Ulu Önderimiz Atatürk’ün en büyük devrimlerinden Eğitim Devrimini ülkemizin bütününe yayma görevini gönüllü üstlenen, Köy Enstitüleri’nin kurucusu, kuramcısı ve uygulayıcısı, çağdaş eğitim bilimci İsmail Hakkı Tonguç’u vefatının 56. yılında saygı ve minnetle anıyoruz.
Günlük arşivler: 24 Haziran 2016
TARİH : TÜRK DÖNEMİNİN MACAR DİLİ ÜZERİNDE BIRAKTIĞI İZLER
Türk hakimiyeti döneminden kalma Macar kaynaklarında, Türkçe kökenli yaklaşık 1000 kelime ile karşılaşılabilir. Bununla birlikte, bu kelimeler çok farklı bir düzende kullanılmaktadır; yaklaşık 250-300 kelime genel olarak bilinmekteydi, diğerlerine de sadece belirli bağlamlarda ya da çeşitli yazarların eserlerinde rastlanmaktaydı. En yaygın olarak kullanılan kelimeler askeri ve idari ifadeler olurken, en nadir kullanılanlar ise pratik bilgi alanına aittir.
Aşağıda geçen kelimeler Macarca yazılışlarına göre verilmiştir. Türkçe yazılışlarından farkları şu şekildedir:
Sesli harflerde 0 işareti uzatma işaretidir:
a, e, i, o, ö, u, °.
Sessiz harflerde:
j =y, s = ş, cs=ç, dzs = c, sz = s, zs = j.
Türkçe’de kullanılmayan sessiz harfler:
c = ts, gy = gj, ny = nj, ty = tj.
I. Alıntı Kelimelerin Konuları
1. Savaş
Hakimiyet altında tutulan bölge, Osmanlı İmparatorluğu için önemli bir sınır bölgesi, silahların çok kısa dönemlerde sustuğu ve asla sükunete kavuşmayan bir savaş bölgesidir. Dolayısıyla, bu dönemdeki insanların savaş ve çatışma ile ilgili çok sayıda kelime aldıkları anlaşılmaktadır. Bu insanlar Türk askerlerinin sınıflarını, rütbelerini, çeşitli silahlarını ve başka bazı askeri ifadeleri öğrenmişlerdir.
Türk ordusu piyadelerden, topçulardan, süvarilerden, -Macarların Tuna filosu ile neredeyse aynı büyüklükteki- donanmadan ve çeşitli yardımcı teşekküllerden oluşmaktaydı.
Piyadelerin ve esasen tüm ordunun bel kemiğini janicsar’lar (Yeniçeri) oluşturmaktaydı. Diğer önemli teşekküller; azap, szejmen (Seymen) ve haramia (harami) idi. Süvari birlikleri gönüllülerden (Macarcada bunlara çoğunlukla gyömli ya da gyömlia denmekteydi), besli’lerden, deli’lerden ve martaloc’lardan (martalos) oluşmaktaydı. Tımar karşılığında hizmet veren szpahi’ler (Sipahi) ve zaim’ler (zaim) orduya sadece belirli durumlarda katılırlardı. Topçu birlikleri, güllecilerden, gülle- atıcılardan ve lağımcılardan oluşmaktaydı; bu sınıfların isimleri çağdaş Macar dilinde çok az bilinmektedir. Tuna donanmasının komutanı dunai kapudân ya da kapudân basa olarak adlandırılmaktaydı. Azaplar ve levendler hem karada hem de denizde hizmet vermekteydi. Kullandığımız ‘Kâtrâny’ (katran) kelimesi, Türk donanması döneminden gelmektedir. Mühendisler, silahçılar, müzisyenler, çadırcılar, ulaklar özel teşekküller halinde bir araya getirilirdi. En yaygın olarak bilinen isimler, emirleri ulaştıran csaus’lar (çavuş) ile köprü ve yol inşa eden veya silah taşıyan szarahora’lar idi.
En küçük askeri birimler, bulyuk basa ve oda basa tarafından yönetilen bölük ve oda idi. Yeniçeri birimlerinin komutanlarından bazılarına csorbadzsi (çorbacı) da denmekteydi. Generallerin rütbelerini, komuta ettikleri birliklere bağlı olarak, szerdâr, (serdar) szeraszker (serasker) ya da cseribasa (çeribaşı) gibi ifadeler belirlemekteydi. Artçı ya da yedek birlik anlamına gelen dander (dümdar) kelimesi daha sonra genel olarak orduyu ifade etmek için kullanılmaya başlamış ve günümüze kadar dilimizde kalmıştır. Çok sayıdaki askeri nişandan en ünlü olanı, atkuyruğu nişanı, boncsok’tur (boncuk). Askeri binalardan en ünlü olanı ise nöbetçi kulübesi, csardak’tır (çardak). Genel olarak bilinen küçük silahlar handzsâr (hançer), dömöcki (Şam çeliğinden yapılan sandık), fringia (Avrupa stili bir tür kılıç) ve dzsida (sürgülü bir silah) idi. ‘Atış’ anlamında kullanılan ‘szacsma’ (saçma) kelimesi ve güherçile pişirme kabı anlamında kullanılan ‘kazan’ kelimesi ateşli silahların kullanımı ile ilgili kelimelerdir.
Atın Türkler arasında sahip olduğu büyük önemden dolayı, pek çok at teçhizatının ismi Türkçeden dile geçmiştir. Kaynaklarda, eyer, battaniye, sinebent ve dizgin kelimelerinin ‘Türkçe’ ya da ‘Osmanlıca’ kökenli olduğu belirtilmektedir. Türkçe kökenli kelimeler arasında en yaygın olarak kullanılanlar; csotâr (çotar) (eyer ve at battaniyesi) ve kecse’dir (keçe). Kefe kelimesi bir zamanlar kaşağı anlamında kullanılmıştır.
2. Kamu İdaresi
İmparatorluğun temel idari ve askeri birimleri, Arapça ismi ile vilâjet (vilayet) ve elâjet (eyalet), Türkçe ismi ile de paşalık idi; bununla birlikte, Macarcada kullanılan isimleri ise pasasâg ve daha yaygın olarak da basasâg olmuştur. Basasâg’ın yöneticisine, Macarcada pasa ya da basa kelimeleri yaygın olarak kullanılmasına rağmen (örneğin; budai basa, yani ‘Buda Paşası’), beglerbeg (paşa ile aynı rütbedeki beylerbeyi) deniyordu. Daha küçük bir idari ve askeri birim ise, szandzsâkbeg (sancakbeyi) tarafından yönetilen szandzsâk (sancak) idi. Küçük idari görevliler, Macarcadaki tabirleriyle basik ya da basâk ‘paşalar’, eming, kaymakam, vezefendi, vs. idi. Ülkenin mali ve mülki işleri sicillere ve vergi kayıtlarına, yani defterlere kaydediliyordu. Mali ve parasal işleri defterdâr denetliyordu. Fethedilen topraklarda yaşayan insanların üzerindeki en ağır yük, gayrimüslim nüfusa uygulanan harâc (vergi) idi.
Ticaret ve vergiler sayesinde Türk paralarının ve ölçülerinin bazılarını öğrendik. Küçük gümüş paraya akcse (akçe), daha küçüğüne de mangur denmekteydi. Kullanılan ölçüler arasında kantâr (yaklaşık yüz kilogram) ve bir kilogramdan biraz daha fazla bir ağırlık birimi olan oka (okka) bulunmaktaydı. Taneli ve lapa halindeki mallar, orijinal olarak küçük bidon anlamına gelen fucsi (fıçı) birimi ile ölçülmekteydi. Türk yargı sisteminin yerel temsilcisi, kadi (kadı) idi ve tüm yargı sisteminin başında da kadiaszker (kazasker) bulunmaktaydı. Mufti’ler (müftü), kadıların yanında hukuki danışmanlar olarak çalışmaktaydı. Türk idari sisteminin istisnai bir şekilde sergilediği yaygınlığa bağlı olarak, çeşitli belge türleri öğrenilmiştir: Daha önce belirtilmiş olan defter’in yanı sıra, ihsan belgesi anlamındaki tezskere (tezkere), ‘üst düzey kişilerin yazılı emirleri olan’ bujurdi ve sultanın yayınladığı atname, berat ve ferman gibi belgeler.
3. Babıali
Özel olarak kullanılan ancak oldukça zengin bir grup oluşturan alıntı kelimeler, imparatorluğun merkezi Babıali ile bağlantılı ifadelerdir. Bu kelimeler temel olarak elçilerin raporlarında görülmekteydi ancak sıradan insanlar tarafından da çok iyi bilinmekteydi; çünkü insanlar kaderlerinin en uzaktaki ve nihai belirleyicisinin ‘Babıali’ ve oradaki haşmetli kişiler olduğunun farkındaydı. Yaygın olarak kullanılan kelimeler arasında szultan (sultan) ya da padisah ve nagyvezir’in yanısıra, kapi aga, kapucsi (kapıcı), bosztancsi (bostancı) ve nisancsi’ (nişancı) gibi önemli görevlilerin isimleri de bulunmaktaydı. Sultanı destekleyen şura, ünlü divan (divan) idi ve sultan ya da nagyvezir (baş komutan), kapukihaja’ları (yabancı elçiler) burada kabul ediyordu.
4. Din
Türkler ve Macarlar arasındaki en derin farklılık din konusunda ortaya çıkmaktaydı. Bununla birlikte, bu durum Macarların dinle ilgili bazı tabirleri öğrenmesine engel teşkil etmemiştir. Dinle ilgili olarak bildikleri kelimeler arasında Allah, kutsal kitap Alkoran, en önemli Müslüman günlerini (bajram, ramazan) (bayram) ve mescet (mescit), tekke, türbe, hodzsa (hoca), imam, dervis (derviş) gibi Türklerin dini uygulamaları ile ilgili ifadeler bulunmaktadır.
