Günlük arşivler: 29 Haziran 2016

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI : IŞİD’liler 2 yıl adım adım izlenmiş


Türkiye’de kanlı eylemlere imza atan IŞİD üyelerinin 2012-2014 yılları arasında polis tarafından takip edildiği, paintball maçlarıyla silahlı eğitim gördükleri ve örgüte eleman kazandırdıkları belirlendi

Terör Örgütü IŞİD’in çeşitli illerde düzenlediği ve onlarca kişinin yaşamını yitirdiği bombalı saldırıları organize eden kişilerin, 2012 yılından itibaren yaklaşık 2 yıl boyunca adım adım izlendiği ortaya çıktı. Polisin fiziki ve teknik takibinde olan IŞİD militanlarının, bu süreçte örgütsel faaliyetler yürüttüğü, ormanlık alanlarda eğitim yaptıkları, paintball maçlarıyla silahlı eğitim gördükleri, alternatif bayram ve cuma namazları kıldıkları, örgüte eleman temin ettikleri belirlendi.

8 kişi Suriye’ye kaçtı

Suriye’de rejime karşı savaşmaya başlayan IŞİD’in adı, Adıyaman’da çok sayıda gencin bu ülkeye gitmesiyle duyulmaya başladı. Adıyaman’dan giderek Suriye’de IŞİD saflarına katılan gençler, daha sonra canlı bomba olarak eylem yapacakları belirtilerek gündeme geldi. Bu sırada etkinliği artan IŞİD’e Türkiye’nin değişik illerinden katılım artarken, Adıyaman’dan örgüte gidenler 5 Haziran 2015’te Diyarbakır, 20 Temmuz 2015’te Suruç ve 10 Ekim 2015’te Ankara’da gerçekleştirilen bombalı saldırılarda rol aldı. Hakkında arama ve tutuklama kararı çıkarılan 8 örgüt mensubu ise Suriye’ye kaçtı.

Gaziantep 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki dava dosyasına göre, Gaziantep Emniyet Müdürlüğü terör ve istihbarat birimleri 2012 yılında o dönem El Kaide olarak bilinen, ancak daha sonra IŞİD’e yöneldiğini belirlediği yapı içerisinde yer alan kişileri takibe aldı. Polis, aralarında canlı bomba olarak kendisini patlatan Yunus Durmaz, Gaziantep saldırısını yapan İsmail Güneş’in amcasının oğlu Ahmet ve Talha Güneş, Nusret Yılmaz, Abdulmutallip Polat, Erman Ekici’nin de bulunduğu 19 kişinin savcılık izniyle telefonlarını dinlemeye aldı, fiziki olarak takibe başladı.

Alternatif namaz

Polisin 2012 yılının ortasında başlayıp, 2014 yılının ilk aylarına kadar sürdürdüğü fiziki ve teknik takip sırasında El Kaide üyesi olup, daha sonra IŞİD’e tabi olan şüpheliler adım adım izlendi, her anları fotoğraflandı.

Fiziki olarak yapılan takipte IŞİD üyelerinin 25 Aralık 2012 günü bayram olmasına rağmen bir gün sonra 26 Aralık günü Yunus Durmaz, Ahmet Güneş’in de aralarında olduğu 70 kişinin alternatif bayram namazı kıldıkları belirlendi. Polisin yaptığı telefon dinlemelerinde örgüt üyelerinden Nusret Yılmaz’ın 15 Ağustos 2012’de İ.H.K. adındaki kişiyle IŞİD’in finansmanında kullanılmak üzere para topladığının anlaşıldığı belirlendi.

Atış talimi

Fiziki takipte örgüt üyeleri Yunus Durmaz, Ahmet Güneş, Abdulmutallip Polat, Nusret Yılmaz ve diğerlerinin kentteki 2 ayrı dernekte sık sık örgütsel toplantılara katıldıkları kaydedildi. Örgüt mensuplarının 15 Eylül 2012’de El Kaide soruşturmasına tabi tutulan bir kişinin kızının düğününe katılarak IŞİD flaması taşıdığı belirtildi. 18 Kasım 2012’de ise Yunus Durmaz, Nusret Yılmaz, Abdulmutallip Polat ve Ahmet Güneş’in de aralarında olduğu 25 kişinin kamuflaj elbisesi giyerek örgütsel eğitim amaçlı paintball maçı yaptıkları, 3 Kasım 2012 ve 10 Şubat 2013’te örgütsel bağları güçlendirmek için halı saha maçı yaptıkları, 13 Şubat 2013’te Suriye’de ölen Hikmet Aslan’ın Yeşilkent mezarlığında yapılan cenazesine katıldıkları, 15 Mart 2013’te bir düğüne katılarak flama sallayıp, tekbir getirerek gelin arabasının peşinden gittikleri, 13 Ağustos 2013’te Suriye’deki çatışmalarda ölen Ali İhsan Yeter’in taziyesine katıldıkları, 27 Eylül 2013’te örgütsel amaçlı kermes düzenledikleri saptandı.

ALMANYA DOSYASI /// PROF. DR. ÇAĞRI ERHAN : Almanya’nın Amacı Ne ?


Prof. Dr. ÇAĞRI ERHAN

1915 olaylarını “soykırım” olarak tanıyan bir kararı parlamentosunda alan Almanya’nın, neden böyle bir işe kalkıştığını sorgulamak gerekir. Her şeyden önce Almanya, daha önce benzer kararları alanlardan çok farklı bir özellikleri olan bir ülke.

Türkiye’nin en fazla ticaret hacmine sahip olduğu ülkelerin başında Almanya geliyor. Türkiye’deki doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında Almanya başı çekiyor. Ülkede 3 milyondan fazla Türkiye kökenli yaşıyor. Bunların yaklaşık 1,5 milyonu Almanya vatandaşlığını almış durumdalar. Türkiye’ye gelen turist sayısı açısından da birincilik Almanya’da. Türkiye ve Almanya NATO ittifakının iki üyesi. Savunma sanayiinden, eğitime, kültürden, enerji sektörüne kadar birçok alanda çok üst düzey bir iş birliği söz konusu.

Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerinde kilit bir rol oynayan Almanya, aynı zamanda geri kabul ve vize muafiyeti rejimine ilişkin görüşmeleri AB adına Türkiye’yle yürüten ülke. 2016 başından bu yana hiçbir yabancı ülke lideri Almanya Başbakanı Angela Merkel kadar Türkiye’yi ziyaret etmedi.

Bütün bunlar göz önüne alındığında Almanya’nın kararının Türkiye’de, daha önceki kararların tümünden daha büyük bir hayal kırıklığına sebep olduğu açık.

Türk milletinin kendilerine olan güvenini sarsacağı ve iki ülke arasında soğukluk yaşanmasına yol açacağı belli olan böyle bir kararın alınmasının başlıca iki sebebi var.

Birincisi, Afrika’nın doğusundaki Namibya’da 20. Yüzyılın başında gerçekleştirdiği soykırımdan sonra İkinci Dünya Savaşı’nda da 6 milyon insanı yok eden Almanlar, bu vahşetlerini gölgeleyecek başka “soykırımları” öne çıkarma gayretini uzun süredir sergiliyorlar. Şayet Almanya Parlamentosu’ndaki kararın siyasi partilerin bir teşebbüsü olduğunu zanneder ve ona göre tavır alırsak yanılırız.

Almanya’da ne siyasi partilerin oy devşireceği bir Ermeni lobisi var ne de Almanya’nın Ermenistan’da devasa ekonomik çıkarları. “Soykırım” kararı, Almanya’daki siyasi partilerin değil, Alman devletinin stratejik bir hamlesidir. Son 20 yıldır Alman devleti –ki buna bazıları “Alman derin devleti” demeyi tercih ediyor- iktidarda kim olursa olsun, 1915’in “soykırım” olarak tanınması için çok yönlü bir stratejiyi başarıyla uyguluyor. Yaptıklarından bazılarını sayayım:

1-Alman araştırmacıların 1915’i soykırım olarak gösterecek her türlü çalışmasına devlet desteği verildi. Çok sayıda proje bizzat devlet tarafından ya da devletin yönlendirmesiyle sivil toplum örgütlerince desteklendi.

2-Türkiye kökenli bazı araştırmacılara, Ermeni tezlerini destekleyecek araştırmaları yapabilmeleri için proje desteği görüntüsü altında maaş bağlandı. “1915 soykırımdır” diyenin Türk olmasının daha büyük etki doğurabileceğini, hesaplayarak, Türkçe Ermeni soykırımı literatürü oluşturmaya önem verdiler.

3-Akla hayale sığmayacak bazı iddiaları, sanki tarihî belgelere dayanıyormuş görüntüsü altında dünya çapında yaygınlaştırdılar. Bunlardan en meşhuru, Hitler’in 1939’da Polonya’nın işgaliyle ilgili konuşurken, generallerine “Bugün Ermenilerin yok edilişini hatırlayan var mı?” dediği iddiasıdır. İddia ilk kez İngiltere’nin The Times gazetesinde yer alan bir propaganda haberinde geçmiştir. Kaynağının, Hitler muhalifi bir Alman subayı olması bile bu cümleyi şüpheli hâle getirmektedir. Ama böyle bir sözü Hitler’in etmiş olduğunu farz etseniz bile, canice yöntemlerde Yahudileri, Polonyalıları, Çingeneleri, Komünistleri, engellileri ve muhaliflerini yok eden bir diktatörün “Türklerden esinlenmiş” olduğunu söyleyebilmek için akıl fukarası olmak gerekir. Bu iddiayı yaygınlaştıranların yapmak istediği de tam budur. Yani, “aslında Almanlar soykırımı Türklerden öğrendi” demek istiyorlar.

Kararın alınmasının ikinci sebebi ise, Türkiye’yi Avrupa’ya tamamen yabancılaştırmak. Almanya’daki tüm partiler yükselen aşırı sağ söylemin şu veya bu şekilde etkisine girmiş durumdalar. En solda olanlar bile Türkiye’nin Avrupa ile bağlarını kuvvetlendirecek, Türklerin özgürce Avrupa’da dolaşmalarına imkân verebilecek düzenlemelere sıcak bakmadıklarını gösteriyorlar. Bu kararın partiler arası ittifakla çıkması aslında Türkiye’ye, “sizi Avrupa’da istemiyoruz” demenin bir başka yolu. Almanya, Türkiye’nin güvenini sarsarak çok yanlış bir yola girmiş gözüküyor.

Son olarak, Türkiye kökenli milletvekillerinin bu karara kabul oyu vermeleri üzerinden hareketle Almanya’daki Türk toplumunun birlik ve beraberliğini bozmaya dönük çok tehlikeli bir oyun oynamak da belli ki, bazı Türkiye düşmanlarının aklına gelmiş. Almanya’daki Türkler’in bu oyuna gelmeyecek kadar bilinç sahibi olduklarını bilmek içimizi rahatlatıyor.

TARİH /// Anadolu’da Bir İlk : Nazilli Basma Fabrikası


Atatürk’ün hayata geçirdiği sosyal fabrika modelinin ilk örneği…

Nazilli Basma Fabrikası

Sümerbank’ın ilk projesi Nazilli basma fabrikası, Atatürk’ün “Sosyal Fabrika Projesi’nin” ilk uygulaması olması bakımından çok önemlidir.

Atatürk’ün aklındaki fabrika, sadece üretim yapılan bir mekan değil, aynı zamanda “ar-ge” çalışmalarının yapıldığı bir laboratuvar, eğitim verilen bir okul, her türlü sanat ve spor imkanlarına sahip bir kültür kompleksi, kısacası adeta dört dörtlük bir “yaşam alanı”, bir kampüstür.

Atatürk, işçilerin yüksek standartlarda, her türlü imkandan yararlandıkları bu “sosyal fabrikaları” Anadolu’nun her yanına yapmayı planlıyordu. Ama bu projesini yaygınlaştırmaya ömrü yetmeyecekti.

Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, genç Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ilk önemli eseridir. Sümerbank’ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasıdır. Devlet eliyle kurulan ilk basma fabrikasıdır.

Fabrika, Türk-Sovyet ortak yapımıdır. Makineler ve teçhizatların çoğu Sovyetler Birliği’nden narenciye karşılığında alınmıştır. Fabrika kuruluşundaki işçi açığını kapatmak için 120 Sovyet montör ve mühendisi istihdam etmiştir.

Fabrikanın temelleri 25 Ağustos 1935’te atılmış, yapımı 18 ayda tamamlanmış ve 9 Ekim 1937’de açılmıştır. Bina ve makineler dahil, 8 milyon liraya mal olmuştur. Fabrikanın, 28 bin iğ ve 800 otomatik tezgah ile çalışmaya başlaması ve 2.400.000 kilo iplik işlemesi planlanmıştır. Bununla 20 milyon metre basma imal edilecektir. Fabrika 15 bin ton kömür yakacaktır. Fabrika her gün en fazla 2400 işçi çalıştıracak ve ücret olarak senede 1 milyon lira ödeyecektir.

Fabrika, beş kısımdan oluşmuştur: Dokuma bölümü, Basma bölümü, Desen bölümü, Gravür bölümü ve Baskı kısmı… Basma, Desen, Gravür bölümünden geçen kumaşlar, Dokuma bölümünde, yarısı elektronik olmak üzere 768 tezgahta dokunacaktır. Günlük dokuma, 62.000 ile 64.000 metre arasındadır. Baskı bölümünde ise 4 baskı makinesi vardır. Burada farklı renk ve desenlerde günlük ortalama 85.000 metre basma yapılacaktır.

Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, sosyalist ülkeler de dahil, dünyada görülmemiş bir “sosyal” niteliğe sahiptir. Evet, fabrika kurulurken Sovyet modeli esas alınmıştır, ama genç cumhuriyetin genç mühendisleri Türk devrimine has, çok özgün bir eser ortaya çıkarmayı başarmışlardır.

Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, 1930’ların dünyasında bir benzerine daha rastlanmayacak kadar özgün bir “sosyo-kültürel” ekonomi projesidir.

Bununla birlikte fabrikanın şaşırtan özellikleri de bulunmaktadır. Fabrikada balolar düzenlenmiş, sinema salonu ve hamam açılmış, halk evi kurulmuş, koro ve spor kulübü oluşturulmuştur. Ayrıca fabrika altı ayda bir halka bedava basma dağıtmıştır.

Çok sayıda işçiyi barındıran fabrika işçi haklarına da çok önem vermiştir. İşçi ve Memur Biriktirme Sandıkları, İşçi Ölüm ve Hasatlık Yardım Sandıkları oluşturulmuş, fabrika içinde işçi sağlığını koruyacak 40 yataklı bir hastane, bir eczane bir de laboratuvar kurulmuştur. Nazilli’nin kabusu haline gelen sıtma hastalığı fabrikanın sağlık ekibi tarafından kurutulmuştur.

İşçilere mesleki eğitim verilen fabrikada ayrıca işçiler için beş sınıflı bir okuma-yazma kursu, daha doğrusu bir küçük okul vardır. Sümer İlköğretim Okulu adlı bu işçi okulunun 980 öğrenciye sahiptir. Ayrıca bir işçi radyosu ve işçi çocukları için 26 yatak ve 40 mevcutlu bir kreş kurulmuştur. İşçiler ve memurlar, fabrikanın hemen önünde özel olarak inşa edilen 264 dairelik ve 1000 kişilik lojmanlarda çok uygun bir ücretle kalırken, bekar işçiler için 350 kişilik bir “Bekar İşçi Pavyonu” vardır. Lojmanda kalamayan işçi ve memurları şehirden fabrikaya taşımak için düzenli seferler yapan GIDI GIDI adı verilen mini bir tren kullanılmıştır.

Atatürk’ün açtığı Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, çok kısa bir sürede Nazilli’nin çehresini değiştirmiştir, Daha önce göç veren Nazilli kısa zaman içinde göç alan bir kent haline gelmiştir. Genç cumhuriyetin çağdaşlaşma projesi kapsamında en erken ve en köklü şekilde aydınlanan kentlerden biri, belki de birincisi Nazilli olmuştur. Nazilli’nin “çağdaşlaşmasında” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın yeri çok büyüktür.

Fakat bugün, Nazilli’de Türkiye’yi dokuyan tezgahlar artık bulunmamakta; sinema salonları ve spor aktiviteleri de… Bugün asla göremeyeceğimiz, işçilerin çalışırken Beethoven dinlediği, kendine özgü desenli basma kumaşının Azra Akın’ın üstünde dünyaya sergilendiği ve en iyi giysi ödülünü aldığı Nazilli basma fabrikası AKP’nin özelleştirme politikalarının kurbanı olmuştur.

Cumhuriyetin miraslarını kendi tabiriyle ‘babalar gibi’ satan dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, Sümerbank’ın özelleştirilmesi sırasında Sümerbank’ı tarihten sildik diyerek sayısız gaflarına bir yenisini daha eklemiştir. Fabrika kampüs alanı Adnan Menderes Üniversitesine devredilmiştir.

Geçtiğimiz günlerde Nazilli’de işçileri fabrikaya taşıyan ve yokuş çıkarken çıkardığı sesten dolayı ‘gıdı gıdı’ ismi verilen tren tekrar çalıştırılmış ve Nazillilerin anıları canlandırılmıştır.

Bir gün mutlaka bu trenle canlanan anılar gibi, milletimizin cumhuriyetin miraslarını sahiplenme duyguları da canlanacak ve bu zor günler atlatılacaktır.

