Günlük arşivler: 6 Haziran 2016

İNGİLTERE DOSYASI /// VİDEO : Gözcü – İngiliz Aklının Gücünün Kaynakları /// Ramazan Kur toğlu ve İsmail Yıldız /// 29.05.2016 /// HD


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=qWu-CUhMjNM

https://www.youtube.com/watch?v=O_YqxO8tnsQ&list=TLuLYUIfHWx5cwNjA2MjAxNg

İLLUMİNATİ DOSYASI /// İlluminati : Dünya derin devletinin hedefi Türkiye !


Aziz Üstel / Star

Örgütümüzün gücü gizliliğinde yatmaktadır. Hiç bir yer ve biçimde adıyla anılmamalı, sürekli başka bir uğraşla anılmalı, illuminati adından hiç söz edilmemeli. Örgütün gücü sadece üyelerimizin çıkarları doğrultusunda kullanılmalı. ..

(Illuminati üyelerine mektup.)

Illuminati 1 Mayıs 1776’da Alman asıllı Adam Weishaupt tarafından kuruldu; merkezi Bavyera’ydı. Weishaupt, Ingolstadt Üniversitesinde Hukuk Profesörüyken “masonik eğilimlere” merak sarmış, sonunda da bu örgütün temellerini atmıştı. Ancak hükümete karşı çalıştığı gerekçesiyle örgüt merkezi 1786’da basılınca tümüyle yer altına girdi. Illuminati’nin ilk yılları 18. yüzyıl Avrupası’ndan Amerika’ya sıçrayarak devam etti. Illuminati’nin Avrupa ve Amerika’yı elinde tutan Rockefeller, Kennedy, Rothschild gibi ailelerin önderliğinde yavaş yavaş dünyaya egemen olduğunu, her ülkede iş birlikçi siyasiler ve sivil/asker bürokratlar aracılığıyla gerektiğinde demokrasiyi pompalayıp gerektiğinde de darbeleri öne çıkardığını artık biliyoruz.

İlluminati’nin korkusu İslam

Bu gün Batı’da İslam Terörü başlığı altında 11 Eylül saldırılarından sonra gündeme koyulan senaryo ve ABD’nin bu “yeni terör olgusunu” yok etmek amacıyla Orta Doğu’ya yoğunlaşması Illuminati’nin tasarımlarından biri belki de en önemlisidir. İslam ülkeleri arasındaysa büyük bir imparatorluk kültür ve geleneğinden gelmesi, su ve gıda gibi 21. yüzyılın ikinci yarısında olağanüstü kıymete binecek iki “nimette de kendine yeterli olması”, Türkiye’yi birinci derecede önemli bir hedef konumuna oturtmuştur. Türkiye ya evcil bir süs finosu olacak ya da bölünüp parçalanacak, eyaletlere ayrılacak, İslam dünyasındaki bütün etkisi yok olacaktır. Eh bu gün artık, Tayyip Erdoğan’la Türkiye’nin “evcil bir süs finosu” olmayacağı iyice anlaşıldığına göre geriye terörün tavan yapmasıyla başlayıp sürecek ve bölünmeyle noktalanacak bir süreç başlatılmıştır. Batı ve uzantıları öylesine bir anlamsız korkuya kapılmışlardır ki, kalkıp İslam’ı soğuk savaş döneminin öcüsü, Komünizmin yerine oturtmaya kalkışmışlardır. Bütün bu girişimleri yönetense, gene Batılı yazar ve düşünürlere göre Illuminati nam örgüttür. (The Illuminati—Facts and Fiction. Prof. D.H Rice—Illuminati—Ali Kuzu)

İslam’a batının istediği yönü verecek ülkenin gene bir İslam ülkesi olması şarttır. Başlangıçta bu görevi Tayyip Bey ve AK Parti’nin üstleneceği düşüncesinde olanlar, “one minute” söylemi ve PKK’yı yok etmeye yönelik verilen amansız mücadele, TSK’yı artık NATO değil Türk subaylarının yönetmesi, MİT’in Hakan Fidan’la uluslararası değil ulusal bir istihbarat kurumuna dönüşmesi sonucu hayal kırıklığına uğramıştır.

“Delikanlı olun ciğerimi, yiyin”

Tayyip Bey oynanan bütün bu oyunların, kurulan tezgahların elbet farkındadır. Biraz da alaylı bir biçimde, Kasımpaşa’da doğup büyümüş olmasına da gönderme yaparak, semti mesken tutmuş gerçek kabadayıların ağzıyla Avrupa’ya seslenmiştir: Üzerimize propaganda amaçlı medyanızı, Ermenileri, terör örgütlerini sürmeyin. Delikanlı olun, ciğerimi yiyin!” Bu kadar basit, bu kadar yalın ve bu kadar herkesin anlayacağı bir üslup kullanmıştır!

Aslında vah ki ne vah vah dememiz gereken, CHP gibi cumhuriyeti kurmakla övünen bir siyasi partinin sırf iktidar olabilmek için bu oyuna kayıtsız kalması, kimi zaman da arka çıkmasıdır. HDP’yse zaten bu oyunun bir parçasıdır. Söz verilen Türkiye Cumhuriyeti topraklarını ele geçirmek adına, HDP’ye oy veren vatandaşlar değil ama HDP yönetimi her türlü kaltabanlığa vardır; sonuna kadar. TBMM’de Almanya’nın 1915 Soykırım safsatasına karşı hazırlanan ortak bildiriyi imzalamayan HDP, tam aksine, bir avuç sözde Türkiye kökenli Alman milletvekilinin saçma sapan önergesini desteklemiştir. Bu bile HDP’nin bir üst akıl tasarımı olduğunun kanıtıdır.

Tayyip Bey’den umudu kesen ve İslam’ı evcilleştirip denetim altına almayı amaçlayan Illuminati ya da üst akıl, Batının parası, örgütçülüğü, istihbarat yeteneği ve becerisiyle kurguladığı bir senaryoda, bir imam emeklisini Tayyip Erdoğan ve AK Parti’yi itibarsızlaştırarak alaşağı edip Halife ilan etme hevesine bile kapılmış. Akıl ve mantıksızlık ürünü bu senaryo da başarısızlıkla sonuçlanmış, kötü bir serüvenden öte geçememiştir.

Bütün bunların ışığında milletçe çok dikkatli olmak, her türlü tahrikten uzak kalmak akl-ı selimin her zaman hezeyana galip geldiğini unutmamak gerekir..

(Meraklısına Not—Haftaya Iluminati’yi irdeleyeceğim ayrıntılı bir yazı dizisini lütfen bekleyin, okuyun efendim)

KIBRIS DOSYASI : Rum İstihbarat Teşkilatı’na IŞİD uzmanları alınıyor


Rum İstihbarat Teşkilatı (KİP), Orta Doğu’da yaşanan son gelişmeler üzerine IŞİD konusunda uzman on yeni eleman alınacağını duyurdu.

KİP yasasının geçtiğimiz Nisan ayında değişmesinin ardından teşkilatın operasyonel yeterliliği arttırılmıştı. Yasanın değişmesiyle KİP, Orta Doğu konularında uzmanların alınmasına karar verdiği belirtildi.

Rum basınına yansıyan haberlere göre; teşkilatın yakın geçmişe kadar, üçü Arap dünyası, üçü ise bilişim ve bilgisayar olmak üzere altı uzmanla işbirliği yapmakta olduğu ifade edildi.

Son dönemde IŞİD örgütünün terörizm faaliyetlerini arttırması sebebiyle KİP’in daimi uzman alımına gitme kararı aldığı vurgulandı.

Teşkilata alınması planlanan on uzmandan beşi Arap dünyası konuları, ikisi bilgisayar ve internet, biri bilgi işlem analizcisi, biri Türkiye konularında uzman ve biri de hukukçu olacak.

Bu uzmanların iki yıllık sözleşmeyle alınmaları ve yıllık maliyeti 300 bin Euro olmasının öngörüldüğü belirtildi.

Alımlar konusunda son onayı Rum Bakanlar Kurulu’nun vereceği öğrenildi.

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI : Euro 2016’ya 15 ayrı saldırı planı ortaya çıktı


Euro 2016’ya 15 farklı saldırı planı hazırladığı öne sürülen bir Fransız, Ukrayna’da yakalandı.

Ukrayna’da KGB’nin devamı gibi görev yapan İstihbarat Teşkilatı’nın 21 Mayıs’ta Polonya sınırı yakınlarında otomobilinde 2 bombaatar, 125 kilo patlayıcı ve 5 kalaşnikofla bir Fransız vatandaşını yakaladığı ortaya çıktı.

Yakalanan kişinin Fransa’da yapılacak Euro 2016 için saldırı hazırlığında olduğu bilgisi verildi. Buna göre saldırganlar aralarında cami ve sinagogun da olduğu 15 ayrı noktaya saldırı yapmayı planlıyordu.

Ukrayna İstihbarat Teşkilatı adına Vasili Grischak tarafından yapılan açıklamada yakalanan kişinin Ukrayna’ya silah ve patlayıcı almak için geldiği geldiği belirtildi.

Bir Fransız’ın silah satın almak için ülkede bulunduğuna dair gelen istihbarat üzerine yapılan operasyonlar sonucunda kişinin silah ve bombalarla birlikte ele geçirildiği belirtildi.

Dış basında yer alan haberlere göre Fransız vatandaşının tutuklandığı ana ait görüntüler de yayınlandı.

GÜNDEM ANALİZİ /// Yusuf Girayalp Atan : Kimlerle Savaşıyoruz ?


Bir hikâyeye göre zamanın birinde iktisat hocası derse şu şekilde başlar:

– Arkadaşlar, iktisat üçe ayrılır: Ticaret, siyaset, savaş.

1- Bir milyon dolara kadar para kazanmak isteyenler ticaret,

2- Bir milyar dolara kadar para kazanmak isteyenler siyaset,

3- Daha çok kazanmak isteyenler ise savaş yaparlar!..

Hikâye bu ya! Özellikle son yazılarımda anlattığım yeni nesil küresel savaşın nedeniyle ilgili bu hikâye bir özet olarak değerlendirilebilir.

Günümüzde kimimizin gördüğü kimimizin hâlâ fark etmediği yeni nesil bir küresel savaşın içerisinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Oluşturulmaya çalışılan yeni düzende farklılaşmalar görüyoruz. Bu farklılıklardan biri de değişen savaş yöntemleridir. Yeni düzende artık devlet dışı çok uluslu şirketler de temel ekonomik birimler haline geldiler. Günümüzdeki savaş ulus-devletler ve devletler büyüklüğündeki şirketlerin hem karşılıklı olarak hem de kendi aralarında verdikleri güç mücadelesinden oluşmaktadır. Dünya’nın en büyük 100 ekonomisinden 51’inin şirketler ve yalnızca 49’unun ülkeler olduğunu hesaba kattığımızda son dönemde sancısını yaşadığımız "yeni nesil dünya savaşı" olarak nitelendirdiğim bu dönüşümün detaylarını daha net görebiliriz. Sanal ekonomi hızla yayılmakta, bölgeselleşmeler ile uluslararası ekonomik aktörler devletlerin ekonomik egemenliklerini son derece sınırlandırmaktadır.

Çok uluslu şirketler, bir ülkeden hammaddeyi temin ederken, fabrikayı başka bir ülkeye kuruyor, pazarlama ve satışı da bir başka ülkede gerçekleştiriyorlar. Hiçbir millete tabi olmayan bu şirketlerin hedefi tüm dünyadır. Çok uluslu şirketlerin artık ulus-devletler açısından ismi konulmamış bir rakip durumuna geldiğini hep birlikte görüyoruz

II. Dünya Savaşı sonucunda şekillenen iki kutuplu temel dünya düzeni 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile sona erdi. Soğuk savaş sonrasında ortaya konulan yeni modeller ile birlikte “yeni dünya düzeni” adı verdikleri bir operasyon başlamıştı. Yeni düzen, ülkelerarası birlikler, bölgesel paktlar ve ulus-üstü örgütlenmelerle yukarıdan aşağıya ulus devleti zoraki de olsa dönüştürmektedir.

Akıllarımıza gelen ilk soru. Peki, bu gidişat nereye? Bu savaşları çıkaranların amacı ne?

Etnik ve dini temelli savaşların sonucunda yüz yıl önce büyük bir devlet olan Osmanlı Devletini mevcut ulus-devletlere bölerek kendi belirledikleri ve destekledikleri yöneticiler ile bu bölgenin kaynaklarını istedikleri gibi kullanıyorlardı.

ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ve sonrasında askerlerini çekmesinin ardından “Arap Baharı” olarak adlandırılan bir süreç karşımıza çıktı. Küresel güçlerin belirlediği liderler koltuklarını kaybedince darbe ve iç savaşlar ile istedikleri yöneticileri başa geçirip tekrar istedikleri gibi yönetmek istediler. Ancak bu da istedikleri gibi olmayınca küresel aktörler bu defa parçalanan ulus-devletlerden oluşan yeni küçük devletçikler oluşturup bunları yeni ‘kaos’ düzeninin bir parçası haline getirmeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Ulus-devletlerin neredeyse parçalanmasıyla sonuçlanan etnik ve dini çatışmaların arttığını hep beraber izliyoruz. Sermayenin önündeki en önemli engel olarak görülen ulus-devletler, son dönemde yine sermayenin kurallarıyla şekillenmekte ve küresel sermaye sahiplerinin belirlediği sınırların dışına çıkıldığı zaman ya krizlerle karşı karşıya bırakılmakta veya “sıcak para” şeklinde ülkeyi terk etme tehditlerine maruz kalıyorlar.

Oluşturulmaya çalışılan yeni düzende küresel sermaye sınırların olmadığı kaynaklar dünyasına kavuşmak istiyor. Oluşturulacak küçük devletçikler bağımsızlıklarını kazandıkları düşüncesiyle savaştan çıkmış bir hal ile küresel sermayeden destek isteyecek ve bunun karşılığında tavizler vererek yatırım ve sermaye çekmeye çalışacaklar. Bu şekilde yönetimi de adeta altın tepside bu küresel güçlere teslim edeceklerdir. Küresel aktörler oluşturulacak küçük devletçiklere ulus ötesi sermayenin rahatça hareket etmesi için her türlü imkânı sağlama görevi yükleyecekler. Böylece kaynaklara sınırsız ulaşım imkânı bulan ulus-üstü şirketler artık güçlerini daha da artırmayı hedefliyorlar.

Ulus-üstü şirketler sınır ötesi birleşmeler ve satın almalar ile piyasalarda neredeyse tekel haline gelmektedirler. Uluslar-üstü firmalar güçlerine güç katarken gelir dağılımındaki bozulmanın da aynı hızla ilerlediğini söyleyebiliriz. Küresel ekonomik sıkıntıların yaşandığı dönemlerde ortaya çıkan krizler ile satın alma gücü azalan tüketim toplumları kredilerle finansal sisteme bağımlı hale getirilmektedir. Küresel sermaye piyasaları, ülkelerin döviz kurları karşısındaki edilgen pozisyonları, devletlerin dâhilde ve hariçte etki etme güçlerinin sınırlarını zorlayarak güçlerini hissettiriyorlar.

Savaş, iç içe geçmiş terör ve istihbarat örgütleri ve organize olmuş kurumlar üzerinden yürütülmektedir. Ortadoğu’da, Brezilya’da, Fransa’da yaşanan kaos ortamının temeline inmeye çalıştım. Almanya parlamentosundan geçen yasa, hendekler, kilise düşen füzeler bu savaşın parçaları. Bu savaş büyük.

ERMENİ SORUNU DOSYASI /// Talat Paşa’nın katilinin oğlu : Benim babam hem yalancı hem katildi


Talat Paşa’nın katilinin oğlu: Benim babam hem yalancı hem katildi

Soykırım savunucularının ısrarla hedef aldığı İttihat ve Terraki’nin önderlerinden Talat Paşa’nın ölümüyle ilgili çarpıcı bilgiler ortaya çıktı.

Yalancı bir katil olarak babam nasıl kahraman olabilir.?" Bu sözler Talat Paşa’nın katili Soğonım Tehliryan’ın oğluna ait.

Alman Süddeutsche Gazetesi’ne konuşan oğul Tehliryan, "babasının kahraman olarak görülemeyeceğini" söyledi. Tam adının açıklanmasını istemeyen 86 yaşındaki Tehliryan; "babam yalancı ve katildi" dedi.

Tehliryan, babasının mahkemedeki savunmasında da yalan söylediğini belirtti. Babasının "kız kardeşime tecavüz edildi. Annem ve babam kurşunlandı" şeklinde savunma yaptığını hatırlatan Tehliryan; babasının hiç kız kardeşi olmadığını açıkladı.
Katil ve yalancı biri olarak babasının Ermenistan’da kahraman kabul edilmesini anlayamadığını söyleyen oğul Tehliryan, "herhalde ben kötü bir Ermeniyim" ifadelerini kullandı.

Talat Paşa, 15 Mart 1921 tarihinde Almanya’da evinden çıktığı sırada Ermeni komitacı Soğomon Tehliryan tarafından düzenlenen suiakstle öldürülmüştü. Tehliryan Almanya’daki yargılamada cinnet geçirdiği gerekçesiyle beraat etmişti.

ERMENİ SORUNU DOSYASI : İşte ‘Ermeni soykırımı var’ diyen 11 Türk !


Dün Alman Federal Meclisinde kabul edilen Ermeni soykırımı tasarısına evet oyu veren 11 Türk’ün kimi Tokatlı kimi Adanalı..

1915 olaylarını “soykırım” olarak niteleyen tasarı Almanya Parlamentosu’nda kabul edildi. Alman Federal Meclisi’nde “Ermeni soykırımı tasarısı” bir ret ve bir çekimser oyla kabul edildi.

11 TÜRK, TASARIYA “EVET” OYU VERDİ

Ermeni soykırımı tasarısını Alman meclisine getiren isim ise Türkiye kökenli olan Yeşiller Partisi’nin Eş Başkanı Cem Özdemir oldu. Tasarısının oylamasında tek ret oy Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) Milletvekili Bettina Kudla’dan gelirken, tek çekimser oy da yine CDU milletvekili Oliver Wittke’dan geldi. Buna karşın Alman Parlamentosu’nda yer alan 11 Türkiye kökenli vekil tasarıya destek verdi.

İŞTE VATANINA İHANET EDEN O 11 TÜRK;

TASARIYI HAZIRLAYAN CEM ÖZDEMİR; BABASI ÇERKES

Aynı zamanda milletvekili de olan Cem Özdemir, 12 Eylül 1965 tarihinde Türkiye’den göç eden Tokat-Turhal’lı bir işçi ailenin oğlu olarak Almanya’nın güneyindeki Baden-Württemberg eyaletinde, Bad Urach kentinde doğdu. Babası Çerkes kökenli, annesi ise İstanbullu. Liseyi bitirdikten sonra Reutlingen Sosyal Bilimler Fakültesinde sosyal pedagoji eğitimi aldı. 1987 yılından sonra da eğitimci ve serbest gazeteci olarak çalıştı.

TÜRK VATANDAŞLIĞINDAN ÇIKARILDI

16 yaşında Alman vatandaşlığına geçme başvurusunda bulundu. Gerekçelendirmesi, ”kendisinin bu ülkenin politik bilincine sahip bir vatandaşı” olarak hissetmesi oldu. Askerlik hizmetini yapmadığından ötürü vatandaşlıktan çıkartılması iki yıl süren Özdemir, 18 yaşında Alman vatandaşlığını elde ederek, Türk vatandaşlığından çıkarıldı.

ÖZCAN MUTLU; AYDIN DOĞAN’A OTEL ALMASI İÇİN ARACI OLDUĞU KONUŞULDU

1968 Kelkit (Gümüşhane) doğumlu. 1973 yılından beri Almanya’da yaşıyor. Özcan Mutlu, 2011 yılında Aydın Doğan’ın Almanya’da 5 yıldızlı 5 oteli satın almak için 380 milyon Euroluk teklif sunduğu ve kendisinin görüşmelere aracı olduğu şeklinde Focus dergisinde yayınlanan haberin yalan olduğu gerekçesi ile dergiye karşı dava açmıştı. Dava için tanınmış medya avukatlarından Christian Schulz’u tutan Mutlu, avukatı aracılığı ile dergiye karşı dava açılması için müracaatta bulunmuştu. Avukat Schulz, derginin haberi tekzip etmesi, geri çekmesi ve internet ortamında yaymaması talebinde bulunmuştu.

YEŞİLLER PARTİSİ VEKİLİ EKİN DELİGÖZ, TOKATLI

1971 Tokat doğumlu. 1979 yılında ailesiyle birlikte Almanya’ya geldi. Konstanz ve Viyana’da İdare Bilimleri eğitimi gördü. Meclise Yeşiller partisinden giren Deligöz 1998 yılından bu yana Federal mecliste.

TÜRBAN KARŞITI SÖYLEMLERİYLE ÖNE ÇIKMIŞTI

Deligöz, 2006 yılında ‘Bild am Sonntag’ gazetesi aracılığıyla birkaç kadın milletvekiliyle birlikte kadınlara yönelik yaptığı çağrıda “Türban kadınlara baskının sembolüdür. Kadınların türban takmasını isteyen onları seks objesi olarak görüyor demektir. Ben Müslüman kadınlara şu çağrıda bulunuyorum: Günümüzün koşullarına göre yaşayın. Almanya’yı yaşayın. Türbanı çıkarın. Erkekler gibi aynı vatandaşlık haklarına sahip olduğunuzu gösterin” şeklinde açıklamada bulunmuştu. Deligöz bu açıklamasının ardından dinci kesimler tarafından tehdit edilmişti.

UYUM BAKANI AYDAN ÖZOĞUZ, TÜRK ÖĞRENCİ DERNEĞİ BAŞKANLIĞI YAPTI

1958 yılında Kilis’ten Almanya’ya çalışmaya giden işçi ailesinin çocuğudur. Ailesinin yaptığı gıda ticaretinde başarılı olmasından sonra Özoğuz 1989 yılında Almanya vatandaşı oldu. Öğrencilik yaptığı yıllarda Hamburg’da iki yıl süreyle Türk Öğrenci Derneği başkanlığını yaptı. Öğrencilik yaşamının ardından Alman Sosyal Demokrat Partinin ilk Türk kökenli başkan yardımcılığı görevini yürüttü. Almanya’da 2013 yılında Göç ve Uyum Bakanlığı görevine getirilmiştir.

“RADİKAL İSLAMCI” OLDUKLARI GEREKÇESİYLE MERCEK ALTINA ALINMIŞLARDI

Almanya’nın en yüksek tirajlı gazetesi Bild gazetesi, Aydan Özoğuz’un kardeşleri Yavuz Özoğuz ve Gürhan Özoğuz’un, radikal İslamcı oldukları gerekçesiyle yıllarca Almanya Anayasayı Koruma Birimi tarafından mercek altına alındığını yazmıştı. Alman Bild gazetesinde yer alan habere göre, Özoğuz kardeşler, kurdukları Muslim Markt internet sitesinde yıllarca İsrail düşmanlığı yaparken, İran yanlısı yayınları nedeniyle Anayasayı Koruma Birimi tarafından yıllarca izlendi.

ALMAN SOSYAL DEMOKRAT PARTİ MİLLETVEKİLİ MAHMUT ÖZDEMİR

Duisburg ikinci bölgeden doğrudan seçilen SPD üyesi Özdemir 26 yaşında. Federal Meclis milletvekilleri arasında en genç milletvekili unvanını alarak tarihteki yerini alan Özdemir, Duisburg’da işçi ailesinin çocuğu olarak 1987 yılında dünyaya geldi. Özdemir, liseyi bitirdikten sonra Düsseldorf Heinrich-Heine Üniversitesi’nde hukuk eğitimi aldı. Öğrenci olduğu dönemde Sosyal Demokrat Parti’de çalıştı. Duisburg’da yapılan 2009 yerel seçimlerinde belediye Meclis Üyesi seçilen Özdemir, 2013 seçimlerinde Duisburg 2. bölgeden oyların yüzde 43,2’sini aldı.

SOSYAL DEMOKRAT PARTİ VEKİLİ METİN HAKVERDİ; ANNESİ ALMAN

Almanya’nın Hamburg kentinde 1969 yılında doğan Hakverdi Kiel ve ABD’nin Indiana kentinde hukuk eğitimi aldı. Annesi Alman, babası Türk olan Hakverdi, 1999 yılında Hamburg’da avukat olarak çalışmaya başladı. 2008 yılında Hamburg Eyalet Meclisi seçimlerinde Billstedt-Wilhelmsburg-Finkenwerder seçim bölgesinden doğrudan seçilerek Eyalet Meclisi’ne girdi. Hakverdi, Hamburg-Bergedorf-Harburg seçim bölgesinden SPD’den doğrudan aday olan Hakverdi de oyların yüzde 40,4’ünü alarak Meclis’e girdi.

ALMAN SOSYAL DEMOKRAT PARTİ VEKİLİ CANSEL KIZILTEPE

Berlin’de 1975 yılında doğan Kızıltepe lise eğitiminden sonra Berlin Teknik Üniversitesi’de iktisat eğitimi gördü. Alman Sendikalar Birliği ve Ekonomi Araştırma Enstitüsü’nde ve Berlin Meslek Akademi’de eğitmen olarak çalışan Kızıltepe, Sosyal Demokrat Parti’ye 2005 yılında üye oldu ve parti içinde çeşitli alanlarda faaliyet gösterdi. SPD Milletvekili Ottmar Schreiner’in meclis bürosunda yönetici olarak çalışan Kızıltepe SPD Kreuzberg ilçe listesinden 5. sıradan milletvekili seçildi.

