Günlük arşivler: 8 Haziran 2016
AMERİKA DOSYASI /// ADİL HACIÖMEROĞLU : Almanya aracılığıyla ABD saldırısı
2 Haziran 2016 günü Almanya Meclisi, 1915 olaylarının soykırım olduğunu kabul etti. Hem de neredeyse oybirliğiyle bu kararı verdi Federal Meclis. Bir ret, bir çekimser oy var. Alman başbakanı ve dışişleri bakanı yok oylamada. Bu durum, hükümetin de yasa tasarısını desteklediğini göstermekte. Zaten iktidarın büyük ortağı ve Merkel’in Hıristiyan Demokrat Partisi de yasaya olumlu oy verdi. Yani iktidarıyla ve muhalefetiyle Alman Meclisi, sözde Ermeni soykırımını tanımış oldu. Bu da sözde Ermeni soykırımını kabul etmenin bir devlet operasyonu olduğunu göstermekte.
Peki, Alman Meclisi neden bunca yıl bekledikten sonra Ortadoğu’da ABD emperyalizminin geri çekilmek zorunda kaldığı bir dönemi seçti? Bu durum, bir rastlantı mı? Bizce rastlantı değil… PKK’nın hendeklere gömüldüğü, Türkiye’nin Rusya ve Suriye ile yakınlaşmakta olduğu içinde bulunduğumuz koşullarda Atlantik ittifakının Ortadoğu’da gerilemekte olduğu herkesçe kabul edilmekte. Atlantik’in en büyük projesi, Akdeniz’e Kürt koridoru açmaktı. Rusya’nın doğru zamanda müdahaleleri, Esat yönetiminin güçlenmesi, Türkiye’nin PKK’nın belini kırmasıyla Kürt koridorunun açılamayacağı anlaşıldı. Ancak bu konuda, kilit ülke Türkiye’dir. Türkiye’nin bölge ülkeleriyle dayanışma içine girmesi, Avrasya’ya yaklaşması Atlantik’in hesaplarını bozar. Bu nedenle de Atlantik ittifakı, Türkiye’yi farklı cephelerden sıkıştırmayı denemekte.
ABD, son bir yıldır ve özellikle de 24 Temmuz 2015’ten sonra Türkiye’ye türlü terör örgütleriyle savaş açtı. Türkiye’nin PKK’ya saldırarak terör örgütünü hendeklere gömmesi demek, ABD ile savaşması demektir. ABD’nin Ortadoğu’daki kara gücünün yok edilmesi, Atlantik’in bölgedeki egemenliğini sona erdirmek anlamındadır.
Cephede savaşı yitiren ABD, Türkiye’ye saldırısını diplomatik alanda sürdürmekte. Diplomatik ataklarla Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalışmakta. Bu işte de Türkiye’nin en büyük ticari ortağı Almanya’yı kullanmakta Amerika. Önümüzdeki, günlerde bu kervana ABD eseri olan Atlantik’in oyuncağı birkaç uydu devlet de katılabilir. Amaç, Avrupa’nın Türkiye’ye karşı olduğu algısını yaratmak.
Alman Meclisi’nin aldığı soykırım kararı, Avrupa hukukunu hiçe saymakta. İsviçre-Perinçek davasıyla ilgili AİHM kararı görmezden gelinmekte. “Hukuk” ve “demokrasi” sözcüklerini dilinden düşürmeyen Alman siyasetçiler, efendileri ABD’den buyruk aldıklarında bu sözcükleri unutuyorlar. Ayrıca Avrupa’nın devrimci geçmişini bir kalemde silip atmaktalar.
Alman Meclisinin hukuk kurallarını hiçe sayarak Türkiye aleyhine aldığı soykırım kararından önce Türk siyasetçilerinin aymazlığı anlaşılır gibi değil. Vatan Partisi, haftalar öncesinden eyleme geçti. Tüm parti ve derneklere çağrı yaparak eylem birliği içinde davranılması gerektiğini söyledi. Türkiye’de Alman temsilcilikleri önünde gösteriler yapıldı. Berlin’e gidildi, Alman Meclisi önünde yurttaşlarımızla bir araya gelinerek bu hukuksuzluk dile getirildi. Alman milletvekilleri, alacakları kararın yanlışlığı konusunda uyarıldı.
Almanya’nın hukuksuz bir biçimde aldığı soykırım kararı, Almanya’yı mağdur edecektir. Bu kararı bayram sevinciyle karşılayan Ermenistan da mağdurdur. 1915’te emperyalizmin oyununa gelerek maceraya atılan bazı Ermeni gruplar, tarihten ders almamışa benziyor.
AKP hükümeti, ne yazık ki baştan beri dış sorunları zamanında algılayıp çözümleme konusunda yetersiz ve yeteneksiz. AİHM kararı, önemli bir hukuksal kazanımken bunu yeterince kullanamaması anlaşılır gibi değil.
AİHM’in Perinçek kararı, yalnızca AKP yöneticilerinde değil; CHP ve MHP yöneticilerinde de bir eziklik, kıskançlık yaratmakta. Bu nedenle de siyasal çıkarlarını, ulusal çıkarların üstünde tutarak Türkiye’nin haklarını savunmada aymazlık içindeler. Doğu Perinçek’in Avrupa’daki hukuk zaferini görmezden gelerek akıllarınca Vatan Partisi’nin önünü kesmeye çalışmakta bu üç parti. Siyasal ufuksuzlukları nedeniyle Türk Milleti’ne zarar vermekteler.
ABD’nin Almanya üzerinden Türkiye’ye diplomatik saldırısı ülkemize güç kazandıracaktır. Neden mi? Türkiye, kendi gerçeklerini anlayacak bu kararla. AB’nin Türkiye için bir hayal ve Atlantik’in avuntusu olduğu açıkça anlaşıldı. Ulusalcıların yıllardır anlatmaya çalıştığı bu gerçek, iktidarıyla muhalefetiyle geç de olsa kavranacak. Türkiye’nin yerinin AB değil de Avrasya olduğu apaçık ortada. Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerinin düzelmesi hızlanacak. Rusya ile aradaki buzlar eriyecek ve ülkemiz olması gereken yerde konumlanacak.
Atalarımız: “Her şerde, bir hayır vardır.” diye boşuna dememiş.
Adil Hacıömeroğlu
KAMPANYA : Bodrum’un Çay Bahçeleri, Turgutreis Amiral Cafe, Yalıkavak, Bitez Kafeteryaları Kapanması n !!!
KAMPANYAYA KATILMAK İÇİN BURAYA TIKLAYIN.
Bodrum Belediyesi Gıda A.Ş.’nin çay bahçesi olarak işlettiği bazı kafeteryalar, Mili Emlak Müdürlüğü’nün yer tahsisi konusundaki mahkeme kararına istinaden kapatıldı.
Turgutreis’teki Amiral Cafe, Yalıkavak ve Bitez’deki belediye kafeteryalarının hizmet veremediğini gören vatandaşlar; "Bu kafelerin akıbeti de Tepecik gibi mi olacak?" kaygısıyla yetkili kurumları telefon yağmuruna tutuyor.
Turgutreis’teki Amiral Cafe’nin müdavimleri turizm mevsiminde kapanan kafeteryaların evleri gibi olduğunu belirterek; "Zamanımızın çoğunu burada geçiriyorduk. Evimizi kaybetmiş gibi olduk" diyerek tepkilerini dile getiriyorlar.
Bodrumageldik.com yayın grubuna bilgi veren Bodrum Belediyesi Turizm İnşaat Gıda Enerji A.Ş. Genel Müdürü Hüseyin Yıldızhan, Milli Emlak’a ait olan ve Bodrum Belediyesi’nin kamu hizmeti adına çay bahçesi ve kafeterya olarak işlettiği yerlerle ilgili tahsis başvurusunda bulunduklarını belirterek; "Şu an söz konusu yerler Meclis kararıyla kapalı durumdadır. Belediyenin kafe olarak işlettiği yerlerin tahsisi ile ilgili yaptığımız başvurunun mahkeme sonucunu bekliyoruz" dedi.
PKK ÖRGÜTÜ DOSYASI : “Ses Getirecek Eylem Üretme Gayreti” ve Güneydoğu’da Yaşananlar
VİDEO LİNK :
https://www.youtube.com/watch?v=GJ3mKdW5ucI
Hasan Basri Yalçın İstanbul Vezneciler’deki terör saldırısını, “Güneydoğu’da yaşanan sıkıntıları bir kenara bırakarak ses getirecek bir eylem üretme gayreti” olarak tanımladı.
