Günlük arşivler: 24 Haziran 2016

ANMA MESAJI : KÖY ENSTİTÜLERİ KURUCUSU İsmail Hakkı Tonguç’U SAY GI VE RAHMETLE ANIYORUZ !!!


Ulu Önderimiz Atatürk’ün en büyük devrimlerinden Eğitim Devrimini ülkemizin bütününe yayma görevini gönüllü üstlenen, Köy Enstitüleri’nin kurucusu, kuramcısı ve uygulayıcısı, çağdaş eğitim bilimci İsmail Hakkı Tonguç’u vefatının 56. yılında saygı ve minnetle anıyoruz.

TARİH : TÜRK DÖNEMİNİN MACAR DİLİ ÜZERİNDE BIRAKTIĞI İZLER


Türk hakimiyeti döneminden kalma Macar kaynaklarında, Türkçe kökenli yaklaşık 1000 kelime ile karşılaşılabilir. Bununla birlikte, bu kelimeler çok farklı bir düzende kullanılmaktadır; yaklaşık 250-300 kelime genel olarak bilinmekteydi, diğerlerine de sadece belirli bağlamlarda ya da çeşitli yazarların eserlerinde rastlanmaktaydı. En yaygın olarak kullanılan kelimeler askeri ve idari ifadeler olurken, en nadir kullanılanlar ise pratik bilgi alanına aittir.

Aşağıda geçen kelimeler Macarca yazılışlarına göre verilmiştir. Türkçe yazılışlarından farkları şu şekildedir:

Sesli harflerde 0 işareti uzatma işaretidir:

a, e, i, o, ö, u, °.

Sessiz harflerde:

j =y, s = ş, cs=ç, dzs = c, sz = s, zs = j.

Türkçe’de kullanılmayan sessiz harfler:

c = ts, gy = gj, ny = nj, ty = tj.

I. Alıntı Kelimelerin Konuları

1. Savaş

Hakimiyet altında tutulan bölge, Osmanlı İmparatorluğu için önemli bir sınır bölgesi, silahların çok kısa dönemlerde sustuğu ve asla sükunete kavuşmayan bir savaş bölgesidir. Dolayısıyla, bu dönemdeki insanların savaş ve çatışma ile ilgili çok sayıda kelime aldıkları anlaşılmaktadır. Bu insanlar Türk askerlerinin sınıflarını, rütbelerini, çeşitli silahlarını ve başka bazı askeri ifadeleri öğrenmişlerdir.

Türk ordusu piyadelerden, topçulardan, süvarilerden, -Macarların Tuna filosu ile neredeyse aynı büyüklükteki- donanmadan ve çeşitli yardımcı teşekküllerden oluşmaktaydı.

Piyadelerin ve esasen tüm ordunun bel kemiğini janicsar’lar (Yeniçeri) oluşturmaktaydı. Diğer önemli teşekküller; azap, szejmen (Seymen) ve haramia (harami) idi. Süvari birlikleri gönüllülerden (Macarcada bunlara çoğunlukla gyömli ya da gyömlia denmekteydi), besli’lerden, deli’lerden ve martaloc’lardan (martalos) oluşmaktaydı. Tımar karşılığında hizmet veren szpahi’ler (Sipahi) ve zaim’ler (zaim) orduya sadece belirli durumlarda katılırlardı. Topçu birlikleri, güllecilerden, gülle- atıcılardan ve lağımcılardan oluşmaktaydı; bu sınıfların isimleri çağdaş Macar dilinde çok az bilinmektedir. Tuna donanmasının komutanı dunai kapudân ya da kapudân basa olarak adlandırılmaktaydı. Azaplar ve levendler hem karada hem de denizde hizmet vermekteydi. Kullandığımız ‘Kâtrâny’ (katran) kelimesi, Türk donanması döneminden gelmektedir. Mühendisler, silahçılar, müzisyenler, çadırcılar, ulaklar özel teşekküller halinde bir araya getirilirdi. En yaygın olarak bilinen isimler, emirleri ulaştıran csaus’lar (çavuş) ile köprü ve yol inşa eden veya silah taşıyan szarahora’lar idi.

En küçük askeri birimler, bulyuk basa ve oda basa tarafından yönetilen bölük ve oda idi. Yeniçeri birimlerinin komutanlarından bazılarına csorbadzsi (çorbacı) da denmekteydi. Generallerin rütbelerini, komuta ettikleri birliklere bağlı olarak, szerdâr, (serdar) szeraszker (serasker) ya da cseribasa (çeribaşı) gibi ifadeler belirlemekteydi. Artçı ya da yedek birlik anlamına gelen dander (dümdar) kelimesi daha sonra genel olarak orduyu ifade etmek için kullanılmaya başlamış ve günümüze kadar dilimizde kalmıştır. Çok sayıdaki askeri nişandan en ünlü olanı, atkuyruğu nişanı, boncsok’tur (boncuk). Askeri binalardan en ünlü olanı ise nöbetçi kulübesi, csardak’tır (çardak). Genel olarak bilinen küçük silahlar handzsâr (hançer), dömöcki (Şam çeliğinden yapılan sandık), fringia (Avrupa stili bir tür kılıç) ve dzsida (sürgülü bir silah) idi. ‘Atış’ anlamında kullanılan ‘szacsma’ (saçma) kelimesi ve güherçile pişirme kabı anlamında kullanılan ‘kazan’ kelimesi ateşli silahların kullanımı ile ilgili kelimelerdir.

Atın Türkler arasında sahip olduğu büyük önemden dolayı, pek çok at teçhizatının ismi Türkçeden dile geçmiştir. Kaynaklarda, eyer, battaniye, sinebent ve dizgin kelimelerinin ‘Türkçe’ ya da ‘Osmanlıca’ kökenli olduğu belirtilmektedir. Türkçe kökenli kelimeler arasında en yaygın olarak kullanılanlar; csotâr (çotar) (eyer ve at battaniyesi) ve kecse’dir (keçe). Kefe kelimesi bir zamanlar kaşağı anlamında kullanılmıştır.

2. Kamu İdaresi

İmparatorluğun temel idari ve askeri birimleri, Arapça ismi ile vilâjet (vilayet) ve elâjet (eyalet), Türkçe ismi ile de paşalık idi; bununla birlikte, Macarcada kullanılan isimleri ise pasasâg ve daha yaygın olarak da basasâg olmuştur. Basasâg’ın yöneticisine, Macarcada pasa ya da basa kelimeleri yaygın olarak kullanılmasına rağmen (örneğin; budai basa, yani ‘Buda Paşası’), beglerbeg (paşa ile aynı rütbedeki beylerbeyi) deniyordu. Daha küçük bir idari ve askeri birim ise, szandzsâkbeg (sancakbeyi) tarafından yönetilen szandzsâk (sancak) idi. Küçük idari görevliler, Macarcadaki tabirleriyle basik ya da basâk ‘paşalar’, eming, kaymakam, vezefendi, vs. idi. Ülkenin mali ve mülki işleri sicillere ve vergi kayıtlarına, yani defterlere kaydediliyordu. Mali ve parasal işleri defterdâr denetliyordu. Fethedilen topraklarda yaşayan insanların üzerindeki en ağır yük, gayrimüslim nüfusa uygulanan harâc (vergi) idi.

Ticaret ve vergiler sayesinde Türk paralarının ve ölçülerinin bazılarını öğrendik. Küçük gümüş paraya akcse (akçe), daha küçüğüne de mangur denmekteydi. Kullanılan ölçüler arasında kantâr (yaklaşık yüz kilogram) ve bir kilogramdan biraz daha fazla bir ağırlık birimi olan oka (okka) bulunmaktaydı. Taneli ve lapa halindeki mallar, orijinal olarak küçük bidon anlamına gelen fucsi (fıçı) birimi ile ölçülmekteydi. Türk yargı sisteminin yerel temsilcisi, kadi (kadı) idi ve tüm yargı sisteminin başında da kadiaszker (kazasker) bulunmaktaydı. Mufti’ler (müftü), kadıların yanında hukuki danışmanlar olarak çalışmaktaydı. Türk idari sisteminin istisnai bir şekilde sergilediği yaygınlığa bağlı olarak, çeşitli belge türleri öğrenilmiştir: Daha önce belirtilmiş olan defter’in yanı sıra, ihsan belgesi anlamındaki tezskere (tezkere), ‘üst düzey kişilerin yazılı emirleri olan’ bujurdi ve sultanın yayınladığı atname, berat ve ferman gibi belgeler.

3. Babıali

Özel olarak kullanılan ancak oldukça zengin bir grup oluşturan alıntı kelimeler, imparatorluğun merkezi Babıali ile bağlantılı ifadelerdir. Bu kelimeler temel olarak elçilerin raporlarında görülmekteydi ancak sıradan insanlar tarafından da çok iyi bilinmekteydi; çünkü insanlar kaderlerinin en uzaktaki ve nihai belirleyicisinin ‘Babıali’ ve oradaki haşmetli kişiler olduğunun farkındaydı. Yaygın olarak kullanılan kelimeler arasında szultan (sultan) ya da padisah ve nagyvezir’in yanısıra, kapi aga, kapucsi (kapıcı), bosztancsi (bostancı) ve nisancsi’ (nişancı) gibi önemli görevlilerin isimleri de bulunmaktaydı. Sultanı destekleyen şura, ünlü divan (divan) idi ve sultan ya da nagyvezir (baş komutan), kapukihaja’ları (yabancı elçiler) burada kabul ediyordu.

4. Din

Türkler ve Macarlar arasındaki en derin farklılık din konusunda ortaya çıkmaktaydı. Bununla birlikte, bu durum Macarların dinle ilgili bazı tabirleri öğrenmesine engel teşkil etmemiştir. Dinle ilgili olarak bildikleri kelimeler arasında Allah, kutsal kitap Alkoran, en önemli Müslüman günlerini (bajram, ramazan) (bayram) ve mescet (mescit), tekke, türbe, hodzsa (hoca), imam, dervis (derviş) gibi Türklerin dini uygulamaları ile ilgili ifadeler bulunmaktadır.

5. Sanat ve El Sanatları

Belki de daha önemli bir başka alıntı kelime grubu, Türk el sanatçılığının etkilerini yansıtmaktadır; bu tür kelimelerin dilimizde daha kalıcı olduğu görülmektedir. Başlangıçta bu tip nesneler ticaret yoluyla bize gelmiş daha sonra da Türk zanaatçıların fethedilen bölgelere yerleşmesi ile birlikte, bu geçen süre zarfında Macar zanaatçılar Türklerden ticareti öğrenmiştir. Özellikle çömlek ve deri ticaretinde önemli bir Türk etkisinin olduğu kabul edilebilir.

6. Giyim

Giyim alanında önemli derecede bir etkilenmeden söz edilebilir. Bunun tek sebebi renkli ve görkemli doğu giyiminin estetik etkisi değil, aynı zamanda duyulan ihtiyaçtır. Askeri teçhizat bakımından, örneğin aba ve csuha (çuha) gibi değişik kalınlıklardaki keçe benzeri maddeler önemli bir rol oynamıştır. Türklerden aldığımız en tipik giyim unsurları arasında, daha sonra Macarlara özgü bir hal alan dolmâny (dolman) ve kalpag (kalpak) gibi askeri giysiler de bulunmaktadır. Türk devlet adamlarının giysisi olan Kaftân, orijinal haliyle kullanılmamıştır; bu kumaştan sofra örtüleri, dolmâny’ler ya da etekler yapılmıştır. Zubbony orijinal olarak ‘kısa ceket’ anlamına gelmekteydi ve zseb (cep) de kese ya da elbisenin genişletici göğüs çizgisi anlamına geliyordu; pamut (pamuk) da bitkinin kendisi anlamında kullanılıyordu. Kadın giyiminde de çok güzel malzemeler ortaya çıkmıştır, ancak, orijinal olarak “çamaşır”anlamına gelen ancak daha sonra “etek” anlamını kazanan Erdel kökenli bir kelime olan ve nakışçı Türk kadınlarının anısını koruyan bulya haricinde, bunların isimleri günümüze kadar gelmemiştir.

Deri ticareti ve çizme imalatı ile ilgili kelimeler de önemli bir yer tutmaktadır. Çizme imalathaneleri hemen hemen her şehirde faaliyet göstermiştir ve Buda ve başka şehirlerin birer bölgesini simgeleyen Tabân kelimesi bu imalathaneleri anımsatmaktadır. Günümüzde hala bilinen deri türleri szattyân ve bagaria’dır; ayakkabı türleri de csizma (çizme) ve pabuc’tur. Csiriz (ayakkabı numarası, hamur), çizme imalatçılarının kullandığı özel yapıştırıcıdır; öte yandan tabak kelimesi bugün sadece belirli lehçelerde kullanılmaktadır.

7. Mutfak

Fetih dönemi, mutfak geleneklerinde de önemli izler bırakmıştır. Bugün Macarlara özgü olarak bildiğimiz pirinç ve et karışımından yapılan dolma gibi bazı yemekler bize bu dönemde gelmiştir. Türk döneminden kalma unlu mamullerden pite (pide) ve tarhonya (tarhana) günümüzde de beğeni bulmaktadır. Bununla birlikte, yaygın olarak bilinen bir et yemeği olan pasztormân (pastırma) zamanlarda bile dana eti anlamında kullanılmaktaydı. Sadece daha geç kaynaklarda karşımıza çıkmasına rağmen, zsiger (sakatat) kelimesi muhtemelen fetih dönemlerinde de bilinmekteydi. Bir başka kelime olan kaszab da dönemin Türk kasaplarından kalmadır. Çeşitli içecekler arasında yer alan kâve (kahve) oldukça popüler hale gelmiştir; ancak özel bir Türk meyve içeceği olan serbet (şerbet) ise pek kabul görmemiştir. Diğer tüketim malları arasında en çabuk şekilde yaygınlaşan ve kabul gören dohâny (tütün) olmuştur. Güçlendirici bir ilaç olan maszlag da aynı sınıfa girmektedir ve mâmor ve mâmoros (zehirlenme, zehirli) kelimelerinin ortaya çıkışı ile bağlantılıdır. Türk kökenli mutfak gereçleri arasında bogrâc (güveç) ve tepsi, bulunmaktadır. Saklama kapları arasında, szepet (sepet) ve harâr (harar) ya da hara (çuval) ve kahve tüketiminde kullanılan findzsa (fincan) bulunmaktadır.

Günümüzde, isminin içerisinde “Türk sıfatı bulunduran çeşitli bitkiler bulunmaktadır: török szegfü (Türk karanfili), török buza (Türk buğdayı)… ancak orijinal isim sadece ikisinde aynı kalmıştır: kajszi- barack (kayısı) ve kârmân-körte (armut).