Kaynakça
CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA SANAYİ POLİTİKALARI VE SÜMERBANK, Mahmut Kiper, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Metalurji Mühendisleri Odası,

CUMHURİYETİN DEV PROJESİ: NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI, Sinan Meydan,
Atatürk’ten Miras Sümerbank Basma Fabrikası’nın ‘Gıdı Gıdı’sı 27 Yıl Sonra Yeniden Çalıştırıldı

BİLGETÜRK

TARİH /// Atatürk’ün Büyük Projesi : SÜMERBANK


İşte Atatürk’ün muhteşem projesinin özelleştirme sonucu bitmesinin hikayesi…

Cumhuriyet ilan edildikten sonra ülkenin ekonomik açıdan kalkınması için hızla çalışmalara başlanmıştı.

Osmanlı’dan kalan dış açıkların kapatılması için yeni ekonomik atılımların yapılması kaçınılmaz olmuştu.

İşte bu hedefler doğrultusunda Atatürk tarafından gerçekleştirilen Sümerbank bu çalışmaların büyük projelerinden biri olmuştur.

1931 yılında 1. sanayi planı yapılarak Sümerbank kurulmasının temeli atılmıştır. Sümerbank’ın temel görevi sanayi planının uygulanması yani sanayi tesislerinin kurulması ve kurulan diğer devlet kuruluşlarına da örnek olmasıdır.

Türkiye savaştan bitkin çıktığı için sanayi kurmaya imkanı bulunmamaktadır; bu nedenle 1932 yılında İsmet İnönü Sovyetler Birliğinden 8,5 milyon liralık kredi almış ve ilk yatırım yapılmıştır.

Sümerbank AŞ. tarafından çıkarılan, Murat Koraltürk tarafından yazılan ‘Türkiye Ekonomisinde Bir Öncü: Sümerbank’ kitabına göre; Sümerbank, Devlet Sanayi Ofisi’nden devraldığı Bakırköy, Defterdar, Hereke, Beykoz Deri, Uşak Şeker ve Tosya Çeltik Fabrikaları ve Unkapanı’ndaki değirmenin işletilmesi ile işe başlamıştır.

Hemen bu dönemde sanayiin geliştirmesi için Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlanmıştır. 1934’de uygulamaya konan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın ana hedef ve stratejisi, ülkenin yerüstü kaynaklarını değerlendirerek ithalata konu olan özellikle şeker, dokuma ve kağıt başta olmak üzere temel gereksinim maddelerinin yurtiçinde üretilmesi, yerel veya bölgesel, tarımsal üretime ve doğal kaynaklara dayalı sınai üretim birimleri kurmaktı.

Sümerbank’ı tarihi kılan ilk görev 1.planda yer alan projelerin gerçekleştirme görevinin de Sümerbank’a verilmiş olmasıdır. Planda yer alan projeler, ilk bölümde belirtildiği gibi, dokuma, maden, selüloz, seramik ve kimya sanayileri olmak üzere beş sektörde toplanmıştır.

Planda yer alan dokuma, maden, selüloz ve kimya sanayine ilişkin yatırımlar Sümerbank tarafından gerçekleştirilirken, sömikok, Şişecam ve kükürt sanayine ilişkin yatırımlar İş Bankası tarafından yürütülmüştür.

Bu plan kapsamında 1934’de Bakırköy Bez Fabrikası, Keçiborlu Kükürt Fabrikası ve Isparta Gülyağı Fabrikası, 1935’de Kayseri Bez Fabrikası, Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası ve Zonguldak Antrasit Fabrikası, 1936’da İzmit Kağıt Fabrikası, 1937’de de Ereğli ve Nazilli Bez Fabrikaları işletmeye alınmıştır.

Mustafa Kemal’in Sümerbank Merinos Fabrikası açılışında söylediği gibi her fabrika milli sevinci artırmaktadır. Çünkü bu tesisler sadece üretmekle, milli ekonomiyi kalkındırmakla kalmamakta, yöreyi de baştan başa değiştirmekte, yeni bir kimlik kazandırmaktadır.

Sümerbank, kuruluşundan 2001 yılına kadar; başta Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün eğitim elbisesi, iç çamaşırı, postal, çadır, paraşüt, çarşaf, battaniye, havlu vb tüm ihtiyaçlarını karşıladığı gibi, Azerbaycan, Ürdün, Arnavutluk, Bosna Hersek vb ülkelerin ordu ve polis teşkilatlarının ihtiyaçlarını da karşılamıştır.

Ancak 1980’li yıllarda Türkiye’nin batıdan etkilenerek özelleştirme merakına girmesi, ülkeyi üretme çizgisinden uzaklaştırmış ve özelleştirme fikrinin ülkeye girmesine neden olmuştur.

28 Mayıs 1986 tarih ve 3291 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Özelleştirilmesi Hakkında Kanun çerçevesinde; 11 Eylül 1987 tarih, 12184 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Sümerbank’ın özelleştirilmesine karar verilmiştir.

Özelleştirme sürecinde şirket yeniden yapılandırılarak, bankacılık birimi ayrılmış, sanayi sektöründe faaliyetlerine devam eden bölümü Sümer Holding A.Ş. adını almıştır. Özelleştirme sürecinde Türkiye Yapağı ve Tiftik A.Ş., Erhaz, Sihaz, Tümosan, Turban, Türkiye Zirai Donatım Kurumu gibi pek çok kuruluşu bünyesinde eriten Sümerbank;

TÜPRAŞ, Erdemir, Telekom gibi son dönemde yapılan özelleştirmeler hariç, Türkiye’nin 8 milyar $ civarında olan toplam özelleştirme gelirinin 881 milyon $’lık (yaklaşık % 11’lik) bölümünü kendi bünyesinde yine kendi varlıklarını özelleştirerek yapmıştır.

1988’de Sümerbank Holding kuruldu. Holdingin bankacılık birimi 1993’de Yüksek Planlama Kurulu kararıyla Sümerbank adı altında yeniden yapılandırılmıştır.

24 Ekim 1995’te Garipoğlu şirketler grubuna 103.4 milyon dolara satılarak özelleştirilmiştir. Hayyam Garipoğlu’nun Malki cinayeti ve Türkbank skandalına adının karışması, Sümerbank’ın elinden alınmasına neden olmuştur. Sümerbank 21 Aralık 1999’da TMSF’ye devredilmiş, ardından 9 Ağustos 2001 tarihinde Oyak Grubuna satılmıştır. Oyakbank A.Ş.’ye 11 Ocak 2002 tarihinde tescil edilmiştir.

Sümerbank’ın özelleştirilmesi Türkiye için hem maddi hem de manevi anlamda büyük bir kayıptır. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren milli kimliğimizi oluşturan bu eserler, ilk etapta özelleştirilmiş, daha sonra da birçoğu yabancı firmalara satılmıştır.

AMA…

Ama gün gelecek, cumhuriyetimizin bu büyük sosyo-ekonomik ve kültürel değerleri yeniden hayata geçirilecektir, geçirilmelidir…

BİLGETÜRK

RUSYA DOSYASI : Rusya’nın Ortadoğu Politikası


Rusya Tarihsel geçmişi çok eski olan dünyanın en geniş topraklarına sahip olan ve dünyada komünizmin ilk uygulayıcılardan, Sovyetler döneminde dünyada süper iki güçten birisi ve şimdilerde eski imparatorluk dönemine özlem duyan ve o günlere dönmek isteyen ülke konumundadır. Bu araştırmamızda Rusya’nın Ortadoğu’ya yönelik politikalarını ele aldık. Bu çerçevede Ortadoğu ülkeleri içerisinde yer alan Suudi Arabistan’ın, İsrail’in, Irak’ın, İran’ın ve son olarak ta Suriye’nin Rusya ile olan ilişkilerini araştırdık. Araştırmalar sonucunda Rusya ile müttefik konumunda olan Suriye ve İran’ın iyi ilişkiler içerisinde olduğu ama son yıllarda Arap Baharı’ndan sonra Suriye’de değişen sosyopolitik yapının ilişkilerin seyrini değiştirdiğini gözlemlendi. Rusya’nın Irak, İran, Suudi Arabistan ve İsrail devletleri ile de olan ilişkilerin temelinin de ekonomik kazanca yönelik olduğu incelemeler sonucunda gözlemlendi.

GİRİŞ

Rusya Kuzey Avrupa, Doğu Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya ve Uzakdoğu gibi altı çok önemli jeopolitik bölge ile çevrelenmiş dev bir ülkedir. Rusya apayrı, kendine özgü kültürü, toplumsal yapısı, federal yapısı ve idari bölünüşü olan, coğrafi konum avantajları ile dezavantajlarını birlikte taşıyan sıradışı bir ülkedir. Dünyanın en büyük federal devleti, en büyük Ortodoks ve en büyük Slav ülkesi unvanlarını da taşımaktadır. Doğu Avrupa’nın çoğunu kaplayan Slav halkları Avrupa’nın en kalabalık soyudur. Slav halklarının konuştukları dil, Batı dillerine (İtalyanca, İspanyolca, Fransızca) göre birbirine daha yakındır. Bir Slovak köylü başka herhangi bir Slav köylüyle sohbet edebilir, sözcük dağarcıkları ve gramerleri birbirine bu kadar yakındır. Rusya’da Rusların dışında 100’den fazla halk ve milliyet bulunmaktadır. Bunlardan Tatarlar, Ukraynalılar, Ermeniler, Azerbaycanlılar, Kazaklar, Yahudiler ve Almanlar, sayıları bakımından diğerlerinden daha fazladır. Rusların yarısı ateisttir. İnananların büyük bir kısmı Ortodoks’tur. İslam, Katoliklik, Yahudilik ve Budizm, Rusya’da yaşayan insanların mensubu oldukları diğer dinlerdendir. (Ağır, 2015: 28). 2002 yılı verilerine göre ülkede 145 milyon insan yaşamaktadır.(turkey.mid.ru, 2016)

Rusya, tarihin her döneminde dünya siyasetinde önemli bir ülke olagelmiş olup, bugün de yüzölçümü, coğrafi konumu, doğal kaynakları, savunma sanayisinin gelişmiş olması, nükleer gücü ve BM (Birleşmiş Milletler) Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olması gibi nedenlerle dünyanın en önemli ülkelerinden birisidir. (Ağır ve Baharçiçek, 2015: 46)

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra mirasçısı Rusya Federasyonu kendisini bambaşka bir ortamda bulmuştur. Rusya’nın güney sınırlarında altısı Müslüman olmak üzere birçok yeni devlet ortaya çıkmıştır. Bölgede Komünistlerin yıllarca bastırdığı İslamiyet yeniden canlanmaya başlamıştır. Başta İran olmak üzere Ortadoğu’daki radikal İslamcıların bu bölgeye akın edeceğinden korkan Moskova, Ortadoğu politikasında İran’a öncelik tanımıştır. Ticari ilişkiler, Çeçenistan meselesi, Tacikistan’daki iç savaş, Hazar Havzası’ndaki enerji kaynakları için Rusya ile ABD arasında verilen mücadelede İran’ın rolü gibi etkenler, İran’ı Moskova açısından değerli kılmıştır. Sovyet sonrasında Rusya’nın Ortadoğu’da yakından ilgilendiği bir başka önemli mesele ise Arap-İsrail sorunu olmuştur. SSCB döneminde İsrail karşıtı bir Arap Birliği’nin kurulmasını destekleyen ve bu ülkeyle ilişkilerini sınırlı tutan Moskova’nın, bugün için bölgedeki en önemli ticari ortağı İsrail’dir. Sovyetler döneminde Ortadoğu, Sovyetlerle ABD arasındaki mücadele alanlarından biriydi. Sovyetlerin yıkılmasından sonra da aslında bu mücadelenin devam ettiğini görüyoruz. Hatta Moskova sanki Ortadoğu’yu ABD’nin Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) politikasına misilleme aracı olarak kullanmaktadır. Nitekim Rusya’nın Suriye’ye silah satması, HAMAS liderlerini Moskova’da ağırlaması, İran’ı uluslararası arenada desteklemesi gibi tüm adımlar ABD’yi tedirgin etmektedir. Rusya’nın bu politikasının en önemli amaçları ise kendi etkisini artırmanın yanı sıra, bölgedeki ABD etkisini kırmak, bölge ülkelerine sattığı askerî teknolojiden gelir elde etmek, dünya enerji piyasalarına hâkim olmak ve Rusya’nın dünyada tekrar söz sahibi olduğunu göstermek şeklinde özetlenebilir. (Kemaloğlu,2012:7)

Rusya Başbakanı Vladimir Putin, Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün’e son yıllarda ziyaretlerde bulundu. Bu ziyaretler sonrasında Rusya bölgede üç büyük hedefi gerçekleştirmek için ciddi adımlar atacağını gösterdi. Bu hedeflerden ilki, Rusya’nın yeniden bir süper güç olduğunu Amerikan etkisinde olan Ortadoğu’ya göstermekti. İkinci hedef bölgedeki ekonomik potansiyeli kullanarak Rusya’nın petrol-dışı ekonomisini geliştirmek ve üçüncü hedef ise, Çeçen direnişine karşı Arap, Türk ve İran desteğini azaltmaktı. (SDE, 2010: 93)

RUSYA’NIN ORTADOĞU POLİTİKASI

1. Rusya-Irak İlişkileri

Orta Doğu’yu petrol faktörünü göz ardı ederek açıklamak mümkün değildir. Petrol, siyasi ve ekonomik çatışmaları belirleyen tek öğe olmamakla beraber: tüm aktörlerin ve unsurların dolaylı ya da dolaysız petrolle etkileşime girdiği, ya da girmek durumunda kaldığı bir gerçektir. Bununla beraber, Orta Doğu’yu sadece petrol ve petrole bağlı bir güç ve paylaşım savaşı olarak ele alan yaklaşımlar, bu coğrafyanın tarihsel zenginliğini, hatta kaotik heterojenliğini, göz ardı ettikleri oranda yetersiz kalırlar. Benzer bir şekilde Orta Doğu’nun yakın tarihselliğini petrolü göz ardı ederek inceleyen çalışmalar, yerinde olmayan saptamalara neden olabilirler. O halde, Orta Doğu analizleri hangi unsura odaklanırlarsa odaklansınlar, bir şekilde petrolle ve bu coğrafyanın kültürel doku çeşitliliğiyle etkileşmek durumundadırlar.(Bilgin,2007:20) Irak’ın bir devlet olarak ortaya çıkışı Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri arasındaki bir dizi gizli anlaşmaya ve petrolün paylaşımına dayanmaktadır.(Aydın, vd.,2007:59)

Bugün Irak Ortadoğu’da yer alan stratejik mevkisiyle, sahip olduğu petrol rezervleri ile Körfez’in önemli ülkeleri arasındadır. Rusya-Irak ilişkiler baktığımızda ise Orta Çağlarda başlayan ilişkilerden de söz edebiliriz. O zamanlar tüccarlar Volga ticaret yolunu ve Hazar Denizini kullanarak birbirleriyle ticaret yapmışlardır. Modern tarihi dönemde baktığımızda ise üçüncü dünya ülkelerinde gelişen bağımsızlık harekâtları ve özellikle Arap milliyetçiliği Moskova’nın iyice dikkatini çekmiştir. Irak Arap ülkeleri içerinde Sovyet sınırına en yakın olan devlettir ve herhangi bir Rus genişlemesi durumunda Arap ülkeleri içerisinde Irak’ın kendisi açık tehdit alanıdır. Rus-Irak ilişkilerinin seyri genel olarak bir çizgide ilerlememiştir. Irak’ın ilk olarak İran’ı (1980-1988) daha sonra da Kuveyt’i işgal etme girişimleri (1990) iki ülke arasındaki ilişkiyi iyice bozmuştur. Gelişen olaylar sonucunda ABD Irak’a müdahale etmiş ve Rusya bunu engelleyememiş ve bölge hâkimiyetini ABD’ye bırakmak zorunda kalmıştır. Yeltsin döneminde ilişkiler iyileşmeye başlamıştır ve Rusya Irak’a yaptırdığı ambargolar kaldırılmıştır. Bunun temel sebeplerinden bir tanesi de iki ülke arasında ki ticari gelişmeler ve diğeri de Batı Kurna’da ki petrollerin işletilmesi için ön anlaşma yapan Rus şirketi Lukoyl‘in baskıları olmuştur. Irak-ABD ilişkilerine sıcak bakmayan Rusya 11 Eylül saldırıları sonrası gelişen Rus-ABD ilişkilerinin bozulmaması için ses çıkartmamıştır zaten ses çıkartacak kadar da güçlü değildir. ABD’nin ikinci kez Irak’ı işgal etmesi Rus-Irak ekonomik ilişkilerini iyice zarara uğratmış Rusya 1997-2006 yılları arasında Irak’ın 40 milyar dolarlık borç bölümünü silmiştir ve Rusya tarafları arabulucu görevini üstlenerek müzakere masasına oturmalarını istemişse de zamanın Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani Rusya’ya sıcak bakmamıştır. Sebebini de Rusya’nın Saddam Hüseyin’i desteklemesi olarak görülmüştür. Saddam’dan sonra Rusya’nın en büyük amaçları arasında Irak’ta petrol işletmesi vardır ve bunu Batı Kurna’da ikinci petrol işletme hakkını alarak amacına ulaşmıştır. Bir diğer Rus enerji devi Gazprom ise Türk petrol şirketi TPAO, Güney Kore petrol şirketi Korea Gas ve Malezya Petronas ile birlikte Bağdat’ın 160 kilometre güneydoğusunda bulunan Bedra petrol bölgesinde ihale kazanmıştır. Bu bölgede 109 milyon varil petrol rezervinin bulunduğu tespit edilmiştir. Günlük 80 bin varil petrol üretimi gerçekleştirecek konsorsiyum her varil için 5,5 dolar kazanacaktır. İhaleyi kazanan şirketlerin söz konusu petrol yatağından (Batı Kurna-2 ile kıyasla) daha fazla kâr etmesi ise buradaki şartların daha ağır olması ve güvensiz bir bölge olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim diğer bölgelere kıyasla Bedra petrol bölgesine yabancılar tarafından gösterilen ilgi daha düşüktü. Ayrıca Irak Rusya’dan silah almayı hazır olduklarını dile getirmiştir ve bunun da temel amacı ABD pazarına alternatif pazarlar bulmak olarak söylenebilir. (Kemaloğlu,2012:9)