Habertürk ekranlarına konuk olan SETA Güvenlik Araştırmacısı Hasan Basri Yalçın, İstanbul Vezneciler’deki terör saldırısının ardından yaptığı açıklamada, hücresel eylemlere geçmenin terör örgütleri açısından elverişliliğine dikkat çekti. Yalçın, yapılan saldırıyı “Güneydoğu’da yaşanan sıkıntıları bir kenara bırakarak ses getirecek bir eylem üretme gayreti” olarak tanımladı.
TERÖRLE MÜCADELE DOSYASI : Birey-Siyaset-Medya Düzlemlerinde Terörle Bütüncül Mücadele Edilmeli
VİDEO LİNK :
https://www.youtube.com/watch?v=lUYlfTULXf4
Murat Yeşiltaş: “Bireysel düzlemden siyaset düzlemine, siyaset düzleminden de medya düzlemine bir bütün olarak terörle mücadelede yan yana birlikte durmak ve bütünsel bir mesaj çıkarmaya gayret etmek lazım ancak bu şekilde terörün vermek istediği mesajların önüne geçmiş oluruz.”
A Haber ekranlarına konuk olan SETA Güvenlik Araştırmaları Direktörü Murat Yeşiltaş, İstanbul Vezneciler’deki terör saldırısının ardından yaptığı açıklamada, şiddetin ve terörün sivillerin bulunduğu alana çekilmesiyle toplumun terörle mücadeleye verdiği destek gücünün kırılmak istendiğini vurguladı.
Yeşiltaş değerlendirmesinde şunları ifade etti: “Bireysel düzlemden siyaset düzlemine, siyaset düzleminden de medya düzlemine bir bütün olarak terörle mücadelede yan yana birlikte durmak ve bütünsel bir mesaj çıkarmaya gayret etmek lazım ancak bu şekilde terörün vermek istediği mesajların önüne geçmiş oluruz ve büyük ölçüde terörle mücadelede başarılı olmuş oluruz.”
TARİH /// TÜRK BÜYÜKLERİ – 50 : MESUT SABRİ
Bir bölümü Hazar’ın doğusunda, bir kısmı da Hazar Gölünün batısında yaşayan Türk Dünyası 20. asrın sonlarına doğru özlediği mutlu günleri kısmen de olsa gördü. İşte Hazar’ın doğusunda, Türkistan dediğimiz ata yurttaki kardeşlerimizden Sovyet Rusya hâkimiyeti altındakiler, yani Kazak, Kırgız, Türkmen ve Özbek Türkleri hürriyetlerine kavuşurken, Türkistan’ın bir bölümünü meydana getiren Doğu Türkistan’daki soydaşlarımız bugün bile kan ve gözyaşı döküyorlar. Her gece yataklarına ağlayarak yatan bu insanlar, yarının ne olacağını bilemiyorlar. Ama ortada bir hakikat var, o da; dünya epey değişti. Değişmeyen tek şey Türklere karşı yapılan zulüm ve baskıların hala sürmesi.
Özellikle Amerika’daki 11 Eylül 2001 saldırısı bahane edilerek, bu devletin Asya’da Rusya’nın nüfuzu kırıldıktan sonra, söz sahibi olmak için her yere doğrudan müdahalesi, ülkeleri tekrar kutuplaşmalara itmektedir. Aslında Amerika Birleşik Devletlerinin Avrupa’da, İngiltere’den başka hakiki manada tek bir dostu yok iken, dünyanın süper gücü durumuna gelen bu ülkeyi hiçbir devlet karşısına almaya cesaret edemedi. İster-istemez pek çok ülke Amerika’nın yanında olduğunu açıkladı. Fakat burada bizim için önemli olan, dünyanın gözünü diktiği bu yerlerin, Türklüğün coğrafyası olmasıdır. Öyle ise Türklerin bir şeyler yapması gerekir. Siyasetçilerin ileriyi görebilecek yetenekte olmayışı sebebiyle, onlara bazı gerçekleri gösterecek, Türkçülerin ön plana çıkması lazımdır ki, Türk milliyetçileri geçmişte de bu görevlerini eksiksiz yerine getirmişlerdir. Ama maalesef çoğu zaman bu Türkçülerin fikirlerine itibar edilmediğini tarih biliyor. Yoksa Atatürk’ün, Nihal Atsız’ın onlarca yıl evvel dikkat çektiği tehlikelerin üzerine gitseydik bugün birtakım sıkıntıları çekiyor olmazdık.
Tarihte Osmanlı Devleti’nin doğudan çok batıya yönelmesinin sebebi, herhalde cihad yapabilmesi için müsait olan Hristiyan devletlere ait toprakların batıda bulunmasıydı. Bu büyük Türk hanedanı sadece kendisine doğudan tehdit geldiğinde yönünü bu tarafa çevirmiştir. İşte buna binaen ne zaman Osmanlı Devleti’nin başı sıkıştı, o vakit Türkistan Hanlıklarıyla ilgilendi. Buna da onu iten Doğu ve Batı Türklüğü arasında bir bıçak gibi duran Safevilerin Şii hâkimiyeti idi. Elbette ki Osmanlı Devleti, doğuda Türkistan denilen coğrafyada, kendi ata yurtlarında soydaşlarının ve dindaşlarının olduğunu biliyordu. En azından Türkistanlı hacılar, kutsal topraklara giderken, Osmanlı topraklarından geçiyorlardı ve bu yolla da olsa, Osmanlı devlet adamları Türkistan hakkında bilgi sahibiydiler.
Bununla beraber, Osmanlı Devleti ve Doğu Türkistan münasebetleri açısından meşhur Kaşgar Hanlığı zamanı çok önemlidir. Osmanlı Devleti Kaşgar Hanlığına karşı elinden gelen yardımı gösterdi. Fakat 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbinin Türklerin aleyhine sonuçlanması, bu Türk devletinin kolunu-kanadını kırdı.
Geçmişte Osmanlı Devleti’nin olduğu gibi, bu gün de Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk topluluklarıyla ilgisini kimse inkâr edemez, ancak bu elbette Türk milliyetçilerinin istediği ölçüde değildir. Bunu da Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğu şartlara bağlamak lazımdır. Tarihte ve günümüzde, zaman zaman Türk dünyasının çeşitli yerlerinden zeki ve istikbal vaad-eden gençler; Türklerin şu anda ve eskiden en modern devletleri diyebileceğimiz Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti’ne ilimlerini ve tecrübelerini artırmak amacıyla gelmişlerdir. İşte ben burada bunlardan birisi, kısaca Türk milletinin birliği ve beraberliği için çalışmış, bir büyük Türkçü Mesut Sabri Baykuzı’nın siyasi faaliyetleri ve fikirleri üzerinde duracağım.
Bugünkü Doğu Türkistan’ın Kulca ilçesinin bir köyünde 1887 tarihinde doğan ve 1952’de türlü cefalar çektikten sonra hayata gözlerini yuman Mesut Sabri Bey, karşımıza iki özelliğiyle çıkmaktadır. Bunlardan birisi onun siyasetçi tarafı, diğeri ise fikir adamlığı ve eğitimci yönüdür. Mesut Sabri’nin Türkiye ve Türkçülük fikriyle tanışması İstanbul’daki askeri tıp talebeliği yıllarına dayanmaktadır. O da, belirli bir dönem, ne olursa olsun Türk camiasının en gelişmiş ülkesi olan Osmanlı Devleti’ne daha çocuk yaşlarında gelerek, kısa bir süre de olsa Türkiye’de bulundu. Burada aldığı eğitim ile Doğu Türkistan’daki insanlarına faydalı olmayı düşündü. Ülkesine döndükten sonra vaziyetin çok kötü olduğunu gören Mesut Sabri kollarını sıvayarak, okulların ve eğitim sisteminin ıslahı için gayret etti. Özellikle Osmanlı Devletinin I. Dünya Harbi esnasında bölgeye gönderdiği subay ve eğitimciler ile çeşitli yollarla Doğu Türkistan’a gelen yabancılardan azami şekilde yararlanmaya çalıştı. Büyük bir Türk milliyetçisi olan Mesut Bey, buna binaen öldürülmek için peşlerinde Rus ve Çin casusları bulunan Türk istihbarat elemanlarına yardım etmekten de geri durmamıştır.
Bilindiği üzere daha I. Dünya Harbinin öncesinde, Doğu Türkistan coğrafyasında Türkçülük hareketleri başlamış idi. Bu oluşum 1931 yılında, Kumul’da (Hami) bir isyanın patlak vermesiyle neticelendi. Ardından 1933’te Doğu Türkistan’da “Milli İhtilal Komitesi” teşkil edildikten sonra, Şarki Türkistan Türk-İslam Cumhuriyeti kuruldu. Fakat bu cumhuriyet üç cephede savaşmak zorundaydı. Bunlar Çinliler, Ruslar ve Müslüman Dunganlardı. Döngen veya Dunganların kullanılarak Türklere karşı bir katliama girişilmesi ve Rusya’nın 20.000 kişilik orduyla, zırhlı araçları Çinlilerin emrine vermesi, bu hareketin sindirilmesine yardımcı oldu. Eziyet, işkence ve zulümlerin ardından Doğu Türkistan’daki Kazak Türklerinin büyük bir kısmı bu ülkeden kaçmak zorunda kaldılar.