II. Benimseme Süreci

1. Türk Dilinin Girişi

On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda, Osmanlı Türkçesindeki Osmanlı özellikleri kaybolmaya ve çağdaş Türkçedeki bazı fonetik olaylar ortaya çıkmaya ve gelişmeye başlamıştır. Türkçeden alınan kelimelerin fonetik özellikleri, etkilenmenin daha çok imparatorluğun orta ve doğu bölgelerinde kullanılan Türkçe’den değil, bize daha yakın olan Balkan Türkçesinden olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, Macaristan’da yaşayan Türklerin kökenleri uzaktaki Anadolu’ya değil daha yakındaki Balkan Yarımadası’na dayanmaktadır. Fetih orduları, idari görevliler ve tüccarlar bu bölgeden gelmiştir. Bu sebeple, alıntı kelimelerimizin kökenlerini Balkanlar’a yerleşen Türklerde ve Türk adetlerini özümseyen, Balkanlarda yaşayan ve orijinal olarak Slavca konuşan topluluklarda aramamız gerekmektedir. Bunlar tarafından konuşulan Türkçe, standart Türkçe’nin değişiminde çok az rol almıştır. Balkanlar’ın batısında konuşulan Türkçenin lehçeleri, on altıncı ve on yedinci yüzyılda konuşulan dilin bazı özelliklerini günümüze kadar taşımıştır ve bu eski etkiler alıntı kelimelerimizde hala kendisini göstermektedir.

Bu özelliklerden bir tanesi, dudaksıl ve dudaksıl olmayan asimilasyonun gelişmemesi ve bu sebeple, günümüzde kutu ve müftü olarak varlığını sürdüren kuti (kutu) ve mufti (Müftü) gibi kelime türlerinin Macarcada yer bulmasıdır. Kelime başlarındaki gö-, gü-, kö-, ve kü-gibi ses çiftlerinde, g ve k sesleri güçlü bir şekilde damaksı özelliğe kavuşturulmuştur. Dolayısıyla, bu sesler Macarcada gy ve ty olarak okunmaktadır. Örneğin; gyömli (Türk süvarisi-Türkçe’deki karşılığı: gönüllü), gyümrük (Türkçedeki gümrük) ve Tyuprili, Tyüprili soyadları (günümüzde, Köprülü). g sesinin ğ ve y halinde yumuşaması bu bölgede henüz gerçekleşmemiştir; dolayısıyla alıntı sözcüklerimizde sadece g sesi bulunmaktadır; örneğin aga, beg (çağdaş Türkçedeki ağa ve bey).

2. Slav Etkisi

Daha önceki bölümde de belirttiğimiz gibi, fethedilen topraklardaki Türk ordusunun büyük bir çoğunluğu Slav kökenli idi: Boşnak, Hırvat ya da Sırp. Bu Balkan-Slav askerler ve tüccarlar hem Türkçeyi hem de ana dilleri olan Slav dillerini konuşuyorlardı. Dolayısıyla, Macarlar Türkçe sözcükleri hem Türklerden hem de Slav kaynaklardan aynı anda duymuşlardır; ancak Slavlardan duydukları kelimeler daha çok Slav özellikleri taşımaktaydı. Dolayısıyla, kelimeler hem Türk hem de Slav kaynaklardan eşzamanlı olarak dilimize girmiştir. Hem doğrudan kelimeler hem de Güney Slavları üzerinden alınan kelimeler, Türk döneminin birleştirilmiş dilsel etkisini ortaya koymaktadır. Dilbilimsel açıdan bir kelimenin kökeninin tam olarak Türk mü yoksa Slav mı olduğunu tespit etmek mümkün olmakla birlikte, bu sadece birkaç belirli durumda gerçekleştirilebilmektedir; yine de bazı fonetik ve tarihsel-kültürel ölçütler mevcuttur.

Sıkça kullanılan fonetik ölçütlerden birisi,-i sesiyle biten çeşitli Türkçe kelimelerdir. Slav dilinin özelliklerine göre, -i ile biten sözcükler çoğul anlamlıdır; dolayısıyla, -i ile biten Türkçe sözcükler -ija şeklinde tekilleştirilerek gramatik yapıya uydurulmuştur. Slavcada -ija şeklinde biten sözcükler Macarcada -ia şeklinde bitmektedir. Bu sebeple, sonu -i ile biten bir sözcük Macarcada da -i ile bitiyorsa Macarcaya doğrudan Türkçeden girmiştir, eğer -ia ile bitiyorsa Güney Slavları vasıtasıyla girmiştir. Bu çerçevede, kajszi kelimesi ya da diyalektik fucsi kelimesi Macarcaya doğrudan Türkçeden girmiştir; ancak csizmadia ve haramia kelimeleri Güney Slavları üzerinden girmiştir. Her iki şekilde de kullanılan pek çok sözcüğümüz bulunmaktadır; örneğin, kádi~kádia (kadı) ve szpáhi~szpáhia (sipahi)

Fonetik ölçütlerin yanısıra, tarihsel-kültürel ölçütler de dolaylılık meselesinin kararlaştırılmasında yardımcı olabilir. Örneğin, karakteristik olarak Türkçe olan dívány (Sultanın şurası-divan), kaftán (kaftan), dohány ve kávé gibi sözcükler kesinlikle doğrudan Türkçeden alınmıştır; öte yandan tipik olarak Balkanlara özgü olan janicsár, martalóc ve hombár gibi sözcükler ise Slavlar aracılığıyla dilimize girmiştir.

III. Alıntı Kelimelerin Macarcadaki Durumu

1. Fonetik Asimilasyon

Macarca ve Türkçenin fonetik yapısındaki benzerliklerden dolayı, Türkçe kelimelerin benimsenmesi sırasında neredeyse hiçbir zorlukla karşılaşılmamıştır. Bununla birlikte, Türkçe’deki damaksıl ı ve c sesleri Macar ses sisteminde bulunmamaktadır. Ancak bu eksiklik, basit bir ses değişimi yoluyla giderilmiştir: ı sesinin yerine, ona en yakın ses olan i kullanılmaktadır; örneğin Türkçe’deki kışlak kelimesinin yerine Macarcada kislak kelimesi kullanılmaktadır ve Türkçe’deki yazıcı kelimesinin yerine de jazidzsi kelimesi kullanılmaktadır. Başlangıçta Türkçedeki c sesini kendimize yabancı bulduk ve bunun yerine cs, gy, ve nadiren de zs seslerini kullandık. Dzs sesi ancak fetihten sonraki ikinci yüzyıldan sonra kullanılmaya başlamıştır. İçerisinde c sesi bulunan bazı Türkçe kelimelerin Macarca karşılıklarında, bu dört değişik sesin hepsi de kullanılmaktadır; örneğin, hancsár, hangyár, hanzsár, handzsár (hançer).

2. Kelime Oluşumu

Türkçe’den almış olduğumuz kelimeler bugün artık Macarca ile bütünleşmiş ve dilin yaşayan parçaları, yeni kelimelerin kökleri haline gelmiştir. Daha fetih döneminde, felkaftánoz (birine kaftan giydirmek), kaszabol (parçalara ayırmak), bégség (beylik), boncsokos (at kuyruğu nişan sahibi) gibi kelimeler ve díványház (divanın toplandığı yer), vezérbasa (vezirbaşı), csizmapénz (çizme parası) gibi bileşik sözcükler türetilmiştir. Gerileyici benzeşme yoluyla csardak kelimesinden csárda, findzsán kelimesinden findzsa ve kihaja kelimesinden de kiha (vekil) kelimesi türetilmiştir. Kelime karışımının tipik bir örneği, başı ve pasa-Farsça kökenli bir kelimedir-kelimelerinin karışımından oluşturulan basa sözcüğüdür (örn., Macarcadaki szubasa ile Türkçed’eki su/sübaşı ve budai basa/pasa ifadesi). Bazı ilginç halk-etimlojileri de yaratılmıştır: olajbég ‘komutan’ (Türkçedeki alay beyi), Imre úr ‘sabit denetçi (Türkçe: imrehor), Zöldfikâr-kişi adı (Zülfikar) ve Hóbajárt-bir başka kişi adı (Hubyar).

3. Anlam Değişimi

Bazı alıntı kelimelerde, daha fetih sırasında semantik değişiklikler meydana gelmiştir. Son yüzyıla kadar yaşayan bazı sözcükler ve özellikle çağdaş Macar dilinde hala bulunan kelimeler genellikle değişik anlamlarla kullanılmaktadır.

Anlam değişikliğinde yaygın olarak görülen temel şekiller, anlam genişlemesi, kelime geçişi ve bağlamsal içerik değişikliğidir. Macarca’ya Türkçe’den geçen kelimelerde bu değişimlerin her birinin örnekleri görülmektedir.Pek yaygın olarak kullanılmayan teknik kelimeler, kefe (kaşağı) ve kazân’dır (gülle yapmak için içinde güherçile pişirilen kap). Bu iki kelime bugün değişik anlamlarla yaygın olarak kullanılan kelimelerdir. Benzerlik ve yakınlığa bağlı olarak gerçekleşen kelime geçişi de sıkça görülmektedir. Örneğin tütsülenmiş bir et türü olan pasztormâny ya da pâsztormâny (Türkçedeki pastırma) kelimesi daha sonra pastırmanın kendisinin yapıldığı dana eti anlamında kullanılmaya başlamıştır ve netice itibariyle bu daha sonra vergiye konu olmuştur. Başlangıçta genellikle askerler tarafından giyilen bir çeşit kalın keçe ve bundan yapılan battaniye ya da ip anlamında kullanılan csuha kelimesi, günümüzde malzemenin benzerliğinden dolayı keşişlerin giydiği şey için kullanılmaya başlamıştır. Bugün, kişisel özellikleri tasvir etmek için basâskodik (paşa gibi davranma) ve harâcsol (birinin parasını zorla almak ya da gasp etmek) kelimelerini kullanmaktayız. Bazı durumlarda kelimelerden mecazi anlamlar türeyebilir. Örneğin, maszlag eskiden zehirli bir bitki için kullanılmaktaydı (dikenli elma), ancak bugün göz boyama, aldatma ve yanıltma anlamında kullanılmaktadır, ki bu özellikle türetilmiş halinde daha çok anlaşılabilmektedir: maszlagol. Ayrıca, kelimelerin bağlamsal içerikleri de değişebilmektedir. Askerlerin, kurumların isimleri ve Türk dönemindeki ifadeler, fetih zamanında olumsuz bir anlamda kullanılmaktaydı. Örneğin, haramia, martaloc ve beslia orijinal olarak askerlerin sınıflarının adları idi, ancak daha sonra hırsız ve eşkıyaların elebaşı anlamında kullanılmaya başladı. Buradaki tek istisna ‘yakışıklı, hoş’ anlamında kullanılan deli ve ‘yakışıklı adam, cesur savaşçı’ anlamında kullanılan delia, dalia kelimeleridir. Anlam kötüleşmesinin daha hafif bir şekli de, kelimenin sahte, taklit anlamına kavuşmasıdır; örneğin fringia (Avrupa kılıcı) Æ ‘faydasız, modası geçmiş, süs kılıcı’. Uzaklık anlatan bazı masallarda, bölcs kâdi (akıllı kadı) ve török basa (Türk paşa) gibi bazı ifadelerle karşılaşmaktayız.

Bazı durumlarda kelimenin orijinal anlamı kısmen tamamen yok olmuş ve şimdi tamamen farklı bir anlamda kullanılmaya başlamıştır. Buna örnek olarak divâny ve csârda kelimelerini verebiliriz.

Divân (y) kelimesi ilk olarak sultanın şurası ve binası, divânyhâz da oturumların gerçekleştiği ‘divan evi’ anlamında kullanılmaktaydı. Tören odasını çevreleyen küçük koltuklar oldukça hoş halılar ve yastıklar ile daha rahat bir hale getirilirdi. Macarca’daki divânypârna (divan yastığı) ve divânyszönyeg (divan halısı) ifadeleri sıra dışı ve çok güzel halı ve yastıkları açıklamak için kullanılmaktadır. Bu bileşik kelimelerden de anlayabileceğimiz gibi, divâny kelimesi dinlenme yerini anlatan isim olarak kullanılmaya başlamış ve bugünkü kullanımıyla, koltuk anlamına kavuşmuştur. (On dokuzuncu yüzyılda Almancadan Diwan (yatak) kelimesinin Macarcaya girişi bu süreçte etkili olmuş olabilir). Bir başka doğrultuda, divâny (şura toplantısı) kelimesinin orijinal anlamından daha fetih dönemlerinde divânkozik, divânkodik fiilleri (toplanmak) türemiştir. Bu anlamın bir devamı olarak, bu fiil dilimizin bazı lehçelerinde sohbet ederek vakit geçirmek ve sohbet etmek için komşuları ziyaret etmek anlamında hala kullanılmaktadır.

Macarcadaki csârda (sayfiye yeri) kelimesinin kökeni, Farsça ve Türkçedeki çardak (dört sütunlu açık bina) kelimesine dayanmaktadır. Fetih döneminde, Balkan dillerinde ve Macarcada, -csardak şeklinde- askeri nöbet kulübesi- anlamında kullanılmaktaydı. Bununla birlikte, Macarlar kelimenin çoğul hali olarak csardak ve csardâk’ kelimelerini benimsediler ve tekil hali olarak da csardâ kelimesini ürettiler. Başlangıçta bu kelime de askeri bina anlamında kullanılmaktaydı; ancak daha sonra bu anlam kayboldu ve ‘bir düzlükte tek başına duran bina’ anlamında kullanılmaya başladı.

IV. Çağdaş Macar Dilindeki Alıntı Kelimeler

Fethin sona ermesinin ardından, -özellikle askeri ve idari isimler ve ifadeler olmak üzere- Macarcaya giren kelimelerin çoğunluğu kullanımdan düştü veya yavaş yavaş yaygınlığını kaybederek kullanılmaz hale geldi; bu arada bazıları da sadece belirli lehçelerde kullanılmaya devam etti. Bununla beraber, bu kelimelerden az sayıda bir miktarı günlük hayatta kullanılmaya hala devam etmektedir.

Diyakronik (zamansal) açıdan, hala yaşayan ve modası geçen, eski kelimeler mevcut iken, senkronik (uzamsal) açıdan, yaygın olarak kullanılan, diyalektik kelimeler ve belirli sosyal tabakalar tarafından kullanılan kelimeler mevcuttur.

1. Hal kullanımda olan yaygın kelimeler şunlardır (sadece bu metinde daha önce geçmeyen kelimelerin anlamları parantez içinde verilmiştir): dandár, dívány, dohány, kávé, kátrány, kazán, kefe, korbács (kırbaç), mámoros, mámor, maszlag, pajtás (arkadaş), pajzán (şımarık), pamut, papucs, tarhonya, tepsi, zubbony, zseb. Kökeni Güney Slavlarına dayanan kelimeler: csizma, csizmadia ve iki fiil türevi: basáskodik ve harácsol.

Yaygın olarak kullanılan bir başka kelime grubu da argoda ya da halk dilinde kullanım bulan kelimelerdir. Artık kullanılmayan kelimeler şunlardır: bagaria, baksis (bahşiş), csuha, dalia, deli, dolmány, dzsida, handzsár, haramia, kaftán, kalpag, kaszabol, levente, mecset, szattyán, szeráj, szultán. Diyalektik bağlamda kullanılan kelimeler de şunlardır: bicsak (çakı), bogrács, csárda, findzsa, hombár, ibrik, pite. Argo özelliği kazanan kelimeler: fömufti (şef), kizsigerel (faydalanmak).