2. Rusya-Suudi Arabistan

Suudi Arabistan Arap yarım adasındaki en büyük ve en güçlü devlettir. Aynı zamanda hızla gelişen bir ülkedir. Suudi Arabistan yaklaşık 25,7 Milyon kişilik nüfusu ile Arap yarımadasının ortasında 2,150 Milyon Km2 alanı kaplayan bir ülkedir. Bu çok geniş alanın önemli bir bölümü (655 000 Km2 ’si) boş bölge (Rub Al-Khali -Sessizliğin Kerpici) olarak tanımlanan Fransa veya Texas’tan büyük bir çöldür.(SaSad, 2011: 2)

Rusya ile Suudi Arabistan ilişkilerine baktığımızda ise şunlara değinmek gerekmektedir. Rusya ve Suudi Arabistan dünyadaki en fazla petrol ve gaz rezervlerine sahip iki ülkedir. İki devlet arasındaki ilişkiler son zamanlarda askeri ve teknolojik konularında gelişmiştir burada dikkate edilmesi gereken nokta Suudi Arabistan’ın ABD’ye alternatif olarak askeri anlaşmalar yapmasıdır. Sovyetler Birliği ilk Suudi Arabistan devleti tanıyan ülke idi. Sovyetler zamanında ilişkiler iki ülke arasında yok denecek kadar azdır, ama Sovyet Birliği’nden sonra kurulan Rusya Federasyonu ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler gelişmiştir. Suudi Kral Abdullah 2003 yılında Rusya Federasyonunu ziyaret etmiş ve taraflar enerji alanında anlaşma imzalamışlardır. Ayrıca Rusya başkanı Vladimir Putin Suudi Krallığını 11.12.2007 yılında ziyaret eden ilk Rus liderdir. Bu ziyaret bölgesel güvenlik sorunları, enerji, ticaret, bilimsel ortaklık gibi alanlarda her iki devlet içinde bir fırsattı. Putin ziyareti sırasında her iki devletin petrol ve doğalgaz alanında birbirlerinin rakibi değil aksine birbirlerinin ortağı olduğunu söylemiştir. 2008’de ki Gürcistan-Rusya krizinden sonra Kral Abdullah Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlık isteğini anladığını dile getirmiş fakat her iki bölgeyi de daha uluslararası alanda tanımamıştır. Suriye iç savaşından sonra da ilişkiler gerilmeye devam etmiştir. Rusya Suriye’de var olan rejimi yani Esad’ı desteklerken Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi devletlerin yanında yer alarak sivilleri desteklemektedir. (Kemaloğlu, 2012: 13)

3. Rusya-İsrail İlişkileri

İsrail devleti Ortadoğu’da Asya ve Afrika kıtalarının kesiştiği yerde bulunan bir ülkedir. Batısında Akdeniz, Kuzeyinde Lübnan ve Suriye, doğusunda Ürdün, Güneyinde ise Mısır, Filistin ve Kızıldeniz ile çevrilidir. 1917 Balfour deklarasyonun da İsrail devletinin kurulacağı açıklanmasına rağmen 14 Mayıs 1948’de, İsrail bağımsızlığını ilan etti. (Halm, 2008:35)

Rusya çeşitli konularda İsrail’e ihtiyaç duymaktadır. Özellikle Eski Sovyet devletleri hariç en çok Rusçanın konuşulduğu yer İsrail devletidir. İsrail’in kurulması ile birlikte Eski Sovyetlerden Yahudi olan çoğu kişi İsrail devletine göç etmiş ve yerleşmiştir. Bu göç dalgasından sonra bu insanlar iki ülkede turizmin ve kültürlerin gelişimini önemli oranda etkilemiştir. Aynı zamanda göç eden kişiler arasında mühendislerin bulunması Rusya’nın İsrail ile özellikle askeri projeler geliştirmesini tetiklemiştir. Günümüzde aynı zamanda İsrail devleti bölgede Rusya’nın en büyük ticari ortağıdır. İsrail de Rusya ile iyi ilişkiler geliştirmek istemektedir. Bunun sebeplerinden birincisi Rusya’nın özellikle Suriye ve İran’a silah satışlarını azaltmasıdır. İkinci sebep ise ticari ilişkilerin gelişimi İsrail içinde çok önemlidir. Rusya ile İsrail ilişkileri son yıllarda stabil bir istikamette gitmemektedir. 1967’de ilişkiler kesilmiş ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ilişkiler tekrar başlamıştır. Benyamin Netanyahu’nun 1996 yılında seçimleri kazanmasıyla birlikte İsrail ile Rusya ilişkileri gelişmiş, zor durumda olan Rus ekonomisine İsrail devleti Rusya’ya 50 milyon dolarlık kredi açmış ve Rus gazına ilgi duymuştur. Ancak Rusya’nın İran’a nükleer füze satmasıyla ilişkiler tekrar bozulmuştur. Vladimir Putin döneminde de inişli çıkışlı ilişkiler devam etmektedir. Rusya’nın Çeçenistan politikasını destekleyen İsrail Rus-İsrail ilişkilerini olumlu etkilemiştir. Ayrıca Putin Yeltsin’den farklı olarak İsrail’in Filistin politikasında her iki devleti de eleştirmiştir ve sorunun çözümü için de ortak noktanın ancak müzakere ile olabileceğini dile getirmiştir. 26-29 Nisan 2005 tarihleri arasında Ortadoğu’yu ziyaret eden devlet başkanı Putin ziyaretleri sırasında İsrail’i de ziyaret etmiştir. İsrailli yetkililer bu ziyareti tarihi olarak nitelemektedirler bunun gerekçesi de İlk defa Rusya devlet başkanının İsrail’i ziyaret etmesidir. İsrail ilişkilerin iyiye gideceğini düşüncesinde iken Putin’in Ağlama Duvarı ziyareti sırasında Kipa takmayı reddetmesi ilişkileri olumsuz etkilemiş hatta diplomatik krizden dönülmüştür. Ziyaret sonrasında en önemli verim her iki devlet içinde ticari anlaşmalar olmuştur. Putin 2012’de İsrail’i tekrar ziyaret etmiştir. İsrail devleti yetkilileri Rusya’nın İran ve Suriye ile olan iyi ilişkilerden memnun olmadığını Putin’e söylemişlerdir ve bu devletlere silah satışı yapılmamasını istemişlerdir. Putin’de sorunun çözümünü diplomatik yollarda olduğunu söylemiştir. Bu ziyaretin en büyük karları tekrar ticari anlaşmaların yanında askeri alanda da yapılan anlaşmalar olmuştur. Rusya İsrail ilişkilerini olumsuz yapan bir diğer olgu ise Rusya’nın Hamas’a karşı düşünceleridir. Hamas yetkililerini Moskova’da ağırlayan Rusya İsrail devletini kırmıştır. Batı Rusya’nın Hamas’a karşı olan tutumunu batı karşıtı olarak tanımlasa da Rusya, İsrail ile Filistin arasındaki ilişkilerin düzelmesi için Hamas’ın ve İsrail’in diplomatik yollarla uzlaşması gerektiğini dile getirmiştir. Rusya Hamas’a karşı olan tutumu ile Ortadoğu’da etkisini arttırmakta ve Arap devletlerin sempatisini de kazanmak istemektedir. (Kemaloğlu, 2012: 13)

4. Rusya-İran İlişkileri

Rusya’nın Ortadoğu politikasında dikkati en çok çeken İran ile olan ilişkileridir. SSCB’nin çökmesinin ardından Rusya Federasyonu’nun sınırlarında birçok Müslüman devlet ortaya çıkmıştır. Bu da başta İran olmak üzere Ortadoğu’daki “radikal İslamcıların” bu bölgeye akın edeceğinden korkan Moskova’nın, Ortadoğu politikasında İran’a öncelik vermesine neden olmuştur. Ayrıca SSCB’nin çöküşü de İran için komünizmi ideolojik tehdit olmaktan çıkarmış ve böylece, İran-Rusya ilişkileri karşılıklı çıkar ilişkisi temelinde şekillenmeye başlamıştır. Ticari ilişkiler, Çeçenistan meselesi, Tacikistan’daki iç savaş, Hazar havzasındaki enerji kaynakları için Rusya ile ABD arasında verilen mücadelede İran’ın rolü gibi etkenler de, İran’ın Rusya için Ortadoğu’da en önemli ülke konumuna gelmesini sağlamıştır. Rusya-İran ilişkilerinin temelinde Rusya açısında öncelikli olarak iki önemli faktör bulunmaktadır. Bunlardan ilki, İran’ın Rusya için önemli bir silah pazarı olması durumudur. İran’ın ABD ve Batı’nın silah ambargosu ile karşı karşıya kalmasını kendisi için bir fırsat durumuna getiren Rusya İran’ı kendisinin birinci silah pazarı yapmıştır. Zaten ABD’yi de Rusya’nın Ortadoğu politikasında en fazla rahatsız eden konu Ortadoğu’nun Rusya’nın en büyük silah pazarı olmasıdır. İkinci olarak İran’ın çok stratejik bir önemi olduğunu söyleyebiliriz. Bu, İran’ın bölgede ABD karşıtı duruşuna bir destek mahiyetinde ortaya çıkmaktadır. Rusya ABD karşıtı söylem geliştiren İran ile işbirliği yaparak aslında ABD’ye söylemek isteyip de söyleyemediği bazı şeyleri ifade etmek istemektedir. XX. yüzyılın sonunda İran ile Rusya arasındaki siyasi münasebetler de her iki tarafın çıkarlarını gözetmiştir. Rusya’nın askerî teknoloji ve nükleer teknoloji konusundaki desteğine karşın, İran Rusya’nın Çeçenistan politikasını fazla eleştirmemiştir. Tacikistan ile Afganistan’daki savaşlar sırasında Rusya ile İran ortak hareket etmiş, her iki ülke de Tacikistan’da iç savaşın sona ermesini istemiş ve Afganistan’da da Taliban’ın ülkeyi ele geçirmesini engellemeye gayret etmişlerdir. Yine her iki ülke, Azerbaycan’ın güçlenmesine ve bölgedeki enerji hatların kontrolünün kendi ellerinde toplanması için Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı projesine olumsuz yaklaşmışlardır. Rusya’nın İran ile ilişkilerinde dikkati en çok çeken ise kuşkusuz nükleer enerji konusunda iki ülkenin yapmış olduğu işbirliğidir. SSCB zamanında 1989 yılında dile getirilen nükleer alanda işbirliği anlaşması SSCB’nin çökmesi sonucu ortaya çıkan gelişmelerden dolayı ertelenmiş, nihayetinde 1995 yılında imzalanmıştır. Rusya, Batı’nın İran’ın nükleer enerji konusundaki kaygılarına rağmen bu ülke ile işbirliği içerisinde İran’ın “Buşehr” kentinde nükleer santral inşa etmişlerdir. Aslında Rusya’da nükleer enerji konusunda İran’ın bir noktadan sonra kendi başına hareket edebilecek aşamaya gelmesini istememektedir. Fakat ABD ile pazarlıkta elinde güçlü bir koz bulundurmak adına bu şekilde hareket etmektedir. Bununla birlikte son zamanlarda İran’ın perde arkasında ABD ile nükleer enerji konusunda pazarlık masasına oturduğu iddiası Rusya’nın yeniden düşünmesini gerektirmiştir.

Rusya her ne olursa İran’ın nükleer çalışmaları konusunda Batı’nın bunu savaşla denetim altına alma fikrine sıcak bakmamaktadır. Rusya İran’ın nükleer çalışmaları hakkında yürütülen “spekülasyonların” barışçıl şekilde çözüme kavuşturulması yönünde tavır takınmaktadır. Diğer taraftan her ne kadar İran’daki nükleer santrali Ruslar inşa etseler de Rusya da aynen Batı gibi İran’ın nükleer silahlanmasını istememektedir. Ancak Batı’dan farklı olarak Rus yetkililer, İran’ın herhangi bir başka ülkenin olduğu gibi barışçıl amaçlarla nükleer program geliştirme hakkına sahip olduğu görüşündedirler. Buna ilaveten Rusya, İran’ın nükleer programı sorununun yalnızca diplomatik yollarla çözülebileceğinin üzerinde durmaktadır. Bütün bunlardan dolayı Rusya, kendi çıkarlarını da göz önünde bulundurarak İran’ı uluslararası arenada desteklemeye devam etmekte ve İran’a herhangi bir müdahale yapılmasına karşı çıkmaktadır. Rus diplomatlar, uygulanan ambargoların da sorunu çözmeyeceği, sadece daha fazla körükleyeceği görüşündedirler.

Diğer taraftan Rusya, İran ve Hazar’a kıyıdaş diğer ülkelerin Hazar’ın statüsü ve Hazar’daki yeraltı zenginliklerinin kullanımı konusunda bir anlaşmaya varamamaları, Rusya ile İran arasındaki ilişkilerin gelişimini yavaşlatmıştır. Yine Birinci Çeçenistan Savaşı, Rusya ile İran arasındaki ilişkileri etkilememişse de, Vladimir Putin’in daha başbakan iken başlattığı II. Çeçenistan Savaşı, ilişkilere gölge düşürmüştür. Bunda İran’ın o tarihlerde İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) başkanlık etmesinin de etkisi büyük olmuştur. İran, bir taraftan nükleer istasyon inşa eden ve askerî teknoloji ihtiyaçlarını karşılayan Rusya ile ilişkilerine önem verirken, diğer taraftan da İslam dünyasının en önemli kuruluşu olan İKÖ’nün başkanı olarak Rusya’nın Çeçenistan politikasına sessiz kalamamıştır. Neticede İran, Rusya’yı Çeçenistan politikası yüzünden eleştirmiş, ancak eleştiri dozunu iyi ayarlamıştır. Moskova ise teşekkürü bekletmemiş ve İran’da ikinci nükleer santral inşa etmeye hazır olduğunu bildirmişti. Bugüne gelinen noktada Rusya adeta İran ile Batı dünyasında arabulucu hâline gelmiş ve sorunun barışçıl yollarla çözülmesi konusunda çeşitli çözüm önerilerinde bulunmuştur. Bu önerilerinden biri, İran’ın uranyum zenginleştirme işlemini Rus topraklarında yapması şeklindeydi. Ancak, Rusya’nın bu planı işe yaramamıştır.[1] Bilindiği gibi Batılı ülkeler, İran’ın uranyum zenginleştirmeyi durdurmasını istemektedirler. İranlı yetkililer ise kendi tezlerini savunmaya devam etse de Batı, ekonomik ambargoları azalttığı ve Tahran’daki nükleer reaktörün ihtiyaç duyduğu yakıtı karşıladığı takdirde yüzde 20 oranından fazla bir oranda uranyum zenginleştirmemeyi taahhüt edeceklerini dile getirmektedirler. Buna benzer açıklamayı İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad da yapmıştı.