5. Sanat ve El Sanatları
Belki de daha önemli bir başka alıntı kelime grubu, Türk el sanatçılığının etkilerini yansıtmaktadır; bu tür kelimelerin dilimizde daha kalıcı olduğu görülmektedir. Başlangıçta bu tip nesneler ticaret yoluyla bize gelmiş daha sonra da Türk zanaatçıların fethedilen bölgelere yerleşmesi ile birlikte, bu geçen süre zarfında Macar zanaatçılar Türklerden ticareti öğrenmiştir. Özellikle çömlek ve deri ticaretinde önemli bir Türk etkisinin olduğu kabul edilebilir.
6. Giyim
Giyim alanında önemli derecede bir etkilenmeden söz edilebilir. Bunun tek sebebi renkli ve görkemli doğu giyiminin estetik etkisi değil, aynı zamanda duyulan ihtiyaçtır. Askeri teçhizat bakımından, örneğin aba ve csuha (çuha) gibi değişik kalınlıklardaki keçe benzeri maddeler önemli bir rol oynamıştır. Türklerden aldığımız en tipik giyim unsurları arasında, daha sonra Macarlara özgü bir hal alan dolmâny (dolman) ve kalpag (kalpak) gibi askeri giysiler de bulunmaktadır. Türk devlet adamlarının giysisi olan Kaftân, orijinal haliyle kullanılmamıştır; bu kumaştan sofra örtüleri, dolmâny’ler ya da etekler yapılmıştır. Zubbony orijinal olarak ‘kısa ceket’ anlamına gelmekteydi ve zseb (cep) de kese ya da elbisenin genişletici göğüs çizgisi anlamına geliyordu; pamut (pamuk) da bitkinin kendisi anlamında kullanılıyordu. Kadın giyiminde de çok güzel malzemeler ortaya çıkmıştır, ancak, orijinal olarak “çamaşır”anlamına gelen ancak daha sonra “etek” anlamını kazanan Erdel kökenli bir kelime olan ve nakışçı Türk kadınlarının anısını koruyan bulya haricinde, bunların isimleri günümüze kadar gelmemiştir.
Deri ticareti ve çizme imalatı ile ilgili kelimeler de önemli bir yer tutmaktadır. Çizme imalathaneleri hemen hemen her şehirde faaliyet göstermiştir ve Buda ve başka şehirlerin birer bölgesini simgeleyen Tabân kelimesi bu imalathaneleri anımsatmaktadır. Günümüzde hala bilinen deri türleri szattyân ve bagaria’dır; ayakkabı türleri de csizma (çizme) ve pabuc’tur. Csiriz (ayakkabı numarası, hamur), çizme imalatçılarının kullandığı özel yapıştırıcıdır; öte yandan tabak kelimesi bugün sadece belirli lehçelerde kullanılmaktadır.
7. Mutfak
Fetih dönemi, mutfak geleneklerinde de önemli izler bırakmıştır. Bugün Macarlara özgü olarak bildiğimiz pirinç ve et karışımından yapılan dolma gibi bazı yemekler bize bu dönemde gelmiştir. Türk döneminden kalma unlu mamullerden pite (pide) ve tarhonya (tarhana) günümüzde de beğeni bulmaktadır. Bununla birlikte, yaygın olarak bilinen bir et yemeği olan pasztormân (pastırma) zamanlarda bile dana eti anlamında kullanılmaktaydı. Sadece daha geç kaynaklarda karşımıza çıkmasına rağmen, zsiger (sakatat) kelimesi muhtemelen fetih dönemlerinde de bilinmekteydi. Bir başka kelime olan kaszab da dönemin Türk kasaplarından kalmadır. Çeşitli içecekler arasında yer alan kâve (kahve) oldukça popüler hale gelmiştir; ancak özel bir Türk meyve içeceği olan serbet (şerbet) ise pek kabul görmemiştir. Diğer tüketim malları arasında en çabuk şekilde yaygınlaşan ve kabul gören dohâny (tütün) olmuştur. Güçlendirici bir ilaç olan maszlag da aynı sınıfa girmektedir ve mâmor ve mâmoros (zehirlenme, zehirli) kelimelerinin ortaya çıkışı ile bağlantılıdır. Türk kökenli mutfak gereçleri arasında bogrâc (güveç) ve tepsi, bulunmaktadır. Saklama kapları arasında, szepet (sepet) ve harâr (harar) ya da hara (çuval) ve kahve tüketiminde kullanılan findzsa (fincan) bulunmaktadır.
Günümüzde, isminin içerisinde “Türk sıfatı bulunduran çeşitli bitkiler bulunmaktadır: török szegfü (Türk karanfili), török buza (Türk buğdayı)… ancak orijinal isim sadece ikisinde aynı kalmıştır: kajszi- barack (kayısı) ve kârmân-körte (armut).
II. Benimseme Süreci
1. Türk Dilinin Girişi
On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda, Osmanlı Türkçesindeki Osmanlı özellikleri kaybolmaya ve çağdaş Türkçedeki bazı fonetik olaylar ortaya çıkmaya ve gelişmeye başlamıştır. Türkçeden alınan kelimelerin fonetik özellikleri, etkilenmenin daha çok imparatorluğun orta ve doğu bölgelerinde kullanılan Türkçe’den değil, bize daha yakın olan Balkan Türkçesinden olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, Macaristan’da yaşayan Türklerin kökenleri uzaktaki Anadolu’ya değil daha yakındaki Balkan Yarımadası’na dayanmaktadır. Fetih orduları, idari görevliler ve tüccarlar bu bölgeden gelmiştir. Bu sebeple, alıntı kelimelerimizin kökenlerini Balkanlar’a yerleşen Türklerde ve Türk adetlerini özümseyen, Balkanlarda yaşayan ve orijinal olarak Slavca konuşan topluluklarda aramamız gerekmektedir. Bunlar tarafından konuşulan Türkçe, standart Türkçe’nin değişiminde çok az rol almıştır. Balkanlar’ın batısında konuşulan Türkçenin lehçeleri, on altıncı ve on yedinci yüzyılda konuşulan dilin bazı özelliklerini günümüze kadar taşımıştır ve bu eski etkiler alıntı kelimelerimizde hala kendisini göstermektedir.
Bu özelliklerden bir tanesi, dudaksıl ve dudaksıl olmayan asimilasyonun gelişmemesi ve bu sebeple, günümüzde kutu ve müftü olarak varlığını sürdüren kuti (kutu) ve mufti (Müftü) gibi kelime türlerinin Macarcada yer bulmasıdır. Kelime başlarındaki gö-, gü-, kö-, ve kü-gibi ses çiftlerinde, g ve k sesleri güçlü bir şekilde damaksı özelliğe kavuşturulmuştur. Dolayısıyla, bu sesler Macarcada gy ve ty olarak okunmaktadır. Örneğin; gyömli (Türk süvarisi-Türkçe’deki karşılığı: gönüllü), gyümrük (Türkçedeki gümrük) ve Tyuprili, Tyüprili soyadları (günümüzde, Köprülü). g sesinin ğ ve y halinde yumuşaması bu bölgede henüz gerçekleşmemiştir; dolayısıyla alıntı sözcüklerimizde sadece g sesi bulunmaktadır; örneğin aga, beg (çağdaş Türkçedeki ağa ve bey).
2. Slav Etkisi
Daha önceki bölümde de belirttiğimiz gibi, fethedilen topraklardaki Türk ordusunun büyük bir çoğunluğu Slav kökenli idi: Boşnak, Hırvat ya da Sırp. Bu Balkan-Slav askerler ve tüccarlar hem Türkçeyi hem de ana dilleri olan Slav dillerini konuşuyorlardı. Dolayısıyla, Macarlar Türkçe sözcükleri hem Türklerden hem de Slav kaynaklardan aynı anda duymuşlardır; ancak Slavlardan duydukları kelimeler daha çok Slav özellikleri taşımaktaydı. Dolayısıyla, kelimeler hem Türk hem de Slav kaynaklardan eşzamanlı olarak dilimize girmiştir. Hem doğrudan kelimeler hem de Güney Slavları üzerinden alınan kelimeler, Türk döneminin birleştirilmiş dilsel etkisini ortaya koymaktadır. Dilbilimsel açıdan bir kelimenin kökeninin tam olarak Türk mü yoksa Slav mı olduğunu tespit etmek mümkün olmakla birlikte, bu sadece birkaç belirli durumda gerçekleştirilebilmektedir; yine de bazı fonetik ve tarihsel-kültürel ölçütler mevcuttur.
Sıkça kullanılan fonetik ölçütlerden birisi,-i sesiyle biten çeşitli Türkçe kelimelerdir. Slav dilinin özelliklerine göre, -i ile biten sözcükler çoğul anlamlıdır; dolayısıyla, -i ile biten Türkçe sözcükler -ija şeklinde tekilleştirilerek gramatik yapıya uydurulmuştur. Slavcada -ija şeklinde biten sözcükler Macarcada -ia şeklinde bitmektedir. Bu sebeple, sonu -i ile biten bir sözcük Macarcada da -i ile bitiyorsa Macarcaya doğrudan Türkçeden girmiştir, eğer -ia ile bitiyorsa Güney Slavları vasıtasıyla girmiştir. Bu çerçevede, kajszi kelimesi ya da diyalektik fucsi kelimesi Macarcaya doğrudan Türkçeden girmiştir; ancak csizmadia ve haramia kelimeleri Güney Slavları üzerinden girmiştir. Her iki şekilde de kullanılan pek çok sözcüğümüz bulunmaktadır; örneğin, kádi~kádia (kadı) ve szpáhi~szpáhia (sipahi)
Fonetik ölçütlerin yanısıra, tarihsel-kültürel ölçütler de dolaylılık meselesinin kararlaştırılmasında yardımcı olabilir. Örneğin, karakteristik olarak Türkçe olan dívány (Sultanın şurası-divan), kaftán (kaftan), dohány ve kávé gibi sözcükler kesinlikle doğrudan Türkçeden alınmıştır; öte yandan tipik olarak Balkanlara özgü olan janicsár, martalóc ve hombár gibi sözcükler ise Slavlar aracılığıyla dilimize girmiştir.