2. Artık kullanılmayan kelimeler. Bu tip kelimelerle daha çok Türk dönemi ile ilgili özel edebi eserlerde karşılaşmaktayız. Bunların arasında aga, basa, bég, beglerbég, defterdár, szandzsák, szerdár gibi fetih dönemine ait askeri ve idari isimler ve ifadeler; beslia, janicsár, szpáhi, szejmen, timárt gibi asker isimleri; dervis, efendi, gyaur (inançsız), hodzsa, kádi, molla, mufti gibi dini makamların isimleri ve dini ifadeler; arnót, (Arnavut) kármány ve kazulbas (kızılbaş) gibi artık kullanılmayan etnik isimler bulunmaktadır. Bir zamanlar yaygın olarak kullanılan nesne isimleri ve soyut kavramlar bile kullanımdan düşmüştür. Örneğin, silah isimleri; dögönyeg, dömöcki, fringia, at teçhizatlarının isimleri; boncsok, csotar, kecse ve para isimleri; akcsa ve mangur.

3. Diyalektik ve sosyal statü isimleri. Aba (keçe manto), hara (çuval ya da çuval malzemesi), mazur (gündelikçi, pis işler yapan) gibi bazı diyalektik kelimeler Macarcanın konuşulduğu tüm bölgede bilinmektedir. Bazıları da sadece ülkenin belirli bölgelerinde bilinmektedir. İsalma (yüksek şapka), kila (buğday ölçüsü), tabakos ve tabak kelimeleri, Tuna nehrinin geçtiği bölgelerde ve Büyük Macar Ovasında bilinmektedir. Büyük Ova’da ve Tisa nehrinin doğusunda, cserebi dohany (bir çeşit tütün) hala bilinmektedir. Transilvanya’da kullanılan yerel kelimeler arasında; szepet (sepet), bagazia ve muszuly-deri türleri, kilim (Transilvanya kilimi) bulunmaktadır. Sosyal statü isimleri arasında, okul çağlarında periyodik olarak ortaya çıkan ve argo bağlamda kullanılan aga, efendi, üvöltö dervis (sık sık bağıran kişilere denir), defter (öğretmenin not defteri ya da kayıt defteri) bulunmaktadır.

Son olarak, şu soruyu sorabiliriz: Macar dilinde bugün kaç tane Türkçe kelime mevcuttur? Yukarıda açıklanan bilgiler ışığında, bu konuda tam bir sayı vermenin mümkün olmadığı ortaya çıkmaktadır. Söz konusu kelimelerin kullanımlarının yaygınlığını ve sıklığını dikkate almamız gerekmektedir. Bu tip yöntemlerle, fetih döneminde yaygın olarak bilinen 250-300 Türkçe kökenli kelimeden yaklaşık 80-90 kadarının Macarlar tarafından kullanıldığını söyleyebiliriz. Bunlardan yaklaşık 50’si yaygın olarak kullanılan kelimelerdir, diğerleri ise diyalektiktir. Yaygın olarak kullanılan yaklaşık 50 kelimeden 20-25 kadarı günlük dilde kullanılmaktadır; diğerleri de yaygın olarak bilinmekle birlikte eski ve tarihi bir bağlama sahiptir.

Prof. Dr. Zsuzsa KAKUK

Budapeşte Üniversitesi / Macaristan

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 526-531

TARİH : YABANCILARIN TÜRKÇE SÖZLÜK VE GRAMER YAZMA SEBEPLERİ


Avrupalılar, öteden beri, geniş anlamıyla “Türklerle ilgili olan her şey (Türk dili, kültürü, edebiyatı, tarihi, sanatı, coğrafyası vb.)”; dar anlamıyla “Türk dili ve lehçeleriyle uğraşan bilim dalı” demek olan Türkolojiye ilgi duydular.

Tarihte ilk olarak Ammaniaus Marcellinus, Priskos, Sidonius Apolinars Jordanes, Gregoire de Tours, Kostantinos Porphyrogennetos, Anna Komnena gibi Lâtin ve Bizans yazarları Eski Türkler hakkında Avrupa’yı bilgilendirdiler. Türklerin Anadolu’ya yerleşmesinden sonra ise Papa IV. Innocentius’un elçisi Piandel Carpine, Felemenkli Villem von Ruysbroe, Venedikli Marco Polo gibi gezginler, eserlerinde Türklerden bahsetmişlerdir. Bu gibi çalışmalarda dağınık bir şekilde de olsa birtakım Türkçe ad ve kelimelere rastlanmaktadır.[1]

Türk dili üzerine yazılmış olan kitapların en eskisi, 14. yüzyılın başlarında (1303-1362 yıllarında) Lâtin harflerine benzeyen gotik harflerle kaleme alınmış “Kumanlara Ait Bilgiler” anlamına gelen Codex Cumanicus adlı eserdir.[2] Kitabın Fransisken[3] rahipler tarafından Hıristiyan öğretisini Türklere yaymak amacıyla, Kuman-Kıpçak Türkçesiyle yazıldığı zannedilmektedir.[4]

Yabancıların[5] Türkçeyle ciddî olarak ilgilenmeleri esas olarak Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesine çıkması ve dünyanın en büyük devletlerinden birisi olmasından sonra başlamıştır.

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alması, yani eski bir çağı kapatıp yeni bir çağı açması, Batılı devletlerin gözlerini Osmanlı’nın üzerine çevirmesine sebep oldu. Avrupalılar, dünyanın en önemli bölgelerine sahip olmaya başlayan Osmanlı Devleti’yle ticaret yapabilmenin yollarını aradılar. Ayrıca Osmanlı hâkimiyeti altında yaşayan Hıristiyan tebaanın dinî ihtiyaçlarını karşılama ve gizli olarak Türkleri Hıristiyanlaştırma gayesi de güttüler. Bu yüzden Türkleri daha yakından tanımak ve onların zengin ülkelerindeki kaynaklardan yararlanabilmek için Osmanlı Devleti’nin resmî konuşma ve yazı dili olan Türkçeyi öğrenebilme ve öğretebilmenin vasıtalarını bulmaya çalıştılar.

Avrupalı milletlerin arasında Türkçeye ilgi duyanların başında İtalyanlar ve Fransızlar gelmektedir. Osmanlıların Avrupa ile ciddî manada ilk münasebetleri İtalyan şehir devletleriyle olmuştur. Bunların içinde Venedik, Ceneviz ve Floransa’yı sayabiliriz. Fransa-Osmanlı ilişkileri ise, Fransa Kralı I. François’in, İspanya Kralı 5. Şarl ile Pavia Savaşı’nda karşılaşması ve ağır bir yenilgiye uğramasından sonra esir edilmesi üzerine, Kral ve annesinin Kanunî Sultan Süleyman’dan yardım isteyen mektubunun Kanunî’ye ulaşması sonucunda yeni ve değişik bir boyutta ortaya çıkmıştır. Mektubu alan padişah, Fransızların kendisine karşı müracaatını bir büyüğe yapılan sığınma sayarak onlara yardım etmiştir.[6] 1536 yılında yapılan “Kapitülasyonlar” ismiyle anılan anlaşmadan sonra o devirde kuvvetli olmayan Fransa çok güçlü bir devletten birtakım imtiyazlar almış ve bu ayrıcalıklar, Fransa’ya ileriki yıllarda çok yarar getirmiştir.

Osmanlı Devleti’yle bu kadar yakın ilişkileri olan Avrupa devletleri, Osmanlıların içlerine kadar girmek ve Osmanlı ülkelerinin zengin kaynaklarından istifade edebilmek için gerekli olan Türk dilini öğretebilecek yeni kurumlar oluşturmayı düşündüler. Bu konuda ilk teşebbüslerden birisini Venedik Cumhuriyeti yapmıştır. Küçük bir devlete sahip olan Venedikliler çok akıllı insanlardı. Ticarete de kafaları yatkındı. Osmanlılarla devamlı olarak teşrîk-i mesâî eden Venedikliler, Osmanlı Devleti ile ilgili resmî yazışmaları bir süre becerikli vatandaşları vasıtasıyla yürüttülerse de Osmanlılarla olan ticaret ve diğer ilişkilerin büyüklüğü karşısında Türkçeyi çok iyi bilen insanlara karşı duyulan ihtiyaç günden güne arttı. Onlar da bu sebeple 1551 yılında Türkçe tercüman yetiştirmeyi amaçlayan bir dil okulu kurdular ve burada eğitim gören gençleri yerinde pratik yapmaları için İstanbul’a gönderdiler. Böylece “Giovanna della Lingua (Dil Oğlanları)” denilen yeni bir memuriyet doğdu. Bu gençler elçilik binasında kendi vatandaşları ile beraber çağrılan bir Türk’ten Türkçe dersler aldılar. Bunların arasından yetişen insanlar daha sonraki senelerde iki devlet arasındaki anlaşmaların sağlıklı bir şekilde yürümesini temin ettiler.[7]

Fransa geniş ve kârlı ilişkilerde bulunduğu Osmanlı topraklarında bu münasebeti yerli halkın dilini (Türkçeyi) iyi bilen ve aynı zamanda Doğu uzmanı olan özel yetiştirilmiş görevlilerle sürdürmeyi düşünmüş; siyasî, ekonomik ve kültürel alanlardan istifade edebilmek için Venediklileri kendisine örnek alarak Doğu Dilleri Okulu’nu İstanbul’da açmıştır.[8] Bu okullarda yetişen gençler Fransa’nın çıkarlarını Bâbıâlî nezdinde savunmuşlardı.[9] Bunların bir kısmının Fransa kralları ile ilişkisi de vardı.[10]

Osmanlı Devleti’yle yakın temas kuran Avusturya da diplomatik işlerde önceleri devletin sınırları içerisinde bulunan Hıristiyan tercümanlardan yararlanmış, bunların casuslukla itham edilmeleri üzerine, tercüman ihtiyacını kendi vatandaşlarından karşılamak gerektiğini anlamıştır.[11] Avusturya İmparatoru I. Leopol bu gaye ile 1673 senesinde Johann-Baptist Podesta adlı bir genci Roma’ya göndermiş ve bunun sonucunda 17. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’da bir okul kurulmuştur.[12] Avusturya kraliçesi Maria Teresa’nın; 1754’te elçiler, tüccarlar ve bilginler için Viyana’da Şarkiyat Akademisi’ni kurdurmasından sonra İslâmiyet’le ilgili çalışmalar ve Türkçe öğretimi ülkede sistemli bir şekilde yapılmaya başlanmıştır.[13]

Rusya’ya gelince, bu ülkede de Türkçe öğretime önem verilmiştir. Ülkenin Yakın Doğu siyasetini genişletmesi üzerine Türkçe, Arapça ve Farsça bilen tercümanlar yetiştirilmesi amacıyla 1716, 1717 yıllarında Rus Çarı I. Petro emirnameler çıkarmıştır.[14]

İngiltere, Almanya, Polonya ve diğer Avrupa ülkeleri de tarih boyunca ve günümüzde Türkçeyle ilgilenmişler ve bunun neticesinde Batılı ilim adamları Türk dili, kültürü, edebiyatı, tarihi, sanatı ile alâkalı birçok çalışma meydana getirmişlerdir.[15]

Yukarıda bahsettiğimiz Codex Cumanicus’tan sonra Doğu ülkelerine ve dolayısıyla Türkiye’ye giden ve orada yıllarca kalan bazı seyyah, din adamı ve bilim adamları, genellikle Lâtin veya Arap harfleri kullanarak bazı Türkçe parçalar,[16] konuşma klavuzları,[17] sözlük ve gramerler[18] kaleme almışlardır. Batılıların Türk kültürü ve bunun temel taşı olan Türk dili ile ilgilenmelerini belli başlı bazı sebepleri vardır. Aşağıda bunlardan bahsedilecektir:

1. Siyâsî Sebepler

Fatih Sultan Mehmet’ten sonra dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı Devleti bütün dünyanın ilgisini çekmeye başlamıştı. Özellikle Avrupa ülkeleri bu büyük devlet hakkında bilgi edinmeye başladılar. Avrupalıların kendi aralarındaki kargaşalıklarda, üstünlük sağlamak isteyen devletler, Osmanlı ile irtibat kurmaya çalıştılar. Osmanlı Devleti’nin Avrupa, Asya, Afrika’da ve özellikle Akdeniz bölgesinde bulunan birçok ülkeyi siyasî olarak egemenlik altına almasından sonra Batılılar bu büyük devletin halkının anadili olan Türkçeyi merak ettiler.

Venedikliler yukarıda geçen “Dil Oğlanları Okulu”nu kurduktan sonra, burada yetenekli ve genç tercümanlar yetiştirdiler. Bunlar Türkçeyi çok iyi biliyorlardı. Yani Venedik Cumhuriyeti Osmanlı’yla olan diplomatik ilişkilerde başarılı olmuştur. Bu küçük fakat özellikle Akdeniz ve Orta Doğu ülkelerinde çok faal olan zengin Venedik Cumhuriyeti’ne mensup tüccarlar, birçok ülke gezmeleri sebebiyle, bunların siyasî durumları hakkında devletlerine bilgi veriyorlardı. Bir nevi fahrî diplomatlık yapıyorlardı. Doğu topraklarında ticaret merkezlerinde bulunan ve “balyos” adı verilen temsilciler[19] görevleri sona erip memleketlerine döndüklerinde, gittikleri yerlerle ilgili raporlar hazırlarlar ve bu raporları senatonun önünde okurlardı. Raporlarda bulunan çok önemli bilgileri başta Hıristiyanlığın Katolik mezhebinin liderleri olan papalar olmak üzere diğer İtalyan devlet adamları büyük bir dikkatle dinlerlerdi.[20]

Kanunî Sultan Süleyman, 1526 yılında Macarları Mohaç Meydan Savaşı’nda bozguna uğrattıktan sonra[21] Fransa Kralı I. François, Fransa’yı Avrupa’nın en büyük devleti hâline getirebilmek için Kanunî Sultan Süleyman’dan yukarıda söz ettiğimiz yardımı istemekle, kendisine diğer Avrupa devletleri tarafından yapılacak hücumlara karşı siper almıştı. Bunun neticesi olarak Osmanlı Devleti ile Fransa’nın yüzyıllar boyu sürecek olan dostluklarının temeli atılıyordu. Bu ilişkilerin sonucunda Fransa Jean de la Forest ardlı birisini 1535’te Osmanlı Devleti nezdinde daimî büyükelçi sıfatıyla atadı. 1535 yılından önce bir Müslüman ülkeyle yaptığı anlaşmadan dolayı Avrupa’daki Hıristiyan ülkelerden çekinen Fransa kralı bu tarihten sonra Türklere artık açıktan açığa bağlanmağa karar verdi.[22] Fransa ile Osmanlılar arasında tarihte birçok defa yenilenen dostluk anlaşmaları genellikle Fransızların işine yaramıştır. Fransızlar “Kapitülasyonlar” ismiyle anılan anlaşmalardan sonra zengin Osmanlı ülkelerine rahatlıkla girip çıktılar, serbestçe ticaretlerini yaptılar. Osmanlı Devleti, akdedilen bu anlaşmalara tarihte hep bağlı kalmış, Fransa ise siyasî gerekçelerle Hıristiyan taassubundan çekinerek bazen istikrarsızlıklar göstermiştir.[23]

Osmanlı ile Fransa arasındaki anlaşmalardan sonra özellikle Fransızlar zengin Osmanlı ülkelerine akın etmeye başladılar.[24] Bunun sonucunda Fransızlarla Türkler birbirlerini daha yakından tanıma fırsatı elde ettiler.