İranlı yetkililerin bu yöndeki tutumları, görüşmeler açısından “başarı” olarak kabul edilmektedir. Zira taraflar 15 ay aradan sonra görüşmeleri yeniden başlatmış ve karşılıklı geri adımları bile görüşmeye başlamışlardır. Söz konusu görüşmelerin en çok da Rusya’nın işine yaradığını söyleyebiliriz. Moskova, Ortadoğu da dâhil olmak üzere uluslararası sorunların çözümünde Rusya’nın önemli rol oynadığını göstermiştir. Son olarak Rusya’nın bundan sonraki süreçte de İran’ı desteklemeye ve onu çeşitli ambargolardan korumaya devam edeceğini söyleyebiliriz. Bu desteği yukarıda değindiğimiz Rusya’nın bölgeye yönelik amaç ve siyasetiyle açıklayabileceğimiz gibi uluslararası dengeler ve ABD’nin yayılmacılık siyasetine karşı Rusya’nın almaya çalıştığı tedbirlerle de izah edebiliriz. İran’da iktidar değişimi ve özellikle de ABD yanlısı siyasetçilerin iktidara gelmesi, Rusya’nın çıkarına değildir. Rusya ile İran arasında büyük sorunlar olmadığı gibi, Moskova-Tahran ittifakı, Ortadoğu’da ABD’nin yayılmacılığına, Güney Kafkasya’da da Azerbaycan-Türkiye-Gürcistan ittifakına karşı Rusya’nın gücünü arttırmaktadır. İran’a yapılan askerî müdahale, bölgenin tamamen ABD’nin etkisi altına girdiği anlamına gelecek ve Rusya’nın sadece Ortadoğu’daki değil, Kafkasya’daki konumuna da zarar verecek, Rusya’nın dört bir taraftan çember altına alınma anlamına gelecektir. (Kemaloğlu,2012:7)

5. Rusya-Suriye İlişkileri

Suriye hiç kuşkusuz içinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyası ve Akdeniz’e açılan bir liman olması sebebiyle geçmişten günümüze büyük devletlerin ilgisine konu olmuştur. Suriye, Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı kontrolüne girmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra itilaf devletlerinin Sykes-Picot Anlaşması’nı imzalamaları neticesinde Ortadoğu paylaşılmış ve Suriye Fransız işgal alanına dönüştürülmüştür. 1920 tarihinde ise Suriye ve Lübnan’da Fransız manda yönetimi kurulmuş: Şam Devleti, Halep Devleti, Nusayri merkezli Alavi Devleti, Dürzi merkezli Cebel-i Duruz Emirliği, Lübnan Devleti ve sonradan Türkiye’ye katılacak olan Hatay Cumhuriyeti olmak üzere altı yapılı yönetim oluşmuştur. 1943 seçimlerinde manda yönetimine karşı olan Şükrü el Kuvvetli, Suriye’nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Fransa, II. Dünya Savaşı sonrasında Suriye’den geri çekilmiş ve bu devlet, 1946’da BM’ye katılarak Suriye Cumhuriyeti adını almıştır. (Sarıkaya,2015:1)

Rusya’nın bölgede çok yönlü işbirliği geliştirdiği bir başka ülke de Suriye’dir. Sovyetler Birliği, Suriye bağımsızlığına yeni kavuşmuş fakat henüz işgal altındayken, 1944 yılında bu ülke ile diplomatik ilişkilerini başlatmıştır. 1950’lerden itibaren Suriye’nin Sosyalist eğilimleri artınca Sovyetler Birliği’nin bölgedeki en önemli ortağı haline gelmiştir. 1970’te Hafız Esad Suriye devlet başkanlığına gelince ilk ziyaretini Moskova’ya gerçekleştirmiştir. Mısır da Nasır’ın ölümü ardından yerine gelen Enver Sedat’ın ABD’ye yakınlaşması Suriye’nin bölgedeki önemini artırmıştır. 2000 yılında Hafız Esad’ın ölümünün ardından devlet başkanlığına oğul Beşar Esad’ın gelmesi ve Rusya’da aynı yıl Putin’in seçimle devlet başkanlığına gelmesinin ardından iki ülke ilişkileri adım adım ısınmaya başlamıştır. Suriye’nin Rusya’ya yakınlaşmasında ABD’nin 11 Eylül 2001 sonrası Ortadoğu’da sert bir politik tavır sergilemesi ve İsrail’in kararlı işgal politikalarını desteklemesi karşısında düştüğü yalnızlık önemli faktörlerdendir. Ayrıca Rusya’nın ABD ve AB’nin aksine Suriye’nin İsrail ile olan anlaşmazlık konularında dengeli bir tutum sergilemesi ve Suriye’nin bölge için önemli olduğunu vurgulaması da önemlidir. Tüm bu sebeplerden dolayı Suriye, ABD’ye karşı güçlü bir uluslararası aktör olarak dengeleyici unsur olarak değerlendirmek düşüncesiyle Rusya’ya yaklaşmıştır. Daha Vladimir Putin’in ilk devlet başkanlığı döneminde Rusya’nın tekrar toparlanmasıyla birlikte Moskova’nın bölgeye ilgisi ve bölgedeki etkisi artmıştır. Bu süreçte Rusya’nın Ortadoğu politikasının en önemli amaçları, kendi etkisini artırmanın yanı sıra, bölgedeki ABD etkisini kırmak, bölge ülkelerine sattığı askerî teknolojiden gelir elde etmek, dünya enerji piyasalarına hâkim olmak ve Rusya’nın dünyada tekrar söz sahibi olduğunu göstermek şeklinde özetlenebilir. Bu amaçları hayata geçirme konusunda Rusya’nın yakın zamana kadar başarılı olduğunu da söylemek mümkündür.

Rusya’nın bu başarısında Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında izlediği siyaset ve bölgedeki sorunlarla ilgili tutumu etkili olmuştur. Bu politikasıyla Moskova kısa zamanda Ortadoğu ülkelerinin de güvenini kazanmış ve bölgede etkisini artırmıştır. Aynen SSCB zamanında olduğu gibi Rusya’nın bölgedeki rejimleri destekleyerek, Ortadoğu ülkelerine silah satarak, bazı ülkelerin daha SSCB zamanından kalan borçlarını silerek ve özellikle enerji alanında olmak üzere önemli ekonomi projeleri hayata geçirerek, XXI. yüzyılın başında tekrar bölgede önemli güç hâline gelmişti. Ancak “Arap Baharı”, Rusya’nın Ortadoğu’nun politikasını doğrudan etkilemiş ve Rusya’yı da zor durumda bırakmıştır. Son dönemde Ortadoğu’da patlak veren olayların, başlangıçta Moskova’nın bölgedeki varlığına zarar vermeyeceği, hatta bölgenin kısa bir süre istikrarsız kalmasının Rusya’nın işine yarayacağı düşünülüyordu. Zira Ortadoğu’nun daha fazla istikrarsızlaşması ve buna paralel olarak enerji kaynaklarının fiyatlarının artması, Rusya’nın kısa vadede işine yarayan gelişmelerdi. Ayrıca bu husus bir kez daha enerji alanında Rusya’ya alternatif olarak gösterilen Ortadoğu ülkelerinin “güvenilirliğinin” sorgulanmasına neden olmuştur. Ancak Arap Baharının gittikçe genişlemesi ve uzaması, Rusya’nın Ortadoğu politikasına da zarar vermiştir. Suriye’de yönetimin değişimi, Rusya’nın bu ülkedeki ve genel olarak bölgedeki bütün varlığını tehdit etmektedir. Rusya’nın uluslararası arenada Beşir Esad’a destek vermesinin asıl nedenini de bu hususlarla açıklamak mümkündür.

Diğer taraftan Suriye’den sonra başta İran olmak üzere baharın başka ülkelerde de yayılma, hatta Rusya’nın arka bahçesi olarak adlandırılan Kafkasya ile Orta Asya’da da benzer senaryoların uygulanma tehlikesi mevcuttur. Dolayısıyla Rusya, Beşir Esad yönetimini desteklemeye devam edecektir. Hiç şüphesiz Suriye ve bütün Ortadoğu’daki olaylar, Rusya’nın ABD ve genel olarak Batı ülkeleri ile münasebetlerini olumsuz etkilemekte ve bizlere Soğuk Savaş dönemini hatırlatmaktadırlar. Amerikan ve Rus devlet adamlarının birbirlerine karşı sert açıklama ve suçlamalarda bulunmaları, alışık bir durumdur ve bu tür davranışlar, münasebetlerin genel seyrini etkilememekte ve zarar vermemektedir. ABD ile Rusya, aralarında sorunlar yaşadıkları dönemde dahi karşılıklı oturup karşılıklı tavizlerde bulunabilmekte, ortak kararlar alabilmektedirler. Rusya’nın ABD’nin Irak müdahalesine ses çıkarmaması ve 11 Eylül olayı sonrasında yanında yer alması, ABD’nin Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü üyeliğine yeşil ışık yakması, Rus yetkililerinin Lenin’in memleketi olan Ulyanovsk’u NATO’ya “transit üs” olarak kullanması için izin vermeleri, tarafların silahsızlanma vs konularda devamlı görüşmelerde bulunmaları vs. yukarıdaki tezimize örnek teşkil etmektedir. (Kemaloğlu, 2012:14)

SONUÇ

Rusya Federasyonu, geniş toprakları, zengin enerji kaynakları, coğrafi konumu, tarihi ve kültürel birikimi ve bir döneme damgasını vurmuş olan SSCB’nin mirasçısı olması gibi nedenlerle dünyanın siyasi ve ekonomik bakımdan önemli ülkelerinden birisidir. Günümüzde özellikle devlet başkanı Vladimir Putin’in aktif siyaset içinde önemli bir siyasi figür ve karizmatik bir lider oluşu Rusya Federasyonu’nun etkilemektedir. Putin’in sık sık eski imparatorluğu getireceğiz deyişi toplum nezdinde kabul edilen bir yaklaşım ve Rus halkının Putin’e desteği içinde önemli bir siyasal söylemdir.

Rusya’nın Sovyetler döneminde olduğu gibi günümüzde de Ortadoğu üzerine temel politikalar güttüğünü yukarıdaki yazılarda gördük. İsrail devleti ile ilişkilerin Sovyet dönemine göre seyir değiştiği ve günümüz Rusya Federasyonun da İsrail’in Rusya için bölgede en önemli ticari ülke olduğu söyledik, ancak Rusya’nın Arap ülkelerine silah satışları ve Suriye gibi bir devletle müttefik oluşu İsrail devletini endişelendiren önemli olgulardır. Rusya’nın Suriye politikasında Arap Baharının etkilerini görmek çok kolaydır. Rusya ülkede bulunan hava ve deniz üssünü kaybetmek istemezken aynı zamanda birlikte hareket ettiği Beşar Esad iktidarının güçten düşmesini istememektedir. Silah satışını ve bölgede önemli bir jeopolitik yapıya sahip olan Suriye’yi kaybetmek Rusya’nın karizmasını zedeleyecektir. Rusya’nın İran ile ilişkilerine baktığımızda ise Ortadoğu bölgesinde bulunan Rusya’nın ikinci müttefik ülkesi olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle nükleer, petrol ve silah teknolojisi gibi konularda çeşitli anlaşmaları vardır. Suudi Arabistan ile ilişkilerin Suudi Arabistan’ın ABD ile bir çok noktada hareket etmesi sonucu çok iyi olduğunu söylemeye engel olduğu söylenebilir. Ancak son yıllarda Rusya özellikle silah konusunda ve petrol konusunda Suudi Arabistan’la ortak çıkarlar bulmaya çalışmakta ve kendine bir pazar alanı yaratmaya çalışmaktadır. Son olarak Irak ile ilişkilerin ise Sovyetler döneminde iyi olmamasına rağmen günümüzde özellikle ekonomik çıkar peşinde olan petrol şirketlerinin yoğun dayatmaları sayesinde ekonomik olarak ilişkilerin geçmişe nazaran iyi olduğu söylenebilir.

Yusuf AVAR, Aziz ERSOY, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, İİBF, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü

KAYNAKÇA

AĞIR, Osman ve BAHARÇİÇEK, Abdulkadir (2015), ‘’Rusya Federasyonu’nda Demokrasinin Yerleş(e)memesinin Nedenleri’’, Akademik yaklaşımlar dergisi, cilt:6 sayı:1, ss.46-62

AĞIR, Osman (2015), ‘’Rus Tipi Federalizm’’, TSA /S: 1, ss.27-54

AYDIN, Mustafa, Özcan, N. Ali, Kaptanoğlu, Neslihan, (2007), ‘’Riskler ve Fırsatlar Kavşağında Irak’ın Geleceği ve Türkiye’’ Tepav Ortadoğu çalışmaları II, ss.1-144

BİLGİN, Mert, “Küresel, Bölgesel ve Yerel Eksende Irak Petrollerinin Ekonomik, Siyasi ve Stratejik Anlamı”, Akademik Orta Doğu, Cilt 1, No 2, 2007, s. 21-55

HALM,’’israil Hakkında Gerçekler’’ (2008) Keter Pres Kudüs, İsrail. Ss.1-352

http://www.turkey.mid.ru/hakk_t02.html (04.06.2016)

KAMALOV, İlyas, ‘’Putin Dönemi Rus Dış Politikası. Moskova’nın Rövanşı’’(2008) Yeditepe Yayınevi, İstanbul, ss. 223-224.

KEMALOĞLU, İlyas (2012), ‘’Rusya’nın Ortadoğu Politikası’’, Orsam rapor no:125, ss.1-22

SARIKAYA, Burak,’’Suriye İç Savaşı Perpektifinde Geçmişten günümüze Rusya-Suriye İlişkileri’’(2015), TASAM, ss.1-15

SASAD,’’Suudi Arabistan Hakkında Not’’ (2011) ‘’Savunma Sanayi Endüstri Günü İçin Suudi Arabistan Hakkında Not’’SaSad, Ankara.

SDE, ‘’Rusya Raporu’’ (2010) Çankaya/Ankara, ss.1-142

İRAN DOSYASI : Saddam Hüseyin Sonrası Irak’taki Türkiye İran Mücadelesi


Türkiye ve İran; Ortadoğu’da devlet geleneğine sahip, birbirlerine komşu, rekabet halinde olan, farklı etnik yapıya sahip, aynı dinin farklı mezheplerine mensup, farklı siyasal rejimleri, dünya görüşü ve dış politika anlayışı ile bölgenin en kritik iki ülkesidir. Bölgede huzurun ve istikrarın iki sembolik örneği denilebilir. Türkiye ve İran birer jeopolitik oyuncu potansiyeline sahiptir. Çevresinde olup bitenlere sadece kulak vermezler aynı zamanda yönlendirir ve ulusal çıkarları doğrultusunda politikalarını şekillendirirler. Belirlenen politikalar zaman zaman uyuşmayabilir ama bu durum iki taraf için de ilişkilerin kopacağı anlamına gelmez ve savaş durumuna asla getirmez. Sebepleri ise iki tarafında akılcı ve pragmatik olmasıdır. Çünkü iki tarafta az sayılmayacak bir devlet geleneği tecrübesine sahiptir. Söz konusu Irak olunca bazı zaman yakınlaşma bazı zaman ise karşılıklı suçlamalar olmuştur. Hususiyetle tetkik edilecek olursa Saddam Hüseyin’in İran ile yaptığı savaş sonrası aldığı ağır ekonomik darbesini Kuveyt’i işgal ederek telafi etmeye çalışması ve ardından uluslararası bir koalisyonla Kuveyt’ten çıkarılması, sonra ABD’nin sık sık eleştirilerine maruz kalması ve KİS üretmekle suçlanması, tüm bunların üstüne 11 Eylül 2001 terör saldırısı ile artık Irak’ın işgal edilmesini kaçınılmaz kılmıştır. 2003 Irak işgali ile hedeflenen bir Kürt devleti Irak’ı ikiye bölmüştür. Türkiye ve İran için yeni birer hayat sahası açılmıştır. İran, mevcut merkezi hükümeti kullanarak Türkiye etkisini yavaşlatmaya çalışırken, Türkiye ise bağımsız devlet olma hayali kuran ve yanı başında bulunan bölgesel yönetiminin İran etkisinde olmaması için kendine çekmektedir. İki farklı devlet ve iki farklı dünya görüşünün mücadelesi.

İslam Devrimi Öncesi İran ve Cumhuriyet Dönemi Türkiye’nin Benzer/Farklı Yönleri

İran dış politika anlayışı denilince iki süreç vardır bunlar, 1979 devrim öncesi ve sonrasıdır. Mazisi çok eskidir. İslamiyet ile tanışıklığı bakımından en önemli olan Sasani Devletidir. Sasaniler Zerdüştlüğü benimsemişler daha sonra ikinci İslam Halifesi Hz. Ömer’in ordusu, 636 Kadisiye savaşı ile Sasanilerin sonunu hızlandırmış ve Zerdüşt Devleti 651’de tarihe karışmıştır. Şah İsmail’in öncülüğünde 1501’de Safevi devleti kurulmuş ülke hızla Lübnan’ın Cebel Amil bölgesinden getirtilen ulema ile Şii anlayışı yaygınlaştırılmıştır. Safevi devletinin 1722’de yıkılmasının ardından Afşin ve Zend hanedanları arasında iktidar çekişmeleri olmuştur. Daha sonra bu çekişmelere son verecek olan Kaçarlar Devleti kuruldu. Kaçarlar devletinin zamanla zayıflamasını fırsat bilen 2500 kişilik Kazak Tugayı’nın Komutanı Rıza Han Kaçarlar Hükümetine darbe düzenlemiştir. İlk önce başbakanlığını daha sonra ise 1926’da Şah olduğunu ilan etmiştir. Kaçarlar hükümdarı Ahmed Şah ise Avrupa’ya gitmiştir. Rıza Şah, laik, demokratik, milliyetçi ve anti koministtir. Ülkesinde çarşafı yasaklamış, kılık kıyafet düzenlemesi yapılmış, medreseleri kapattırıp modern okullar açmıştır. Birçok yenileşme alanında muvaffak olmuştur. Rıza Han, birçok alanda yenilikler yapmış olmasına rağmen Dil konusunda değişiklik ile ilgili bir düzenleme yapmamıştır.

Türkiye, Osmanlı varisi bir devlettir. Sadece isim olarak söylenilse daha doğru olacaktır. Çünkü 24 Temmuz 1923 Lozan antlaşması ile kurulan yeni devlet birçok alanda yenilikler yapmıştır. Medreseler kapatılmış, modern okullar açılmış, tekke ve zaviyeler kapatılmış, kılık kıyafet kanunu, şapka kanunu, Tevhid-i Tedrisat kanunu, Medeni Hukuk Kanunu gibi Batı seviyesine ulaşılabilecek her türlü tanzimler yapılmıştır. Bu yenileşme hareketinin öncüsü Mustafa Kemal’in muvaffak olduğu kesindir. Yapılan yenileşmelerin yanında 1928’deki Harf inkılabı maalesef Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yeni yetişen nesillerini geçmişten habersiz bırakmıştır. Artık tarihe Cumhuriyet ve sonrası olarak bakılmıştır, geçmişteki eserleri okuyamaz hale gelmiş ve tüm bunlar tarihi bağlarımızı zayıflatmıştır. Türkiye ve İran’ın, 20.yy’ın başlarında gerçekleştirdiği değişimler ve modern devlet oluşturma gayretleri birbirleriyle birçok mevzuda benzerlik göstermektedir.