ALMAN SOSYAL DEMOKRAT PARTİ MİLLETVEKİLİ GÜLİSTAN YÜKSEL

1962 Adana doğumlu. Kuzey Ren Vestfalya eyaletindeki Möncengladbach kentinden aday olan Yüksel partisi SPD’den Meclis’e girmeyi başardı. Yüksel uyum politikaları konusunda yaptığı çalışmalarla biliniyor.

SOL PARTİ VEKİLİ SEVİM DAĞDELEN; EVRENSEL GAZETESİNDE ÇALIŞTI

Almanya’nın Duisburg kentinde 1975 tarihinde doğan Dağdelen, 1997 yılında liseyi bitirdikten sonra Marburg‘da hukuk eğitimine başladı. Daha sonra bir yıl Avustralya’da eğitim gören Dağdelen, Verdi sendikası ve Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DIDIF) üyeliği bulunan Dağdelen, Evrensel gazetesinin yanı sıra ”Tatsacahen” ve ”Junge Stimme” dergilerinde çalıştı. Dağdelen Kuzey Ren Vestfaya eyalet listesinden 3. kez yeniden Bundestag’a girmeyi başardı. Kuzey-Ren Vestfalya eyaletinden Sol Parti’nin 5. sırasından seçilen Dağdelen aynı zamanda Sol Parti Meclis Grubu Uyum ve Göç Politikaları sözcüsü. İki çocuk annesi Dağdelen, Türk-Alman Parlamentolar arası Dostluk Grubu Başkan Vekilliği görevini de yürütüyor.

SOL PARTİ MİLLETVEKİLİ AZİZE TANK

1950 yılında Ayvalık’ta doğan ve 1972 yılında İstanbul’dan Almanya’ya gelen Azize Tank, Oberpfalz bölgesinde bir porselen fabrikasında çalışmaya başladı. Daha sonra Berlin’e göç eden Azize Tank, burada kurduğu kız ve kadın derneğinin kurucuları arasında yer aldı. Bu alanda faaliyetlerde bulunan Tank, sosyal danışmanlık mesleği konusunda eğitim aldı. Charlottenburg ilçesinde 1990 yılında yabancılar danışmanlığına atanan Tank bu görevi 2009 yılına kadar sürdürdü ve emekliye ayrıldı. Federal Meclis için ilk kez 2013 seçimlerinde Sol Parti’den aday olan Tank, Berlin eyalet listesinden 6. sıradan milletvekili seçildi.

ALMAN HRİSTİYAN DEMOKRAT PARTİ (CDU) MİLLETVEKİLİ CEMİLE YUSUF

Hıristiyan Demokratların ilk Müslüman vekili olan Yusuf Batı Trakya kökenli. Seçim bölgesi Hagen’de doğrudan aday olan Yusuf aynı zamanda eyalet listesindeydi. 2012’den bu yana CDU Kuzey Ren Vestfalya Yönetim Kurulu üyesi olan Yusuf 1978 doğumlu. Almanya’nın Leverkusen kentinde doğan Yusuf, Bonn’daki Rheinische Friedrich-Wilhelms Üniveristesi’nde siyaset bilimi eğitimi aldı. 2008’de Kuzey Ren Vestfalya eyaleti Uyum Bakanlığı’nda çalışmaya başlayan Yusuf ayrıca, CDU Kuzey Ren Vestfalya Alman Türk Forumu’nun başkan yardımcısı.(ulkucumedya)

ERMENİ SORUNU DOSYASI /// VİDEO : Barış Doster – Mehmet Perinçek – Gürkan Hacır’la Şimdiki Zam an (TOPLAM 3 BÖLÜM)


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=FD4mB7dzdeg&feature=youtu.be

https://www.youtube.com/watch?v=bTHntSTitsU&feature=youtu.be

https://www.youtube.com/watch?v=DeHCxLbmS7k&feature=youtu.be

ALMANYA DOSYASI : ALMANYA’NIN HERERO VE BELÇİKA SOYKIRIMI SAYFASI


FACEBOOK LİNK : https://www.facebook.com/genocidebygermany

MİZAH : CEHALET MEŞRULAŞTI :))


MİZAH : İLBER HOCA, TAYYİP ERDOĞAN’A AYARI VERDİ :)))))


MİZAH : AK PARTİ RAMAZAN ÖNCESİ SÜLALEMİZİ SEVMEYE DEVAM EDİYOR :)))))


BU İNEK VE SAHİBİ ÖKÜZÜN KLİMALI AHIRININ KAÇAK BEDELİNİ ÖDEMEK ZORUNDA DEĞİLİZ !!

DESEK TE İNANMAYIN !!!

ÇÜNKÜ SEVE SEVE ÖDEYECEĞİZ …. YASALAŞMIŞ DURUMDA.

ERMENİ SORUNU DOSYASI : EY VATANDAŞ ! EY HÜKÜMET ! DOSTUNU DÜŞMANINI BİL !!!


ERMENİ SORUNU DOSYASI : HAYRANI OLDUĞUMUZ (!) ARAPLARIN ERMENİ SEVGİSİ


ERMENİ SORUNU DOSYASI : AK PARTİ’NİN SÖZDE SOYKIRIM KONUSUNA 9 SATIRLIK BAKIŞI


– Akdamar Kilisesi restore edilip Ermenilere açıldı mı ?

– Evet

– Ermenistan ile dostluk maçı yapıp, Azerbeycan bayrakları yasaklandı mı ?

– Evet

– Tüm Vakıf hakları iade edildi mi ?

– Evet

– Özür dilendi mi ?

– Evet

Bunları kim yaptı peki ? Almanya mı ???

TÜRK MİLLİYETÇİLERİ DOSYASI : 75. Yıldönümünde Cumhuriyet Türkiyesi ve Sanat


75. Yldnmnde Cumhuriyet Trkiyesi ve Sanat.pdf

TARİH : TUNA BULGAR DEVLETİ (679-1018)


İlk Bulgar Devleti’nin kurulduğu Aşağı Tuna’nın iki kıyısını kapsayan bölge ile Dinyester Irmağı’nın ağzından Balkan Dağları’na kadar uzanan alana VII. yüzyılın sonuna doğru gelen kavimler kimlerdi? sorusuna uzun süre cevap aranmış ve bunların menşei hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Çeşitli iddialar doğrultusunda Urallı (Fin-Ugor), Tatar (Moğol), Slav ya da Fin kökenli oldukları sanılmıştır. Nihayet Bulgar olarak bilinen ve konumuz olan I. Bulgar Devleti’ni kuran bu kavimlerin Türk kökenli oldukları düşüncesi, Gy. Nemeth, L. Rasonyi ve G. Feher gibi Macar bilginlerinin çalışmalarıyla açıklığa kavuşmuştur. Bu bilginler, A. Vambery’nin 1882 yılında öne sürmüş olduğu[1] ve 1900 yılında Bulgar bilgini İvan Şimanov’un[2] da desteklediği Bulgarların Türk soyundan geldiği fikrine kesinlik kazandırmışlardır.[3]

Köken itibariyle bir Türk kavmi olan ve anayurtları Tarbagatay Dağları’nın kuzeyindeki Kobdo ve Semipalatinsk bölgesi olan Ogurlara[4] dayanan Bulgarlar, bu adla ilk defa 482 yılında Bizans İmparatoru Zenon’un Ostrogot Kralı Theodorik’e karşı yardım talebi ile ilgili olarak kaynaklarda geçmektedir.[5] “Bulgar” deyimi Atilla’nın oğlu İrnek[6] ile birlikte Orta Avrupa’yı terk edip doğuya gelen Hunların Karadeniz sahillerinde karşılaştıkları diğer bir Türk boyu Ogurlarla karışmaları netincesinde ortaya çıkmıştır.[7] G. Nemeth’e göre “bulgar” kelimesi Türkçe olup karışmak anlamına gelen bulgamak fiilinden türemiştir.[8] 463 yılından sonra Karadeniz’in kuzeyinde görülen Ogur boyları, Onogurlar[9], Sarıogurlar, Utrigurlar ve Kutrigurlar idi. Bunlar arasında Kutrigurlar ve Utrigurlar V. yüzyılın sonunda Aşağı Tuna havzasının güneyindeki Bizans eyaletlerine saldırmışlardır.[10] Yine bu iki Bulgar kavmi 567/68 yılında Göktürk hakimiyeti altına girmişlerdir.[11]

Kutrigur ve Utrigur Bulgarları üzerindeki Göktürk hakimiyeti 630 yılına kadar sürmüş ve bundan sonra Bulgarlar kendi devletlerini kurma çabası içerisine girmişlerdir. Bu arada Onogur boyunun Dulo ailesinden olan Kubrat (605-642)[12], Ogur boylarını birleştirip “Büyük Bulgaria” adı altında güçlü bir konglomera kurmayı başarmıştır. Sınırları doğuda Kuban, batıda Dinyeper, kuzeyde Donets nehirleri ve güneyde Karadeniz ile Azak Denizi olan Büyük Bulgaria, Bizans’la dostane ilişkiler kurmuş ve hükümdarı Kubrat’a, Bizans İmparatoru Herakleos (610-641) tarafından patrikios unvanı verilmiştir.[13]

Kubrat’ın (642) ölümü üzerine Büyük Bulgaria, Hazar Devleti’nin baskısı[14] neticesinde dağılmış ve Kubrat’ın oğulları arasında paylaşılmıştır. Kubrat’ın büyük oğlu Batbayan, Hazarların hakimiyetini kabul ederek “Büyük Bulgaria” topraklarında kalmıştır.[15] Diğer oğlu Kotrag, bir grup Bulgarla birlikte Don Nehri civarına gelmiş, Altsek adındaki bir başka oğlu da Panonya’ya yerleşerek Avar hakimiyetini kabul etmiştir. Kubrat’ın üçüncü oğlu Asparuh[16] liderliğindeki Bulgarlar ise Dinyeper ve Dinyester nehirlerini geçerek bugünkü Güney Besarabya’ya Bizans İmpratorluğu’na komşu olacak şekilde yerleşmişlerdir.[17]

Onların yerleştiği bölge Bizans kaynaklarında Oglos ya da Onglos (ggloV ya da gggloV- “köşe, bucak”) olarak geçmektedir.[18] Asparuh’un[19] Onglos bölgesine kesin geliş tarihi bilinmemekle birlikte Bizans İmparatoluğu’nun doğuda Araplara karşı ve Avrupa’da dini ve diplomatik mücadele verdiği yıllar olan 650 ile 670 tarihleri arasında gerçekleştiği tahmin ediliyor.[20] Asparuh ile gelen bu Bulgarlar, I. Bulgar Devleti’ni kuran ve ilmi araştırmalarda “Prtobulgar” ya da “Bulgar Türkleri” olarak adlandırılan Türklerdi.

Bizans tarihçisi Theofanes, Asparuh’un önderliğindeki Bulgarların Oglos bölgesine gelişini şöyle tarif ediyor “….Asparuh, Tuna’nın daha kuzeyinde olan Dinyeper ve Dinyester nehirlerini geçerek ve Onglos bölgesini ele geçirerek Tuna ile diğer iki nehir (Dinyeper ve Dinyester) arasındaki (alana) yerleşmiş, çünkü bölgenin her taraftan korunaklı ve alınması güç olduğunu görmüştür; ön taraftan bataklık oluşu, diğer yönlerden de nehirlerden oluşan taçla sarılmış olması, düşmana karşı büyük bir güvenlik sağlamaktaydı.” Diğer Bizans tarihçisi Nikeforos da eserinde buna benzer bir tarif vermektedir.[21]

670 yılında bu Bulgarlar, Bizans’ın kuzey komşusu konumu ile kısa sürede imparatorluğu tehdit eden bir güç haline gelmişlerdir. Konumuz çerçevesinde ele alacağımız I. Bulgar Devleti ya da Tuna Bulgar Devleti, Tuna deltasının güneyine geçmeyi başaran Asparuh komutasındaki Bulgarların burada karşılaştıkları Slav zümreleri ile birleşmesi neticesinde doğmuştur.

Başlangıçta Bizans’la dostane ve barışçıl ilişkiler kuran Asparuh (640-700) önderliğindeki Bulgarlar, gerek Hazarlardan kaçmak gerek yeni yerleşim alanı bulmak amacıyla, Tuna deltasının kuzeyindeki topraklardan hareketle Dobruca’nın güneyindeki Bizans topraklarına saldırılarda bulunmaya başlamışlardır.[22] Bizans İmparatoru IV. Konstantinos (668-685), İstanbul’u kuşatan Araplarla uğraştığı için yeni komşularına karşı koyacak güçte değildi. Ancak Arapların kuşatmayı kaldırmasıyla Bulgarlara karşı sefer hazırlıklarına girişti.[23]

Konstantinos, 680 yılında büyük bir deniz ve kara kuvvetiyle Bulgarları topraklarından çıkartmak üzere Tuna’nın ağzına ve Oglos[24] denilen bölge üzerine yürüdü.[25] Bulgarların bataklıklar arasında gizlenerek açıkça savaşmaktan kaçınması, Konstantinos’un başarı elde etmesini engelledi.[26] Hastalık nedeniyle imparatorun Mesemvria’ya geri çekilen Bizans ordusu Bulgarların saldırısına uğramış ve pek çok kayıp vererek çareyi kaçışta bulmuştur.[27] Neticede Bulgarlar Varna (Odesos) yakınlarına kadar olan Dobruca bölgesini ele geçirmişlerdir.

