Günlük arşivler: 2 Haziran 2016

MK ULTRA PROJECT /// VİDEO : Organized Gang Stalking And Electronic Harassment On MSNBC News


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=r6dk0MCOur8&feature=youtu.be

MK ULTRA PROJECT /// VİDEO : Robert Naeslund – The Human Brain Project


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=ei3zla5hS9o&list=UUvaAu9cZ7WH8uQSmAUC9Low&index=1&feature=plcp

TEKNİK TAKİP DOSYASI : İstihbaratta ‘casus’ yazılım operasyonu ! Kriptoplu mail gönderilmiş


Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’ndaki bilgisayara casus yazılım programı yüklenmesine ilişkin soruşturmada 3 kişi gözaltına alındı.

Ergenekon, Balyoz, OdaTV, Askeri Casusluk, Hrant Dink suikasti, 17-25 Aralık operasyonları gibi birçok soruşturmanın başlangıç evresinin yürütüldüğü Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’ndaki (İDB) bilgisayara, internete bağlandığında doğrudan harekete geçen casus bir yazılım yüklendiği ortaya çıktı. Programın, bilgisayarın mikrofonu aracılığıyla ortam seslerini, ekran görüntülerini, rakam ve harfleri, girilen siteler gibi verileri alabildiği ve kriptolu şekilde bir mail adresine gönderdiği tespit edildi. “Paralel yapı” iddiasıyla yürütülen soruşturmada, altı kişiye gözaltı kararı çıkarıldı. İDB’de bilgisayara casus yazılımı yükleyen komiser Mehmet Serkan K.’la birlikte üç kişi gözaltına alınırken, şirket yetkilisi
üç kişi aranıyor.

Soruşturma şöyle başladı:

Gazeteci Murat Yetkin, 2 Mart 2014 tarihliRadikal gazetesindeki, “TİB’e yol görünüyor” başlıklı köşe yazısında, “Bir istihbarat yetkilisi şöyle anlatıyor: Bir devlet kuruluşundan bilgi sızıntısı olduğu ve casus programdan şüphelendikleri bilgisi geldi. Programın internete bağlandığında ortaya çıkıp harekete geçtiği tahmini vardı. Güvenli ortamda internete bağlanma simülasyonu yaptık, gerçekten casus program uyandı. Neredeyse 14 bin satırlık uzun bir program. Uzmanlar bu karmaşık programın bir satırına gizli şu (Bütün bilgileri falanca e-mail adresine de kopyala) komutunu saptadılar. Meğer bazı bilgiler değil, bütün bilgiler gidiyormuş o adrese” diye yazdı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Yetkin’in bu yazısı üzerine soruşturma başlattı. Soruşturma kapsamında Ankara Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü Teknik Takip Büro Amirliği kısmındaki oda içerisinde internet bağlantı noktasında 2014’te yapılan kontrolde, ortam dinlemesi yapmaya yarayan bir cihaz bulundu. Bu eylemden dolayı da ayrı bir soruşturma açıldı ve her iki soruşturma birleştirildi.

Savcılık, Yetkin’in yazısında belirtilen devlet kuruluşunun İstihbarat Daire Başkanlığı olduğunu belirlerken, bilgisayara casus yazılımı yükleyen faili de tespit etti. Bunun üzerine casus yazılımla ilgili soruşturma, KOM’da teknik takip odasında bulunan dinleme cihazıyla ilgili soruşturmadan ayrı yürütüldü.

PROGRAMI YÜKLEYEN BELLİ

Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı, 15 Temmuz 2014 ve 27 Şubat 2016 tarihlerinde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği yazılarda, kurumdaki bilgisayara casus yazılımı yükleyen kişinin J Şube Müdürlüğü’nde görevli komiser Mehmet Serkan K. olduğunu bildirdi.

KRTİPTOLU MAİL GÖNDERMİŞ

Mehmet Serkan K.’nın, 24 Ocak 2014’te, polis memuru T.Ö.’den hazırladığı projeye bakmak için bilgisayarını aldığı, flash belleğini takarak, casus yazılımı yüklediği iddia edildi. Oluşturulan bu casus programın, bilgisayar internete bağlandığında, doğrudan harekete geçip topladığı bilgileri bir sunucudan alarak bir mail adresine kriptolu olarak transfer ettiği anlaşıldı. Bu casus programın bilgisayar mikrofonu aracılığıyla ortam seslerini, ekran görüntülerini, yazılan rakam ve harfleri, girilen siteler gibi verileri alabildiği ve bunları da kriptolu şekilde bir mail adresine gönderdiği tespit edildi. Mail adresinin bağlı olduğu sunucunun adresinin, İstanbul Büyükdere caddesinde olduğu anlaşıldı.

WİKİLEAKS İLİŞKİSİ

Soruşturmada ayrıca şüpheli emniyet amiri Ahmet K.’nın İstihbarat Şubesi Bilişim Teknolojileri Şube Müdürlüğü’nde görev yaptığı dönemde, dünyada büyük yankı uyandıran wikileaks belgelerini yayınladığı öne sürülen İtalyan menşeli Hacking Team firması yetkilileriyle irtibata geçtiği anlaşıldı. Ahmet K.’nın, firma yetkilileriyle ilk olarak bir fuarda görüştüğü, daha sonra kendisine ait resmi e-posta hesabı üzerinden 27 Ekim 2010’da RCS (Remote Control Team) isimli sızma uygulamasının ücretinin ödenmesi için yazışma yaptığı tespit edildi.

Savcılık talimatıyla dün operasyon yapıldı. Operasyonda, şüpheliler Mehmet Serkan K., Ahmet K. ve Mustafa G. gözaltına alındı. Operasyonda, yazılım firması yetkililerinin de aralarında bulunduğu üç kişinin ise arandığı bildirildi. Gözaltına alınan şüpheliler, ifadeleri alınmak üzere Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü.

FETÖ’YE İKİNCİ OPERASYON

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, MASAK’ın hazırladığı rapor üzerine, paralel yapı ile ilişkili olduğu iddia edilen ABD’li bir kuruluşa 2013-2014 arasında 2 milyon 112 bin 332 dolar para transfer edildiği iddiasıyla ikinci bir operasyon başlattı. ABD’li kuruluşa para transferi yaptığı öne sürülen 147 kişiden 46’sı için gözaltı kararı çıkarıldı. 46 şüphelinin 2013-2014 arasında toplamda 655 bin 398 bin dolar (2 milyon TL) para transferi gerçekleştirdiği tespit edildi. Bu transferlerin 5 bin ile 70 bin dolar arasında değiştiği anlaşıldı. Soruşturmada gözaltı kararı verilen 46 şüpheliden 30’u dün Mali Suçlar Şubesi ekiplerince Türkiye genelinde yapılan operasyonlar kapsamında yakalanarak, sorgulanmak üzere Ankara’ya getirildi.

SUÇ DOSYASI : Polis, MİT ve askeri istihbarat her yerde o’nu arıyor


Polis, MİT ve Askeri İstihbarat, 4 kişinin katil zanlısı Atalay Filiz’i arıyor…Çalışmalarını İzmir ve Edirne’de yoğunlaştıran emniyet güçleri, zanlının başka cinayetlerle de ilgisi olabileceğini düşünüyor…

4 kişinin katil zanlısı Atalay Filiz ile ilgili yeni ayrıntılar ortaya çıkıyor.

Zanlının 2 çocuk annesi tarih öğretmenini Fatma Kayıkçı’yı öldürdükten sonraki görüntülerinden yola çıkan ekipler Atalay Filiz’in 2013’de Göktuğ Demirarslan ve Rus kız arkadaşını öldürmekten arandığı bilgisine ulaşılmış, ayrıca zanlının kız arkadaşı Olga Seregina’nın kayıp olduğu anlaşılmıştı.

Araştırmalarını derinleştiren polise göre, Atalay Filiz önce kendisinden ayrılmak isteyen Olga Seregina’yı öldürdü. Yakın arkadaşı olan Göktuğ Demirarslan ve sevgilisi , Atalay Filiz’den şüphelendi. Bunun üzerine Atalay Filiz kendisini ele vereceklerini düşünerek iki sevgiliyi Ankara’da pompalı tüfekle öldürdü.

Cinayetlerin ardından yasa dışı yollardan yurtdışına çıktığı belirlenen zanlının, Ocak 2014’te 5 gün Portekiz’in başkenti Lizbon’da kaldığı ve o sırada annesi ve kız kardeşinin de aynı şehirde olduğu öğrenildi.

Ekipler, zanlının eski askeri pilot olan babasının da yurtdışı uçuşlarını incelemeye aldı.Ayrıca zanlının babasının, 1992’de it dalaşına girdiği bir Yunan savaş uçağını düşürdüğü de ortaya çıktı.

Zanlının İnterpol tarafından uluslararası arama kararı çıkarıldıktan sonra yine yasa dışı yollarla Türkiye’ye geçiş yaptığı değerlendiriliyor.

2 yıl boyunca yaşadığı İstanbul Tuzla’da sahte isim kullanan ancak sahte kimliği bulunmayan Atalay Filiz’in, sigorta için kimliğini isteyen Fatma Kayıkçı’nın, kendisini ihbar etmesinden korktuğu için cinayeti işlediği iddia ediliyor.

Cinayetin ardından ilk olarak Pendik Kaynarca’da görülen Filiz ile ilgili İzmir ve Edirne’den polise ihbar yağıyor. Yurtdışına kaçabilme ihtimaline karşı sınır kapıları da alarma geçirilmiş durumda…

Başka cinayetlerle de ilgisi olabileceği düşünülen zanlıyı polisin yanı sıra , MİT ve Askeri İstihbarat da arıyor.

ASKERİ CASUSLUK DAVASI : Askeri Casusluk’tan beraat eden askerler devletten 18.5 milyon TL istedi


ÖZEL BÜRO NOTU : KOMUTANLARIMIZA HER KURUŞU HELAL OLSUN. DEVLET VERECEĞİ BU PARAYI FETULLAHÇILARDAN TAHSİL ETSİN. MİLYARLARCA DOLAR ÇARPTILAR BUGÜNE KADAR.

Askeri Casusluk davasında beraat eden Yarbay Tamer Karslıoğlu ile Astsubay Ali Haydar Eser, hak ihlali gerekçesiyle devletten toplam 18.5 milyon TL tazminat istedi

Askeri Casusluk davasında yargılanıp hapis cezasına çarptırılan Yarbay Tamer Karslıoğlu ile Astsubay Ali Haydar Eser, tekrar yargılandıkları davada beraat etti. Her 2 asker de hak ihlaline uğradıkları iddiasıyla devlete dava açtı; maddi ve manevi toplam 18.5 milyon TL tazminat istedi. Ankara ve Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi’ne avukatları Abdullah Kaya aracılığıyla başvuran Tamer Karslıoğlu ve Ali Haydar Eser’in açtıkları tazminat davasının dilekçesinde, 2 eski askerin kariyerleri ve mağduriyetleri şöyle anlatıldı:

“Eski yarbay Tamer Karslıoğlu casusluk soruşturmasında şüpheli olana kadar mesleğinde hiçbir soruşturma geçirmedi. Hakkında açılan davanın ardından Karslıoğlu’nun 2011’de görev yeri değiştirildi ve 8 gün sonra, 30 Kasım 2011’de ‘ahlak dışı hareketlerde bulunmak’ iddiasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’yle (TSK) ilişiği kesildi. Yargılama sonucu Karslıoğlu, 7 yıl 4 ay 22 gün hapis cezasına çarptırıldı. Aralık 2013’te Yargıtay cezayı onadı. Bunun üzerine Karslıoğlu, yurtdışına çıktı. Kaçak hayatı yaşayan Karslıoğlu, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği hak ihlali kararı üzerine 15 Ocak 2015’te yurda döndü. Anadolu 5’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde yeniden yapılan yargılamada Karslıoğlu beraat etti.

Astsubay Başçavuş Ali Haydar Eser de casusluk soruşturması kapsamında tutuklandı, 414 gün tutuklu kaldı, ardından tahliye edildi. 7.5 yıl hapse çarptırıldı. Yargıtay’ın kararı onaması üzerine 4 aylık çocuğu ve eşini İstanbul’da bırakıp yurtdışına çıktı. 1 yıl yurtdışında kalan Eser, Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra geri döndü. O da Karslıoğlu gibi yeniden yargılamada beraat etti, karar kesinleşti.”

MOSSAD DOSYASI : İsrailli istihbaratçıdan şaşırtan itiraf


İsrail istihbarat Mossad’ın eski şefi Efraim Halevy, bugüne kadar İsrail’in resmi düzlemde savunduğu ‘İran bizim için en büyük tehdit’ lafını yalanlayan bir konuşma yaparak, İran’ın İsrail için varoluşsal bir tehdit olmadığı itirafında bulundu

İsrail istihbarat servisi Mossad’ın eski başkanı Efraim Halevy, İran’ın İsrail için varoluşsal bir tehdit olmadığını belirtti. Halevy, bu itirafı, Al Jazeera’nin İngilizce yayın yapan televizyon kanalındaki açıklamasında yaptı.

Efraim Halevy, aynı programda, İsrail’in nükleer silahlara sahip olup olmadığı konusunda ise bir bilgisi olmadığını öne sürdü. Halevy, ayrıca "Bir istihbarat şefinin ülkedeki nükleer silahlarla ilgili bilgisinin olması zorunlu değil" iddiasında bulundu. İsrail, Ortadoğu’da nükleer güce sahip tek ülke, olarak biliniyor fakat bunu ısrarla reddediyor.

İsrail uzun zamandır İran’ı bölgede en önemli tehdit olarak görüyordu.

VİDEOYU BURADAN TAKİP EDEBİLİRSİNİZ.

MK ULTRA PROJECT /// NONLETHAL WEAPONS : TERMS AND REFERENCES


NONLETHAL WEAPONS – TERMS AND REFERENCES.pdf

GÜNDEM ANALİZİ /// Erkan GÜÇİZ : KEMALİZM NERENİZE BATIYOR ?


(Ben biliyorum amma terbiyem müsait değil söylemeye)

Fransız yazar Michel Paillarès’nin 1920’de basılan “Müttefikler Karşısında Kemalizm” (LE KÉMALISME DEVANT LES ALLIÉS 1⃣ ) başlıklı kitabından bir alıntı ile başlayalım sorgulamaya.

“General Townshend’ın bir röportajda itiraf ettiği gibi Fransız ve İngiliz karargâhları arasında irtibat subayı olan Albay Azan da bazı açıklamalarında, ateşkesten bu yana İngiliz’in Fransızları ve Türkleri aldattıklarına işaret etti. Bu aydınlatılması gereken bir noktadır.

Neyse ki İngilizler, eğer büyümesine izin verilirse Kemalizm’in ne büyük bir tehlike haline gelebileceğini anlamakta geç kalmadılar. Ayrıca, Ağustos’ta, (1919) Milliyetçilerin Ankara toplantısı sırasında [İngiliz] İstihbarat Bölümünden Suriye’de görevli Binbaşı Noel Halep’ten Diyarbakır’a geldi; Ankara Hükümeti’ne karşı Kürtleri ayaklandırmaya çalıştı.

Jön Türkler’den [olduğunu sandığım] bu kişi Mustafa Kemal’e suikast amaçlı bir komplo düzenledi. Bu konuda büyük bir yaygara koptu; bize, İngilizleri zor durumda bırakacak belgelerin yayınlanacağını söylediler fakat sonunda bir şey çıkmadı. Binbaşı Noel amirleri tarafından azarlandı, ihtar verildi fakat hepsi bundan ibaret kaldı.”

1919 Ağustos’unda “büyük bir tehlike”den bahsediyorlar; Mustafa Kemal’in o güne kadar yaptığı tek şey ise, Haziran ayında yayınladığı Amasya Genelgesi. Daha bir şey yapmadan, yalnız niyetini belli etmesi emperyalistleri telâşa düşürüyor.

Ortada henüz Millet Meclisi yok, silah yok, ordu yok, para yok; bir avuç yaşamını bağımsızlık yoluna adamış vatanseverden başka görünen hiçbir şey yok.

Biz Türkler ise, Kemalizm sözcüğünü henüz duymamışız bile 1919’da; adamlar Kemalizm’in “ne büyük bir tehlike” haline gelebileceğinden korkuyorlar.

Ve buralarda başlıyor Kemalizm’e saldırılar, bu güne kadar bitmeyen ve artan bir hızla da devam eden.

Emperyalistler tarihleri boyunca aşağılık gördükleri ülkeler karşısında mağlubiyeti hiç tatmadılar; ta ki 1915’de, Anafartalar’da, o güne kadar tanımadıkları Mustafa Kemal ve Türk askeri onları doğduklarına pişman edene kadar.

Türkiye’yi bir ayda işgal altına alarak emperyalistlerin sömürgesi haline getirmesi beklenen Yunan ordusunu 9 Eylül’de İzmir’den denize döken Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da, içlerine yerleşen o korkunun haksız olmadığını gösterdi.

WikiLeaks, ABD Dışişleri Bakanlığına ait 1996 ile 2010 arasında yazışmalarından yaklaşık 250 bin kadarını ortaya döktü. Bunların arasında, Türkiye’de görevli ABD diplomatlarının merkezle yazışmaları diğer bütün ülkelerden çok daha fazla sayıda, tam 9562 belge var.

Bu belgelerin 226 tanesinde de “Kemalizm” ve “Kemalist” sözcükleri geçiyor. Her defasında, bir türlü başlarından def edemedikleri bir beladan bahseder gibiler, her defasında bu beladan bir kurtuluş yolu arıyor gibiler.

Bu belgelerden seçilen alıntılar 95 yılın silemediği korkunun bugün de devam ettiğini göstermeye yetiyor.

1989-1992 arası Misyon şefi, 1994’den 1997’e kadar ABD Büyükelçisi olarak Ankara’da bulunan Marc Grossman 18 Kasım 1996’da merkeze gönderdiği mesajda bakın ne diyor.

“TÜRKİYE’DE ŞERİAT ALÂMETLERİ 2⃣

Başbakan Necmettin Erbakan’ın İslamcı Refah Partisi’nin artan oy sayısı ile Türkiye’de Şeriat düzenini geri getirme hevesinde olanların sayısı da artıyor görünüşünde. Aşağıda, Refah’ın İslamcı çevreleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan edindiğimiz görüşler ülkede, din, politika ve toplumun nereye yönlendiğinin alâmetleri. Burada, Türkiye’nin çoğunluğu inancına bağlı olan Kürt azınlığı başrolde olabilir.

Kürtler: Şeriat’a sadık

31 Ekimde, elçiliğin siyasi ataşesi ile görüşen Refah İstanbul milletvekili Kürt Mehmet Fuat Fırat kendi ırkından olanlar için dinin önemli olduğundan bahsetti. Fırat, Refah’ın Merkez Yönetim Kurulu (parti politikası belirleyen en yüksek kurul) üyesi ve Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı, kendinin de köklerinin bulunduğu Hakkâri, Siirt ve diğer güneydoğu bölgesindeki illerden sorumlu olduğunu söyledi.

(Not: Fırat’ın Kürtler ve İslam konusundaki uzmanlığı ünlü şeceresine dayanıyor. Fırat, 1925’de henüz emekleme devrinde olan laik Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı ilk büyük isyanın başı olan Palu’lu [Elâzığ’ın ilçesi] Şeyh Said’in torunu. Özellikle İslamcı Kürt milliyetçileri arasında olmak üzere, Şeyh Said bir nevi tarikat kahramanı oldu.)

Fırat, Kürtler şeriata sadıktırlar diyor. Bu, Fırat’ın ailesinin de bağlı olduğu (resmen yasak olan) Nakşibendi Tarikatı’nın öğretilerinin sonucu. Türkiye’de Nakşibendi müritlerinin çoğunluğunun Kürt olduğu söylüyor. Fırat, Nakşibendi Kürtler fanatik değiller diyor; kanıtlamak için daha sade ve ölçülü Nakşibendi ayinlerini vecit haline gelen Kadîrî Tarikatı mensupları ile karşılaştırdı.

Fırat’ın görüşü, Kürtlerin istediği sadece ABD’de olan hukuksal düzen benzeri, kendi dillerini kullanabilme, kültürlerini geliştirebilme hakkı. Fırat’a göre, Şerait hukuku altında bu haklar tanınacak.

Müritlerini harcayarak, kendi çıkarları peşinde olan, devletle işbirliği yapan pek çok Nakşibendi şeyhinin kendini hayal kırıklığına uğrattığını söylüyor Fırat. Tek istedikleri şey para diyerek yakındı. Aşikâr bir gururla, bunların aksine, Şeyh Said bütün servetini bir ordu kurmaya kullandı; “parasını askerleri için harcadı” dedi.

Fırat, gençliğinde, eserleri mistik Nurcu hareketinin temeli olan İslam bilim adamı Said i Nursî (namı diğer Said i Kürdî) ile nasıl tanıştığını anlattı. Fırat’a göre Nursî, Müslümanlık ve Kürtlerin kültürel bağımsızlığı için faaliyetlerinden dolayı Mustafa Kemâl Atatürk tarafından hapsedilmişti. Nursî 1960’da ölümünden önce bir grup içinde Fırat’ın da bulunduğu Kürt ileri gelenine “Kürtler, Kemalistlerden intikamlarını alacakları” yemini ettirdi.”

Emperyalistlerin emirleriyle AKP’nin yaptığı “Kürt Açılımı” ve şimdi de Tayyip Erdoğan’ın Said i Nursî’yi göklere çıkararak, “Mekânı Cennet Olsun” demesi aslında Kemalistlerden intikam alırken aynı zamanda Şeriat’ı da geri getirme gayretidir.

12 Kasım 2002’de ABD Büyükelçisi W. Robert Pearson, iktidara geleli daha henüz iki hafta bile olmamış AKP’nin, devlet içindeki Kemalistlerle “başa çıkabilmesi”, “intikam alabilmesi” için ABD’ye muhtaç olduğunu merkeze anlatıyor.

“AK PARTİ DİNAMİKLERİ VE ABD ÇIKARLARI 3⃣

Erdoğan’ın danışmanları isteseler de istemeseler de, devlet içindeki Kemalistlerin baskısına karşı koyabilmek için, ABD ile iyi ilişkilerin onlara yardımcı olacağını biliyorlar.”

Hemen ertesi gün, 13 Kasım’da çare arıyor, direktif veriyor Büyükelçi.

“AK PARTİ, PARTİ GENEL BAŞKAN ERDOĞAN’IN BAŞBAKAN OLMASININ ÖNÜNDEKİ ENGELLERİNİ KALDIRABİLİR Mİ? 4⃣

Erdoğan’ın ve arkasındaki tabanın beklentilerini karşılayacak ve devlet istikrarını devam ettirecek çözüm:

Erdoğan sabırsızlığını kontrol edecek, yavaş fakat muntazam adımlarla ilerleyecek ve Kemalist Devletin sembollerine karşısına alıyor görünmeyecek”.

Hatırlasınız muhakkak; verilen emri yerine getiren Erdoğan, “Ben değiştim” diyordu o günlerde.

Hiç vakit kaybetmiyorlar; 16 Kasım’da Gül, Büyükelçiye beklediği müjdeyi veriyor.

“AK PARTİ ABDULLAH GÜL BAŞBAKAN OLARAK YENİ TÜRK HÜKÜMETİNİ KURUYOR 5⃣

Gül sivil-asker ilişkilerindeki dengesizliğin düzeltilmesi gerektiği düşüncesinde; bizimle özel görüşmesinde açıkça, bu tür demokratik bir reformu getirmenin Kemalist Düzen tarafından ‘istikrarsızlaştırma’ olarak algılanacağını söyledi ve ‘olursa olsun’ dedi.”

Resmin bütününe baktığımızda ortaya çıkan, emperyalist çetelerin Kemalizm’den kurtuluşu iktidara getirdikleri AKP’de gördükleri ve ellerindeki bütün imkânlarla AKP’yi yönlendirdikleri, teşvik ettikleri, cesaret verdikleri ve destekledikleri.

Mustafa Kemal ne büyük bir kişi imiş ki ölüsü canlısından daha korkutucu bu emperyalist çeteler için.

Tam 95 yıl geçmiş aradan, adamlar bizim hainlerimizin de işbirliği yaptığı kumpaslarla hâlâ yıkamadılar Kemalizm’i ve biliyorlar ki hâlâ bela olarak devam etmeye yeminli, yolunda canını vermeye hazır milyonlar var.

1⃣ https://archive.org/download/lekmalisme … ail_bw.pdf

2⃣ http://wikileaks.org/cable/1996/11/96ANKARA12278.html

3⃣ https://wikileaks.org/cable/2002/11/02ANKARA8139.html

4⃣ https://wikileaks.org/cable/2002/11/02ANKARA8165.html

5⃣ http://wikileaks.org/cable/2002/11/02ANKARA8358.html

Erkan Güçiz

13 MAYIS 2014

Facebook – TC ERKAN GÜÇİZ

http://www.guncelmeydan.com/pano/kemalizm-nerenize-batiyor-t37286.html

ERMENİ SORUNU DOSYASI : Hollanda Türkleri Konseyi-HTK Basın Açık laması /// ALMANYA’NIN TASARISI


Konu: Almanya Parlementosunun Aldığı “ Ërmeni ve Diğer Azınlıklara Türkiyede Soykırımı Olmuştur” Kararı.

Yüce Türk Milletinin Evlatları,

Almanyanın, kendi parlementosunda, 2.Haziran 2016 tarihinde nerdeyse firesiz olarak aldığı, Ermenilere Soykırım Yapılmıştır” kararını bugün öğrenmiş durumdayız.

Bu karar, Türk Milletine ve T.C. Devletine karşı yapılan, tarihi bir hakarettir. Almanya bu anlamda, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Milletine karşı tavır almış, Ermenistan ve dostlarının yanında yer almıştır.

Almanya, aldığı bu kararla, ülkesinde önemli derecede Türk Kökenli vatandaşını ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını, Türkiyeyle tarihi dostluğunu, en büyük ticaret ortağı olmasını en net bir biçimde bir anda elinin tersi ile itmiştir. Karar evet siyasidir. Hukuki değildir. Uluslararası Hukuk bu anlamda, siyaset terörizmine kurban edilmiştir. Bu karar, Almanyada ve Avrupada bu konuda Türkler ve Türkiye Cumhuriyeti aleyhine zincirleme yeni bir süreci başlatacaktır. Almanyadaki Türkler konunun ilk kurbanları olacaklar, okullarda okutulacak kitaplar ve verilecek dersler, imtahanlar ve işlenecek tezler ile, Alman Devlet terörizmi (terörizm illa fiziksel yapılmaz) ile karşı karşıya geleceklerdir.

Peki, bu güne kadar konu üzerinde Almanya ve Avrupadaki Türk oluşumları, Türk bireyler, Türk Diplomatları, Diyanet de dahil, esası Türk milletinin bireylerinden olan diğer cami cemaatleri, Türk kökenli, Hukukçular, bilim adamları, çeşitli meslek kuruluşları, İş adamları, Siyasette yer alan şahsiyetler ve yayın organları üzerlerine düşeni yapmışlarmıdır? Bizce bu sorunun cevabı kocaman bir hayırdır. İş yapmak son anda resimde gözükmek değildir. Bireyler ve kuruluşlar bazındada Türkler sınıfta kalmıştır.

Sabah akşam 7-24 içerisi tıka basa dolu olan kahvehanelerde, yanındaki arkadaşını bir iki çay ödetmek ve ütmek için çırpınmak, avereliğini gizlemek ve üretmiyenliğini gizlemek için günde 5 vakit namaz kılarak günahlarını affettirmeye çalışanlar, seccadeyi nereye atıyor ve namazimi nerede kılıyorsam orası benim için vatandır diyenler, sorduğun zaman ben sadece müslümanım diyen ve Türklükle alakası yanlışlıkla Türkiyede ve sadece Türk anne babadan olmadan ibaret haline gelmiş yoğunluktaki toplumların bireyleri, oturduğu ülkenin dilini gayret edip öğrenmemekte direnen kişiler, tuzu kuru olduğunu sanan ve bana değmiyen bir yılan bin yaşasın diyen bencil korkaklar, oturdukları ülkenin yerli halkıyla alakası kalmayan, bir yandan yediği herşeye helalmı harammi diye bakan ama aynı zamanda çok yaygın olarak şahit olduğumuz şekilde, oturduğu ülkenin sosyal yardım paralarını elde etmek için, her türlü dalevereyi çeviren, açıkçası yaygın dolandırıcılığa yatkın bireyler, tabiki bu gelişmeleri önleyemezler. Malesef şu anda Avrupadaki Türklerin azımsanmayacak bir kısmının bu konumda olduğunu biliyoruz. Bu gibi toplumlar çürümüş ve dinamik olmayan toplumlardır. Millet olarak yok olmayı bilerek yada bilmeyerek onaylamış toplumlardır.