İran İslam Devrimi Sonrası Dünyadaki Gelişmeler ve İran-Irak Münasebetleri

İran’ın Ayetullah Humeyni öncülüğünde 1979’da gerçekleştirdiği darbe ile Şah Muhammed Rıza Pehlevi’yi devirmiştir. İran’da daha önce var olan laik düzeni yıkılmış yerine İslami rejim kurulmuştur. Türkiye ise 70’li yıllarda toplumda yaşanan ideolojik ayrışmalara ve sağ-sol kavgalarına tanık olmuş ve bunun devamı olarak 12 Eylül 1980’de Kenan Evren komutasında bir askeri darbe olmuştur. SSCB’nin Aralık 1979’da Afganistan’a müdahalesi, Saddam Hüseyin’in aynı yıllarda Irak’ta yönetimi ele alması ve Mısır ile İsrail arasındaki barış görüşmeleri ve buna mukabil İsrail’in Sina Yarımadasından çekilmeyi taahhüt etmesi gibi çok mühim gelişmeler cereyan etmiştir. Bu tarz gelişmelerin Soğuk Savaş döneminde görülen nadir hareketliliklerden olduğu muhakkaktır.

Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak devleti, Sosyalist-Arap milliyetçisidir ve Laik bir devlet düzenine sahiptir. Yanı başındaki komşusu İran’ın, mezhepçi bir sistemi özümsemiş olması Irak’ı tedirgin etmiştir. İran’daki devrimden birkaç ay sonra yönetimi ele geçiren Saddam Hüseyin, ülkesinde ciddi bir iç muhalefetle karşı karşıya kalmıştır. Saddam Hüseyin’in iç muhalefeti bastırmak için bir bahane ile halkın dikkatini bir dış meseleye çekmek istediği muhakkaktır. Saddam’ın, İran’da gerçekleşen devrimin ertesi yılı savaşı başlatmış olması İran’daki iç karışıklıktan faydalanmak istediği aşikârdır.1980-88 yılları arasında gerçekleşen savaşta başta Irak bayağı ilerlemiş olsa bile daha sonra İran beklenmedik bir direniş göstererek olayı kendi lehine çevirmekte muvaffak olmuştur. Humeyni, ciddi bir saygınlık kazanırken Saddam Hüseyin ise ciddi bir prestij kaybı yaşamıştır. Savaş sonucunda ise taraflar arasında herhangi bir toprak kaybı ve kazancı yaşanmamış aksine iki Müslüman ülkenin enerjileri kendi aralarında harcanmıştır.

Irak’ın geçirmiş olduğu bu sancılı süreçte yoğun bir borçlanmaya gitmiştir. Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten büyük borçlar alınmıştır. Saddam Hüseyin, Suudi Arabistan ve Kuveyt’in borçları silmesini istemiştir. Gerekçe olarak bu savaşın Arap Dünyası için yapıldığını belirtmiştir. Suudiler olumlu yaklaşmış ancak Kuveyt bu duruma itiraz etmiştir. Irak, İran ile yaşadığı savaş döneminde Kuveyt’in Rümeyla denilen bölgede haksız petrol çıkardığı iddiasında bulunmuş tazminat talep etmiştir. Tazminatın ödenmesine itiraz eden Kuveyt, Irak tarafından 2 Ağustos 1990’da işgal edilmiştir. Saddam Hüseyin, Kuveyt’in Irak’ın bir parçası olduğunu ve Osmanlı Devleti zamanında da Kuveyt’in Basra’ya bağlı olduğunu söylemiştir. Saddam daha sonra Uluslararası askeri koalisyonla Kuveyt’ten çıkartılmıştır. Saddam’ın KİS ürettiği, terörü desteklediği ve bölge barışına zarar verdiği gerekçesiyle 20 Mart 2003 yılında ABD tarafından ‘ Irak Halkına Özgürlük’ iddiası ile işgal edilmiştir. Saddam Hüseyin yakalandıktan sonra 30 Aralık 2006 da idam edilmiştir. Bu durum Sünnilerin tepkisini çekmiş ve ABD’ye karşı direniş hareketleri artmaya başlamıştır. ABD’nin 2003 yılındaki Irak operasyonu ve bu operasyona İran’ın destek vermiş olması bir gerçektir. Nitekim İran eski cumhurbaşkanı yardımcısı Muhammed Ali Abtahi 15 Ocak 2004’te yaptığı bir konuşmada “Eğer İran’ın desteği olmasaydı Kabil ve Bağdat bu kadar kolay bir şekilde düşmezdi.” [1] Açıklamasında bulunmuştur. Bu açıklamadan sonra ise anlaşılan tek şey İran’ın Şeytan olarak gördüğü ABD ile ilişki kuracak kadar pragmatik politika izlediğidir.

Saddam Hüseyin Sonrası Irak’ta, İran-Türkiye Etkisi

Irak, 1979’dan ikinci körfez harbine kadar Sünni azınlık Saddam Hüseyin tarafından idare edilmiştir. Saddam’ın mensup olduğu mezhep ve Türkiye’deki idarecilerin ve halkın büyük çoğunluğunun mensup olduğu mezhep aynıdır. Bundan mütevellit gerçekleşen iyi muhabbetler mevcuttur ancak Fırat ve Dicle nehrinin üzerinde Türkiye’nin bir takım tasarruflarda bulunması iki ülkeyi karşı karşıya getirdiği olmuştur. Irak ve Türkiye, sınırları içerisinde barındırdığı Kürt nüfusları itibariyle tedirginlerdir. Oluşabilecek tehlikeye karşı işbirliği içerisinde olmuşlardır. İran ise komşusunun, nüfusunun yarısından fazlası Şii mezhebine mensup olmasından mütevellit her zaman ilgi duymuştur. İran, Irak’taki yönetimden rahatsız olmuş ve iki tarafta sekiz yıl süren bir savaş gerçekleştirmişlerdir. Daha sonra ise birinci ve ikinci körfez harbinde tarafsız gibi gözükse de Batının yani Emperyalist güçlerin yanında yer almış ve halkın büyük çoğunluğu Şii olan bir yönetimin iktidara geçmesini arzu etmiştir. İran, Irak için ABD’den sonra “ikinci işgal gücü ”olarak nitelenebilir. Çünkü ABD’den sonra Irak üzerinde en fazla etkiye sahip olan ülke konumunda İran vardır. [2]

Saddam Hüseyin, yönetimden uzaklaştırılmasından sonra ABD güçleri tarafından Şii ve Kürtler yönetimde söz sahibiyken Sünniler dışlanmıştır. Daha sonraki süreçlerde görülmüştür ki dışlanan Sünni halk aynı zamanda merkezi idari tarafından da baskıya maruz kalmışlardır. 2006 yılında Başbakanlığa gelen Nuri El Maliki geldiği günden beri ülkedeki Sünnilere terörle mücadele bahanesiyle baskı yapmaktadır. Haziran 2014 yılında IŞİD terör örgütünün Musul’u işgal etmesi ve işgalden sonra örgütün hala daha Musul’da barınması şüphesiz halkın haklı desteği ile olmuştur. Sünniler kendilerine yapılan haksızlıklara daha fazla tahammül edememiş ve IŞİD’e sahip çıkmıştır. Irak Özel Kuvvetler Komutanı olan ’Maliki’nin Aslanı’ lakaplı Ebu Velid ve himayesindeki bazı askerler ise peşmergelere sığınmıştır.

Saddam Hüseyin dönemi, Irak- İran ilişkileri hep çekişmeli ve rekabet içerisinde olmuştur. Irak’ın toplum yapısı itibariyle de İran’ın her daim ilgi odağı olmuştur. İkinci körfez harbi ile Saddam’ın devrilmesi sonrası İran’a yeni bir hayat sahası açılmıştır. ABD müdahalesi sonrası Irak’ın federatif yapısı Türkiye ve İran’ı rahatsız etmiştir. Çünkü iki devlette Irak’ın toprak bütünlüğünden yanadır. İlerleyen yıllarda hususiyetle 2006 yılı ile başbakanlığa Maliki’nin

gelmesi ve Şii mezhebini üstün tutup diğerlerini dışlayıcı tutumu Türkiye’nin tepkisine sebep olmuştur. Türkiye bu sebeplerden mütevellit Kuzey Irak yönetimi ile 2000 yılından sonraki gelişen iyi ilişkilerini arttırmaya gitmiştir. Aynı zamanda Irak’ın Sünni Başbakan yardımcısı Tarık Haşim’i hakkında Aralık 2011’de , ‘Terör Faaliyetlerinde Bulunmak’ suçlamasıyla hakkında yakalama kararı çıkartıldı. Haşim’i ilk önce Kuzey Irak daha sonra Kuveyt ve Suudi Arabistan’da sınırlı sürede kalmış ve ardından Türkiye’ye sığınmıştır. Ankara, Bağdat’ın taleplerine rağmen kırmızı bülten ile aranan Haşimi’yi iade etmemiştir.

Barzani Üzerindeki Bölgesel Etkiler ve Adım Adım Özerklikten Devlete

1991’deki Birinci körfez harbi ile Irak ordusu Kuveyt’ten çıkarıldı ve Irak’a ambargo getirildi. Savaş sonrası Saddam Hüseyin, ülkesinde Kürtlere yönelik baskılarından mütevellit binlerce Kürt, İran ve Türkiye başta olmak üzere komşu ülkelere sığındılar. Irak’ın Kuzeyi uçuşa yasak bölge ilan edildi ve Saddam’ın ordularının etkinliği kırıldı. Körfez Savaşı’ndan itibaren Irak’ın parçalanmasının engellenmesi ve Kürt sorununun yeni bir boyut kazanması ile ilgili ortak çıkarlar, Türkiye ile İran’ı uluslararası arenada işbirliğine itmiş ve tarafların konuyla ilgili devamlı görüş alışverişinde olmalarını sağlamıştır. Aynı zamanda Irak faktörü, Bağdat’ın kontrolü kaybettiği Irak’ın kuzeyinde iki ülkenin etki rekabeti içerisinde olmalarına neden olmuştur. İran, Kuzey Irak bölgesindeki Musul ve Kerkük’ün Türkiye kontrolünde olmasını değil Kürt kontrolünde olmasını tercih etmektedir. Çünkü bir grubu yönlendirmek, ikna etmek bir devlete göre daha kolaydır. İran’ın bu gerçekleri dikkate aldığı bir hakikattir.

2014 yılına gelindiğinde Türkiye ve İran’ı tedirgin eden iki olay gerçekleşmiştir. Haziran ayında çoğunlukla Sünnilerin yaşadığı yerleri IŞİD’in işgal etmesi ve Bölgesel Kürt yönetiminin bağımsızlık talebi gözlerin tekrar bu bölgeye dikilmesine sebep olmuştur.

ABD, bölgede bir Kürt devleti kurulması için en başından beri sistemli çalışmıştır. Birçok alanda hazır olan bölgesel yönetim şimdilik sadece Washington’dan gelecek olumlu bir cevap ile bağımsızlığını ilan etmeyi beklemektedir. Bölgesel yönetimin, bağımsız olmasını her türlü destekleyen İsrail’dir. İsrail, Ortadoğu’da Arap olmayan topluluklarla ilişkiler kurmak ve güvenlik politikalarını çeşitlendirmek istemektedir. Her şeyden önce Batı ve ABD ile uyumlu olan bir devlet istemektedirler. Türkiye’nin, 1990’lardan 2000’lere kadar İsrail ile Stratejik Ortaklık ilişkisi vardır. İsrail Devleti, Türkiye’nin zaman zaman uzlaşmaz tutumuna karşılık alternatif bir devlet istemektedir. Bundan mütevellit Irak Kürtlerine desteğini alenen yapmaktadır. Türkiye daha önce kırmızı çizgimizdir dediği bölgesel yönetim ile 2000 yılı sonrası hususiyetle AKP iktidarı ile ilişkiler gelişmiştir. Türkiye, dünya gerçeklerini ve bölgesini geçte olsa idrak edebilmiştir.

Sonuç

Irak, 2003 yılındaki Amerikan işgali ile üçe ayrılmıştır. Güney bölgesi Şii, Orta Irak yani Bağdat çevresi Sünni ve Kuzey Irak ise Türkmen ve Kürtlerden oluşmaktadır. Sünnilerin yönetimden uzaklaştırılması ile ülke Kürtlere ve Şiilere teslim edilmiştir. Irak’ın Kuzeyinde özerkliğe sahip olan Kürtler, Bağdat’tan ayrılmak istemektedir. Bu taleplerini en son 2014 yılında IŞİD’in Musul’u işgal etmesiyle dile getirmişlerdir. Kürt yönetiminin Bağımsızlık talepleri er ya da geç gerçekleşecektir. Gerçekleşecek bu hakikatin önüne set çekmeye çalışmak ileride büyük sıkıntıların yaşanmasına sebep olabilir. Türkiye ve İran bin yıllık devlet tecrübesi ile yanı başında gerçekleşen hadiselere sessiz kalmamaktadır. Barzani’nin, ABD ve Türkiye ile çalışması İran’ı gücendirmektedir. İran’da bu durma mukabil Irak merkezi yönetim ile ilişkilerini geliştirmiştir. Başbakan Ahmet Davutoğlu daha önce söylediği ‘ Dış Türkler de dış Kürtler de bizim himayemizdedir’ sözü bölge barışı için Bölgesel yönetiminin önemini belirtmektedir. Daha sonra bu açıklamasını ‘PKK, Barzani’ye saldırırsa bize saldırmış olarak kabul ederiz’ demiştir. 2014 Haziranında IŞİD terör örgütünün Musul’u işgal etmesi sonrası Irak’ta var olan terör grupların yok edilmesi için Bağdat hükümeti tarafından Türk ordusu davet edilmiştir. Irak askerleri ve peşmergelerin eğitimi için Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Musul’un 32 kilometre kuzeyindeki Beşika’da Peşmergeye eğitim verdiği kampa 2015 Aralık ayında takviye yapmıştır. Irak Başbakanı Haydar el-İbadi, “Türk askerî birliğinin ülke topraklarına izin almadan girmesi Irak’ın egemenliğine karşı riskli bir ihlaldir. Türkiye’den komşuluk ilişkisine saygı gösterip derhal Irak topraklarından çekilmesini talep ediyoruz” tepkisini gösterdi. TSK, bir yıldan beri Musul’da vardı ancak Irak hükümetinin bir anda tepki vermesi hiç şüphesiz İran’ın nüfuzunu göstermektedir. Türkiye’nin Musul’a önem vermesinin iki sebebi vardır. İlk olarak IŞİD terör örgütünün lojistik desteğini kesmek istemesidir. Çünkü bölgenin Suriye bağlantısı olması stratejik önemini artırmaktadır. İkinci olarak ise tarihi bağlardır. Misak-ı Milli sınırları içerisinde olmasına rağmen cumhuriyetin ilk yıllarında dönemin şartları ve İngilizlerin etkisiyle Musul’u anavatana katamamıştır. Bu yaşananlardan mütevellit Türkiye’nin aklında her zaman Musul ve Kerkük kalmıştır. 1991 Körfez harbinde Türkiye hiç olmadığı kadar hayallerine yaklaşmıştır. Daha sonra yaşanan gelişmeler bu planın hayata geçmesini zorlaştırmıştır. Irak devletinin parçalı olması ilk zamanlar her ne kadar Türkiye ve diğer bölge devletleri için tehlike arz etse de Türkiye’nin AKP iktidarı ile gelişen yeni politikası Irak üzerinde oynanan oyunlara direnip oyun kuranlardan tepki almaktansa oyuna dahil olup oyunu yönlendirmek istediği bir hakikattir. İran ise Türkiye’nin Musul ve Kerkük olmak üzere Kuzey Irak bölgesindeki etkinliğini engel olmak istemektedir. Bunun içindir ki Irak merkezi yönetim üzerinden baskı yapmaktadır.

Geçmişten günümüze defalarca çıkarları doğrultusunda karşı karşıya gelen iki eski devletin yaşanan yeni gelişmelerin etkisi ile tekrar karşı karşıya gelmiştir. İran’ın Afganistan ve Irak işgaline yardımcı olması, Suriye iç karışıklığında Esad’a her daim destek vermesi, Lübnan’da var olan Hizbullah ile İsrail’e karşı mücadele etmesi ve Yemen’de gerçekleşen iç karışıklıkta Şii Husilere destek vermesi ile adeta bölge barışını tehlikeye atmaktan çekinmeyen tavır takınmıştır. Türkiye’nin İsrail ile yakınlaşması ve Bölgesel Kürt Yönetimiyle yakın ilişkiler kurulması Tahran’ı rahatsız etmektedir. Tahran, Türkiye’yi bölgeye daha fazla yaklaştırmamak için elinden geleni yapacaktır; Kıbrıs Rumları, Yunanistan, Ermenistan ve Irak ile ilişkilerin geliştirilmesine ehemmiyet verecek ve Ankara’yı iç politikalar ile meşgul etmek isteyecektir. Ankara ise Tebriz Türklerine sahip çıkmak başta olmak üzere Azerbaycan ile ilişkilerini geliştirmek ve her daim yanında olduğunu hissettirmek ve Bölgesel Kürt Yönetimi ile yapılacak antlaşmalar başta olmak üzere her türlü İran’ın etkinliğini azaltmak için çaba sarf edecektir. Taraflar her ne kadar karşı karşıya gelse de aralarındaki enerji antlaşmaları ve ihracat-ithalat ilişkisi iki ülke için birbirinin vazgeçilmezi olmuştur. İki ülkenin de bulunmuş olduğu jeopolitik konum en azından ikili ilişkilere itmiş ve müşterek kararlar alınmasını bir nevi zorunlu kılmıştır. Bölge barışı için Türkiye ve İran münasebeti çok büyük önem arz etmektedir. Bin yıllık devlet tecrübesi, aynı dinin farklı mezhebine mensup olunması, çevresinde olup bitenlere farklı bir bakış açısıyla yaklaşmaları ve tüm bunlara rağmen ticaretin ve işbirliğinin arttığı gözlenmektedir. Ortadoğu’da yaşanan mezhep odaklı çatışmaların, terörün, darbelerin, suikastların son bulacağı ümidi iki ülkenin ilişkilerinin var olması ile olacaktır. Türkiye ve İran’ı yakından incelediğimizde Ortadoğu’nun geçmişini ve bugününü görürüz, Ortadoğu’nun geleceğini görmek ise Ankara ve Tahran’ın politikalarına bağlıdır.