Gelişmelere engel olamayan Bizans İmparatoru IV. Konstantinos, 681 yılında Asparuh ile barış imzalamış ve ona Theofanes’in deyimiyle “Romalılar için utanç verici” olan yıllık haraç ödemeyi kabul etmiştir.[28] Bu anlaşmanın en önemli sonucu ise Bizans İmparatorluğu’nun kendi toprakları üzerinde bağımsız bir Bulgar Devleti’nin kurulmasını resmen kabul etmesidir.[29]

Aslında Bizans İmparatorluğu, Dobruca bölgesindeki toprakları Slav istilaları dolayısıyla fiili olarak daha VI. yüzyılın ortasında kaybetmişti. Fakat Slavların belirli bir siyasi yapıya sahip olmayıp dağınık gruplar halinde yaşaması, Bizans’ın Slavların üzerindeki hakimiyetini sürdürmesine neden oluyordu. Ancak Balkanlar’a gelmeden önce siyasi ve askeri teşkilatlanmada tecrübesi olan Bulgarlar, Slavlardan farklı idi. Nitekim Asparuh’un önderliğinde Bulgarlar, Bizans topraklarına gelerek başkenti Doğu Mözya’da[30] bulunan Pliska olmak üzere güçlü bir devlet kurmayı başardılar.[31]

Bulgarlar, Balkan Dağı ile Tuna nehri ve Karadeniz arasında kalan bölgeye yerleştikten sonra Bizans’a karşı, burada yaşayan Slavları kendi taraflarına çekmenin önemli olduğunu kavramış ve onlarla ittifak yapmışlardır.[32] Kurulduğu tarihten itibaren Bizans ve Latin kaynaklarında “Bulgaria” adı ile geçen ve modern tarihçilerin “I. Bulgar Krallığı” olarak adlandırdığı bu devleti oluşturan iki önemli unsur Bulgarların ve Slavların nüfus bakımından birbirine oranları neydi? Bu önemli soruya kaynaklardaki bilgi eksikliği dolayısıyla kesin bir şekilde cevap vermek güçtür.

Dönemin kronikçilerinden olan Suriyeli Mihail’in verdiği bilgi doğrultusunda Asparuh’la gelen Bulgarların sayısı 10.000’di. Ancak onun bu rakama kadınları ve çocukları katıp katmadığını bilemiyoruz.[33] Fakat daha sonraki tarihlerde yani VIII ve IX. yüzyıllarda Bulgar Krallığı’nın sınırlarını Tuna’nın kuzeyine ve kuzeydoğusuna doğru genişleterek buralara yerleşmiş Bulgar gruplarını da sınırlarına dahil ettiğini hatırlarsak bu miktarın biraz daha da artacağını tahmin edebiliriz. Yalnız V. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Tuna civarında görünen Slavların, Balkan Yarımadası’na Bulgarlardan yaklaşık bir buçuk asır evvel yerleşmesi ve bu bölgede kendilerinden önce yaşayan Trak ve İllir kavimlerini eritmeyi başarması, onların nüfus bakımından fazla olduğunu göstermektedir.[34] Dolayısıyla gerçekte Bulgarların teşkilatlandırdığı Slavlar, Bulgar Devleti’nin nüfus bakımından hakim unsur haline gelmiş ve zamanla Tuna Bulgarları, kalabalık Slav kitlesi tarafından asimile edilmiştir.

Devletin kuruluşunu takip eden ilk yüzyıllarda (VII ve VIII. yüzyıllarda) kaynaklar, bu iki etnik grubu “Bulgarlar ve Slavlar” diye ayrı ayrı zikrediyorlar. Dolayısıyla bu tarihlerde karışma henüz gerçekleşmemiştir. Ayrıca VIII. yüzyılın sonuna doğru Bulgarlardan kaçıp Bizans’a sığınan bazı Slavları görmek mümkündür. Bu durum Bulgarların bu tarihlerde hala Slavlaşmadığını gösteriyor.[35] Arkeolojik kazılar asıl karışmanın, özellikle IX ve X. yüzyıllarda gerçekleştiğini ve Tuna Bulgar Devleti’nin bu tarihlerden itibaren bir Slav ülkesine dönüştüğünü gösteriyor.[36]

Nüfus sayısı bakımından üstün olan Slavlar, devleti teşkilatlardırmada aynı üstünlüğü gösteremediler. Teşkilatlandırma işlevini Bulgar unsuru üstlendi ve han unvanıyla devletin başına Asparuh geçti. Bulgar devlet teşkilatı, diğer Fin-Türk kavimlerinde olduğu gibi oymak-klan sistemi üzerinde kurulmuştu. Bulgar Devleti’nin başında han unvanlı bir yönetici vardır. Han terimi daha sonraki tarihlerde yerini önce Slavca prens manasına gelen knez ve daha sonra da çar unvanına bırakacaktır. Görev bakımından handan sonra gelen kavhan ya da tarkan unvanıyla bilinen iki görevli daha vardı. Bulgar toplumunda üst ve alt olmak üzere iki asalet sınıfı söz konusudur. Üst asalet sınıfı boyarlardan, alt asalet sınıfı da bagayinlerden oluşuyordu.[37]

681 yılında Asparuh’un kurduğu I. Bulgar Devleti, yıkılış tarihi olan 1018 yılına kadar Bizans’a karşı önemli savaşlar kazanmış, kanunlarını oluşturmuş, aynı zamanda Bizans’la ticari ilişkiler kurmuş, Bizans’dan din ve kültür bakımından etkilenmiştir. Bizans’ın da inandığı Ortodoks Hıristiyan inancının kabul edilmesi ve Bizans tebaası olan Kiril ve Methodius’un Grek alfabesini Slav diline adapte etmeleri, I. Bulgar Devleti’ne yeni bir kimlik kazandırmış ve Slavlaşma sürecini hızlandırmıştır. I. Bulgar Devleti’nin tarihini başlıca iki döneme ayırmak mümkündür. Bunlardan birincisi “Hıristiyanlık öncesi Bulgar Devleti”, ikincisini de “I. Bulgar Devleti’nin Hıristiyanlık Dönemi” olarak adlandırabiliriz.

Hıristiyanlık öncesi I. Bulgar Devleti’nin hükümdarlarını şöyle sıralamamız mümkündür: Asparuh Han (640-700), Tervel Han (700-718), Sever Han (718-754), Kormisoş Han (754-756), Vineh (756-761), Telets Han (761-764), Sabin Han (764-766), Umar Han (Temmuz 766-Ağustos 766), Toktu Han (766-767), Pagan Han (767-768), Telerig Han (768-777), Kardam Han (777-802), Krum Han (802-914), Omurtag Han (814-831), Malamir Han (831-836), Presyan Han (836-852).[38]

“I. Bulgar Devleti’nin Hıristiyanlık Dönemi” hükümdarları ise Knez Boris (852-889), Vladimir Rasate (888-893), Çar Symeon (893-927), Çar Petro (927-969), Çar II. Boris (969-971) ve Çar Samuil (997-1018)’dir.

Devletin kuruluşuna ve ilk yıllarına Dulo ailesi damgasını vurmuştur. Asparuh Han, Tervel Han ve Sever Han bu ailedendi. Kormisoş Han, Vineh Han, Sabin Han, Umar Han, Pagan Han ve Telerig Han dönemlerinde Vokil ailesinden, Telets Han ve Toktu Han dönemlerinde de Ugayin ailesine mensup hanlar Bulgar tahtına çıkacaktır. 681 yılında kurulan Tuna Bulgar Devleti, Güney Besarabya, Eflak Ovası’nın bir kısmı, Dobruca’nın tamamı ve Karadeniz kıyısı ile Timok Nehri arasındaki Aşağı Moezya eyaletini kapsamaktaydı.[39]

Bizans İmparatoru IV. Konstantinos ile Asparuh arasındaki barış, II. Justinianus (685-695; 705-711) tarafından bozulmuştur. Slavların ve Bulgarların varlığı Bizans için tehdit oluşturduğundan ve II. Justinianus’un “barbarlara” daha fazla haraç ödemek istememesinden dolayı doğudaki ve batıdaki savaşlardan vazgeçerek “Slavinya ve Bulgaria” üzerine yürümüştür.[40] Justinianus’un niyetini anlayan Bulgarlar, Trakya’ya doğru ilerlemişler, ancak imparator onları geri püskürterek batıya doğru yönelmiş ve Selanik’e ulaşmıştır. Ege bölgesinde yaşayan pek çok Slav esir alınarak Anadolu’ya nakledilmiştir.[41] Anadolu’ya nakledilen Slavlar, imparatorluğun doğu sınırına stratiotis (asker) olarak, muhtemelen Arap saldırılarını durdurmak üzere yerleştirilmişlerdir.[42] Ancak bu girişimden sonra imparator, ordusu ile birlikte ülkesine dönerken yolu Bulgarlar tarafından Güney Rodop geçitlerinde kesilmiş ve kuvvetlerinin büyük bir kısmını kaybederek kendisi de güçlükle kurtulabilmiştir. Bu olay Asparuh’un hükümdarlık döneminin son olayıdır.[43]

Asparuh’tan sonra yine Dulo ailesine mensup muhtemelen Asparuh’un oğlu olan Tervel (700-718) Bulgar hanı olmuştur.[44] Tervel Han, Bizans İmparatoru II. Justinianus’la iyi ilişkiler kurmuş ve onun başlıca destekçisi olmuştur.[45] II. Justinianus, tahttan indirilip Kırım’a sürgün gönderildiğinde oradan kaçmayı başarmış ve Bulgar hükümdarı Tervel’in yanına sığınmıştır. Tervel, tekrar tahta çıkması için ona yardımda bulunmuş[46] ve bunun karşılığında kendisine muhteşem hediyeler ve Caesar unvanı verilmiştir.[47] Bu unvan eski önemini kaybetmiş olmasına rağmen, hala bu dönemde imparator unvanından sonra Bizans’ın en yüksek şeref unvanıdır.[48] Caesar unvanının alınışı Bulgar Krallığı açısından önemlidir. Çünkü onu vermekle Bizans, Tuna Bulgar Devleti’ni bir kez daha hukuki açıdan tasdik etmiş oluyordu.[49]

712 yılında II. Justinianus’un ölümünden sonra Tervel, Trakya’yı istila etti ve İstanbul surları yakınına gelerek bölgeyi yağmaladı.[50] Tervel Han, Bizans İmparatoru III. Theodosius’la, 716 yılında Bulgar Devleti’yle Bizans arasındaki sınırı belirleyen bir barış anlaşması yaptı. Buna göre iki devlet arasındaki sınır, Kuzey Trakya’dan yani Burgaz Körfezi’nden başlayarak Edirne-Filibe yolunun Meriç nehri ile kesiştiği hat oluyordu. Bu şekilde Bulgar Krallığı, güney sınırı bakımından Trakya Ovası’na doğru genişlemiştir.

Ayrıca bu anlaşma ile Bizans, Bulgarlara 30 lidre altın değerinde yıllık haraç ödemeyi kabul etmiş ve iki devlet siyasi mültecilerini birbirine teslim etmeyi taahhüt etmiştir. İki devlet arasındaki ticari ilişkiler de yine bu anlaşma ile belirlenmiştir.[51]

Tervel Han’ın 718 yılından sonraki faaliyetleri hakkında bilgi yoktur. Bu yüzden de onun bu tarihe kadar hüküm sürdüğü kabul edilmektedir.[52] Tervel Han’dan sonra Bulgar tahtına Sever Han (718-754) geçmiştir. Onun dönemiyle ilgili olarak Bizans kaynakları fazla bilgi vermemektedir. Sever Han’ın 754 yılındaki ölümünden sonra Bulgar soyluları arasında tahta çıkmak için mücadele başlamıştır. Kormisoş Han’la (754-756) Dulo hanedan ailesi son bulmuş ve Bulgar tahtı için eski Bulgar sülaleleri olan Vokil ve Ugayin birbirlerine karşı üstünlük mücadelesine girişmişlerdir. Bu dönemde Kormisoş Han’dan başka Bulgar tahtına sırasıyla Vineh Han (756-761), Telets Han (761-764), Sabin Han (764-766), Umar Han (Temmuz 766-Ağustos 766), Toktu Han (766-767), Pagan Han (767-768) çıkmışlardır.[53] Kormisoş Han, Vineh Han, Sabin Han, Umar Han ve Pagan Han dönemlerinde Vokil sülalesi üstün duruma gelmiş, Telets Han (761-764) ve Toktu Han (766-767)’la Ugayin ailesi etkin konuma geçmiştir.