Eğer, önümüzdeki süreçte, kendimizi geliştirmez ve nitelik olarak güçlendirmez ve milletimiz için 50 yıllık 100 yıllık planlar yapmaz isek, kendimize çeki düzen vermez isek, Almanyanın aldığı bu tarihsel hakaret ve Türklere karşı bilimsel olmayan ve bir millete karşı insanlık suçu kararı olarak tabir edebileceğimiz bu karardan daha fazlası önümüze sürülecek ve önce alınan kararı Avrupanın kendi yerli halklarına da, bizede yedirtileceklerdir.

HTK olarak, son bir buçuk yıllık süreçte, Hiollanda çapında yaptığımız etkinliklerde, öncelikle kış uykusuna yatmış Türkleri uyandırmaya çalıştık. Ermeni konusundada öyle. Bu sırada yanımızda 5 vakit namaz kılıp kendi günahlarını affettirmek için ve cennette yer kapmak için dua edenleri göremedik. Milliyetçiyim diye geçinenleride, Hele hele Hollanda Parlementosunda, Almanyanın bugünkü kararı gibi geçen yıl aynı içerikli alınan karardan sonra, o kadar Türk kökenli hukukçu geçinenler arasında, bir tanesi bile Sahte Soykırım Kararını onaylıyan parlementerlere 1. Euro davası açmak istememize rağmen bize yanaşmamışlar ve korkmuşlardır.

Aklı ve Bilmi, Tarihi bilmiyen halkların çocukları gerici ve bölücü dinamikler üretirler. Şu anda malesef Allahla Kul arasına girilmemesi için ibadet yeri olması gereken kısmı olarak Camiler, kısmı olarak Cem Evleri ve Türkiyede etnik ayrılıkçılığı körükleyen kurumlar bu dinamiklerdir. Avrupada olduğu gibi Holanda ve Almanyada olduğu gibi, bu dinamikler en örgütlü kesimlerdir. Bunları bir yandan Emperyalizm finansal katkılar ve bina gibi katkıların yanında, Türkiyedeki Siyasi Partiler ve Hükümette desteklemektedir. Bunların ortak paydası, Atatürk, T.C. ve Türk düşmanlığı üzerine kurulmuştur. Esasında T. C. Devletinin bir kurumu olan Diyanet Camilerinde Türklük değil, biz müslüman cematiyiız teması işlenirken şahit olanımız az değildir. Yani Yurtdışındaki Türkler, sadece tarikatler, yabancı devletlerin istihbaratları eliyle değil, T.C. devleti eliylede yoğun olarak Türklükten uzaklaştırma temasını işlemiştir. Ve günümüzde Türklerin ve T.C. Devletinin diplomasi ve uluslararası ilişkiler ağında değerlendirebileceği sivil toplkum örgütleri yok denecek kadar azalmıştır. Zaten bu az olan kesimde T.C. Devletini yöneten Cumhurbaşkanının ve Hükümetin hedef tahtasındadır. Düşman olarak görülmektedir. Bu anlayışlarla, Yurtdışı Türkleri, Türklük bilinci olmayan, hafızasız, saniyelik tepkiler veren insanlar olarak, tarihte ise yaramayan insanlar olarak yerini alacaktır.

Peki , T.C Devleti ve Milleti ne karşı alinan aleyhte kararları tersine çevirmek mümkünmüdür? Evet Mümkündür. Mümküniyeti ise bugüne kadar yapılanların tersini yapmaktır.

T.C. Devleti, aynı 12 Eylülde olduğu gibi, Hükümete yüzde yüz itaadçi anlayıştan çıkmalıdır. Aklı ve Bilimi öne alan, Türklerin eleştirilerine kulak vermeli, değerlendirmeli, ciddiye almalı ve eleştirilerden ders çıkarmalıdır. Diyanet Camilerine çeki duzen vermeli, ve Camilere gelenlere Türklük bilincide verilmeli dir, camiler şahit olduğumuz islamcı, İŞİD kafalı insan tipinden uzaklaştırılmalıdır. Camiler Milli kimliki unutturmayan , İbadet ve insani öğreti yeri olmalıdır.

Bugün Almanyanın aldığı karar, Türkiye Cumhuriyetine ve Türklere büyük bir ihtardır. Peki Almanya neden geçmişte böyle bir karar alamamakta ve şimdi almaktadır? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin uluslararası arenada en yalnız dönemini yaşamaktadır. Mevcut Hükümet ve Cumhurbaşkanı Türkiyeyi ve Yurtdışındaki Türkleri, Diyanet ve tarikatler aracılığı ile İslamcılaştırarak elinde tutacağını zannetmektedir. Bu Dünya çapında ürküntü yaratmaktadır. Yurtdışında yaşayan Türkler, Cumhurbaşkanının ve Hükümetin kontrolündeki dernekler, kurumlar ve kişiler bu islamcılaşma sürecinde Avrupa içersinde devlet içersinde devlet gibi görülmeye başlanmıştır ve tehdit olarak algılanmaktadır. Bu alınan karar esasında Almanyanın Türkiyedeki Hükümete ve Cumhurbaşkanına bir restidir. Ortada Türkiye Cumhuriyeti ve Türkler kalmıştır. Birde Sahte Ermeni Soykırımı bilgileriyle kandırılan Avrupalılar kalmıştır.

Eğer Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Hükümet, islamcı siyasi çizgisinden vazgeçmez ve elindeki tüm devlet olanaklarını kullanarak, Türkleri islamcı olarak dönüştürmeyi durdurmaz ise, Türkiye buna benzer kararlarla çok karşılaşacaktır. Yani konu sadece Almanyanın “”Ermeni Soykırımı ve Diğer Azınlıklara Soykırım vardır” kararı esasında başka konularıda içermektedir. Alınan bu karar, sıradaki ilkleri göstermektedir. Başımız çok ağrıyacaktır.

Buna karşı, Yurtdışındaki Türklerde, aklı ve bilimi öne almalı ve Laiklik ilkesine sahip çıkarak, Türk tarihini öğrenmeli, Türlük bilincini okuyarak, seminerler ve konferanslarla geliştirmeli, bulunduğu ülkedeki yerli halkla kaynaşmaya gitmeli, kapalı devre etnik insan ilişkilerden çıkmalıdır. İçinde bulunduğu toplumları etkileyecek projeler geliştirmeli, kendisini ve uygar Türk olma inancını pekiştirecek, laik demokratik dernekler ve kuruluşlar kurmalıdır. Şimdiki Yurtdışındaki Türk oluşum ve sözde karizmatik insanları gözden geçirmeli ve olmazı mümkün kılarak, yeni uygar liderler yaratmalı ve kurum ve kuruluş yönetimlerini değiştirmelidir. Yani Türkler Yurtdışında uygar anlamda değişime ve her anlamda nitelik olarak güçlenmeye önem vermelidir. O zaman güç olarak ciddiye alınır ve olumsuz kararlara karşı konabilir.

Uygar Türk Olmak, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini taşımak ve Yurtdışındaki onurlu Türk olmak artık, bugün, bugünkü yöneticilere bırakılmayacak kadar elzem hale gelmiştir. T.C. Devleti ve Türk Milleti yol ayrımındadır. Ya MEVCUT Cumhurbaşkanı ve Hükümetle çağ dışı, akıl dışı, bilim dışı islamcılaşmayı sürdürecek ve kişilere akılsız itaadi geliştirecek, yada kendisine gelip Türk Milleti olma, Özgür birey olma ve aklı ve bilimi önüne koyan uluslararası toplum olma yeteneklerini geliştirecek ve Uluslarasi TOPLUMDA VE BULUNDUKLARI ÜLKELERDE, SOYKIRIM SUÇLUSU DEĞİL, İMRENİLEN TOPLUM HAKLİNE GELECEKTİR..

Mesele Almanyanın bugünkü aleyhimize aldığı karar değil, Emperyalizmin Türkiye Cumhuriyetini ve Türklüğü kuşatmadaki kararlılığıdır. Bugün istediklerini gerçekleştirmek için sahte bir tarih yaratmışlar ve onun üzerinden bize saldırmaktadır. Buna karşıda Türküm diyen herkes, Türklük bilincini, Atatürk bilinci ile ele almalıdır. Bugün ve yarın Türkler ve T.C. aleyhinde alınacak, ülkesel ve Uluslararası kararlara karşı,tarihi bilinç, bilgiye dayanan her konuda haksız saldırılara karşı, karşı taaruz yaparak , laiklik,hukun Üstünlüğü, Demokratik Düşünce etrafında birleşmeli, örgütlenmeli, yada var olan örgütler bu felsefede şekillenmeli ve gelecek tehlikelere karşı onurlu bir kararlılık göstermelidir.

Onurlu yaşamak istiyorsak bundan başka çözüm yoktur.

HTK olarak Almanyanın aldığı bu tarihsel saldırıyı kınıyor ve lanetliyoruz.

Bu konuda ugar mücadele yöntemleri ve uygar örgütlenme şekillerini görüşmek için Türk kuruluş ve bireylerini bizimle ilişkiye geçmesini ve ortak bir toplantı yapılmasını öneriyoruz.

Saygılarımzla

HTK- Hollanda Türkleri Konseyi Adına

Sefa Yürükel, sefamyurukel65

Mustafa Cingöz, cingöz.mustafa

Kemal Altiparmak

Tel.0031 634371012.

TARİH /// VİDEO : Beelitz Sanatoryumu


AÇIKLAMA :

Brandenburg, Almanya’daki ilk Berlin İşçi Sağlık Sigortası Corporation tarafından tasarlanan hastane 1902 yılında açıldı. 346 dönümlük arazi üzerine 600 kadın ve erkek hasta için ayrı bölümler ile tüberküloz tedavisi için inşa edilmiştir. Mein Kampf Beelitz-Heilstatten piyade Adolph Hitler, dahil – 1905 ve 1908 arasındaki yaralı askerlerin tedavisi için kullanıldı,şimdi terkedilmiş sanatoryum 1914 yılında Kızıl Haç tarafından kamulaştırılmasına karar verildi.

Akıldan çıkmayan kalıntılarla Nazi dönemine ait bu sanatoryuma terk edilişinden beri hiç dokunulmamış.

Paslanmış yataklar, asma yaprakları ile kaplanmış binalar ve boş koridorların olduğu grafiti kaplı ve soyulmaya başlamış bu dev hastanede Nazi lideri Adolf Hitler’in bir kere tedavi edildi.

Almanya’nın Beelitz-Heilstätten bölgesinde bulunan Beelitz Sanatoryum’u 19. yüzyılın sonlarına doğru sayıları her geçen gün artan verem hastalarını tedavi etmek için yapılmış.

Hastane, Birinci Dünya Savaşı esnasında askeri bir hastaneye dönüştürülmüş. O zamanlar genç bir asker olan Adolf Hitler, Somme Muharebesi’nde yaralandıktan sonra burada tedavi edilmiş.

Kompleks toplamda 60 binadan oluşuyor. Binalar sadece hastaları tedavi etmek için kullanılmıyordu. Bu büyük alanda posta ofisi, kasap, restoran, fırın ve kendine ait elektrik santrali var.

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=P1X6cnsN-jE&list=TLnZa8nI_O_1kwMjA2MjAxNg

FİLİSTİN DOSYASI /// VİDEO : FİLİSTİNLİ LEANNE MOHAMAD’IN KOMİTE TARAFINDAN SİLİNEN KONUŞMASI


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=OKQHW9eLGIY&feature=em-subs_digest

GÜNDEM ANALİZİ /// VİDEO : Söz Meclisten İçeri /// 01.06.2016 /// Namık Kemal Zeybek – Yaş ar Okuyan – Ulusal Kanal


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=9c4O2-NXCm8&list=TL3uTKvEZGFJQwMjA2MjAxNg

İLLUMİNATİ DOSYASI /// VİDEO : İLLUMİNATİ VE GİZLİ ÖRGÜTLER – AKIL OYUNLARI – MURAT ZURNACI – KURŞAD BERKKAN


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=TL7BL7SPMv8&feature=em-subs_digest

TARİH : OSMANLI’DA ÇEVREYİ KİRLETME SUÇU VE SALB CEZASI


Çevrenin kirlenmesi ve ardından temizlenmesi kavramları modern çağın bizi yüz yüze getirdiği kavramlardandır. Doğayı alabildiğine sömürmeye dayanan ve sanayi devrimiyle birlikte gelişip artık dünya çapında hakim hale gelen Batı tarzı kalkınma, tevlit ettiği bir dizi sorunla beraber doğal hayatı da tehdit eder bir vaziyet almıştır. Bu yeni mahiyetiyle çevre kirliliği özellikle çağımızda korkunç bir felaket halini almış olmakla beraber, çevrenin temiz tutulması meselesinin her devirde insanlar arasında önemli bir konu olduğu anlaşılmaktadır. Biz burada çevrenin temiz tutulması hususunda günümüz çalışma ve durumundan değil eski devirlerden Osmanlı Devleti devrindeki uygulamalardan bahsedeceğiz. Bunu da kapsamlı bir surette değil, aşağıda metnini verdiğimiz bir buyuruldu vesilesiyle daha çok ceza hukuku çerçevesinde yapmayı deneyeceğiz.[1]

Bugün şehirlerin ve kasabaların cadde ve sokaklarının temiz tutulması, suların temizliği ve sağlığa uygun olması, hava kirliliğinin önlenmesi, çevrenin ağaçlandırılarak yeşil tutulması, bahçe ve parkların tanzimi ve bakılması belediyelerin görevleri arasındadır. Osmanlı Devleti’nde bu görevler genellikle kadı, sübaşı, voyvoda, çöplükbaşı vs. gibi görevlilerin uhdesine bırakılmıştı. Meselâ, Ahmed Refik’e göre, At Meydanı’nı yılda bir, Bayezit Meydanı’nı ayda iki kere çöplükbaşısı marifetiyle gayrimüslimlere süpürtmek İstanbul kadısının görevleri arasındaydı. Bu süpürme işini görenler genellikle vergiden muaf tutulurdu.[2]

Söz konusu ettiğimiz belge 18 Cemaziyelevvel 1055/12 Temmuz 1645 (bkz. dn. 18) tarihli bir buyuruldudur. Buyuruldu Osmanlı resmi belge dilinde sadrazam, vezir, kapdan-ı derya, beylerbeyi gibi devlet adamlarının kendi altlarına verdikleri yazılı buyruklarını ifade eder. Belge, Balkan dillerinde kelime anlamı ordu öncüsü olan ve Osmanlı idari yapısında genellikle sübaşı ile aynı anlama gelerek kanun ve düzenin sağlanmasından mesul bir tür polis şefini ifade eden Galata voyvodasına hitaben yazılmıştır. Bizim 190 numaralı Galata Şer’iyye Sicili’nden aldığımız buyrulduda Galata voyvodasına “İstanbul iskelelerinden yukarı Boğaz hisarlarına varınca iki tarafta olan yalıların sahiplerine, bugünden gayrı evleri önünde ve yalıları kenarında ve kapıları karşısında beygir ve köpek ve kedi leşleri var ise derhal kaldırıp herkesin semtlerini pâk ve tathir eylemesi yolunda muhkem tenbih ve sipariş eylemesi”, emredilmişti.

Buyurulduya göre eğer bu günden sonra yalı etrafında hayvan ölüleri ile karşılaşılacak olunursa sorumlusu her kim olur ise olsun “kapusı öninde salb olınur”, açıkçası evi civarında kazara böyle bir hayvan ölüsü bulunan her kim ise kapısı önünde asılacaktır. Bu emri voyvoda yürütecek; eğer “hardal tanesi kadar bir leş” bulunur ise sadece evin veya yalının sahibi değil, uygulamadaki ihmali sebebiyle voyvoda dahi sorumlu olacaktır. Emrin icrası hususunda voyvodadan evvelâ ilgililere sağlam bir biçimde tenbih etmesi ve bundan başka Boğaz’da devriye görevi görecek kol kayıkları tayiniyle gece ve gündüz bu hususun üstüne düşmesi ve ihtimam eyleyip asla ihmal ve gaflet göstermemesi istenmektedir.

Bu küçük konuda böyle katı ve sert bir emir verilmesine bakılırsa, o devirde Boğaziçi ev ve yalılarının etrafında hayvan ölülerine çok sık tesadüf edildiği ve bu halin bölgenin sakinleri arasında büyük rahatsızlık doğurduğu söylenebilir ki bunun biraz şaşırtıcı olduğu belirtilmelidir. İkinci bir husus, muhkem tenbih ve siparişe rağmen evleri önünde leş bulunacak kimselerin, gerçekten hiç de ağır olmayan böyle bir hâl için (suç? için) salb yani asılma cezasına çarptırılacaklarının bildirilmesidir. Bu sebepten dolayı salb cezasının uygulanıp uygulanmadığı belli olmamakla beraber, çok muhtemeldir ki bu ceza, salt caydırma amaçlı olarak düşünülmüştür. Öyle de olsa üzerinde ciddiyetle durulmayı hak etmektedir.

Salb ve Siyaset Cezası

Eski hukukumuza göre salb cezası, yol kesme (hırâbe) suçuna verilecek cezalardan biridir.[3] Ancak bahse konu buyuruldu yol kesmeyle ilgili olmamasına rağmen, onda da salb cezasının verileceğinin öngörülmesi, salbın taziren de uygulanan bir ceza olduğunu göstermektedir.[4] Had ve kısas suçları dışında kalan tazir suçu ve cezası ise devlet başkanı veya hakimin takdir ve tarifine bırakılmış İslâm ceza hukukunun üçüncü ve geniş bir suç ve ceza grubudur.[5]

Bu salb kelimesinden ne anlaşılmalıdır? Bununla kasdedilen asılarak idam mıdır yoksa teşhir ve başkasına ibret için suçlunun canlı halde ve ölümüne sebebiyet vermeyecek şekilde belirli bir süre bir yerde asılı bırakılması mıdır? Dede Efendi diye tanınan Osmanlı hukukçusu Kemalüddin İbrahim bin Bahşi (veya Yahşi)[6] (öl. 1567) bu hususta şunları kaydeder: “Kaynaklarda tazir hususunda üç günden ziyade olmamak şartıyla salb eylemenin caiz olduğu yazılıdır. Bezzâziyye ve Bidâye adlı meşhur hukuk kitaplarında bu durum açıklanmıştır. Peygamberimiz’in Cebel’de sakin Ebu Nâb namındaki bir kimseyi öldürmeden (hayyen) salb etmesine binaen caiz görmüşlerdir. Asılıya yemek ve su verilir”.[7] Akgündüz’e göre, bu izahtan Fatih Kanunnamelerinde görülen “boğazından asmak” veya sadece “asmak” cezalarının ölümle neticelenmesinin şart olmadığı, başkalarına ibret olsun diye suçlunun herhangi bir uzvundan asılmasının murad edildiği istidlal olunabilir. Gaye suçluyu suç işlemekten caydırmaktır.[8]

Uriel Heyd (öl. 1968) ise Osmanlı ceza hukuku hakkındaki abidevî eserinde idamın sıklıkla salb diye adlandırıldığını,[9] bu kelimenin anlamının “kollarından germe” olmasına rağmen, Osmanlı kanununda salbın ekseriyetle asma ile anlamdaş göründüğünü, ölüm cezası ya da hem ölüm, hem de ciddi bedenî ceza (bilhassa elin kesilmesi) manasında yaygın olarak “salb ve siyâset”, nadiren de “siyâset ve salb” terimleriyle birlikte kullanıldığını belirtmektedir.

Kanuna veya padişahın emirlerine olduğu gibi şeriata uygun olarak verilen cezaya da “siyaset” denebilir. Yine Heyd’in tabirleriyle şeriata uygun olmayan ve seküler yetkililerce (ehl-i örf) verilen cezaların sıklıkla siyaseten, yani ‘idarî bir ceza’ diye icra edildikleri söylenmiştir. Ancak Osmanlı’da devlet görevlileri dışında kalan sıradan halkın işlediği suçların mahdut bir kısmı ölüm cezasıyla karşılanmıştır. Bunlar arasında kundaklama; at, esir, köle ve çocuk çalma gibi özel hırsızlıklar; çalma kastıyla kapı vs.’yi kırarak dükkana ve eve girme veya devamlı surette hırsızlık yapma gibi fiiller sayılabilir. Ayrıca kamu düzeni ve asayişine karşı işlenen suçlar, kalpazanlık, pazar (gıda) nizamının ciddi şekilde ihlali, padişahın emirlerine itaatsizlik, hukuk dışı yollardan yabancı memleketlere hububat ve silah satışı da Osmanlı Devleti’nde siyasetle yani ölümle cezalandırılan cürümler arasındadır.[10]

Pazar düzenini bozmayla ilgili verilen cezalardan birkaçı gerçekten ilgi çekicidir. Sadrazam, kıyafet değiştirerek yaptığı pazar denetimleri sırasında noksan gramlı ekmek imal eden ve ekmeği iyice pişirmeyen bir fırıncının asılmasını, bir başkasının ise kulağından dükkan önüne çakılmasını emretmişti. Ayrıca kendisine tahsis edilen un oranında ekmek pişirmesi gereken fakat buna aykırı davranıp unun bir kısmını satan fırın sahibi de diğer esnafa ibret olması için asılmıştı.[11]

Şimdi salb ve siyaset, başka bir deyişle ölümle cezalandırılan bu suçlar arasına, yukarıda bahsettiğimiz buyuruldu gereği, yapılan uyarıya rağmen, çevreyi hayvan ölülerinden temizlememe suçu da ilave edilmelidir. Ancak gıda nizamına aykırı davranışlar ile çevreyi temiz tutmama suçlarına verilen salb/asma cezası, yukarıda anlatıldığı gibi bir had cezası değil, tazir cezası niteliğindedir. Her ne kadar, İslâm hukukunda devlet başkanının tazir cezası olarak idam cezası verebileceği kabul edilmişse de,[12] örneklerimizdeki suça temel sayılan fiiller ile tayin edilen ceza arasında, öğretideki görüşlerin aksine, açık bir ölçüsüzlük ve oransızlığın bulunduğunu kabul etmek gerekir.[13]

Osmanlı’da Çevreyi Korumak Amacıyla Verilen Cezalar

Acaba Osmanlılar çevreyi korumak için aldıkları tedbirlere uyulmaması ile oluşan “çevreye zarar verme suçları” için ne gibi cezalar tatbik etmişlerdi? İlgili belgelere bakıldığında verilen cezaların çok değişiklik arzettiği anlaşılıyor. Mesela, 946 Safer/1539 Haziran-Temmuzu’nda, Edirne sübaşılığına tayin edilen Ömer’e verilen nişan-ı hümayunda Edirne’nin mahalle, sokak ve çarşılarını kirletenlere uygulanacak yaptırımın kirletenin kirlettiği yerleri temizlemesi (pâk etmesi) olduğu yazılıydı. Ancak nişanın 9. maddesi açık mezarları kapattırmayı emrettikten sonra “ve at ve it ve kedi ve anın emsali cîfe (leş) ve mekruh olan nesneleri makâbir arasına bırakmadan men ede”rek edenlerin hakkından gelinmesini emretmişti. 11. maddede ise kirli çamaşır suyunu yol üstüne saçanların “hakkından gelme”den söz edilmişti.

Bu nişanın 12. maddesi “Dahi onat vechile görüp gözedüp cîfeden ve sâir mezbeleden pâk etdüre. Ve at ölüsin ve sâir davar cîfesin halk incidiği yerde kodurtmaya. Gereği gibi yasak edüp men’ eyleye. Her kim ki, eslemeyüp temerrüd ederlerse, ol cîfenin başun kesüp bırakan kimesnenin boynuna takup şehri teşhîr edüp men edeler. Eslemeyenü yazup bildire” diye emretmişti.[14]

Limanların ve körfezin temiz tutulmasına dair 11 Rebiyülevvel 967/9 Aralık 1559’da Ağriboz sancağı beyine yazılan bir hükümde ise ister özele veya isterse kamuya ait olsun safralarını limana veya denize döken gemi reislerinin adlarının yazılıp merkeze gönderilmesi suretiyle haklarından geline denilmişti.[15]

3 Ramazan 973/24 Mart 1566’da Vize kadısına gönderilen bir hükümde, bu kez, konu ormana hayvan sokarak ağaçlara zarar verenlerin uyarılması, dinlemeyenlerin yakalanıp küreğe konulması idi. Aynı hususa dair Eski Zağra, Hasköy ve Filibe kadılarına yollanan 11 Ramazan 973/1 Nisan 1566 tarihli başka bir hükümde ise kadılara, korulara girip ağaçlarını kesip zarar ve ziyan verenlerin haklarından gelinmesi için isimlerinin yazılıp bildirilmesi istenmişti.[16]

İstanbul kadısına gönderilen gurre-i Şevval sene 1107/4 Mayıs 1696 tarihli bir buyurulduda mahalle mensupları, mütevelliler ve esnaf kethüdalarının mahalle sokaklarını, cami ve mescit yanlarını, çarşıları ve pazarı lâşe ve mezbeleden temizleyip süprüntüleri denize atmaları konusunda sağlam bir şekilde uyarılmaları istenmişti. Bundan sonra bahis konusu yerlerde her kimin hududunda mezbele ve lâşe bulunursa imam, mütevelli ve esnaf kethüdalarının haklarından gelinmesinin mukarrer olduğu, kendilerine gereği gibi tenbih edilecekti.[17] Burada süprüntülerin denize dökülmesinin istenmesi ilgi çekicidir.