Selçuk ÖZÇELİK, Giresun Üniversitesi/ Uluslararası İlişkiler Bölümü

DİPNOT

[1] Sinan TAVUKCU,”KUŞATILAN İRAN-2”, SDE, Cilt.73,Sayı:73,ARALIK 2015,S.91

[2] Dr. Zafer AKBAŞ, IRAK SORUNUNUN ULUSLARARASI BOYUTU VE TÜRKİYE, Ankara: Barış Yayıncılık, s:228

KAYNAKÇA

1- Akbaş, Zafer. Irak Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, Ankara: Barış Yayıncılık, 2011

2- Brzezinski, Zbigniew. Büyük Satranç Tahtası, İstanbul: İnkılap Yayıncılık, 2015

3- Armaoğlu, Fahir. 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, İstanbul: Alkım Yayıncılık, 2012

4- Korkmaz, Yusuf. İran Suriye Bölgesel İttifakı, İstanbul: Matbuat Yayıncılık, 2015

5- Djalılı, Mohammad-Reza ve Thierry Kellner. “Arap Baharı” Karşısında İran ve Türkiye. İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayıncılık, 2013

6- Erbakan, Necmettin. Davam. Ankara: MGV Yayıncılık, 2014

7- Osman Bahadır Dinçer, “Karmaşıklaşan dengeler ve Irak seçimleri”,http://www.aljazeera.com.tr/gorus/karmasiklasan-dengeler-ve-irak-secimleri

8- Umut Aras, “Ankara-Erbil ilişkileri ve Kürt sorunu”, http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/ankara-erbil-iliskileri-ve-kurt-sorunu

9- “Geçmişten günümüze Türkiye-İran ilişkileri”,http://www.aljazeera.com.tr/dosya/gecmisten-gunumuze-turkiye-iran-iliskileri

10- “IŞİD’in Musul’u işgalinin birinci yılı”,http://tr.euronews.com/2015/06/10/isid-in-musul-u-isgalinin-birinci-yili/

11- “1 yıldır Musul’dayız, günaydın Bağdat”, http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/330043.aspx

12- “Musul’daki olayların sorumlusu Maliki’dir”,

http://www.sozcu.com.tr/2014/dunya/musuldaki-olaylarin-sorumlusu-malikidir-545435/

13- Ramazan Yavuz, “Irak’ta ‘Maliki’nin Aslanları’ peşmergelere sığındı”,http://www.hurriyet.com.tr/irakta-malikinin-aslani-pesmergelere-sigindi-26663304

14- Aydın Hasan, “Bush ‘ Musul ve Kerkük hakkınız, alın’ dedi, http://www.milliyet.com.tr/bush-musul-ve-kerkuk-hakkiniz-/siyaset/detay/1899979/default.htm

TARİH /// VİDEO : Türkler Belgeseli & Bölüm 12 Selçuklu Medeniyeti


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=yIbTSqD7J5I

ARAŞTIRMA DOSYASI : UFO Reporting Procedures & Regulations


AFI 10-206

The following documents were discovered by The Black Vault that pertain to reporting UFOs by the U.S. Military, Government and Commercial installations.

United States Air Force – Air Force Instruction 10-206

pdf.gifAir Force Instruction 10-206. 2008 Revision with UFO references [87 Pages] – Up until 2011, the Air Force had this publication active, and UFOs remained in it to be reported. When The Huffington Post profiled The Black Vault, and this discovery, the publication was changed within days. Reference: Air Force UFO Rules Vanish After Huffington Post Inquiry.

pdf.gifAir Force Instruction 10-206. 2011 Revision without UFO references [40 Pages, 0.4MB]

pdf.gifChange log to AFI 10-206 [19 Pages, 0.3MB]

United States Air Force – Air Force Regulation 200-2

pdf.gifAir Force Regulation 200-2 [8 Pages, 4.76mb] – This Regulation establishes procedures for information and evidence material pertaining to unidentified flying objects and sets forth the responsibility of Air Force activities in this regard. It applies to all Air Force Activities. (Archived for reference. Believed to be rescinded.)

United States Air Force – UFOB

pdf.gifUFOB – History of the 4602nd Air Intelligence Service Squadron, 1 Jan to 30 June 1955 [74 Pages, 3.76mb] – (Archived for reference. Believed to be rescinded.)

Department of Defense

pdf.gifDoD 5040.6-M-1, October 21, 2002, Decision Logic Table Instructions for Recording and Handling Visual Information Material [64 Pages, 0.3 MB] – This DOD manual referenced what military personnel should do given they take a photograph of a UFO. However, it was rescinded and replaced with the below version — which the UFO reference is now taken out.

pdf.gifDoD 5040.6-M-2, April 2005, Instructions for Handling Visual Information (VI) Material [46 Pages, 0.8 MB] – This was the next version of 5040.6, as published in 2005. Also now obsolete and rescinded, it is archived here for reference.

pdf.gifDAA-0330-2013-0014, January 21, 2015, DOD Visual Information Records Schedule [24 Pages, 0.4 MB] – The above instructions for Visual Information (VI) have all been rescinded. According to the Defense Imagery Management Operations Center (DIMOC): “The Archivist of the United States has signed the new DoD Visual Information Records Schedule DAA-0330-2013-0014. DoD 5040.6-M-1, DoD 5040.6-M-2 and DoD 5040.06-V3 are obsolete and will be rescinded. Refer to this records schedule for all VI Records disposition instructions for the Department of Defense.”

Federal Aviation Administration (FAA)

pdf.gifALL “UFO” References in FAA Manuals / Regulations, 2016 Release [7 Pages, 0.7MB] – In 2016, I requested all manuals and regulations that the FAA had that referenced UFOs. These are the pages I received, which do not amount to anything more than recommendations to submit UFO reports to the National UFO Reporting Center or law enforcement.

Joint Army Navy Air Force Publication (JANAP) 146(E)

pdf.gifJANAP 146(E) [33 Pages]

KADINLARIN DÜNYASI /// VİDEO : Aldatan Kadınların ilginç İTİRAFLARI


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=lgoXSd9FE-c&feature=em-uploademail

GÜNDEM ANALİZİ /// VİDEO : Söz İstanbul’da /// 29.06.2016 /// Doç. Dr. Sait Yılmaz – Kanal B


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=UEqBuWyagDw&feature=em-subs_digest

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI /// VİDEO : IŞİD’in Atatürk Havalimanı’na saldıracağı devlete 20 gün önceden bildirilmiş


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=R1b4s4ftX4Q&list=TLhLNSq6nwzgwyOTA2MjAxNg

TARİH /// VİDEO : Celal Şengör & İlber Ortaylı – OSMANLI’NIN OKYANUSA ÇIKIŞI


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=YsI5IF_ROy4&feature=em-subs_digest

IŞID ÖRGÜTÜ DOSYASI : ATEİST BİR GAZETECİNİN (ÖZGÜR ÇAĞDAŞ) IŞİD ÖRGÜTÜ YORUMU


Özgür Çağdaş : IŞID Gerçek Müslümandır, ve Allah Tüm Kötülüklerin Anasıdır (ironi yok, düz anlamıyla)

IŞID Gerçek Müslümandır ve Allah Tüm Kötülüklerin Anasıdır (ironi yok, düz anlamıyla)

3gün falan haberlere bakmadım, 4. gün yer yerinden oynamış ülkede. Bir tomar yazı baktım ama yine fark ediyorum ki insanlar olayın özünü kaçırıyor.

Olayın özü, Işıd’i anlayamamaktan kaynaklanıyor. Evet ne yazık ki Türkiye’de hala insanlar Işıd’i anlayamıyor. İster hoşunuza gitsin, isterse gitmesin, Işıd gerçek müslümandır, sizler değilsiniz. Eğer kur’an’ı ve Hz. Muhammed’in yaşamını referans alıyorsanız, durum budur. Müsadenizle size biraz açıklayım ama önce google’dan gelebilecek kişilr için şunu net belirteyim, Allahsızım. Yani burada yazacaklarım Işıd propagandası falan değil, size olayı anlatmak.

Öncelikle yanlış anlama olayında aynı hatayı Türban olayında yaptık. Ecevit zamanında çıktı "burası devlete meydan okunacak yer değil" dedi. ama Allah’a meydan okumuş oldu. Çünkü Türban -eğer kur’an’a inanıyorsa- öyle takılıp çıkarılacak- bir aksesuar değil.

Nur Suresi 31. Ayet şöyle buyurur:

"Ve mü’min kadınlara söyle, bakışlarını indirsinler (haramdan sakınsınlar) ve ırzlarını korusunlar. Zahir olan kısımlar (görünen el, yüz ve ayaklar) hariç, ziynetlerini açmasınlar. Ve başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar (örtsünler). Ve ziynetlerini, kocaları veya babaları veya kocalarının babaları veya oğulları veya kocalarının oğulları veya erkek kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya kadınlar veya ellerinin altında sahip oldukları (cariyeler) veya erkeklerden, kadına ihtiyaç duymayan hizmetliler veya kadının avret yerlerinin farkına varmayan çocuklar hariç, açmasınlar. Ve gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını vurmasınlar. Ey mü’minler, hepiniz Allah’a tövbe edin! Umulur ki, böylece felâha eresiniz."

Yani şurada aç burada kapa gibi bir şey söz konusu değildir. İstisna durumlar belirtilmiştir. Vakti zamanında bunu anlayamadık, ve 20 yıla yakın bir bez parçasıyla uğraşıp durduk.

Şimdi benzer bir hatayı Işıd ile yaşıyoruz. "Onlar gerçek müslüman değil" zırvasıyla Işıd’i engelleyemezsiniz. Aynı türban olayında olduğu gibi duvara toslarsınız. Dün Cumhuriyet mitingleriyle Abdullah Gül’e karşı çıkarken nasıl "Tayyip’e karşı çatı aday ol, seni destekleyelim" zavallılığı oluştuysa, Işıd öyle bir büyür ki, "Tayyip sen iyisin, Işıd’e karşı başımızda dur" kepazeliği olabilir.

Başlık başlık gidiyorum,

1- Işıd 21. Yüzyıl’da Kur’an’a uygun "Köle Pazarı" kurdu.

Bu şaka gibi bir şey biliyorum, ama adamlar köle pazarı kurdu yaf! 5bin dolara insan satıyorlar. Ama bu Kur’an’a uygun bir şey. Çünkü savaş esirlerinin kölelik ve cariyelik yapmaları kur’an’a göre olağan bir şey. Kur’an kesinlikle köleliği yasaklamaz, sadece "iyi davranın" der. Sizin de bileceğiniz üzere "iyi" kavramı ise çok görecelidir. Misal adam çıkıp, "e kardeşim, iyi davranıyoruz, yemek veriyoruz besliyoruz, koynumuza alıyoruz, kalacak yer veriyoruz. Daha ne?" diyebilir. ya da "böbreklerini, kalbini iç organlarını kesip kesip organ mafyasına satmıyoruz ya! emrimizde çalıştırıyoruz." diyebilir. Kur’an’a uygun argümanlar, çıkıp da İslami argümanla bir şey diyemezsiniz.

Nisa Suresi 24. ayet: "Savaşta esir olarak ellerinize geçen cariyeler dışında, tüm evli kadınlarla evlenmeniz de Allah’ın yasasıyla size haram kılınmıştır."

Çok açık ve net. Allah demiyor savaş esiri kadına çocuğa dokunmayın. Bizzat Allah kelamı diyor, savaş esiri kadını gönlüne göre alabilirsin diye. Kocası varmış çoluğu çocuğu varmış, seni istiyormuş istemiyormuş hiç önemli değil. Savaşa katılmışsan, esir olarak kadını ele geçirmişsen senindir!

Çok temiz kalpli bir Allah, değil mi?

Işıd’de bunu yapıyor. Allah’a inanıp da Işıd’e kölelik cariyelik savaş esiri muhabbeti üzerinden yüklenmeniz saçma. Kur’an’da kölelik ve Cariyelik ile ilgili detaylı okuma isterseniz iki link:

LİNK : http://www.turandursun.com/forumlar/showthread.php?t=14973

LİNK : http://www.sosyalistforum.net/89310-post30.html

2- Işıd Kur’an’a uygun bir Soykırım yapıyor

Şu anda 21. yüzyılın en büyük soykırımları yaşanıyor gözümüzün önünde. Binlerce yıldır orada yaşayan halklar yerlerinden yuvalarından kovuluyor, kürtler, türkmenler, yezidiler, persler.. sırf sunni değiller diye!

Ama Kur’an böyle buyuruyor. Onlar kafir, allahın yoluna iman etmiyorlar (bakış açısı) ve kafirlere karşı en katı şekilde saldırmayı buyurmuş kuran. öyle gönül gözüyle iyilikle değil.

Tevbe Suresi, 73. ayet: "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla savaş, onlara karşı şiddetli davran. Onların yurdu cehennemdir ve orası, ne de kötü dönülüp varılacak bir yerdir."

Onlara şiddetli davran! Güzel allah gene güzel buyurmuş, Işıd ise maşallah elinden gelen tüm şiddeti uyguluyor. Devamı da var:

Tevbe Suresi, 14. ayet: " Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın."

Yani Bu allah’ın çok değişik çalışıyor düşünce sistemi. Misal insanlarla iletişim kurmak için Postacı peygamberler tayin ediyor, insanları cezalandırmak için de "Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın" diyor. Kendi kendine bir iş yapmıyor, tembel biraz galiba. Bi de hani ceza yeri cehennem idi?

Ama eğer bu ayetleri sorgulamıyorsan ve Allah’a koşulsuz iman ediyorsan, Işıd’e katılmalı ve "onların yanında savaşmalısın" çünkü allah şöyle buyurmaya devam ediyor.

Enfal suresi 39. ayet: "Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve insanların Allah’ın dininin egemenliğini kabul etmelerine kadar onlarla savaşın."

Yani Işıd ne diyor, londra’ya da New York’a da saldıracağız. Saldırmaları gerekir, çünkü Allah böyle istiyor. "Yeryüzünde" diyor, tüm dünyada, "Allah’ın dininin egemenliğini kabul etmelerine kadar" savaşacaklar. Kamboçya’ya bile gelecekler eğer güç ele geçirirlerse. Allah’ın sözüne şirk koşmak istemiyorsan katıl sende!

şurada bir kaç ayet daha var.

LİNK : http://www.ihvanlar.net/2012/05/16/cihad-hakkinda-ayet-ve-hadisler/

Şimdi çıkıp biri "konuşarak da cihad edilir, allah’ın yoluna davet etmek de bir cihattır" falan gibi hümanist sufi yaklaşımlarla karşı çıkabilir. Ben de sufiydim, Kur’an’ın böyle demek istediğini düşündüm uzun süre ama öyle değil. inceleyin ayetleri, direk gerçek savaştan bahseder kuran, kazanılan ganimetlerden edinilen esirlerden. "konuşarak dini yaymak" güncel deyimle "propaganga yapmak" değil islamın bahsettiği. Sen onu bugüne uygun evcilleştirmek istiyor olabilirsin, bu senin tercihindir belki ya da temennin. Ama Allah açık bir şekilde demiş, yeryüzünde tek benim dinim kalıncaya kadar savaşın demiş. Hatta direk öldürün demiş

Bakara suresi 191. Ayet: "Onları Nerede yakalarsanız öldürün. Sizi yurdunuzdan çıkardıkları gibi siz de onları yurtlarından çıkarın. Fitne, adam öldürmeden beterdir."

Evet, onları yurtlarından çıkaran amerikalılarla bir olan kürtleri türkmenleri diğer etnik grupları şimdi teker teker yurtlarından çıkarıyorlar. Allah izin vermiş, hatta böyle yapmayı emretmiş. Yakaladıklarını da öldürün demiş. Başka hiç bir unsur yaşamasına da izin vermiyor. Çünkü içlerinde yaşayan "diğer unsurlar" fitne çıkarabilir. fitne olmaması, akıllarda hiç bir soru işareti olmaması için öldürmek mübah.

Misal Suudia Arabistan geçen sene geç kalmış bir yasayı yürürlüğe koydu: "Tüm Ateistler birer teröristtir" Işıd daha da iyisini yapıyor, yasayla bile uğraşmıyor, "nerede yakalarsa öldürüyor" tam kitapta yazdığı gibi.

3- Işıd / El-Kaide’nin Amerikan’ın ürettiği bir şey olması mühim değil, Takiye Kur’an’a uygundur.

Şimdi çıkıp diyebilirsiniz bu Işıd el kaide amerikanın kurduğu bir şey diye. Doğru olması veya olamması bir şey değiştirmez. Takiye ile amerika’ya bir süre itaat etmiş olmaları Kur’an’a ters değil.

Nahl Suresi’nin 106.ayet: "Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse -kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka- fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır."