Fransa’nın açtığı dil okullarından yetişen birçok tercüman, devletlerarası ilişkilerde mühim roller oynadı. Tercümanlar, Avrupa devletleri ile Doğulu devletler arasında aracılık yapıyorlardı. Fransa’nın hizmetinde bulunan tercümanlar, Doğu ülkelerinin dilleri hakkında bilgi sahibi olmaları sebebiyle Fransa’yı ilgilendiren bütün meselelerin içinde bulunmaktaydılar. Onların çok geniş müdahale alanları vardı.[25] Belgeleri Fransızcadan Türkçeye, Türkçeden Fransızcaya çevirmek, Fransa’nın çıkarlarını gerek Bâbıâlî’de gerekse Yakındoğu limanlarında büyük devletlerin yanında savunmak tercümanların görevleriydi.[26] Bunlar, Türkçeyi çok iyi bilmeleri ve Osmanlı sarayına yakın olmaları sebebiyle Osmanlı Devleti içinde olup biten hadiseleri Fransa’ya en kısa zamanda haber veriyorlardı. Ayrıca diplomatik inceliklere de vâkıftılar.

Batılılar, Doğulu milletlerin dinini, tarihini ve coğrafyasını anlayabilmek için Arapça, Farsça; siyasî işlerine vâkıf olabilmek için de Türkçe öğrenmenin gerekli olduğunu biliyorlardı.[27] Çünkü Osmanlı Devleti’nde aslî unsur olan Türkler için Müslümanlık ne kadar önemliyse devletin işlerinde Türkçe bilmek de o derece ehemmiyetliydi. Osmanlı toplumunda yaşayan değişik milletlerin birleştirici öğesi Türkçeydi. Bu toplumda yaşayan Ermeni, Rum, Yahudi, Bulgar vb. gibi gayrimüslim aydınların çoğu Türkçe biliyorlardı. 19. yüzyılda Osmanlıda devlet içinde gayrimüslimlere daha çok görev verilmeye başlanmasıyla Türkçe daha da yaygınlaştı ve birinci dil hâline geldi. Ayrıca okuma yazma bilmeyen fakat evlerinde anadil olarak Türkçe konuşan Ermeni, Rum, Yahudi ve Bulgar topluluklar vardı. Bunlar için Ermeni, Rum ve İbranî harfleriyle yazılmış Türkçe kitaplar, gazeteler basıldı. Fakat Türkçe 19. yüzyılın sonlarından itibaren üstünlüğünü başka dillere kaptırdı.[28]

Avrupalılar ayrıca Osmanlı’yı içten çökertebilmek için ortaya “Doğu meselesi”[29] diye bir problem çıkardılar. “Doğu meselesi”nde etkin rol oynayan ülkelerden birisi olan Çarlık Rusyası da kendi bilginlerini, Yakındoğu siyasetini ele geçirebilmek için Türk dili, kültürü, edebiyatı ve tarihi üzerine incelemeler yapmaya teşvik etti.[30]

Batılıların Türkçe öğrenme sebeplerinin en önemlilerinden birisinin Osmanlılara siyasî üstünlük kurmak olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

2. Ticârî Sebepler

Avrupalıların Türkçe öğrenme ve Türkçeyi kendi vatandaşlarına öğretme sebeplerinden en önemlisi herhalde ticarî sebeplerdir.

Osmanlı Devleti daha kurulmadan önce ve Osmanlı’nın ilk zamanlarında Venedikliler ve Cenevizliler Türklerle ticaret anlaşmaları yapıyorlardı.[31] Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu ticarî imkânlardan en fazla yararlanan ülke Fransa oldu. Tarihte birçok kez yenilenen “Kapitülasyonlar” sayesinde Fransızlar çok geniş ticarî imkânlar elde ettiler. Bu anlaşmalardan sonra Osmanlı ülkelerine birçok Fransız vatandaşı geldi ve burada ticaret yapmaya başladı. Özellikle Fransız denizcileri, tüccarları, din adamları ve bilim adamları, diğer ülkelerin vatandaşlarına göre Türkiye’ye çok daha rahat girip çıkabiliyorlardı. Fransızlardan oldukça az bir gümrük vergisi alınıyordu. Bundan dolayı, Fransızlar kendi getirdikleri malları Osmanlı ülkelerinde rahatlıkla satabiliyor ve ülkelerine zengin olarak dönebiliyorlardı.[32]

Yalnız Osmanlıların zengin ticarî imkânlarından daha iyi faydalanabilmek için Türkçe bilmenin önemi gün geçtikte artıyordu. Tüccarlar Türkçe öğrenebilmenin yollarını arıyorlardı.[33] Bunun için de Türkçeyi pratik ve kolay öğretecek klavuzlara, sözlüklere ve gramer kitaplarına[34] ihtiyaçları vardı. İstanbul’da 1730 yılında İbrahim Müteferrika Matbaası’nda basılan ilk eserlerden birinin Rahip Holdermann’ın Grammaire Turque adlı bir Türkçe gramer kitabı olması herhalde tesadüfî değildir. Ayrıca Fransa için Osmanlı ülkelerinde ticaret yapmanın ne kadar önemli olduğunu, 1669 yılında faaliyete geçen “Dil Oğlanları Okulu”nun, Marsilya Ticaret Odası’nın isteği ile Fransa Meclisi tarafından açılmasından anlayabiliriz.

3. Dinî Sebepler

Yabancıların yazdıkları Türkçe sözlük ve gramer kitaplarına bakacak olursak, bunları kaleme alanların birçoğunun dinî kişiliğe sahip olduğunu görürüz. Kitapların müellifleri değişik misyoner teşkilâtlarına bağlı insanlardı.[35] Bunlardan Hıristiyanlığın Katolik mezhebine mensup olanların sayısı da oldukça fazlaydı. Hıristiyanlar, dinlerini yayabilmek için özel matbaalar bile kurmuşlardır. Bu matbaalardan biri olan Medici Matbaası’nın müdürü Raimondo misyonerlik faaliyetlerini daha iyi yürütebilmek için Arapça öğrenmenin gerekli olduğunu söyler ve daha fazla Arapça grameri; Arapça, Farsça, Türkçe olarak da bir sözlük yayımlama sözü verir. Diğer bir matbaa olan Propaganda Fide Matbaası ise, “Sacra Congregatio de Propaganda Fide’nin (İnanç Propagandası için Kutsal Papazlar Topluluğu) propaganda organı olarak kurulmuştur. Topluluğun amacı; Katolik Hıristiyan inancını Hıristiyan olmayanlara ve ayrılıkçı tarikatlara yaymak, uzak bölgelerdeki misyonerlik faaliyetlerinin yürütülmesini cesaretlendirmek ve yönlendirmektir.[36] Misyonerlere yönelik sözlük ve gramer kitapları dahi yazılmıştır.[37]

Fransa, Osmanlı ile yaptığı ticarî anlaşmalardan sonra Avrupa’nın en zengin ülkelerinden birisi oldu. Fransa’dan Osmanlı ülkelerine giden insanlar sadece zengin olmak için değil başka sebepler için de geldiler. Fransa kendisini Katolik Hıristiyan inancının lideri olarak görüyordu. Bu sebeple misyoner din adamları hem kendi tebaalarının dinî ihtiyaçlarını karşılamak, hem de Hıristiyan propagandası (gizli olarak) yapmak için Fransa’dan Türkiye’ye gidiyorlardı. Fransa Büyükelçisi Marquis de Bonnac İstanbul’da elçilik yaptığı sıralarda (1716-1724), Kudüs’te Saint-Sepulcre Kilisesi’nin Fransa tarafından onarılması imtiyazını elde etmişti.[38] Fransa için bu, çok önemli bir hâdiseydi. Böylece Fransa bütün Katoliklerin hâmisi oluyordu.

Amerikalılar da 19. yüzyılın ortalarından itibaren misyonerlik faaliyetlerine hız verdiler. Bunlar genellikle misyonerlik yapmak istedikleri ülkelerde yardım dernekleri oluşturuyorlar, hastane ve eğitim kurumları inşa ediyorlardı. Hastanelerde bakıma muhtaç insanları ücretsiz bir şekilde tedavi ettiriyorlardı. Meselâ, İstanbul’un en güzel yerlerinden biri olan Rumelihisar’ında zengin bir tüccar olan Robert’in maddî desteğiyle yapılan Robert Koleji, arkasında misyoner teşkilatların olduğu eğitim müesseselerinden birisiydi.[39] Türkiye’de bu ve bunun gibi birçok eğitim kurumuna sahip olan misyoner teşkilatları, bu kurumlardan mezun olan Türk gençlerini kendi istikametlerinde eğitimişlerdir.

4. Kültürel Sebepler

Doğu ülkeleri, bazı Batılı seyyahların ve ilim adamlarının öteden beri ilgisini çekmekteydi. Doğunun en büyük temsilcilerinden olan Osmanlı ülkelerine gidip orada gezebilmek ve oranın kültürel yapısınına vâkıf olabilmek için Türkçe bilmenin faydası ortadadır. Yukarıda saydığımız sebeplerin dışında bazı Türkçe gramer ve sözlüklerin müellifleri ise eserlerini ilmî gayeyle kaleme almışlardır.[40] 17. yüzyılın sonlarında Barthelemy d’Herbelot’un Bibliotheque Orientae’nin yayımlanmasından sonra Batı’nın, Doğu üzerinde beslediği ön yargılar yavaş yavaş değişmeye başladı. Bu kitap, İslâm incelemeleri üzerine Batı’da meydana getirilen ilk ciddî çalışmalardandı. Eserde Şark dünyasının idare sistemleri, dinleri, kanunları, yaşayış biçimleri, filozofları, şairleri anlatılmaktaydı. Kitabı okuyan Avrupalılar Doğulu milletlerin hiç de zannettikleri gibi kötü insanlar olmadıklarını, bilakis onların da çeşitli duygular taşıdıklarını, etten kemikten insanlar olduklarını anlamaya başladılar. Antoine Galland’ın Binbir Gece Masalları’nı Fransızcaya çevirmesinden sonra, bu eser özellikle Fransız toplumunda çok büyük bir rağbet gördü. 18. yüzyıl boyunca etkisini devam ettirecek bir Doğu modası başlamış oldu.[41] Batı matbaalarında Arap harfleriyle kitap basanlar, bu kitapları Osmanlı ülkelerinde satmak istemişlerdir. Fakat Türkler elyazması eserlere daha çok rağbet ediyorlardı. Ayrıca bazen Avrupa’dan gelen tüccarların tezgâhları dağıtılabiliyordu. Bu durum, devlet ricaline şikâyet edilince III. Murat bir fermanla bu gibi insanların kitaplarını rahatça satabileceklerini emretti.[42] Bu fermandan sonra Batı’dan gelen kitap tacirleri, kitaplarını Osmanlı ülkelerinde serbestçe satabilme imkânına kavuştular. Böylece Batılılarla Osmanlılar arasındaki kültürel ilişkiler daha da kuvvetlenmiş oldu. Ayrıca Osmanlı memleketlerinde yaşamış olan bazı Batılı elçi ve seyyahlar, Türkiye’den aldıkları birçok değerli elyazması eseri kendi ülkelerine götürmüş ve kültür mirasımız başka milletlerin ellerine geçmiştir.[43] Yani Avrupalılar bu kıymetli eserlere ulaşabilmek için de Türkçe öğrenmişlerdir. Bugün, Batı kütüphanelerinde binlerce Türkçe kitap bulunmaktadır.

Sonuç

Tarih boyunca daima Türklerle temas hâlinde bulunan Avrupa ülkeleri, Türklerin Müslüman olmalarından da kaynaklanan bir tecessüsle, Türk toplumunun içine nüfuz etmeyi istemiş ve bunu büyük ölçüde de başarmıştır. Tarihte Osmanlı Devleti ile, bugün ise Türkiye Cumhuriyeti ile birçok anlaşmalar yapan Batılı ülkeler için Türkiye’nin stratejik durumu, dinî ve kültürel yapısı her zaman önem arz etmektedir. Batı, bir zamanlar dünyanın en büyük devleti olan Osmanlı’nın Avrupa içinde ilerleyişine seyirci kalmadı. Bunun için de çeşitli yöntemler denedi. Türk toplumunun geleneksel dokusunu değiştirmeye çalıştı. Bunu da çeşitli vasıtalarla yaptı. Avrupalılar ayrıca Müslüman bir devletin kendilerine hâkim olmalarını hiçbir zaman kabul edemediler. Bu yüzden de Osmanlı toplumunu içten çökertmeyi amaç edindiler. Çeşitli kılıflar altında Türkiye’ye gelen misyonerler, Türk insanını etkiledi ve kendisine yabancı hâle getirdi. Bütün bu faaliyetleri yapabilmek için gerekli olan

OsmanlI’nın anadili Türkçeyi öğrenmek çok önemliydi ve bu yüzden Avrupalı âlimler birçok Türkçe sözlük ve gramer kitabı yazdılar. Bu kitaplar sayesinde Batılı ülkelerin elçileri, tüccarları, din adamları, âlimleri, sanatçıları vb. Türkleri ve Türkiye’yi yakından tanıma imkânına sahip oldular. Gramer ve sözlükleri sırf ilme hizmet olsun diye kaleme alanlar da oldu. Neticede, hangi amaçla olursa olsun Lâtin, Grek, Ermeni, Arap, Kril ve Gotik haflerle Avrupalıların yazdıkları Türkçe konuşma klavuzları, atasözleri, şiir parçaları, gramer ve sözlükler; Türkdilinin tarihî ses bilgisini göstermeleri bakımından eşsiz birer kaynaktırlar.

Yrd. Doç. Dr. Mehmet GÜMÜŞKILIÇ

Fatih Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 520-525

TARİH : OSMANLI-TÜRK KÜLTÜR VE MEDENYETİNDE TARİH DÜŞÜRME SANATI


OSMANLI-TRK KLTR VE MEDENYETNDE TARH DRME SANATI.pdf

ARAŞTIRMA DOSYASI : Congressional Correspondence with the Central Intelligence Agency (CIA)


2016-06-09_14-34-56

The following documents have been received under the Freedom of Information Act (FOIA) and contain the “Congressional Correspondence Logs” for all communications between Congress, and the Central Intelligence Agency (CIA).

Each log outlines who the correspondence was with, the date, and topic of the letter.