İsa Yusuf (Alptekin) ve Mehmed Emin (Bugra) ile irtibat halindeki Mesut Sabri Bey 1935 yılında Çin’in devlet konseyi üyeliğine kadar yükseldi. Mesut Sabri Bey, mümkün olduğu kadar Çin’in Doğu Türkistan’ı sömürme politikalarına karşı çıktı; hatta Çin hükümetinin Doğu Türkistan’a asker ve göçmen gönderme faaliyetine karşı arkadaşlarıyla beraber hükümete 28 maddeden oluşan ve aralarında Doğu Türkistan’daki halka Türk denilmesi ve özerklik verilmesi yolunda şartlar bulunan bir de muhtıra sundu.
II. Dünya Harbinin sonlarına doğru, 1944’te Müstakil Şarki Türkistan Cumhuriyeti ilan edildi, fakat bu sırada savaş Rusların lehine dönmekte, maalesef Türkiye’de de Türk Dünyasının manevi lideri ve babası Atsız Beğ, İnönü gibi basiretsiz birinin Sovyetler Birliğinden korkması yüzünden, ırkçılıkla suçlanıp, hapse atılmaktaydı. Ruslar, Doğu Türkistan’daki bu olaylara da müdahale ettiler. 1946’da, Türk milliyetçileriyle Çinliler arasında bir barış yapıldı. Cumhuriyetin başındaki Ali Han Töre kaçırıldı ve sonra da öldürüldü. Bu esnada Dr. Mesut Sabri Bey Doğu Türkistan’da umumi vali, İsa Yusuf da genel sekreter olmuştu. Bu hükümet için herkes elinden gelen gayreti göstermesine rağmen, ne yazık ki yine Türklerin tam manasıyla bir araya gelemedikleri görüldü. Türk milliyetçileri her şeye karşın ilk icraatlarını eğitim ve kültür alanında gerçekleştirdiler. Türk halkının bilinçlendirilmesi, milli ruhun aşılanması için çalışmalara başlandı. Türklerin ata yurdunun Türkistan olduğu, adlarına Türk denildiği gibi yüce değerler öğretildi.
Ancak bu mutlu günler de uzun sürmedi. 1949’da Çin’deki iç çekişmeyi kazanan komünistler, Doğu Türkistan’ı yeniden işgal ederek, binlerce Türk’ü öldürdüler. Yüzbinlercesini ana vatanlarından sürdüler. Komünistlerin Çin’de hâkimiyetinden 1953 yılına kadar, aralarında Mesut Sabri gibi aydın ve ileri gelenler de olmak üzere yüzbinden fazla Türk çeşitli işkencelere maruz kaldılar veya öldürüldüler.
Mesut Sabri Bey’in evvelce de söylediğimiz gibi, diğer bir özelliği fikir adamlığı ve eğitimcilik yönüdür. Türk kültürüne ve anlayışına uygun olarak, Türkiye’de bulunduğu süre içinde Türkçülük akımının tesiriyle, bazı mefhumların izahında ve toplum hayatına yerleşmesinde büyük gayret göstermiştir. Bunlar millet, ülke, din gibi kavramların etrafında yoğunlaşmaktadır. Türk milletinin geleceği hususunda son derece ümitlidir. Çünkü o zamanlar 100 milyonluk Türk Dünyasının, Adriyatik Denizi’nden Çin Seddi’ne kadar Türkçe konuştuğunu ve bu büyük kitlenin bir araya gelmesi halinde önünde hiçbir gücün duramayacağını görmüş ve bunu göstermeye çalışmıştır.
Millet ve devlet bilinci konularında O, Atsız Beğ ile aynı düşüncelere sahiptir. Mesut Sabri, “bir milletin ülkesinde cesur bir milli bilinç olmazsa, o millet zayıf ve güçsüzdür. Tanrı’nın yasası böyle milletlere cezasını vermektir. Bu yasa, ezmeyen ezilir, diyen yasadır”, demiştir. Atsız Beğ de ondan biraz önce, “büyümek istemeyen millet küçülmeye mahkûmdur” ve “kan dökmeyi bilenler hükmeder topraklara” diyordu. Dr. Mesut Sabri Bey; “bir milletin varlığını devam ettirmesinin en önemli unsurlarından birisinin diline sahip çıkmak olduğunu; Türk çocuğunun dilini, milletini, Türklüğünü sevmesi ve bunlarla gurur duyması gerektiğini” her zaman dile getirmiştir. Yine büyük ülkü adamlarının tek düşüncesi onda da hâkimdir. “İnsanın kendi hayatının geçici olduğu, herkesin ölerek mezara gideceği, ancak kahramanların ölmeyeceğini” söylemektedir. Yani o da bir anlamda; “yurt ve şeref uğrunda sen seril de yerlere, varsın hiçbir dudakta anılmasın er adın” demekteydi.
Mesut Sabri Bey, bir milletin kalkınmasında en önemli şeyin eğitim ve kültür seviyesinin yükseltilmesi olduğunu bildiğinden, Doğu Türkistan Türklerinin eğitim meselelerinin de gönüllü işçisi olmuştur.
Bugün Türkiye ve Türk milleti zor günler yaşıyor. Adeta içerimizden ve dışarımızdan düşmanlarla kuşatılmış gibiyiz. Sadece Türkiye’de değil, kargaşa ve buhran, bütün Türk dünyası ne yaptığını bilmiyor. Güya 21. Yüzyıl Türk asrı olacaktı! Bu gidişle 21. asrın sonunu pek zor görürdük, ama yine de Türk Tanrısı’nın müjdesi sayesinde avunuyoruz ki, O: “Yukarıda mavi gök çökmedikçe, aşağıda yağız yer delinmedikçe, ey Türk senin ilini ve töreni kim bozabilir”, diyor. Kırgız ile Özbek sanki soydaş değillermiş gibi birbirlerinin boğazlarına sarılmışlar. Türkmenler, Azerbaycan Türkleriyle eski düşmanlıklarından hala vazgeçmediler. Kazak Türkleriyle, Özbek Türkleri sonunda ölüm bile olsa, asla bir araya gelmeyeceklerini söylüyorlar! Yiğit Elçi Bey’i hep birlikte biz öldürmedik mi? O, er kişiyi yüce davasında yalnız bırakmadık mı? Ölüm döşeğinde bile Türklerin bir gün birleşeceğini hayal eden bir büyük insandı o! Yüzyılda bir önümüze çıkan tarihi fırsatları elimizin tersiyle itmedik mi? Kendi aleyhimize olan kuruluşlara girmek için çabalamıyor muyuz? Çin’in öncülük ettiği Shangay İşbirliği Teşkilatının kurulmasındaki tek amaç; Çin’in andlaşma devletleriyle Doğu Türkistan’ı kontrol etmek ve bu cumhuriyetlerden Doğu Türkistan’a yapılacak yardımların önünü kesmektir. Kim ne derse desin, bunun mantıklı başka bir izahı yoktur. Elbette ki, böyle günü birlik politikalarla ve düşüncesizce yönetilen ve aynı ana ile babadan türeyen Bozkurt nesline Türk Tanrısı lanet edecektir. Geçmişte yaptığımız hataların başımıza neler açtığını ne çabuk unuttuk. Rus zulmünden sanki yeni kurtulmadık!
Daha dün ortaya çıkmış milletler ve devletler dünyanın efendiliğine soyunmuşlar, bir zamanlar Türklerin yaptığı işi yapmaya kalkışıyorlar da, 200 milyonluk Türk Dünyası oturmuş onları seyrediyor, olacak şey mi? Yazıklar olsun bize!
“Türk Tarihinin Kahramanları: 51- Mesut Sabri”, Orkun, Sayı 115, İstanbul 2007
TARİH /// Türk Dünyasında Bir Türk Devleti : SAFEVİLER…
İşte Safevi Türk Devleti’nin Bilinmeyen Tarihi…
Safevi devletinin kuruluşu, daha önceki İslam ordularının İran coğrafyasına girişi ve Moğol istilaları gibi tarihin önemli olaylarından kabul edilmektedir.
İslam sonrası dönemde ilk defa olarak İran toprakları bir Türk hükümdar altında birliğini sağlamıştır. Bölgenin önemli uzmanlarına göre Safevi devleti ideal bir Türk Devletidir.[1]
İslamiyet sonrası en önemli Türk-İslam devletlerinden biridir.
