hukuki altyapının kuvvetlendirileceği, önümüzdeki günlerde Türkiye ve diğer ülkelere akın yapan nüfusun daha da artacağı ve bu konuda çalışmalar yapılması gerekliliği ve hem Türkiye için hem de kamplar için psikolojik bir sınır olduğu ve bu konuda Türkiye’nin desteklenmesi gerekliliği vurgulanmıştır.

(1) Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu

http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=

http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/04/20130411.htm&main=

http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/04/20130411.htm

(2) Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi,

http://www.hyd.org.tr/?pid=294

TURİZM DOSYASI : Honey Gatherers In Nepal


._,_.___

DÜNYADAN MANZARALAR : Long Exposure Photography








__._,_.___

DÜNYADAN MANZARALAR : Photographic World Tour


photographic_world_tour_01.jpg

photographic_world_tour_03.jpg


photographic_world_tour_04.jpg


photographic_world_tour_06.jpg


photographic_world_tour_07.jpg


photographic_world_tour_09.jpg


photographic_world_tour_11.jpg

photographic_world_tour_13.jpg


photographic_world_tour_16.jpg

photographic_world_tour_19.jpg


photographic_world_tour_21.jpg


photographic_world_tour_24.jpg

photographic_world_tour_26.jpg

photographic_world_tour_29.jpg


photographic_world_tour_33.jpg

photographic_world_tour_36.jpg

TERÖRLE MÜCADELE DOSYASI : AK PARTİ “ÇÖZÜM” ADI ALTINDA PKK İLE NE PAZARLIKLAR YAPTI ??? HATIRLAYALIM


Gazetelerin “tarihi açıklama” diye verdikleri Kandil’de 25 Nisan 2013 günü KCK Başkanı diye tanıtılan Karayılan, PKK teröristleri 8 Mayıs’tan itibaren çekilmeye başlayacaklar açıklaması yaptı. Türkiye’nin “meşru” gazeteleri ile TV’leri açıklamayı epeyce sansürlü ve “düzeltilmiş” verdiler.

Karayılan’ın ne dediğini olduğu gibi görmek için “kendi” yayın organlarına bakmakta büyük yarar var. Bu kaynaklardan izlenince, AKP-PKK’nın neyin pazarlığını yaptıkları açıkça görülüyor.

Karayılan’ın açıklamasına gore AKP Hükümeti PKK’ya şu sözleri vermiştir:

(1) Kürt halkına kimlik ve statü verilecektir; bu, anayasal güvence altına alınacaktır.

(2) PKK ile işbirliği yapılarak Güneydoğu Anadolu’da ve Türkiye – Irak – Suriye – İran kürtleri arasında “Kürt milli dayanışma” konferanslarına izin, onay, destek verilecektir.

(3) Apo başta olmak üzere teröristlerin tümü serbest bırakılacaktır.

(4) Soruna yabancı devletlerin müdahil olması kabul edilebilir.

Bu sözler, Karayılan’ın konuşmasından alınan cümleler temelinde aşağıdadır:

1. Bugün halkımız, Rojava Kürdistan’da (Suriye) fiili olarak özgürlüğüne kavuştuğu bir devrimin ve Güney Kürdistan’da (Irak) federal bir statünün sahibidir. Kuzey Kürdistan’da (Türkiye) … önemli kazanımlar ortaya çıkmıştır.

2. Türkiye’de Kürt halkının yüz yıl öncesine dayanan inkar ve ret politikaları altında kimliksiz ve statüsüz yaşamayı kabul etmesi mümkün değildir. Bu anlamda Önderliğimizle devlet arasında sürmekte olan görüşme ve müzakerelerin son derece önemli olduğu açıktır.

3. Kürt sorununun uluslararası bir sorun…. başta ABD, AB ve Rusya olmak üzere tüm uluslararası güçleri Kürt sorununun çözümüne dönük başlattığımız bu hamlenin başarısı için destek sunmaya çağırıyoruz.

4. Sadece Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü değil, tüm parçalarda Kürt sorununun çözümü ve Ortadoğu’daki çatışma sürecinin sona erdirilerek… yeni bir dönemin başlatılmasıdır.

5. Dört konferans çağırıyoruz:

a) Tüm Türkiye halkı(nı) … ‘Barış ve Özgürlük Konferansı’nı toplamaya ve tüm kesimleri bu konferansa katılmaya davet ediyoruz.

b) Tüm Kürdistan halkını, (4 parçadaki –Türkiye, Irak, Iran, Suriye) …. tüm parçalar arasında milli dayanışma ve barış için ulusal bir platform oluşturmaya, Hewlêr’de (Erbil) ‘Birlik, Dayanışma ve Barış Konferansı’nı örgütlemeye ve katılmaya çağırıyoruz.

c) PKK’nın Kürdistan’da geliştirdiği mücadelede belkemiği rolü oynayan ve büyük fedakarlıklar, kahramanlıklar sergileyen Kuzey Kürdistan (Türkiye’nin güneydoğusu) halkımız için …. Amed’de (Diyarbakır’da) Kuzey Kürdistan Demokratik Çözüm, Birlik ve Dayanışma Konferansı’nı toplamaya….

d) Yurtdışındaki tüm Kürdistanlıları…. Halkların Demokrasi, Birlik ve Barış Konferansı’nı toplamaya çağırıyoruz.