Declassified Congressional Correspondence Logs

pdf.gifCongressional Correspondence with the Central Intelligence Agency (CIA), Calendar Year 2013 [6 Pages, 0.6MB]

Background on the CIA

The Central Intelligence Agency was created in 1947 with the signing of the National Security Act by President Harry S. Truman. The act also created a Director of Central Intelligence (DCI) to serve as head of the United States intelligence community; act as the principal adviser to the President for intelligence matters related to the national security; and serve as head of the Central Intelligence Agency. The Intelligence Reform and Terrorism Prevention Act of 2004 amended the National Security Act to provide for a Director of National Intelligence who would assume some of the roles formerly fulfilled by the DCI, with a separate Director of the Central Intelligence Agency.

The Director of the Central Intelligence Agency serves as the head of the Central Intelligence Agency and reports to the Director of National Intelligence. The CIA director’s responsibilities include:

  • Collecting intelligence through human sources and by other appropriate means, except that he shall have no police, subpoena, or law enforcement powers or internal security functions;
  • Correlating and evaluating intelligence related to the national security and providing appropriate dissemination of such intelligence;
  • Providing overall direction for and coordination of the collection of national intelligence outside the United States through human sources by elements of the Intelligence Community authorized to undertake such collection and, in coordination with other departments, agencies, or elements of the United States Government which are authorized to undertake such collection, ensuring that the most effective use is made of resources and that appropriate account is taken of the risks to the United States and those involved in such collection; and
  • Performing such other functions and duties related to intelligence affecting the national security as the President or the Director of National Intelligence may direct.

The function of the Central Intelligence Agency is to assist the Director of the Central Intelligence Agency in carrying out the responsibilities outlined above.

To accomplish its mission, the CIA engages in research, development, and deployment of high-leverage technology for intelligence purposes. As a separate agency, CIA serves as an independent source of analysis on topics of concern and also works closely with the other organizations in the Intelligence Community to ensure that the intelligence consumer—whether Washington policymaker or battlefield commander—receives the best intelligence possible.

As changing global realities have reordered the national security agenda, CIA has met these challenges by:

  • Creating special, multidisciplinary centers to address such high-priority issues such as nonproliferation, counterterrorism, counterintelligence, international organized crime and narcotics trafficking, environment, and arms control intelligence.
  • Forging stronger partnerships between the several intelligence collection disciplines and all-source analysis.
  • Taking an active part in Intelligence Community analytical efforts and producing all-source analysis on the full range of topics that affect national security.
  • Contributing to the effectiveness of the overall Intelligence Community by managing services of common concern in imagery analysis and open-source collection and participating in partnerships with other intelligence agencies in the areas of research and development and technical collection.

By emphasizing adaptability in its approach to intelligence collection, the CIA can tailor its support to key intelligence consumers and help them meet their needs as they face the issues of the post-Cold War World.

EĞİTİM DOSYASI : TBMM kayıtlarında Aydınlanmanın ışığı Köy Ensti tüleri KOMÜNİZM BAHANESİYLE nasıl karartıldı ??


SMAİL-HAKKI-TONGUÇ-VE-KÖY-OKULU1.jpg

OTURUM.jpg

II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Atatürk devrimlerine ve aydınlanmacı kurumlara karşı olanlar sesini yükseltmeye başladılar. Özellikle Köy Enstitüleri’nde yetişen öğretmenler toprak ağalarını, şeyhleri ve katı bürokratları tedirgin etmeye başlamıştı.

1946 seçimlerinden sonra ödünler verilmeye başlandı. Köy Enstitüleri’nin açılmasında Milli Eğitim Bakanı olarak önemli bir payı olan Hasan Âli Yücel’e yeni kurulan kabinede yer verilmedi. Yine Köy Enstitüleri’nin kurucusu, kuramcısı ve uygulayıcısı İsmail Hakkı Tonguç İlköğretim Genel Müdürlüğü’nden alındı. Yücel’in yerine Milli Eğitim Bakanı olan Reşat Şemsettin Sirer, gerici ve tutucu bir politikacıydı. Tonguç’a ve enstitülere karşı önyargılıydı. Enstitülerin kapatılması sürecini başlattı.

Hemen Köy Enstitüleri ile ilgili büyük bir karalama ve iftira kampanyası başlatıldı. Köylerde görev yapan enstitülü öğretmenlerin kurumları ile ilişkisi kesildi. Ellerinden araç gereçleri alındı. Yüksek Köy Enstitüsü, 1947–1948 öğretim yılında kapatıldı. Öğrencilerin yönetimde söz sahibi olmalarına son verildi. Ders dışı çalışmaları kısıtlandı. Karma eğitime son verildi. Enstitüde okuyan kız öğrencileri iki enstitüde topladı. Enstitü kitaplıklarında sakıncalı görülen kitaplar ayıklandı ve yakıldı.

1950 Seçimlerinden sonra Demokrat Partinin ünlü demagogu Tevfik İleri bakan oldu. Köy Enstitülerinin tamamen kapatılması için TBMM’de çalışmaları başlattı.

GİZLİ OTURUM NİÇİN YAPILDI?

Türk Ceza Yasası’nın bazı maddelerinin değiştirilmesi hakkında yasa tasarısı görüşülürken verilen bir önerge üzerine bir gizli oturum yapılması kararı alındı. Daha önce Adalet Komisyonu gizli oturumunda, dünyada ve Türkiye’de Komünizm tehlikesi hakkında açıklamalarda bulunan askeri yargıç Şevki Mutlugil’in aynı bilgilendirmeyi Meclis’te yapması istendi. Mutlugil 19 Kasım 1951 tarihinde Meclis’te aynı açıklamaları yaptı.
Şevki Mutlugil’in açıklamaları Meclis tutanaklarında 28 sayfa tutuyor. 26 Sayfası dünyada ve Türkiye’de Komünizm tehlikesi üzerine. Türkiye’de bu adla kurulan partiler, Komünist olduğu düşünülen kişiler, kurumlar hakkında bilgi veriliyor. Sonra Köy Enstitülerine geçiliyor. Yargıcın bu konuda açıklaması tutanakta bir buçuk sayfa. Bildiğimiz aslı astarı olmayan suçlamalar yineleniyor. Sonra nedense Köy Enstitüleri üzerine tartışma açılıyor, tartışma tutanakta on sayfadan fazla yer tutuyor.

Asıl dikkat çeken nokta, yargıcın açıklamasında; yalnız Köy Enstitüleri adı geçmiyor; ordu, Harp Okulu, Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesinin ve başka kurumların da adı geçiyor, ama Köy Enstitüleri dışındakilerle ilgili tartışma yapılmıyor. Tartışmanın yalnızca Köy Enstitüleri ile ilgili olması düşündürücü. Kanımızca bu tartışmanın ana nedeni Köy Enstitüleri’nin kapatılması konusunda Meclis’in hazırlanmak istenmesidir.
Bu gizli oturumda görüşlerini açıklayan Reşat Şemsettin Sirer ve Tevfik İleri’nin daha yakından tanınması için onlar hakkında kısaca ek bilgi vermek gerekli olacaktır.

REŞAT ŞEMSETTİN SİRER

Köy Enstitüleri’nin Kurucusu İsmail Hakkı Tonguç’a bir gezi sırasında: “Sen bunları (köylüleri) okutuyorsun ama sonra başımıza iş çıkarmasınlar” diyen,
bakan olur olmaz; Köy Enstitüsü müdürlüklerine “Köy öğretmenlerimizi daha bilgili ve milli duyguları daha sağlam yetiştirilmeli” diye mektup yazan, Uğur Mumcu’ya göre; “Sağcı ve tutucu düşünceleriyle tanınan”, Doğan Avcıoğlu’na göre; “Hitler rejimine hayran ve Köy Enstitüleri aleyhinde”, Necip Fazıl’a göre, “Hem dinci, hem laik görünen, ikili oynayan biri” Reşat Şemsettin Sirer, Hasan Âli Yücel’den sonra Milli Eğitim Bakanı oluyor ve yıkım, kapatılma sürecini başlatıyor.

TEVFİK İLERİ

Samsun Bayındırlık Müdürü iken 1944 yılında Samsun – Ladik, Akpınar Köy Enstitüsü’ne gider. İzlenimlerini 19 Mayıs dergisine yazar. (Sayı 66) “Tesadüfen görmemiş olanların katiyen bilmelerine ve tasavvur etmelerine imkân olmayacak şekilde yepyeni bir gençliğin, yepyeni bir neslin bu köy enstitülerinde yaratılmakta olduğunu zevk alarak, gurur duyarak gördük. Bugün dileğimiz… Yurt için de büyük Türkiye için de çok faydalı olan bu köy enstitüleri davasının muaffak olması gerçekleşmesidir.

Enstitülerde gördüklerini ve orada uygulanan eğitimden övgüyle söz eden Tevfik İleri 19 Kasım 1951 yılında TBMM’de yapılan gizli oturumda ise; “Bu Hakkı Tonguç bir müddet Talim Terbiyede kaldıktan sonra Atatürk Lisesine resim hocası yapılmıştır. Hakkı Tonguç, değil İlk Tedrisat Umum Müdürü, değil Talim Terbiye heyeti azalığı, değil resim hocalığı, Türk çocuğunun karşısına çıkamayacak kadar bu memlekete hıyanet etmiş, bir adam olması sıfatıyla onun oradan tutulup atılması şükür olsun, bize nasip olmuştur.” diyor.

Karma eğitime karşı olan, bu nedenle köy enstitülerinde karma eğitimi sonlandıran, bununla övünen; gerekçe olarak da öğretmen adayı olan tertemiz enstitülü kız öğrencileri en çirkin şekilde suçlamaktan çekinmeyen birinin o dönem Milli Eğitim Bakanı olmasının yorumunu sizlere bırakarak yazımızı sürdürüyoruz.

GİZLİ OTURUMUN KÖY ENSTİTÜLERİ BÖLÜMÜ

Askeri Yargıç Şevki Mutlugil’in Meclis gizli oturumunda yaptığı açıklama: “Bizde ve komşu memleketlerde ilköğretim daima komünistlerin köy köy nüfuz ve istismar için müracaat ettikleri bir sahadır.

1926 senesinde hususi idarelerin İlköğretim müesseselerine bakamaması, bilhassa öğretmenlerin maaşlarının verilememesi, oldukça kalabalık bir İlköğretim kadrosunu gayri memnun hale sokmuştur. Hepimizin hatırladığımız bu devir, hele İzmir ve İstanbul’da, bu memnuniyetsizlik havasından komünistliğe doğru kaymalara sebebiyet verilmiştir.
İzmir’deki öğretmenler ve İlköğretim müfettişleri arasında “İzmir Yaranı” diyebileceğimiz bir grup teşekkül etmiştir. Bunların elimizde mevcut yazıları, Marksizm’e nasıl kapılmış olduklarını göstermektedir.

Bilahare köy enstitülerinin açılmasına karar verildiği vakit bu solcu grup önce bundan hoşlanmamıştır. Fakat sonra bütün mevcudiyetleri ile işi benimsemişlerdir. Bilhassa İzmir yaranı bu müesseselerde esaslı rolleri ellerine almışlardır.

Köy enstitülerinin başına getirilen İsmail Hakkı Tonguç, hususi münasebetleri itibariyle sol anlayışı ile münasebeti olan bir zattır. Fakat İlk Tedrisat Müdürlüğüne getirildikten sonra, bilhassa Ferit Oğuz’un yakın yardımı ile işleri çevirmeye başlamıştır.

Köy enstitüleri hususi bir hava ile beslenmeye başlanmıştır. Bu müesseselerin belkemiğini teşkil eden zatların, koyu birer Marksist oldukları su götürmez, bir hakikattir. Bir taraftan da, yeni yetiştirdikleri elamanları türedikçe vazifeye almak yolunu tutmuşlardır.
Bu faaliyet – maalesef – çok gizli yürütülerek bütün hayırhah, tavsiyeler ve patlak veren hadiseler örtbas edilip devam ettirilmiştir.

Evvela Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Hasanoğlan Köy Enstitüsü ile vasıtasız bir irtibat tesis ederek, orada mütemadiyen konferanslar vermiş, karşılıklı talebe ziyaretleri tertip olunmuştur. Yine bu müessesenin tesiri altında, Hasanoğlan’ın diğer enstitülere de gönderilen dergisi, mükemmel bir sol propaganda organı olmuştur. Şefik Hüsnü’nün adımları enstitülere bol miktarda sokulmuştur.

İşi nazari sahadan çıkarmak için bazı garip olaylar arz edilebilir:
Meşhur Komünist Emin Türk Eliçin’in sonradan karısı olan yetiştirmesi Asiye Çifteler Köy Enstitüsü’ne yerleştirilmiştir. Emin’in tercüme ettiği bir komünist eserin bu müessesede satışı vesilesiyle elimize geçen bir vesikadan anlıyoruz ki: Orada müessese müdürü olan ve fikirleri malum zata, ‘Siz ki bu davanın mücahitlerisiniz; biz de naçiz bir hizmette bulunmaya çalışıyoruz” diyor. Daha önce öğrencilerin şikâyeti üzerine Eskişehir zabıtası bu müessese ile alakadar olduğu vakit, ilköğretimin iç âlemi bunu örtbas etmiştir. Bu öğrenciler, bilhassa aile mefhumu, ana ve babaları hakkında cüretkâr telkinlere tahammül edemeyerek isyan etmişlerdir. İtibarlı birçok şahit ve bizzat buradan yetişen bazı öğrenciler, bu müessesenin ahlaksızlığa kadar varan geniş terbiye sistemini hayretle anlatmışlardır.

Kars civarında bir köy okulunda “Ukrayna” diye bir şarkı dinleyen bir mutemet bu garip sesle alakadar olarak öğrencilerden birinin notlarını görmüştür. Daha sonra sorduğu zaman öğretmen, bu şarkının bestesi kolay olduğu için kendisine Hasanoğlan’da öğretildiğini söylemiştir.

Hasanoğlan hakikaten enstitü haline sokulmak istenilmiştir. Burada köy müziği, sol eller vasıtasıyla bestelenmekte ve köyün her cephesi etüd mevzuu olmaktaydı. Dil ve Tarih Fakültesindeki komünist elamanlardan olan doçent Niyazi Berkes birkaç defa köy gezilerinin başında bulunmuş; esasen Amerika’da da Kızılderililer arasında ilkel site mevzuunu tetkik etmiş olduğundan, bu enstitülere kötülüğe yarayacak fakat kendince güzel fikirler vermiştir.Yüksek vaktinizi almaktan çekinerek arz ediyorum ki, parti doktrinleri dikkatle arz etmiş bulunduğumuz sınıflar tezadı, bu müessesenin başındakiler tarafından ve köy sahasında, ellerinden geldiğince işlenmiştir.

Bütün komünist ve sol unsurlar, az çok ele gelen ve yetişmekte olan öğrencileri, büyük bir itinayla birbirlerine tavsiye ederek, üzerlerinde titreyerek inkişaf ettirmeye uğraşmışlardır. İsmail Hakkı Tonguç bu müesseseleri ziyaret ettiği zaman ‘Tonguç baba’ diye sembolize edilmiş ve oralarda bulunduğu günlerde büyük ziyafetler tertip olunmuştur. Bu ziyafetler enstitülerin birinden diğerine intikal eden bir parlaklıkta olduğu gibi; birbirlerine yeni ahlakın birtakım vakacıklarını hatırlatan tezahürlere de meydan vermekte idiler.