1501 ve 1736 yılları arasında bugünkü Azerbaycan, İran, Ermenistan, Irak, Afganistan, Türkmenistan ve Türkiye’nin doğu kesiminde varlığını sürdürmüş, tarihte ilk kez Şiî Onikiciliğini resmî mezhep olarak kabul etmiş olan halkları yönetmiş ve Azerbaycan’ın varis olduğu hâkim hanedanın devletidir.
Safevi Devleti’nin kuruluşuna destek veren Türkmen boyları şunlardır; Şamlı, Afşar, Kaçar, Çağırganlı, Karamustafaoğlu, Tekeli, Humuslu, Ustaclu, Dulkadirlu, Varsaklardır.
İsmail Safevi, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın torunu olan Akkoyunlu Emiri Elvend Mirza’yı Şarur (Nahçıvan) yakınlarında yendikten sonra 1501 yılının temmuz ayında Tebriz’de kendisini Şah ilan etmiştir. Bundan sonra tüm İran’ı ele geçirerek, Mayıs 1502’de resmen Safevî Şahı olan I. İsmail sonraki 250 yılda Orta Doğu’ya büyük etki yapacak bir Şiî devletinin temelini atmıştır.
Safevi devletinin saray ve ordu dili Azerice, bürokrasi dili Farsçadır.
Safevi ismi Şah İsmail’in dedesi Şeyh Sefiyüddin’den gelmektedir. Tarikat şeyhi olan Sefiyüddin İshak İlhanlılar döneminde tarikatın merkezi Erdebil’de büyük nüfuz kazanmış ve İlhanlı yönetiminin dikkatini çekmiştir. Türkmen olan Sefiyüddin 1334’de vefat ettiği zaman oğlu Sedreddin, sonra Hace Ali şeyh olmuştur. Esasen bir Süfi tarikatı olan Safevi tarikatı zamanla Batıni hareketlerin tesirine girerek Şii inancını benimsemiş ve Şii tarikatlar arasında önemli bir yer edinmişti.[2]
Çeşitli Türkmen boylarını kuruluşu desteklediği Safeviler Şii mezhebini devletin resmi ideolojisi olarak kabul etmiştir. Devletin yönetiminde otuz iki kabile ve soylu aile söz sahibi olmuştur. Genelde yaygın olan teze aykırı olarak devletin kuruluşunda esas rolü Akkoyunlu ve Kararkoyunlu Türkmenlerinin değil orijinal ve yeni Anadolulu (Rumlu) ve Suriyeli (Şamlu) Alevi Türkmen topluluklarının oynadığı ortaya çıkmaktadır.
Safevi Devleti Şah İsmail döneminde Asya’nın en büyük devleti haline gelmiş sınırları Azerbaycan ve Türkiye’de doğu Anadolu hattına kadar genişleyerek Osmanlı İmparatorluğu ile sınır komşusu haline gelmiştir. Batınilik hareketlerinden etkilenen Türkmenlerin Osmanlı Devleti’nce dışlanması ve Şah İsmail etrafında birleşmesi iki ülke arasında husumete yol açmıştır. Anadolu’da devlet otoritesini sağlamaya çalışan Osmanlı Devleti asi ilan ettiği ve dışladığı Alevi Türkmenlerin Şah İsmail’in yanında yer almasıyla dış sorunlarla karşı karşıya kalmıştır.
Osmanlı’da vergi düzeninde yapılan adaletsizlikler ve devlet yönetiminde Türkmenlerin dışlanmaya başlaması yeni sorunlara zemin hazırlamıştır. Safevîler bu dönemde etki alanlarını düzenlemek istemişlerdir. Nitekim Anadolu’ya gönderdiği aracılarla Şii propagandası yapmaktaydı. Osmanlı o sıralar taht kavgalarıyla meşguldü. Bu da Şah İsmail’in işini kolaylaştırıyordu. Şah İsmail Şahkulu Baba’yı Anadolu’daki halefi olarak ilan etmesinin ardından kendisine bağlı olan tüm Alevileri örgütleyerek Osmanlı Devletine karşı ayrılıkçı faaliyetler içine girmişlerdir.
Tarihe Şahkulu isyanı olarak geçecek bu vaka (1511) sürecinde Şahkulu Baba Anadolu’da yaşayan Alevi Türkmenlerin dini ve sosyal liderliğini üstlendikten sonra kendilerine kucak açan Şah İsmail lehine faaliyetler yürüterek Osmanlı tebaasındaki Alevi cemaatlerini Şah İsmail’e biat etmeye çağırmıştır.
Şahkulu İsyanı Alevi isyanlarının sadece başını çekmiş sonraki yıllarda Osmanlının Aleviler üzerine uyguladığı baskı ve zulümlerle Osmanlı aleyhine olan faaliyetler hiç bitmemiş ve Anadolu Alevileri sorunu çözülememiş bir sorun olarak yıllarca önemini korumuştur.
İsyanın sorumlularını cezalandırmak isteyen Yavuz Sultan Selim, Osmanlı için büyük bir tehdit unsuru olan Şah İsmail’i etkisizleştirmek için çıktığı İran seferinde beş ay gibi bir süre harcadıktan sonra Çaldıran Savaşı’nın yaşandığı Çaldıran Ovası’na 23 Ağustos 1514 tarihinde varmıştır.
Yavuz Sultan Selim, uzun süren seferi sırasında Şah İsmail ile mektuplaşmış, bu yazışmalar hem meydan okuma, hem tehdit hem tenkit içermekteydi. Bu yazışmaların en dikkat çeken detayı ise Yavuz Sultan Selim’in İran/Fars topraklarında hüküm süren Şah İsmail’e yazdığı mektuplarda Farsça, İran/Fars Hükümdarı Şah İsmail’in ise Türkçe kullanmış olmasıydı. Zira Fars edebiyatının hâkim olduğu Osmanlı Sarayına kıyasla Fars Topraklarına hükmeden Şah İsmail ve Safevi Devletinde Türklük ve Türk Kültürü ön plandaydı.
Yavuz Sultan Selim, sefere başlarken gönderdiği ilk mektupta Şah İsmail’in “İslamiyet’e aykırı hareketlerini tenkit etmiş, yaptığı mezalimlerden bahsederek katlinin vacip olduğunu ifade ederek kılıcından evvel İslamiyet’i kabul etmesi lazım geldiğini” yazmıştı. Şah İsmail ise harbe hazır olduğunu ifade ederek “Er isen meydana gelesin, bizde intizardan kurtuluruz” diyerek cevap vermiştir.
23 Ağustos 1514’de yaşanan Çaldıran Savaşı Osmanlı Devletinin galibiyeti, Safevi Devletinin hezimeti ve mağlubiyetiyle sonuçlanmıştır. Çaldıran Savaşı’nın kazanılması ile Erzincan, Bayburt ve Kemah Kalesi Osmanlı Devletinin hâkimiyeti altına girmiştir.
Şair ve edebiyatçı kimliği ile de bilinen Şah İsmail Çaldıran yenilgisinin ardından şiir ve edebiyatla daha çok ilgilenmeye başlamıştır. Şah İsmail’in pasif devlet idaresi esnasında Safevi Devleti Safeviye ailesi ve tarikata mensup Şii Türkmenler ve göçmen Anadolu Alevi Türkmenlerin desteği ile varlığını sürdürebilmiştir.
Şah İsmail’in kontrolünü kaybetmesi sonrası Fars kökenli devlet adamlarının vezirlik gibi en önemli mertebelere atanması Türkmenlerin tepkilerini çekmiştir. Özellikle Safevi tarihi için bir dönüm noktası olan Çaldıran Savaşı sonrasında Arap ve Fars kökenlilerin devlet idarelerindeki etkinlikleri artmaya başlamıştır. Bu durumu kabullenmeyen Türkmenler daha önce Osmanlı Devletine karşı başkaldırdığı gibi Safevi Devletine karşı meydan okumaya başlamışlardır. On beş yıl süren bu isyan hareketiyle Fars olan beş vezir Türkmenler tarafından öldürülmüştür. Farsların nüfuzunu arttırmasıyla da tüm devlet Farslaşmaya başlamıştır. Şah İsmail’in 1524’te ölümünün ardından tahta oğlu Tahmasp geçmiştir.
Tahmasp, Sultan Süleyman’ın ölümünden sonra iç karışıklıklarla ve özellikle Horasan bölgesindeki Özbek akınlarıyla uğraşmıştır. Ülkesinin Farslaşmasına engel olamamış ülkesini elinden geldiğince ayakta tutmaya çalışmıştır. 1576 yılında öldükten sonra Safevi Devleti artık cihan devleti olmaktan ziyade zayıf bir devlet haline gelmiştir.