III. Alıntı Kelimelerin Macarcadaki Durumu
1. Fonetik Asimilasyon
Macarca ve Türkçenin fonetik yapısındaki benzerliklerden dolayı, Türkçe kelimelerin benimsenmesi sırasında neredeyse hiçbir zorlukla karşılaşılmamıştır. Bununla birlikte, Türkçe’deki damaksıl ı ve c sesleri Macar ses sisteminde bulunmamaktadır. Ancak bu eksiklik, basit bir ses değişimi yoluyla giderilmiştir: ı sesinin yerine, ona en yakın ses olan i kullanılmaktadır; örneğin Türkçe’deki kışlak kelimesinin yerine Macarcada kislak kelimesi kullanılmaktadır ve Türkçe’deki yazıcı kelimesinin yerine de jazidzsi kelimesi kullanılmaktadır. Başlangıçta Türkçedeki c sesini kendimize yabancı bulduk ve bunun yerine cs, gy, ve nadiren de zs seslerini kullandık. Dzs sesi ancak fetihten sonraki ikinci yüzyıldan sonra kullanılmaya başlamıştır. İçerisinde c sesi bulunan bazı Türkçe kelimelerin Macarca karşılıklarında, bu dört değişik sesin hepsi de kullanılmaktadır; örneğin, hancsár, hangyár, hanzsár, handzsár (hançer).
2. Kelime Oluşumu
Türkçe’den almış olduğumuz kelimeler bugün artık Macarca ile bütünleşmiş ve dilin yaşayan parçaları, yeni kelimelerin kökleri haline gelmiştir. Daha fetih döneminde, felkaftánoz (birine kaftan giydirmek), kaszabol (parçalara ayırmak), bégség (beylik), boncsokos (at kuyruğu nişan sahibi) gibi kelimeler ve díványház (divanın toplandığı yer), vezérbasa (vezirbaşı), csizmapénz (çizme parası) gibi bileşik sözcükler türetilmiştir. Gerileyici benzeşme yoluyla csardak kelimesinden csárda, findzsán kelimesinden findzsa ve kihaja kelimesinden de kiha (vekil) kelimesi türetilmiştir. Kelime karışımının tipik bir örneği, başı ve pasa-Farsça kökenli bir kelimedir-kelimelerinin karışımından oluşturulan basa sözcüğüdür (örn., Macarcadaki szubasa ile Türkçed’eki su/sübaşı ve budai basa/pasa ifadesi). Bazı ilginç halk-etimlojileri de yaratılmıştır: olajbég ‘komutan’ (Türkçedeki alay beyi), Imre úr ‘sabit denetçi (Türkçe: imrehor), Zöldfikâr-kişi adı (Zülfikar) ve Hóbajárt-bir başka kişi adı (Hubyar).
3. Anlam Değişimi
Bazı alıntı kelimelerde, daha fetih sırasında semantik değişiklikler meydana gelmiştir. Son yüzyıla kadar yaşayan bazı sözcükler ve özellikle çağdaş Macar dilinde hala bulunan kelimeler genellikle değişik anlamlarla kullanılmaktadır.
Anlam değişikliğinde yaygın olarak görülen temel şekiller, anlam genişlemesi, kelime geçişi ve bağlamsal içerik değişikliğidir. Macarca’ya Türkçe’den geçen kelimelerde bu değişimlerin her birinin örnekleri görülmektedir.Pek yaygın olarak kullanılmayan teknik kelimeler, kefe (kaşağı) ve kazân’dır (gülle yapmak için içinde güherçile pişirilen kap). Bu iki kelime bugün değişik anlamlarla yaygın olarak kullanılan kelimelerdir. Benzerlik ve yakınlığa bağlı olarak gerçekleşen kelime geçişi de sıkça görülmektedir. Örneğin tütsülenmiş bir et türü olan pasztormâny ya da pâsztormâny (Türkçedeki pastırma) kelimesi daha sonra pastırmanın kendisinin yapıldığı dana eti anlamında kullanılmaya başlamıştır ve netice itibariyle bu daha sonra vergiye konu olmuştur. Başlangıçta genellikle askerler tarafından giyilen bir çeşit kalın keçe ve bundan yapılan battaniye ya da ip anlamında kullanılan csuha kelimesi, günümüzde malzemenin benzerliğinden dolayı keşişlerin giydiği şey için kullanılmaya başlamıştır. Bugün, kişisel özellikleri tasvir etmek için basâskodik (paşa gibi davranma) ve harâcsol (birinin parasını zorla almak ya da gasp etmek) kelimelerini kullanmaktayız. Bazı durumlarda kelimelerden mecazi anlamlar türeyebilir. Örneğin, maszlag eskiden zehirli bir bitki için kullanılmaktaydı (dikenli elma), ancak bugün göz boyama, aldatma ve yanıltma anlamında kullanılmaktadır, ki bu özellikle türetilmiş halinde daha çok anlaşılabilmektedir: maszlagol. Ayrıca, kelimelerin bağlamsal içerikleri de değişebilmektedir. Askerlerin, kurumların isimleri ve Türk dönemindeki ifadeler, fetih zamanında olumsuz bir anlamda kullanılmaktaydı. Örneğin, haramia, martaloc ve beslia orijinal olarak askerlerin sınıflarının adları idi, ancak daha sonra hırsız ve eşkıyaların elebaşı anlamında kullanılmaya başladı. Buradaki tek istisna ‘yakışıklı, hoş’ anlamında kullanılan deli ve ‘yakışıklı adam, cesur savaşçı’ anlamında kullanılan delia, dalia kelimeleridir. Anlam kötüleşmesinin daha hafif bir şekli de, kelimenin sahte, taklit anlamına kavuşmasıdır; örneğin fringia (Avrupa kılıcı) Æ ‘faydasız, modası geçmiş, süs kılıcı’. Uzaklık anlatan bazı masallarda, bölcs kâdi (akıllı kadı) ve török basa (Türk paşa) gibi bazı ifadelerle karşılaşmaktayız.
Bazı durumlarda kelimenin orijinal anlamı kısmen tamamen yok olmuş ve şimdi tamamen farklı bir anlamda kullanılmaya başlamıştır. Buna örnek olarak divâny ve csârda kelimelerini verebiliriz.
Divân (y) kelimesi ilk olarak sultanın şurası ve binası, divânyhâz da oturumların gerçekleştiği ‘divan evi’ anlamında kullanılmaktaydı. Tören odasını çevreleyen küçük koltuklar oldukça hoş halılar ve yastıklar ile daha rahat bir hale getirilirdi. Macarca’daki divânypârna (divan yastığı) ve divânyszönyeg (divan halısı) ifadeleri sıra dışı ve çok güzel halı ve yastıkları açıklamak için kullanılmaktadır. Bu bileşik kelimelerden de anlayabileceğimiz gibi, divâny kelimesi dinlenme yerini anlatan isim olarak kullanılmaya başlamış ve bugünkü kullanımıyla, koltuk anlamına kavuşmuştur. (On dokuzuncu yüzyılda Almancadan Diwan (yatak) kelimesinin Macarcaya girişi bu süreçte etkili olmuş olabilir). Bir başka doğrultuda, divâny (şura toplantısı) kelimesinin orijinal anlamından daha fetih dönemlerinde divânkozik, divânkodik fiilleri (toplanmak) türemiştir. Bu anlamın bir devamı olarak, bu fiil dilimizin bazı lehçelerinde sohbet ederek vakit geçirmek ve sohbet etmek için komşuları ziyaret etmek anlamında hala kullanılmaktadır.
Macarcadaki csârda (sayfiye yeri) kelimesinin kökeni, Farsça ve Türkçedeki çardak (dört sütunlu açık bina) kelimesine dayanmaktadır. Fetih döneminde, Balkan dillerinde ve Macarcada, -csardak şeklinde- askeri nöbet kulübesi- anlamında kullanılmaktaydı. Bununla birlikte, Macarlar kelimenin çoğul hali olarak csardak ve csardâk’ kelimelerini benimsediler ve tekil hali olarak da csardâ kelimesini ürettiler. Başlangıçta bu kelime de askeri bina anlamında kullanılmaktaydı; ancak daha sonra bu anlam kayboldu ve ‘bir düzlükte tek başına duran bina’ anlamında kullanılmaya başladı.
IV. Çağdaş Macar Dilindeki Alıntı Kelimeler
Fethin sona ermesinin ardından, -özellikle askeri ve idari isimler ve ifadeler olmak üzere- Macarcaya giren kelimelerin çoğunluğu kullanımdan düştü veya yavaş yavaş yaygınlığını kaybederek kullanılmaz hale geldi; bu arada bazıları da sadece belirli lehçelerde kullanılmaya devam etti. Bununla beraber, bu kelimelerden az sayıda bir miktarı günlük hayatta kullanılmaya hala devam etmektedir.
Diyakronik (zamansal) açıdan, hala yaşayan ve modası geçen, eski kelimeler mevcut iken, senkronik (uzamsal) açıdan, yaygın olarak kullanılan, diyalektik kelimeler ve belirli sosyal tabakalar tarafından kullanılan kelimeler mevcuttur.
1. Hal kullanımda olan yaygın kelimeler şunlardır (sadece bu metinde daha önce geçmeyen kelimelerin anlamları parantez içinde verilmiştir): dandár, dívány, dohány, kávé, kátrány, kazán, kefe, korbács (kırbaç), mámoros, mámor, maszlag, pajtás (arkadaş), pajzán (şımarık), pamut, papucs, tarhonya, tepsi, zubbony, zseb. Kökeni Güney Slavlarına dayanan kelimeler: csizma, csizmadia ve iki fiil türevi: basáskodik ve harácsol.
Yaygın olarak kullanılan bir başka kelime grubu da argoda ya da halk dilinde kullanım bulan kelimelerdir. Artık kullanılmayan kelimeler şunlardır: bagaria, baksis (bahşiş), csuha, dalia, deli, dolmány, dzsida, handzsár, haramia, kaftán, kalpag, kaszabol, levente, mecset, szattyán, szeráj, szultán. Diyalektik bağlamda kullanılan kelimeler de şunlardır: bicsak (çakı), bogrács, csárda, findzsa, hombár, ibrik, pite. Argo özelliği kazanan kelimeler: fömufti (şef), kizsigerel (faydalanmak).