Bir Mahmut Makal’ın hal tercümesi, bu masum manzara arkasında komünist hayaletini belirtmeye yarayacaktır. Mahmut Makal ne surette olursa olsun bir esercik hazırlamaya karar vermiştir. Fakat bu eser hazırlanırken, Aksaray’da kütüphane memurluğu yapmakta bulunan ve İzmir’de birçok defalar komünistlikten de takibata maruz kaldığı için Aksaray’a nakledilmiş olan Lütfiye Güçlü ile tanışmıştır. Eser bu kadının tesiri altında şeklini almıştır. Bilahare bütün komünistlerin yaptıkları gibi, Yaşar Nabi’ye götürülmüştür. Yaşar Nabi, sosyalist kenarda kalmaya itina eden bir yayıncıdır. Eseri kabul ve ifadesine göre ve kendince bir şekil vererek neşretmiştir. Sonra kopan fırtına malumdur. Bu genç İstanbul’a gittiği vakit, bir ara, Galatasaray’da, komünistlerin koltuk meyhanecisi Demboy’a götürülmüş; komünist ağabeyler tarafından iltifat görmüştür. Fakat Rusya ve peyk devletlerin alakaları; bilhassa mühimdir. Buradaki bütün peyk elçilikleri tam kadrolarıyla, her konuştuklarına ‘Kimmiş bu Makal? Neymiş bu eser?’ diye sorarak, Türkiye’de ve dünyada Türk köylüsünü var kuvvetleriyle bir mevzu haline sokmak istemişlerdir.
Lütfiye Güçlü iyi hazırlanmış bir komünisttir. Kardeşi usulsüz olarak senelerce Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde ablasının hatırı için burslu olarak tahsil ettirilmiştir.
Bir daha şayanı dikkat bir noktayı arz etmek isterim: Hasanoğlan’ın havadan alınmış fotoğrafı elimizdedir. Bu fotoğrafta görüleceği üzere müzik salonu diye yapılmış bir salonu hiçbir mimari münasebeti olmadan ‘Orak’ şekli verilmiştir. Burası resmi bir devlet mektebidir. Bu neyin sembolüdür? Burada esen taşkın bir hava, çekinmeden bu binaya bu şekli vermiştir.”

TARTIŞMA BAŞLIYOR

Reşat Şemsettin Sirer (Sivas) Bendeniz bir hususu Sayın Hükümet temsilcisi Milli Eğitim Bakanı arkadaşımız tarafından açıklanmasını rica edeceğim. Burada izahat veren teknik elaman köy enstitülerinden bahsetti. Bugünkü iktidar, köy enstitülerini uzman arkadaşımızın tasvir ettikleri şekilde mi bulmuştur, yoksa o hal çok daha evvelki devirlere mi aittir? Burada açıklamalarını rica edeceğim.
Başbakan Adnan Menderes (İstanbul) Muhterem arkadaşlar, muhterem eski Milli Eğitim Bakanı arkadaşımın sualini bugünkü Milli Eğitim Bakanı arkadaşımız daha tafsilatlı olarak cevaplandırırlar. Bendeniz ancak huzurunuzda kendileriyle vaktiyle aramızda geçen bir, iki konuşmayı hatırlatmak lüzumunu hissettim.

Kendileri Milli Eğitim Bakanlığına getirildikleri zaman bu köy enstitülerinin ne kadar fena maksatla kurulmuş olduklarını ve bu fena maksadın izlerini ve neticelerini silip ortadan kaldırmak için büyük gayretler sarf etmekte olduklarını ve fakat bu işin, gizli açık birçok taraftarları ve himaye edicileri bulunduğu için büyük müşkülat içinde bulunduklarını bana ifade etmişlerdi. Bu sözleri kendilerinin de hatırlayacaklarını tahmin ederim.

Reşat Şemsettin Sirer (Sivas) Değerli Arkadaşlarım; sizleri çok rahatsız etmek istemem, müsamahanızı rica edeceğim. Her hastalık üreten mikrop gibi Bolşevizm fikirleri ve ajanları da her yere girer. Orduya girer, mektebe girer, kışlaya girer, Meclis’e girer, her tarafa sokulur. Elverir ki uzviyet kuvvetli olsun.

Kaderin bana bahşettiği bir fırsat. Allahın bir lütfudur ki İlk Tedrisat Umum Müdürü olduğum tarihten beri bu mesele ile yani Türkiye köylerine köyün çocuklarını alarak öğretmen yetiştirmek davasına kendimi vermiş olduğum için, bu müesseselerin fena gidişini önceden gördüm. Bu bir talih eseridir. ( Nasıl gördünüz sesleri) Müesseselerimizi o şekilde gördüm ki; bana mühim bir vazife düşüyordu ve ben o vazifeyi yaptım ve bana düşen vazifeyi yaparken de sayın arkadaşlarım zamanın salahiyetlerinden ancak yardım gördüm. Biraz evvel ismi telaffuz edilen adam etrafını kandırmıştı. (Tonguç baba mı sesleri) Evet Tonguç Baba. Bütün hüsnüyet sahiplerini, bütün iyiniyet sahiplerini kandırmıştı. Tonguç babayı defederken hiçbir mukavemetle karşılaşmadım.

Reşat Şemsettin Sirer (Devamla) İcraatıma devam ederken, 500 kişilik kadrodan 400 kişiyi ayırırken hiçbir taraftan güçlük görmedim, yardım gördüm. Bana manen yardım edenler içinde Demokrat Partili arkadaşlarımız da vardı. Bilhassa, Fuat Köprülü beni mesaimde yüreklendiren, teşvik eden arkadaşlardan biridir. Şu sıralarda oturan; o günkü icra mevkiinde oturan arkadaşlar da beni yüreklendirmişlerdir. Kendilerine derin minnettarlığımı ifade ederim. (Soldan bir ses; iş işten geçtikten sonra)

Başbakan Adnan Menderes (İstanbul) (*)

Hamdullah Suphi Tanrıöver (Manisa) … Demin buraya gelip hitap eden Şemseddin Sirer, genç ve aziz arkadaşım bana yalnız; maarif vekâletine gelirsen beni şu vazifeye alır mısın demedi, başka bir şey daha söyledi. Onu haber vermemde büyük menfaat vardır. Bana dedi ki; burada holde, Hasanoğlan Enstitüsüne gidip bir hasbıhalde bulunmak ister misiniz? Niçin, dedim? Lüzumu var, dedi. O, bu derdi görmüştü, bu derde deva aramıştı. Maksadın ne olduğunu anlamıştım…(Uzun konuşma tarafımdan kısaltıldı. Yazarın notu)

Reşat Şemsettin Sirer (Sivas) (*)
İşletmeler Bakanı Hakkı Gedik (Kütahya) (*)

Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri (Samsun) … Komünizmle mücadele gibi dünya çapında bir dava karşısında, mutlaka partiler üstünde bir yer almak hepimize düşen bir vazifedir. Bunu kendilerinden ve bütün arkadaşlarından bu noktada hassasiyet rica edeceğim. Konuşacağım mevzu çok samimi olacaktır. Reşat Şemsettin’in bu davadaki hizmetlerini böylece tespit ettikten sonra şunu açıklayayım ki, her şeye rağmen devraldığımız müesseseleri, bilhassa köy enstitülerini birçok hastalıklarla, birçok mikroplarla malul olarak devraldık. Demin askeri yargıç arkadaş burada enstitülerden ve Hakkı Tonguç’tan bahsetti. Bana sorarsanız Reşat Şemsettin arkadaşın, köy enstitülerinden Hakkı Tonguç’tan bahsedişi ile onun bahsedişi arasında bir fark vardır, onun yanında bu çok hazindir. Hadiseyi çok korkunç mahiyette burada aksettirdiler. Bunlar burada zapta da geçmiş bulunuyor.

Şimdi, Sayın Başbakanın, birçok işler yapmak zarureti vardır, birçok müşküllerle karşılaşıyorum, yolundaki iddialarını kabul etmek istemediler. Bir şeye temas edeceğim. Demin burada İsmet İnönü’yü iğfal etmiş olmakla onu kandırmış olmakla, iyi bir dava uğrunda onu yanlış yollara sevketmiş olduğunu açıkça söyledikleri Hakkı Tonguç’a Reşat Şemsettin, bu milli hislerle acaba ne yapmak isterdi? Çok şey yapmak isterdi. Ama kabul etmek istemedikleri, o destek, istediğini yaptırmamıştır. İlk tedrisat umum müdürlüğü gibi çok aziz bir mevkiden alınarak ancak ikinci bir aziz mevki olan talim terbiye heyetine nakletmekle yetinmişlerdir. Bunu kabul etsinler. Bu Reşat Şemsettin’in kendi arzusu değildir. Fakat Hakkı Tonguç’a destek olanın arzusudur.

Bu Hakkı Tonguç bir müddet talim terbiyede kaldıktan sonra, Atatürk Lisesine resim hocası yapılmıştır. Hakkı Tonguç değil, ilk tedrisat umum müdürü, değil talim terbiye heyeti azalığı, değil resim hocalığı Türk çocuğunun karşısına çıkamayacak kadar bu memlekete hıyanet etmiş bir adam olması sıfatıyla onun oradan tutulup atılması şükür olsun, bize nasip olmuştur.

Çünkü biz, davamızın uğrunda çalışırken yalnız arkadaşlarımızdan destek gördük, bütün Hükümet azalarından ve başkanından destek gördük. Ve istediğimizi yapabilmek imkânını milletten aldık. İşte dünle bugünün açık özelliği de budur. Arkadaşlar, devraldığımız müessese temiz değildi, dedim. Bir ay evvel Arifiye Köy Enstitüsü Müdürünü, 6 – 7 aylık sıkı bir teftişten sonra vekâlet emrine almak zaruretinde kaldık. Reşat Şemsettin Beyefendi arkadaşımızın İlk Tedrisat Umum Müdürlüğüne getirdiği ve benim orada bulduğum zata, Arifiye’ye tayin edilmiş bulunan bu arkadaşı, bu müdürü ona sordum, nasıldır? İyidir, nasıldır, iyidir. Yaptığım tahkikat sonunda maalesef hiçte iyi olmadığı meydana çıktı. Kütahya mebusları bilirler. Altı, yedi aylık bir tahkikattan sonra bu arkadaşı görevinden uzaklaştırmış bulunmaktayım.

Bir hadise anlatacağım, bilmiyorum, Reşat Şemsettin Bey biliyorlar mı? Kendileri çok şey biliyorlar. Bir seneden beri inceden inceye yaptığımız tahkikat sonunda, komünizm manifestosu tercüme edilerek Hasanoğlan Enstitüsünün birtakım talebelerine dağıtılmış olduğunu tespit ettik. Bu iş bu kadar sistemli, bu kadar hainhane idare edilmiştir. Hakkı Tonguç’un bu derece laubalilik, müsamahalı teşvikleri olan dosyası hazırlanmış ve Şurayı Devlete verilmiş bulunmaktadır. (Yazarın notu, Tonguç bu dosyaların tamamından aklanmıştır.)

Şu cihetle de temas edeceğim. Her devirde ahlaksızlık da olacaktır, komünistlik de olacaktır; kendilerinin de dedikleri gibi komünistlik orduya da girmek isteyecektir, mektebe de girmek ister, cemiyete de girmek ister, bunun tamamen tertemiz olduğu bir devri görmek belki mümkün olmayacaktır.

Elimizdeki vesikalardan şunu anlıyoruz: İçişleri Bakanlığı Milli Eğitim Bakanlığına yazı yazmış; Hasanoğlan Köy Enstitüsünde bir fuayye var, korunulması mühim plan bir cihet var demiş. Maarif Bakanlığında reaksiyon yoktur. Bu yazı hasıraltı edilmiştir. İçişleri Bakanlığı tekrar yazmış bu yazıya yine cevap alamamıştır. Aylar geçmiş meşhur yangın hadisesinde bu yazılar yanmış ve nice nice sonra siz, vaktiyle bize bir yazı yazmıştınız, yangında bu yazı yandı. Neydi o yazı? Demişler tahkikat yapılmış, fakat ondan sonra deliller ve vesikalar yok edilmiş. Bu reaksiyon yokluğudur. Korkunç olan budur.

Bir noktaya daha temas edeceğim. Köy Enstitülerini nasıl teslim aldınız dediler. Kendileri gayet iyi bilirler; Komünizmin telkin unsurlarından birisi de, aile mevhumunu yıkmak yok etmektir. Din mevhumunu yıkmak nasıl gayelerinden biri ise; aile müessesesini yıkmak da diğer gayelerinden biridir. Birtakım genç insanların komünizme katılımlarını temin etmek için buldukları çare, para yerine serbest cinsi münasebettir. Gençler bununla avlanıyor arkadaşlar. Köy Enstitülerinin bir feci manzarası da budur. Dağ başlarında kurulmuş olan, Valilerin ve Maarif Vekaleti umumi müfettişlerinin girmesi yasak edilen ki, bu arkadaşlar her yere girer oraya giremezler. Bu müesseselerde 500 erkek çocuğun, yanında hepsi 16, 20, 22 yaşlarında 60 – 70 kız çocuğu beraber okur, beraber çapa çapalar. Beraber horon oynar. Gece yan yana pavyonlarda yatar. Bu yüzden nice çocuklar düşmüştür. Bu gizli celsede söylenebilir. Nice köy kızları serbest fuhuşa teşvik edilmiştir. Bunu Reşat Şemsettin’den sonra teslim aldığımız zaman oradaki kızları toplayarak, ayırarak, İzmir’de tertemiz bir yuva içinde toplamak ve ayrı bir kız enstitüsü haline getirmek ve böylece bu memleket içindeki çıban başlarını temizlemek çok şükür olsun bize nasip oldu.” (1)

SONUÇ

Bu gizli oturum sürecine dıştan bakılınca sanki Reşat Şemsettin Sirer’le Tevfik İleri arasında Köy Enstitülerine “İhanet”te bir yarış olduğu düşüncesi uyanır insanda. Oysa birinin ötekinden hiç de farkı yoktur. Her ikisi de tam bir Köy Enstitüsü düşmanıdır. Her iki Bakan da çok kısa bir sürede ülkenin gurur kaynağı olan Köy Enstitüleri’nden ürkerlerken, bir başka yanlarıyla da o kurumları karalama, halkın gözünde düşürme yollarını ararlar… Özellikle; Milli Eğitim Bakanı olan İleri’nin, TBMM kürsüsünden, sorumlusu olduğu kız öğrencileri için bu denli insafsız, vicdansız, çirkin bir konuşmayı nasıl yapabildiğini insanın aklı almıyor… Öyle anlaşılıyor ki, Köy Enstitüleri’ni kapatmak için her yol geçerli sayılmış…

“Demokrat Parti’de Köy Enstitülerinin gerçek kimliğini anlayan bir tek kişi yoktur. Saldırı acımasızlık onların yaşamlarında en ön sırayı alırken, ülkeye hizmetteki kusursuzluk onların gözünde hiçtir! Büyük çiftlik sahibi olup da sürekli köylüleri, yoksulları sömürenlerden başka ne beklenebilirdi ki! Dağ başlarında kurulduklarını eleştiren bu siyaset bezirgânları Köy Enstitülerini beğenmedikleri yerlerden alıp ovalara mı, kentlerin yanı başına mı taşıdılar ki? Namuslu devlet adamı bin bir emekle kurulmuş kurumlara hiç olmazsa saygıyla yaklaşır… Yaratıcılık ne yazık ki onlara özgü değildi…” (2)

(*) Gizli oturumda Köy Enstitülerle ilgili tartışmaların uzunluğu nedeniyle bazı konuşmacıların konuşmaları bu yazıya hiç alınmamıştır. Bazı konuşmacıların da konuşmalar kısaltılarak alınmıştır. Bu tutanakların tamamına Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı tarafından yayınlanan “TBMM Bütçe Görüşmelerinde ve Milli Eğitim Şuralarında Köy Enstitüleri (1935 -1954)” kitabından ulaşılabilir.