Tahmasp’ın oğulları arasında yaşanan taht kavgaları sırasında devletin iyice zayıflamasının ardından başa geçen 1. Abbas 42 yıllık uzun hakimiyet döneminde Safevi Devleti’nin içinde bulunduğu zor duruma rağmen ayakta tutabilmiş ve devletin yıkılmasına engel olmuştur. Türk Devleti olarak kurulmuş olan Safevi Devleti, Şah Abbbas devrinde önlenemez bir şekilde Farslaşmıştır.
Bu tarihten sonra İran tarihi parçası olarak yer alacak olan Safevi Devleti toplumsal olarak zenginleşmiş olmasına karşın siyasi olarak zayıflayarak küçülmüştür. Siyasi zayıflama ilerleyen yıllarda Safevi Devleti’nin yıkılma sürecini getirmiştir. Şah Abbas döneminden sonra Türk kimliği ortadan kalkarak önce İranlılık ön plana çıkarken Farsların devlet erkanında yeri sağlamlaştıktan sonra ise İran tarihinin parçası sayılmıştır. Bugün İran nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan Türkmenlerin kökeni Safevi Devletine dayanmaktadır.
Şah Abbas’tan sonra tahta geçen oğlu Safi Mirza Safevi Devleti’nin geleceğini tehlikeye sokan politikalar geliştirmiştir. Türklükten de iyice uzaklaşan Safevi Devleti Osmanlı ile süregelen barış halini ortadan kaldırıp onlara savaş açınca devletin sonu iyice yaklaşmış oldu. Van’ı tekrar almak isteyen Safevi Devleti’nin seferine karşı Osmanlı Devleti’nin tepkisi sert olmuştur.
Giderek zayıflayan devlet Zend hanedanının kurucusu Kerim Han’ın ülkede iktidarı ele geçirecek meşruluğu sağlaması ile 1760’da resmen son bulmuştur.
Safevi padişahlarının 3 büyük özelliği bulunmaktadır;
1. Eski İran’ın padişahlarının Tanrıdan gelen ve ‘Şahane Görkem’ olarak adlandırılan gücü bulunmaktaydı. Safeviler bunu Allah’ın yer üzerindeki gölgesi olarak adlandırmışlar ve bu gücü tartışmasız hale getirmişlerdir.
2. Bu makamı Safeviler 7. İmam Musa Kazım’a dayandırarak muhalefet etmeyi günah sayıyorlardı.
3. Sufi fırkasının Kamil Mürşit makamı Safevi hanedanının elinde bulunmaktaydı. Bu da halkın itaatini kolaylaştırmıştır.[3]
ŞİMDİ BUGÜNE GELELİM…
Safeviler TÜRK, Şah İsmail, TÜRK; Yavuz Sultan Selim, TÜRK…
Ve bugün Ortadoğu’nun son iki bin yılında hükmetmiş iki büyük güç var; BİZANS ve TÜRK!
Ve bugün Ortadoğu’da oynanan oyun da açık; etnik ve mezhepsel temelde ayrıştırıp parçalamak!
Bizans’ta etnik ayrım artık yok, dinde de mezhep ayırımı artık yok; şu an KUTSAL İTTİFAK’talar!
Yani üzerinde oyun oynanacak tek bir TÜRKLER kaldı, başkası yok!
Peki Türkleri nasıl ayırıp parçalamayı hesaplıyor bunlar; etnik ve mezhepsel!
Etnik; TÜRK-KÜRT diye!
Mezhepsel; ALEVİ-SÜNNİ diye!
İki Türk Beyi vakti zamanında sırf bu ayrım yüzünden birbirini kırdı ama biz tarihten ders alıp asla biribirimizi kırmayacak, aksine birleşip tıpkı eskisi gibi GÜÇ olacağız!
BU BİR TÜRK-BİZANS SAVAŞIDIR; HERKES ONA GÖRE SAFINI TUTMALI!
Erdal Sarızeybek
[1] http://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423931518.pdf
[2] http://muratkandemir-bilgikutusu.blogspot.com.tr/2014/09/tarihin-unutulan-turk-sayfas-safeviler.html
[3] Abdüllatif Kazvini, Safevi Tarihi, s.25
BİLGETÜRK
TARİH : TÜRK KÜLTÜR TARİHİNDE KAHVE VE KAHVEHANE
Onaltıncı yüzyıldan itibaren, Türk insanının yaşamına giren kahve ve kahvehane etrafında, çok geniş bir kültürel birikim oluşmuştur. Kahve ve kahvehane merkezli kültürel birikim ortamı, o kadar hızlı gelişmiş ve geniş bir alanda etkili olmuştur ki, belki de Türk insanının yaşamına bu derece etki eden -içecek ve mekan olarak- ikinci bir unsur gösterilemez.
Kahvehaneler, toplumsal paylaşımın gerçekleştiği ve geçmişin yâd edildiği kültürel mekanlar olarak Türk insanının yaşamında önemli bir yer tutmuştur. Bir “sohbet kültürü”ne sahip olan Türk toplumunun, dinsel açıdan “meşru” kabul edilen kahve ve kahvehaneye sahip çıkması ve bu unsurları yaygınlaştırması, birçok toplumdan daha hızlı ve kapsamlı olmuştur.
Kahvehaneler, Türk insanı için birer “kültür mekanı” olarak hizmet vermişlerdir. Ayrıca kahvehaneler, “toleranslı davranma” alışkanlığının kazanıldığı merkezler olarak da dikkat çekmektedirler.
Kahve, bir içecek adı olarak bilinirken, bazı yerlerde kahvehane yerine kısaca kahve kelimesi kullanılmaktadır. Yine, kahvehanelerle benzer fonksiyonlar göstermesine rağmen, kıraathanelerin de genel olarak kahvehane anlamında kullanıldığı ifade edilmelidir. Kıraathane, kahvehaneden daha sonra ortaya çıkan bir kavramdır ve bu mekanların “okuma salonu” olarak kullanılmasıyla bağlantılıdır.
Kahvehanelerin, kıraathane (okuma evi) olarak faaliyet göstermesi Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’ne rastlar. Bu mekanlarda “devlet sohbeti” yapılmasının önlenmesi için böyle bir uygulama başlatıldığı söylenebilir. Bu dönemden sonra, kahvehanelerde edebi faaliyetler -zoraki bir şekilde de olsa- artmıştır.[1] Tanzimat Dönemi’nden sonra ise, Avrupa’da açılan kulüpler ve okuma salonlarının örnek alınmasıyla kıraathanelerin sayısının daha da arttığı dikkat çekmektedir.
Kahve içme alışkanlığı, yaklaşık olarak V. yüzyıla kadar geri gitmektedir. Belli bir zaman diliminden sonra, bu içecek etrafında maddi ve manevi kültür unsurları oluşurken, bu unsurlardan bazıları günümüze kadar gelmiş, bazıları da ortadan kalkmıştır.
Ünver, Türklerin bir “kahve ve kahvehane medeniyeti”nden sözederken,[2] bu mekanların daha çok erkeklere hitap ettikleri dikkat çekmektedir. Gregoire, kahvehaneleri “erkekler evi” ve “kadınların giremediği bir ortam” olarak tasvir etmektedir.[3] Kadınların ise, kahve içmede hamamları tercih ettikleri ve yine komşu ziyaretlerinde kahve içme geleneğinin yaygınlaştığı bilinmektedir. Ancak, erkeklerin devam edegeldiği kahvehanelerde oluşan kurumsal yapıya özgü davranışların, kadınların kahve tükettikleri yerlerde pek oluşmadığı ifade edilebilir.
Ünver, Türk kültürel yaşamında kadın ve erkeklerin ayrı ayrı mekanlarda toplanmalarıyla kahvehane kültürünün yerleşmesi arasında bir ilişki arar. Kadınların, komşulara gitmek suretiyle sohbet etme imkanı bulduğunu, erkeklerin ise daha çok kendi seviyesine uygun kahvehaneye gittiklerini ifade eder. Her mahallede bir ya da daha fazla kahvehane olması da,[4] bu tutumun ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir.
Kahvehaneler ve etrafında oluşan kültürel ortam, daha çok Batılı seyyahlar ve ressamların dikkatini çekmiştir.[5] Türk kahvesi ve kahvehanesi etrafında oluşan kültür o kadar geniştir ki, Batılı gezginlerden bazıları neredeyse bütün yazılarını bu konuya ayırmışlardır. Yunanlılar, Türk kahve ve kahvehanesi etrafında oluşan kültürden o kadar etkilenmişlerdir ki, Yunancada kahve ve kahvehane kültürüyle ilgili birçok kelime -çok az değişiklikle- Türkçedir. Bunlar; kafes (kahve), cezves (cezve), flincani (fincan), tabis (tabi), yedeki (yedek), delves (telve), kavurdistiri (kavurucu), kaynaki (kaynak), theryaklis (tiryaki), briki, kafenes (kahve evi, kahvehane), kafebriki, kafekuti[6] olarak sıralanabilirler.