2. Artık kullanılmayan kelimeler. Bu tip kelimelerle daha çok Türk dönemi ile ilgili özel edebi eserlerde karşılaşmaktayız. Bunların arasında aga, basa, bég, beglerbég, defterdár, szandzsák, szerdár gibi fetih dönemine ait askeri ve idari isimler ve ifadeler; beslia, janicsár, szpáhi, szejmen, timárt gibi asker isimleri; dervis, efendi, gyaur (inançsız), hodzsa, kádi, molla, mufti gibi dini makamların isimleri ve dini ifadeler; arnót, (Arnavut) kármány ve kazulbas (kızılbaş) gibi artık kullanılmayan etnik isimler bulunmaktadır. Bir zamanlar yaygın olarak kullanılan nesne isimleri ve soyut kavramlar bile kullanımdan düşmüştür. Örneğin, silah isimleri; dögönyeg, dömöcki, fringia, at teçhizatlarının isimleri; boncsok, csotar, kecse ve para isimleri; akcsa ve mangur.
3. Diyalektik ve sosyal statü isimleri. Aba (keçe manto), hara (çuval ya da çuval malzemesi), mazur (gündelikçi, pis işler yapan) gibi bazı diyalektik kelimeler Macarcanın konuşulduğu tüm bölgede bilinmektedir. Bazıları da sadece ülkenin belirli bölgelerinde bilinmektedir. İsalma (yüksek şapka), kila (buğday ölçüsü), tabakos ve tabak kelimeleri, Tuna nehrinin geçtiği bölgelerde ve Büyük Macar Ovasında bilinmektedir. Büyük Ova’da ve Tisa nehrinin doğusunda, cserebi dohany (bir çeşit tütün) hala bilinmektedir. Transilvanya’da kullanılan yerel kelimeler arasında; szepet (sepet), bagazia ve muszuly-deri türleri, kilim (Transilvanya kilimi) bulunmaktadır. Sosyal statü isimleri arasında, okul çağlarında periyodik olarak ortaya çıkan ve argo bağlamda kullanılan aga, efendi, üvöltö dervis (sık sık bağıran kişilere denir), defter (öğretmenin not defteri ya da kayıt defteri) bulunmaktadır.
Son olarak, şu soruyu sorabiliriz: Macar dilinde bugün kaç tane Türkçe kelime mevcuttur? Yukarıda açıklanan bilgiler ışığında, bu konuda tam bir sayı vermenin mümkün olmadığı ortaya çıkmaktadır. Söz konusu kelimelerin kullanımlarının yaygınlığını ve sıklığını dikkate almamız gerekmektedir. Bu tip yöntemlerle, fetih döneminde yaygın olarak bilinen 250-300 Türkçe kökenli kelimeden yaklaşık 80-90 kadarının Macarlar tarafından kullanıldığını söyleyebiliriz. Bunlardan yaklaşık 50’si yaygın olarak kullanılan kelimelerdir, diğerleri ise diyalektiktir. Yaygın olarak kullanılan yaklaşık 50 kelimeden 20-25 kadarı günlük dilde kullanılmaktadır; diğerleri de yaygın olarak bilinmekle birlikte eski ve tarihi bir bağlama sahiptir.
Budapeşte Üniversitesi / Macaristan
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 526-531
TARİH : YABANCILARIN TÜRKÇE SÖZLÜK VE GRAMER YAZMA SEBEPLERİ
Avrupalılar, öteden beri, geniş anlamıyla “Türklerle ilgili olan her şey (Türk dili, kültürü, edebiyatı, tarihi, sanatı, coğrafyası vb.)”; dar anlamıyla “Türk dili ve lehçeleriyle uğraşan bilim dalı” demek olan Türkolojiye ilgi duydular.
Tarihte ilk olarak Ammaniaus Marcellinus, Priskos, Sidonius Apolinars Jordanes, Gregoire de Tours, Kostantinos Porphyrogennetos, Anna Komnena gibi Lâtin ve Bizans yazarları Eski Türkler hakkında Avrupa’yı bilgilendirdiler. Türklerin Anadolu’ya yerleşmesinden sonra ise Papa IV. Innocentius’un elçisi Piandel Carpine, Felemenkli Villem von Ruysbroe, Venedikli Marco Polo gibi gezginler, eserlerinde Türklerden bahsetmişlerdir. Bu gibi çalışmalarda dağınık bir şekilde de olsa birtakım Türkçe ad ve kelimelere rastlanmaktadır.[1]
Türk dili üzerine yazılmış olan kitapların en eskisi, 14. yüzyılın başlarında (1303-1362 yıllarında) Lâtin harflerine benzeyen gotik harflerle kaleme alınmış “Kumanlara Ait Bilgiler” anlamına gelen Codex Cumanicus adlı eserdir.[2] Kitabın Fransisken[3] rahipler tarafından Hıristiyan öğretisini Türklere yaymak amacıyla, Kuman-Kıpçak Türkçesiyle yazıldığı zannedilmektedir.[4]
Yabancıların[5] Türkçeyle ciddî olarak ilgilenmeleri esas olarak Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesine çıkması ve dünyanın en büyük devletlerinden birisi olmasından sonra başlamıştır.
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alması, yani eski bir çağı kapatıp yeni bir çağı açması, Batılı devletlerin gözlerini Osmanlı’nın üzerine çevirmesine sebep oldu. Avrupalılar, dünyanın en önemli bölgelerine sahip olmaya başlayan Osmanlı Devleti’yle ticaret yapabilmenin yollarını aradılar. Ayrıca Osmanlı hâkimiyeti altında yaşayan Hıristiyan tebaanın dinî ihtiyaçlarını karşılama ve gizli olarak Türkleri Hıristiyanlaştırma gayesi de güttüler. Bu yüzden Türkleri daha yakından tanımak ve onların zengin ülkelerindeki kaynaklardan yararlanabilmek için Osmanlı Devleti’nin resmî konuşma ve yazı dili olan Türkçeyi öğrenebilme ve öğretebilmenin vasıtalarını bulmaya çalıştılar.
Avrupalı milletlerin arasında Türkçeye ilgi duyanların başında İtalyanlar ve Fransızlar gelmektedir. Osmanlıların Avrupa ile ciddî manada ilk münasebetleri İtalyan şehir devletleriyle olmuştur. Bunların içinde Venedik, Ceneviz ve Floransa’yı sayabiliriz. Fransa-Osmanlı ilişkileri ise, Fransa Kralı I. François’in, İspanya Kralı 5. Şarl ile Pavia Savaşı’nda karşılaşması ve ağır bir yenilgiye uğramasından sonra esir edilmesi üzerine, Kral ve annesinin Kanunî Sultan Süleyman’dan yardım isteyen mektubunun Kanunî’ye ulaşması sonucunda yeni ve değişik bir boyutta ortaya çıkmıştır. Mektubu alan padişah, Fransızların kendisine karşı müracaatını bir büyüğe yapılan sığınma sayarak onlara yardım etmiştir.[6] 1536 yılında yapılan “Kapitülasyonlar” ismiyle anılan anlaşmadan sonra o devirde kuvvetli olmayan Fransa çok güçlü bir devletten birtakım imtiyazlar almış ve bu ayrıcalıklar, Fransa’ya ileriki yıllarda çok yarar getirmiştir.
Osmanlı Devleti’yle bu kadar yakın ilişkileri olan Avrupa devletleri, Osmanlıların içlerine kadar girmek ve Osmanlı ülkelerinin zengin kaynaklarından istifade edebilmek için gerekli olan Türk dilini öğretebilecek yeni kurumlar oluşturmayı düşündüler. Bu konuda ilk teşebbüslerden birisini Venedik Cumhuriyeti yapmıştır. Küçük bir devlete sahip olan Venedikliler çok akıllı insanlardı. Ticarete de kafaları yatkındı. Osmanlılarla devamlı olarak teşrîk-i mesâî eden Venedikliler, Osmanlı Devleti ile ilgili resmî yazışmaları bir süre becerikli vatandaşları vasıtasıyla yürüttülerse de Osmanlılarla olan ticaret ve diğer ilişkilerin büyüklüğü karşısında Türkçeyi çok iyi bilen insanlara karşı duyulan ihtiyaç günden güne arttı. Onlar da bu sebeple 1551 yılında Türkçe tercüman yetiştirmeyi amaçlayan bir dil okulu kurdular ve burada eğitim gören gençleri yerinde pratik yapmaları için İstanbul’a gönderdiler. Böylece “Giovanna della Lingua (Dil Oğlanları)” denilen yeni bir memuriyet doğdu. Bu gençler elçilik binasında kendi vatandaşları ile beraber çağrılan bir Türk’ten Türkçe dersler aldılar. Bunların arasından yetişen insanlar daha sonraki senelerde iki devlet arasındaki anlaşmaların sağlıklı bir şekilde yürümesini temin ettiler.[7]
Fransa geniş ve kârlı ilişkilerde bulunduğu Osmanlı topraklarında bu münasebeti yerli halkın dilini (Türkçeyi) iyi bilen ve aynı zamanda Doğu uzmanı olan özel yetiştirilmiş görevlilerle sürdürmeyi düşünmüş; siyasî, ekonomik ve kültürel alanlardan istifade edebilmek için Venediklileri kendisine örnek alarak Doğu Dilleri Okulu’nu İstanbul’da açmıştır.[8] Bu okullarda yetişen gençler Fransa’nın çıkarlarını Bâbıâlî nezdinde savunmuşlardı.[9] Bunların bir kısmının Fransa kralları ile ilişkisi de vardı.[10]
Osmanlı Devleti’yle yakın temas kuran Avusturya da diplomatik işlerde önceleri devletin sınırları içerisinde bulunan Hıristiyan tercümanlardan yararlanmış, bunların casuslukla itham edilmeleri üzerine, tercüman ihtiyacını kendi vatandaşlarından karşılamak gerektiğini anlamıştır.[11] Avusturya İmparatoru I. Leopol bu gaye ile 1673 senesinde Johann-Baptist Podesta adlı bir genci Roma’ya göndermiş ve bunun sonucunda 17. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’da bir okul kurulmuştur.[12] Avusturya kraliçesi Maria Teresa’nın; 1754’te elçiler, tüccarlar ve bilginler için Viyana’da Şarkiyat Akademisi’ni kurdurmasından sonra İslâmiyet’le ilgili çalışmalar ve Türkçe öğretimi ülkede sistemli bir şekilde yapılmaya başlanmıştır.[13]
Rusya’ya gelince, bu ülkede de Türkçe öğretime önem verilmiştir. Ülkenin Yakın Doğu siyasetini genişletmesi üzerine Türkçe, Arapça ve Farsça bilen tercümanlar yetiştirilmesi amacıyla 1716, 1717 yıllarında Rus Çarı I. Petro emirnameler çıkarmıştır.[14]
İngiltere, Almanya, Polonya ve diğer Avrupa ülkeleri de tarih boyunca ve günümüzde Türkçeyle ilgilenmişler ve bunun neticesinde Batılı ilim adamları Türk dili, kültürü, edebiyatı, tarihi, sanatı ile alâkalı birçok çalışma meydana getirmişlerdir.[15]
Yukarıda bahsettiğimiz Codex Cumanicus’tan sonra Doğu ülkelerine ve dolayısıyla Türkiye’ye giden ve orada yıllarca kalan bazı seyyah, din adamı ve bilim adamları, genellikle Lâtin veya Arap harfleri kullanarak bazı Türkçe parçalar,[16] konuşma klavuzları,[17] sözlük ve gramerler[18] kaleme almışlardır. Batılıların Türk kültürü ve bunun temel taşı olan Türk dili ile ilgilenmelerini belli başlı bazı sebepleri vardır. Aşağıda bunlardan bahsedilecektir:
1. Siyâsî Sebepler
Fatih Sultan Mehmet’ten sonra dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı Devleti bütün dünyanın ilgisini çekmeye başlamıştı. Özellikle Avrupa ülkeleri bu büyük devlet hakkında bilgi edinmeye başladılar. Avrupalıların kendi aralarındaki kargaşalıklarda, üstünlük sağlamak isteyen devletler, Osmanlı ile irtibat kurmaya çalıştılar. Osmanlı Devleti’nin Avrupa, Asya, Afrika’da ve özellikle Akdeniz bölgesinde bulunan birçok ülkeyi siyasî olarak egemenlik altına almasından sonra Batılılar bu büyük devletin halkının anadili olan Türkçeyi merak ettiler.