718 ile 756 yılları arasında hüküm sürmüş hükümdarlar döneminde Bizans ile Bulgar Devleti arasındaki ilişkiler nispeten sakin görünüyor. Ancak bu barış dönemi, V. Konstantinos’un (741-775) Bulgar sınırında kaleler inşa edip buralara Suriyeli ve Ermeni göçmenleri askeri sınıf olarak yerleştirmeye başlamasıyla son bulmuştur. Buna karşı Bulgarlar inşa edilen kaleler için haraç istemişlerdir. Muhtemelen burada yeni bir haraç değil de, 716 yılında ihdas edilen miktarın artırılması söz konusu idi. Ancak Bulgar elçileri bu konuyla ilgili olarak Bizans’ın ret cevabı ile karşılaşmışlardır. Bu durum Bulgarlar tarafından bir savaş vesilesi sayılıp 755’te Trakya’ya girerek Anastasios’un suruna kadar ulaşmışlardır. Fakat yenilerek geri çekilmek zorunda kalmışlardır.[54]

Arap taarruzları zayıflayınca, Bulgarlar ile Bizans Devleti arasında yine savaşlar dönemi başlamıştır. Telets’in tahta geçmesinden sonra (761) çok sayıda Slav, Bulgar sınır bölgesinden Bizans arazisine geçmiş ve imparatorluk tarafından Bitinya’ya yerleştirilmiştir.

Telets Han döneminde Bizans İmparatoru V. Konstantinos, Bulgarlara karşı sefer düzenledi (763).[55] Bu sefer sırasında Bulgarlar hezimete uğratıldı. Bu da Telets’e karşı bir isyanın çıkmasına ve hayatını kaybetmesine neden oldu.[56] Bu arada Bulgar Krallığı’ndaki taht mücadelesi devam etmiş ve nihayet Telerig Han’ın (768-777) tahta çıkması ile Bulgar Devleti kendisini toparlayarak yeniden eski savaş gücüne kavuşmuştur. Telerig döneminde de V. Konstantinos, Bulgaristan’a sefer düzenlemiş (773) ve Bulgarların barış görüşmelerine girişmesi için zorlamıştır. Fakat yine de Bulgarlarla Bizans arasında kalıcı bir barış sağlanamamıştır. Nihayet 775 yılında V. Konstantinos, Bulgarlara karşı düzenlediği bir sefer esnasında ölmüştür.[57] Böylece Bulgar Krallığı’nı yok etmeyi amaçlayan Bizans İmparatoru V. Konstantinos tarih sanhesinden çekilmiş ve Bulgar Devleti iç ve dış tehlikeyi aşmıştır.[58]

Bulgar Hanı Telerig, bilinmeyen sebeplerden dolayı Bizans İmparatoru IV. Leon’un yanına sığınmış ve Hıristiyanlığı kabul ederek bir Bizans prensesi ile evlenmiştir.[59] Telerig Han’ın halefi Kardam Han (777-802) döneminde merkezi otorite güçlenmiş ve içteki taht mücadeleleleri sona ermiştir. Bulgar Devleti’nin içteki kuvvetlenmesi, Bizans’ı 796 yılında Bulgarların lehine bir barış anlaşması yapmaya itmiştir. Bu şekilde dışarıda da Bulgar Devleti açısından belli bir ölçüde rahatlama sağlanmıştır.[60]

Kardam Han’ın temel amacı Bulgar Devleti’ni güçlendirmek olduğundan Bizans’ın durumunu yakından takip etmiştir. Kardam, Bizans’la açık meydan savaşı yapmaktan kaçınmış, daha çok savunma stratejisi izlemiş ve merkezi otoriteyi güçlendirmeye çalışmıştır.[61] Kardam’dan sonra Bulgar tahtına oğlu Krum Han (802-814) çıkmıştır. Krum Han babasının savunma politikasını terk ederek Bizans’a karşı saldırı politikası izlemeye başlamıştır. İdare ettiği süre boyunca Bulgar Devleti’nin sınırlarını genişletmek için uğraşmış ve tahta geçer geçmez dikkatini devletin kuzeybatı sınırına çevirmiştir. Çünkü burada Frenk Devleti, zayıflayan Avar Devleti’ne saldırmak suretiyle Bulgar sınırlarına kadar topraklarını genişletmiştir. Bu durumdan faydalanan Krum Han, Tisza nehri civarındaki Avar topluluklarını hakimiyeti altına almıştır. Böylece Bulgar Devleti’nin sınırlarına bugünkü Sırbistan’ın kuzey bölgeleri, Macaristan’ın Tisza Nehri’yle Sava nehrinin Tuna’ya döküldüğü yere kadar olan topraklar katılmış oldu.[62]

Bir süre sonra Krum dikkatini güneye, Bizans’a çevirmek zorunda kaldı. Çünkü 802 yılında Bizans tahtına geçen I. Nikeforos (802-811), Bulgar Devleti’ne karşı 807 yılında bir sefer düzenledi. Ancak Edirne’de ordunun ayaklanmasından dolayı başarılı olamadı. Ertesi yıl Krum, Struma ırmağı bölgesinde Bizans ordularını bozguna uğrattı ve askerlere maaş olarak verilen paraları ele geçirdi. 809 yılında Krum’un ordusu, bölgede Bizans’ın son güçlü kalesi olan Serdika’ya (Sofya) saldırdı ve şehri ele geçirdi.[63] Böylece Bulgarların, Slav Makedonyası’na doğru yolu açıldı. Nikeforos, Bulgarların bu yönde ilerleyişini durdurmak için 809 yılında Balkanlar’daki Slav bölgelerine Anadolu’dan Bizans Hıristiyan göçmenlerinin yerleştirilmesini emretmiştir.[64]

Nikeforos, Bulgarlara karşı aldığı bu tedbirle yetinmeyip Bulgar Devleti’nin merkezi üzerine yürümeye karar vermiştir. 811 yılının ilkbaharında I. Nikeforos, büyük bir ordu ile Bulgar Devleti’nin sınırından geçerek Krum’un barış teklifine aldırmadan Pliska’ya saldırdı. Bulgar Devleti’nin başkentini tahrip ettirerek hanın sarayını yaktırdı.

Askerlerine, Balkan Dağları’nda Vırbitsa geçidini tutmalarını emreden Krum Han, 26 Temmuz 811’de ordusu ile birlikte geri dönen Bizans İmparatoru I. Nikeforos’a saldırmış ve bu savaşta imprarator dahil birçok Bizans ordu komutanı öldürülmüştür. Krum Han, I. Nikeforos’un başını kestirerek zaferinin simgesi olarak eski Türk geleneğine göre[65] kafatasını gümüşle kaplı bir kupa haline getirterek onunla boyarlarına içki ikramında bulunmuştur.[66]

İmparator Nikeforos’un Vırbitsa geçidinde uğradığı felaket, Bulgaristan açısından çok önemlidir. Çünkü bu zaferle Serdika (Sofya) ile birlikte Bulgar Devleti sınırlarına katılan bütün toprakların alınışı teyit edilmiştir. Ayrıca Krum’un Bizans imparatorunu yenmesi, Bulgar hanına Makedon Slavlarının saygısını kazandırmış ve devletin güney-batıya doğru genişlemesini mümkün kılmıştır. Krum, Nikeforos’un yerine geçen Mihail Rangabe (811-813) ile barış yapmaksızın 812 yılında[67] Doğu Trakya’da akınlara girişmiş ve Karadeniz kıyısındaki Develtos[68], Ahyolu, Süzebolu, Eski Zağra ve önemli bir merkez olan Mesemvriya’yı (bugün Nesebır kasabası) ele geçirmiştir.[69] 813 yılında Krum, İstanbul surları önünde Bizans’ı barışa zorlamak için görünmüştür. Ancak bu amacına ulaşamayıp hayati tehlike geçirerek buradan ayrılmıştır.[70] Bizans’ın kendisine karşı düzenlediği suikastın intikamını almak için Krum, Edirne’ye girmiş ve buradaki halkı beraberinde götürerek Tuna’nın ötesindeki bölgeye tehcir ettirmiştir.[71] Krum’un ani ölümü Bizans’ı büyük bir tehlikeden kurtarmıştır.[72]

Krum Han’ın hükümdarlık dönemi I. Bulgar Devleti’nin en parlak dönemlerinden birini teşkil etmektedir. Onun döneminde Bulgaristan, Avrupa’nın güneyinde önemli bir askeri ve siyasi güç haline gelmiştir. Krum’un temel devlet politikası Tuna bölgesinde bulunan bütün Bulgarları birleştirmek ve Moezya Slavlarının oturduğu bütün toprakları Bulgar Devleti içerisine katmaktı.[73] Dışarıda bu politika doğrultusunda Bizans’la savaşarak sınırlarını genişleten Krum Han, içeride de merkezi otoriteyi güçlendirmeyi ve VIII. yüzyılda Bulgaristan’da yaşanan krizin etkilerini ortadan kaldırmaya çalışmıştır.

Krum’un devlet düzenine ilişkin faaliyetine dair yasa koyuculuğunu da zikretmeliyiz. Onun IX. yüzyılın başında koyduğu yasalar, halkın gereksinimlerine ve hukuk anlayışına yanıt verecek niteliktedir. Krum Han’ın yasaları, cezalandırmadan önce sanığın dinlenmesini, hırsızlara yardım edilmemesini ve hırsızlık edenlere ağır cezalar verilmesini, içkinin yasaklanmasını ve yoksullara hayatlarını idame ettirecek kadar yardım sağlanmasını emrediyordu.[74] Yasa koyuculuğu dışında Krum Han, ülkesini imar eden bir kişi olarak da karşımıza çıkmaktadır. O, I. Nikeforos’un yakıp yıktırdığı devletin başkenti Pliska’yı tekrar imar ettirmiştir. İstanbul kuşatmasından geri çekilirken Krum, bölgede gördüğü heykel ve mermer sütunların Pliska’ya nakledilmesini emretmiştir.[75]

Krum Han’dan sonra Bulgar tahtına oğlu Omurtag (814-832) geçmiştir. Omurtag’ın hükümdarlık döneminde Bulgar Devleti’nin iç ve dış siyasetinde değişiklikler olmuştur. Bu değişiklikler, devletin temelinde yatan geleneklerin terk edildiği, devletin kurucusu Bulgarların haklarının tehlike altına girdiği ve eski inançların yıkıldığı endişesinden kaynaklanıyordu.

Hıristiyanlığın yayılışı ve devlet politikasının Slavları birleştirmeye yönelmesi bu endişeyi artırıyordu. Hıristiyanlık aracılığı ile pagan inancının reddi, devletin kendisi için tehlike anlamına geliyordu. Slav unsurunun artışı ise devlet yönetiminde Protobulgarların yerine Slavların geçmesi demekti. Bu yüzden Slav unsurunun ve Hıristiyanlığın etkisini engellemek gerekiyordu.

Hıristiyanlığın hızlı bir şekilde Bulgaristan’da yayılışı, Krum Han’ın Bizans’la yaptığı savaşların kaçınılmaz sonucu idi. Trakya’dan sürgün edilen ve Bulgar topraklarına yerleştirilen Hıristiyan esirler, kısa sürede komşu oldukları Bulgarlar ve Slavlar arasında dini inançlarını yaymayı başarmışlardı. Krum Han, muhtemelen bu dini etkinin farkına varmamış, ancak yerine geçen oğlu Omurtag (814-832) döneminde Hıristiyanlığa karşı ilk hareketlenmeler başlamıştır. Diğer taraftan Slav unsuru, Bulgar Devleti sınırları içerisinde o kadar artmıştı ki, devlet yönetiminin üst kademelerinde yer almaya başlamış, hatta devlet politikalarını belirleme girişimlerinde bulunmuştur.