-Kalbi iman dolu olduğu halde inkara zorlanan başka-

Amerika inkara zorlamışsa inkar ettik gözüküp bir süre öyle güç kazanmaları mübah bir strateji.

Daha da net bir ayet

Al-i İmran Suresi, 28. ayet: "Mü’minler inananları bırakıp da, Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah ile bağını koparmış olur, kendinizi onlardan gelecek tehlikelerden korumak için bu yola başvurmanız hariç. Ancak Allah sizi kendi emirlerine karşı gelmekten sakındırıyor. Çünkü bütün yollar Allah’a varır."

Normal’de bir müslüman kesinlikle ama kesinlikle müslüman olmayanla arkadaşlık kuramaz. Yani bir müslüman benim gibi bir allahsızla arkadaş olursa, günah işlemiş olur. Aynı şekilde Amerika ile de bir ilişki kurarsa günah işlemiş olur. Şiilerle de, kafir kürtlerle de veya herhangi bir "sunni olmayan unsurla" arkadaşlık yasak!

Ancak diyor ki, kendinizi onlardan gelecek tehlikelerden korumak için bu yola başvurmanız hariç. Eğer amerika ırak’ı işkal ettiğinde onlarla ilişki kurmuşlarsa, veya vakti zamanında sovyetler afganistan’a saldırırlarken Amerika’dan destek alarak kurulmuşlarsa, bu Kur’an’a uygundur.

Ama artık güçlendiler palazlandılar. Artık Cihad zamanı.

4- Işıd’e itaat etmemek Kur’an’a aykırıdır.

Şimdi daha da öte bir konuya değineyim. Eğer Işıd’e itaat etmezse o bölgedekiler, ulul emre itaatsizlik olur. Bu da kur’an’da hoş karşılanmaz.

Nisa suresi 59. ayet: "Ey inananlar, Allah’a, peygambere ve içinizden emredecek kudret ve liyakata sahip olanlara itaat edin."

Evet Irak ve suriye bölgesinde Işıd "emredecek kudret ve liyakata sahip". eğer ona itaat etmezlerse açıkça Kur’an’a ters düşerler.

Türkiye’de şu anda emredecek kuvvete sahip değiller ama yarın öbürgün kuvvetlenirlerse ve itaat etmezsen, kafir konumuna düşeceksin, Kur’an böyle buyuruyor, bunu bil!

Şimdi, Işıd Kur’an’ın emrettiği şeyi kusursuz yapıyor. Sakın ama sakın "Işıd gerçek islam değil" demeyin. size öğretilen ılımlı islamı laik islamı falan sorgulayın. Onlar hep toplum mühendisliği ürünü. Din de zaten genel olarak toplum mühendisliğinin temel taşıdır.

Işıd insanların kafasını tam olarak islami usüllere göre kesiyor.

Ramazan müslümanı kardeşlerim, rakı içerken ezan sesini duyunca müzik sesini kısan kardeşlerim, sizin 2 + 1 seçeneğiniz var.

Eğer gerçekten müslüman olmak istiyorsanız, seçeneğiniz Işıdçi olmanız. Öyle ezan duyup müzik kısmakla olmaz bu işler. Allah’ın sözüne uyacaksın, kelle koltukta gideceksin. O da seni cennetine alacak, huriler falan çılgın atacaksın sonra.

Ya da -ikinci seçenek- "bu ne biçim Allah?" deyip sorgulayacaksın. insanlara da sorgulatacaksın.

+1 diye bahsettiğim seçenek şu anki mevcut durumunuz, devam edebilirsiniz elbette. iyi hissediyorsanız sorun yok. Ama "müslümanım" dediğinizde esastan müslüman olmadığınızı bilin. sizinki tatlı su müslümanlığı olur sadece. Hobi düzeyinde müslüman olacaksanız bu sizin tercihiniz elbet. Ama insanlar oluk oluk Işıd’e katılıyor diye şaşırmayın.

Tekrar tekrar söylüyorum: Sakın ama sakın, "Işıd gerçek müslüman değildir" demeyin.

Kobeniymiş ırakmış şuymuş buymuş, savaş sonuçları mühim değil. Kim kazanırsa kazansın, Işıd Türkiye’de güçlenerek büyüyecektir, hazırlıklı olun.

Işıd herşeyi kur’an’a uygun yaptığına göre, Işıd ile mücadele etmek istiyorsanız, Kur’an ile mücadele etmeniz gerekmektedir.

Annenizden babanızdan okuldan mahalleden öğrendiğiniz ne var ne yoksa sorgulayın!

Işıd ile mücadele, Kur’an ile mücadeledir

Işıd ile mücadele etmek için yeri göğü yaratan bir Allah’ın olmadığını Kur’an’ın insan yazması bir kitap olduğunu anlatmak gerek. Ama inançlara hiç bir şekilde hakaret etmeden küçümsemeden bunu yapmak gerekir. Türkiye’nin %60’ı aptal falan gibi sözlerle olmaz. "Pis yobaz" gibi laflar sadece insanları Işıd’e iter.

· Bir Allah, kendisi bir ateist iken, niye ateistlerden bu kadar nefret ettiğini sorgulatın,

· Ateist bir Allah’a inanırken, niye ateist insanları sevmediklerini sorgulatın.

· Bir Allah’ın neden bu kadar kötülük buyurabileceğini sorgulatın. Neden kendi diniyle bu kadar obsesif olduğunu sorgulatın.

· Eğer Allah gerçekten varsa, tüm bunların onun suçu olduğunu anlatın. Tasarımı yanlış yaptığını, iletişim yönteminin yanlışlığını anlatın.

· Kur’an’ın Allah’ın kelamı olmadığını, insan yazması bir kitap olduğunu anlatın. Kanıt isterseniz şuna bakabilirsiniz: islama ve kurana inanmaktaki 2 temel mantık hatası

LİNK : http://www.dunyabirmasaldir.com/islama-ve-kurana-inanmaktaki-iki-temel-mantik-hatasi/

Hiç bir şey yapmazsanız da en azından "ışıd gerçek müslüman değil" demeyin, onların gerçek müslüman, sizlerin hobi düzeyinde müslüman olduğunu anlayın, bu bile bir şey!

Işıd’in bilmem kaç bin kişilik ordusu ile mücadele çok zor değildir. Zor olan düşünce ile mücadele etmektir. Işıd bu savaşı kaybedebilir, ama efsanesi büyüyerek çoğalacaktır. Türkiye’de %5-%10 arası bir radikal islamcı potansiyel kitlesi zamanla onları destekleyerek türkiye Işıd’ini büyütecektir. Bu mücadele için de düşmanının düşünce yapısını tam olarak anlayabilmen gerek.

Eğer bunları anlamadan Işıd ile mücadele etmeye kalkarsanız, 10 yıl 20 yıl sonra "Türban" olayında olduğu gibi duvara toslarsınız!

P.S. Gelen yorumlardan sonra 2. bir yazı ilave ettim. Lütfen ona da bir göz atın:

LİNK : http://www.dunyabirmasaldir.com/isid-uzerine-gelen-yorumlar-yanlis-anlamalar-ve-cevaplar-derli-toplu/

MUHSİN YAZICIOĞLU DOSYASI : Muhsin Yazıcıoğlu soruşturmasında 132 şüpheliye takipsizlik kararı


Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümüne ilişkin soruşturmada 132 şüpheli hakkında takipsizlik kararı verildi.

Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun 25 Mart 2009 günü helikopterinin düşmesi sonucu ölümünde ihmalleri bulunduğu, arama faaliyetlerini geciktirdikleri ve delilleri kararttıkları iddiasıyla aralarında dönemin Kayseri Valisi Mevlüt Bilici’nin de olduğu 132 şüpheli hakkında açılan soruşturmada takipsizlik kararı verdi. Olayın pilotaj hatasından kaynaklandığına dikkat çekildi.

25 Mart 2009’da yerel seçim çalışmaları için gittiği Kahramanmaraş’tan dönüşte Göksun ilçesi yakınlarında helikopterin düşmesi sonucu BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, BBP Sivas İl Başkanı Erhan Üstündağ, BBP İl Başkan Yardımcısı Yüksel Yancı, BBP Meclis üyesi adayı Murat Çetinkaya, gazeteci İsmail Güneş ve pilot Kaya İstektepe hayatını kaybetti. Olayın kaza olmadığı iddiaları üzerine dönemin Kayseri Valisi Mevlüt Bilici, Emniyet Müdürü Orhan Özdemir, Adana Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Ali Lapanta ile Sivil Havacılık Kurumu kaza kırım ekibinin de aralarında bulunduğu 132 şüpheli hakkında Kahramanmaraş Cumhuriyet Başsavcılığı’nca ihmal suçlamasıyla soruşturma açıldı. Şüpheliler hakkında silahlı terör örgütü kurmaktan kasten öldürmek, aramayı geciktirerek ihmal suretiyle öldürme, resmi belgede sahtecilik, suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirme, özel belgede sahtecilik, görevi kötüye kullanma suçlamaları ortaya atıldı.

68 SAYFALIK TAKİPSİZLİK KARARI

Soruşturmayı yürüten Kahramanmaraş Cumhuriyet Savcıları Mevlüt Kısır ve Necati Kazak, 20 Haziran’da soruşturmayı tamamladı. Soruşturmada, kaza yapan helikoptere Kahramanmaraş’ın Çağlayancerit İlçesi’nden havalanırken önceden belirtilmemesine rağmen 1 fazla yolcunun bindiği ve bunun da uçuşu olumsuz etkilediği, pilotun hava koşullarını incelemeksizin ve 2 kilometrelik görüş alanı bulunması kuralına riayet etmeden 300-500 metre görüş alanına sahip bir alanda uçuşa ısrar ederek his yanılması sonucu helikopteri dağlık araziye temas ettirerek kazaya neden olduğuna sonucuna ulaşıldı. Kazanın meydana gelmesinin ardından olay yerindeki gazeteci İsmail Güneş’in kurduğu bağlantıda anlatımları ile kendisi dışındakilerin 1 saat içerisinde öldükleri, bu nedenle bilinçli olarak aramanın geciktirilerek ölümlerin beklenmesinin söz konusu olamayacağına işaret edildi. İsmail Güneş’in cesedinin helikopterin enkazından 400 metre mesafede 25-30 santim kar içerisinde bulunduğu, olaydan 4-6 saat sonra yaşamını yitirdiğinin değerlendirildiği, bunun da saat 21.00 sıralarında ölümün gerçekleşmiş olabileceğini işaret ettiği belirtildi. Kaza sırasında helikopterin ALT cihazının kırılması nedeni ile cep telefonu sinyalleri baz alınarak arama çalışması yapıldığı, bunun da 1 kilometre eninde ve 30 kilometre genişliğinde bir alanı kapsadığı, kaza yerinin bilinmesine rağmen kasıtlı olarak arama çalışmalarının geciktirilip ölümün beklendiği iddialarının doğru olmadığı kaydedildi. Tüm bu gerekçelerle soruşturmada takipsizlik kararı verildi.

Toplam 68 sayfalık takipsizlik kararı metninde, 7 yıldır her başvurunun dikkatle incelenerek bilimsel veriler ışığında değerlendirmeye tabi tutulduğuna dikkat çekilerek, her türlü ihtimal ve delilin ince ayrıntısına kadar incelendiği, 6 kişinin kasten ölümüyle ilgili bir belirleme yapılamadığı, olayın tamamen pilotaj hatasından kaynaklı olduğu kanaatine varıldığı görüşüne yer verildi. Karar metninde, atılı suçlamalarla ilgili olarak şüpheli sıfatıyla işlem yapılan 132 kişi hakkında kovuşturmaya yer olmadığına işaret edildi.

Odatv.com

İSRAİL DOSYASI : İsrail İle Normalleşmenin Rasyonalitesi


İki ülke arasındaki normalleşmenin hızlı bir yakınlaşmaya, "müttefiklik" ilişkisine dönüşmesi beklenmemeli. Gazze’ye yönelik ambargonun "hafifletilmesinin" nasıl bir yolda yürüyeceğine bakmak gerekecek.

Bir buçuk yıl süren bir müzakere sürecinin sonucunda Türkiye ve İsrail, ilişkilerin normalleştirilmesi konusunda pazar günü anlaşmaya vardı.
Bu noktaya varılması hiç kolay olmadı. 2009 "one minute" krizi ile bozulan ilişkiler 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda yapılan İsrail saldırısı ile kopmuştu.
Dün Başbakan Yıldırım’ın Ankara’da ve İsrail başbakanı Netanyahu’nun Roma’da yaptığı eşzamanlı basın açıklamalarıyla anlaşmaya varıldığı dünyaya duyuruldu.
Anlaşma bugün imzalanırken her iki ülkede de onay sürecinden geçecek.

Normalleşme için Türkiye’nin üç şartı vardı:
Özür, tazminat ve Gazze ablukasının kaldırılması.
Netanyahu’nun Mart 2013’te özrüyle ilk şart karşılanmıştı.

Geriye kalan iki şarttan tazminat (20 milyon dolar) karşılanırken ambargoda bir orta yol bulundu. Gazze’ye yönelik ambargo Türkiye üzerinden "büyük ölçüde" hafifletildi.
Deniz ablukası da Aşdot Limanı kullanımıyla "esnetildi." Türkiye’nin Gazze’ye elektrik santrali, hastane ve su arıtma tesisi kurulması kabul edildi. Cenin’deki Eraz sanayi bölgesinin yapımına hız verilmesi de mutabakatın içinde.
İki ülke arasındaki normalleşmenin hızlı bir yakınlaşmaya, "müttefiklik" ilişkisine dönüşmesi beklenmemeli.

Gazze’ye yönelik ambargonun "hafifletilmesinin" nasıl bir yolda yürüyeceğine bakmak gerekecek. Yine de her iki ülkenin reel siyasi-ekonomik ihtiyaçları yüzünden anlaşmanın kalıcı olması beklenebilir.

***

Suriye iç savaşının Ortadoğu’da yarattığı yeni bölgesel denklemler Türkiye ve İsrail’i yeni değerlendirmelere zorladığı için uzlaşmaya varıldı. Normalleşmenin rasyonalitesini dört noktada özetleyebilirim:

1- Her şeyden önce normalleşme Gazze’nin yeniden imarına ve ihtiyaçlarının karşılanmasına hizmet edecek.

Hamas da bu normalleşmenin maslahatına ikna olmuş durumda. İsrail açısından ise Doğu Akdeniz’deki güvenlik ve ekonomik çıkarların maksimizasyonu (doğalgazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya ihracı gibi) normalleşme için en önemli rasyonel sebep.

2- İsrail bölgedeki izole konumundan kurtulmak için Türkiye ise "dostları artırmadüşmanları azaltma" siyasetini hayata geçirmek için ilişkileri düzeltmede kararlı davrandı.

Türkiye reel çıkarlar ve zorunluluklar ile prensiplerin yeni bir sentezine ulaşma hedefi güdüyor. İsrail ile normalleşme Rusya ile ilişkilerde "önemli adımlar" atılmasını teşvik etmekte. Orta vadede Mısır ile de yumuşama öngörülebilir.

3- Türkiye ve İsrail Obama döneminde klasik müttefikleri ABD ile sıkıntılı bir partner ilişkisi yaşıyor. İsrail, nükleer anlaşması ile ABD’nin bölgeyi İran ve bağlantılı güçlerin dominasyonuna bıraktığı görüşünde. Sünni radikalizmi geriletmek için Şiilerin bu ölçüde desteklenmesini doğru bulmuyor. Nitekim DAİŞ’in Irak ve Suriye’de yenilmesinin de aynı sebeple arzu edilmediğini İsrail askeri istihbarat şefi Herzl Halevi geçenlerde açıklamıştı.

Türkiye ise ABD’nin YPG’ye açık askeri desteğinden ziyadesiyle rahatsız.

4- İran’ın bölgedeki sert güç kullanımının artışı bölgesel güçler arasında yeni bir yakınlaşma dinamiğini zorluyor.

Türkiye, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Arap isyanları sonrası Müslüman Kardeşler’in tasfiyesine destek vermesinden dolayı rahatsızdı. Ancak gelinen yeni konjonktürde İran’ın aşırı hırsları S. Arabistan, Türkiye ve İsrail’i Suriye konusunda yakınlaşmaya itiyor. Bu üç ülkenin de yeni ABD başkanının Obama’nın Ortadoğu politikasını tashih etmesini isteyen müttefikler olması bir tesadüf değil.

Ancak bu yakınlaşma yeni bir ittifak hattı olarak değerlendirilemez.

Zira bölgenin değişken yeni şartları kalıcı ittifaklar kurulmasına uygun değil.

Bölgesel güçler spesifik politikalarda menfaat temelli örtüşmeleri ve işbirliklerini tercih ediyor.

[Sabah, 28 Haziran 2016]

FİLİSTİN DOSYASI : Realizm İle Romantizm Arasında Gazze


Politikanın ama özellikle de dış politikanın romantizm ve maksimalist taleplerle yürütülecek bir alan olmadığı açıktır.

Türkiye ile İsrail uzun süren müzakerelerin ardından Mavi Marmara katliamı sonrasında bozulan ilişkileri normalleştireceklerine dair anlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Açıklamaya bakıldığında Türkiye’nin taleplerinin önemli bir kısmının karşılandığını görüyoruz. Özür ve maddi tazminatın dışında İsrail Aşdod Limanı üzerinden Türkiye’nin yapacağı insani yardımları da kabul etti.