(1) “TBMM Bütçe Görüşmelerinde ve Milli Eğitim Şuralarında Köy Enstitüleri (1935 -1954)” Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları, Şubat 2010, I. basım

(2) “Anadolu’da Aydınlanma Ateşini Yakanlar 2, Köy Enstitülülerle Söyleşiler”, Erdal Atıcı, Nadir Gezer’le söyleşi bölümünden. (Basılıyor)

Erdal Atıcı
Odatv.com

ARAŞTIRMA DOSYASI : The Pioneer Program – Able Tests


2016-06-09_16-45-27

Pioneer Program Background

The Pioneer program is a series of United States unmanned space missions that were designed for planetary exploration. There were a number of such missions in the program, but the most notable were Pioneer 10 and Pioneer 11, which explored the outer planets and left the solar system. Pioneer 10 and Pioneer 11 carry a golden plaque, depicting a man and a woman and information about the origin and the creators of the probes, should any extraterrestrials find them someday.

Early Able Tests

The earliest missions were attempts to achieve Earth’s escape velocity, simply to show it was feasible and study the Moon. This included the first launch by NASA which was formed from the old NACA. These missions were carried out by the US Air Force and Army.

Able Test Summary

  • Pioneer 0 (Thor-Able 1, Pioneer) – Lunar orbiter, destroyed (Thor failure 77 seconds after launch) August 17, 1958
  • Pioneer 1 (Thor-Able 2, Pioneer I) – Lunar orbiter, missed Moon (third stage partial failure) October 11, 1958
  • Pioneer 2 (Thor-Able 3, Pioneer II) – Lunar orbiter, reentry (third stage failure) November 8, 1958
  • Pioneer P-1 (Atlas-Able 4A, Pioneer W), probe lost September 24, 1959
  • Pioneer P-3 (Atlas-Able 4, Atlas-Able 4B, Pioneer X) – Lunar probe, lost in launcher failure November 26, 1959
  • Pioneer 5 (Pioneer P-2, Thor-Able 4, Pioneer V) – interplanetary space between Earth and Venus, launched March 11, 1960[2]
  • Pioneer P-30 (Atlas-Able 5A, Pioneer Y) – Lunar probe, failed to achieve lunar orbit September 25, 1960
  • Pioneer P-31 (Atlas-Able 5B, Pioneer Z) – Lunar probe, lost in upper stage failure December 15, 1960

Declassified Documents

pdf.gifDetailed Test Objectives – Project Able-3, Earth Satellite, 7 July 1959 [135 Pages, 18.7MB] – The Detailed Test Objectives and flight test plans for Project Able- 3, earth satellite vehicle for testing the Able-4 (deep space probe configuration and gathering scientific information of propagation experiments and space environment, are contained within this document. Project Able-3 will be conducted as a part of the program directed by the National Aeronautics and Space Administration (NASA) and is a joint project representing the contributions of a number of cooperating agencies.

MİT DOSYASI : AYM’den 50 bin liralık faili meçhul tazminatı


Anayasa Mahkemesi, 1992’de güvenlik güçleri ve MİT adına çalışan, aralarında "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım’ın da bulunduğu kişilerce öldürüldüğü iddia edilen Ayten Öztürk’ün yakınlarının yaptığı bireysel başvuruyu haklı buldu. Yüksek Mahkeme, burnu, kulakları, dudakları kesilmiş, kafa derisinin yarısı yüzülmüş halde bulunan Öztürk ile ilgili dosyanın Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmesini, Öztürk’ün ailesine de 50 bin lira manevi tazminat ödenmesini kararlaştırdı.

Anayasa Mahkemesi, dönemih eh vahşi cinayetlerinden biri olarak kayıtlara geçen Ayten Öztürk cinayeti ile ilgili 50 bin liralık tazminat kararı verdi. AYM, 1992’de güvenlik güçleri ve MİT adına çalışan kişilerce öldürüldüğü iddia edilen Ayten Öztürk’ün yakınlarının yaptığı bireysel başvuruda, yaşam hakkı kapsamında etkili soruşturma yükümlülüğünün ihlal edildiğine karar verdi.

Resmi gazete‘de yayımlanan karara göre, ailesinden ayrı yaşayan Ayten Öztürk, 1992’de kayboldu. Yaklaşık 2 ay sonra Öztürk’ün cesedi bulundu. Aile önce kızlarıyla evlenmek isteyen ancak reddedilen N.A. ile ona yardımcı olduğunu öne sürdükleri E.A. ve S.Ç’den şikayetçi oldu. Elazığ Ağır Ceza Mahkemesi, sanıkların yeterli ve inandırıcı deliller elde edilemediğinden beraatlerine, ayrıca olayın fail ya da faillerinin tespit edilmesi için Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulmasına karar verdi.

Suç duyurusu üzerine Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığı, olayın fail ya da faillerinin dava zaman aşımına kadar devamlı şekilde aranmalarına yönelik "daimi arama" kararı aldı.Faillerin aranmasına bu şekilde devam edilirken, İnsan Hakları Derneği (İHD) Tunceli Şubesi Başkanı ve bir avukat tarafından Başsavcılığa başvurularak, bir gazetede yer alan ismi verilmeyen subayla yapılan mülakatta, Ayten Öztürk’ün güvenlik güçleri adına hareket eden kişiler tarafından öldürüldüğü iddiasında bulunulduğu bildirildi.

Söz konusu "Ölüm Mangası" başlıklı haberde, "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım ve Mehmet Y. isimli kişilerden bahsedildiği, Ayten Öztürk’ün öldürülmesi dahil bölgede yaşanan bazı zorla kaybettirilme, işkence ve hukuka aykırı öldürme eylemlerini devlet adına gerçekleştirdikleri, eylemi gerçekleştirmelerinde lojistik destek ve maddi yardımı da devletten aldıkları iddialarına yer verildiği belirtildi.

Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığı, dava zaman aşımı tarihinin yaklaşması gerekçesiyle daha kapsamlı ve titiz bir çalışmanın yapılmasının temini için deneyimli bir polis memurunun bu konuda görevlendirilmesini istedi. Bunun üzerine 1 Mart 2011’de olaya ilişkin kıdemli bir memurun görevlendirildiği bildirildi.

TBMM İNSAN HAKLARI KOMİSYONU ARAŞTIRDI

Soruşturma devam ederken Ayten Öztürk’ün babası Hıdır Öztürk, TBMM İnsan Hakları Komisyonunca terör ve şiddet olayları kapsamında yaşam hakkı ihlallerinin incelenmesine yönelik olarak kurulan alt komisyon tarafından davet edilerek 13 Aralık 2011’de dinlendi.

Öztürk, kızının kaybolmasından önce Tunceli İl Jandarma Komutanı tarafından çağrıldıklarını ve "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım tarafından sorgulandıklarını anlattı.

Hıdır Öztürk, kızının öldürülmesinden sonra bu olaylarla ölüm olayının hemen irtibatlandıramamasına, kamu görevlilerinin böyle bir eylemi gerçekleştirmiş olabileceklerine ihtimal vermemesinin neden olduğunu belirterek, tüm bu olup bitenlerin nedeninin, diğer kızlarından birinin daha önce terör örgütüne katıldığı için iddialarında belirttiği kişilerin kendilerinden intikam alma isteği olduğunu ileri sürdü.

Ayrıca, komisyonun isteği üzerine Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığı, komisyona soruşturmanın safahatı hakkında bilgi verdi.

Hıdır Öztürk ise 1 Şubat 2012’de Tunceli Cumhuriyet Başsavcılığına başvurarak, kızının "devlet içinde yapılandırıldığını iddia ettiği" Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele’nin (JİTEM) bazı mensupları ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) adına çalışan bazı kişiler tarafından zorla kaybettirilerek öldürüldüğünü ileri sürdü.

Kamuoyunda "Susurluk raporu" olarak bilinen raporda kendisine 17 sayfa yer ayrılan "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım’ın, ekibi ile birlikte kızını öldürdüğü yönünde pek çok haber ve yorumun medyada yer aldığını aktaran Öztürk, söz konusu raporda ifadelerine yer verilen kişilerin, Mahmut Yıldırım’ın pek çok faili meçhul olaya karıştığını söylediklerini, yetkili makamların bu olayı aydınlatmakta ve adı geçen kişiyi yakalamakta zafiyet gösterdiğini savundu.

Tunceli Cumhuriyet Başsavcılığı, yetkisizlik kararı vererek dosyayı Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi. Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığı ise dosyayı, olayla ilgili önceden yürüttüğü soruşturma dosyasıyla birleştirdi.

Mahmut Yıldırım ve içlerinde bazı kolluk ve kamu görevlileri ile MİT mensuplarının da bulunduğu kişiler hakkında fezleke düzenleyen Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığı, isnat edilen suçları soruşturmanın Malatya Cumhuriyet Başsavcılığına ait olduğu gerekçesiyle dosyayı Malatya’ya gönderdi.

Malatya Cumhuriyet Başsavcılığı 23 Şubat 2012’de MİT Müsteşarlığına yazı yazarak, Mahmut Yıldırım’ın MİT bünyesinde herhangi bir görev alıp almadığı, MİT mensubu olup olmadığı, MİT adına haber elemanı olarak görev yapıp yapmadığı, görev yapmışsa tarihleri konusunda bilgi istedi. Başsavcılık ayrıca, M.E. isimli bir MİT mensubunun, soruşturmaya konu cinayetten sonra Yıldırım’ı korumak için adı geçeni MİT bünyesinde görevlendirdiğinin ve yetkili makamlara teslim etmeyerek bu suça ortak olduğunun iddia edildiğini belirterek, bu kişinin MİT bünyesindeki görevlerinin ve görev tarihlerinin bildirilmesini talep etti.

MİT Müsteşarlığının 15 Mart 2012’de gönderdiği cevap yazısında, askerlik dönemi hariç 4 Haziran 1973-Haziran 1989 ve Eylül 1994-30 Kasım 1996 tarihleri arasında konuları itibarıyla zaman zaman Mahmut Yıldırım adlı kişiden istifade edildiğini bildirdi. Aynı yazıda, sorulan M.E. isimli MİT yöneticisinin farklı tarihlerdeki görevlerine ilişkin bilgilere de yer verildi.

YOKLUĞUNDA TUTUKLAMA KARARI

Malatya Cumhuriyet Başsavcılığının talebiyle ve Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 31 Mayıs 2012 tarihli kararıyla şüpheli Mahmut Yıldırım hakkında kendisine çağrı yapılamadığı ve tüm aramalara rağmen ulaşılamadığı gerekçesiyle yokluğunda tutuklama kararı verildi. Malatya Cumhuriyet Başsavcılığı 13 Mart 2014’te ilgili kanunda yapılan değişikliği gerekçe göstererek yetkisizlik kararı verdi ve soruşturma dosyasını yeniden Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi.

Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığı, şüpheli Mahmut Yıldırım hakkında önceden çıkartılan yakalama emrini, bu kararı takip edemeyeceği gerekçesiyle resen kaldırarak Elazığ Sulh Ceza Hakimliğinden yeni bir yakalama emri çıkartılmasını talep etti. Hakimlik de talep gereğince 29 Eylül 2014’te Yıldırım hakkında yeni bir yakalama emri çıkardı. Dosyanın derdest olduğu, yakalama kararının infaz edilmediği belirlendi.

Öte yandan, ailenin 2005’te 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun kapsamında yaptıkları başvuru reddedildi. Ret kararının kaldırılması için açılan dava ise Malatya İdare Mahkemesince Ayten Öztürk’ün terör veya terörden kaynaklanan bir olaydan ötürü kaçırıldığı ve akabinde öldürülmüş olduğu hususunda herhangi bir tespit, hatta bunu düşündürebilecek bir emare bulunmadığı gerekçesiyle kabul edilmedi. Bu kararın Danıştay 15. Dairesince onanması üzerine aile, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulundu. Yüksek Mahkeme, Anayasa’nın 17. maddesinde güvenceye alınan yaşam hakkı kapsamında etkili soruşturma yükümlülüğünün ihlal edildiğine karar verdi. İhlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması için dosyanın Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmesi, aileye, 50 bin lira manevi tazminat ödenmesi kararlaştırıldı.

Kararda, soruşturmaların, bireyin hukukun üstünlüğüne olan bağlılığını sürdürmesi ve hukuka aykırı eylemlere hoşgörü gösterildiği ya da kayıtsız kalındığı algısına kapılmaması açısından, yeterli sürat ve özenle yürütülmesi gerektiği vurgulandı.
Somut olayda, soruşturma makamlarının, olayın gerçekleştiği yer ve zamanda toplanması mümkün olan delillerin elde edilebilmesi için kendilerinden beklenen tüm makul tedbirleri almadıkları belirtilen kararda, olayın nedenini aydınlatmak için herhangi bir somut adım atılmadığı, soruşturmanın etkililiğinin sağlanabilmesi için atılan tek adımın, olaydan 18 yıl sonra kıdemli bir kolluk memuru görevlendirmek olduğu ifade edildi.

Kararda, "Soruşturmanın bir bütün olarak, başvurucuların iddiaları ve bu iddialara ilişkin tespit edilen soruşturma eksiklikleri bir yana bırakıldığında dahi yaşam hakkının kasten ihlal edilmesiyle sonuçlanan olayın nedenini aydınlatmada ve sorumluları tespit etmede yetersiz kaldığı görülmektedir." denildi.

Soruşturma kapsamında ölüm olayının nedenini ortaya çıkarmak için gerekli adımların zamanında ve yeterli bir şekilde atıldığının söylenemeyeceği belirtilen kararda, şu tespitlere yer verildi:

"Sorumluların tespitine yarayabilecek bütün delillerin toplanması konusunda ve hukuka aykırı eylemlere hoşgörü gösterildiği ya da kayıtsız kalındığı görünümü verilmesinin engellenmesi açısından gerekli sürat ve özenin gösterilmediği ve bu şekilde soruşturmanın çok uzun bir süre sonuca götürecek hiçbir işlem yürütülmeksizin sürüncemede bırakılarak Anayasa’nın 17. maddesinin gerektirdiği yeterlilik ve süratte bir inceleme içermediği sonucuna varılmıştır.