Yukarıdaki hükümlerden yarım asır sonra evail-i Şevval 1159/17-26 Ekim 1746 tarihinde Üsküdar kadı yardımcısına yazılan bir hükümde pis sularını (çirkâb) umumi yola akıtan ev sahiplerinin sokak ve yolları kirletmeleri sebebiyle gelip geçenlerin rahatsız olduğundan bahisle, bundan vazgeçmeleri, vazgeçmeyenler olursa görevlilerce ahz ve tedib olunmaları emredilmişti.[18] Aynı türde bir hüküm evahir-i Zilhicce 1173/4-12 Ağustos 1760’da Haslar kadı yardımcısına gönderilmiş ve Eyüp’teki bakkal, manav ve bütün çarşı esnafının eskiden olduğu gibi dükkanlarının önünü temizlemeleri, toplanmış çöp ve süprüntüleri kayık ve sandalların yanaşacakları iskele civarına değil, Eyüb’ün dışındaki Taşlıburun’a götürmelerini emretmiş, uymayanların ahz ve tedib edileceğini bildirmişti.[19] Evail-i Recep 1193/18-27 Nisan 1779 tarihinde Dergah-ı Mualla yeniçerileri ağasına, gene gemilerin yanaşıp zahire boşalttıkları Unkapanı iskelesine mezbele dökülmemesi, çöplerin Ayazma iskelesinde Çöplük denilen yere bırakılmasına dair bir hüküm yollanmış, buna aykırı hareket edenlerin derhal men edilip sakındırılması emredilmişti.[20]

7 Zilhicce 1237/26 Ağustos 1822 tarihinde Kurban Bayramı’ndan birkaç gün evvel İstanbul kadısına gönderilen fermanda bayramda kesilecek kurbanların artıklarının ortalık yerlere atılmaması ve buna aykırı hareket edenlerin tedîb olunacaklarına dair emrin imamlarca mahalle sakinlerine anlatılması için, kadının önce bütün imamlara “mazmûn-ı fermân-ı âlîyi ilân ve işâ’at” eylemesi emrolunmuştu.[21] Burada hemen hemen bütün hükümlerde olduğu gibi, emrin hem imamlara, hem de mahalle ahalisine duyurulmasına özel bir vurgu yapıldığı görülüyor. İstanbul kadısına gönderilen başka bir emirde de dükkan ve hane önlerindeki buzların kırdırılması, atlı veya yaya seyahat edenlerin riskten kurtarılması suretiyle sokakların tasfiye ve temizliği için gerekli tedbirleri almaları için imamları aracılığıyla mahalle ahalisine tenbih edilmesi istenmiş ancak emrin yerine getirilmemesi halinde tatbik edilecek herhangi bir müeyyideden söz edilmemişti.[22]

19 Rebiülevvel 1241/2 Kasım 1825 tarihli yine İstanbul kadısına hitap eden bir hükümde İstanbul’daki çarşılar ve mahalle aralarının birtakım mülevvesât ve müzahrafâtdan temizlenmesiyle ümmet-i Muhammed’in ezadan muhafazaları lâzimeden olarak bu husus mukaddemlerde buyuruldular yazılmasıyla gerekenlere tenbih ve tekid olunmakta iken bir müddetten beri bu usule riayet olunamadığından, insanların ev atık sularını çarşılara akıttıkları, bazı han ve dükkanların önlerine de mezbele attıklarından gelip geçenlerin eziyet çektiğine ve daha sonra bunların hususiyle yaz günlerinde zuhur eden iğrenç kokularının pekçok insanı “muhtelü’d-dimâğ ettiğine” işaret olunmuştu. Bu sebeple, ev sahiplerinin pis sularını ve mezbelelerini rastgele ortalığa atmaktan vazgeçmeleri istenmiş ve “her kimin hane ve dükkanı pişgâhında çirkâb ve mezbele makulesi müşâhade olunursa cesaret edenler mes’ûl ve mu’âteb olacaklarının (sorumlu tutulup tekdir edilecekleri) herkese ilan ve tenbih edilmesi gene mahalle imamlarından istenmişti.[23] Aynı surette 16 Zilhicce 1241/23 Temmuz 1826’da, her kimin hane ve dükkanı önünde süprüntü görülürse tedîb olunacağı ferman buyurulmuştu.[24] On yıl sonra bu defa Havass-ı Refia kadısına gönderilen 15 Rebiülevvel 1252/28 Haziran 1836 tarihli buyurulduda temizliğin dinin emirlerinden olması ve hilafet merkezi olan İstanbul’un temiz tutulması gerektiğinden bahisle herkesin evi ve sokağını temiz tutmakla görevli olduğu ve bu konuda birçok kez “tenbîhât-ı şedîde” (şiddetli emirler) icra olunduğuna temas edilmektedir. Bu “tenbîhât-ı şedîde” kapsamında bizim aşağıda metnini verdiğimiz buyurulduda sözü edilen salb/asma cezası da yer almış olmalıdır. Bu ve diğer bazı emirlerden zaman zaman temizlik işinin ihmale uğradığı anlaşılmaktadır. Bu sebeple İstanbul’un sokaklarının mezbele ile dolmuş ve pekçok yeri kokmuştur. Bunun dine aykırı olması yanısıra “birtakım illet ve emrâz zuhuru”na (hastalıkların ortaya çıkmasına) yol açacağı açıktır. Bundan dolayı sokaklarda kokan şey görülürse sahibi kim olursa olsun “şedîden tedib yani nefy ve tağrib kılınacağı”nın lazım gelenlere bildirilmesi istenmiştir. Bu emirde “şediden tedib yani nefy ve tağrib kılınacağı” ifade edilerek şediden tedib ifadesi açıklanmıştır. Bu, bu tür hükümlerde yer almayan önemli bir noktadır. Belki diğer benzer hükümlerde tedib olunmakla ilgili geçen ifadelerle de “nefy ve tağrib” yani sürgün kastedilmiştir.

Bütün bunlar değerlendirildiğinde Osmanlıların çevreyi temiz tutma konusunda gerçekten büyük bir titizlik gösterdikleri tespit edilebilir. Bu meselede takip ettikleri yöntem önce etrafı kirletenlerin uyarılması, buna rağmen kirletmeye devam edenlerin cezalandırılmasıdır. Burada özetlediğimiz hükümlerin bir kısmında kirletene temizletme, leşi suçlunun başına geçirip dolaştırma, küreğe konulma, sürgün (“nefy ve tağrib”) cezalarının verilmiş olduğu görülmüştür. Diğer bir kısım hükümde ise sadece hakkından geline veya isimlerinin bildirilmesinden, bazan da isimlerini bildir ki hakkından geline şeklinde kayıtlar yer almıştır. Üçüncü bir grupta ise suçlunun ahz ve tedîbinden yani yakalanıp cezalandırılmasından söz edilmişti. Son iki öbek içinde geçen hakkından geline ve ahz ve tedipten ne tür bir ceza kastedildiği belli değilse de az evvel işaret ettiğimiz gibi bu bazan sürgün (“nefy ve tağrib”) olabilir. Çevreyi hayvan ölülerinden arındırmamaya salb/asma cezası verileceği hükmü ise şimdilik tek bir buyurulduda kalmış görünüyor.

EK: 1

Galata Şer’iyye Sicilli, nu. 190, s. 435-4

Sen ki Galata voyvodasısın buyurıldı sana vardığı sâ’at İstanbul iskelelerinden yukarı Boğaz hisârlarına varınca iki tarafda olan yalılarun ashâbına muhkem tenbîh ve sipâriş eyleyesün ki bugünden gayrı evleri öninde ve yalıları kenârında ve kapuları karşusında bârgir ve köpek ve kedi leşleri var ise fi’l-hâl kaldırup herkes semtlerin pâk ve tathîr eyleyeler şöyle bu gûna bu makûle leş bulına her kim olur ise kapusı öninde salb olınur ve bundan gayrı sen kol kayıkları ta’yîn eyleyüp leyl ü nehâr bu husûs ile takayyüd ve ihtimâm eyleyüp asla ihmâl ve tegâfül itmeyesün ve bi’l-cümle bu bâbda ziyâdesiyle ikdâm eyleyüp olmaya ki evleri öninde ve kapu ve sokâklarında ve yalıları kenârında anun gibi leş bulına herkes kendü semtini pâk ve tathîr eyleyüp o makûle mezbelelik ve meyteden dâne-i hardal kadar bir şey bulınmaya ve bu husûs senden bilinür ana göre gözün içün bâb-ı gafletden hazer eyleyesün deyü buyurıldı. Vasale iley[nâ] fi 18 min Cemâziye’l-(evvel li-sene hamse hamsîn ve elf[25]). (18 Cemaziyelevvel 1055/12 Temmuz 1645).

EK: 2

Havass-ı Refia (Eyüp) Şer’iyye Sicili, nu. 556, v. 63b. Albayrak, age., s. 54-5.

Zokâkların tathîri zımnında tenbîhât.

Havass-ı Refia kadısı faziletlü efendi kâffe-i hâlde nezâfet ve tahâret levâzimine dikkat umûr-ı diniyyeden ve Astâne-i sa’âdet-i dârü’l-hilâfeti’l-aliyye olarak her bir mahallin pâk ve temiz tutulmasına cümle tarafından tekayyüd vâcibeden olduğuna binâen herkes hânelerinin sokak taraflarını temiz ve pâk tutmaya memûr olarak bu bâbda bi’d-defa’ât tenbîhât-ı şedîde icrâ olunmuş iken bir müddetten beri bakılmadığından cümle sokaklar mezbele ile memlû ve ol vechile ekser mahaller müteaffin ve yedyu? olmak hasebiyle bu keyfiyet usûl-i mergûb-i tahâret(e) münâfi ve bâ husûs birtakım illet ve emrâz zuhûrunu müeddi olarak madde-i tahârete cümle tarafından ikdâm ve ihtimâm ile herkes kendü hâne ve dükkânları önlerini sulayıp ve süpürüp dâimâ pâk ve temiz tutulmasına ve sokaklarda taaffün ider şey görülür ise sahibi her kim olur ise olsun şedîden te’dib yani sahîhen nefy ve tağrîb kılınması husûsuna irâde-i kâtı’a-yı hazret-i şahâne teallukıy(le) keyfiyet lâzım gelenlere ekîden tenbîh ve ilân kılınmış olmakla siz dahi eimme-i mahallâtı celb ile bundan böyle büyük ve küçük her kimin hânesi pişgâhında ve esnâf gürûhunun dükkânları önlerinde ve virâne ashâbının virânelerinde mezbele ve taaffünlü şeyler görülür ise şedîden terbiye ve tedîblerine dakîka fevt olunmayacağını ve herkesin levâzım-ı tahâret ve nezâfetine i’tinâ eylemelerini mahalleleri ahâlîsine müekkeden tenbîh ve ilân eyleyerek hılâf-ı hareketde bulunan olur ise icrâ-i tedîbleri zımnında isimlerini Bâb-ı âlîye bildirmelerini ifâdeye mübâderet eyleyesiz diyü buyuruldu fi 15 R(ebiülevvel) sene (1) 252/28 Haziran 1836.[26]

Doç. Dr. Fethi GEDİKLİ

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 611-615

TARİH : OSMANLILARDA KÜRK KULLANIMI


Kürk, tarih boyunca hemen hemen her toplumun ilgisini çekmiş olup, daha önceleri sadece giyinmek için kullanılırken bir zaman sonra süs, giyim aksesuarı olarak ve toplum içindeki itibarı ve statüyü gösteren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk zamanlar insanların avcılıkla geçindiği devirlerde avlanılan hayvan postları sadece giyinmek ve vücudu dış etkilerden korumak için kullanılmıştır. İlerleyen çağlar içerisinde insanlar kumaş dokumasını icat ettikten sonra hayvan postu kullanımı azalmış, fakat avlanılan ve yetiştirilen hayvanların derileri bir ekonomik değer olarak yaşamın diğer alanlarına yönlendirilmiştir.

Deri kullanımın en itibarlı şekli; uzun tüylü hayvan postlarının kürk adı altında giyim malzemesi olarak kullanılmasıydı. Özellikle kış aylarında ve soğuk günlerde insanların kendilerini ısıtmak için kürk giymeye yönelmeleri, özellikle şömine, soba gibi ısıtma araçlarından yoksun olan doğu toplumlarında kürkün kıymetini artırmıştır.[1] Bu konu da D’ohsson şöyle demektedir; “Bu ülkede evlerin yapısı hafiftir. Bütün evlerin birçok penceresi vardır.

Halk ocak ve soba kullanmayı bilmez. Hatta bir çokları evlerinde ateşsiz çalışırlar. Bu durumda kürk bir lüks maddesi olduğu kadar bir ihtiyaç maddesi de olmaktadır”. Aynı şekilde Midhad Sertoğlu ise, “sert kış günlerinde ahşap binaların tavanları da hayli yüksek olduğundan ve mangallar odaları ısıtmaya pek de yetmediğinden kürkler imdada yetişirdi. O zamanlar kürklerin tüylü kısmı içeride bulunur, dışı ise derecesine göre çuha, atlar veya seraser denilen baştan başa sırma işlemeli ağır ve değerli kumaşlarla kaplı bulunurdu. Konakta erkek, kadın, çocuk herkes kışın mutlaka kürk giyerdi. Bunların kullanıla kullanıla eskimiş, yıpranmış ve tüyleri az çok dökülmüş olanları uşak, hizmetçi, besleme, halayık ve ahiretlik gibilerin paylarına düşerdi” demektedir.[2] Kışın soğuk günlerinde ileri gelenler ve varlıklı kimseler çift kürk giymekte ve hatta aynı anda üst üste üç tane kürk giyenlerin de varlığı[3] Osmanlı toplumunda kürkün vazgeçilmez bir meta olarak ülke çapında yaygınlığına işaret etmekte aynı zaman da imparatorlukta kürk sarfiyatının ne kadar büyük bir orana ulaştığını anlatması bakımından da önemlidir. Benzer şekilde Osmanlı’nın en ihtişamlı olduğu Kanuni döneminde dört yıl esir olarak Sinan Paşa’nın konağında tabiplik yapan Manuel Serrano Y. Sanz şunları ifade etmektedir; “Samur ve zerdeva bizde ki kuzu derisinde daha çoktur. Türkiye’de kışın kürk giymeyen Yahudi, Hıristiyan ve Türk yoktur. Herkes gücü yettiği kadar iyisini alır. Kürkler ucuz olduğu kadar çeşitlidir de iyi bir zerdevayı yirmi veya otuz riyale alırsınız. Samur ise 100-150 arasındadır. Köstebek, kır faresi ve tavşan kürkünden yapılan elbiseler hem bol miktarda hem de herkesin alabileceği kadar ucuzdur’’ demek suretiyle yaygın kullanıma dikkat çekmiştir.[4] Osmanlı kadınlarının gardrobunda çeşitli kürklerin bulunduğunu belirten Oliver, bu kürklerin mevsime göre değiştiğini kışın siyah tilki, samur veya zibline, ilkbahar ve sonbaharda petit-gris, yaz mevsiminde ise hermin giyildiğini söylemektedir.[5] Kürklerin içerisinde en değerlisi ve en pahalısı olarak siyah tilki derisi olduğunu ve bunun münhasıran padişahaait olduğunu belirten D’ohsson, imparatorluk bünyesi içinde alenen kimsenin bu kürkü giyemeyeceğini ifade etmektedir.[6] Ayrıca kadınların istisnasız bütün kürkleri kullandığını en çok kullanılanların ise, ermin, sincap, petit-gris denen sincap çeşidi ve samur olduğunu ve bu samur kürklerin kürkler içerisinde en pahalısı olduğunu belirtmiştir.[7] İlk altı padişah zamanında gerek saraylıların gerekse halkın basit giyindiğini İstanbul’un fethiyle beraber kürkün Osmanlı toplumuna girdiğini ifade eden D’ohsson, 18. yüzyıl Türkiyesi’nde kürk kullanımının yaygınlaştığından bahsederek şunları söylemektedir;[8] “kış gelince koyun, kuzu, kedi, sincap kürkü giymeyen zanaatkar, asker, köylü yoktur. Hatta bazıları tilki ve tavşan kürkü de giyer, bunlar basit şehirlinin normal olarak kullandığı kürklerdir. Fiyatları, renklerine ve tüylerinin uzunluğuna göre değişir. Ermin, zerdeva, beyaz tilki, sincap ve nihayet samur gibi kürkler ise ancak çok varlıklı kimselerin gardrobunda bulunur. Bu kürkler aynı zamanda vezirlerin, ileri gelen saray adamlarının ve devlet teşkilatındaki her çeşit yüksek rutbeli memurun merasim elbisesini teşkil eder. Sonbahar gelince önce ermin kürk giyilir. Üç hafta sonra sıra petit-gris dediğimiz sincaba gelir ve nihayet bütün kış boyuncada samur kürk giyilir. İlkbaharda da samur kürkten sincaba, birkaç gün sonra da ermine geçilir. Bütün yaz boyuncada ince Ankara yününden yapılma ferace giyilir. Bu kürkleri yılın muayyen mevsimlerinde giyip çıkarmak bir moda meselesi değil bir görgü işidir. Bunların giyilip çıkarılacağı günler padişaha göre ayarlanır, padişah kürkünü değiştirdiği zaman -ki bu umumiyetle bir Cuma namazına gidildiği sırada olurdu- saraylı bir memur merasimle sadrazama giderek durumu bildirir ve ardından bütün saray halkı kürkünü değiştirirdi’’. Osmanlı toplumunda halkın yün ve kürk kaplı elbiselerini nasıl koruduklarına ilişkin bize bilgi veren Dorina L. Neave, “Türkler kürk paltolarını ve yünlü elbiselerini selvi ağacı yongaları arasında sakladıklarından bahar gelince bu ağaçların gövdeleri oduncular tarafından çentilir ve kopartılan parçalar toplanarak aç güvelerin hücumlarına karşı kışlık giyecekleri korumak üzere kumaşların arasına yerleştirilirdi”[9] demek suretiyle toplumsal hayatla ilgili önemli bir detay vermiştir.

Kürkün bir diğer kullanımı ise; devlet adamlarına törenlerde makam ve mevkilerine uygun bir şekilde kullanılmasıydı. Bunlara ilaveten şereflendirilmek istenen kimselere ve yabancı devletlerin elçilerine de ‘’hil’at’’lar giydirilmekteydi. Osmanlı teşrifatında bir üst elbise olarak giydirilen kürk ve kaftanlara “hil’at’’ denmekteydi.[10] Hil’atların imal edilerek taltif edilecek kimselere armağan edilmesi doğrudan doğruya hakimiyet hukukundan sayılmaktadır. Nitekim Alaaddin Keykubat’a Anadolu Selçuklu Devleti tahtına geçtiği zaman Abbasi halifesi Nasır-Lidinillah tarafından hükümdarlık hil’atı, menşur, sultanlık kılıcı ve diğer hakimiyet alametleri gönderilmişti.[11] Devlet merasimlerinde hil’at giydirme adetinin geçmişini araştıran Fuat Köprülü; hil’at giydirmenin Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında da uygulana geldiğini ve Osmanlıların bu adeti sanıldığının aksine Bizans’tan almadığını ifade ederek, gerçekte bu adetin birçok devlet tarafından yaygın olarak kullanıldığına dikkatleri çekmektedir. İslam devletlerinde Emevilerden başlıyarak hükümdarın kontrolünde bulunan “daru’t-tıraz’’ların varlığı bilinmektedir. Abbasiler, Tahiriler, Saffariler, Samaniler, Gazneliler, Selçuklular, Fatimiler, Eyyûbiler, Memluklar, Harezmşahlar ve Anadolu Selçuklularında da bu adetin var olması sebebiyle hil’at verme adetinin kökenini belirlemenin mümkün olamayacağını ifade eden Fuat Köprülü, eski Mısır’da da Firavunların taltif için hil’at verdiklerinin bilindiğini kaydetmiştir. Ayrıca hil’at verme adetinin eski Çinlilerde de var olduğunu ve Türkler arasında İslamiyet’ten öncede yaşadığı tahmin edilmekte ve Moğulların, İlhanlIların ve Altınordu hükümdarlarının bu adete uymalarında uzak doğu etkisinin rolü olduğu düşünülmektedir.[12] Soğuk iklimlerde yaşayan eski Türk toplumlarında da hükümdarların “kedüt’’ yani hil’at hediye ettikleri ve bunların “ton üze ton’’ üst üste elbise olarak giydirildiği bilinmektedir.[13]

Osmanlı Devleti’nde ise hil’at giydirme geleneğine, hanedanın meşruiyetinin ve ona bağlı olmanın bir işareti olması sebebiyle çok önem verilmiştir. Devlet, maddi sıkıntı içine düştüğü dönemlerde dahi hil’at giydirme törenlerini terk etmemiştir. Özellikle resmi törenler ve sur-i humayün gibi şenlikler hil’at verilmesi için önemli vesilelerdi. Hil’atlar giyim sebeblerine bağlı olarak, arz hil’atı, ulufe hil’atı, veda hil’atı, umum hil’atı gibi isimler almakta buna ilaveten taltif amacıyla kışlık ve yazlık olarak yılda iki defa verilen ve kayıtlarda ’’âdet’’ olarak geçen hil’atlar da vardır. Osmanlılarda devlet adına verilen hil’atlar barış zamanında; padişah, sadrazam, darüssaade ağası, defterdar ve valiler, seferde ise; serdar-ı ekrem ve serdar huzurunda giydirilirdi.[14] Huzurda kürk giyenler ricalden sayılırlar, sadrazam veya vezir olanlar erkan kürkü namıyla meşhur kürkler giydikleri gibi şeyhülislam olanlar “ferve-i beyza’’ adıyla anılan beyaz kürk ve ulema ile müderrisler “muvahhidî’’ denilen tarzda giyerlerdi.[15] Padişah huzurunda hil’atların giydiriliş vesilesi olarak tanzim edilen törenleri şöyle zikredebiliriz; arz esnasında,[16] aşure gününde,[17] bayram merasimi ve bayram hediyesinin tesliminde,[18] donanmanın ihracı ve avdetinde,[19] cabe-i humayün esnasında,[20] surre-i humayün ihracında ve hacıların dönüş haberinde,[21] kaymakam paşayı tebrikte,[22] mevacip ihracında,[23] mevlüd okunmasında,[24] nevruziye ihracında,[25] tevcihat esnasında[26] ve şehzadelerin doğum, sünnet ve evlenmelerinde[27] hil’atlar verilirdi.

Benzer şekilde sadrazam huzurunda da çeşitli vesilelerle bab-ı alide (paşa kapısında) hil’atlar giydirilmektedir. Bunlar; at hediyesinin gelmesininde,[28] bab-ı asafiye elçi gelmesinde,[29] bayram esnasında ve bayram hediyesinin tesliminde,[30] donanmanın sefere çıkışında,[31] kalyan-ı humayünun ve sandal-ı humayunun denize indirilmesinde,[32] mevacip ihracında,[33] Mısır-Kahire hazinesinin tesliminde,[34] sadrazamın ziyafetinde,[35] sadrazama gönderilen fermanın okunmasında,[36] tersanede bodoslama refinde,[37] sadaret tebrikinde,[38] tevcihat esnasında,[39] vezaret esnasında[40] idi. Defterdar huzurunda ise, yaygın olmamakla birlikte hil’at giydirildiği vakidir. Bunlar ise; topların dökülmesinde[41] ve tevcih esnasında[42] idi.

Tevcihat sebebiyle padişah huzurunda hil’at giyenlerin ayrıca sadrazamın huzurunda da tekrar hil’at giymelerinin adet olması ve bazı zamanlar üst üste hil’atların ihsan edilmiş olması,[43] Osmanlı sarayında muazzam miktarda kürk sarfiyatını göstermesi bakımından önemlidir. Osmanlıda gerek halkın sınıf atlama, gösteriş ve kış mevsiminde soğuktan korunmak için, gerekse devletin törenler ve kutlamalar gibi çeşitli sebeplerle bol bol kürk ihsan edilmesi Osmanlı coğrafyasında kürke olan talapleri artırmış ve buna parelel olarak da hemen hemen tamamı kuzey ülkelerinden ithal edilen kürk ve kürk derileri için muazzam servetlerin ülke dışına çıkmasına sebep olmuştur.[44] Bu durumdan muzdarip olan müverrih Naima; ’’ Moskov diyarından gelen samur vesair envâ-i zî kıymet kürklere verilen akçeyi ol malain memalik-i İslamiyenin metaına sarf etmezler, kezalik Hint metalarına bu kadar hazine, emval gider’’ diyerek hayıflanmıştır.[45] Bu talep patlaması karşısında kürk fiyatları sürekli bir şekilde artarak anormal bir noktaya çıkmıştır. Bir fikir vermesi için 1802 yılına ait bir muhallefat defterinde arap atına biçilen fiat 450 kuruş ederken kimon kermesude kaplı Erzurum nafesi kürk cübbeye 3000 kuruş kıymet biçilmişti.[46] 13 Temmuz 1876’da ölen Hüseyin Avni Paşa’nın terekesinden çıkan kürkler için de kaşmire kaplı alma kürk 2800, kaşmire kaplı sansar kürk 3000 kuruş idi.[47] Sinan Paşa’nın muhallefatı arasında 600 samur kürk, 600 vaşak kürk 30 siyah tilki kürkünden bahsedilmektedir.[48] 17. yy. tarihçilerinden ‘Âlî, Mevaidu’n-Nefais ismli eserinde devlet büyükleri ile uşakların giymeleri gereken kıyafetleri anlatmakta ve giyim kuşamın dört kısıma ayrılması ve bunların birbirine karışmaması gerektiğini ifade etmekte ve ’’aşağı tabakaların yukarıdakilerin giydiklerine, samur kürklere, değme abayilere el uzatmayalar’’ demek suretiyle o zamanki durumdan hoşnut olmadığını belirtmiştir.[49]

Talep patlaması karşısında fırlayan kürk fiyatları devleti tedbir almaya zorlamış ve Sultan III. Mustafa kişilerin gösteriş için kakum, vaşak giymelerinin halk ile seçkinler arasındaki ayrıcalığı yok edecek duruma gelmesi sebebiyle yasaklamıştır.[50] Aynı şekilde I. Abdulhamit 1776’da bilinen en eski Osmanlı elbise nizamnamesini yürürlüğe sokarak; devlet ricaline ait değerli ve çeşitli kürkleri çiçekli kaftanları halkın kullanmasını yasaklamış, giyim belası yüzünden esnafın borca battığını İstanbul’dan Hindistan’a pek çok para çıktığını, bu sebeple bol yenli erkan kürkünü vezir, sudur ve ulema dışındaki kimselerin giymelerinin yasaklandığını, bundan böyle samur, kakum, vaşak, minteni, çiçekli hint kumaşından entari giyilmeyeceğini, şayet yasak tarihinden sekiz gün sonra giyenler bulunursa cezalandıralacakları belirtilmişti.[51]

11 Şevval 1217 (19 Nisan 1803) tarihli yasak defterinde yenilenen elbise nizamnamesinde de; esnaftan ve halktan kişilerin hadleri dışında giysi, mücevherli hançer ve bıçak kullanmamaları istenmiş. Bu giysilerden samur, vaşak, samur nafesi, kakum kürk, sandallı cübbe de giymeyecekler ve şal kuşanmayacaklardı.[52] Osmanlı toplumunda ehl-i zimmet olan Yahudi ve Hıristiyanların eskiden beri giyimlerinde ehl-i İslama benzemeleri şeran ve örfen yasaklanmış olduğundan,[53] vaşak, kakum, su samuru, karsak kürk ve elvan sof, şali, biniş ve al çuka giymeleri hintkari şal kullanmaları yasaklanmıştı.[54] Ancak 18. yüzyıl sonlarına doğru İslam’a mahsus kakum ve su samuru gibi elbiseleri giydikleri görülmekte bu durumun men edilmesi için İstanbul kadısına, yeniçeri ağasına ve bostancı başıya ayrı ayrı emirler yazılmış[55] olmasına rağmen bunun önü alınamamıştı.

Devlet sarfiyatı için 1099 (1688) yılının hil’at sarfiyatı ortalaması 251, 1173 (1759-60) yılı sarfiyatının aylık ortalaması ise 160’tır.[56] 29 Recep 1131 (17 Haziran 1719) tarihinde birun hazinesinin başı Hacı Ahmet Ağa tarafından birun hazinesi için, bir anda 567 adet hil’at alınarak 12.023 kuruş ödenmiştir.[57] Aynı şahıs tarafından 25 Muharrem 1132 (8Aralık1719) tarihinde esnaftan 500 adet hil’at alınarak 11.300 kuruş ödeme yapılmıştı. Aynı yıl içinde 13 cemaziyelevvel 1132 (23 Mart 1720) tarihinde birim fiyatları birer kuruş arttırılmak suretiyle[58] yeni dokutulan 700 adet hil’atlar için hazineden 16.100 kuruş,[59] benzer şekilde 22 Şevval 1132 (27 Ağustos 1720) tarihinde Sultan III. Ahmed’in şenliği için dokutulan 650 adet hil’atlar için 14.176 kuruş ödenmişti.