Karayılan, “çözüm süreci”nin üç aşamalı olduğunu açıklamıştır:

a) Ateşkes ve geri çekilme ile birinci aşama tamamlanacaktır.

b) İkinci aşama devletin ve hükümetin yapacaklarından oluşur. Bunlar “anayasal çözüm çerçevesinde yapılacak reformlar”dır.

c) Üçüncü aşama normalleşme aşamasıdır; Apo dahil herkesin serbest kalacağı bu süreç paralelinde silahsızlanma gündeme gelecektir.

Tarihte reformculuk, demokratikleşme paketleri, demokrasi manifestoları, hep belli kesimlerle ve belli hedeflerle ilişkili olmuştur. Günümüzde de, bugünlerde ortalığı saran “reform”culuk tutkusuna, durmadan el değiştiren “demokrasi manifestoları”na ve Türkiye’yi demokratikleştirme yarışlarına, Karayılan’ın açıkladığı “üç aşama”yla ilişkileri bakımından dikkat etmekte yarar vardır.

O halde karşımızdaki manzara nedir?

Anayasa, terörle müzakerenin en temel koşuludur:

AKP Türk vatandaşlığı ile Türk ulusunu kısaca “ulusal devlet ilkesi”ni vermiştir.

AKP etnik topluluklara “kimlik ve statü tanıma”yı kabul etmiş ve “milliyetler devleti”ni kabul etmiştir.

AKP bölgesel özerklik düzenini kabul etmeye hazırdır; “üniter devlet ilkesi”nden vazgeçmektedir.

AKP, Türkiye’nin egemenliğini, komşu ülkelere müdahale edebilmek hırsının ateşiyle “uluslararası toplum”la paylaşmaya açıktır.

AKP Apo dahil tüm teröristleri serbest bırakma konusunu görüşmektedir.

AKP yabancı güçlerin müdahalesine açık davet yapmaya cüret eder hale gelmiş olan PKK-BDP ile birlikte, emperyalizmin hizmetinde Kürdistan ebeliği yapmakta; bunun için de Türkiye’yi çözmektedir.

“Çözüm” süreci, ulusal ve laik Türkiye çözülerek Irak ve Suriye’den sonra İran’a saldırılacak; saldıran kim olursa olsun onlara destek verilecek demektir. Bu “çözüm” süreci “barış için, gözyaşları dinsin diye, analar içindir” mi demiştiniz!!

Birgül AYMAN GÜLER

CHP İzmir Milletvekili

TARİH /// 23 NİSAN 1920 /// MECLİSİN AÇILDIĞI GÜNLERDE MANZARAİ UMUMİYE


16170d1316092375-tbmm.jpg

Meclis’in açılmasından kısa bir süre sonra farklı amaçlar istikametinde çatışmalar da başlayacaktır. Askerlerin bu dönemde sorunları dev boyutlara ulaşmıştır. En önemli görev Meclis’in yüceliğinin korunması ve düşmanca faaliyetlerin önlenmesidir. Padişah taraftarı hocalar, din adamları inanılmaz bir gaflet içinde, ne olup bittiğinin farkına varmadan, sadece inançları etkisinde kalarak Padişah’ın hükümetinin emirlerine uymakta ve subaylara karşı günümüzdeki davranışlara benzer şekilde, sanki ateş püskürtmekteydiler.

Haziran’ın üçüncü günü Konya’nın Aziziye camiinde halka vaaz veren 40 yaşlarında Müderris Hacı Ahmet adında birisi, vaaz esnasında “Subayların evlerinde erkek hizmetçi bulunduranları (hizmet erleri kastediliyor) deyyus, çocukları da piçtir. Bu çocukların bazısı kumandan olarak yetiştiği için memlekete mazarratlarından başka faydaları olmaz demiştir.”(1)

19 Mayıs 1920 tarihinde yayınlanan bir bildirinin subayları hedef alan ve halkı direnç göstermeye davet eden sözleri
şöyledir:

“Ey padişaha, dine, devlete beş yüz seneden beri bağlılığı ile dünyayı hayrette bırakmış olan gerçek Müslümanlar. Bolşevik adı altında dört yüz yıllık din ve devlet düşmanımız olan Moskoflardan çıkmış dinsel yasaya aykırı ve kanun dışı olan bir görüşe kapılan bir takım eşkıya, vatanı kurtaracağız diye Anadolu’nun siz saf ve dürüst halkını aldatarak, Padişahına, Müslümanların halifesine isyan bayrağı çekmişlerdir. Bolşeviklik, paranın, malın ve arazinin ayak takımı yersiz, yurtsuz bir takım haydutlar tarafından yağma edilerek bu haylaz, tembel, cani herifler arasında bölünmesi, hiç kimsenin nikahlı karısı olmayıp her kopuğun her kadını istediği gibi kullanması, çocuklar iki yaşına kadar analarının kucağında kaldıktan sonra alınıp genelevlerde beslenerek anasız ve babasız yetiştirilmesidir ki, ne bir baba çocuğunu, ne bir evlat ana babasını tanımaması demektir. Bu, dinimiz olan Islama aykırı olduğu gibi aile hayatına, insanlığa her şeye zıt bulunduğu için Müslüman memleketlerinde sökemez…

Ancak memleketimiz ötedenberi haydutluk ve soygunculuğa alışmış, seferberlik sürdüğü müddetçe vurgun vurarak kanunun üstünde bir üst gibi bulundukları yerlerde zorbacasına hareket ve rahat yaşamayı, eğlence ve içkiye rezaletle ulaşmış birtakım subaylar ile hapishaneden kaçmış yahut her nasılsa yakasını şimdiye kadar kanunun pençesine vermemiş olanlar vardır ki bunlar kanunu, hükümeti, padişahı tanımıyorlar. Vatanı kurtaracağız, Padişahımız tutsaktır kurtaracağız diye zorla asker ve para topluyorlar.” (2)

Anzavur ayaklanmasını bastırmak için Eskişehir’den gönderilen İkinci Piyade Alayı’nın taburları Bursa’dan geçerken, Bursa halkının kötü söz ve davranışlarına maruz kalmışlardır. Hatta onlar çok acı sözlerle zehirlenmişlerdi. Bahçelerde çalışan kadınlar bile askerlerin karşısına çıkarak “subaylarınız sizi padişahımızın gönderdiği Anzavur Paşa’ya karşı kavgaya götürüyorlar. Padişah askerlerine karşı kurşun arttıracaklar” diyerek bir taburun daha Bursa’ya varmadan önce diğer bir taburun da Bursa’dan çıktıktan sonra dağılmasına yol açmışlardır. (3)

Orduya karşı saldırılar 22 Haziran tarihinde başlayan Yunan ilerlemesi sonucunda inanılmaz boyutlara ulaştı. Bu haksız tecavüz karşısında, İstanbul hükümetinin bir bakanı ile yapılan bir röportaj ihanetin boyutlarını açıklamak için yeterlidir: Damat Ferit Hükümetinin Adliye Nazırı’nın bir gazeteci ile yaptığı konuşma şöyledir:

“Soru: Hükümet Yunan Ordusu tarafından yapılan hareketi protesto etmek niyetinde midir?

Nazırın cevabı: Hükümetimiz Mustafa Kemal taraftarlarını resmen mahkûm etmiş ve hilafet ve vatan haini olduklarını ilan etmiştir. Binaenaleyh vazifesi asilere layık oldukları cezayı vermektir. O halde kendi programımıza dâhil olan bir hareketi niye protesto edelim.

Soru: Bu hareket mühim güçlüklerle karşılaşacak mıdır?

Cevap: Hayır, bunun sebebi şudur ki, Mustafa Kemal ordusu öteden beriden toplanmış haydutlardan, sabıkalılardan ve sırf yağma hırsıyla hareket eden bir takım şahıslardan mürekkep, teşkilatsız, inzibatsız ve mümaresiz bir ordudur.

Soru: Fikrinizce hareket uzun sürecek midir?

Cevap: Asker değilim fakat intibaım şu merkezde ki; General Paraskevopulos’un ordusu şimdi süratle ve şiddetle harekete devam eyleyecek olursa, birkaç hafta da Ankara sınırları önünde bulunacaktır”.(4)

Türk askeri üstün düşman kuvvetleri karşısında çekilirken özellikle Bursa yöresinde mürteciler de harekete geçirilecektir. “Milli kuvvetlerin dağılması ve Yunan ordusunun ilerlemesi tabii olarak mürteci ruhun mukavemet ve müdafaa taraftarlarına (Ordu mensupları ve onları destekleyen sivillere) karşı olan hiddetini kamçıladı. Çekilen askerimize ve bilhassa subaylara karşı bazı kasaba ve köylerde çok kötü muameleler yapıldı. Bunlara yiyecek, hatta su verilmedi ve içlerinden bazıları öldürüldü. Bazı subaylar, köylülerin tecavüzlerinden korunmak için üzerlerindeki askeri elbiseleri atıp, köylü kıyafetine girmekle kendilerini kurtardılar”.(5) Bursa’nın düşüşünden sonra, TBMM’de de ordu aleyhindeki kampanya daha da ağırlaştırıldı.(6) Ancak, bütün bu zorluklara rağmen başarılması gereken önemli görevler vardı. Büyük Millet meclisi ve Türk Ordusu mensupları, özgürlüğe giden o uzun ve çetin yolda hiç durmadan ilerlemek mecburiyetindeydiler.