Venedikliler yukarıda geçen “Dil Oğlanları Okulu”nu kurduktan sonra, burada yetenekli ve genç tercümanlar yetiştirdiler. Bunlar Türkçeyi çok iyi biliyorlardı. Yani Venedik Cumhuriyeti Osmanlı’yla olan diplomatik ilişkilerde başarılı olmuştur. Bu küçük fakat özellikle Akdeniz ve Orta Doğu ülkelerinde çok faal olan zengin Venedik Cumhuriyeti’ne mensup tüccarlar, birçok ülke gezmeleri sebebiyle, bunların siyasî durumları hakkında devletlerine bilgi veriyorlardı. Bir nevi fahrî diplomatlık yapıyorlardı. Doğu topraklarında ticaret merkezlerinde bulunan ve “balyos” adı verilen temsilciler[19] görevleri sona erip memleketlerine döndüklerinde, gittikleri yerlerle ilgili raporlar hazırlarlar ve bu raporları senatonun önünde okurlardı. Raporlarda bulunan çok önemli bilgileri başta Hıristiyanlığın Katolik mezhebinin liderleri olan papalar olmak üzere diğer İtalyan devlet adamları büyük bir dikkatle dinlerlerdi.[20]
Kanunî Sultan Süleyman, 1526 yılında Macarları Mohaç Meydan Savaşı’nda bozguna uğrattıktan sonra[21] Fransa Kralı I. François, Fransa’yı Avrupa’nın en büyük devleti hâline getirebilmek için Kanunî Sultan Süleyman’dan yukarıda söz ettiğimiz yardımı istemekle, kendisine diğer Avrupa devletleri tarafından yapılacak hücumlara karşı siper almıştı. Bunun neticesi olarak Osmanlı Devleti ile Fransa’nın yüzyıllar boyu sürecek olan dostluklarının temeli atılıyordu. Bu ilişkilerin sonucunda Fransa Jean de la Forest ardlı birisini 1535’te Osmanlı Devleti nezdinde daimî büyükelçi sıfatıyla atadı. 1535 yılından önce bir Müslüman ülkeyle yaptığı anlaşmadan dolayı Avrupa’daki Hıristiyan ülkelerden çekinen Fransa kralı bu tarihten sonra Türklere artık açıktan açığa bağlanmağa karar verdi.[22] Fransa ile Osmanlılar arasında tarihte birçok defa yenilenen dostluk anlaşmaları genellikle Fransızların işine yaramıştır. Fransızlar “Kapitülasyonlar” ismiyle anılan anlaşmalardan sonra zengin Osmanlı ülkelerine rahatlıkla girip çıktılar, serbestçe ticaretlerini yaptılar. Osmanlı Devleti, akdedilen bu anlaşmalara tarihte hep bağlı kalmış, Fransa ise siyasî gerekçelerle Hıristiyan taassubundan çekinerek bazen istikrarsızlıklar göstermiştir.[23]
Osmanlı ile Fransa arasındaki anlaşmalardan sonra özellikle Fransızlar zengin Osmanlı ülkelerine akın etmeye başladılar.[24] Bunun sonucunda Fransızlarla Türkler birbirlerini daha yakından tanıma fırsatı elde ettiler.
Fransa’nın açtığı dil okullarından yetişen birçok tercüman, devletlerarası ilişkilerde mühim roller oynadı. Tercümanlar, Avrupa devletleri ile Doğulu devletler arasında aracılık yapıyorlardı. Fransa’nın hizmetinde bulunan tercümanlar, Doğu ülkelerinin dilleri hakkında bilgi sahibi olmaları sebebiyle Fransa’yı ilgilendiren bütün meselelerin içinde bulunmaktaydılar. Onların çok geniş müdahale alanları vardı.[25] Belgeleri Fransızcadan Türkçeye, Türkçeden Fransızcaya çevirmek, Fransa’nın çıkarlarını gerek Bâbıâlî’de gerekse Yakındoğu limanlarında büyük devletlerin yanında savunmak tercümanların görevleriydi.[26] Bunlar, Türkçeyi çok iyi bilmeleri ve Osmanlı sarayına yakın olmaları sebebiyle Osmanlı Devleti içinde olup biten hadiseleri Fransa’ya en kısa zamanda haber veriyorlardı. Ayrıca diplomatik inceliklere de vâkıftılar.
Batılılar, Doğulu milletlerin dinini, tarihini ve coğrafyasını anlayabilmek için Arapça, Farsça; siyasî işlerine vâkıf olabilmek için de Türkçe öğrenmenin gerekli olduğunu biliyorlardı.[27] Çünkü Osmanlı Devleti’nde aslî unsur olan Türkler için Müslümanlık ne kadar önemliyse devletin işlerinde Türkçe bilmek de o derece ehemmiyetliydi. Osmanlı toplumunda yaşayan değişik milletlerin birleştirici öğesi Türkçeydi. Bu toplumda yaşayan Ermeni, Rum, Yahudi, Bulgar vb. gibi gayrimüslim aydınların çoğu Türkçe biliyorlardı. 19. yüzyılda Osmanlıda devlet içinde gayrimüslimlere daha çok görev verilmeye başlanmasıyla Türkçe daha da yaygınlaştı ve birinci dil hâline geldi. Ayrıca okuma yazma bilmeyen fakat evlerinde anadil olarak Türkçe konuşan Ermeni, Rum, Yahudi ve Bulgar topluluklar vardı. Bunlar için Ermeni, Rum ve İbranî harfleriyle yazılmış Türkçe kitaplar, gazeteler basıldı. Fakat Türkçe 19. yüzyılın sonlarından itibaren üstünlüğünü başka dillere kaptırdı.[28]
Avrupalılar ayrıca Osmanlı’yı içten çökertebilmek için ortaya “Doğu meselesi”[29] diye bir problem çıkardılar. “Doğu meselesi”nde etkin rol oynayan ülkelerden birisi olan Çarlık Rusyası da kendi bilginlerini, Yakındoğu siyasetini ele geçirebilmek için Türk dili, kültürü, edebiyatı ve tarihi üzerine incelemeler yapmaya teşvik etti.[30]
Batılıların Türkçe öğrenme sebeplerinin en önemlilerinden birisinin Osmanlılara siyasî üstünlük kurmak olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
2. Ticârî Sebepler
Avrupalıların Türkçe öğrenme ve Türkçeyi kendi vatandaşlarına öğretme sebeplerinden en önemlisi herhalde ticarî sebeplerdir.
Osmanlı Devleti daha kurulmadan önce ve Osmanlı’nın ilk zamanlarında Venedikliler ve Cenevizliler Türklerle ticaret anlaşmaları yapıyorlardı.[31] Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu ticarî imkânlardan en fazla yararlanan ülke Fransa oldu. Tarihte birçok kez yenilenen “Kapitülasyonlar” sayesinde Fransızlar çok geniş ticarî imkânlar elde ettiler. Bu anlaşmalardan sonra Osmanlı ülkelerine birçok Fransız vatandaşı geldi ve burada ticaret yapmaya başladı. Özellikle Fransız denizcileri, tüccarları, din adamları ve bilim adamları, diğer ülkelerin vatandaşlarına göre Türkiye’ye çok daha rahat girip çıkabiliyorlardı. Fransızlardan oldukça az bir gümrük vergisi alınıyordu. Bundan dolayı, Fransızlar kendi getirdikleri malları Osmanlı ülkelerinde rahatlıkla satabiliyor ve ülkelerine zengin olarak dönebiliyorlardı.[32]
Yalnız Osmanlıların zengin ticarî imkânlarından daha iyi faydalanabilmek için Türkçe bilmenin önemi gün geçtikte artıyordu. Tüccarlar Türkçe öğrenebilmenin yollarını arıyorlardı.[33] Bunun için de Türkçeyi pratik ve kolay öğretecek klavuzlara, sözlüklere ve gramer kitaplarına[34] ihtiyaçları vardı. İstanbul’da 1730 yılında İbrahim Müteferrika Matbaası’nda basılan ilk eserlerden birinin Rahip Holdermann’ın Grammaire Turque adlı bir Türkçe gramer kitabı olması herhalde tesadüfî değildir. Ayrıca Fransa için Osmanlı ülkelerinde ticaret yapmanın ne kadar önemli olduğunu, 1669 yılında faaliyete geçen “Dil Oğlanları Okulu”nun, Marsilya Ticaret Odası’nın isteği ile Fransa Meclisi tarafından açılmasından anlayabiliriz.