Aynı görevli tarafından 15 Cemaziyelevvel 1133 (14 Mart 1721) tarihinde bir alım daha yapılmış olup, 470 adet hi’latlar için 11.600 kuruş ödeme yapılmıştı.[60] 15 Ramazan 1133 (11Temmuz 1721) tarihinde 200 hil’at için 6500 kuruş, 1 Zilhicce 1133 (23 Eylül 1721) tarihinde ise 250 hil’at alınarak 8500 kuruş ödenmiş idi. 1134 (1721-22) hicri tarihinin çeşitli aylarında da alımlar sürdürülerek toplam 1450 adet hil’at için 35950 kuruş devlet hazinesinden para çıkmıştı.[61] İki yıl sonra yani 1136 (1723-24) yıllarında birun hazinesi ağası tarafından 1500 hil’at mubayaa edilmiş, bunun için devlet 34.920 kuruş ödemişti. 1137 (1724-25) yılında da 1525 adet hil’at alımı yapılarak toplam 33.425 kuruş ödenmişti.[62] 16 Safer 1118 (30 Mayıs 1706)-30 Zilhicce 1118 (4 Nisan 1707) tarihleri arasında birun hazinesi için toplam 1414 adet hil’at satın alınmıştır.[63]

XVI. yüzyıl hil’atların en çok verildiği merasim olan sur-ı humayunlarda dağıtılan hil’at sayısı dört bine ulaşmıştı.[64] Bu duruma bir diğer örnek ise; IV. Mehmet’in 17. yüzyılda Şehzadelerin sünneti dolayısıyla kutlamaya gelen ve armağanlarını sunan vezirlere seraser kaplı samur kürkler verilmişti.[65] 1675 yılında yapılan bu şenlikte esnafa ancak dördüncü gün de geçiş sırası gelmiş ve kürkçüler onuncu günde padişah huzurundan geçmişlerdir. Bu geçiş merasimini canlı bir tasvirle anlatan Evliya Çelebi kürkçülerin geçişini şöyle anlatmıştır; ‘’Bunlar tahtıravanlar üzre dükkanların nice yüzbin guruşluk samur, vaşak, zerdeva, sansar, sincap, samur paçası, samur kafası, kakum, ördek boğazı, kuğu boğazı, saka kuşu boğazı, tilki boğazı ve daha sair kürkler ile tezyin iderler. Badehu Mahmut Paşa çarşısında Rum kürkçüleri başka bir alay-ı azim ile nice yüz kürkleri ters giyub[66] başlarında ayı postlarından acebe külahlar ve bir çoğu da serapa kaplan, arslan, kurt sarınmışlar başlarında samur kalpak taçlar hayvanat derilerine müstağrak olarak geçerler bir fırkası yine hayvanat derilerine sarınmış yaban adamı yamyamlar kim gören adamların zöhreleri çak olur. Her birini beşer altışar zincir ile bağlayub her birinden de beşer altışar adam yapışmış bazen etrafta bulunan temaşacılara bu yaban adamlar hucum iderler. Halk içine bir hay huy dişer kim dil ile ta’bir olunmaz. Ve niceleri ayı, aslan, kaplan postlarına girup dört ayak ile gezerken halka hucum ederler ve hünkar önünden ubur iderler.’’[67] demektir. Aynı törenleri izlemiş olan yabancı bir Fransız; kürkçülerin vahşi hayvan postuna bürünerek otuz altı kişinin içi kürklerle dolu bir arabayı çektiklerini söylemek suretiyle bize aynı bilgileri vermektedir.[68]

Evliya Çelebi kürkçüleri beşyüz dükkan ve bin kişiden oluştuğunu samur başlık imal eden seksen dükkan ve yüz beş kişiden meydana geldiğini[69] ifade etmekte, aynı şekilde Ahmet Rasim ise 1000 (1591/92) tarihinde İstanbul’da beşyüz kürkçü dükkanı olduğunu belirtmiştir.[70] Sivas gibi taşra şehrinde dahi toplam on dört kürkçü dükkanının icraat yapması kürk kullanımının ne kadar yaygınlaştığını göstermesi bakımından da önemlidir.[71]

Sarayda ’’ hayyatin-i hil’at’’ denilen özel terziler bulunur ve bunlar Hazine-i Amire’den aldıkları kumaşları dikerek hil’at imal ederlerdi. Zamanla bu terzilerin sayısı ve imalatları azalarak hilâtlar daha ziyade dışarıdan satın alınmaya başlanmıştı. Saraydaki hassa ve hilât terzilerinin sayısı 16. yüzyıl sonlarında dörtyüz yetmiş sekiz, 17. yüzyıl başlarında üç yüz on dokuz iken aynı yüzyılın sonlarında iki yüz on yediye düşmüştü.[72] 17. yüzyılın ikinci yarısında değerli kumaşlardan yapılan, çoğunlukla pahalı kürklerden astar geçirilen elbiseler, İstanbul’da beş dükkanda iş yapan yüz beş adet terziden meydana gelen bir esnaf loncası tarafından yapılmaktaydı.[73] Evliya Çelebi’nin verdiği rakamla F. Çalışkan’ın vermiş olduğu rakamlar arasında ciddi sayılabilecek bir fark vardır. Evliya Çelebi’nin beyan ettiği tarihten yaklaşık bir asır geçmesine rağmen miri hil’atçılar karhanelerinin hala beş adet tezgahtan ibaret olduğu ve bunların işledikleri çeşitli hil’atların devletin ihtiyacı olan miktarı sağlayamadığından, devlet ihtiyacı taşra hazinedar başı nezaretinde tayin edilen bazarganlar vasıtasıyla karşılanmaktaydı.[74] 12 Cemaziyelahir 1190 (29 Temmuz 1776) ve 29 Safer1191 (8 Nisan 1777) tarihlerinde yeniçeri ağasına hitaben gönderilen hükümde miri hil’atçılar karhanelerinin beş adet tezgahta dokunan hil’atların yetersizliği sebebiyle dışarıdan hil’atlar alınması kaçınılmaz olduğu ve bazı Yahudilerin giydirilen hil’atları satın alarak, taşradaki bazı vezirlere ve gerekli yerlere sattıklarından merkezdeki hil’at ihtiyacı yeterince karşılanamayıp, sıkıntılar çekildiği ifade edilerek bu duruma sebep olanların ellerindeki hil’atları devlet zaptedip, kendilerini de küreğe koyma cezası ile cezalandırılacak, tekrarı halinde ise haklarından gelineceği belirtilmişti.[75] Aynı konu hakkında 28 Zilkade 1158 (22 Aralık 1745) tarihinde de ferman sadır olmuştur.[76]

Karlofça Antlaşması’nın (1699) sonuçlanmasından hemen sonra Sultan II. Mustafa savaş vergileri olan 3085 kese akçeyi yükümlülere bağışladığı gibi sultanlık danışmanlarının da bundan böyle devr, hil’at baha, zahire baha gibi olağan dışı vergi istemelerini yasaklamış[77] olmasına karşın daha sonraki dönemlerde devletin kürk sarfiyatı o kadar çoğalmıştı ki, Sultan İbrahim zamanında ’’kürk ve anber vergisi’’ adıyla anılan bir vergi konuldu. Haremde kadınlara masal söylemekle gecelerini geçiren Eyüplü falcı bir kadın, kürk meraklısı büyük bir padişahın bütün elbiselerini, sarayın mefruşatını, yastıklarını, kaliçelerini hep samur kürkten yaptırmış olduğunu Sultan İbrahim’e hikaye edince padişahın samur merakı bir kat daha artarak kürk göndermeleri için bütün eyalet valilerine umumi emirnameler çıkardı. Bu kürk vergisinden ne ulema ne de ağalar uzak kalabildiler. Sadece birkaç kişi bu verginin herkes nezdinde hoşnutsuzluk doğuracağını ifade etme cesaretinde bulunabildiler.[78]

Saray-ı Amire’deki kasırların baştan başa samur ile döşenmesi emredilmiş, bedelleri İstanbuldaki kapı halkından zorla tahsil ettirilmişti. Bu kürk vergisi birkaç defa tekrarlanmış, ödeme yapamayanların kimi azledilmiş kimisi de hapsedilmişdi. Bu durum özellikle samur tüketiminin artmasına ve kara borsa olmasına neden olmuş samurun her tanesi 100 kuruşa satılır olmaya başlamıştı. Buna rağmen bulunamaz olmuş ve bulunanlarda 1000 kuruşa alınamaz duruma gelmişti.[79]

Devlet kürk masraflarını ’’kürk baha’’ adı altında taşrada belirli sancaklardaki avarız ve be del-i nuzül gelirlerinden karşılamaktaydı. Nitekim 23 Zilhicce 1109 (2Temmuz 1698) tarihli bir sebeb-i tahrir hükmünde Aydın ve Saruhan muhassılı olan İsmail Paşa’nın tahvilinden 1110 (1698-1699) senesine mahsuben birun hazinesi mühimmatından olan kuşaklık-ı cedid bahası için 570 esedî kuruşun ora halkının avarız ve bedel-i nüzul gelirinden irat ve masraf kayd olunması istenmişti.[80] Aynı şekilde 29 Zilhicce 1109 (8Temmuz1698) tarihli bir başka sebeb-i tahrir hükmünde, aynı bölgeden bu kez hassü’l-hass-ı cedid ve hassü’l-hass-ı atik hil’atlar için 650 esedi kuruşun yine avarız ve bedel-i nuzul gelirlerinden 1110 (1698/99) senesine mahsuben ödenmesi istenmişti.[81] 10 Zilkade 1696 (8Ekim 1685) tarihinde Karesi sancağında muhassıl olan kadılara gönderilen fermanda 1097 (1685-86) yılına mahsup olmak üzere iki bin üç yüz altmış altı kuruş olan kürkçü bedel-i avarız hanelerinden her bir hane için 500’er akçalık erken ödeme talep edilmiştir.[82] Bu belgelerden de anlaşılacağı üzere devlet kürk harcamalarını taşraya kaydırarak sıkıntılardan kurtulmaya çalışmakta ve gelecek yılın vergilerinden mahsup edilmekteydi.

En nihayet, Osmanlı devlet erkanının teşrifat kurallarında kürk kullanımı II. Mahmud’un 6 Şevval 1244 (11 Nisan 1829) tarihli kıyafet nizamnamesi ile ciddi anlamda önlenmiş, bundan böyle padişahın da vezirin de ve kavası nda kıyafetleri çuhadan yapılan kıyafet ve ünüformalar ile dengelenmiş[83] daha önceki kıyafetler arası uçurum ve statü farkını gösteren kürk çeşitleri yavaş yavaş önemini yitirmişti. Bununla birlikte hil’at giydirme geleneği tamamen ortadan kalkmamış bazı özel durumlarda Osmanlı’nın sonuna kadar varlığını dar bir çerçevede sürdürmüştür. Buna II. Mahmud’un yurt içi gezilerinde (1831-1837) hil’at giydirmesi örnek gösterilebilir.[84]

Yrd. Doç. Dr. Zeki TEKİN

Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 644-649

TARİH : OSMANLILARDA NARH SİSTEMİ


Osmanlı Devleti’nin gerek siyasi, gerekse sosyo-ekonomik yapısının aydınlatılması, objektif olarak gün ışığına çıkarılması, Türkiye’nin olduğu kadar daha başka birçok devlet için de önemlidir. İşte bu amaçla araştırmacılar Osmanlı’nın gerek siyasi, gerekse sosyo-ekonomik açıdan yapısını anlamak için belirli kesitlerini alıp incelemektedirler. Bu yönde Osmanlı iktisadi yapısı içerisinde, özellikle fiyat politikalarının analizi açısından narh sisteminin araştırılmasında büyük önem vardır.

1. Osmanlı Narh Uygulamasının Temeli Olarak İslâm’da Narh Sistemi

İslâm dininde emeğinin karşılığını alan kişi, tüketim aşamasında da sınırlandırılmıştır. Kur’an’da birçok emirlerle lüks tüketim ve israf kesinlikle yasaklanmıştır.[1] Tüketim konusunda lüks tüketim yerine, insanın asli ihtiyacının karşılanması esas alınmıştır. Bu ihtiyaçların haricinde bütün mallar ve kazançlar 1/40 oranında zekâta tabi tutulmuştur. Zenginin malı içerisinde fakirin hakkı olan zekât, sadece iktisadi hayata değil, sosyal hayata yönelik de düzenlemeler getirmiş, insanlar arasında dayanışmayı arttırmıştır. Bu aşamada İslâm ekonomisi, insanın verici yönünü ön plâna çıkaran, rekabetçi yerine dayanışmacı unsurların var olduğu bir toplumu oluşturur. Üretim konusunda ise İslâm ekonomisi, arz yönlü yani üretime dayalı bir ekonomidir. İnsanların ihtiyaçlarına cevap verecek her alanda üretimin yapılması teşvik edilmiştir.[2] Üretilen malların insanlara ulaşması aşamasında ticarete büyük önem verilmiş, tüccar ve esnafın meşru şekildeki ticareti sürekli desteklenmiştir.

Öncelikle ifade etmeliyiz ki İslâm ekonomik sisteminde serbest piyasa ekonomisi geçerliydi. Bu tür piyasalarda fiyatlar genellikle toplam arz ve talep dengesini yansıtırdı. Bu sebeple servetteki artışın talebi ve orantılı olarak da fiyatları arttırması tabiidir. İslâm’ın ilk döneminde talepteki artış ele geçirilen ülkelerden ithal edilen mallarla karşılanırdı. Fakat nakil araçlarının yavaşlığı nedeniyle arz genellikle talebin altında kalırdı. Artan gelir ve şehirleşme de hayat şartlarını etkilemekteydi.[3]

İslam’da karşılıklı rızaya dayanan alışverişin[4] olduğu piyasa ortamlarında, yani liberal ekonomiye sahip piyasalarda fiyatlara müdahale edilmez. Fiyatların suni olarak artmasına sebep olanlara karşı ise önlemler alınması bizzat Peygamberimiz tarafından buyrulmuştur.[5]

İslâm’ın ilk devirlerinde (7. yüzyıl) Medine Şehri’nin ekonomisi dışa bağımlıydı. Ekonomi tarım ekonomisi olup hurma, sebze ve meyve üretimi yaygındı. Buğday ve diğer önemli gıda maddeleri dışarıdan gelirdi. Müslümanların pazarlarına mal getiren tüccarlar sürekli övülmüş, malları saklayan karaborsacılar ise lânetlenmiştir. İslâm’ın ilerleyen yıllarında, başlangıçtaki sade şehir hayatının yerini, yavaş yavaş gelişmekte olan bir devlet sistemi almaya başlamış ve bununla beraber birtakım problemler ortaya çıkmıştır. Bunlardan nüfusun artması, kıtlık, karaborsa vs. piyasalara müdahaleyi ve dolayısıyla narh[6] hususunu gündeme getirmekte idi.

Narh, sözlüklerde devlet başkanının veya yetki verdiği memurların yahut da halkın işlerini yürütmeyi üzerine alanların pazarlara, esnafa mallarını belli bir fiyata satmalarını emretmesi ve maslahata binâen belirlenen fiyattan aşağı veya yukarı bir fiyata satış yapmayı yasaklaması olarak tanımlanmaktadır.[7]

Fiyat politikaları narh yönünde başlangıçtan beri iki şekilde kendini göstermiştir. Bunlardan bir tanesi; piyasaya müdahale etmeyerek her şeyi tabiiliğine bırakmak isteyen mutlak serbestiyet taraftarları, diğeri ise; her şeye el koyan tanzim eden müdahaleciler. Bu iki grup arasında süregelen anlaşmazlıklar bütün Ortaçağ boyunca, hatta günümüze kadar şehir ekonomilerinde yerlerini almıştır.[8]

Fiyat yükselişlerinin arka planında yatan iki önemli neden vardır. Bunlardan birincisi; servetin belirli kişiler elinde birikmesi ve süs eşyası vb. amaçla tutularak para arzının daraltılmasıdır. İkincisi ise; mal ithalatında gerek pazarlama ağının tekel oluşu ve gerekse satıcının tüketicilerden sadece zengin zümrenin gelirini dikkate alarak toplam arzı daraltmasıdır.[9]

2. Osmanlılar Açısından Narh Sistemi

Osmanlılar halkın refahı için tüketiciyi ve üreticiyi koruyucu tedbirler almışlardır. Bu çerçevede üretimden tüketime kadar her sahayı denetim altında tutmayı prensip edinmişlerdir. İşte, narh bu denetim zincirinin bir sonucudur. Ancak şunu hemen belirtelim ki; Osmanlılar tam bir rekabet ortamının olduğu piyasalara ve bunlar içerisinde özellikle ithal mallara asla müdahale etmemişlerdir.[10] Dolayısıyla müdahale edilen piyasalar rekabetin tam olarak bulunmadığı tekelci piyasalardır. Yapılan müdahalede ise, daha çok tüketicinin menfaati düşünülmektedir. Çünkü; ekonomi içerisindeki birçok piyasa türünde (tarım ürünleri piyasası, sanayi ürünleri piyasası, yerli ürün piyasası, ithal malları piyasası gibi.), rekabetin dozları farklılaşmakta ve eksik rekabetin ortaya çıktığı piyasalarda fiyatlar halkın aleyhine yükselebilmektedir. İşte esas itibariyle bu durum ve ileride değineceğimiz bazı hususlar (kıtlık, ticaret, para vs.), Osmanlılarda narhı gerekli kılmakta idi. O halde detaylarını ilerideki kısımlarda tartışmak üzere, Osmanlıların narhı, rekabetin tam olarak oluşmadığı piyasalarda halkın menfaatleri doğrultusunda denetlemek amacıyla uyguladıklarını düşünebiliriz.

2.1. Osmanlılarda Narh Hakkındaki Görüşler

Osmanlı Devleti’nde narh uygulamalarının başlangıç tarihi olarak ileri sürülen 1453 yılı devletin otoritesini hissettirdiği ve yoğun fetihler sebebiyle piyasaların muhtemelen olumsuz etkilendiği bir döneme rastlaması bakımından ilginçtir.[11] Ancak her halükârda bu tarihten sonra narhın Osmanlı devlet adamları ve maliyecileri tarafından önemli işlerden addedildiğini biliyoruz. Bu sebeple padişahlar bu konu üzerinde önemle durmuş ve bu konuyla ilgili hükümler çıkarmışlardır.[12] Sadrazamlar ise bizzat narh kontrollerine katılarak bu işe verilen önemi vurgulamışlardır.[13] Sadrazam Lütfi Paşa, “Asafnâme”sinde, ve ahval-i narh umûr-ı mühimmedendir” diyerek narhın önemli işlerden olduğunu ve narha uymak gerektiğini ve narh konulmasının fakirin iyiliği için olduğunu dile getirmektedir.[14] Sadrazamlar içerisinde sadece Fazıl Mustafa Paşa, “.ahval-i narh kitapta yoktur. Bey’ u şirâ rızâ-yı tarafeyn ile olmalıdır” diyerek narha karşı çıkmış ve onun zamanında kısa bir süre için narh uygulanmamıştır.[15] Ancak fiyatların yükselmesi üzerine narh uygulamasına geri dönülmüştür.

Buna karşılık ulemanın da narhı caiz gördüğü ve şeyhülislamların bu yönde fetvalar çıkardığı bilinmektedir. Örneğin Osmanlı Devleti’nin meşhur şeyhülislamlarından Ebussuud Efendi, narhı benimsediği gibi narha uymayanların şiddetle cezalandırılıp, uzun süre hapsedileceğini, ancak tövbe edip narha uyduğunda affedileceğini ifade etmiştir.[16] Adli yönetimde önemli görevler üstlenen kadılar ise, özellikle taşrada bizzat bu işe memur tayin edilmiş ve narhın tespiti için oluşturulan komisyona başkanlık yapmışlardır. Osmanlılarda narha çok önem verilmiş, siyaset yazarlarının ve devlet adamlarının görüşlerinde narh kabul bulmuş ve desteklenmiştir. Ancak XVIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIX. yüzyılda, özellikle III. Selim döneminde başlayan liberalleşme hareketleri, narh uygulamasına engel teşkil etmiştir.[17] Liberalleşme yönündeki düşünceler yavaş yavaş fiyatlarda çözülmeye yol açmış ve çözülen fiyatlar tüketiciyi tedirginliğe iterken, narhı uygulayan üretici ve tüccarı zor durumda bırakmıştır. Bu ikilem karşısında 1795’te Zahire Hazinesi uygulanmaya konmuş ve aynı yıl tahıl fiyatı ve satışları serbest bırakılmıştır.[18] Nitekim narh uygulamasını engelleyen bu liberalleşme hareketleri, 1838 yılında yapılan Balta Limanı Anlaşmasıyla daha da ilerlemiştir.[19]

Liberalleşme yönünde Cevdet Paşa’nın düşünceleri de önemlidir. Cevdet Paşa, serbest ticareti savunmuş, mübayaa emirlerinin terk edilmesini ifade etmiştir. Cevdet Paşa’nın bu düşünceleri kendini en fazla fiyat düzenlemeleri alanında göstermiş ve narh uygulamasını zayıflatmıştır. Hala uygulanmaya devam edilen narh ise, Cevdet Paşa’nın “Tezâkir”indeki; “el-mısarru hu-vellahu fehvasınca narh kaldırıldı ise de bunu vaktiyle yapmalı idi” mısralarından anlaşıldığına göre, 1860’ların ertesinde kaldırılmıştır.[20]

2.2. Osmanlılarda Narhı Gerekli Kılan Sebepler

Osmanlı Devleti’nde narh uygulaması, 1453 yılında Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra başlamakta ve 1860’lı yılların sonlarına kadar devam etmektedir. Daha önceleri narh uygulamasının bulunup bulunmadığı veya bu uygulamanın başlamasında hangi hallerin lüzumlu olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Ancak narh, Osmanlı Devleti’nde olağan ve olağanüstü haller olmak üzere genelde iki şekilde uygulama alanı bulmakta idi. Bu uygulama alanı gerek fermanlarla gerekse ihtisap kanunnâmeleriyle[21] hukuki destek alarak güçlenmekteydi.

2.1.1. Olağan Narhlar

Olağan durumlarda narhlar; bahar ayında ilk kuzu kesimi yapılacağı günden (rüz-ı hızır) bir kaç gün önce ete narh konulması, ilk ve sonbaharda süt ve mamullerinin ayarlanması, mevsimlere göre sebze fiyatlarının belirlenmesi[22] ve Şaban ayında fiyatların ayarlanmasıyla[23] uygulama alanı bulmaktaydı.

2.2.2. Olağanüstü Narhlar

Narh uygulamasını gerekli kılan olağanüstü sebepler arasında kıtlık,[24] nüfus artışı, ticari dengelerdeki değişiklikler (özellikle XVI. yüzyılın ikinci yarısından sonra piyasaları etkisi altına alan maden hareketleri) ve paranın değer kaybetmesi gibi unsurlar da yer almaktadır.

2.2.2.1. Kıtlık

Kıtlık, olağanüstü narhlar içerisinde tabii bir etkendir. Tesirleri de açlık ve gıdasızlık olmak üzere fizyolojiktir. Fizyolojik etkinin daha arkasında ise iktisadi neticeler bulunmakta ve insanların zaruri gıda maddelerine aşırı taleplerinden dolayı fiyatlar yükselmektedir. Diğer taraftan talep olan mallar alanında üretim genişlemekte, zaruri olmayan malların üretim alanları da daralmaktadır. Kıtlık faktörü, para düzeninin de bozulması ve nihayetinde karaborsacılığın da eklenmesiyle şehir içerisinde buhranların yaşanmasına sebep olmaktadır.[25]

Osmanlı Devleti, kıtlık konusunda bir buhranın yaşanmaması için gerekli bütün tedbirleri almaktadır. Bu yönde; bir kısmını tahıl (hububat) gıdalarının oluşturduğu maddelerin ihracatını yasaklamıştır. İthalatı serbest bırakmış ve tüccarlara kolaylık göstermiştir. Büyük şehirlerde, özelikle nüfusu hızla artan İstanbul’da iaşe sıkıntısı yaşanmaması için özel tedbirler almış[26], gıda maddelerinin özellikle hububatın büyük bir kısmının İstanbul’a kaydırılması yönünde hükümler yayınlamıştır.[27]

Genellikle Orta Afrika kaynaklı olan veba salgınları da Osmanlı Devleti’ni ciddi şekilde etkilemekte ve kıtlığa sebebiyet vermektedir. Özellikle 18. yüzyıldaki veba salgınları kıtlık yönünde büyük tehlikeler yaratmışlardır. Kıtlığa sebep olan bir diğer etken de savaş ve ablukalardır.[28] Savaş yıllarında ticaret kesintiye uğrar, ülkeye mal girişi azalır. Dolayısıyla bir kıtlık yaşanır. Diğer yandan zirai ve ticari alanda çalışan insan gücü savaş alanlarına kaydırılacağından üretimde nisbi bir daralma görülebilir. Yine bunun yanında ordunun ihtiyacı olan maddelere[29] devlet tarafından el konulması, bu maddelerin azalmasına sebep olur. Nitekim ablukalar da; nakliyatın denizden yapıldığı durumlarda bazı malların birden piyasadan çekilmesi, kara yoluyla da maliyetin yükselmesinden dolayı fiyatların artmasına neden olur. Diğer yandan narh tayininde üreticiyi veya nakliyeciyi memnun edecek bir bedelin belirlenmemesi şehirde kıtlığa sebebiyet verebilir. Bunların yanında kuraklık, fazla sert ve yağışlı kışlar da kıtlığa sebebiyet veren etkenlerdendir.[30]

2.2.2.2. Nüfus Artışı

Nüfus artışları, şehir merkezlerinde iktisadi dengeyi bozmakta ve talebin arzı ezici bir çoğunlukta artması neticesinde, fiyatları da yükseltmektedir. Önemli derecede iktisadi dengeyi bozabilecek nüfus artışlarının başlangıcı XVI. yüzyıla isabet eder. F. Braudel “Akdeniz ve Akdeniz Dünyası” adlı meşhur eserinde XVI. yüzyılın ikinci yarısına doğru, Akdeniz’de nüfusun hızla yükseldiğini ve bunun da fiyatları olumsuz yönde etkilediğini ifade etmektedir.[31] Avrupa tarihçisi H. G. Koenıgsberger de XVII. yüzyılda Avrupa’da nüfusun hızla arttığına işaret etmektedir.[32] Meşhur tarihçimiz Ömer Lütfü Barkan, bu konuyu Osmanlı İmparatorluğu açısından ele almış ve XVI. yüzyılda nüfusun hızla arttığını belirtmiştir.[33] Bu durum değerli maden bolluğu yaşandığı bir dönemde Osmanlı Devleti’nde fiyatların aşırı artmasında rol oynamıştır. Nüfus artışlarında ticari sebeplerin yanında isyanlardan dolayı yapılan göçler de gözardı edilemez.[34] Bu yönde Osmanlı Devleti’nde iç göçler esas itibariyle XVI. yüzyılda başlamış ve XVIII. yüzyılda da devam etmiştir. Bu göçlerin önlenmesi için pek çok ferman yayınlanmıştır.[35] Buna ilişkin, 1737 yılında yayınlanan fermanda, içlerinde Karadeniz kıyılarının da bulunduğu birçok Anadolu kentinden göç yasaklanıyordu.[36] Göç olgusu nüfusla bağlantılı olarak fiyatları etkilediği gibi, aktif ticareti de engellemekteydi.

2.2.2.3. Ticaret

Osmanlılarda yerel ticaret, köyden kente yapılmaktaydı. Köylü ürettiği malları kentteki pazar yerlerinde satmakta ve bu süreç ticareti canlı tutmakta idi.[37] Bu hususta, özellikle büyük şehirlerin iaşesinin sağlanması için devlet tarafından özel tedbirler alınmıştır.[38] Diğer yandan Osmanlılar açısından büyük bir geliri oluşturan dış ticaretin önemi tartışılmazdı. Osmanlı Devleti dış ticarette dengelerin kendi lehine oluşması için bütün gayreti göstermekte, önemli ticaret merkezlerini ele geçirip, bu merkezlerin üstünlüğünü korumaya çalışmakta idi.

İmparatorluğun ilk önemli ticari merkezi olan Bursa’yı daha sonra I. Bayezid tarafından fethedilen (1389-1402) Amasya ve Tokat[39] takip etmiştir. 1516-1517 yıllarında Halep pazarının denetimi Osmanlılara geçince, yukarıdaki ticari merkezlere Halep de eklenmiştir. Böylece Akdeniz ticaretini kontrol eden Osmanlı büyük bir ticari üstünlüğe ulaşmıştır.

Osmanlı’da önemli bir ticari konuma sahip olan ipek Tebriz, Halep ve Trabzon olmak üzere, üç yoldan ülkeye girmekte idi. Anadolu’da, ipek yolu ticaretinin önemli bir noktası olan Tebriz ile İstanbul’u birleştiren başlıca iki ticaret yolu vardı. Birincisi, Kuzeyden Erzurum, Erzincan, Sivas, Tokat, Ankara, Bolu ve Bursa üzerinden işlemektedir. İkincisi ise daha güneyden olup Van, Bitlis, Diyarbakır, Birecik, Halep, Adana, Konya, Akşehir, Kütahya ve Bursa yolunu takip etmektedir. Anadolu’nun birçok şehrini yükselten bu ticaret yolu Ümit Burnu’nun keşfinden sonra yavaş yavaş önemini kaybetmiştir. İran’dan Orta Avrupa pazarlarına kadar uzanan kârlı ve bereketli transit ticareti esas mihverini kaybettikçe daha uzak ve masraflı yollara çevrilmiştir.