Bu anlaşma ile Türkiye, Gazze halkının günlük yaşamını dayanılmaz hale getiren birçok soruna doğrudan müdahale etme imkânı bulacak. AFAD tarafından organize edilecek yardımlar ile Gazze’de 200 yataklı bir hastane, elektrik santrali ve deniz suyundan su arıtan bir santral inşa edilecek.

Ama her şeyden önemlisi bu anlaşma ile uzun süredir Hamas’ın El Kaide’den ya da DAEŞ’ten bir farkı olmadığını iddia ederek Türkiye’den Hamas’ın Türkiye’deki faaliyetlerini durdurmasını talep eden İsrail, Gazze halkının meşru temsilcisi Hamas’a karşı yürüttüğü propaganda savaşını kaybetmiş oldu. Böylelikle İsrail’in uluslararası alanda Hamas’ın siyasi kanadına yönelik yürüttüğü mücadele büyük yara aldı. Bu anlaşma sonrası İsrail’in diğer devletlerden Hamas’ın siyasi kanadının gayri meşru olarak tanımlanmasını talep etmesi neredeyse imkansız hale geldi.

Hamas tarafından yapılan açıklamalara bakıldığı zaman, Hamas’ın bu anlaşmanın Hamas’a ve Gazze halkına kazandırdıklarının farkında olduğunu ve desteklediğini anlıyoruz. Buna rağmen Türkiye’de bazı kesimlerin farklı nedenlerle bu anlaşmaya karşı çıktıklarını görüyoruz.

Bu kesimler arasında her fırsatı hükümete ‘çakmak’ için kullanan paralel ihanet çetesini, hükümet ne derse tersini demeyi muhalefet etmek zanneden müzmin muhalifleri ve Suriye’deki yıkımdan doğrudan sorumlu olan İran‘ın adeta ajanlığını yapan kesimleri dikkate almaya değmez.

Buna rağmen romantik İslamcılık adına maksimalist taleplerle anlaşmayı reddeden, Hamas‘tan çok Hamasçılık yapan kesimlerin tavrı daha büyük bir soruna işaret etmektedir. Meselenin özü aslında basit; hükümet uluslararası konjonktürde ortaya çıkan yeni dengeleri, devletin ekonomik ve güvenlikle ilgili kaygılarını gözeterek İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye karar verdi. Bu yapılırken acele edilmedi ve çetin müzakereler sonucunda olabildiğince çok kazanım elde edildi. Sonuçta ortaya iki tarafın da üzerinde mutabık kaldığı bir metin çıktı.

Buna rağmen böyle bir anlaşma ile ne devlet İsrail’e açık bir çek vermektedir ne de sivil toplum kuruluşlarından ya da halktan İsrail‘in Filistin halkına karşı sürdürdüğü gayri meşru işgalleri, apartheid uygulamalarını meşru görmesini talep etmektedir. STK’lar tanımları gereği devletten bağımsız olması gereken oluşumlardır ve Filistin halkının meşru taleplerini, haklarını savunmak konusunda kendi bildikleri yolda yürümekte özgürdürler. Diğer taraftan farklı zamanlarda yapılan kamuoyu yoklamaları göstermektedir ki, Türk halkının bütün kesimleri ile üzerinde mutabık olduğu nadir konulardan biri İsrail’in zulmüne karşı çıkmak ve Filistin halkının yanında olmaktır.

Sonuçta politikanın ama özellikle de dış politikanın romantizm ve maksimalist taleplerle yürütülecek bir alan olmadığı açıktır. Siyasetçilerin zaman zaman müzakerelerde ellerini güçlendirmek ya da karşı tarafı sıkıştırmak adına dile getirdikleri maksimalist taleplerin müzakereye kapalı olduğu zannedilmemelidir. Romantik İslamcılığın çıkmazı ise tam da burada ortaya çıkmaktadır. Dünya üzerindeki hiçbir dengeyi konjonktürü dikkate almadan hayal dünyasında lafla peynir gemisi yürütmek kulağa hoş gelmektedir. Fakat devletler arasında böyle bir ilişki biçimini yürütmenin mümkün olmadığı gayet açıktır.

[Zaman, 28 Haziran 2016]

AVRUPA BİRLİĞİ DOSYASI : Regrexit


Britanya halkı hem AB’yi hem de kendi krallığını parçalamaya giden yolun taşlarını döşeyerek bilinmeyene yolculuk için kararını verdi. Öte yandan, koca Britanya’nın bir gün içinde kendi elleriyle düştüğü şu halden endişe duyan pişmanlar var.

Britanya halkının geçen hafta altına imza attığı tarihi karara dair aklımdaki en temel soru, bu neticeye ne derece bilinçli gelindiği… Şubat ayında kaleme aldığım “İngiltere Sorti Yaparsa” başlıklı yazımda, Birleşik Krallık halkının ülkesi ve AB’nin kaderi için vereceği kritik kararın, kampanya süresince ortaya dökülecek argümanlara ve bunların ikna ediciliğine bağlı olacağını belirtmiştim. Görünen o ki; exit savunucuları ikna etmede bir nebze daha ağır basmış ancak bu, Brexit’in getireceği faydalara(?) kani olmaktan mı yoksa popülizm dalgasına gözü kara dalmaktan mı mütevellit, işte orası meçhul. Bu ise, nesillere sirayet edecek ciddi bir sorumluluk anlamına geliyor. Siyasi emeller uğruna bu çılgınlığı ortaya atanların da, feverana gelenlerin de, bundan böyle düşüneceği çok şey var.

Öte yandan, olmuşla ölmüşe çare yok. Bu saatten sonra işin getireceklerini götüreceklerini anlamaya çalışmak lazım. Tabii bu noktada çok bilinmeyen var ancak yine de Manş’ın iki tarafı için de pek hayırlı sonuçlar hâsıl olmayacağı çok net biliniyor. Peki, hâsıl olacak nedir, bir bakalım.

BÜYÜKTEN KÜÇÜĞE

Şubat tarihli yazımda, Brexit çıkışına dair temel ekonomik faktörlere değinmiştim. Bugün ise o çerçeveden hareketle, Britanya halkının vardığı nokta itibariyle ek bir değerlendirme yapacağım. Şimdi kafalarda, İngiltere ekonomisinin nereye gideceğine dair bolca soru işareti var. Cameron ise, istifasını anons ederken, yatırımcılara ve piyasalara hitaben, Britanya’nın gücünü koruyacağına dair söylemler sarf etti. Ne denebilir? Well…

Cameron elbet böyle söyleyecek ancak ekonomi penceresinden bakanlar için, ülkedeki siyasi portre hiç şüphesiz kritik önem taşıyacak. Ki o da bize, gelinen nokta hasebiyle gayet dumanlı bir görünüm sunuyor. Yeni Başbakan kim olacak sorusunun yanı sıra, bir de erken seçime gidilirse diye bir şüphe var. Ne de olsa daha dün gördük ki, Britanya’da olmaz olmaz. Dolayısıyla ülkede, ilk etapta Ekim’e kadar bir engebe, sonrasında ise ne olacağı hepten belirsiz bir yol var.

Krallığı bekleyen bir daha büyük risk de, piyasaların zihnini epeyce kurcalayacak cinsten… Büyük Britanya, bundan sonra dağılıp Küçük İngiltere haline dönüşür mü? Nitekim referandum sonuçları, İskoçya ve K.İrlanda’nın Brexit değil AB yanlısı tercih kullandığını gösteriyor. Bu bağlamda %62 “kal” gelen İskoçya’dan, “AB’de olmak için ne gerekiyorsa yaparız” mealinde açıklamalar çıkması, yeni bir bağımsızlık arayışına işaret ediyor. İrlanda taraflarından da bir takım seslerin yükseldiğini işitiyoruz. Hal böyle olunca da, Britanya gerek hükümet gerekse bütünlük anlamında siyasi istikrarı bir şekilde sarsılmış bir tablo çiziyor. Bu ise, henüz kestirilemeyen bir süre için ekonomik risk anlamına geliyor.

STERLİN ÇAKILDI

İşte aynı gün Sterlin’in çakılışını hep birlikte izledik. Güvenin zedelendiği böylesi bir ortamda, haliyle yatırımlar başta olmak üzere harcamaların da tereddüte düşüp yavaşlamasından daha doğal bir netice olamaz. Daha önce de belirttiğim gibi, özellikle de Avrupa temelli firmaların ve tedarik zincirlerinin canı bu işe fena halde sıkılacak. Üstelik Brexit modeli net olmadığından ve 2 senelik bir süreç ile belirginleşeceğinden, işin ticaret kısmının neye evirileceği, en keyif kaçıran odak mevzulardan. Peki ya o anlı şanlı finans merkezine ne olacak dersiniz?

Ve tüm bunların ötesinde, İngiltere ekonomisine düşecek menfi etkilerin, sadece kendine ettikleriyle sınırlı kalacağını düşünmenin yeterli olduğunu sanmıyorum.

Zira kör topal ayağa kalkmaya çalışan Avrupa’nın da, Brexit’in tepside sunduğu itibar ve güven kaybıyla ekonomik tatsızlıklar yaşaması muhtemel. Bunun derecesini belirleyecek temel bir ek faktör ise, diğer ülkelerden tütebilecek ayrılık dumanları olacak. Brüksel, kalan sağlar bizimdir misali, “27 ülke olarak birliğimizi korumaya kararlıyız” demiş olsa da, bölgede çeşitli aşırı sağ ve sol kanatlardan gelen bağımsızlık çığlıklarının ne derece karşılık bulacağını, 2017 takvimindeki seçimlerde bir nebze göreceğiz.

EMRET BAKANIM

Bu arada, bugünlerde ortalıkta 1980’lerin Yes Minister dizisinden bir komedi klip dolaşıyor. Henüz görmediyseniz, “Why Britain Joined the EU?” başlıklı sahnenin, asırlardır süregelen İngiliz dış politikasına dair verdiği mesajları okumak gülümsetebilir.

Ve sonuca gelir isek; geçtiğimiz Perşembe Britanya halkı hem AB’yi hem de kendi krallığını parçalamaya giden yolun taşlarını döşeyerek bilinmeyene yolculuk için kararını verdi. Öte yandan, koca Britanya’nın bir gün içinde kendi elleriyle düştüğü şu halden endişe duyan pişmanlar var. İlginçtir ki; bir kısım AB karşıtının dahi dili, şu günlerde Brexit’e dönmez oldu. Şimdi ortalıkta “Regrexit” mırıltıları dolanıyor.

[Yeni Şafak, 28 Haziran 2016]

FİLİSTİN DOSYASI : Gazze İçin Anlaşmak Gazze’ye Ağlamaktan Anlamlı


Türkiye nasıl ki İsrail’e en sert tepkiyi vererek Filistin’in yanında durduğunu tüm dünyaya gösterdiyse, bugün de İsrail ile anlaşarak Filistin’in yanında duruyor.

Gazze Şeridi… Toplam yüz ölçümü 0.36 km2. İstanbul’un en küçük ilçesinden daha küçük.

Bu daracık şerit gibi yerleşim yerinde 1.8 milyon insan yaşıyor. İstanbul’un nüfusunun neredeyse 10’da biri.

Yaşam şartları gayet kötü Gazzelilerin. İki temel sorunları var; bitmek tükenmek bilmeyen İsrail saldırıları ve ambargo… Gazze’yi dış dünyaya bağlayan tek yol olan ve Mısır’a açılan Refah sınır kapısı ise çoğu zaman kapalı. Şehre günde en iyi ihtimalle 12 saat elektrik veriliyor. İçme suyu sıkıntısı var. Temel tıbbi malzemelerden; İsrail saldırılarında yakılıp yıkılan evleri, hastaneleri, okulları, elektrik santrallerini tamir etmek için gerekli olan inşaat malzemelerine kadar her şeye ihtiyaç var.

Gazze’de bulunmayan temel ihtiyaç malzemeleri listesinin tamamını yazmayı yürek kaldırmıyor. Aile hekimine gidip basit bir ilaç tedavisi ile birkaç günde kurtulduğumuz sıradan hastalıklar için Gazzeliler iyi ihtimalle günlerce hasta yatıyorlar, kötü ihtimal ise yine kaleme gelmiyor. Sadece 2014’ten bugüne 100 binden fazla insan evsiz kalmış.

Ve Gazzeli çocuklar… Hastalanan, sakat kalan ve ölen. Rakamları kalem yine yazmıyor, yürek yine kaldırmıyor. 300 binden fazla çocuk aile fertlerinden en az birini kaybetmiş. Yani 300 binden fazla çocuk psikolojik desteğe muhtaç. Varın gerisini siz düşünün.

Tüm bu felaketlerin temel sebebi ise İsrail… Ve Türkiye 2010 yılında Mavi Marmara saldırısı nedeniyle ilişkilerini kopardığı İsrail ile anlaştı. Belki bunu da yüreğiniz kaldırmıyordur ama Türkiye hem kendisi için hem de Filistin için doğrusunu yaptı. Türkiye hep Filistin’in yanında yer aldı; her platformda Gazze ablukasını eleştirdi; dönemin başbakanı Erdoğan’ın ağzından İsrail’e terörist devlet dedi; Almanların Yahudilere uyguladığı soykırımın aynısını İsrail’in Filistinlilere uyguladığını ifade etti; ‘one minute’ diye haykırdı ve Mavi Marmara saldırısında vatandaşlarını kaybetti.

Türkiye nasıl ki İsrail’e en sert tepkiyi vererek Filistin’in yanında durduğunu tüm dünyaya gösterdiyse, bugün de İsrail ile anlaşarak Filistin’in yanında duruyor. Geçmişte desteğini haksızlığı haykırarak ve ilişkilerini kopararak gösteren Türkiye’ye bugün İsrail ile anlaşarak Filistin’e destek olma vazifesi düşüyor.

Türkiye’nin öne sürdüğü şartların tamamı İsrail tarafından kabul edildi. İsrail daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yaparak Mart 2013’te Türkiye’den özür dilemişti. İsrail şimdi de anlaşma çerçevesinde Mavi Marmara saldırısında hayatını kaybedenlerin ailelerine tazminat ödemeyi kabul etti. Giden canı geri getirir mi? Tabii ki hayır. Ama İsrail ablukasının ve Mavi Marmara müdahalesinin haksızlığını bir kez daha teyit eder. Türkiye’nin anlaşma için öne sürdüğü tüm şartların gerçekleşmesi şımarık İsrail’in bu kez sert kayaya çarptığını gösteriyor ve İsrail’in haksızlığını ortaya koyuyor. Anlaşmanın en önemli getirilerinden biri de bu zaten. İsrail’in dokunulmazlığı kalktı, kibirli gururu incindi ve haksızlığı tescillendi. Bunun yanında en şiddetli protestoların bile sağlayamayacağı bir insani yardım fırsatı ortaya çıktı.

Anlaşma ile artık Gazze’ye Türkiye üzerinden insani yardım ulaşabilecek. Gazze’ye verilen elektrik ve su miktarı arttırılacak. Yeni santraller ve altyapı yatırımları Türkiye tarafından yapılacak. Tam teşekküllü 200 yataklı bir hastanenin yapımı ve hizmete girmesi en acil konu. Türkiye’nin Filistin halkına destek için yapmak istediği sanayi bölgelerinin hayata geçmesi kolaylaşacak. Özetle Türkiye’nin Filistin halkına ve devletine olan desteği farklı bir formda devam edecek.

Türkiye ve Filistin anlaşmadan memnun. Filistinli liderler ve Filistin toplumunun önde gelenleri insani yardım ve altyapı yatırımlarını anarak anlaşmadan memnuniyetlerini dile getiriyorlar. Türkiye’de aklıselim düşünenler memnun, romantik İslamcıların bir kısmı Gazze duyarlılığı ile rahatsız olsa da zamanla onlar da anlaşmadan Filistin’in ve Türkiye’nin kazançlı çıkacağını görecekler. İsrail, FETÖ ve PKK ise bildiğiniz gibi.

[Türkiye, 28 Haziran 2016]

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI : DAEŞ’e Karşı Yürütülen Mücadelenin Gidişatı


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=ETmX7B1UKaY

Ufuk Ulutaş, Suriye ve Irak’ta DAEŞ’e karşı yürütülen mücadelenin gidişatı üzerine ayrıntılı değerlendirmelerde bulundu.

SETA Dış Politika Araştırmaları Direktörü Ufuk Ulutaş TRT Haber ekranlarında yayınlanan Küresel Siyaset programında, Suriye ve Irak’ta DAEŞ’e karşı yürütülen mücadelenin gidişatı üzerine ayrıntılı değerlendirmelerde bulundu.

DAEŞ’in taktik olarak en zayıf gördüğü cepheye yüklendiğini ve zaman zaman geri çekilerek savunma hattı oluşturduğunu belirten Ulutaş, hava saldırılarının sahada sonuç aldırdığını vurgulayarak, “Hava saldırıları ile birlikte deneyim de sonucu belirleyen faktör” dedi.

DAEŞ’in aynı anda dört tane önemli cephede savaşırken dördünden de kayıp vermeden çıkmasının çok zor olduğunun altını çizen Ulutaş, “Bir cepheyi biraz yatıştırdığı zaman diğerine yoğunlaşma fırsatı buluyor fakat bu yoğunlaşma fırsatlarını bulamadığı andan itibaren DAEŞ ciddi kayıplar vermeye başlıyor.” dedi.

GÜNDEM ANALİZİ /// VİDEO : Gündem Özel /// 28.06.2016 /// Nuh Hüseyin Köse – Levent Yıldız – Kanal B


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=Myfj4n0M7GA&list=TL3WaSBA_vsGcyOTA2MjAxNg

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.