Ünver, mahalle kahvehanelerini “kulüp”e benzetmektedir. İngilizler arasında yaygın olan kulüplerin, Türk kültüründen alındığını ve buradan da bütün Avrupa’ya yayıldığını ifade eder.[7] Bunun yanında, kahvehaneler ve kıraathaneler, Türk geleneksel kültüründe yer alan köy odalarının şehirleştirilmiş hali biçiminde de algılanabilmektedir.[8]
Türk kahvesinin kendine özgü bir döşeme kuralı vardır. Bir eczanenin, bir tuhafiye dükkanının nasıl belli bir tefriş usulü varsa, kahvehanenin de aynen öyledir. Kahvehanede kullanılan eşyanın genel olarak değişmeyen yerleri vardır. Kahve fincanı, kahve, şeker kutuları, nargile marpuçları ve hatta temizlik yapmaya yarayan süpürgenin bile yeri değişmez. Su bulunan kap, genel olarak hep aynı yere konur. Hatta kahvehane, Türk kültüründe o kadar yer edinmiş ve önemsenmiştir ki, bazı kahvehanelerde kahve pişirilen yer, adeta cami mihrabına benzetilmiştir.[9]
Evdeki misafire kahve takdim edilmesi, kahveyi sunan ailenin refahının ve misafirlere olan saygılarının bir ifadesi olarak algılanmaktadır.[10]
Kahve ve kahve içimiyle ilgili birtakım tutum ve davranışlar, bazı durumlarda, daha farklı anlamlarda kullanılabilmektedir. Eskiden olduğu gibi bugün de, evlilik öncesi yapılan “söz kesme”nin bir diğer adı da “kahvesi içilmek”tir.[11] Bayramlarda kahve ikram etme geleneğinin de günümüzde yaygın olarak devam ettiği görülmektedir.
Meddahların konuşma yeri, saz şairlerinin saz çalma ve söyleme, mani yarışlarının yapılma yeri kahvehanedir.[12] Eski kahvehaneler, günümüzdeki gibi “tembelhane” değildirler. Bunlar, “halk eğitim merkezleri” gibi fonksiyon üstlenmişlerdir. Büyüklerin nasihat yeri kahvehane iken, karşılıklı tartışmaların yapıldığı mekan da yine kahvehane olmaktadır. Kahvehanelerin önemli fonksiyonlarından birisi de, haberleşme merkezi olmalarıdır. Meslek gruplarının toplanma yeri olması da, kahvehanelerin göz ardı edilemeyecek fonksiyonlarındandır.[13]
Türkiye’de kahve yetiştirilmemesine rağmen, pişiriliş biçimi ile, “Türk kahvesi” dünya çapında bilinmektedir.[14] Bu durumun, kahvenin Türk dünyasına çok erken girmesi, kısa bir sürede kabul görmesi ve bu içecek etrafında bir kültür ortamının oluşumuyla ilgili olduğu söylenebilir.
“Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül ahbab ister kahve bahane” sözü Türk dünyasındaki sohbet geleneğinin önemini ortaya koymaktadır. “Yorgunluk kahvesi” daha çok dinlenmeyi içeren bir anlamda kullanılmaktadır. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” deyimi, insanlar arasındaki ilişkilerin pekiştirilmesini ifade ederken, kadınlar arasında yaygın olan “kahve falı”nın ise, geleceğe yönelik birtakım tahminlerde bulunma yoluyla, kişilerde psikolojik tatmin sağladığı söylenebilir.[15]
Türk kültüründe, yapılması uygun olmayan birtakım davranışların, direkt olarak ifade edilmesinden kaçınıldığı ve bunun için dolaylı bir yol izlendiği görülmektedir. Mesela; büyüklerin yanında küçüklerin kahve içmemesi gerektiği biçimindeki kural, aslında, küçüklerin büyük sohbetine katılmasının istenmemesinin bir ifadesidir. Ayrıca, görücü usulle evlenen genç kızların, gelenlere kahve sunması bir amaç gibi görünebilir, ancak asıl gaye, kişinin kendini gelenlere tanıtması ve bir sohbet ortamının oluşmasının sağlanmasıdır.[16]
Geçmiş dönemlerdeki Türk kahvehaneleri, “görgü, kibarlık ve nezaket kurallarına uyulan sosyallik mekanları” olarak ele alınmaktadır. Ayrıca, kahvehaneler, “gerçekte, eğitim, ticaret ve sanat üzerine fikir alışverişi yapılan yer”[17] olarak da görülmektedir.
Kahvehanelerde, ortaya çıktıklarından beri kahve içilmesi yaygındır. Ancak, zamanla daha değişik içeceklerin tüketildiği de görülmektedir. Bunlar; şerbet, limonata, şurup, demleme içecekler ve ayrıca yiyecek olarak şekerleme, lokum, reçel biçiminde sıralanabilir.[18] Çayın yaygınlaşmasıyla bu mekanlarda çay daha yoğun olarak içilmeye başlanmıştır. Günümüzde ise, kahvehane olarak adlandırılan mekanlarda çay, neredeyse tüketilen tek içecek olmuştur.
Toplum kültürünü şekillendiren medrese, saray, tekke ve asker ocağı dışında, “din dışı” ve “sivil” bir anlayışla oluşmuş olması, yani spontane olması, belki de kahvehanelerin en önemli yanıdır.[19] Dolayısıyla, bu mekanların doğal bir gelişim seyri takip ettiği rahatlıkla ifade edilebilir.
Yerleşik kahvehanelerin belli zamanlarda kapatılması, insanların bu mekanlara olan ilgisini azaltmamış, buraların fonksiyonunu üstlenen bazı yeni oluşumlar (seyyar kahvehane/koltuk kahvehanesi) yasaklı dönemlerdeki boşluğu doldurmuştur.
Aşağıdaki ifadeler, kahvehanelerin çok fonksiyonlu yönünü ortaya koyması yönünden ilginçtir: “Anadolu köyünün hakiki mabedi kahvedir. Kahveci mabedin teşrifatçısı. Kahve er meydanıdır. Mahsulün gidişatı kahvede konuşulur. Kız kaçırma haberi kahveye gelir. Filan vuruldu, kahvede duyulur. Vergi memuru kahveyi ziyaret eder. Muhtar kahvededir. Tarihteki tekkelerin yegane ciddi rakibi kahveler olmuştur. 1940 harbi, Türk köylüsü tarafından kahvenin hoparlöründen dinlendi. Kahve harman zamanı, ekin zamanı boşalır. Kahveci ekseriye hem berber, hem şairdir. Lafın kısası kahve, köyün stratejik merkezidir.”[20]
Kahve -ve az da olsa kahvehane-, Klasik Türk Edebiyatı’nda yoğun olarak yer aldığı gibi, halk şiirlerinde, türkülerde, manilerde, masallarda, tekerlemelerde, bilmecelerde, atasözlerinde, deyimlerde ve fıkralarda da üzerinde çokça durulmaktadır.[21]
Kahvehaneler, edebi dostlukların kurulma mekanı olarak fonksiyon üstlenirken, dergi çıkarma kararları buralarda alınmakta ve “edebi kavga”lara ev sahipliği yapmaktadırlar.[22]
Edebi kişiliğiyle tanınanların, mistik bir anlam yüklenen mey ve meyhane üzerinde çokça durmuş oldukları bilinmektedir. Kahve ve kahvehanenin Türk toplum hayatına girişiyle birlikte, bu söylemlerde zenginleşme olmuş, “dine aykırı” bir mekan olarak görülen meyhaneden ziyade, kahve ve kahvehaneye vurgu yapılmıştır.
Kahve ve kahvehane, Türk toplumunda yer etmeye başladığı tarihlerden itibaren, yeni birtakım kavramlar, deyimler, atasözleri ortaya çıkmıştır. Kahve ve kahvehane ile ilgili terimlerin; sabah kahvesi, kahve falı, yorgunluk kahvesi, kahvenin demlenmesi, köpüklü kahve, kahve telvesi, kuru kahve, kahvaltı (kahve altı), Türk kahvesi, sun’i kahve, sütlü kahve, kahve çekmek, kahve dövmek, kahve kavurmak, kahve zehirlenmesi, kahve parası (bahşiş), kahverengi, “Müslüman şarabı” biçiminde sıralanması mümkündür.