3. Dinî Sebepler
Yabancıların yazdıkları Türkçe sözlük ve gramer kitaplarına bakacak olursak, bunları kaleme alanların birçoğunun dinî kişiliğe sahip olduğunu görürüz. Kitapların müellifleri değişik misyoner teşkilâtlarına bağlı insanlardı.[35] Bunlardan Hıristiyanlığın Katolik mezhebine mensup olanların sayısı da oldukça fazlaydı. Hıristiyanlar, dinlerini yayabilmek için özel matbaalar bile kurmuşlardır. Bu matbaalardan biri olan Medici Matbaası’nın müdürü Raimondo misyonerlik faaliyetlerini daha iyi yürütebilmek için Arapça öğrenmenin gerekli olduğunu söyler ve daha fazla Arapça grameri; Arapça, Farsça, Türkçe olarak da bir sözlük yayımlama sözü verir. Diğer bir matbaa olan Propaganda Fide Matbaası ise, “Sacra Congregatio de Propaganda Fide’nin (İnanç Propagandası için Kutsal Papazlar Topluluğu) propaganda organı olarak kurulmuştur. Topluluğun amacı; Katolik Hıristiyan inancını Hıristiyan olmayanlara ve ayrılıkçı tarikatlara yaymak, uzak bölgelerdeki misyonerlik faaliyetlerinin yürütülmesini cesaretlendirmek ve yönlendirmektir.[36] Misyonerlere yönelik sözlük ve gramer kitapları dahi yazılmıştır.[37]
Fransa, Osmanlı ile yaptığı ticarî anlaşmalardan sonra Avrupa’nın en zengin ülkelerinden birisi oldu. Fransa’dan Osmanlı ülkelerine giden insanlar sadece zengin olmak için değil başka sebepler için de geldiler. Fransa kendisini Katolik Hıristiyan inancının lideri olarak görüyordu. Bu sebeple misyoner din adamları hem kendi tebaalarının dinî ihtiyaçlarını karşılamak, hem de Hıristiyan propagandası (gizli olarak) yapmak için Fransa’dan Türkiye’ye gidiyorlardı. Fransa Büyükelçisi Marquis de Bonnac İstanbul’da elçilik yaptığı sıralarda (1716-1724), Kudüs’te Saint-Sepulcre Kilisesi’nin Fransa tarafından onarılması imtiyazını elde etmişti.[38] Fransa için bu, çok önemli bir hâdiseydi. Böylece Fransa bütün Katoliklerin hâmisi oluyordu.
Amerikalılar da 19. yüzyılın ortalarından itibaren misyonerlik faaliyetlerine hız verdiler. Bunlar genellikle misyonerlik yapmak istedikleri ülkelerde yardım dernekleri oluşturuyorlar, hastane ve eğitim kurumları inşa ediyorlardı. Hastanelerde bakıma muhtaç insanları ücretsiz bir şekilde tedavi ettiriyorlardı. Meselâ, İstanbul’un en güzel yerlerinden biri olan Rumelihisar’ında zengin bir tüccar olan Robert’in maddî desteğiyle yapılan Robert Koleji, arkasında misyoner teşkilatların olduğu eğitim müesseselerinden birisiydi.[39] Türkiye’de bu ve bunun gibi birçok eğitim kurumuna sahip olan misyoner teşkilatları, bu kurumlardan mezun olan Türk gençlerini kendi istikametlerinde eğitimişlerdir.
4. Kültürel Sebepler
Doğu ülkeleri, bazı Batılı seyyahların ve ilim adamlarının öteden beri ilgisini çekmekteydi. Doğunun en büyük temsilcilerinden olan Osmanlı ülkelerine gidip orada gezebilmek ve oranın kültürel yapısınına vâkıf olabilmek için Türkçe bilmenin faydası ortadadır. Yukarıda saydığımız sebeplerin dışında bazı Türkçe gramer ve sözlüklerin müellifleri ise eserlerini ilmî gayeyle kaleme almışlardır.[40] 17. yüzyılın sonlarında Barthelemy d’Herbelot’un Bibliotheque Orientae’nin yayımlanmasından sonra Batı’nın, Doğu üzerinde beslediği ön yargılar yavaş yavaş değişmeye başladı. Bu kitap, İslâm incelemeleri üzerine Batı’da meydana getirilen ilk ciddî çalışmalardandı. Eserde Şark dünyasının idare sistemleri, dinleri, kanunları, yaşayış biçimleri, filozofları, şairleri anlatılmaktaydı. Kitabı okuyan Avrupalılar Doğulu milletlerin hiç de zannettikleri gibi kötü insanlar olmadıklarını, bilakis onların da çeşitli duygular taşıdıklarını, etten kemikten insanlar olduklarını anlamaya başladılar. Antoine Galland’ın Binbir Gece Masalları’nı Fransızcaya çevirmesinden sonra, bu eser özellikle Fransız toplumunda çok büyük bir rağbet gördü. 18. yüzyıl boyunca etkisini devam ettirecek bir Doğu modası başlamış oldu.[41] Batı matbaalarında Arap harfleriyle kitap basanlar, bu kitapları Osmanlı ülkelerinde satmak istemişlerdir. Fakat Türkler elyazması eserlere daha çok rağbet ediyorlardı. Ayrıca bazen Avrupa’dan gelen tüccarların tezgâhları dağıtılabiliyordu. Bu durum, devlet ricaline şikâyet edilince III. Murat bir fermanla bu gibi insanların kitaplarını rahatça satabileceklerini emretti.[42] Bu fermandan sonra Batı’dan gelen kitap tacirleri, kitaplarını Osmanlı ülkelerinde serbestçe satabilme imkânına kavuştular. Böylece Batılılarla Osmanlılar arasındaki kültürel ilişkiler daha da kuvvetlenmiş oldu. Ayrıca Osmanlı memleketlerinde yaşamış olan bazı Batılı elçi ve seyyahlar, Türkiye’den aldıkları birçok değerli elyazması eseri kendi ülkelerine götürmüş ve kültür mirasımız başka milletlerin ellerine geçmiştir.[43] Yani Avrupalılar bu kıymetli eserlere ulaşabilmek için de Türkçe öğrenmişlerdir. Bugün, Batı kütüphanelerinde binlerce Türkçe kitap bulunmaktadır.
Sonuç
Tarih boyunca daima Türklerle temas hâlinde bulunan Avrupa ülkeleri, Türklerin Müslüman olmalarından da kaynaklanan bir tecessüsle, Türk toplumunun içine nüfuz etmeyi istemiş ve bunu büyük ölçüde de başarmıştır. Tarihte Osmanlı Devleti ile, bugün ise Türkiye Cumhuriyeti ile birçok anlaşmalar yapan Batılı ülkeler için Türkiye’nin stratejik durumu, dinî ve kültürel yapısı her zaman önem arz etmektedir. Batı, bir zamanlar dünyanın en büyük devleti olan Osmanlı’nın Avrupa içinde ilerleyişine seyirci kalmadı. Bunun için de çeşitli yöntemler denedi. Türk toplumunun geleneksel dokusunu değiştirmeye çalıştı. Bunu da çeşitli vasıtalarla yaptı. Avrupalılar ayrıca Müslüman bir devletin kendilerine hâkim olmalarını hiçbir zaman kabul edemediler. Bu yüzden de Osmanlı toplumunu içten çökertmeyi amaç edindiler. Çeşitli kılıflar altında Türkiye’ye gelen misyonerler, Türk insanını etkiledi ve kendisine yabancı hâle getirdi. Bütün bu faaliyetleri yapabilmek için gerekli olan
OsmanlI’nın anadili Türkçeyi öğrenmek çok önemliydi ve bu yüzden Avrupalı âlimler birçok Türkçe sözlük ve gramer kitabı yazdılar. Bu kitaplar sayesinde Batılı ülkelerin elçileri, tüccarları, din adamları, âlimleri, sanatçıları vb. Türkleri ve Türkiye’yi yakından tanıma imkânına sahip oldular. Gramer ve sözlükleri sırf ilme hizmet olsun diye kaleme alanlar da oldu. Neticede, hangi amaçla olursa olsun Lâtin, Grek, Ermeni, Arap, Kril ve Gotik haflerle Avrupalıların yazdıkları Türkçe konuşma klavuzları, atasözleri, şiir parçaları, gramer ve sözlükler; Türkdilinin tarihî ses bilgisini göstermeleri bakımından eşsiz birer kaynaktırlar.