İpeğin Osmanlıya girişindeki Trabzon yolu ise, Ermenistan, Azerbaycan ve Hazar boylarından gelen ipeklerin takip ettikleri yoldur. Gence ve Kefe gibi çok uzak memleketlerin ipekleri bu yoldan gelmekte idi. Bu yolu bilhassa Ermeniler kullanmakta idiler.[40] Trabzon ayrıca İran üzerinden gelen ticaret kervanlarının son durağı olmakla beraber, bu ticarette en büyük liman olan Çömlekçi Limanı’nın önemi tartışılmazdı. Ayrıca İstanbul’un iaşesi için ucuz bir yol olan deniz taşımacılığı, bu merkezleri, özellikle Trabzon’u ticari yönden canlı tutmakta ve XVIII. yüzyılın başından itibaren Trabzon gümrük mukataası 800.000 akçe dolayındaki yıllık tutarı hazineye ödemek koşuluyla iltizama verilmekteydi.[41]

Ticaret bahsinde değinmemiz gereken ve fiyatların yükselişinde büyük bir öneme sahip olan, Güney ve Doğu’ya yapılan kıymetli maden ve para akışıdır. Bilindiği gibi İspanya’ya gelen Amerika gümüşleri önce Avrupa’ya oradan da Doğu’ya ulaşmıştır. Batıdaki mal fiyatlarının yüksekliği karşısında, Osmanlı’dan Batı’ya mal akışı olmakta iken, Batı’dan da Osmanlı’ya gelen maden ve paralar gittikçe fiyatların yükselmesine[42] belki de en önemlisi Osmanlı parasının değer kaybetmesine neden olmaktaydı.

2.2.2.4. Para

Devletlerin devamlılığında, fiyatların ayrılmaz bir parçası olan paranın, istikrarının korunmasının çok önemli rolü vardır. Ortaçağ İslâm’ını ayakta tutan, altın (dinar) ve gümüş (dirhem) paralarıyla hiçbir devletin rekabet edememesiydi. Osmanlı İmparatorluğu’nu tedricen istila eden parasal devrim, onun, Avrupa Konseyine girişinin bir sonucuydu.

XVI. yüzyıldan önce Osmanlı para düzeni Avrupa ve Asya ekonomilerinde olduğu gibi altın, gümüş, bakır ve diğer madenleri içeren sikkelerdi. İmparatorluğun ana para birimi gümüş içerikli akçeydi. Mangır ve pul adı verilen paralar ise günlük alışverişlerde kullanılmaktaydı. Bunların yanında Osmanlı sınırları içerisinde, pek çok Avrupa ülkesinin parası, XIV. asırdan itibaren her dönemde Osmanlı sikkelerinin yanında tedavül etmiştir. Osmanlılar bu durumu gayet normal karşılamakta idiler. Eğer yabancı paraları yasaklasa ya da bazı devletlerin yaptığı gibi sınırlardan girerken kur değerleri üzerinden devlete teslimini talep etse, ekonominin ihtiyacı olan altın ve gümüş piyasadan yer altına inecek ve para darlığı artacaktı.[43]

Madeni sikke tedavülünde ödeme imkanları doğrudan doğruya maden elde etme miktarına bağlıdır. Sikke basılan maddelerin azalıp çoğalması para arzını, fiyatları ve ticaret hacmini etkiler. Bunun yanında ticaret hacminin genişleme ve daralması da piyasadaki madeni paraların artmasına veya azalmasına sebep olabilir. Yine madenlerin tedariki kâğıt paraya oranla çok daha zor olduğundan bu tür ekonomilerde emisyon yoluyla enflasyonu finansman aracı olarak kullanma imkanları çok sınırlıdır.[44]

Yabancı paralar Osmanlı parası darbında hammadde kaynağı teşkil etmiştir.[45] Bu kaynaklar her ne kadar öneminden kaybetmediyse de Gümüşhane, Keban ve Ergani maden ocakları başta olmak üzere Anadolu’nun birçok maden ocağından ve XVI. yüzyıldaki kadar olmamakla birlikte Rumeli maden ocaklarından da yararlanılmıştır.[46] Diğer yandan ihtiyaçların baskısı altında birçok maden ocağı yeniden başlanmıştır.[47]

Osmanlılarda milli usule ait sikkelere akçe, mangır ve altın denirdi. Milli usulde vahidi kıyasi olarak akçe, ufaklık olarak mangır ve büyük para olarak da altın kullanılırdı. Osmanlılar altın paraları, Kanuni’nin ölümüne kadar dış ticarette kullanıyorlardı.[48]

Para ve akçe muhasebe sikkeleri haline gelmişlerdi. Akçenin çeyreği olan mangır tedavüldeki en düşük değerli gerçek paradır. İstanbul’un para dolaşımı, Mısır’a, Ermeni kolonilerinin ticareti canlandırdığı, Basra, Bağdat, Musul, Halep ve Şam üzerinden Hintlere kadar yansımaktadır. Giderek belli bir parasal bozulma aşikârdır. Yabancı paralar Osmanlı paraları karşısında pirim yapmaktadır. Bir Venedik belgesi, daha 1668’de Mısır’a gönderilen İspanyol riyalleri üzerinden %30’a varana kadar kazanç sağlanabileceğini işaret etmekte idi. 1671 tarihli olan bir başkası ise Venedik’ten satın alınıp, İstanbul’a gönderilen sekine ve angariden %12-17.5 kâr edilebileceğini bildirmekte idi. Osmanlı İmparatorluğu böylece, Batı paralarına tuzak kurmaktadır. Bunlar onun para dolaşımı için gereklidir, çünkü Osmanlı Devleti talep edendir.[49]

Daha önce de zikrettiğimiz gibi Osmanlı ana parası olan akçe isminden gümüş para kastedilirdi. İsfehan Selçuklularında da akçe adıyla para kesilmiştir. Osmanlılar evvelki devletlerin ve hatta ilk zamanlarda muâsırlarının kabul ettikleri dirhem ve dinar tabirlerini kullanmayarak ilk defa bastırdıkları gümüş paraya “beyaz sikke” manasında akçe-i Osmani demişlerdir. İlk basılan bir akçe-i Osmani 6 kırat[50] edememiş ve zamanla kıymeti azalmıştır.[51]

XVI. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı parası bir buhran içerisine girmiş bulunuyordu. Bu buhranın da en önemli sebebi Batıdan gelen ve Osmanlı’yı geçerek Güney ve Doğuya giden maden hareketi idi.[52] Diğer yandan kalpazanların piyasaya bol miktarda sahte para sürmeleri,[53] devletin resmi paralarını kenarlarından kırkmak ve yanlarından kazımak suretiyle esas veznini ve değerini düşürüp, bunları Venedik’e götürerek damgasını değiştirdikten sonra tekrar Osmanlı piyasasına sokan “Yâhud ve Nasâra taifesi”nin çalışmaları ile külçe gümüşü toplayıp, İran’a veya başka ülkelere kaçırmak suretiyle kıymetli madenin kıtlaşmasına sebep olan yerli ve yabancı tüccarlar bu buhrana sebep olmakta idiler.[54] Devlet bu yönde çok çeşitli tedbirler almıştır.[55] Ancak XVIII. yüzyılda çok miktarda mevcut olan para cinsi bu tedbirleri zorlaştırmakta idi.[56] Kalp para basanlar ve akçelerin kenarını kesenler (özellikle Yahudi tüccarlar) akçenin içindeki gümüş miktarını durmadan azaltıyor ve bu durum resmi kur ile fiyatı 60 akçe olarak tespit edilmiş olan altınların halk arasında 80 ya da 100 akçeye kadar alınıp verilmesine sebep oluyordu.[57]

Şimdi de akçeyi yakından ilgilendiren sikke tecdidi, sikke tağşişi ve sikke tashihi hakkında kısa malumat verelim.

Sikke Tecdidi: Osmanlı padişahları tahta geçer geçmez ilk iş olarak kendi adına kestirdiği yeni akçeleri tedavüle çıkardığında selefine ait akçelerin tedavülünü yasaklardı. Eski akçe yasağı kararı, tedavüldeki bütün paraların yeniden darphaneden geçmesi, darphanelerin olağanüstü bir çalışma dönemine girmesi demekti. Eski akçeler ya hurda gümüş ya da devletçe tespit edilen bir oranda yeni akçeyle değiştirildi. Bu münasebetle “gümüş arayıcıları” da denilen eski akçe yasakçıları görevlendirilir, bunlar çarşı ve pazarlarda halkın üzerindeki paraları kontrol ederler ve çoğu zaman buldukları eski akçelere devlet adına el koyarlardı. Sikke tecdidi ve eski akçe yasağı, hazineye darp hakkı ve darp ücretinden gelen bir gelir sağlardı. Darphaneler ne kadar fazla gümüş işlerse bu gelir o kadar artardı. Fatih sikke tecdidi ile birlikte akçeyi tağşiş ediyor yani ağırlığını düşürüyordu. Böylece ufak çapta bir devalüasyon kârını da hedef almış oluyordu.

Sikke Tağşişi: Akçenin ayar ve tartısını düşürmek anlamına gelir ve daha ziyade tartı üzerinden yapılırdı. 1550-1650 arasında hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde para birimlerinin içerdiği gümüş miktarında azalmalar, yani bir devalüasyon hareketi gözlenmiştir. Yine bu tarihlerde çok büyük miktarlarda altın ve gümüş Osmanlı İmparatorluğu’na girmiştir. Bu devrede Osmanlı ekonomisi tarihte görülen en büyük “akçe tağşişi” operasyonlarına tanık olmuştur. Örneğin XVI. Asrın ilk yarısında 1491-1566 tarihleri arasında 100 dirhem gümüşten en çok 420 akçe kesilmekte olduğuna göre, bir akçe 0.731 gram gümüş arasında 52, 1517-1549 yıllarında 55 ve 1550-1566 senelerinde 60 tanesiyle bir Osmanlı altını alınabilmekteydi. Buna göre bir gram altının kıymeti 1491’de 10.64 ve 1566’da 11.52 gram gümüş idi. 1566 tarihinde II. Selimin tahta geçmesinden sonra bu oranlar bozuldu ve 100 dirhem gümüşten 420 akçe yerine 450 akçe kestirilmeye başlandığında akçelerin ihtiva ettiği gümüş miktarı da 0.731 gramdan 0.682 grama düşürülmüş oldu. Buna rağmen Osmanlı altınının yine 60 akçeye tekabül etmesi istendi.

Ülkede gümüş ve altın arzının artmasıyla normal olarak devletlerin bu artan bulyon miktarının büyük bir kısmını ellerine geçirecek para birimlerinin içindeki altın ve gümüş oranını artırabilecekleri veya hiç olmazsa sabit tutabilecekleri beklenebilir. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nda beklenenin tam tersi gerçekleşmiş ve para birimleri hemen her ülkede tağşiş edilmişlerdir.[58]

Örneğin 1584-1586 yılları arasında geliştirilen bir hükümet kararına göre,[59] o zamana kadar 100 dirhem gümüşten 450 adet olarak kestirilmekte olan ve beheri 0.682 gram ağırlığında gümüşü ihtiva eden akçeler yerine, 100 dirhem gümüşten 800 adet kestirilerek ağırlıkları 0.384 gramlık Osmanlı altınlarından bir tanesi kıymet itibariyle bu akçelerden 120’sine karşılık kabul ediliyordu. Bu suretle eskiden toplamı 40.920 gram gümüş ihtiva eden 60 akçe ile alınabilen bir altına yeni kur’da, operasyonda bir gram altının fiyatı 11.52 gram gümüşten 13.10 gram gümüşe çıkarılarak altına pirim tanınmış oluyordu.

Diğer yandan Yavuz Sultan Selim’in saltanatında 3.172 karat (0.651gram) olan akçenin vezni, Kanuni devrinde yine devalüe edilerek 100 dirhem gümüşten 500 adet akçe kestirilerek 31/4 karata inmiş, III. Murad devrinde 1589’da yapılan ilk sikke tashihinde 100 dirhem gümüşten 800 akçe kestirilmek suretiyle iki karattan (0.401 gram) da az bir vezne, 0.384 grama kadar düşürülmüştür.

Akçe darbını düzenleyen fermanlar, bunun saf gümüşten olmasını emreder. Akçenin gümüşünün resmen ayarlanma tarihi 1697’dir. Bu tarihten sonra basılan akçeler %10 oranında bakır ihtiva etmektedir.[60]

Para talebindeki büyük artışın hem devlet masraflarında meydana gelen artış ile hem de enflasyonun başlamasıyla ortaya çıktığını ifade edebiliriz. Böylelikle iki ana etkenin müştereken etkilerini sürdürdükleri ve sonunda ülkeye artan miktarda giren bulyona rağmen devleti tağşiş yapmaya zorladıkları anlaşılmaktadır.[61]

Sikke Tashihi: Görüldüğü üzere Osmanlı temel parası başlangıçta “akçe” adıyla sadece gümüşten kesiliyordu. Yani “monometalizm” benimsenmişti. İlk Osmanlı altın parası olan “sultani altın” 1479’da kesildi. Bu tarihe kadar Osmanlı Devleti’nde yabancı ülke paraları basılıyordu. İkili para sistemine (bimetalizm) geçiş 1479’da oldu. Para basımı için gerekli madenler ya işletilen maden ocaklarından ya da eski kırkık ve mağşuş paraların eritilmesinden sağlanıyordu. Bu gibi hammadde toplanan yerlerde darphaneler kurulmuştu.[62]

XVI. yüzyılın ikinci yarısında görülen uluslararası değerli maden hareketleri Osmanlı piyasasını olumsuz yönde etkiledi. Para sürekli tağşiş edilmeye, akçe içindeki gümüş miktarı sürekli olarak azaltılmaya başlandı. Bu sıralarda merkezi gücü büyüyen ve gelir kaynakları daralan Osmanlı Devleti, maliyenin para talebi artınca sık sık sikke tashihine başvuruldu. “Sikke tashihi” denilen para operasyonu basit anlamda paranın değerli maden muhtevasını düşürmektedir. Bunun için eski paraların toplanıp yeni ayara göre basılması gerekiyordu. Ancak, o zamanın para teknolojisinde bunu başarmak zordu. Parayı hızla toplamak ve hızla para basmak mümkün olmuyordu. Osmanlı maliyecileri bunu hızlandırmak için paraları kesme yoluna gitmişler ve böylece “kırkık akçe” ortaya çıkmıştır.[63]

Dış ticaret, eşya fiyatları, sikkenin gerçek değeri ile ülkede bulunan altın ve gümüş madenlerinin miktarı arasında sıkı bir ilişki vardır. Akçe ayarlamaları sonucu eşya fiyatları arttığı gibi istikrarlı altın paraların rayiçleri de yükselirdi. Bu sebeple önemli para ayarlamaları yapıldığında eşya fiyatları yeniden tespit edilir ve genel narh cetvelleri yayınlanırdı. Nitekim 1584 ayarlamasından sonra Koca Sinan Paşa böyle bir narh listesi çıkarmıştı. 1600’de[64] bu liste üzerinde tadilât yapılmış ve 1641’de ise[65] sikke tashihinde yeni bir narh listesi düzenlenmiştir.

2.3. Narhın Tespiti, Denetimi ve Narh Defterlerinin Düzenlenmesi

Yukarıda ifade ettiğimiz gerek olağan, gerekse olağanüstü durumlar narhı gerekli kılmakta idi. Bu yönde ilk olarak narhın tespiti işi ehemmiyet arz etmektedir. Narh tespiti, yukarıda açıklanan durumlar sonucu (olağan ve olağanüstü) yapılabildiği gibi, esnafın narhı az bularak yaptıkları müracaatları veya kadılık tarafından fiyat ayarlanmasına ihtiyaç duyulması halinde yapılabilirdi. Esnafın müracaatı iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Bunlardan ilki; kendi içlerinde rekâbeti önlemek amacıyla talep edilen narhtır ki, bu da hammadde alımında azâmi mamul, madde satımında asgariyi gösterirdi. Diğeri ise; hammadde fiyatlarının yükselmesi karşısında kâr oranının düşmesi üzerine gerçekleşirdi.[66] Esnafın, narhın yükseltilmesi için yaptığı müracaatta mesele araştırılır, gerekli görülürse narh yükseltilir, aksi durumda istekler reddedilirdi.[67]

Fiyat tespitleri, kadı’nın başkanlığında toplanan bir komisyon tarafından yapılırdı. Bu komisyona âyan, ulema ve esnaf da katılmakta idi. Buna ilişkin Trabzon narh defterlerinin birinde şöyle bir kayıt bulunmaktadır: “Trabzon Valisi İzzetlu Osman Paşa Hazretlerinin musahhah defterleri üzerine medîne-i Trabzon’un bi’l-cümle ulemâ ve a’yân ma’rifetleri ve ma’rifet-şer’le olan es’âr defteridir.[68] Fiyatların tespitinde üretici, esnaf ve tüketici gözönünde bulundurulur, bu grupların zarara uğramayacakları bir oranda fiyatlar tespit edilirdi. Ancak satıcı her zaman yüksek kâr amacı güdeceğinden, narhlar mümkün mertebe tüketicinin lehine olacak şekilde, düşük fiyatta belirlenirdi. Esnafın narhı artırması yönündeki talebi karşısında fiyatlar belirlenirken, bir üretim süreci oluşturulur; hammadde halindeki malın nihai duruma gelinceye kadar geçirdiği safhalardaki maliyetleri, iş saatleri, ücretleri bizzat müşahede ile tespit edilir, yani belgelerin deyimiyle bir kurul huzurunda “çaşni” tutulur, yeterli kâr bırakması halinde fiyatlar yükseltilmezdi.[69]

Kadı’nın başkanlığındaki komisyon tarafından yapılan narh tespitinde büyük bir itina gösterilirdi. Fiyatı tespit edilen mallar genellikle gıda ve zorunlu ihtiyaçlara cevap veren maddelerdi.[70] Malın maliyeti tam olarak hesaplandıktan sonra %10 oranında esnafa kâr bırakılmakla beraber, iş güçlüğü fazla olan mallarda bu oran %20’ye çıkartılırdı.[71] Kaliteli mal üreten ve satan esnafın, daha yüksek bir fiyat üzerinden satış yapmalarına izin verilirdi.[72] Yine narh tespit edilirken bazı narh defterlerinde getirici ve oturucu (mukîm) için ayrı fiyat belirlenirdi.[73] Diğer yandan değişik narh defterlerinde, tüketici açısından, bazı mallarda[74] tespit edilen fiyatlar sicile geçirilirken, bu fiyatların yanında veya aşağısında “müsamaha veya müsâ’ade”, “ba’dehu” veya bir başka tarih kaydedilerek iki, hatta ikiden fazla fiyat verilmektedir. Bu şekilde yazılan fiyatlar muhtemelen, esnafın talebi üzerine veya fiyatların yükselmesinden dolayı kaydedilirdi. Narh listelerinde kayıtları bulunan “müsamaha veya müsa’ade” terimlerini açıklayan herhangi bir not yoktur. Ancak, bu durumdan, esnafın bu fiyatlar üzerinden de satış yapabilecekleri hükmü çıkarılabilir. Fiyatlar tespit edildikten sonra, esnaf belirlenen rakamların üstünde satış yapmayacaklarına ve satış yaptıkları takdirde cezalarına razı olacaklarına dair taahhütte bulunurdu.

Tespit edilen fiyatlar kadılar tarafından sicillere geçirilmekte idi. Bu fiyatların halka duyurulması ise münâdiler aracılığı ile yapılmaktaydı. Sicillere geçirilen narh defterleri çeşitlilik arz etmekte ve iktisat tarihi açısından zengin bir malzeme oluşturmaktadır. Sicillere kaydedilen fiyatların denetimlerinde pazarların kontrolleri merkezde bizzat sadrazam tarafından “kola çıkmak” suretiyle yapılabildiği gibi[75] sadrazamın olmadığı zaman, bu kontroller kadıların başkanlığında yapılırdı. Taşradaki pazar teftişleri, genelde kadı’nın başkanlığında yapılırdı. Eğer kadı yoksa bu işle muhtesib ilgilenirdi. Her an pazar kontrollerini muhtesib yapardı. Esnafla sürekli iç-içe bulunan yine muhtesibdi.

Bu nedenle piyasayı en iyi bilen kişi o idi. Bu konumundan ötürü de fiyat tespitinde görev alırdı. Muhtesib kontrol işlerini maiyyetinde bulunan kol oğlanları, terazibaşıları ve taşoğlanları ile yürütürdü. Ayrıca muhtesib, ihtisab gelirlerini bir seneliğine iltizam yoluyla toplardı.[76]

Fiyatların tespitinde etkili olan esnaf teşkilâtının üyeleri (şeyh, nâkib, yiğitbaşı ve ehl-i hibre), piyasaların kontrolünde de aktif rol almaktadır. Bu yönde zanaat ve ticareti düzenlemekte ve malın kalite denetimi ile standartizasyonunu sağlamakta idiler.[77]

Pazarlarda kontroller, tespit edilen narh fiyatlarından tartılara, esnafın davranışından gedik sistemine[78] kadar dikkatle yapılmaktaydı. Bu denetimler içerisinde özellikle, verilen narh fiyatının altında veya üstünde bir satış yapılmamasına ve tartılara dikkat edilirdi. Kurallara uymayanlar, anında pazar yerinde cezalandırılırdı.[79] Ancak XVII. ve XVIII. yüzyıllarda yeniçeri ve esnaf sanatkârlarının sayıları arttığı için ceza görecek olan esnaflar, zabitlere teslim edilip, daha sonra cezalandırılırlardı.[80]

Narh defterlerinin diğer bir takım çeşitli özelliklerini Anadolu’nun iki önemli şehri olan Kastamonu ve Trabzon ağırlıklı olmakla, diğer şehirler üzerinde karşılaştırmalı incelersek şunları görürüz. Trabzon narh defterleri, sicillerin ilk, son ve hatta orta[81] sayfalarında yer almakla birlikte, bir sayfada birkaç narh listesi de bulunabilmektedir.[82] Kastamonu’ya ait narh defterleri ise sicillerin ya başında ya da sonunda yer almakta,[83] bazen bir buçuk sayfayı doldurmaktadır.[84] Bu yönde XVII. yüzyıla ait İstanbul sicillerindeki narh defterleri de genelde son sayfada yer almakta idi.[85] Diğer yandan, Trabzon narh defterlerinde olduğu gibi Kastamonu narh defterlerinde de ilk olarak gıda fiyatları zikredilmekte ve narh listesi içerisinde büyük bir çoğunluğa sahip olmaktadırlar. Bunları çeşitli temizlik, giyim ve ev eşyaları ile demirci ve ayakkabıcı esnafına ait mallar takip etmektedir. Bu konuda İstanbul ve Bolu narh defterleri aynı özellikleri göstermekte ve defterlerin çoğunluğunu gıda fiyatları oluştururken, bunları temizlik ve diğer zaruri ihtiyaçlara ait eşyalar takip etmektedir.[86]

Düzen bakımından Kastamonu narh defterleri Trabzon narh defterlerinden daha düzenlidir. Kastamonu sicillerindeki narh listeleri genellikle “defter-i es’ardır ki fî ”, “İş bu senesinde ehl-i suka verilen narhtır ki zikr olunur” tabirleriyle başlar ve ayrı ayrı esnaf gruplarının[87] zikredildiği tek bir listeden oluşur.[88] XVII. yüzyıla ait Konya ve Malatya defterleri de Kastamonu narh defterleri gibi düzen içerisindedir.[89] Trabzon narh defterlerinde ise, defterin başında belirli bir tarih kaydedilerek altında malların isimlerini ve fiyatlarını içeren uzunca listeler yazılmıştır. Bu uzun listeler çoğu kez “der-beyân-ı es’ârdır ki ber-vech-i âti zikr olunur fî ” şeklindeki bir kayıtla başlar malların isim ve fiyatlarıyla devam eder.

Ayrıca narh defterlerindeki bu uzunca listelerden ayrı olarak da, tek bir maddeyi içeren narhlar da mevcuttur.[90] Diğer taraftan Trabzon narh defterlerinde getirici ve oturucu (mukîm) fiyatları ayrı ayrı belirtilirken,[91] Kastamonu narh defterlerinde getirici fiyatlarına rastlanılmamıştır. İstanbul’a ait 1600 ve 1640 tarihli narh defterlerinde de oturucu ve getirici fiyatları ayrı ayrı kayıtlı idi.[92]

1700-1750 yıllarında gerek Trabzon, gerekse Kastamonu narh defterlerindeki ölçü birimleri de benzerlik göstermektedir. Bu ölçü birimleri; dirhem,[93] kıyye,[94] keyl (kile), batman,[95] yük,[96] yem,[97] çift, geym ve adeddir.[98] Bu ölçü birimlerinden dirhem, kıyye (vakıyye), batman, çift vs. birçok narh defterlerinde zikredilmektedir.[99] 1525 yılı sonundaki İstanbul’a ait narh listesinde ise ölçü birimleri dirhem, vakıyye, kile veya keyl ile sıvı ölçü birimi olarak kullanılan “medre”den oluşmaktadır.[100] Narh defterlerinde zikredilen para birimleri ise; akçe, kuruş[101], para[102], sümün[103], rub’ ve sülüs[104] idi. Ancak bunların içerisinde kuruş, para ve sümün çok az yerde kayıtlı iken akçe[105], meblağ kaydı ile narh listelerinin hepsinde ve hemen hemen bütün mallarda para birimi olarak zikredilmekte idi. Yine bazı narh defterlerinde iki fiyat verilmekte ve fiyatların yanına tüccar esnafına ve esnâf-ı nâsa diye notlar düşülmekte idi. XVII. yüzyıl narh defterlerinde de akçe çoğunlukta kullanılan para birimi olmakla beraber, meblağ olarak kayıtlı idi.[106] Ancak 1525 yılı sonundaki İstanbul’a ait narh defterlerinde akçe, kıymet olarak zikredilir.[107]

Bütün bunların yanında 1700-1750 yıllarına ait Trabzon ve Kastamonu narh defterlerinde öyle maddeler vardı ki, bu maddelerin bazısının miktarı kayıtlı iken fiyatı bulunmamakta, bazısının ise ne miktarı ne de fiyatı bulunmakta idi. Örneğin Trabzon narh defterlerinde bazen bastırma, nebat şekeri, patlıcan, badem gibi maddelerin ne miktarı ne de fiyatları belirtilmeden kaydedilmişlerdir.[108] Kastamonu narh defterlerinde ise bazen fındık, güfter, incir, ceviziçi, soğan, badem, sirke gibi malların miktarları belirtilmiş, fakat fiyatları kaydedilmemiştir.[109]

Narh fiyatlarının sicillere kaydedilmesinden sonra en önemli işlerden biri olan ve narh uygulaması zincirindeki sonuncu halkayı oluşturup daha önce ifade ettiğimiz denetim hususu imparatorluk içerisinde narh uygulaması süresince dikkat arz etmekteydi. Bu nedenle padişahlar zaman zaman tebdil gezerek kanun ve nizamlara uyulup uyulmadığını kontrol ederlerdi. Bu denetimler neticesinde de pazarlarda rahat bir ticaret ortamı sağlanırdı.

3. Sonuç

İslâm, serbest piyasa ve mal arzının sınırlı olduğu ortamlarda özellikle kıtlığı önlemek amacıyla Peygamberimizin hadisi çerçevesinde narh yasaklanmaktaydı. Ancak ilerleyen yıllarda karaborsacılığın artması ve serbest piyasa ortamından uzaklaşılması sonucu narh uygulaması gerekli görülmüştür. Osmanlılarda ise narh uygulaması devlet için çok önemli işlerdendi. Bu nedenle narh uygulaması hemen hemen bütün devlet adamları görüşlerinde kabul bulmuştur. Gerçekten de serbest piyasa ortamının olmadığı, rekabet dozlarının farklılık gösterdiği piyasalarda, serbest piyasa ortamını oluşturmak, üreticiyi ve özellikle tüketiciyi korumak açısından narh uygulaması kaçınılmazdı. Halkın enflasyonist baskılara karşı korunması, yaşam standardının yükseltilmesi, alım gücünün artırılması, üretimin artırılarak ekonomiye canlılık kazandırılması yönünde üreticinin ve tüketicinin korunması, karaborsanın ortadan kaldırılması, ticaret ahlâkına uygun bir şekilde rekabet ortamının hazırlanması gibi durumlar Osmanlılarda narh uygulamasını gerekli kılmakta idi. Olağan ve olağanüstü durumlarda yapılan narh uygulamasıyla devlet piyasayı kontrol etmekte, kendinin üstünde ve halkı sömürücü bir ekonomik gücün oluşmasını engellemekte idi.