Hükümdarlığın ilk aylarından itibaren Omurtag Han, Bizans’la barış anlaşmasının yapılması konusunda görüşmelere girişmişti. Bu görüşmelere Bulgar ordusunun Babaeski civarındaki yenilgisi yol açmıştır.[76] Neticede (takriben 816 yılında) Omurtag Han ile Bizans Devleti arasında 30 yıllık bir barış anlaşması imzalanmıştır.[77] Bu anlaşmanın şartları Süleymanköy (bugünkü Şumnu iline bağlı Seçişte Köyü) civarında bulunan kitabede geçmektedir.[78] Bu anlaşmanın ilk maddesine göre, Karadeniz kıyısındaki Develtos’dan başlayarak Ahyolu ve Mesemvriya’yı Bizans’a terk eden, güneybatı yönünde Harmanlı civarında Meriç nehrine, oradan da Rodopların kuzeyinden geçerek Filibe ovasına ulaşan ve Sofya bölgesini Bulgaristan’a bırakan bir hat, Bulgar Devleti ile Bizans arasında yeni sınır oluyordu. Anlaşmanın ikinci maddesi ile iki devlet arasında esir değişimi konusu ele alınıyor. Buna göre Bulgarlar, Krum Han tarafından Bulgaristan’a nakledilen Hıristiyanların geri gönderilmesini taahhüt ediyorlardı.[79]

Böylece Bizans ikinci kez Bulgarların toprak kazançlarını resmen tanımış oluyordu. Bu anlaşma İmparator II. Mihail’in (820-829) döneminde yenilenmiştir. Bundan sonra Bulgar-Bizans ilişkileri barış içinde devam etmiştir. Hatta Bulgar hükümdarı müttefik olarak Bizans İmparatorluğu’nda meydana gelen Thomas İsyanı’nın bastırılmasında (823) yardımda bulunmuştur.[80]

Bizans ile barışı sağladıktan sonra Omurtag Han dikkatini kuzeybatı ve kuzeydoğu sınırlarına yöneltti. Bu dönemde Bulgar Devleti’nin kuzeydoğu sınırları oldukça hareketliydi. Orta Asya’dan yeni göç dalgası ilerlemekteydi. Bu göç dalgasının öncü kuvvetini Peçenekler oluşturuyordu. Bunların baskısı ile Don nehri kenarında oturan Macarlar batıya çekilmek zorunda kalarak Dinyepr nehri civarında Bulgar topraklarına girmişlerdir. Dolayısıyla Omurtag onlarla savaşmak durumunda kalmıştır.[81]

824-829 yılları arasında Bulgar Devleti’nin kuzeybatı sınırı üzerinde Bulgar-Frenk ilişkileri gerginleşmiştir. İki devlet arasındaki anlaşmazlık, Timoçani, Braniçevtsi ve Abodriti denilen Slav kavimlerinin Bulgar Devleti’ne karşı bağımsızlık için ayaklanmalarından kaynaklanmıştır. Bu kavimler, Hırvat Knezi Ludevit’in tarafına geçmişler, ancak 822 yılında knezin, Frenk Kralı Ludwig[82] tarafından yenilmesi üzerine Frenk hakimiyeti altına girmişledir. Bulgaristan ile Frenk Devleti arasındaki sorun, Güneydoğu Pannonya ile Sirmium (Srem) şehrini Frenklara bırakan barış anlaşmasının yapılması ile çözülmüştür.[83]

30 yıllık barış anlaşması sayesinde Omurtag Han, sadece kuzeydeki problemlerle değil, aynı zamanda ülkenin iç güçlenmesi ile de ilgilenmiştir. Onun döneminde de başkent Pliska tekrar imar edilmiş ve yeni yapılara kavuşmuştur. Omurtag Han’ın bu tür faaliyetlerini o tarihten kalma kitabelerden öğreniyoruz. Bu kitabelerin çoğunluğunun dili Yunancadır[84] ve muhtemelen Bulgaristan’da bulunan esir Bizanslılara yazdırılmışlardır. Bunlardan iki tanesi Türk dilinde Yunanca harfler kullanılarak yazılmıştır.[85] Bulgar Devleti’nin idari yapısının oluşturulması yani devlet görevlilerinin tayin edilmesi de Omurtag döneminde yapılmıştır.[86]

Omurtag’ın ölümünden sonra yerine küçük oğlu Malamir (831-8336) Bulgar tahtına geçmiştir. Malamir babasının dışarıdaki barışçıl, içeride de Hıristiyanlık karşıtı politikasını sürdürmüştür. Malamir dönemine ilişkin birkaç Bulgar kitabesinin verdiği malumat dışında başka bilgiye sahip değiliz. Malamir’in kitabesinde bu dönemde Bizanslıların kendi ülkesini yağmaladığını, ancak Malamir’in adamlarından biri olan İsbul’un Trakya’ya sefer düzenlediğini ve Filibe’yi de Bulgar topraklarına kattığı söylenmektedir.[87]

Malamir’in halefi büyük kardeşinin oğlu Presyan (836-852)’dır. Presyan da, Bulgar Devleti’nin topraklarına Bulgarlarla ve Slavlarla meskun yeni bölgeler katmaya çalışmış ve bu doğrultuda güney ve güneybatıya yönelik akınlar yapmıştır. 837-838 yılında Bulgar orduları Halkidiki yarımadasının batısına ulaşmış ve Serez civarında zafer kazanmıştır. Ayrıca Filippi şehrini ele geçirerek Bulgaristan’ın güney sınırını Struma nehrine kadar genişletmişlerdir. Presyan döneminde Bulgarlar ilk kez Macarlarla dostane ilişkiler kurmaya çalışırken Sırplarla da ilk çatışmayı yaşamışlardır.

Presyan Han, muhtemelen devlet içinde anti-Hıristiyan hareketlere son vermiştir. Çünkü oğlu Knez Boris daha da ileri giderek Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Presyan’la I. Bulgar Devleti’nin Hıristiyanlık öncesi dönemi kapanmıştır. Bu tarihte Bulgaristan’ın sınırları Karpatlar’dan Sakar Dağı’na ve Karadeniz’den Arnavutluk’a kadar uzanmaktaydı. Bu sınırlara Dakya, Moravya, Moezya, Trakya ve Makedonya gibi Slavlarla meskun olan topraklar da dahil edilmiştir.

Geniş sınırlara ulaşmasına rağmen, bu dönemde Bulgar Devleti iç birliğinden yoksun olup iki farklı etnik grubun nüfuzu altında idi. Bunların dini inançları, dilleri ve gelenekleri farklıydı. Birleşmeleri toprak bütünlüğünün yanısıra, kültürel birleşme ile mümkündü. İşte bu birleşmeyi Knez Boris, Hıristiyanlığı ve Kiril alfabesini benimsemekle sağlayacaktır.[88]

Presyan’ın oğlu Knez Boris (852-889) Bulgar Devleti’nin idaresini çok kritik bir dönemde üstlenmiştir. IX. yüzyılın ilk yarısından itibaren Frenk Devleti’nin doğu sınırlarında, bugünkü Çek, Slovakya ve Kuzey Macaristan torpaklarında, Frenk kralının tabiyetinde Slav knezliklerinden biri olan Moraviya Knezliği güçlenmeye başlamıştır. 830 yılı civarında Moravya knezlerinden Moyimir, Moravya topraklarında bulunan küçük knezlikleri birleştirmeyi ve Frenklere karşı savaşarak bağımsız bir Slav Devleti kurmayı başarmıştır. Moyimir’in halefi Rostislav döneminde Moravya oldukça güçlenmiş ve IX. yüzyılın ikinci yarısında Frenk hakimiyetine son verilerek Moravya Devleti kurulmuştur.[89] Knez Rostislav, Frenk Devleti’ne karşı verdiği mücadelede Bulgar knezinin desteğini sağlamaya çalışmıştır. Knez Boris, Frenk Devleti’ne karşı Knez Rostislav’a destek vermiş, ancak onun bu girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Frenkler, vasalları olan Hırvat knezini Bulgarlara karşı kullanmışlardır. Diğer taraftan Bizans’ın desteklediği Sırplar da Bulgarlara karşı harekete geçmişlerdir. Bu zor durumdan kurtulmak için Knez Boris, Rostislav’la olan ittifakından vazgeçmiş ve Frenk kralı ile barış imzalamıştır.

Sırbistan’da Knez Vladimir’in ölümünden sonra (takriben 850 yılında) devletin idaresi, oğulları Mutimir, Stoyimir ve Goynik arasında paylaşılmıştır. Sırbistan’ın bu parçalanmasından faydalanan Boris, üç kardeşe savaş açmış,[90] ancak dağlarda gizlenen Sırplar tarafından başarısızlığa uğratılmıştır. Hatta Boris’in oğlu Vladimir, on iki boyar ile birlikte Sırplara esir düşmüştür. Bu başarısızlıktan sonra Boris Sırplarla barış anlaşması yapmıştır.

Bu arada Rostislav, Frenklere karşı başarı sağlamış ve bölgedeki diğer Slavları tarafına çekmeyi başarmıştır. Frenk Kralı Ludwig’in oğlu Karlman’ın, babasına karşı isyan ederek Doğu Alpler’deki toprakların bağımsız hakimi olmak istemesi, Rostislav’ın lehine bir durum yaratmıştır. Diğer taraftan Moravya Devleti’nin güçlenmesi Bulgarların aleyhine idi. Çünkü Tisza ile Orta Tuna civarındaki Slavlar üzerindeki Moravya nüfuzunun artması, Bulgarların buradaki etkisinin azalması anlamına gelmekteydi.[91] Rostislav’ın kendisi ise Bulgar-Frenk ittifakından rahatsız olup Bizans sarayına elçiler göndererek Bizans’ı Bulgar-Frenk ittifakı konusunda uyarmak ve Bulgaristan’a karşı harekete geçmesi için teşvik etmek istemiştir.[92] Frenk ve Bulgarların ittifakı başka açıdan da rahatsızlık oluşturmaktaydı. 863 yılında Bulgar hükümdarı Frenk kralına Hıristiyanlığı kabul edeceğini bildirmişti. Bu arada Ortodoks ve Katolik kiliselerinin çekişmesinden dolayı Bulgarların bu girişimi İstanbul’da endişe yaratmıştır. Bizans, Bulgarları Frenk ittifakından koparma çabası içerisinde idi.

Böylece III. Mihail (842-867) ordusunun başında Bulgaristan’a doğru harekete geçerken, donanması da Karadeniz kıyısında görünmüştür. Bizans’ın zamanlaması yerindeydi, çünkü Bulgar ordusu Frenk kralı Karlman’a karşı yardıma gitmişti ve ülkede kıtlık başlamıştı. Bu durumda Boris, Hıristiyanlığı kabul edeceğini bildirmiş ve kendisine din adamları göndermelerini istemiştir.[93]

İstanbul’a gelen Bulgar elçileri Bizans din adamları tarafından vaftiz edilmiş, kısa süre sonra Boris ve yakın çevresi de Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Hıristiyan olunca Bulgar hükümdarı, Bizans imparatorunun ismini alarak Mihail-Boris olmuştur. Bulgar kilisesi de İstanbul Patrikanesi’ne bağlanmıştır.[94] Boris’in ve halkının Hıristiyanlığı kabul etmesi 865 yılının Eylül ayında gerçekleşmiştir.[95]

Bulgaristan’ın Hıristiyanlığı kabul etmesi hem dış hem de iç sebeplere bağlıdır. Hıristiyanlığın kabulü ile Knez Boris-Mihail, Bulgaristan’ı Hıristiyan devletleri arasına katarak devletelr arası statüsünü sağlamlaştırmayı, merkezi otoritesini güçlendirmeyi ve etnik farklılığa son vermeyi amaçlamıştır. Nitekim Hıristiyanlığın kabulü ile Bulgar (Protobulgar) unsuru kalabalık Slav unsuru arasında erimiş ve Tuna Bulgar Devleti, Hıristiyan-Slav görünümü kazanmıştır.

Boris-Mihail dönemine damgasını vuran diğer bir olay Yunan alfabesinin Slav diline adaptasyonu ve ilk Slav edebiyatının ortaya çıkışıdır. Slav alfabesi devlet içerisindeki sosyal ve kültürel gelişme bakımından son derece önemliydi. Slav alfabesi, Kiril ve Metodius kardeşleri tarafından geliştirilmiştir. Bu iki kardeş, IX. yüzyılın başında Selanik’te doğmuş olup Slav asıllı oldukları düşünülmektedir.[96] Kiril ve Metodius Slav alfabesini 855 yılında geliştirmişlerdir. Bu alfabeye önce “Glagolitik alfabe”, daha sonra da “Kiril alfabesi” denilmiştir. Slav alfabesinin kabulü ile Türk Bulgarları giderek kendi dillerini unutup devletin de resmi dili olan Slavcayı kullanmaya başlamışlardır.[97]

Knez Boris-Mihail uzun süre devleti idare ettikten sonra 888 yılında tahttan çekilmiş ve keşiş olarak bir manastıra kapanmıştır. Yerine oğlu Vladimir (888-893) geçmiştir. Ancak o, babasının siyasetini terk ederek Frenk kralı ile tekrar anlaşma yoluna gitmiştir. Ayrıca Hıristiyanlaşmaya karşı olan Bulgar boyarlarının tarafını tutmuş ve Hıristiyanları takibe girişmiştir. Bu durumdan rahatsız olan Knez Boris-Mihail, Vladimir’i tahttan indirerek yerine diğer oğlu Symeon’u (893-927) çıkarmıştır. Boris- Mihail 907 yılında ölmüştür.[98]

Boris’in oğlu Symeon döneminde Bulgaristan geniş topraklara yayılmış ve büyük bir siyasi güç haline gelmiştir. Merkezi idarenin kuvvetlendirilmesi ile boyarlar yeni hükümdarın etrafında birleşmişlerdir. Symeon döneminde kültürel ve edebiyat açısından da gelişmeler görülmüştür.