Yrd. Doç. Dr. Mehmet GÜMÜŞKILIÇ
Fatih Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 520-525
ARAŞTIRMA DOSYASI : Congressional Correspondence with the Central Intelligence Agency (CIA)
The following documents have been received under the Freedom of Information Act (FOIA) and contain the “Congressional Correspondence Logs” for all communications between Congress, and the Central Intelligence Agency (CIA). Each log outlines who the correspondence was with, the date, and topic of the letter. Declassified Congressional Correspondence LogsCongressional Correspondence with the Central Intelligence Agency (CIA), Calendar Year 2013 [6 Pages, 0.6MB] Background on the CIAThe Central Intelligence Agency was created in 1947 with the signing of the National Security Act by President Harry S. Truman. The act also created a Director of Central Intelligence (DCI) to serve as head of the United States intelligence community; act as the principal adviser to the President for intelligence matters related to the national security; and serve as head of the Central Intelligence Agency. The Intelligence Reform and Terrorism Prevention Act of 2004 amended the National Security Act to provide for a Director of National Intelligence who would assume some of the roles formerly fulfilled by the DCI, with a separate Director of the Central Intelligence Agency. The Director of the Central Intelligence Agency serves as the head of the Central Intelligence Agency and reports to the Director of National Intelligence. The CIA director’s responsibilities include:
The function of the Central Intelligence Agency is to assist the Director of the Central Intelligence Agency in carrying out the responsibilities outlined above. To accomplish its mission, the CIA engages in research, development, and deployment of high-leverage technology for intelligence purposes. As a separate agency, CIA serves as an independent source of analysis on topics of concern and also works closely with the other organizations in the Intelligence Community to ensure that the intelligence consumer—whether Washington policymaker or battlefield commander—receives the best intelligence possible. As changing global realities have reordered the national security agenda, CIA has met these challenges by:
By emphasizing adaptability in its approach to intelligence collection, the CIA can tailor its support to key intelligence consumers and help them meet their needs as they face the issues of the post-Cold War World. |
EĞİTİM DOSYASI : TBMM kayıtlarında Aydınlanmanın ışığı Köy Ensti tüleri KOMÜNİZM BAHANESİYLE nasıl karartıldı ??
ARAŞTIRMA DOSYASI : The Pioneer Program – Able Tests
Pioneer Program BackgroundThe Pioneer program is a series of United States unmanned space missions that were designed for planetary exploration. There were a number of such missions in the program, but the most notable were Pioneer 10 and Pioneer 11, which explored the outer planets and left the solar system. Pioneer 10 and Pioneer 11 carry a golden plaque, depicting a man and a woman and information about the origin and the creators of the probes, should any extraterrestrials find them someday. Early Able TestsThe earliest missions were attempts to achieve Earth’s escape velocity, simply to show it was feasible and study the Moon. This included the first launch by NASA which was formed from the old NACA. These missions were carried out by the US Air Force and Army. Able Test Summary
Declassified DocumentsDetailed Test Objectives – Project Able-3, Earth Satellite, 7 July 1959 [135 Pages, 18.7MB] – The Detailed Test Objectives and flight test plans for Project Able- 3, earth satellite vehicle for testing the Able-4 (deep space probe configuration and gathering scientific information of propagation experiments and space environment, are contained within this document. Project Able-3 will be conducted as a part of the program directed by the National Aeronautics and Space Administration (NASA) and is a joint project representing the contributions of a number of cooperating agencies. |
FETÖ ÖRGÜTÜ DOSYASI /// FETÖ cinayetine operasyon : 30 gözaltı
Gazeteci Haydar Meriç’in öldürülme olayının ardından FETÖ/PDY çıktı. 5 yıl önce Kırklareli‘nde ortadan kaybolup bir süre sonra Akçakoca’da denizden cesedi çıkan Meriç’in öldürülmesi olayını organize ettikleri iddiasıyla 30 istihbarat polisi gözaltına alındı.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu Kırklareli‘nde yaşayan gazeteci Haydar Meriç’in 2011 yılında ortadan kaybolup bir süre sonra cesedinin Akçakoca’da domuz bağı yapılmış bir şekilde bulunmasına ilişkin titiz bir soruşturma yürütüyordu. Haydar Meriç’in Fethullah Gülen aleyhine bir kitap hazırlığı içerisinde olduğu için FETÖ/PDY mensubu istihbaratçı polisler tarafından ortadan kaybedildiğine ilişkin güçlü deliller elde eden savcılık bu sabah operasyon için düğmeye bastı.
FETÖ cinayetine operasyon: 30 gözaltı
İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri aralarında ünlü polis müdürlerinin de bulunduğu 30 şüpheliyi gözaltına aldı. Şüphelilerin cinayetin gerçekleştiği 2011 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkalığı, İstanbul İstihbarat Şube Müdürlüğü ve Kırklareli İstihbarat Şube Müdürlüğü’nde görev yaptıkları öğrenildi. Şüphelilerin Haydar Meriç’in Gülen ile ilgili kitap hazırlığı içerisinde olduğu bilgisini aldıktan sonra gazeteci Meriç’i teknik ve fiziki takibe aldıkları, kitabını çıkarmasını engellemek için çeşitli girişimlerde bulundukları belirlendi.
Haydar Meriç 31 Mayıs 2011 gecesi ortadan kaybolmuş, cesedi domuz bağı yapılmış şekilde 18 Haziran 2011 günü Düzce Akçakoca’da denizde balıkçılar tarafından bulunmuştu. Cesedin üzerine ağırlıklar bağlandığı ve zincirlendiği de görülmüştü.
TARİH /// Metin Aydoğan : ÜMMETTEN MİLLETE : SOYADI KANUNU (21 Haziran 1934)
Metin Aydoğan
Eski Türkler, özgür ve katılımcı toplum düzenleri geliştirerek; bireylerin topluma bağlı, yalın ve sıradan eşitler haline gelmesini sağlamıştır. Ancak, bu eşitlik kimliksizliğe ya da soyun gözardı edilmesine asla yol açmamıştır. İlişkinlik (aidiyet) duygusu güçlü biçimde korunmuştur. Türklerde; boya, buduna, millete bağlılık, aile ve aile büyüklerine saygı, geçmişini bilme, onu koruma güçlü bir gelenekti. Oysa, Osmanlı padişahları, imparatorluğa dönüşen devleti koruma adına, saltanat makamını mutlak bir güç haline getirmek zorundaydılar. İktidarlarını korumak için, onda hak iddia edebilecek kişi ve toplulukların olmaması gerekiyordu. Tahta gözkoyabilecek bir soy bırakmamak için, Türk ailelerinden kızlarla değil Hıristiyan kadınlarla evlendiler. Devşirmelerle, adsız ve ailesiz bir yönetici sınıf yarattılar. Batıda sanayi devrimiyle yurttaş haline gelen insanlar, ad ve soyad alırken, Türkiye’de insanların kimliğini ve geçmişini bilmemesi için her şey yapıldı ve 1934 yılına dek soyadı kullanılmadı. Cumhuriyet bu sorunu da çözmek zorundaydı ve Atatürk’ün öncülüğünde bunu da kısa bir sürede başardı.
“Posta Memuru Hikmet”
İstanbul’da 1924 Mart’ında, denizde intihar ettiği anlaşılan ve üzerinden “Posta Memuru Hikmet” adlı belge çıkan, bir erkek cesedi bulundu. Polisin kimlik saptaması için yaptığı araştırmada, yalnızca, İstanbul Posta İdaresi’nde altı, posta örgütünün tümünde ise yirmi tane Hikmet adını taşıyan memur olduğu görüldü. Kimlik saptaması, cesedin üzerinden çıkan belgeyle değil, diğer Hikmet’lerin sağ olduğunun anlaşılmasıyla yapılabildi. Türkiye’de, o dönemde soyadı uygulaması olmadığı için, çok basit bir iş, uzunca bir çalışmayı gerekli kılmış, bir kişinin kimliğini saptamak için yirmi beş kişiye ulaşmak gerekmişti.1
Ayrıcalıksz Düzen
Irk ve etnik köken ayrılığını yadsıyan Türkler, insanı esas alan eşitlikçi anlayışlarını, tarihin her döneminde bir yaşam biçimi haline getirmişler, ilişki kurdukları topluluklarla barış içinde birlikte yaşamışlardı. Türklerde, ayrıcalığa dayanan soyluluk kavramı ve babadna oğula geçen sınıfsal ayrıcalık hakları bulunmuyordu.
Devletin başında bulunan hakanlar, yönetimi kendi soyundan kişilere bırakıyordu ama bunlar devleti tek başlarına değil, değişik karar ve danışma organlarıyla yönetiyordu. Hakan olma ve sürdürmenin koşulu, yalnızca kalıtımdan gelen ayrıcalıklar değil, esas olarak yeterlilik ve yetkinlikti.
Osmanlı Devleti’nin İmparatorluk haline gelmesi ve özellikle Hilafetin devlet işlerine sokulmasıyla bu gelenek, 16.yüzyıldan sonra bozulmaya başladı. Yönetim işleyişi, saltık (mutlak) olarak kişi egemenliğine (padişaha) bırakıldı.
İlişkinlik Duygusu
Eski Türklerde Baba ocağı (törkün), yani aile çok önemlidir. “Ocağın ateşinin hiç sönmemesi” aile dirliğinin sürmesi şarttır. Bunun için, büyük kardeşler evlenip “ocak” tan ayrılırken, küçük oğlan evde kalırdı. Evden ayrılanlar aileleriyle birlikte, belirli aralıklarla “baba ocağı” na gelirler, “ataya saygı” toplantıları yaparlardı. Eski Türkler, yurtları gibi baba ocağını da asla unutmazlar, çok uzaklara bile gitmiş olsalar, saygı ve bağlılıklarını sürdürürlerdi.2
Eski dönemlerde, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türklerde de soyadı yoktu ama boy ve aile geçmişi bilinir, değişik tanımlamalarla gelecek kuşaklara aktarılırdı. Kişiler, eşit bireyler olarak ve büyük bir yalınlıkla kendilerini toplum içinde adeta eritirler, ancak ilişkinlik duygusunu asla yitirmezlerdi. Soyluluğu yadsıyan eşitlikçi anlayışlarıyla, inancı ayrıcalık haline getiren ruhban kurumuna, yönetim işlerinde yer vermezlerdi.
Adsızlığın Kökeni
Osmanlı padişahları, tahta göz koyabilecek bir soy bırakmamak için, Türk ailelerden kızlarla değil, Hıristiyan kadınlarla evlenmeyi gelenek haline getirdiler. İmparatorluğun yükünü çeken kendi asal unsurunu (Türkleri) baskı altına aldılar ve yönetimi Rum, Ermeni, Sırp, Bulgar gibi Hıristiyan kökenli devşirmelere teslim ettiler.