Kahve ve kahvehane ile ilgili deyimlerden bazıları ise; kahve tütün keyf bütün; el kahveti bila dühan, keennevmü bila yorgan (tütünsüz kahve, yorgansız uyku gibidir). bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır; aydınlık kahveniz olsun (kahve falına bakanlar birbirine söylerler). kahve cezvesi karaca ama sürece; kahvenin karasından kaçmayız parasından; kahve dövücüsünün hınk deyicisi/kahve döğene tırk deme (yardakçılık yapan kimse için söylenir); gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül dost ister kahve bahane; kahve peykesinde aleme nizam vermek (kahvede oturanların ülke ve dünya meseleleri üzerinde görüş ileri sürmeleri ve çözüm üretmeleri); kahve altı (kahvaltı) olmayınca kahve etmez faide; kahvenin yüzü karadır ama yüz ağartır; Türkler kahvesiz yaşayamaz; Veysel Karani’nin ruhuna değsin biçimindedir.
Zamanla, her kahvehanenin kendine özgü birtakım fonksiyonları ortaya çıkmıştır. Farklı fonksiyon gören kahvehaneler; deniz kenarı kahvehanesi, açık hava kahvehanesi, kır kahvehanesi, yazlık kahvehane, seyyar kahvehane, nargile kahvehanesi, balıkçı kahvehanesi, esnaf kahvehanesi, yeniçeri kahvehanesi, semai (çalgılı) kahvehane, imaret kahvehanesi, tulumbacı kahvehanesi, esrarkeş kahvehanesi, sabahçı kahvehanesi, tiryaki kahvehanesi, horozcu kahvehanesi, meddah kahvehanesi, hayalci kahvehanesi, köçek kahvehanesi, pehlivan kahvehanesi, defineci kahvehanesi, ırgat kahvehanesi, lonca kahvehanesi, garipler kahvehanesi, kuşçu kahvehanesi (çukur), bulvar kahvehanesi, hemşehri kahvehanesi, mahalle kahvehanesi, semt kahvehanesi,[23] iskele kahvehanesi, otel kahvehanesi, han kahvehanesi, lokanta kahvehanesi, köy kahvehanesi biçiminde sıralanabilir.
Kahve ve kahvehane ile ilgili olarak ilk akla gelen malzemeler ise şunlardır: Kahve fincanı, kahve tabağı, kahve dolabı, kahve kutusu, kahve dibeği, sürgeç, büyük kahve çekeceği, kahve güğümü, kahve cezvesi, kahve ibriği, kahve ocağı, kahve kaşığı, kahve değirmeni, kahve örtüsü, kahve tepsisi, çubuk, zarf, tava, nargile, şekerlik.
Kahve, hastalık durumunda, yaz ishallerinde eskiden olduğu gibi bugün de kullanılmaktadır. Limon suyundan yararlanarak, kahveler hap haline getirilir ve aç karnına içilir. Baş ağrısında, dilimlenmiş patatese serpilir. Dolama olan parmağın, sıcak pişmiş kahve içinde bekletilmesi de yaygındır. Midesine herhangi bir yiyecek dokunanlara ve ayıltılmak istenen sarhoşlara da kahve içirtilir. Öksürükten kurtulmak için, ateşte yakılan kahvenin dumanına tutulmuş havlu göğse konur. Romatizma ve böbrek taşı tedavisinde kahve içilir. Gut hastalığında kahve etkili bir ilaçtır. Kahvenin, kalbi kuvvetlendirici ve hazmettirici özellikleri de vardır. Boğmacada en etkili ilaçlardan birisi kahvedir.[24]
Kusmayı önlemesi, baş ağrısını alması, göz kapağındaki sivilceleri iyileştirmesi, gamı gidermesi de kahvenin yararları arasında sayılmaktadır.[25] 17. yüzyılda tanınmış hekimlerden Salih bin Nasrullah, kahvenin balgamı söktüğünü, midenin fonksiyonlarını düzenlediğini, zihni açtığını ve öksürüğü iyileştirdiğini belirtmektedir. Zehirlenen hayvanların tedavi edilmesinde de, -içirilmek suretiyle- kahve kullanıldığı bilinmektedir.[26]
“Camilerin bekleme salonu”na dönüşen kahvehanelerde çok çeşitli edebi faaliyet olmuş, şiirler okunmuş, dinsel içerikli müzikler icra edilmiştir. Ayrıca, -daha çok kıraathane olarak anılan yerlerde- Muhammediye, Battal Gazi, Hamzaname gibi dinsel içerikli eserlerin okunması da gelenek haline gelmiştir.[27]
Kahvehaneler, önceleri “eğlence merkezi” olarak görülmüşlerdir. Ancak, daha sonraları bu mekanlarda yoğun olarak şairlerin şiir okudukları, edebi sohbetlerin yapıldığı, din adamlarının devam ettiği[28] ve dinsel içerikli sohbetlerin yoğun olarak gerçekleştirildiği dikkat çekmektedir.
Kahvehanelerin belki de en dikkat çeken özelliği, “sosyalleştirici” bir fonksiyon görmeleridir. Bu mekanda bulunan ve burada aynı maddeyi tüketenler, farklı sosyal kesimlere mensup olsalar da, aynı konular üzerinde tartışabilmektedirler.[29] Bu yönüyle kahvehanelerin, farklı sınıf ve anlayışta olanları bir araya getirmesi ve fikir alış-verişinde bulunulmasına imkan vermesinden dolayı, “diyalog ve hoşgörü merkezleri” olarak görülmesi olanaklı hale gelmektedir.
Kahvehaneler, insanlar -tabii ki erkekler- için evin dışına çıkmada bir mazeret sağlamıştır. Kahvehaneye gitmekten maksat, her ne kadar kahve içmek olarak gözükse de, asıl amaç, arkadaşlarla buluşup sohbet etmek ve eğlenmektir. Kahve ve kahvehanenin yasaklandığı bazı dönemlerde ortaya çıkan seyyar kahvehanelerin yaygınlaşmamasında en önemli unsur, bu uygulamanın insanlar arasındaki sohbet olanağını ortadan kaldırmasıdır.
Özellikle kahve ile ilgili birçok hurafe bulunmaktadır. Kahvenin tabağa dökülmesi paraya ve zenginliğe işaret gibi algılanırken, kahve üzerinde büyük bir kabarcık oluşması dostluğa ve bazen de sıkıntılı günlere işaret etmektedir. Fincanın kırılması ise, uğursuzluk olarak görülür.[30]
Günümüzde, özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde sevinçli günlerde ve kutlamalarda “mırra” olarak adlandırılan içecek tüketilmektedir. Bu içecek, iki defa kaynatıldıktan sonra telvesi alınan kahvedir. Birbirinin mırrasını içenler arasında sanal bir yakınlaşma olduğu kabul edilmektedir.[31]
Eğlence meclislerinde yoğun olarak tüketilen kahve, matem zamanlarının da vazgeçilmez içeceği durumundadır. “Acı kahve”, daha çok matemli günlerde misafirlere sunulur. Ölümden sonraki günlerde, “taziye evi”ne gelenlere “acı kahve” verilmesi geleneği bugün de devam etmektedir.
Kahvenin içilmesi ve yayılması ile ilgili dinsel anlatımlardan birisi, kahveyi ilk bulan kişinin Şazili adında bir tarikat şeyhi olduğu biçimindedir.[32] Bu söylemin, kahvenin ve onun şekillendirdiği bir mekan olan kahvehanenin daha kolay bir şekilde kabul edilmesini sağladığı söylenebilir. O dönem Osmanlı toplum yaşamında, dinsel referansların önemli bir yere sahip olduğu göz önüne alındığında, kahveye niçin bu tür bir açıklama tarzı getirildiği daha iyi anlaşılmaktadır. Bu yönüyle, dinsel açıdan haram sayılan, mey ve meyhaneye alternatif bir içecek ve mekanın ortaya çıkması anlamlıdır.
Kahveyi savunanlar, kendi görüşlerini desteklemek için Kur’an’dan referans getirmektedirler. Gece uyanık kalmanın faziletleri ileri sürülerek, kahve için dinsel açıdan meşruiyet kazanılmaya çalışılmaktadır.[33] Kahvehanelerin ilk olarak Mekke’de açılması ve daha çok tarikat mensuplarının sahip çıkması da, kahveye ve kahvehanelere olumlu bakışta etkili olmuştur denilebilir.
Bazı rivayetlerde de, kahveyi ilk bulan ve kullanan kişinin Veysel Karani olduğu ifade edilmektedir. Veysel Karani’nin, kendisine keyif vermesinden dolayı, bu bitkiye “keyfe” adını verdiği ve bu ismin daha sonraları “kahve”ye dönüştüğü ileri sürülmektedir. Kahve içildikten sonra, “Veysel Karani’nin ruhuna değsin” dendiği bilinmektedir.[34] Bu anlatımın, kahve ve kahvehanelerin meşru görülmesi ve yaygınlaşmasında etkili olduğu dikkat çekerken, “karnında kahve bulunduğu halde ölenler, doğru cennete giderler”[35] biçimindeki dinsel ifadenin de, kahvenin -ve dolayısıyla kahvehanelerin- kabul görmesinde olumlu bir bakış açısı oluşturduğu söylenebilir.