Symeon[99] tahta çıkar çıkmaz, Bulgar Devleti ile Bizans arasındaki ilişkiler gerginleşmiştir. İmparator VI. Leon,[100] Bulgar mallarının pazarını, İstanbul’dan Selanik’e naklettiği için Bulgar ticareti Bizans memurlarının suistimallerine ve ağır vergilere maruz kalmıştır. Symeon, diplomatik yoldan bu emrin iptalini istemiş, ancak itirazları dikkate alınmamıştır. Bunun üzerine Bulgaristan’la Bizans arasında tarihçilerin “İlk ekonomik savaş” olarak adlandırdığı yeni bir savaş başlamıştır.

Aslında savaşın sebepleri daha çok siyasidir. Bu sebepleri, Bulgar hükümdarının, Bulgar kilise ve devletini Bizans etkisinden kurtarma isteği, Bulgar kilisesinde resmi dil olarak Yunanca yerine Slav- Bulgarcasını kullanma girişimi ve Grek din adamlarını yerel din adamları ile değiştirme çabası olarak sıralayabiliriz.[101]

Bu savaş neticesinde Symeon Doğu Trakya’yı istila etti. Bizans ise 894’te yenilgiye uğrayınca Dinyeper ve Dinyester ırmakları arasında yaşayan Macarlara başvurarak yardım istedi. Bizans’ın çağrısına uyan Macarlar, Symeon’u kuzeyden vurup birkaç kez mağlup ettiler ve Kuzey Bulgaristan arazisini yakıp yıktılar. Bu arada Bizans donanması, Tuna nehrinin ağzını tutarken Nikeforos Fokas da Bulgaristan’ın güney sınır bölgesini işgal ediyordu. Symeon zaman kazanmak amacı ile Bizans’la ateşkes yapıp Macarların doğu komşusu olan Peçeneklerle anlaştı. 896 yılında Peçenek ve Bulgar birlikleri Macar köylerini yağmaladılar ve Macarların Pannonya’ya göç etmesine sebep oldular.[102] Macar tehlikesini atlattıktan sonra Symeon yine Doğu Trakya’daki Bizans topraklarına girmiş ve Babaeski yakınında Bizans ordusunu bozguna uğratmıştır. Yapılan barış anlaşması ile (896) Bulgar pazarı tekrar Selanik’ten İstanbul’a nakledilmiştir. IX. yüzyılın sonuna doğru Symeon, topraklarını Draç yönünde Arnavutluk’a doğru genişletmiştir. Ertesi yıl Symeon, Selanik’e doğru ilerlemiş, Selanik’i ele geçirememiş ise de, güney sınırını oldukça genişletmiştir. Neticede 904 yılında barış anlaşması imzalanmıştır. Yapılan barış 912 yılına kadar sürmüş ve bu yıldan sonra Bizans’la olan ilişkiler yine gerginleşmiştir.

Symeon bir taraftan Bizans’la savaşırken, diğer taraftan ülkesindeki kültür çalışmalarını yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Symeon, I. Bulgar Devleti’nin başkentini de Pliska’dan Preslav’a[103] nakletmiştir. Bulgar Devleti’nin ekonomik ve siyasi açıdan güçlenmesi Bulgar hükümdarının kendisini güçlü hissetmesine ve Bizans imparatoru ile yarışır hale gelmesine yol açmıştır. Symeon, bir taraftan Balkan Yarımadası’nın büyük bir kısmına hükmederek siyasi gücünün bilincine varıyor, diğer taraftan Bizans’ın zayıflığını görerek Bizans imparatorundan kendini daha üstün kabul ediyordu. Bundan dolayı da kendisine “knez” ya da “arhont” olarak hitap edilmesi ile yetinemeyeceğini ve “Bulgarların ve Romalıların Çarı” unvanına sahip olabileceğini düşünmüştür. Bu düşünce ile Symeon 912 yılında VI. Leon öldükten sonra yerine geçen Aleksandros’a (912-913) elçiler göndererek 896 yılında yapılan barış anlaşmasının yenilenmesini istemiştir.[104] Aleksandros’un ret cevabı üzerine Symeon 913 yılının Ağustos ayında Bizans İmparatorluğu’nun topraklarına girerek İstanbul önlerine kadar gelmiştir. İmparatorluk zor durumda olduğu için Symeon ile anlaşmayı kabul etmiştir. İmparatorluğun Bulgarlara ödediği vergi yenilenmiş ve ayrıca Bizans idaresi Symeon’a “Bulgarların vasileosu (çarı) unvanını vermeyi kabul etmiştir. Ayrıca genç VII. Konstantinos’un, Symeon’un kızı ile evliliği de görüşülmüştür. “Basileos” unvanı ile Symeon, Bizans imparatoru ile aynı seviyeye ulaşmış oluyordu.

Ancak Symeon’un İstanbul surlarının önünden geri çekilmesinden sonra Bizans’ta iktidarı İmparatoriçe Zoe ele geçirmiş ve Symeon’un “basileos” olarak taç giymesini ret etmiştir.[105] Bunun üzerine 917 yılında Bulgarlar harekete geçerek Tesalya’da Aheloos nehri civarında imparatorluk ordusunu yenilgiye uğrattılar, hatta kaçan Bizans askerlerinin peşine düşerek İstanbul’a kadar geldiler. Bu arada Romanos Lekapenos’un “basileopator” unvanını elde etmesi ile Symeon’un İstanbul’u ele geçirme ümitleri suya düşmüş oldu. Ancak savaşın neticesi olarak 919 yılında Symeon “Bulgarların ve Romalıların Çarı” unvanını almış, 920’de de Bulgar kilisesinin başına patrik unvanı verilmiştir. Symeon, 923’te Edirne’yi ele geçirdikten sonra 927’de İstanbul’a yapacağı sefer hazırlıkları sırasında ölmüştür.

Çar Symeon, büyük oğlunu verasetten mahrum ederek kendisine halef olarak oğlu Petro’yu (927-969) seçmiştir. Petro’nun tahta çıkması ile Symeon döneminde yapılan savaşların neticesi olarak I. Bulgar Devleti çöküş sürecine girmiştir.[106] Yeni çar Bizans ile 30 yıllık barış imzalamış ve Romanos Lekapenos’un torunu olan Marina-İrina ile evlenmiştir. Bulgar hükümdarı resmen çar unvanını almış, Bulgar kilisesinin başına da patriklik statüsü verilmiştir. Anlaşma gereği Bizans, Bulgaristan’a yıllık haraç ödemeyi kabul etmiştir.

Bizans’la yakınlaşmaktan rahatsızlık duyan ve Petro’nun kardeşi İvan’ı çar yapmak isteyen boyarların ayaklanması herhangi bir netice vermemiştir. 930 yılında Symeon’un oğlu Mihail de ayaklanmıştır. Bu ayaklanmadan da Mihail’in ani ölümü üzerine sonuç alınamamıştır. İçerideki problemlerin yanı sıra Petro dışarıda da ciddi problemlerle karşılaşmıştır. Bulgaristan’daki ayaklanmalardan faydalanarak Symeon döneminde Bulgarlara tabi olan Sırplar bağımsızlığını kazanmışlardır. 934’te başlayan Macar ve 943’te Peçenek akınları Çar Petro’yu dışarıda uğraştıran diğer sorunlardı. Bu arada Bizans, Petro’yu Macar akınlarına engel olamadığı için baskı yapmış, neticede Bulgar çarı, oğulları Boris ve Roman’ı rehine olarak İstanbul’a göndermek zorunda kalmıştır. Bulgar çarının bütün bu dış tehlikelere karşı Frenk İmparatorluğu ile ittifak kurma çabaları sonuç vermemiştir. Olayların bu şekilde gelişmesi, Bizans ile olan ilişkileri gerginleştirmiştir.[107] Bunun üzerine Bizans, Bulgarlara karşı Kiyev Knezi Svetoslav’la ittifak kurdu. Svetoslav, 967 yılında Tuna’yı geçerek Kuzey Dobruca’da 30 bin kişilik Bulgar ordusunu bozguna uğrattı ve Drıstır (Silistre) surlarına kadar takip etti. Durumu öğrenen Çar Petro dünyevi meseleleri terk ederek bir manastıra çekilmiş ve orada 969 yılında ölmüştür.

Petro döneminde önemli bir dini hareket görülmüştür. Bu hareket, kurucusu Papaz Bogomil’den dolayı Bogomillik hareketi olarak adlandırılmıştır.[108] Keşiş Kozma, yazdığı “Bogomillere Karşı Söyleşi” adlı eserinde şöyle diyor: “Dindar Petro döneminde Bulgar topraklarında Bogomil (Tanrının sevdiği) – daha doğrusu Bogonemil (Tanrının sevmediği) adında bir papaz ortaya çıktı. O, ilk defa Bulgar topraklarında rafiziliği (heretik doktrini) telkin etmeye başladı.”[109]

Papaz Bogomil’in öğretisi Massalianlar ile Bizans İmparatorluğu tarafından büyük kitleler halinde Trakya’ya yerleştirilen Pavlikyanların doktrininden neşet etmiştir.[110] Kendinden önceki öğretiler gibi Bogomillik de, dünyaya iki prensibin, iyilik (Tanrı) ve kötülüğün (Şeytan) hükmettiğini ve birbirine zıt iki güç arasındaki mücadelenin dünya olaylarını ve her insanın hayatını düzenlediğini kabul eden dualist bir inançtır. Bogomillik temelde sosyal bir öğreti olup köylü sınıfının feodal baskıya karşı hoşnutsuzluğunu ifade etmektedir. Bu hareket, mevcut düzeni destekleyen resmi kiliseye karşı gelmektedir.[111] Bu yüzden de Bogomiller tarih boyunca hem Ortodoksların hem de Katoliklerin şiddetli takibine maruz kalmışlardır. Bogomil mezhebi, resmi kilise ve onun temsilcileri ile kilisede ibadet etmeyi, haç işareti yapmayı ret ediyor, günah çıkartma, vaftiz etme gibi dini gerekleri kabul etmeyerek Ortodoks Kilisesi’nin haç ve ikonalarına karşı çıkıyordu.[112] Bulgaristan’da ortaya çıkan Bogomillik daha sonra Bizans, Sırbistan, Bosna ve Balkan Yarımadası’nın diğer bölgelerine yayılmıştır. Fransa, İtalya ve Almanya’da görülen Katarenlerin de Bogomilliğin kollarından biri olduğu sanılıyor.[113] Ayrıca Patarenlerin ve Albigensianların da kökleri Bogomillik hareketine dayanmaktadır.[114]

Petro döneminde iç ve dış olayların etkisi ile Symeon zamanında en parlak devrini yaşamış olan I. Bulgar Krallığı, hızla çökmeye ve elde ettiği toprakları yavaş yavaş yitirmeye başlamıştır.

Sonuç olarak I. Bulgar Devleti’nin ilk evresi olan 679-865 yılları arasında Bulgar Devleti’nin genel karakterinin bir Türk kavmi olan Bulgarlardan oluştuğunu ve eski Türk geleneğine göre teşkilatlandığını söyleyebiliriz. Ancak I. Bulgar Devleti’nin ikinci evresi olan 865-1018 yılları arasında Protobulgarları asimile etmiş Türk kimliğinin yerini Ortodoks Hıristiyan Slav karakteri almıştır. Çar Symeon döneminde en geniş sınırlarına ulaşmış olan I. Bulgar Devleti, daha sonra sınırlarını muhafaza edememiş ve 1018 yılında Bizans hakimiyeti altına girmiştir. Böylece Türk Bulgarlarının teşkilatlandırdığı I. Bulgar Devleti sona ermiştir.

Ayşe KAYAPINAR

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 2 Sayfa: 630-640

GÜNDEM ANALİZİ /// TÜNAY SÜER : Eğer bir soykırım varsa.


Ülkemin sorunları ve bir şey yapamamamın stresi, yaşama küskün kalbimi çok yordu sanırım.

Bir takım arazlar musallat oldu.

Hani bazı deriz ya, “şiştim artık, of be şişirdin artık”, bu sözler mecazi anlamda sıkılmayı anlatır.

Kilo olarak şişmedim tabi ama zavallı kalbim buna sıkıntıyı kaldıramadı ve aortta baloncuk oluvermiş.

Hastane, tetkikler derken yaklaşık yirmi gündür eve külçe gibi döndüm.

Yorgunluğum gerek dünya gerekse Türkiye gündemini takip etmeme engel olamadı tabi.

Gazeteleri okudum televizyonlardan takip ettim.

Sadece bilgisayara başında oturmamda sıkıntılarım arttığı için yazamadım.

9 Haziranda son bir tetkik var ya stend takılacak ya da…

Düşünmek istemiyorum.

Şimdilik kan sulandırıcı ve değişik ilaçlarla idare ediyorum.

Baloncuğun içindeki pıhtıyı inşallah ilaçlarla geçiştireceğim.

Takipçilerime ve yol arkadaşlarıma neden ortalarda olmadığımı böylece anlatmaya çalıştım.

**

Her sene pişirip, şişirip önümüze konulan Ermeni soykırımı iftirası bu sene dost görünen Almanların, Alman Federal Meclisinde yapılan oylamayla kabul edildi.