“Ailesiz ve adsız” bir yönetici sınıf yaratmak için, 14-18 yaş arasındaki Hıristiyan çocuklarını devşirerek devlet yönetimine taşıdılar. Kapıkulu devşirmeleri, “düzgün bir kan tarihine karşılık gelen bir aile ismi taşıyamıyordu, taşıyamazdı”3; ailesini unutmak ya da inkar etmek zorundaydı. Çünkü bu aile, bir “Bizans, Bulgar, Sırp ya da bir Ulah ailesiydi”.4
Türk toplumu üzerinde uzun yıllar etkili olan yerleşik Arap siyasetine göre, Araplar dışındaki hiçbir Müslüman kavim künye (soyadı) alamaz, künye almak yalnızca Arapların hakkıdır.5
Osmanlı padişahlarının siyasi çıkarıyla örtüşen ve din kuralıymış gibi sunulan bu tutum, Türklerin 20.yüzyılın ortasına dek soyadsız kalmasına kaynaklık etmiştir.
Uluslaşma ve Soyadı
Sanayileşen ülkeler, ekonomik ve toplumsal gelişimin sonucu olarak 17.yüzyıldan sonra ulusallaşmaya başlamışlardı. Soylular (aristokratlar) yönetimden uzaklaştırılmış, kent soylular (burjuvalar) yönetime gelmişti. Köylüler işçileşerek ‘eşit’ yurttaşlar haline gelmiş, toplum yaşamı, yeni ilişki ve gelişmelerle başkalaşmıştı.
Bireylerin toplum içindeki varlığını belirleyen bir araç olarak soyadı, bu süreç sonunda ortaya çıkmıştı. Bireyleri ‘eşit’ yurttaşlar haline getiren bireysel tanımlama, ulusallaşmanın zorunlu bir sonucuydu.
Osmanlı İmparatorluğu, aynı dönemde çöküş sürecini yaşıyordu. Toplumu kimsizlikleştiren eski padişah uygulamaları, Batı’nın giderek artan sömürgeci etkisiyle birleşince, uluslaşma gelişimi ve buna bağlı olarak bireyin yurttaş haline gelmesi gecikti. Her alanda olduğu gibi, kimlik ve ad sorunu da bir karmaşa haline geldi. 1924’de ki “Posta Memuru Hikmet” olayı, bu olumsuz sürecin doğal sonucuydu.
Osmanlı’da Durum
Osmanlı devlet düzeninde, Türk çocuklarına genellikle dinsel içerikli, Arapça ya da Farsça kökenli bir ad verilirdi. Kişinin aldığı ad, yalındı ve tek bir addı. Aileyle bağını gösterecek bir özelliğe sahip değildi. Örneğin Ahmet’in oğlu yalnızca Ali’ydi; onun oğlu da Osman’dı. Buna aile zincirini belirtecek bir sözcük eklenmezdi. Kişinin kendisini anlatması için, kimlerden olduğunu, nereden geldiğini açıklaması gerekirdi.
Ad alma biçimi yetmezlikler içeriyor ve 20.yüzyıl dünya koşullarına uymuyordu. Milli duygunun önüne geçirilen ümmet düşüncesi, kaçınılmaz olarak bireyi ve aileyi ikincil sayıyor, siyasileştirilen dini, toplumun tek belirleyici unsuru haline getiriyordu.
Soya bağlı aile bağının güçsüzleştirilmesi, soy tanımlamasına izin vermemekle olasıydı. Sayısı sınırlı benzer adların tek başına kullanılması, bu amaca belki uygundu ama çağın gereklerinden de uzaktı. Herşeyden önce, aileyi değil, kişiyi bile yeterince tanımlayamıyor, “Evlilik birliğinin adsız olmasına” yol açıyor, nüfus kayıtlarını “içinden çıkılması güç bir karmaşa” içine sokuyordu.
Toplumda aynı adı taşıyan çok sayıda insan vardı. Okulda, kışlada, işyerinde yüzlerce Mehmet, Ali, Mustafa, Hüseyin ya da Osman bulunuyordu. Soyadı yokluğu, “askere almadan ekonomik ilişkilere dek” birçok alanda “büyük güçlükler” ve hukuksal sorunlar yaratıyordu.6
Kendini Tanımlama
Kimi varsıl (zengin) aileler, bu duruma karşı kendilerini, aile büyüklerinden birinin adına, Türkçe “oğul”, Farsça “zade” ekini ya da soydan birinin meslek ünvanını koyarak tanımlıyordu: Müftüzadeler, Safaoğulları, Evliyazadeler, Topaloğulları, Karaosmanoğulları, Uşaklızadeler, Doktoroğlu, İmamoğlu v.b.
İnsanları birbirinden ayırd etmenin bir başka yöntemi, kişileri niteliklerine, yaptıkları işe ya da fizik özelliklerine göre tanımlamaktı: Topçu Hasan, Arabacı Yusuf, Topal Osman, Bodur Ahmet, Kel Ali, Parmaksız Ziya, Nalbant Süleyman, Saka Mehmet… Etnik köken, doğum yeri ya da memleket, bir başka tanımlama biçimiydi: Kürt Mehmet, Laz İsmail, Arnavut Recep, Maraşlı Abdullah, Bursalı Hilmi, Selanikli Süleyman, Kıbrıslı Osman, Kırımlı Mustafa…7
Başarısız Girişimler
Soyadı kullanımı ile ilgili ilk girişim, İttihat ve Terakki Fırkası’nın iktidarda olduğu dönemde, Ziya Gökalp’in önerisiyle yapıldı. Gökalp, “aile adlarının saptanması aile kurumunda içtenlik, beraberlik ve dayanışmayı geliştirecek, bu da milli duygunun güçlenmesine yol açacaktır” diyordu.8 Hükümet, o dönemde, soyadı yönteminin oluşturulmasını da içeren bir “Aile Hukuku Kararnamesi” çıkarmış, ancak bu girişim olumlu bir sonuç vermemişti.9
İkinci girişim, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi’nin (Tanrıöver), 1925’te yayımladığı genelgesiydi. Bakan, genelgede, Milli Eğitim topluluğuyla sınırlı olmak üzere, öğrenci velilerinden bir soyadı seçmesini istiyor ve “bu iş için gerekli kuralların saptandığını” belirtiyordu.10 Ancak, sınırlı olmasına karşın, bu girişim de başarısız oldu ve soyad uygulamasında somut bir ilerleme sağlanamadı.
Atatürk İşi Ele Alıyor
Cumhuriyet Devrimlerinin tümünde olduğu gibi, soyadı konusunun çözüme kavuşturulması da onun girişimiyle başarıldı. 1927’de yapılan nüfus sayımı, yönetici kadroların konunun önemini görmesini sağladı. Milli kültürün uyanışı ve Türklüğün yükselen değer olarak güncelleşmesi, geçmişe ve soy bağına olan ilgiyi arttırdı.
Soyadı girişimi bu koşullar içinde olgunlaştı. Yasa, 21 Haziran 1934’de, 1 Ocak 1935’ten sonra uygulanması koşuluyla kabul edildi. Yasa uyarınca, “her Türk yurttaşı” altı ay içinde, “öz adından başka bir soyadı alacak” tı. Soyadları Türkçe olacak11, “rütbe, makam, yabancı ırk ve ulus belirten tanımlarla, ahlaka aykırı ve gülünç” olan adlar, soyadı olarak kullanılmayacaktı.12
TBMM geçiş dönemi içinde, 24 Kasım 1934’te kabul ettiği 2587 sayılı özel bir yasayla Mustafa Kemal’e, “Atatürk” soyadını verdi. Meclis, iki gün sonra 26 Kasım’da kabul ettiği “Lakap ve Ünvanların Kaldırılmasına Dair Yasa” yla süreci tamamladı.13
Ad Arayışları
Atatürk, yakın çevresine, arkadaşlarına, birçok milletvekiline, bakana ve Başbakana soyadları buldu. Örneğin, Hakimiyet-i Milliye (sonraki ulus) Gazetesi’nde, 26 Kasım 1934’te yayımlanan mektubunda, “İnönü Meydan Savaşı’nın Baş Kahramanı olması nedeniyle, İsmet Paşa’ya İnönü soyadının uygun görüldüğünü” açıklamıştı.14
İstekle giriştiği ad arayışında; eski Türk deyimleri, sözcükler, eski kent ve bölge adları bulup çıkarıyor, bunları çevresindeki insanlara soyad olarak veriyordu. Ondan soyad almak, büyük bir onur kazanımı sayılıyordu.
Herkes coşkun bir arayış içine girmiş, kendine ya da komşularına, arkadaşlarına “kimsenin bilmediği Türkçe adlar” buluyordu. Dil Devrimi’yle aynı zamana gelmesi coşkuyu arttırıyor, Arapça kökenli Mustafa, Abdullah, Rabia, Muhammet, Tahire; Tevrat kökenli İbrahim, Yakup, Süleyman, İsrafil, Musa gibi adların yerini büyük bir hızla o güne dek bilinmeyen; Teoman, Atilla, Gökçe, Mete, Ayça, Yıldırım, Özge, Oğuz gibi Türk adları alıyordu.
1934 yılında öyle bir süreçten geçiliyordu ki, insanlar yalnızca bir soyadına değil, sanki yitirmiş olduğu geçmişine ve özbenliğine kavuşuyor, olağanüstü bir dönem yaşıyordu.
DİPNOTLAR
1 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.76
- 2 “Türkçülüğün Esasları” Ziya Gökalp, Kum Saati Yay., İst.-2001, sf.178
- 3 “Tarihimiz ve Cumhuriyet Muhittin Birgen (1885-1951)” Zeki Arıkan, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.127
- 4 g.e. sf.127
- 5 “Türklerin Dini” Fuat Bozkurt, Cem Yay., 1995, sf.157
- 6 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.76-77
- 7 g.e. sf.77
- 8 “Kemalizm” Tekin Alp, Top.Dön.Yay., 2.Bas., İstanbul-1998, sf.177
- 9 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.77
- 10 g.e. sf.77
- 11 “Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi”Ahmet Mumcu, İnkilap Yay., İst.-1992, sf.163
- 12 g.e. sf.163
- 13 “İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, I.C., Remzi Kit., 6.Bas., İst.-1984, sf.424
- 14 g.e. sf.424
Link : http://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2016/06/ummetten-millete-soyadi-kanunu-21.html#more
Son Yorumlar