Şu ana kadarki bulgulara göre İstanbul’un fethiyle başlayıp, 1860’lı yılların ertesine kadar süren narh uygulaması sırasında ara sıra bazı esnaflar, narhın altında satış yaparak diğer esnafları ve üreticiyi, diğer taraftan narhın üzerinde satış yapmaya kalkışanlar ise, tüketiciyi zor durumda bırakıyorlardı. Ancak narh uygulamasındaki bu tür problemlerde esnaf kadı ve muhtesiblerin başkanlığında, narhın son aşamasını oluşturan “kola çıkmak” göreviyle denetlenmekte ve narh dışı satış yapanlar cezalandırılmakta idiler. Böylece fiyatlardan tartılara ve gedik sistemine kadar uzanan bu denetimlerle, uygun rekabetin olduğu serbest piyasa ortamı sağlanıp, esnaf ve tüketicinin memnun olduğu pazar yerleri oluşturulmakta idi.

Temel ÖZTÜRK

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 861-871

TARİH /// OSMANLILARDA TİCARET ANLAYIŞI VE TİCARET TEŞKİLATINDA YENİ BİR YAPILANMA : HAYRİYE T ÜCCARI


Ticaretin içinde yer aldığı ekonomik hayat her devlette olduğu gibi Osmanlı Devleti için de büyük önem arz etmiştir.

Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren ticarî hayatın içinde yer almış ve sahip olduğu iktisadî imkânlarla, Beylik halinde iken bile diğerlerine karşı bariz bir üstünlük sağlamıştır. Özellikle büyük ticaret yolları üzerinde kurulmuş olması bu üstünlüğün oluşmasında belli başlı sebeplerden birini teşkil etmiştir.

Osmanlılarda ticaret, temel olarak reayayı sıkıntıya düşürmeyecek bir faaliyet türü olarak öngörüldüğünden sürekli bir devlet denetimini gerekli kılmıştır. Böylece kâra ve rekabete açık ticaret söz konusu olmamıştır. Öte yandan bu tip tüccar ve işadamı sınıfının oluşmamasında, Batılıların Osmanlı ticarî hayatının kendi içinde gelişmesinden yana olmamaları,[1] ve bu konuda katkıda bulunmaktan kaçınmalarının tesiri büyüktür.[2] Ancak, bu Osmanlı Devleti’nin bir ticaret siyaseti olmadığı anlamına elbette gelmez.[3] Nitekim, fethedilen yerlerde, derhal Anadolu’daki örneğine göre, bir “esnaf-ahî” teşkilâtının kurularak iktisadî faaliyetin Türk içtimaî siyasî hayatına bağlanması ve 1391’de Sultan Bâyezid’in Antalya ve Alanya’yı alarak, uzun zamandan beri bu denizlerin güney ve kuzey bölgeleri arasında yapılan şeker, baharat, kumaş gibi maddelerin ticaretini gerçekleştiren limanları kontrol altına alması,[4] bu konuda verilebilecek pek çok örnekten sadece ikisidir.

Klâsik dönemde doğu-batı ticaretinin desteklenmesi, Karadeniz’in yabancı tüccara kapalı tutulması, Asya-Avrupa arasındaki önemli kara ticaret yollarının denetim altına alınması, şehirlerin iaşesinin sağlanması ile ilgili önlemler ticarî faaliyetlerin önemini artırmıştır.[5]

Kuruluş döneminde Anadolu’daki mevcut ekonomik durumu devam ettirmeyi amaçlayan iktisadî bir politika takip etmiş olan Osmanlı Devleti, bu yüzden yabancı tüccarın faaliyetini engellememiştir. Ortadoğu ve Balkanlar’ın da fethedilmesiyle dünya ticaretinde özellikle Asya-Avrupa ticaretinde önemli ticarî konum elde ederek ticaret yollarına hâkim olmuştur. Bu önemli ticaretin bilincinde olarak, yollar boyunca konak yerleri inşa ettirmiş, ulaşımı güvenli hâle getirmiştir. Fakat devletin asıl kurucu unsuru olan Müslüman Türklerin diğer uğraşılarının (idare ve askerlik) yanında ekonomik faaliyetleri ihmal etmeleri sebebiyle, bu alan gayrimüslimler ve yabancılar tarafından doldurulmuştur. Yabancıları teşvik ve ticaretin canlandırılması için olduğu kadar Osmanlı Devleti’nin gücünün bir göstergesi olarak birtakım ticarî imtiyazlar kapitülasyonlar adı ile verilmiştir.[6]

Söz konusu ticarî aktivitede Arapların yanı sıra Ermeni, Rum, Yahudi gibi gayrimüslim tüccar rol almıştır. Ancak merkezî hükûmet uzun süre bunlardan herhangi birinin daha üstün duruma gelmesini engelleyecek tedbirler almaktan geri kalmamıştır. Gayrimüslim ve yabancıların yanında devletin Türk- Müslüman unsurları da iç ve dış ticarete katılmıştır. Nitekim, Bursa gibi bazı ticaret merkezlerinde Türk tüccarınca kurulmuş ve yabancı ülkelerle ticaret yapan şirketlerin varlığı bilinmektedir. Hatta yabancı ülkelerde dahi Türk tüccarı faaliyette bulunmuştur.[7]

XVI. yüzyıl Osmanlı ekonomisinde hususiyetler ihtiva eden bir geçiş dönemidir. Bu dönemde Osmanlı ekonomi sinin gücü bir araya getirilmiş kaynakların genişliğine, çeşitliliğine ve Osmanlı düzeninin genel olarak sürdürdüğü siyasî kararlılığa bağlı olmuştur. Osmanlı açısından, XVI. yüzyılda Batı Avrupa kapitalizmi ile karşı karşıya kalması söz konusu olmadığından herhangi bir yıkıcı rekabet de mevzu bahs olmamıştır. Bu dönemde nüfustaki artış, ticaretin gelişmesine katkıda bulunmuştur.

Dönemin ayrı bir hususiyeti de ticaretin ve maliyenin Yahudi, Rum ve Ermeni azınlıkların eline geçmeye başlamasıdır. Gerçi bu dönemde Müslüman tüccarın varlığını inkâr etmek de mümkün değildir.

Dünya ve bilhassa Avrupa tarihi açısından XVI. yüzyılın anlamı ise, teknolojik gelişmeler, coğrafi keşifler, bilimde-düşüncede-yaşayıştaki gelişme ve büyük değişikliklerdir. Bunların sonucunda Doğu- Batı arasındaki ticaret yolları değişmiş; Amerika ve Ümit Burnu’nun keşfiyle daha önce dünya ticaretinin ana ekseni olan Akdeniz kenarda kalmış, Batı Avrupa ekonomide üstünlük kazanmıştır. Bu durum Osmanlı ekonomisi üzerinde giderek derinleşen çatlaklar yaratmıştır.[8]

XVII. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı ticareti yoğun ve gelişmiş durumdadır. Osmanlı Devleti XVII. yüzyıla kadar olan dönemde, çok geniş toprakları içine alan uçsuz bucaksız coğrafya, çok çeşitli etnik ve dinî yapılardan oluşan, ancak bütün farklılıklara rağmen bir arada yaşayabilen bir ırklar ve dinler çeşitliliği görünümünde; ekonomik, askerî ve siyasî açılardan büyük ölçüde başkalarına ihtiyaç duymayan, kendi ihtiyaçlarını, kendi vatandaşları ve teşkilâtları tarafından sağlayan, iktisadî yeterliliğini asırlar boyu koruma başarısını sağlamış bir yönetime sahiptir. Bu dönemde Avrupa ise Osmanlı pazarına arz edecek mala ve tehdit edebilecek bir güce sahip değildir.

Devletin daha az merkeziyetçi, daha zayıf ve bu nedenle XVI. yüzyıla göre dış etkilere daha açık olduğu bu yüzyılda ticarette de dönüm noktası yaşanmıştır. Çünkü, Osmanlıların karşı karşıya bulunduğu iç şartları kadar ve belki bundan daha etkili olarak dış şartları değişmişti.[9] Mesela, XVII. yüzyılda Hint pamukluları, dünya pazarlarını istilâ ederken, Osmanlı dokumalarının karşısına güçlü bir rakip olarak çıkmış;[10] aynı yüzyılın ikinci yarısında Akdeniz, dünya ticaretindeki önemini kaybetmiştir.[11] Böylece Osmanlı ticaretinin örgütlenmesi, yalnızca zorunlu ihtiyaç maddelerinin karşılanmasına cevap verecek şekilde olmuştur. Bu durumda Avrupa ülkelerinde görülen imalathane ve manifaktür teşekkül edemediği gibi millî üretimin geliştirilmesi de önemsenmemiştir. Hatta uzun süre ticarette dış pazarların kazanılması düşünülmemiştir.[12] Buna karşılık yabancılara sağlanan kolaylıklar ve imtiyazlar, o dönemde başka hiçbir yerde görülmeyen ölçüde faaliyete ortam hazırlamıştır.[13] Hâlbuki başta İngiltere olmak üzere İspanya, Portekiz, Fransa ve Rusya’da gümrük duvarları yükseltilip, ülkenin ithalat-ihracat dengesi millî ekonomilerinin lehine olacak şekilde düzenlenmiştir. Dolayısıyla bu ülkelerde, yabancı tüccar, Osmanlı Devletindeki kadar serbest ticaret yapamamıştır. Bunda Osmanlı Devleti’nin ve Müslüman teb’anın ticarete bakışı etkili olmuştur.

Avrupa kökenli mürtedler ve sığınmacılar, özellikle Yahudiler, Osmanlı Devleti’nin hoşgörüsüne sığınmışlardı. Sosyal hayata, sanat anlayışlarını, kültürlerini, dinî inançlarını yansıtarak bir kaynaşma sağlamışlardı. Daha sonra Osmanlı ticaretinde ve dünya ticaretinde önemli bir konum elde edeceklerdir.[14]

Yeni kıtaların keşfedilmesi ve sömürgeye uygun bir yapının oluşmasından sonra Avrupalılar ağırlıklı ticaret merkezlerini, Atlas Okyanusu’na ve Güney Afrika ülkelerindeki serbest dolaşım hakkı bulunan denizler ile Güney Asya’ya taşıdılar.[15]

Avrupalıların keşif amacı ile yaptıkları seferler, Avrupa ticaretini ve ekonomisini daha da geliştirdi. Müteşebbis ve gayretli ve risk alabilen tutumları ile ilerlediler ve yeni pazarlar aramaya başladılar. Bunun sonucu olarak diplomasi gelişti; karşılıklı heyetler gönderildi.

XVIII. yüzyıla gelindiğinde ise, Osmanlı Devleti ticaret hayatında kendi kendine yeterli olmanın mecburiyetini gördü. Bu, Osmanlı Devleti’nin bundan önceki dönemlerde ticareti ihmal ettiği anlamına gelmemektedir. Ama bir taraftan da dönemin ortaya koyduğu gerçek, Osmanlı Devleti’nin ticarette giderek arka planda kaldığıdır. Ticari hayatta bu dönemde kaydedilen menfi gelişmelerin kaynağını Avrupa ve Avrupalı’daki gelişmeler oluşturur.

Öte yandan Devlet’in siyasî ve askerî sahadaki kayıpları Osmanlı reayasının ticarî hayattaki rolüne de önemli ölçüde tesir etmiştir. Buna karşılık gayrimüslim tüccarın rolü daha etkin ve belirgin hâle gelmiştir. Devlet, diğer sahalarda olduğu gibi iktisadî hayatta da bir reformasyona gitmiştir. Bunlar özellikle bir sonraki yüzyılın gelişmeleri olarak görülecektir. Bu çerçevede Osmanlı-İngiliz ticaret sözleşmesi, Müslüman bir tüccar grubunun teşkil edilmesi gayreti, yeni iktisadî politikaların uygulanabilirliğinin araştırılması zikredilebilir.

XVIII. yüzyıldan itibaren; Osmanlı pazarlarında Avrupa etkinliği artmış, ticarî faaliyetlerde yabancılar daha çok rol oynamıştır. Bu arada değişen dünya şartlarıyla karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti, batılı manada bir ticaret politikası takip edememiştir. Bunda Avrupa devletlerinin takip ettikleri ticarî politikaların Osmanlı düşüncesine ters düşmesinin payı büyüktür. Zira rekabetçi ruh ve kâr, mevcut olan sosyal düzenin yıkılması açısından tehdit edici unsurlar olarak görülmüş;[16] Devlet, adetâ XVIII. yüzyıla kadar, mevcut ticareti koruma görevini yerine getirmiş; zaman zaman rekabeti ve buna eğilimleri engellemek üzere müdahaleye çağırılmıştır.

Diğer taraftan Osmanlı toplumunun ribayı ticaretle özdeşleştirmesi sebebiyle özellikle esnaf teşkilâtlarının, ahî örgütlerinin ve dinî otoritelerin husumetine hedef olmuşlardır. Öyle ki, tâcirler için resmî metinlerde kullanılan “bezirgan” veya “madrabaz” kelimeleri halk dilinde “vurguncu” ve “dalavereci” gibi küçültücü anlamlar kazanmıştır.[17] İslâmî düşüncenin hâkim görüşü, haksız kazancın reddi düşüncesi de Müslümanların ticarete bakışlarında daha çok menfi seyir takip etmiştir.[18] Bu itibarla tüccar, toplum nazarında saygınlığa sahip değildir. Ticaret ancak azınlıkların uğraşabilecekleri ikinci sınıf bir uğraştır.[19]

Devlet olarak, iktisâdî faaliyetlerde müdahaleci bir yapı arz eden Osmanlı Devleti, teb’asını girişken ve her türlü yeniliğe açık bir toplum olmaktan da uzak tutmuştur. Üretim cinsinden, üretim biçiminden, pazarlamasına ve ne miktarda üretileceğine kadar müdahalede bulunmayı sosyal yapıdan dolayı gerekli görmüştür.[20]

Ayrıca köylü ve sanatkârın Batı’daki gibi üretim tekniklerinde değişiklik yapmasına izin verilmediği, onların etkinliklerini konan kurallar içinde sürdürmeye zorlandığı görülmektedir. Sadece tüccar, sermaye birikimi yapabilen, hirfet örgütlemesi içinde bulundukları hâlde, lonca kurallarına bağlı olmayan ticaret girişimcileriydi.[21] Böylece tüccar, esnaftan ayrı olarak lonca kurallarının bağlayıcılığı dışında ticaret yapabilmekteydi. Buna rağmen hangi bölgenin ürününün nerede ya da ne şekilde pazarlanacağı devletin denetiminde cereyan etmekteydi. Bu itibarla ticaret bir çeşit devlet sektörü idi.[22]

Böylece esnaf sistemine bağlılık, Osmanlı Devleti’ni uzun süre endüstriyel kapitalizme kapalı bırakmış;[23] XVI. yüzyıldan itibaren hâkim olan sosyal ve iktisadî anlayış, Osmanlı kurumlarının çözülmesine sebep olmuştur. Ancak Osmanlıda görülen bu durumun yönlendiricisi ve uygulayıcısı yalnızca Devlet değildir. Devleti müdahaleci yapan unsurlar arasında esnaf da yer almaktadır. Esnaf, Devlet’i kapitalist eğilimleri durdurması için çağırırken, Devlet de esnafı kollamaya çalışmıştır.[24]

Değişen şartlar içerisinde, Osmanlı Devleti’nin bir zorunluluk olarak gördüğü ve XIX. yüzyılda teşkil ettiği tüccar grubu son derece dikkat çekicidir. Devletin ekonomisini canlandırmak ve ticareti kendi lehine çevirme gayreti içerisinde teşekkül ettirilen tüccar grubu, Hayriye Tüccarıdır.

1815-1820 yıllarından itibaren Osmanlı ekonomisinin hızlı bir çöküş dönemine girmesini, Avrupa’da sanayi mamüllerinin kapitalistleşme devresi takip etmiştir. Osmanlı Devleti de iç ticaret uğraşısıyla giderek esnaflaşan tüccarı, bu şartlara karşı ayakta kalabilir; ve devletin ticaret dengesini de müsbete hale getirmek için böyle bir oluşumu zarurî görmüştür.

Hayriye tüccarının ne zaman teşekkül ettirildiği hususunda farklı görüşler mevcuttur. Hicrî 1231/Milâdî 1815-1816 yılına ait bir belge,[25] bu tarihten önce Hayriye tüccarının varlığına işaret etmektedir.

O. Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye’de sözkonusu tarihi M. 1810 olarak vermiştir. Gerek yukarıda belirtilen belgenin varlığı gerekse, Avrupa ve beratlı tüccarlara bağlı olarak alınması gereken bazı tedbirler, Hayriye tüccarlığının kurulduğu tarihi M. 1810 olarak kabul etmenin doğru olacağına işaret etmektedir. H. 1243/M. 1827 yılına ait bir Hatt-ı Hümâyûn’da, Hayriye tüccarlığına talip olanlara verilecek beratın, 1221 Hicrî yılındaki “karargîr-i nizâma” istinaden yürürlükte bulunan hükme göre verileceği belirtilmektedir.

Ancak Hayriye tüccarı, Osmanlı ticaret hayatında 1827-1828 tarihlerinde görülmektedir. Böylece yaklaşık on-onbeş yıllık bir süre, bu tüccarın daha aktif olabilmesi için değerlendirilmiş olmalıdır.

Hayriye Tüccarı statüsünü kazanmanın belli şartları haiz olduğu anlaşılmaktadır. Her şeyden önce devletten berat almak gerekmektedir. Her isteyene verilmeyen bu beratın özelliği, sahibinde aranan vasıflarla belirlenmiştir. Osmanlı yöneticileri, bu sayede Hayriye tüccarının diğer tüccar gruplarına karşı toplum içinde itibarlı olacağına ve kendilerine güven duyulacağına; bunun da ticareti olumlu yönde etkileyeceğine inanmışlardı.

Dilekçe vererek berat sahibi olmak isteyenlerin öncelikle “bi’t-tahri fi nefsi’l-emr ehl-i ırz ve dindar ve beynü’t-tüccar istikametle mücerebbü’l-etvar olduğunu ihbar ve şehadet eyledikleri suretde” yani namuslu, doğru ve dürüst, dindar ve böyle olduğu diğer tüccarca doğrulanan vasıflara sahip olmaları gerekmekteydi.

Böylece berat sahibi olmak isteyenler, isim varsa şöhretlerini ve memleketlerini ihtiva eden dilekçelerini başlangıçta Divân-ı Hümâyûn Beylikçi Kalemi’ne; Ticaret Nezareti’nin teşekkülünden sonra Ticaret Nazırlığı’na veriyorlardı. Uygun görülenlere büyük ticaretle iştigal etmelerine izin veren berat verilmekte ve ikişer kişilik hizmetkârlarına da aynı haklar tanınmaktaydı. Böylece Hayriye tüccarı olanlar, beratlı Avrupa tüccarına ve fermanlı hizmetkârlarına tanınmış olan imtiyaza, güvene ve izne sahip oluyorlardı.

Hayriye tüccarı olmak isteyenlerin dilekçelerinde belirttikleri ifadelerin doğruluğu, Hayriye tüccarı şehbender ve muhtarlarınca tasdik edilmek zorundaydı. Şehbender[26] ve muhtarlar[27] bunlar hakkında araştırma yapmaya görevli ve yetkili kılınmışlardı.

Başlangıçta Hayriye Tüccarının hepsi için sadece İstanbul’da bir şehbender ve iki muhtar tayin edilmişken, daha sonra diğer yerlerdeki Hayriye tüccarının meselelerinin çözümünde bu üç kişinin yeterli olmadığının anlaşılmasıyla, Hayriye tüccarı kontenjanı ayrılan her yerde, ayrı şehbender ve muhtarların, bulunmasına; hizmet edecekleri yerdeki Hayriye tüccarı tarafından kendi aralarından seçilip tayin edilmelerine karar verilmiştir.[28] Böylece Hayriye Tüccarı kontenjanı bulunan her yerde tüccar, kendi aralarından güvendikleri üç kişiyi, biri şehbender, diğer ikisi muhtar-ı evvel ve muhtar-ı sânî olarak seçiyorlar ve Osmanlı yöneticileri de Hayriye tüccarı ile olan münasebetlerinde bu üç kişiyi muhatap kabul ediyorlardı.

Hayriye tüccarının temsilcileri olan şehbender ve muhtarların, Avrupa tüccarının şehbender ve muhtarlarından farkı, Avrupa tüccarının bu vekillerinin her yıl değiştirilmelerinin kanun olarak hükme bağlanmış olmasına karşılık[29] Hayriye tüccarının şehbender ve muhtarları için böyle bir gerekliliğin olmamasıydı. Fakat Hayriye tüccarının seçtiği bu vekillerin olumsuz davranışları görülecek olursa, yetki ve görevlerine derhal son verilecekti.[30]

Avrupa tüccarı gibi Hayriye tüccarı da, Ticaret Nezareti’nin teşkiline kadar, Divân-ı Hümâyûn Beylikçi Kalemi’ne bağlı kalmıştır.[31] Hayriye tüccarı şehbender ve muhtarlarının tasvip ettiği tüccarın dilekçeleri buraya veriliyordu. Dilekçede, ayrıca tüccarın hizmetine almak istediği yardımcılar da belirtilirdi.

Müracaatları müspet görülenlere, başlangıçta 1200 kuruş (=12 altın) harç karşılığında “Hayriye Tüccarlığı Beratı” veriliyordu. Konu ile ilgili kaynaklarda, tüccardan fazla harç alınmaması, eğer alınmışsa geri verilmesi ve bu hususa dikkat edilmesi istenmektedir.[32] Sonraki yıllarda berat harcının 1200 kuruş olarak belirtilmemiş olması, harç miktarının artırıldığı ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

Diğer bir husus, Hayriye tüccarı olanların himaye edilmelerine dikkat edilmesiydi.[33]

Böylece, kendilerine berat verilen tüccarlar, İstanbul Mahkemesi siciline kaydediliyordu.[34]

Hayriye tüccarlığının teşekkül ettirildiği 1810 tarihinde ve bu tarihten bir süre sonraya kadar berat verilecek tüccarın sayısı sınırlı tutulmuştur. 1828/1829 yılına ait bir Hatt-ı Hümâyûn’dan bu durumun o tarihe kadar devam ettiği anlaşılmaktadır: “bundan böyle İslâm tüccarının müstekim ve muteberlerinden berren ve bahren ticarete talip ve hahişkâr olanların yedlerine dahi canib-i mirîye ve gümrükler iradına kat’an ve katiyyen mazar olmayacak vechile Avrupa tüccarına verildiği gibi ticarete müteallik bazı imtiyazat ve serbestiyeti havi berat-ı âliyye ita buyurulursa ticaretlerine ezher cihet vüs’at ve kendüye bir nev’i şevk u gayret gelerek zımnında kavaid-i adide hususa geleceği aşikâr olacağına binaen İstanbul’da ehl-i islâm tüccardan böyle pek muteber ve mutecer tahminen kırk-elli nefere ancak baliğ olabileceğine istinaden iş bu müsaade İstanbul’da kırk nefere ve Şam ve Halep, Kıbrıs, İzmir ve sâir bu gibi mevkii-i ticaret olan mahallerde on’ar nefere hasr ile ziyade müsaade olunmamak iş bu miktar-ı muayyen dahilinde olarak…”.[35]

Böylece İstanbul’da kırk, Halep, Şam, Kıbrıs, İzmir, Bursa gibi ticaret merkezi olan yerlerde onar kişilik kontenjan ayrılmıştır.[36] Bunun sebebi, öteden beri canlı ticarete sahne olan bu ticaret merkezlerindeki halkın ticarete aşinalığından yararlanmak olduğu gibi Avrupa, Acem ve Hindistan ticaretine muktedir olabilecek şahısların buralarda daha çok bulunma ihtimalinin gözönünde tutulmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Ayrıca gayrimüslimlerin ve Avrupa devletlerinin, Osmanlı ticaretinde aktif ve etkin rol üstlenmeleriyle ilk dönemlerdeki ticarî canlılıklarını yitiren bu merkezlere yeniden bunu kazandırma amacı vardır.

Bu arada belirtilmesi gereken bir husus, kontenjanlarının sınırlı tutulmasıdır. Fakat bu tedbir, Hayriye tüccarının faaliyet alanını kısıtlamamıştır. Çünkü, her birinin kendisiyle aynı imtiyazlara sahip, ikişer hizmetkâr edinme ve bunları istedikleri yerde istihdam etme gibi hakları vardı. Bu surette, yardımcıları sayesinde Hayriye tüccarının faaliyet alanı daha da genişlemiştir. Meselâ İstanbul’daki bir Hayriye tüccarı, Erzurum’da[37] veya Kars’ta[38] hizmetkârlarını görevlendirebilmiştir. Bunun yanı sıra hizmetkârların görevlerinden ayrılmaları, istifa etmeleri veya tüccar tarafından görevlerine son verilmesi sık sık görülmektedir. Bunların hizmetlerinden istifa ettikleri veya ettirildikleri hususunda yeterli bilgi mevcut değildir. Fakat Hayriye Tüccarlığının doğruluk ve dürüstlük üzerine kurulmuş olması, tüccar, şehbender ve muhtarlarda olduğu gibi hizmetkârların da küçük bir ihmal ya da kusurları neticesinde görevlerine son verilmiş olması ihtimal dahilindedir.

Kontenjanlar, yaklaşık yirmi yılda dolmuş ve artırılmıştır. Böylece İstanbul’daki kontenjan altmışa; diğer yerlerde otuza çıkarılmıştır.[39]

Hayriye tüccarı ile ilgili çıkarılan fermanlarda ve iradelerde berat verilecek kişilerin dikkatli seçilmeleri istenmektedir. Hayriye tüccarı adıyla Müslümanlardan teşkil edilen tüccarın, müste’min, Avrupa ve “diğer reâyâ-yı Devlet-i Âliyye’den olanların ticaretlerine kesir vereceği melhuz olduğundan güna gûn hıd’a ve desise ile iptaline sa’y edecekleri bedihi ve bahir”[40] olduğundan, memurları tarafından kesinlikle gevşek tutulmayıp daima dikkat ve ihtimam göstermeleri istenmektedir.

Müracaat edeceklerde birtakım vasıfların aranması şehbender ve muhtarların güvenilirliklerine dair şahitlik etmeleri zorunluluğu hatta sayılarının birdenbire artmasını önlemek için belirli merkezlerde ve tespit edilen sayıda olmalarına dikkat edilmesi, devletin bunları kontrol altında bulundurma isteğinden kaynaklanmıştır.

Şayet şehbender ve muhtarların tolerans tanımaları sayesinde hile ile berat verilme durumu olursa, bu suretle berat almış Hayriye tüccarının elinden beratı alındığı gibi aynı zamanda bu duruma sebep olan şehbender ve muhtarların da görevlerine son verilecekti.

Hayriye tüccarının kimlerden oluşturulduğu hususuna gelince, ilgili belgelerde müslim ve gayrimüslim ayırımı oldukça net belirtilmiş olduğu halde teb’anın milliyeti üzerinde fazla durulmamıştır. Hayriye tüccarının Müslümanlardan oluştuğunu söylemek mümkün olduğu halde, etnik kimliklerini belirtmek mümkün değildir.

Hayriye Tüccarlığı beratında, vefat eden tüccarın yerine eğer isterse ve uygun görülürse büyük oğlunun geçebileceği belirtilmiştir.[41] Bunun sebebi, verilmiş ve satın alınmış bu hakkın kaybolmaması, Müslüman tüccara kolaylık sağlanması ve tüccar çocuklarının ticarete daha yatkın olacağının düşünülmüş olmasıdır. Buna mukabil toplum içinde diğer hususlarda ayrıcalıklı bir grup oluşturma veya böyle bir yapının ortaya çıkması da söz konusu olmamıştır. Zaten Osmanlı toplumu da buna müsait bir yapı arz etmemektedir.