16. yüzyılın son çeyreğinde çok yaygın hale gelen kahvehaneler, yönetimdekilerin dikkatini çekmiş ve birtakım tedbirler almalarını gerektirmiştir. Bu tarihlerden sonra, kahvenin ve kahvehanelerin yasaklanması -bazı ara dönemlerde- gündeme gelmiştir. Bu yasaklamalarda gerekçe olarak çoğu zaman dinsel yorumlamaların etkili olduğu gözden kaçmamaktadır. Kahve ve kahvehanelerin yaygınlaşmasından hoşnut olunmadığı dönemlerde, kahve ve şarabın bir tutulduğu ve bu ilişkiden yola çıkılarak, sık sık, kahve ve kahvehanenin haramlığına dair şeyhülislam tarafından fetva çıkarıldığı görülmektedir.
Kahve ve kahvehanenin dinsel açıdan haram mı? yoksa helal mi? olduğuna ilişkin tartışmalar, özellikle edebiyat alanında birçok eserin ortaya çıkmasıyla neticelenmiştir. Klasik Türk Edebiyatı örneklerinin çoğunda bu konuların işlendiği dikkat çekmektedir.[36]
Kahvehaneler özellikle Ramazan aylarında çok daha hareketli olmaktadırlar. Bu ayda, kahvehanelerde sazlı sözlü meclisler kurulmakta, aşıklar atışmakta ve edebiyatçılar da eserlerini anlatmaktadırlar.[37] Kahvehanelerin, özellikle Ramazan ayında, merkezi bir mekan durumuna gelmelerinin de, bu mekanlara olumlu bakışı sağladığı söylenebilir.
Kahvehanelerin, ortaya çıktıkları tarihlerden itibaren Türk toplumunda olumsuz bazı davranışların kurumsallaşmasına da neden olduğu söylenebilir. Bunlardan en önemlisi, bu mekanların bazı insanlar için “zaman öldürme” yeri olmalarıdır. Ayrıca, kahvehanelerde kumarı anımsatan birtakım oyunların oynanması, bu olumsuzluklar içinde ele alınabilir. Atatürk, 1931 yılında Aydın’ı ziyareti sırasında kahvehanede oyun oynayanları görmüş ve şu sözü söylemiştir: “Kahvehaneler kıraathanedir, kumarhane değildir. Aydın’da kahvehanelerde oyun oynanmasını yasaklıyorum[38]”. Tarih boyunca, çeşitli olumsuz tutum ve davranışların ortaya çıkmasında kahvehanelerin etkisi yadsınamaz.[39] Kahvehanelere bazen “erkek sığınma evi”[40] olarak bakıldığı da dikkat çekmektedir.
Türk edebiyatında, kahvehaneler ile ilgili en keskin ve olumsuz eleştirilerin, İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy tarafından yapıldığı görülmektedir. Akif, “Şark’ın harim-i kaatilidir” (Doğu’yu öldüren unsurdur) ifadesiyle kahvehaneleri anlatmaktadır. Akif, kahvehaneleri “eski batakhaneler mukabili” olarak görmektedir. İnsanların zamanlarının boş yere harcamasına neden olmalarını Akif, kahvehanelerin en olumsuz yönü olarak ele alır ve bu görüşünü “zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe”[41] dizesiyle anlatır.
Akif, kahvehanelerin aile yaşantısını unutturduğuna özellikle vurgu yapmaktadır. O, kahvehaneye gitmektense, erkeğin evde eşiyle birlikte olmasının daha yerinde olacağını ifade eder.[42] Bu mekanları, “pis” görmekte ve “ahırla farkı: o yemliklidir, bu yemliksiz!” diyerek kahvehanelerin temiz olmadığını çok ağır bir ifadeyle tasvir etmektedir. Akif kahvehaneleri, “fonksiyonlarını tamamlamış birer unsur”[43] olarak görmektedir. Kahvehanelerin bireysel, ailesel, toplumsal vs. yönlerden olumsuzluk taşıdıkları değişik bazı kaynaklarda da anlatılmaktadır.
Sonuç olarak, yaklaşık 5 asırdan beri Türk insanının yaşamında yer edinen kahve ve kahvehane etrafında, çok geniş bir kültürel ortam oluşmuş olduğu dikkat çekmektedir. Her toplumsal kurumda olduğu gibi, bu kurumun fonksiyonlarında da zamanla farklılaşmalar meydana gelmiştir.
Önceleri insanımızın yaşamına “eğlence merkezi” olarak giren, ancak daha sonra, farklı fonksiyonlar üstlenen kahvehanelerin, özellikle kıraathane (okuma evi) olarak işlev görmesi, bu mekanların belki de en önemli yanlarıdır. Ancak, günümüzde kahvehaneler, bu fonksiyonu hiç akla getirmeyecek bir şekilde değişime uğramış ve bu mekanlar adeta sosyal sapma davranışının merkezleri konumuna gelmişlerdir.
Bugünkü Türkiye’de 46 bin kişiye bir kütüphane düşmesine karşın, 95 kişiye bir kahvehane düşmesi, bu mekanların toplum hayatında ne kadar yer edindiğini göstermektedir. Kahvehanelere, ortalama olarak, günde 10 milyondan fazla insanın devam ettiği bir Türkiye’de, iş gücü israfının hangi boyutlarda olduğu gözler önündedir.
Necip Fazıl’ın, “tembel yatakları”[44] olarak ele aldığı ve hepsinin kapatılması gerektiğini belirttiği kahvehanelerin, olumsuz fonksiyonlarının en aza indirgenebilmesi için, insanımıza “zaman bilinci”nin kazandırılması gerekmektedir. Bu mekanların sıkı bir denetime tâbi tutulmaması da, çok önemli eksikliklerden biri olarak dikkat çekmektedir.
Yrd. Doç. Dr. M. Cengiz YILDIZ
Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 635-639
ARAŞTIRMA DOSYASI /// TÜRKER ERTÜRK : TÜRK DİASPORASI ve SİYASAL İSLAM
Avrupa’da büyük bir Türk Diasporası yaşıyor. Hele Almanya’da, resmi rakamlara göre 3 milyonu aşkın. Bu büyüklükte bir nüfus, eğer asgari müştereklerde birleşebilir ve beraber hareket edebilirse, yaşadığı ülkeden azınlık hakları bile talep edebilir.
Fakat, bu gerçeğe rağmen Almanya; geçtiğimiz günlerde, ülkesinde yaşayan Türk Diasporasının ana yurdu Türkiye’ye karşı tutum takınıyor ve parlamentosundan "Ermeni Soykırımı" yasasını çıkarıyor. Biliyor ki, Türk Diasporası birleşemez ve bu karara çok ciddi bir reaksiyon bile gösteremez. Bunun gerçek nedeni ise, dinciliktir. Tarikatlar ve cemaatlerle, Türk Diasporası tamamen bölünmüştür. Birisinin camisine diğeri gitmez durumdadır.
Almanya’da yaşayan Türk diasporasının, din yoluyla bölünmesinin iki müsebbibi vardır. Bunlardan birincisi Almanya, ikincisi ise AKP’dir. İşin garibi; Almanya dini bölmek için pompalamakta, AKP ise birleştirmek için. Sizce hangisi doğru yapıyor?
AKP zihniyeti; İslam’ın, yani dinin birleştirici olduğunu sanıyor. Halbuki; tarihsel gerçekler, tam aksini gösteriyor. Din; din olmaktan, inanç ve itikat olmaktan çıkarılıp, bunun ötesinde siyaset olunca, orada birleşme değil, bölünme ve parçalanma ortaya çıkıyor.
Bırakınız siyasallaştırılan İslam ile toplumu bir araya getirmeyi, dinsel tarikatlar bile birbirlerini “kedi-köpek” gibi yerler. Almanya’da, Avrupa’da ve ülkemizde buna her gün şahit oluyoruz.
İşte bu yüzden din, emperyalizmin bir numaralı enstrümanıdır. Avrupalı, din ile Afrika’yı ve Güney Amerika’yı soymuştur. Avrupalı arkasında ekonomik nedenler de olsa; din yüzünden yüzyıllarca savaşmış ve birbirlerini boğazlamış, oluk oluk kan akıtmıştır.
Bugün Batı’da, kendi içlerinde barış varsa ve asgari müştereklerde birleşebilmiş iseler; bunun nedeni, dini kendileri için siyaset olmaktan çıkarmalarıdır.
Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde “Siyasal İslamcı” akımların arkasında, hep emperyalizm olmuştur. Amaç; dini kullanarak, bölmek, parçalamak ve kendi hedeflerine ulaşmak!
Saygılar sunarım.
Son Yorumlar