Not : Sevgili okurlarımız, aradan 90 yıl geçmiş, çevrenize ve genel havaya bakın, Mürteciler bu sefer Saltanat ve Hilafet Makamları yerine Demokrasiyi öne sürerek, yanlarına İngiliz ve işgal güçleri yerine Dış Güçleri ve Ayrılıkçı Güçleri alarak yine ayni kaleye, Türk Ordusuna saldırıyorlar. Bu ülkede Demokrasiyi kuran ve çağdaş Laik Düzenin en büyük savunucusu olan Ordu, bin bir oyunla Demokrasi düşmanı ilan ediliyor. Biz tarihi gerçekleri söylemek mecburiyetindeyiz gelişmelerin takdiri ve değerlendirilmesi özgür bireylerimizindir.

DİPNOTLAR:

(1) Fahrettin Altay: Görüp Geçirdiklerim, 10 Yıl Savaş ve sonrası (1912–1922) s.246( İstanbul–1970)

(2) Ömür Sezgin: Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu, s.28, 29 ( Ankara–1984)

(3) Şükrü Erkal, İkinci Askeri Tarih Semineri, s.165( Gen kur. Ankara–1987)

(4) İhsan Güneş, İkinci Askeri Tarih Semineri, s.149, 150

(5) Rahmi Apak: Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, s.198 ( TTK, Ankara- 1983)

(6) Aynı eser, s.152; detaylı bilgi için bkz. Samet Ağaoğlu: Kuvayı Milliye Ruhu, s.115–128( İstanbul–1944)

Dr. M. Galip Baysan

İLK KURŞUN

MEDYA DOSYASI : KANDİL’DEN UTANILACAK GÖRÜNTÜLER


TÜRK BASINININ UTANÇ FOTOĞRAFLARI

Gazeteciler Kandil’de didik didik arandı! Polis arama yapsa "gazeteciyim beni kimse arayamaz" derler…

KİTAP TAVSİYESİ /// BANU AVAR : “Gün” “O Gün”dür ! (REMZİ KİTAPEVİ)


Okkalı bir şekilde ihanete uğramış bir milletin de ‘yeter!’ diyeceği ‘gün’ yakındır. Keserin ve sapın döneceğini ve ‘gün’ gelip devran’ın döneceğini atalarından öğrenmiştir bu Millet.. Genetik hafızasına kazılı bilgiler, dersler, tecrübeler vardır..

Madem, efendilerinin açıkça ‘maşa’ ilan ettiği ‘Batının deli gömleğine’ dolanmış olanların, komşu ve kardeş ülkelere ‘savaş’ naraları attıkları ‘gün’dür bugün..

Madem, Vatanın ve milletin etnik ve dini olarak paramparça edilmesinin yolunun açıldığı, psikolojik savaş yöntemlerinin en acımasızın kullanıldığı ‘gün’dür, bugün..

Madem muhalefetiyle iktidarıyla, celladına aşık bir zümrenin, millete ait ne varsa yok etmek için çırpındığı ‘gün’dür bugün..

Madem bu millete ait tüm varlıkların küresel efendilere peşkeş çekildiği, bir milletin sigortası olan ordunun dağıtıldığı, eğitimin parçalandığı, yargının yokedildiği, kişilerin diktasının egemen olduğu ‘gün’dür bugün…

Madem bu gerçekleri dile getiren aydınların, gidişe dur diyenlerin yok edildiği, tutuklandığı, susturulduğu ‘gün’dür bugün… Canilerin, bölücülerin, hainlerin ödüllendirildiği ‘gün’dür….

O zaman yüz yıl önceki ‘benzerlerimiz’den ders almanın da günüdür..

O zaman batıyı Kâbe bilenlerin, Kâbe bildikleri ‘Ecnebi gurbetlere’ göçmelerinin de günüdür!

Hasılı, ‘GÜN’, ‘O GÜN’DÜR ..

MK ULTRA PROJECT /// VİDEO : ALMANYA’DA ZİHİN KONTROLÜ PROTESTOSU


VİDEO LİNK :

MK ULTRA PROJECT /// VİDEO : Remote Viewing, Stargate Project And CIA Mind Control, MK Ultra And LSD


VİDEO LİNK :

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.