Bu konu basına düştüğünden beri içim içimi yemiş bir şeyler yazmak istemiştim.

Ama olmadı.

Çok üzüldüm haliyle.

Konu çok mühimdi ve ülkemizin onurunu ilgilendiriyordu.

Türkiye Cumhuriyetinin ve yıllardır devleti oluşturan iktidarların en son AKP ve yetkililerin 14 senedir üzerinde durmayıp lakayt davranmaları, yanlış politikaları yüzünden şımardılar…

Türkiye’yi parçalamak, suçlu göstermek için haçlılar adeta birbirleriyle yarışıyorlar…

Oysa bu konu gözardı edilecek konu değildi.

Hatırlayalım.

Perinçek ve KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı rahmetli Rauf Denktaş tarafından kurulan Talat Paşa Komitesi’nin çağrısı üzerine Türkiye ve Avrupa’daki yurtsever aydınlar Lozan’da toplanmışlardı.

Doğu Bey Konuşmalarında Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır.

Meydan okuyoruz demiş sonra ardındaki katılımcılara var gücüyle 3 kez sormuştu.

“Lozan’a dokunabilirler mi?”.

Sorusuna üç kez “Hayır” cevabı verilmişti.

Bunun üzerine İsviçre Mahkemesi Perinçek aleyhine dava açmıştı.

Bazı güçler davayı kaybetmesi için ellerinden geleni yapmışlardı.

Doğu Bey orada gözaltına alınmış sonra bir takım paralar ödemek zorunda kalmıştı.

Daha sonra malum Silivri zindanlarına kapatılmıştı.

Bunları önceki yazılarımda anlatmıştım.

Buradan şuraya varmak istiyorum.

Doğu Perinçek, kahrolası üç metrelik zindanda dahi vaz geçmemiş pes etmemiş AİHM’ye başvurmuştu.

AİHM, İsviçre Mahkemesi’ni haksız bulmuş, Perinçek, tek başına savaşarak Avrupa’yı dize getirmişti.

AİHM, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi “nin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesinin İsviçre tarafından ihlal edildiğine karar vermiş ülkemizde bayram havası esmişti.

Koskoca Türkiye Devletinin halledemediğini bir kişi çıkıp üstesinden gelmişti.

Şunu anlatmak istiyorum demek ki istenseydi bunca yıl, başımıza kakılan, bizi millet olarak katil ilan edenleri yalanları içinde boğabilir bu yalanı kökünden bitirebilirdik.

***

Almanya deyince aklıma hep gördüğüm o siyah beyaz renkli filmlerde, kitaplarda okuduğum Führer zamanı gelir.

Yahudi halkına yaptıkları işkenceler, gaz odaları, soykırım ve fırınlarda yakıp nasıl sabun yaptıkları gelir.

İskelete dönüşmüş çıplak insanlar gelir gözlerime.

İşte, bunları Almanya Federal Mahkemesinin kararından çok önceleri düşünmüş ama yazamamıştım.

Neyse bugün benim tüm içimden geçenleri Sözcü Gazetesi manşet olarak atmış,

Yazarlar köşelerine taşımışlar.

Biraz rahatladım.

Tüm Avrupa ve Dünya bu vahşeti hiç dile getirmezler.

Neden?

Bunların hiç utanmaları da yok…

Yugoslavya’nın parçalanmasında Sırpların Müslüman Kadınlara yaptıklarından, cinayetlerinden bahsetmezler.

Amerikalıların Kızılderililere yaptıklarını, Ermenilerin 26 Şubat 1992 yılında Azerbaycan

Cumhuriyetinin Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalıdaki 613 Azerbaycan Türk’ünü çoluk çocuk demeden, hamile kadınların karınlarını nasıl yardıkları vahşice katlettikleri hiç konuşulmaz.

Amerika’nın 1945 te Hiroşima’ya attığı bomba ve 140 bin masumu öldürmesi katliam değil de nedir?

Türkiye bu katliamları neden dile getirmez?

Esas soykırımcılar haçlılardır.

Türkiye Osmanlı döneminde Rusya, İngiltere, Almanya tarafından kandırılan ve Osmanlıya hıyanet eden Ermenilere karşı vatanını müdafaa etmiştir.

Bu arada AKP, CHP ve MHP, TBMM‘de Alman parlamentosunda 1915 olaylarının “soykırım” olarak tanımlamasına karşı ortak bildiriye imza atarlarken HDP bildiriye imza atmamış

Atmazlar, zira Osmanlı Devrinde Ermenilerle Osmanlıyı arkadan hançerleyenler arasında vatan haini olan Kürtler de işbirliği içindeydiler.

Onlar Türkleri değil Ermenileri tercih ederler.

Tünay Süer

ERMENİ SORUNU DOSYASI /// PULAT TACAR : Bundestag kararı ve Tarih kitapları


Degerli dostlar,

Gündoğan, 03.06.2016

Alman Parlamentosunun 2 Haziran 2016 tarihinde kabul ettiği, Ermeni soykırımı suçlamasını üstenen ve bu iddianın okullarda okutulan tarih kitaplarında yer almasını tavsiye eden kararı karşısında, Almanya’daki Türk sivil toplum örgütlerinin ve velilerin yürütecekleri hukuksal mücadelenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ilke ve hükümleri çerçevesinde Bundestag kararının -kanımca-en ağır maddesinin uygulanmasını durdurma sonucu getireceğine inanıyorum.

AİHS’nin eğitim hakkında ilişkin 1 sayılı protokolunun 2.maddesinin 2.cümlesi, Taraf Devletlerin, ebeveynlerin inançlarına saygı göstermek zorunda olduklarını belirtir. İnanç sadece dinsel inançla sınırlı değildir.Bu madde Devlete pozitif yükümlülük getirir. Ancak –yanılmayalım– bu yükümlülük ders programlarını değiştirilmesini istemek hakkını doğurmaz. Ancak, en azından, karşı görüşün de gerekçeli olarak müfredatta yer alması ,haklı olarak talep edilebilir. Zira, Devlet öğrenciye verilecek bilginin çoğulcu ve objektif nitelikte olmasını sağlamakla yükümlüdür. Devlet değişik tezler karşısında tarafsız kalmalıdır ve öğrenciye eleştirel bir zihniyet aşılamalıdır. Öğrencinin dogma veya dikta altında ezilmesi, sesinin kısılması istenemez.

Ayrıca , Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesinin 23. maddesinde de benzer bir hüküm vardır.

Almanya’daki öğrenci velileri AİHM ‘nin bu alanda verdiği kararlara referans yaparak, Bundestag tarafından verilen karar -yani 1915 olaylarının soykırımı niteliği taşıdığı – hakkında değişik ve karşıt görüşler olduğunu, AİHM’nin Ğerinçe- İsviçre kararında bunu belirttiğini,- gerekçelerini de sıralayarak-, Devletin bu konuda tarafsız kalması gerektiğini, devletin farklı düşünenlerin inançlarına saygı göstermesi icab ettiğini belirtmeli iç yargı yollarını tükettikten sonra AİHM ‘e biraysel başvuru haklarını kullanmalıdırlar. Aynı gerekçeler ile Alman Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı da vardır.

(Danıştığım Sn. BE. Rıza Türmen ‘in bu yöndeki görüşlerini benimle paylaşmıştı; teşekkürlerimi yinelemek isterim)

Ders kitaplarındaki ifadeler öğrenciler arasında bölünmelere sebep vermemeli, nefret söylemi (hate speech) oluşturmamalı, nefret duygusunu körüklememelidir. Bu gerekçe özedllikle vurgulanmalıdır.

AİHM Perinçek- İsviçre kararında, 1915 olaylarının soykırımı olmadığını ileri sürmenin -ırkçı bir söylem içermemesi koşulu ile- cezalandırılamayacağını açıklamıştı. Fransa Anayasa Konseyi de soykırımı suçlamasının bir mahkeme kararına bağlı bulunmasının altını çizmiştir. (Bu konuda Sn. BE Şükrü Elekdağ’ın Paris’teki Türk sivil toplum örgütleri vasıtası başlattığı ve Fransa Anayasa Konseyin de devam eden etkili ve çok başarılı bir çalışma var.) Uluslararası Adalet Divanı, Hırvatistan-Sırbistan kararında, soykırımı sözleşmesinde sayılan suç eylemlerinin soykırımı olarak nitelenebilmesi için -Soykırımı Sözleşmesinde kayıtlı- özel kasıt öğesini içermesi gerektiğini kesin olarak karara bağlamıştır. Bu konuda kararı vermeğe, siyasal bir organ olan Parlamento değil, mahkeme yetkilidir.

Almanya dışında Fransa’da Profesör Nora’nın başlattığı “Tarihe Özgürlük Girişiminin” çalışmaları var. Bu girişimin yayımladığı bildirgeler ve raporlar, Fransa Parlamentosundaki Accoyer raporunu da doğrudan etkiledi. Bütün bu çalışmalarda öne sürülen gerekçeler, savunduğumuz görüşleri destekleyici niteliktedir ve Almanya’da da kullanılabilir. Bu gerekçeler -özel uzmanlık gerektirenğ- hukuk usulüne uygun biçimde sunulduğu takdirde, Almanya’daki öğrenci velileri ve sivil toplum örgütleri açacakları davaları kazanacaklardır; hiç kuşkum yok.

Halen Almanya’daki Eyaletlerden biri tarih kitaplarında Ermeni soykırımı iddiasına yer vermekteymiş. O Eyaletten başlamak üzere hukuk sürecinin gecikmeden harekete geçirilmesinde yarar olacaktır.Diğer Eyaletler, müfredat değişikliği konusunda adım atmadan, konunun hukuksal yanlarını araştırmak ve ihtiyatı elden bırakmamak zorunda kalacaklardır. Müfredata henüz Ermeni soykırımı iddiasını geçirmemiş bulunan Eyaletlerde, Eyalet Eğitim Bakanlıklarına şimdiden başvurulması ve yukarıda sunduğum gerekçelerin hatırlatılması mümkün ve kanımnca çok yararlı olur. Bu ileride açılacak davalarda da kullanılabilecek bir argüman oluşturur.

Bu süreç, nitelikli uzman, hukukçu ve avukat hizmetini ve eksiksiz bir koordinasyonu gerektirir. Bu gayretlerin ve yapılacak işlerin kamu tarafından finansmanı icab eder. (Devletimiz İsviçre-Perinçek davasında davaya müdahil olmuş ve Türkiya’nin görüşlerini bir Alman hukukçu son decerede başarılı bir biçinde savunmuştu). Şimdi, konuyla ilgili AİHM kararlarının taranması, benzer davaların incelenmesi, eğitim konusu Eyaletlerin sorumluluğunda bulunduğundan, Alman hukukunun ve Alman Anayasa Mahkemesi içtihatlarının gözden geçirilmesi elzemdir. Bu da ancak, kamunun güçlü siyasal ve parasal desteği ile sağlanabilir.

Bu alanda bazı hazırlıklar ve/veya girişimler olmuştur Şimdi, Almanya’da etkili bir iş bölümü yapılarak,kamu ve sivil toplum örgütleri arasında koordinasyon sağlanarak, -daha fazla beklenmeden- yola koyulma zamanı gelmiştir. Türk toplumu bunu bekliyor.

Bu konudaki işlemleri kim başlatacak? Devlet adamları ve yetkililer Bundestag’ın aldığı karar hakkında gereken adımların atılacağını belirttiler. Büyükelçimizi istişare için geri çekme adımının kamu oyunun tepkisini azaltmağa yönelik olduğu ve bir süre sonra başlangıç noktasina dönüleceği beklentisi 02.06.2016 gecesi ZDF televizyonunda bile bazı Alman konuşmacılar tarafından –biraz da istihza ile- dile getirildi. Türkiye’de-Parlamento içinde veya dışında olan siyasal partiler de -biri dışında- bu alanda inisyatif alınmasını destekliyorlar. Perinçek-İsviçre davasında kesin bir hukuk zaferine imza atan Dr. Doğu Perinçek, bir iletisinde müfredat konusundaki hukuksal girişimleri Almanya’daki sivil toplum örgütleri eli ile başlatmayı düşündüklerini bildirmişti. Almanya’da bulunan başka sivil toplum örgütlerinin de harekete hazır olduğunu duyuyoruz. Bu durumda, koordinasyonun büyük önemine değinmek isterim. Farklı yönlerde, değişik gerekçelerle , oldukça girift hukuksal prosedürler başlatılmadan önce, çabalar arasında eşgüdüm sağlanmalı ve kaynaklar dikkatle kullanılmalıdır. Bu nedenle kamu ve sivil toplum örgütleri arasında gecikmeden bir koordinasyon mekanizması kurulması düşünülmelidir.

Saygılarla. Dostlukla.

Pulat Tacar

ARMENIAN ISSUE : ARMENIAN DEPORTATION IS NOT A GENOCIDE


ARMENIAN DEPORTATION IS NOT A GENOCIDE.pdf

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.