Hayriye Tüccarına Verilen İmtiyazlar

Bu tüccar grubuna diğer tüccarların sahip olduğu, Avrupa, İran ve Hindistan ticaretini yapma hakkı verilmiştir. Bu ülkelerle karadan olduğu gibi deniz yolu ile de ticaret yapma serbestiyeti tanınmıştı.[42]

Hayriye tüccarına her ne kadar dış ticaret yapma serbestiyeti verilmiş ve yeterli kolaylık sağlanmışsa da, bunların gayrimüslim tüccarların rekabeti, dil bilmemeleri, uluslararası ticarette yeterli tecrübeye sahip olmamaları gibi sebeplerden dolayı faaliyetleri daha çok iç ticaretle sınırlı kalmıştır.

Nizamnâmelerinde bunlardan deniz ticaretine rağbet edenlerine gemi ve tayfaları, “Tersane-i Amire’ye merbut olmak üzere bazı müsaade ve imtiyazata havi ellerine evâmir-i âliyye verilmesi hususu, ittifak-ı âra ile ancak İslâm tüccardan bu ticarete muktedir olacaklar az olduğundan imtiyaz nizâmı germiyyet üzere icra olunamamış olduğundan bundan böyle islâm tüccarın müstekim ve muteberlerinden berren ve bahren ticarete talip ve hahişkâr olanların yedlerine. ticarete müteallik bazı imtiyazat ve serbestiyeti havi.” izinnâme verilmesi.[43] Yani deniz ticareti için gemi tedarik ve inşa edecek olurlarsa, bu konuda ve geminin evsafı hakkında Tersâne-i Amire ile mutabakata varacakları belirtiliyordu.

H. 1261/1845 yılına ait bir belgede bir yıl içinde İstanbul’a gelen, Akdeniz ve Karadeniz’e giden Müslüman teb’anın gemi sayısı, Eflak-Boğdan, Sırp gemileriyle birlikte belirtilmiştir.[44] Buradaki bilgilere göre, zikredilen tarihte Müslüman gemi adedinde bir hayli artış görülmüştür. Nitekim 1845 yılında İstanbul’a gelen Müslüman tüccara ait gemi sayısı 9715’e, Akdeniz’e giden Müslüman tüccar gemisi 827’e, Karadeniz’e giden Müslüman tüccar gemisi ise 8878’e[45] ulaşmıştır.

Müslüman tüccarın yabancı ülkelerde karşılaşabilecekleri birtakım güçlükler de düşünülerek, bazı önlemler alınmış, zaman zaman da onlar lehine girişimlerde bulunulmuştur. Meselâ Osmanlı teb’ası tüccar İngiltere ile yaptıkları ticaretlerinde, İngiliz tüccarın Osmanlı memleket ve sahillerinde sahip oldukları imtiyazlara eşdeğer ayrıcalıkların verilmesini isteyen bir ferman çıkarılmıştır.[46] H. 1225/M. 1810 yılında Fransa limanlarına ticarî eşya taşıyan Osmanlı tüccar ve gemilerinin Fransa gümrüklerince alıkonması üzerine serbest bırakılmaları için bizzat padişah girişimde bulunmuştur.[47]

H. 1249/M. 1833 yılında Müslüman tüccarın dış ticarete rağbetlerini artırmak için bazı tedbirler alındığı yine Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde mevcut olan bir belgeden anlaşılmaktadır.[48] Bunun üzerine Müslüman tüccarın dış ticarete ilgisinin arttığı; ancak yalnız başlarına başarılı olamamak gibi bir endişeyle zaman zaman Avrupa tüccarı ile ortak hareket ettikleri[49] görülmektedir. Bunun sebebi daha önce de yer yer belirtildiği gibi, Müslüman tüccarların dil bilmemeleri, sermaye yetersizliği, teşkilâtlarındaki yetersizlikler, Avrupa’yı tanımamaları, ticaret usullerine yabancı olmaları ve diğer tüccar gruplarıyla aralarındaki rekabettir.

1839 M./H. 1255 yılına ait bir hükümde, Müslüman tüccarın Avrupa ticaretine daha fazla rağbet ettikleri vurgulanmaktadır.[50]

Hayriye tüccarından deniz ticareti ile uğraşanlara imtiyazlı izn-i sefıne emri verilerek gemilerinin İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndan geçişleri ve geliş gidişlerinde herhangi bir meseleyle karşılaşmaları önlenmiştir. Tersane-i Amire lehine merbuten büyük gemiler yapılarak ticarete vüs’at ve Tersane-i Amire’ye kuvvet gelmesi[51] amaçlanmıştır.

Hayriye tüccarına sağlanan kolaylıkların önemlilerinden biri, vergilendirme konusundadır. Bunlar ticaretini yapacakları ürünleri ve eşyayı doğrudan doğruya yerinden satın almaya yetkili kılınmışlardır.[52] Dahilî gümrük vergilerinden de muaf tutulmuşlardı. Ayrıca ihraç veya ithal edecekleri mallar üzerinden, devletin tarifesi üzere %3 gümrük ödeyeceklerdi. Daha sonra ithal mallarından %3 âmediyye[53] ve muntazam %2; ihraç mallarından %9 âmediyye ve %3 reftiyye[54] resmi alınmıştır. H. 1257/M. 1841 tarihli takrirde İslâm ve milel-i selâse tüccarının (Rum, Ermeni ve Yahudi) Osmanlı memleketi ürünlerinden satın alıp getirecekleri emtia ve eşyadan başka hiçbir vergi vermeksizin sadece %9 amediyye ile %3 reftiyye alınacağı belirtilmiştir.[55] H.1262/M.1845-1846’da Daraç’ta bulunan Hayriye tüccarının, Daraç’daki Avrupa tüccarı gibi aynı haklara sahip oldukları; %9 âmediyye ve %3 reftiyye rüsumatı ödedikleri, karşılığında kendilerine gümrük ödediklerine dair tezkere verildiği; bu miktarın kaffe-i rüsumata bedel olarak alındığı anlaşılmaktadır.[56]

Nitekim Hayriye tüccarının ödemesi gerekenden başka vergi vermemesi ve çeşitli adlar altında başka başka vergiler ve harçlar ödemek zorunda kalmaması için kendilerine “gümrük ödendi tezkeresi” verilmekte, böylece gümrük izinnâmesi, gümrük harcı, masdariye, reftiyye adlarıyla vergiler alınmasının önüne geçilmekteydi. Hatta eğer fazla alınan vergi varsa iade edilecekti.

Bu gelişmelerle birlikte 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması Osmanlı ticaret hayatında dönüm noktası olmuştur. Zirâ, anlaşma yapılan ülkelerin Osmanlı ülkesindeki ticaretleri düşük oranda vergilendirilirken ve perakende ticaret yapma hakkı verilirken sermayesi, gücü ve tecrübesi olmayan yerli tüccar, bunlarla rekabet edememiştir. Hayriye tüccarı da bu sebeplerle başarı sağlayamamıştır.

Hayriye tüccarının vergi kaçırdığı hususunda kayda rastlanmamakla beraber Devlet, böyle bir şeyin söz konusu olması halinde, tüccarın elindeki beratın alınıp Hayriye Tüccarlığından ihraç edilmesi hükmünü getirmiştir. Hâlbuki, Osmanlı teb’ası olup Hayriye tüccarı dışındaki tüccar gruplarından birine mensup olanlar da böyle bir durum tespit edilirse, ödemesi gereken verginin iki katının alınması esası kabul edilmişti. Nitekim Şam, Halep, Erzurum ve Diyarbakır ve sair Memâlik-i Mahrusa tüccarının İstanbul’a emtia ve eşya getirip sattıkları, gümrüklerini önce ödedikleri halde sonradan gümrük ödememek için hileye başvurdukları tespit edilmiş ve bunlardan iki kat gümrük vergisi alınmıştır.[57]

Zaman zaman Hayriye tüccarının ödemekle mükellef olduğu verginin alınmasında karışıklıklar ortaya çıkmıştır. Bu verginin nerede alınması ya da verilmesiyle de ilgili olabilmiştir. Meselâ Mihaliç ile İstanbul arasında ipek ticareti yapan bir Hayriye tüccarı Mihaliç’ten İstanbul’a nakledeceği haririnin vergisini Mihaliç’te ödediği; Hâlbuki, gümrük vergisinin İstanbul emtia gümrüğüne verilmesi gerektiğinden bu hatırlatılarak mezkur yerdeki ipeğin nakli işi tüccarın ortağına verilmiş ve buna dair şukka yazılmıştır.[58]

Bunlar bazı yerli ve yabancı ticarî emtianın bayiliğini de almışlardı. 1830’dan önce Hayriye tüccarının bayiliğini yaptığı yerli emtianın Dahiliye Ticareti usulüne göre gümrük resmini ödemişler ancak ihtisab ve damga resminden muaf tutulmuşlardı. Sattıkları eşya eğer İran veya Hindistan malları ise, bayiisi Osmanlı teb’asından Müslüman veya gayrimüslim olsun ihtisap gümrük ve damga resimleri vereceklerdi. Ancak bayii olan tüccar, Hayriye tüccarı, Avrupa tüccarı veya müste’min tüccar ise vergi müşteriden alınacaktı.

Tüccar, Hayriye, Avrupa veya Müste’min tüccardan olup bayiiliğini yaptığı ticarî emtiayı toptan satarsa vergisi müşteriden; ancak tüccar kıyye, endaze üzerinden perakende satış yaparsa, yerli esnafın mağdur olmaması için vergi, satıcı durumunda olan tüccardan alınacaktı.

Bunların yanı sıra bayii ve müşteri durumunda olan tüccar, Hayriye, Avrupa veya Müste’min tüccar ise dahilî ticaret hükmü geçerli olduğundan vergiler müşteriden tahsil edilecekti.

Hukukî meselelerinde de bunlara bazı kolaylıklar sağlanmıştır. Meselâ, Hayriye Tüccarının elinde senedi olduğu halde borçludan alacağını tahsil edemediği durumda, senedi hâkime ibraz ettiği takdirde alacağı hemen tahsil edilebilecek fakat %2 üzerinden fazla vergi alınmayacaktı.

Avrupa tüccarında olduğu gibi Hayriye tüccarının da Müslim veya gayri müslim biriyle davaları olursa 4000 akçeyi aşanlar, Arz Odası’nda bizzat sadrazam huzurunda görülecekti.[59] Eğer Hayriye tüccarının mahkemeye veya Bâb-ı Âli’ye getirilmeleri gerekirse, zabıtalar tarafından tutulup rencide edici, itibarlarını zedeleyecek şekilde getirilmeleri vuku bulmayacak, nâzırları tarafından (Divân-ı Hümâyun Beylikçisi) tayin olunacak bir mübaşir refakatinde geleceklerdi.[60]

Eğer Hayriye tüccarı bir suçtan ceza alırsa yine nazırlarının bilgisi dahilinde hapsedilebileceklerdi.

Müste’min tüccarla anlaşmazlıkları olursa, Divân-ı Hümâyûn Beylikçisi nâzır tayin edilecek; nazırın onayı, şehbender ve muhtarların bilgisiyle seçilecek muteber ve mevsuk bir tüccar marifetiyle kaide-i tüccar üzere davalarına bakılacaktır. Şayet şer’î hükümlere müracaat gerekirse, dâvâ bizzat şeyhülislâm huzurunda görülecekti.

Başka devletlerin tüccarları ile aralarında anlaşmazlık olursa, Osmanlı Devleti ile söz konusu devlet arasındaki ticaret anlaşması şartları icra kılınıp hilâfına asla izin verilmeyecekti.

Osmanlı iskeleleri dışındaki iskelelerdeki ticaretlerinde de bir mesele olursa, oradaki Osmanlı şehbenderine bildirilecek ve şehbender sayesinde meselelerine çözüm getirilecekti[61] ki, bu bizi Hayriye tüccarının meseleleriyle ilgilenmek üzere yabancı memleketlerde de şehbenderlerinin yetkili kılındığı sonucuna götürmektedir.

Eğer Hayriye tüccarından birine zulüm yapılmış ve maddî zarara uğratılmışsa bunu yapanlar takip edilecek; tüccardan aldıkları miktar iade edilecek ve cezalandırılacaklardı.

Hayriye tüccarı öldüğünde terekesinin vârislerine taksiminde, nâzırları olan Divân-ı Hümâyun Beylikçisi, bizzat nezaret edecek, kadılar tarafından fazla vergi istenmeyecekti. Eğer vârisi yoksa terekesi hazineye devredilecekti.

Sonuç olarak denilebilir ki, XIX. yüzyılın başında Sultan III. Selim’in ılımlı bir siyasetle başlattığı yenileşme hareketlerini, Sultan II. Mahmud yine aynı endişelerden dolayı kesin ve sert bir tutumla devam ettirmiştir.

Bu dönemde ekonomik tedbirlerin oldukça önemli yer tuttuğu görülmektedir. Zirâ, “Devlet elden gidiyor” endişesinin giderek fazla hissedildiği ve düşünüldüğü XIX. yüzyıl boyunca asıl meselenin ekonomik olduğu anlaşılmıştır.

Daha önce ifade edildiği üzere Hayriye tüccarının teşekkülü, söz konusu ekonomik endişelerin bir sonucudur. Bunlarla, Avrupa’nın ve azınlıkların tekeline geçmiş olan ticarette, Müslüman teb’anın önce etkinliğini artırmak, daha sonra ticaretin millîleştirilmesi amaçlanmıştır. Bu sebeple onlara, diğer tüccar gruplarıyla rekabet edebilmeleri için eşit haklar verilmiştir.

Hayriye tüccarı, devlet tarafından desteklenmiş fakat belirtmiş olduğumuz sebeplerden dolayı istenilen başarıyı sağlayamamıştır. Bununla birlikte Türk ticaret tarihinde ayrı bir öneme sahip olduğu muhakkaktır. Zirâ Müslümanlardan bu şekilde tüccar sınıfı oluşturma gayreti ilktir ve bu tür faaliyetlerin ilk adımı mahiyetindedir. Nitekim I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinde hatta Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Millî İktisat”ın teşekkülü, önemli çalışma alanlarından biri olmuştur. Bu sebeple Hayriye tüccarı, Meşrutiyet devirlerinde Türklerden oluşan millî tüccar grubunun oluşmasında öncülük etmiştir.[62]

Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyıldaki durumu, büyük ölçüde Avrupa ile bağlantılıdır. Devlet, her ne kadar birtakım tedbirler alarak, mevcut siyasi, idarî, sosyal ve iktisadî durumu düzeltmeye çalışmışsa da bu tedbirlerin başarılı olması, Avrupa devletlerinin desteğine bağlı kalmıştır. Ticaret hayatında da aynı durum söz konusudur. Zaten XVI. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar Avrupa’nın kendi çıkarlarını düşünmeden, Osmanlı ticaretini geliştirme gayreti hiç görülmemektedir. Bu yüzden Hayriye tüccarının başarılı olamaması da tabiî bir gelişmedir. Buna rağmen millî iktisat fikrinin ortaya çıkması ve gelişmesinde yapılan ilk gayretlerdendir. Bütün bu gelişmeler millî bir tüccar sınıfına sahip olma ve oluşturmanın ülke ekonomisi için ne kadar önemli olduğunu göstermiştir.

Bu gelişmelerin bir neticesi olarak, 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’nde büyük bir tüccar grubu ağırlığını koyabilmiştir. Kongre’de istediklerini iyi bilen, ticarette Avrupalılarla Rum ve Ermenilerin yerini almaya istekli İstanbul tüccarı önemli rol oynamıştır. Nitekim İstanbul’da Ref’et Paşa’nın desteğiyle “Millî Türk Ticaret Birliği” bu yıllarda kurulmuştur. Birliğin adında “Osmanlı” ve “İslâm” deyimleri yerine “Türk” ve “Millî” deyimlerinin kullanılmış olması dikkate şayandır. Amacı, Hayriye tüccarının teşekkülünde olduğu gibi, levantenler ile Rum ve Ermenilerin elindeki ticarî merkezleri, milliyetçilik esası üzerine kurarak ticarette millî şuuru oluşturmak yoluyla ele geçirmek ve yabancı sermaye ile ortaklıklar kurmaktır.

XIX. yüzyılın başlarındaki Hayriye tüccarı ile XX. yüzyılın başlarında teşekkül eden Millî Ticaret Birliği’nin benzer tarafları çoktur ve bunlardan biri de nizamnâmelerindeki amaçlardı.

Bunlar ve bu alanda yapılan diğer pekçok faaliyet göstermektedir ki, Hayriye tüccarının teşekkülü ve amaçları, XIX. yüzyılın tamamında olduğu gibi XX. yüzyılda devam eden “millî tüccar” ve “millî ticaret” oluşturma çabalarının ilkidir. Bunun devamı niteliğindeki gelişmeyi daha Cumhuriyet ilân edilmeden, I. İzmir İktisat Kongresi’nin yapılmasıyla görüyoruz. Atatürk, bu kongrede yaptığı açış konuşmasında, yeni devletin ve yeni hükümetin bütün esaslarının, bütün programlarının iktisat programından çıkmasını; hatta eğitim programının hepsinin iktisat programına göre yapılması gerektiğini söylemiştir.[63] Yine aynı kongrede Atatürk, iktisadın önemini şu sözleriyle belirtmiştir: “… iktisadiyat, iktisadiyat diyoruz. Fakat arkadaşlar, iktisadiyat demek her şey demektir. Yaşamak için, mes’ut olmak için, mevcudiyet-i insaniye için ne lâzımsa bunların kaffesi demektir, ziraat demektir, ticaret demektir, sây demektir, her şey demektir…”.[64]

Atatürk millî tüccar sınıfının önemine ve gerekliliğine de değinmiştir:

“mahsulât ve mamulâtın mübadelatı ve servete inkılâbı için ticarete ihtiyacımız vardır. Ticaretimizin agyâr elinde kalması memleketimizin servetinden lüzumu kadar istifade edememeği bâis olur…”.[65] Bir başka söylevinde de, “Eğer tüccarlar bizden olmazsa, millî servetin ehemmiyetli bir kısmı şimdiye kadar olduğu gibi yine yabancılarda kalacaktır. Onun için millî ticaretimizi yükseltmeğe mecbursunuz.”.[66]

Atatürk, yine Türkiye devletinin cihangir bir devlet değil ekonomik bir devlet olacağını söylemiştir.[67]

Ziya Gökalp de Türkçülüğün Esaslarını belirtirken bunlar arasında iktisadî mefkurenin de varlığına ve önemine dikkat çekmiştir. Avrupa inkılâplarının en ehemmiyetlisinin iktisadî inkılâp ve bunun da millet iktisadı olduğunu savunurken Türk iktisadî mefkuresini, memleketi büyük sanayie mazhar etmek şeklinde açıklamıştır.[68]

Neticede, Hayriye tüccarının Türk ticaret tarihindeki yeri ve önemi, “Millî İktisat” fikri içinde bulunmasından kaynaklanmaktadır. Başarılı olduklarını iddia etmek güç ise de bunun büyük ölçüde malî sıkıntıya bağlı olduğunu görmek gerekir. Bunlara rağmen gerek XIX. yüzyılın ikinci yarısına gerekse XX. yüzyılın başlarında bu alanda yapılan faaliyetlerin ve bir manada millî ticaret ve millî tüccar sınıfının temelidir.

Bugün Türkiye’nin sahip olduğu millî ticareti ve tüccarı oluşturmak faaliyetlerinin başlangıcını, XIX. yüzyıl başlarında teşkil edilen Hayriye tüccarında görmek ve bu şekilde değerlendirmek gerekmektedir.

Şennur ŞENEL

Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 736-743

LAİKLİK DOSYASI : ODTÜ ÖĞRENCİLERİNDEN DERS GİBİ PANKART


GÜVENLİK DOSYASI : AC-208 Cessna Caravan Modeli Tek Motorlu Taarruz Uçağı


AC-208 Cessna Caravan Modeli Tek Motorlu Taarruz Ua.pdf

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN : EGE DENİZİ JEOPOLİTİĞİ


Ege Denizi Balkan ve Anadolu yarımadaları arasında yer alan bir iç denizdir . Bu hali ile Ege Denizi iki yarım ada arasında bir köprü konumuna sahip bulunmaktadır . Balkanlardan yola çıkarak Anadolu’ya geçerken ,ya da tamamen tersi bir doğrultuda Anadolu’dan yola çıkarak Balkanlara doğru ilerlerken Ege Denizinin iki yarım adayı birbirine bağlayan ana köprü olduğu görülmektedir . Genel coğrafi konumu ,boyutları,sınırları ve içerisinde barındırdığı binlerce ada ile yer yüzünde benzersiz bir konuma sahip bulunan bir deniz olarak, Ege Denizi kendine özgü bir yapıya sahip bulunmaktadır . Çeşitli boyutlarda birbiri ardı sıra dizilmiş olan adaların arasında koylar ve körfezler ,boğazlar ,burunlar ve benzersiz doğa çeşitleri ile dünyanın en güzel deniz bölgelerinden birisi olan Ege denizi , bu konumu ile dünya turizminin önemli merkezlerinden birisidir . Özellikle batının zengin ülkelerinden bu denize gemi turları ya da çeşitli turizm programları ile gelmekte olan turistlerin katkıları ile her geçen gün dünya gündeminde daha fazla yer alan Ege Denizi , her açıdan görülmeye değer bir bölge olarak insanları etkilemektedir . Yarım adalar arasında yer alan birbirine benzemeyen binlerce ada Ege bölgesinin göstergesi olarak dünya turizminde yerini almaktadır .

Sahip olduğu irili ufaklı üç binden fazla ada ile dünya haritasında yerini alan Ege Denizi üzerinde hakkaniyete uygun bir sınır çizimi yapılmamış ve bölgenin büyük devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti öne çıkarken , bölgenin küçük devleti olan Yunanistan’a üç binden fazla ada bırakılmıştır.Türkiye ise ancak elli civarında ada ile yetinmek durumunda kalmıştır . Ege Denizi’nin batısında yer alan Balkan yarımadası boyunca Yunanistan devleti yer alırken , doğu kısmında yer alan Anadolu yarımadası üzerinde de Türkiye Cumhuriyeti devleti yer almıştır . Ege’nin karşı kıyılarında iki ayrı devlet yer alırken en azından deniz üzerindeki adaların eşit koşullarda paylaşılması gerekirdi. Ne var ki , Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden sonra yapılan antlaşmalarda batının önde gelen Hrıstıyan Devletleri Yunanistan’ın yanında yer aldıkları için , yeni kurulan Yunan devletine Ege adalarının neredeyse yüzde doksanına yakını bırakılmıştır. Avrupa tarihini Eski Yunan döneminden başlatan batılı tarih kitaplarının etkisi altında kalan batının önde gelen Hrıstıyan devletlerinin , yeni kurulan Yunan devletine sempati ile baktıkları ve her aşamada Yunanistan’ı destekleyerek ,Balkanlar’da yeni bir Bizans İmparatorluğu yaratmaya çalıştıkları görülmüştür . Osmanlı devleti çöktüğü için Balkanlar ve Anadolu üzerinde yeni haritalar çizilirken , arada kalan Ege Denizi de yeni yapılanmaya uygun olarak bir uluslararası antlaşma ile yönlendirilmeye çalışılmış ve bu durumdan Müslüman Türk devleti , Hrıstıyan batı blokunun Yunanistan’ın arkasında yer alması nedeniyle zararlı çıkmıştır . Devletlerin büyüklüğüne göre hareket etmek , ya da iki karşı kıyıda yer alan farklı devletler arasında iç deniz olan Ege’nin adalarını eşit koşullarda paylaştırmak gibi izlenmesi gerekli diplomatik yol ve yöntemlerden uzak hareket eden batılı emperyalistler , din akrabalığı çizgisinde hareket etmeyi tercih edince , Ege Denizinde dünya tarihinin en önde gelen haksızlıklarından birisi yapılarak küçük devlete , adaların neredeyse tamamına yakın bir miktarı devredilmiştir . Böylesine haksız bir yeni düzen kurulması nedeniyle, Ege denizi üzerindeki sorunlar giderek artmış ve batının şımarık çocuğu gibi davranan Yunanistan Cumhuriyeti , Türklere bırakılan bir avuç adayı da işgale kalkışmıştır . Bazan daha da ileri giderek , Türk tarafına bırakılmış olan adaların uzantısı konumundaki kayalıklara asker çıkartılarak açık işgal girişimleri gündeme getirilmiş ve böylece Ege sorunu zaman zaman tırmandırılarak , kısmi bölgesel çatışma ya da savaşlar çıkartılmaya çalışılmıştır .

Ege kıyılarının çok girintili çıkıntılı olması ,denize doğru uzanan sıradağlar arasında verimli vadilerin yer alması ve Avrupa ve Asya kıtaları arasında meydana gelmiş bir jeolojik çöküntünün kalıntıları olarak çeşitli büyüklükte adaların bulunması , kara görmeyen hemen hemen hiç bir noktasının bulunmaması , iki kıta arasındaki çeşitli ilişkilerin kolaylaştırılıp geliştirilmesinde etken olmaktadır . Fay hatlarının çöküntü geçirdiği ve çok büyük yer sarsıntıları ile bölge ile birlikte denizin de yapı değiştirdiği bu alanda , dünyanın hiçbir bölgesine benzemeyen bir doğal yapı ortaya çıkmıştır . Coğrafi açıdan Akdeniz’in bir parçası olan Ege Denizi , bu büyük denizden çok farklı bir konuma sahip bulunmaktadır . Dünyanın merkezi denizi olan Akdeniz içinde çok büyük adaları barındırırken , Ege Denizi bunun tamamen tersi bir doğrultuda birbirinden çok farklı boyutlarda küçük adaları da içinde barındırmaktadır . Akdeniz gibi Ege Denizi de tarih açısından bir uygarlıklar denizi olarak kabül edilebilir . Tarihin en büyük mitolojilerinden birisi olan Atlantis’in Ege denizinin bulunduğu yerde olduğu ve belirli bir aşamadan sonra büyük bir deprem ile yok olduğu ve bu aşamadan sonra çökmüş olan Atlantis kıtasında var olan yüksek tepelerin Ege denizin de adalar olarak varlıklarını sürdürdüğü belirli bilim çevreleri tarafından öne sürülmüştür . Bazı adaların çok farklı jeolojik yapılara sahip olması da, bu gibi teorilerin ortaya atılmasına giden yolu açmıştır . Kömür gibi siyah renkli bir Santorini adası, Ege Denizi’nin geçmişi ile ilgili çok farklı görüşlerin ortaya atılmasına neden olmuştur .

Akdeniz kıyılarında tarihin çeşitli dönemlerinde çok farklı devletler kurulduğu gibi Ege Denizinin de iki kıyısında birbirinden çok farklı devletler zaman zaman gündeme gelebilmiştir . Eski Yunan denilen dönemde bugünkü Yunanistan topraklarında hüküm süren şehir devletleri Batı uygarlığının ilk ortaya çıktığı dönem olarak kabül edildiği için batının Hrıstıyan devletlerinin Yunanistan’a kendilerini daha yakın hissederek Ege bölgesine baktıkları zaman içinde belli olmuştur . Ayrıca , Miken ve Minos uygarlıklarının Ege adalarında ortaya çıktığı , Rodos ve Girit gibi büyük adalarda zaman zaman farklı devlet modellerinin gündeme geldiği tarih kitapları tarafından dile getirilmektedir .Zamanında Ege adalarından olan Samos adasını ise rahiplerden birisi din devletine dönüştürerek burayı dünyanın merkezi olarak ilan etmekten çekinmemiştir . Bu gibi örneklerin gösterdiği üzere , Ege Denizi de tıpkı Akdeniz gibi bir uygarlıklar denizidir .Böylesine bir geçmişinin bulunması yüzünden Hrıstıyan batı ülkeleri Ege adalarını Avrupa’nın bir parçası görerek , bu denizin içindeki bütün adaları Hrıstıyan Avrupa kıtasının bir temsilcisi olan Yunan devletine vermekten hiç çekinmemişlerdir.Bu denizde Yunanistan’dan daha fazla bir kıyı şeridine sahip olan Türkiye’nin sahip olduğu konumundan gelen hakları doğrultusunda adaların çoğunluğuna sahip olmasına izin vermemişler, hatta daha da ileri giderek Türkiye’nin bu doğrultuda harekete geçmesini önleyici girişimleri örgütlemekten de hiç çekinmemişlerdir .

Türkiye açısından sahip olduğu uzun kıyı şeridi yüzünden yaşamsal öneme sahip olan Ege Denizinin bütünüyle Yunanistan’a devredilmesi çok büyük sorunlara yol açmıştır . Türk devleti kendi güvenliği açısından bu denizin kıyılarında gerekli olan önlemleri alma konusunda zorlanırken , küçük devlet Yunanistan , sahip olduğu geniş adalar denizi üzerinden Türkiye’ye karşı yeni bir hegemonya girişimini başlatmıştır . Türk devleti adaların konumu yüzünden sahip olduğu kara suları boyunca kendi sınırlarını koruyucu önlemler alamazken , Yunan devleti sahip olduğu adalar üzerinden geliştirdiği deniz manevraları ile Türkiye’ye bırakılmış olan birkaç adanın uzantısı olan kayalıkların elden gittiği hatta batının şımarık çocuğu olarak hareket etmekten çekinmeyen Yunanistan’ın Türklere ait olan adalara bile asker çıkartmaktan çekinmediği anlaşılmıştır .Kendisine bırakılan üç binden fazla ada dururken , Türk adaları üzerine Yunan askerlerinin çıkartılması iyi niyetli bir Nato ortaklığı olmanın ötesinde , kötü niyetli bir emperyalist girişim olarak öne çıkmıştır . Komşunun bu ileri giden umursamazlığı bazan savaş ortamını bile oluşturmuş ve iki ülkeyi karşı karşıya getirmiştir.

Tarih boyunca Ege Denizi’nin geçmişine bakıldığı zaman , bu iç denizin iki kıyısında farklı devletlerin bulunması halinde savaş çıktığı ama bu denizin iki kıyısında tek bir devletin egemen olduğu aşamalarda ise barış ortamına geçildiği görülmektedir . Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları dönemlerinde Ege bölgesinde barış olmuş ve bu durumda savaş çıkmamıştır . Ne var ki , Osmanlı devleti sonrasında iki karşı kıyıda farklı devletlerin ortaya çıkması durumunda ise , bir Türk-Yunan savaşı ulusal kurtuluş savaşı aşamasında gündeme gelmiş ve Yunanlılar Türklerin Ege bölgesini işgal ederek kendi merkezlerine bağlı bir Ege devleti kurabilmenin yollarını aramışlardır . Bu konuda Yunanlılar başarısız kalınca , Türk ordusu Yunanlıları denize dökerek Ege bölgesinde yeniden bir Türk hegemonyasını tesis etmiştir . Anadolu ve Doğu Rumeli bölgelerinde Misakı Milli sınırlarını gerçekleştiren yeni Türk devleti bu sınırların dışına çıkarak Yunanistan’a karşı bir saldırıya geçmemiş ve uluslararası antlaşmalar ile çizilmiş olan Ege Denizindeki sınırlara ve yapılanmaya uygun hareket ederek barışın tesisine katkıda bulunmaya çalışmıştır . Yirminci yüzyıl boyunca Ege kıyılarında iki ayrı devlet bulunduğu için çatışma hiç eksik olmamış , Yunan devletinin sorumsuz tutum ve davranışları yüzünden Türkiye Cumhuriyeti donanması ile kendi kara sularında güvenlik önlemleri almak zorunda kalmıştır . İki devletin Ege Denizi üzerinde çekişmesinden rahatsız olan bir Yunan Profesörü, Kanada üniversitelerinde “Ege Federasyonu “ adı ile bir kitap yazarak Türk ve Yunan devletlerinin böylesine bir Federasyon kurması sayesinde Ege Denizi üzerinde kalıcı barışın kurulabileceğini ,aksi takdirde bu deniz etrafında çatışmaların sonsuza kadar devam edeceğini açıkça yazmıştır . İstanbul’un merkez olacağı böyle bir Federasyon önerisini Türk tarafı , kendi devlet modeli nedeniyle ciddiye almamıştır .

Ayrıca , küreselleşme dönemine geçilmesiyle birlikte bir de ABD ve İsrail ikilisinin gündeme getirdiği bir “Küresel Balkanlar Projesi “ tartışma alanına getirilmiştir . Bu projede ,Yunanistan ve Bulgaristan devletlerinin parçalanarak küçültüleceği ama Makedonya devletinin ise “Büyük Makedonya “ adı altında büyütüleceği , bu doğrultuda Selanik ile birlikte güney Makedonya bölgesinin ,Yunanistan’dan koparak Büyük Makedonya devleti sınırları içerisinde yer alacağı ileri sürülmektedir . Bu proje Yunanistan’ı parçaladığı için Ege denizi kıyılarına üçüncü bir devletin girmesinin de yolunu açmaktadır . Selanik ve güney Makedonya’nın Yunanistan’ dan kopması ile birlikte Ege denizi kıyılarına üçüncü bir devletin girmesi söz konusu olacağı için , Ege denizi üzerindeki çatışma ve çekişmelerin daha da artması kaçınılmazdır . Selanik’in yeniden başkent olacağı bir Büyük Makedonya devleti Ege Denizi kıyılarında kurulursa o zaman , Türk-Yunan çatışmalarını bu kez de Yunan-Makedon çatışmaları ve çekişmeleri izleyecek ve bu durumda bir Ege barışından söz edebilmek hiç bir zaman mümkün olamayacaktır . Bu arada , Trakya ya da İyonya gibi yeni küçük devletler küreselleşme sürecinde dış destekler ile Ege kıyıları üzerinde gündeme gelirse o zaman Ege denizi sürekli olarak bir çekişme ve çatışma alanına kaçınılmaz olarak dönüşecektir . Girit adasının zamanla Yunanistan’ın elinden çıkartılarak bir İsrail adasına dönüştürülmesi ,bölgedeki dengeleri olumsuz olarak etkileyecek ve Ege bölgesini Orta Doğu bataklığının içine doğru çekebilecektir .

Doğu Akdeniz’de bir uçak gemisi konumunda yer alan bir büyük ada olarak Kıbrıs’ın bu bölgedeki hegemonya çekişmelerinin gelecekte ana konusu haline gelebileceği ,Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan Türklerin Anadolu’ya geri gönderileceği , adanın güney bölgesinde yaşamakta olan bir milyondan fazla Rum asıllı Kıbrıslıların zamanla Ege adalarına sürüleceği ve şu an bomboş olan Ege adalarına bir milyon Rum’un taşınmasından sonra bu adalar üzerinde Yunanistan’dan ayrı olarak bir Ege Cumhuriyetinin kurdurulabileceği zaman zaman ortaya atılarak , bölgenin geleceği doğrultusunda öngörülerde bulunulmaktadır . Kıbrıslı Rumların Orta Doğu bölgesinden uzaklaştırılmaları amacıyla bir Ege Cumhuriyeti projesinin Ege adaları üzerinde gündeme getirilmesi ,yeni bir durum olarak bölge kamuoyunda ele alınarak tartışılmalı ve bir karara varılmalıdır . Rumlar ile birlikte Türklerin de Kıbrıs adasından kovulmaları hem Türkiye’yi hem de Yunanistan’ı yakından etkileyeceği için Ege Denizinde farklı bir yapılanmayı da beraberinde gündeme getirerek zorlayacaktır . Kıbrıs’ta eski Bizans kalıntısı olarak yaşayan Rumların , Ege adalarında ayrı bir cumhuriyet kurmaya yönlendirilmeleri İsrail destekli bir proje olarak öne çıkarılmaktadır . İsrail gazının Avrupa’ya taşınması aşamasında Kıbrıs ve Girit adaları birer taşıyıcı merkez olarak yeni dönemin koşullarında öne çıkarken , Ege Denizi de Anadolu ve Balkan yarımadaları gibi bir enerji terminali bölge konumuna gelmektedir . İsrail’in karşı kıyısında yer alan Kıbrıs adasında ,Siyonizm Hrıstıyan ya da Müslüman bir yapılanma istemediği için , Türkleri Anadolu’ya gönderirken , Hrıstıyan Rumları da Ege adalarına geri gönderilerek yeni bir Bizans İmparatorluğu oluşumu gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır .

Ege adalarının Yunanistan’ın elinden alınarak ayrı bir Ege Cumhuriyeti kurulması ile birer Trakya ya da İyonya devletlerinin kurulmak istenmesi , küresel emperyalizmin ütopyaları olarak gündeme gelirken , bu durumda bölünecek olan Türk ve Yunan devletlerinin akıllarını başlarına toplayarak yeni durumları bir kez daha düşünmeleri ve bu durumda küresel emperyalizme karşı işbirliğine girerek kendi hegemonya alanlarında yeni küçük devletçiklere karşı çıkmaları , bölge barışı açısından gerekmektedir .Yunanistan’ın eskisi gibi şımarıklıklar yapmasına izin verilmemeli , Türk devletinin daha önceki aşamalarda gerçekleştiremediği güvenlik önlemlerini daha da genişleterek alması gerekmektedir . Suriye iç savaşının bahane edilerek Müslüman bölge halkının Avrupa kıtasına doğru taşınmaya çalışılması aşamasında , Ege denizi kendiliğinden öne çıkmakta ve Orta Doğunun Müslüman halkının Ege Denizi üzerinden Avrupa kıtasına doğru taşınması aşamasında Türkiye’nin Ege kıyıları ile birlikte Ege adaları da kendiliğinden gündeme gelmekte ve Ege sorunu günümüzde Orta Doğu ülkelerinden kovulan Müslüman göçmenler sorunu olarak devam edip gitmektedir . Türk devletinin Ege kıyıları göçmenler için hareket noktasına dönüştürülürken , Ege adaları da Avrupa kıtasına geçiş aşamasında birer köprü olarak kullanılmaya başlanmıştır . Ege Denizi iki kıta ve iki devlet arasında bir ortak alan olarak konumunu sürdürürken , Orta Doğu’daki emperyalist savaşın yarattığı göç koşullarında Avrupa kıtasına yönelen bir büyük yönelişin uygulama alanı olarak öne çıkmaktadır .

Üç bin adanın onda biri oranındaki üç yüz adada Yunan devletinin vatandaşları yaşarken , Ege adalarının onda dokuzu bomboş bir durum sergilemektedir . Şimdilik , Avrupa kıtasına gitmek için yola çıkmış olan göçmenler için birer ara istasyon görünümüne kavuşmuş olan Ege adaları önümüzdeki dönemde giderek artan bir biçimde savaştan kaçan göçmenlerin yeni yerleşim alanları olabilecektir . Gelecekte Kıbrıslı Rumlar için yeni yerleşim alanı olarak düşünülen Ege adalarına Suriyeli Müslüman göçmenlerin şimdilik yerleştirilmeleri , bir anlamda geleceğin Ege Cumhuriyetine giden yolun açılması anlamına gelmektedir . Büyük İsrail projesi doğrultusunda Kıbrıs’ın boşaltılarak İsrail’e verilmesi ihtimali arttıkça , Kıbrıslı Rumlar için Ege adaları yeni yurt olarak gündeme gelmektedir . Rumlar ‘dan önce Ege adalarına yerleştirilmeye başlanan Suriyeli göçmenler de ,gelecekte Ege Cumhuriyetinin kurulacağı bu adaların üzerinde çalışacak nüfus gereksinmelerinin karşılanması doğrultusunda ele alınarak değerlendirilmektedir . Eski Bizans İmparatorluğunun arayışı içinde bulunan Yunanlılar , bir yönü ile Doğu Karadeniz bölgesinde yeni bir Pontus devleti arayışı içine girerlerken , Doğu Akdeniz bölgesinde de bu arayışlarını bugüne kadar sürdürmüşlerdir . Ne var ki , merkezi bölgeye gelerek İsrail’in kurulmasını sağlayan Amerikan emperyalizmi , Büyük İsrail arayışı çizgisinde İsrail’e yardımcı olarak Kıbrıs’ın boşaltılmasına destek verirse, o zaman Ege adalarında yeni bir devlet yapılanması olarak Ege Cumhuriyeti oluşumu kendiliğinden devreye girecektir . Ege Denizi böylece yeni bir Bizansçı yapılanmanın merkezi konumuna gelecektir .

Kıbrıs’taki gelişmelerin Ege Denizini yakından etkilediği gibi , Irak ve Suriye’de yaşanan acımasız terör ve savaşın da bölgenin dışına çıkarak Ege Denizine doğru yayıldığı görülmektedir . Önümüzdeki dönemde Ege Denizinin geleceği bu denize kıyısı olan ülkelerden daha çok , Ege denizinin tam ortasında yer aldığı iki kıtadaki gelişmelere yakından bağlı olduğu görülmektedir . Özellikle ,Yunanistan’ın Avrupa Birliği üyeliği bu iç denizin hem statüsünde hem de bugünkü konumunda önemli değişiklikler meydana getirmektedir . Özellikle Orta Doğu terör ve savaşın ateşleri altında yanarken , bölge halkının buradan kaçarak Avrupa Birliği ülkelerine doğru bir göçe zorlanması sürecinde Ege Denizi bir facialar denizine dönüşmekte ,işsiz güçsüz yoksul Müslüman kitleler kendi geleceklerini Avrupa kıtasında ararken bir Ege Denizi engeli ile karşı karşıya kalmaktadırlar .Bu nedenle her gün dünya basını Ege Denizindeki zoraki göçler ile birlikte batan deniz botlarında çaresizlik içinde ölen insanların facialarını yansıtmaktadırlar . İnsanlığın bittiği , küresel emperyalizmin kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir Orta doğu bölgesi inşa etmeye çalıştığı bir aşamada , bu zoraki değişikliğin ortaya çıkardığı yaşam mücadelesi alanı olarak Ege Denizi yeni dönemde gündeme gelmektedir . İnsanlığın hiçbir biçimde kabül edemeyeceği dramlar ve bu doğrultuda yaşanan olumsuz gelişmeler, giderek Ege Denizi çevresindeki ve üzerindeki güvenlik şemsiyesini ortadan kaldırmakta ve bölgeyi giderek bir ateş çemberine dönüştürmektedir . Bir Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan bu olumsuz gelişmeleri seyrederken , Türkiye Cumhuriyeti elinden geleni yapmaktan geri kalmamaktadır .

Türkiye Cumhuriyeti hem bir Orta Doğu hem de bir Ege devleti olarak iki bölge arasındaki gelişmeleri yakından izleyerek , bölgesel bir kamu düzeninin hem korunmasında hem de yeniden kurulmasında üzerine düşen uluslararası görevleri yerine getirirken ,istenmeyen bir biçimde giderek Avrupa Birliği ile Ege bölgesinde karşı karşıya gelmektedir . Orta Doğu’nun yoksul insanlarını sınırları içerisinde istemeyen Avrupa kıtasının Hrıstıyan ülkeleri ,yeni dönemin göç dalgalarını Ege Denizi üzerinde önlemeye çalışmakta ve bu doğrultuda Yunanistan’a yardımcı olurken , Türkiye’ye karşıt bir çizgide olumsuz bir tutum içerisine girmektedir . Türkiye’ye karşı her zaman bir Hrıstıyan birliği olarak tavır almış olan Avrupa Birliği , Türklerin Müslümanlığını bahane ederek Atatürk Cumhuriyetinin bir çağdaş devlet olarak kıtasal birliğin içinde yer almasını önlemeye çalışmıştır . Yarım yüz yılı aşkın bir süre bekleme odasında oyaladıkları Türkiye’ye karşı her zaman için çifte standartlı bir politika izleyerek , Ege Denizi üzerinden Anadolu ile Avrupa kıtası arasında bir siyasal birlikteliğin Büyük Avrupa projesi doğrultusunda oluşturulmasına yardımcı olmamışlardır . Ege bağlantısını dayanak yaparak Türkiye’yi kıtasal birliğin içine almayan Avrupa , şimdi de İsrail siyonizmi ve Amerikan emperyalizminin merkezi coğrafya ya egemen olabilmesi için, düzenlenen terör ve askeri saldırılar yüzünden gündeme gelmiş olan yeni göç dalgasını Ege denizi üzerinde durdurarak ve işin büyük külfetini Türk devletinin üzerine yıkarak bir çözüme yönelmesi durumunda , Türkiye Cumhuriyeti ile Avrupa Birliği yeniden karşı karşıya gelmiştir . Yarım yüzyılı aşkın bir süredir tam üye adayı olan Türkiye’nin üyelik işlemlerini sürekli olarak geciktiren Avrupa , gelinen yeni aşamada göçmenlerin Ege denizi üzerinden Yunan adalarına yerleşmelerini önleyebilmek için , Türk tarafına ekonomik yardım yapılmasını gündeme getirmektedir . Göçmenlerin Türkiye’ye yerleştirilmesi ve kesinlikle Ege Denizi sınırını aşmaması için , yeni göçmen kentlerinin Anadolu yarım adası üzerinde yapılması gerektiğini vurgulayan Avrupa Birliği yöneticileri , bunun karşılığında vaad ettikleri ekonomik yardımı da geciktirerek ve bu doğrultuda yeni bir iki yüzlülük örneğini sergileyerek, göçmen sorununun yeni bir Ege sorunu olarak gündeme gelmesine neden olmuşlardır . Yüzyıllar önce uygarlığın beşiği olan Ege denizi yeni dönemde emperyalistlerin Orta Doğu planları yüzünden göçmen dramının tiyatro sahnesine dönüştürülmüş ve Avrupa Birliği de bu durumu seyretmekle yetinmiştir .

Avrupa Birliği ,Fransız devlet başkanı General De Gaulle’nin söylediği gibi Atlantik okyanusundan Ural dağlarına kadar bir büyük Avrupa kıtası yaratabilmenin peşinde koşarken , şimdilik sınır denizi olan Ege Denizi’ni gelecekte kıtasal birliği içinde yer alacak bir iç deniz olarak görmektedir . Ne var ki , esas problem olarak Anadolu yarımadası üzerinde kurulmuş bulunan Türk devletinin büyüklüğü meselesi görülmekte ve bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyetinin parçalanarak Avrupa sınırlarının Hazar denizine kadar uzatılması planlanmaktadır . Osmanlı devletini yok eden Balkanizasyon sürecinin Anadolu üzerinden Orta doğu ve Kafkaslara taşınması planlanmakta ve bu doğrultuda bölgedeki bütün devletlerin eyaletler halinde parçalanmasına yönelik politikalar izlenmektedir . Savaş sürecinde Irak ve Suriye’nin parçalanması sağlandığından benzeri sürecin Anadolu toprakları üzerine Kuzey Irak üzerinden de taşınmasına çalışılmaktadır . Böyle bir durumun gerçekleşmesi aşamasında , Doğu Anadolu Sevr planları doğrultusunda parçalanırken , Ege Denizi üzerinde de Trakya , Ege ve İyonya projeleri emperyalizmin işbirlikçisi konumundaki bazı gayri müslim lobiler tarafından gündeme getirilebilmektedir .Bu dönemde Anadolu’nun Osmanlı öncesi zamanına geri dönmek isteyen bazı gayrimüslim toplulukların , Ege Denizi kıyısında uzanıp giden Anadolu toprakları üzerinde yeni eyalet devletleri oluşturabilmenin arayışları içerisine girdikleri görülmektedir . Orta Doğu bölgesinden Ege denizine gelen göçmen dalgalarının önlenemediği bir aşamada , devletin üniter yapısını sıkıntıya sokabilecek bazı yeni yapılanmalar ulusal kimliğin ve düzenin ötelerinde aranmaktadır . Uluslararası konjonktürün gelinen yeni aşamada giderek daha karmaşık bir düzeye gelmesi yüzünden de , var olan sorunların çözümün çok gerisinde kalarak giderek daha içinden çıkılmaz bir duruma geldiği görülmektedir .

Küreselleşme süreci yer yüzünde her şeyi değiştirdiği gibi Ege sorununu da büyük çapta değiştirerek, yepyeni bir görünüme sürüklemiştir . Ege sorunu şimdiye kadar geleneksel boyutları ile daha çok kıyıdaş devletler arasındaki sınır ya da kara suları meselesi olarak görülmüş ve bu doğrultuda iki taraflı bir sorun olarak çözülmeye çalışılmıştır . Ne var ki , küresel konjonktürde dünyanın merkezi coğrafyasında bölgesel oluşumlar gerçekleştirilmeye çalışıldığı için Ege bölgesi de hem Balkanlar hem de Anadolu üzerinden böylesine bölgesel oluşumlar ile karşı karşıya gelmektedir . Ege Denizi üzerinde ortaya çıkan kıyı şeridi ,kara suları ya da kıta sahanlığı gibi eski sorunlar geride kalırken , göçmenlerin nerede iskan edileceği Avrupa Birliği sınırları içerisinden içeri girip giremeyeceği ya da Ege adaları üzerinde göçmenlerin yerleşimi ve yeni tampon merkezlerin nasıl oluşturulacağı konuları ana meseleler olarak gündeme gelmektedir .Hrıstıyan dünyanın çıkarları doğrultusunda Müslümanların aleyhine bir çizgide kurulmuş olan Ege adaları düzeninin yeni dönemde korunması mümkün görünmemekte , Girit adasında İsrail askeri yığınak yapmaya yönelirken , Midilli ,Sakız ve İstanköy gibi Türkiye sınırına yakın konumdaki Yunan adalarına ise tampon bölge yığınakları yapılmakta ve bu yoldan göçmen sorunu durdurularak çözülmeye çalışılmaktadır .Büyük Orta Doğu , Büyük İsrail ve Büyük Avrupa projeleri doğrultusunda merkezi alanda yeni düzenlemeler yapılmaya çalışılırken ,Edirne merkezli Trakya , İzmir merkezli İyonya , Antalya merkezli Akdeniz isimli eyalet devletleri oluşturulmaya çalışılmakta ve Türkiye sınırları içerisinde yer alan Batı Anadolu bölgesi, tıpkı Doğu Anadolu’da olduğu gibi paramparaça yapılmaya çalışılmaktadır .Böylesine bir plan doğrultusunda Orta Doğu ülkelerinin Arap nüfusu da Türkiye sınırları içerisine alınarak , hem millet yapılanması dağıtılmakta hem de anayasada kurucu irade tarafından konulmuş olan milli devlet modeli aşılmaya çalışılmaktadır . Eski Osmanlı hinterlandında yeniden yapılanma bölge devletlerine zorlanırken , Ege’nin iki kıyısında yer alan devletler olarak Türkiye ve Yunanistan yeni dönemde parçalı eyalet sistemlerine doğru sürüklendiklerinden , Ege denizi meselelerini artık iki taraflı sorun olarak çözme şansı ortadan kalkmaktadır .

Ege Denizi sorunu Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasıyla başlamıştır . Ege’nin iki kıyısı Osmanlı hegemonyası altında birleştiği için Osmanlılar döneminde bir Ege sorunu yoktu . Ne var ki , 1830 yılında Yunan devletinin İngilizlerin desteği ile kurulması üzerine Ege denizi kıyılarında ikinci bir devlet ortaya çıktığı için , Ege’de yeniden sorunlu bir dönem başlamış ve Yunan devleti kurulduktan sonra batının Hrıstıyan devletlerinin desteği ile bu küçük devlet on misli büyürken , sürekli olarak Osmanlı toprakları üzerindeki bölgelerde genişlemiştir . Osmanlı devleti küçülürken Yunan devleti büyütülmüş ve böylece eskiden Bizans döneminde olduğu gibi ,Ege kıyıları üzerinde bir gayrimüslim uygarlığın temelleri atılmaya çalışılmıştır . Atlantis’ten Eski Yunan’a ,Girit’ten Miken uygarlığına kadar bölgede var olan eski uygarlıklar tekrar canlandırılarak , bu deniz üzerinde Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma Türk ve İslam hegemonyası ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır . Benzeri bir sürecin Orta Doğu’da ne anlama geldiği yaşanan büyük felaketler dizisi ile ortaya çıkmıştır . Haksız savaşlardan kaçan göçmenler ile şimdi bu savaş sürecinin Ege kıyılarına doğru taşınmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır . Böylesine bir yeni sıcak çatışma ortamına Ege kıyılarının uğramaması için Avrupa Birliği ve Türkiye’ye yeni dönemde önemli görevler düşmektedir . Avrupa’nın büyük devletlerinin çifte standartlı politikaları bırakarak Türkiye’ye yardımcı olmaları durumunda, hem Orta Doğu’da herkesi yakan ateşin durdurulması sağlanabilecek hem de bu ateşin Ege denizi üzerinden Balkanları ve Avrupa kıtasını yakmasına izin verilmeyecektir . Eski Osmanlı hinterlandı olan merkezi alanlardaki savaşlar durdurulmazsa komşu bölgelere de sıçrama riski giderek artmaktadır .

Ege bölgesinin bugünkü uluslararası statüsü 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması ile kurulmuştur . Birinci dünya savaşı sonrasında kurulmuş olan yeni devletlerarası düzen , ikinci dünya savaşının gündeme getirmiş olduğu yeni yapılanma aşamasında 10 Şubat !947 tarihinde imzalanan Paris Antlaşması ile Türkiye aleyhine olacak bir çizgide değiştirilmiştir . Bölgede durum Türkiye aleyhine düzeltilirken , Yunanistan’ın durumu daha da güçlendirilerek bu küçük ülkeye tam anlamıyla bir batı desteği verilmiştir . İtalya’nın geri çekilmesiyle ortada kalan on iki adanın Osmanlı mirasçısı olarak Türkiye’ye bırakılması gerekirken ,İngiltere’nin müdahalesi ve ABD’nin desteği ile Türkiye kıyısındaki on iki büyük ada haksız ve mesnedsiz bir biçimde Yunanistan’a devredilmiştir . Türk devleti karşı kıyısındaki yüzme mesafeli adalara Yunan bayrağının çekilmesi üzerine ciddi bir güvenlik sorunuyla karşı karşıya bırakılmış ve Nato düzeninin kurulmasıyla da bu durum düzeltilmeyerek eski Yunan uygarlığı ya da Bizans yapılanması küçük Yunan devleti üzerinden yaratılmaya çalışılmıştır . Son yıllarda Yunanistan’ın 12 millik karasuları sistemini uygulamak istemesi yüzünden , birbirine bağlı Yunan adaları ile Türk adaları arasında sürekli olarak sınır sorunları çıkmış ve bu yüzden de Ege sorunu her zaman için Türkiye açısından sürekli bir sıcak sorun olarak görülmüştür . Yunan hava sahasının 10 mil olarak gösterilmesi , Atina Fır hattının Türk kara sahasına çok yakın bir çizgide bulunması , hava ve deniz yollarınnın geçiş yönlerinin belirlenmesinde iki ülkenin çıkarlarının çatışma göstermesi yüzünden ,Nato güvenlik şemsiyesi de Ege bölgesinde , Türkiye-Yunanistan barışını bir türlü tam olarak gerçekleştirememiştir . Devletler hukukuna göre belirlenmesi gereken kıta sahanlığı ve hava sahanlığı ile kara suları rejiminin , Yunanistan’ın sürekli olarak daha fazla taleplerde bulunması yüzünden askıda bırakılması, Ege bölgesini ve denizini bir çatışma alanı olarak bugüne kadar getirmiştir . Ege denizi ile bu denizin etrafını çevreleyen merkezi bölgenin jeopolitik dengeleri yeni gelinen aşamada kıyı ülkeler çekişmesinin ötesine giderek ,kıtasal oluşumların çatışma merkezi konumunda ortaya çıkmaktadır . Yunanistan artık Ege politikalarını Avrupa Birliği yaklaşımı olarak Türkiye’ye yansıtırken , Türkiye Cumhuriyeti de yeni Ege politikalarını gündeme gelen yeni uluslararası konjonktür doğrultusunda yeniden belirlemek zorundadır .Gelecekte Ege adalarında tatil yapmak isteyenler, önce Ege Denizi sorunlarına çözüm bulmak zorundadırlar .

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.