Bu nedenle etkili yürütülmediği için herhangi bir ilerleme kaydedilemeyen bu soruşturmaya mevcut haliyle devam edilmesi durumunda soruşturmada etkili olmak adına en ufak gerçekçi bir şansın bulunduğu söylenemeyecek olup başvurucuların da bu durumun farkına varmalarından sonra etkililiği kalmayan bu soruşturmaya yönelik olarak bireysel başvuruda bulundukları kanaatine varılmıştır. Bu nedenlerle Anayasa’nın 17. maddesinin usul boyutunun ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir."

İŞKENCE EDİLEREK ÖLDÜRÜLMÜŞTÜ

Ayten Öztürk kaybolduktan 11 gün sonra burnu, kulakları, dudakları kesilmiş, kafa derisinin yarısı yüzülmüş, gözleri oyulmuş halde bulunmuştu.

MİT DOSYASI : MİT’TE KEMALİST’LER PASİFİZE EDİLDİ /// GÜNEYDOĞU’YA GÖNDERİLDİ


MİT’te sessiz sedasız tasfiyeler, tayinler

Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) geçtiğimiz ay da kapsamlı bir kararname ile personellerinin görev yerini değiştirdi.

Ankara ve İstanbul başta olmak üzere birçok ilde kapsamlı görev değişiklikleri ve tayinler gerçekleşti. Alınan bilgiye göre, büyük şehirlerde görev yapan MİT’çilerin büyük çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu’da görevlendirildi.

Büyük illerden genellikle Kemalistlerin gönderildiği belirtildi. Her birimden yaklaşık 10’ar, 15’er ve 5’erli gruplar olarak tayin gerçekleşti. Görev yeri değişen personellerin bu ay sonunda yeni görev yerlerinde mesaiye başlayacağı belirtildi. Doğu’da görev yapan bazı personeller ise Batı illerine tayin oldu.

GÜNDEM ANALİZİ /// MUSTAFA ASLAN : ‘Müptezel’ kolpaları


Mustafa Aslan

tokkali

Önce Türkiye’nin gerçek gündem konularına bir göz atalım:

** NATO, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında Haçlı-Siyonist ittifakın vurucu gücü olmaya hazırlanıyor! Konuyla ilgili açıklamayı, ABD Savunma Bakanı Ashton Carter yaptı.Yeni Amerikan Güvenliği Merkezi’nin yıllık konferansında konuşan Carter; “NATO ittifak olarak IŞİD karşıtı kampanyada yakın gelecekte daha doğrudan bir rol üstlenecek. İlk önce AWACS’larla katkı sunacak. Ürdün’den ziyade Irak içerisinde eğitim verecek ve Irak’ın savunma kapasitesinin inşasına yardım edecek” dedi!

** İzmir’de, Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması’na (FETÖ/PDY) yönelik soruşturma kapsamında 25’i tutuklu 68 sanık hakkında açılan dava başladı.

** Adalet Bakanlığı, HDP Eş Genel Başkanları Demirtaş ve Yüksekdağ’ın da aralarında bulunduğu, HDP milletvekilleri İdris Baluken, Sibel Yiğitalp, Ziya Pir, Çağlar Demirel ve Şırnak milletvekili Selma Irmak hakkındaki 31 fezlekeyi Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi. Başsavcılığa ulaşan fezlekelerde; “silahlı terör örgütü üyesi olmak”, “terör örgütü propagandası yapmak” ve “suç işlemeye tahrik etmek” suçlarının yer aldığı ve milletvekilleri hakkında 160’ı aşkın fezleke bulunduğu söyleniyor.

** Trabzon-Yomra’da zengin Arap yığınağının olduğu Arapların ilçede 300-350 konut aldığı gözlemleniyor ayrıca Dubaililerin yaptığı 800 konutluk sitede bir Türk’ün bile olmadığı yazılıp çiziliyor!

** Mavi Marmara Katliamı ile “One minute/ Van minüt!”le ateşlenen Türkiye-İsrail diplomatik-siyasi ve ekonomik çatışmaları, 26 Haziran’da atılacak imzalarla sonlandırılıyor.

Demek ki; Türkiye, Haçlı Birliği olan Avrupa Birliği ve ABD ile birlikte Irak’ı, Libya’yı vurduğu gibi şimdi de İsrail ve siyonistlerle birlikte “arz-ı mevud” için savaşacak. Yeni Müslüman katliamlarına ortaklık etmese de görmezden gelecek!

** Irak-Felluce’de açık hava kamplarına sığmayan 60.000 kişi civardaki camilere sığındı. Açlık, yokluk ve korunaksızlık insanlık dramı olarak gözler önünde ve Yardım Konseyleri, kime yardım edileceğini bilmedikleri için, yardım yapmıyorlar!

** 23 haziran’da İngiltere’de Brexit (AB’de kalıp kalmamak oylaması) yapılacak!

** Bölücü terör örgütü Van’da, ana okuluna saldıracak kadar çıldırdı!

** Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK), geçen yıl 5 milyondan fazla kişinin evlerini terk etmek zorunda kaldığını ve zorla yerlerinden edilenlerin sayısının rekor seviyede artarak 65.3 milyona ulaştığını açıkladı.

** 1 milyar 182 milyon 400 bin TL yani bilinen haliyle 1 katrilyon 182 trilyon 400 milyar lira batık kredi var!

** Ülkenin Atanmış Başbakanı, bazı belediyelerin terör örgütüne lojistik destek verdiğinden şikayet ediyor!

Şimdiye kadar ki alışılmış; süt dökmüş kedi hallerinden vazgeçerek pervasızlaşmış AKP yandaşları, Ana muhalefet partisi Genel Başkanı’na mermi atarak tehdit etmeye başladılar!

Ana muhalefet Partisi Genel Başkanı’nın oğlu, babasının iç ve dış politikalarını eleştiren rapor hazırladı!

Bütün bu herc ü merc içinde, Meclis’teki diğer, Cumhurbaşkanı’nın deyimi ile “Yavru muhalefet partisi MeHaPe”de, “Koltuğum da koltuğum” iddiasına; “Değişim de değişim!” iddiasıyla karşı çıkıldı ve geçtiğimiz Pazar günü, mahkemenin atadığı üç kişilik Çağrı Heyeti vasıtasıyla bir “Olağanüstü Tüzük Değişikliği Kongresi” yapıldı.

Balgat’a göre “Muhalifler”, Allah için bütün siyasi partilere örnek olacak boyutta işler başardılar! Parti Tüzüğü’nün 13 maddesini değiştirdiler. Balgat’ın açıkladığı 10 Temmuz Büyük Kongre tarihine de sahip çıktılar. Buraya kadar güzel!

Salı Sallaması’nda Devlet Bahçeli, konuya yaklaşık 10 dakikasını ayırdı!

İki öksürüp üç konuşarak veya üç öksürüp bir konuşarak hakaretler sıraladı! Ülkenin dört-bir yanından Ankara’ya toplanan on-binlerce MHP’liye ve yaklaşık 800 Üst Kurul Delegesi’ne; “MHP’ye doluşmuş çürük yumurtalar”la başlayıp; “Bir kaç densiz”, “Paralel işbirlikçisi maskeli siyaset bezirganları” yla devam etti ve “Mütecaviz müptezeller” sıfatlamalarıyla saldırdı!

Aynı Salı Sallaması’nda; terör ve teröristler mücadelede Hükümet’e destek olacağını yineleyen Bahçesiz Bahçeli, 14 yılda AKP’nin özellikle de “Açılım” sürecinde teröristlere tanıdığı toleransı görmezden gelebildi ve hepsini yakından tanıdığım bildiğim -kendine göre- Muhaliflere hiç ama hiç tolerans göstermedi!

Şaşırmadım!

Tek tek hepsini tanımamdan hareketle “6. Olağanüstü Tüzük Kongresi”ni gerçekleştiren Muhaliflere de sadece; Yaygın Basın’ın kendileri hakkında yaptıkları methiyeleri tersten okumalarını tavsiye derim!

Niye mi? İçlerinden Türkiye’nin geleceği açısından güven duyduğum ehil siyaset adamları var da, onun için!

Başkaları gibi; “Bana ne?” diyemeyenlerdenim diye…

“OLAMAZ TÜRK’E BAŞ TÜRK’ÜM DEMEYEN” Vesselâm… Selâm, sevgi, duâ…

İSTİHBARAT DOSYASI : Sultan Abdülhamid Han ve Çapraz İstihbarat


Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu

Her devri kendi zamanı içerisindeki şartlara göre değerlendirmek icap eder. İstihbarat çalışmaları her devlette olmazsa olmaz şartlardan biridir.

Asya Hun devleti zamanında Çin sarayında Türk casusları yok muydu? İlk Türk destanlarından Dedem Korkut’ta casus ve casusluk kelimelerinin birçok defa geçtiği görülmektedir. Bunun dışında Türklerde casusluk, değişik dönem ve coğrafyalarda değişik şekillerde adlandırılmışlardır. Sözgelimi “münhi ve münhiyan”, “dil almak”, “sâhib-i haber” veya “sâhib-i berid” gibi isimler casusluk için kullanılan sözcükler arasında yer alır.

MÖ. 125 yılına kadar bütün Hun ülkesini gezen ve Hunların durumlarını, göçlerini, savaş tutumlarını, yaşayışlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini bir rapor hâlinde Çin Hükümdarına sunan gezgin Chang-Chien’in aslında bir çaşıt yani casus olduğu kabul edilmektedir.

Göktürk ve Uygur devletleri zamanında da Çinlilerin ve İranlıların Türk ülkelerine casus yolladığı bilinmektedir.

Diğer taraftan Avrupa içlerine kadar giden Türklerin aralarına sızan casuslar da vardı ve bunlar Papa’nın emrinde görev yapıyorlardı.

IX. yüzyıldan itibaren İslam coğrafyası sınırları içerisine giren Türkler, burada da istihbarat faaliyetlerine önem vermeye ve casuslar kullanmaya devam ettiler. Selçuklu Devleti’nin en ileri devlet adamlarından olan Vezir Nizâmülmülk devlet yönetimi ile ilgili kaleme aldığı eseri Siyasetnamede bu konu hakkında etraflıca bilgi vermektedir.

Vezir Nizâmülmülk padişahların bütün şehirlerde olup bitenden haberleri olması gerektiğini şöyle anlatıyor:

"O böyle yapmazsa ayıp olur gaflet, tembellik ve zulme hamlederler ve memlekette olup biten fesadı ve zulmü biliyor veya bilmiyor. Eğer biliyor da meselenin çaresine bakmıyorsa tıpkı onlar gibi zalimdir ve zulme rıza göstermiştir ve eğer bilmiyorsa gaflete düşürülmüştür. Tembel ve cahildir. Bu her iki hususta iyi değildir. Mutlaka haberciye (sâhib-i berid) ihtiyacı vardır.”

Hucurat (49)/6. Âyetinde; Ya eyyühelleziyne amenu in caeküm fasikun bi’nebein fetebeyyenu en tüsıybu kavmen bicehaletin fetusbihu ‘ala ma fe’altüm nadimiyn “Ey iman edenler bir fasık size bir haber ile geldiğinde açıklığa kavuşturun ki bilmeden bir kavme musibet olursunuz da sonra yaptığınıza pişman olarak sabahlarsınız.”

Kur’an’ın bize vermiş olduğu bu düstur Sultan 2. Abdülhamid Han’ın da benimsediği en önemli prensip olmuştur. Sultan 2. Abdülhamid Han çapraz istihbarat yaparak kendisine haber getirenleri de başkalarına izletiyordu. Böylelikle haber kaynaklarını da kontrol altında tutuyordu.

FETÖ ÖRGÜTÜ DOSYASI /// FETÖ cinayetine operasyon : 30 gözaltı


Gazeteci Haydar Meriç’in öldürülme olayının ardından FETÖ/PDY çıktı. 5 yıl önce Kırklareli‘nde ortadan kaybolup bir süre sonra Akçakoca’da denizden cesedi çıkan Meriç’in öldürülmesi olayını organize ettikleri iddiasıyla 30 istihbarat polisi gözaltına alındı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu Kırklareli‘nde yaşayan gazeteci Haydar Meriç’in 2011 yılında ortadan kaybolup bir süre sonra cesedinin Akçakoca’da domuz bağı yapılmış bir şekilde bulunmasına ilişkin titiz bir soruşturma yürütüyordu. Haydar Meriç’in Fethullah Gülen aleyhine bir kitap hazırlığı içerisinde olduğu için FETÖ/PDY mensubu istihbaratçı polisler tarafından ortadan kaybedildiğine ilişkin güçlü deliller elde eden savcılık bu sabah operasyon için düğmeye bastı.

FETÖ cinayetine operasyon: 30 gözaltı

İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri aralarında ünlü polis müdürlerinin de bulunduğu 30 şüpheliyi gözaltına aldı. Şüphelilerin cinayetin gerçekleştiği 2011 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkalığı, İstanbul İstihbarat Şube Müdürlüğü ve Kırklareli İstihbarat Şube Müdürlüğü’nde görev yaptıkları öğrenildi. Şüphelilerin Haydar Meriç’in Gülen ile ilgili kitap hazırlığı içerisinde olduğu bilgisini aldıktan sonra gazeteci Meriç’i teknik ve fiziki takibe aldıkları, kitabını çıkarmasını engellemek için çeşitli girişimlerde bulundukları belirlendi.

Haydar Meriç 31 Mayıs 2011 gecesi ortadan kaybolmuş, cesedi domuz bağı yapılmış şekilde 18 Haziran 2011 günü Düzce Akçakoca’da denizde balıkçılar tarafından bulunmuştu. Cesedin üzerine ağırlıklar bağlandığı ve zincirlendiği de görülmüştü.

TARİH /// Metin Aydoğan : ÜMMETTEN MİLLETE : SOYADI KANUNU (21 Haziran 1934)


Metin Aydoğan

Eski Türkler, özgür ve katılımcı toplum düzenleri geliştirerek; bireylerin topluma bağlı, yalın ve sıradan eşitler haline gelmesini sağlamıştır. Ancak, bu eşitlik kimliksizliğe ya da soyun gözardı edilmesine asla yol açmamıştır. İlişkinlik (aidiyet) duygusu güçlü biçimde korunmuştur. Türklerde; boya, buduna, millete bağlılık, aile ve aile büyüklerine saygı, geçmişini bilme, onu koruma güçlü bir gelenekti. Oysa, Osmanlı padişahları, imparatorluğa dönüşen devleti koruma adına, saltanat makamını mutlak bir güç haline getirmek zorundaydılar. İktidarlarını korumak için, onda hak iddia edebilecek kişi ve toplulukların olmaması gerekiyordu. Tahta gözkoyabilecek bir soy bırakmamak için, Türk ailelerinden kızlarla değil Hıristiyan kadınlarla evlendiler. Devşirmelerle, adsız ve ailesiz bir yönetici sınıf yarattılar. Batıda sanayi devrimiyle yurttaş haline gelen insanlar, ad ve soyad alırken, Türkiye’de insanların kimliğini ve geçmişini bilmemesi için her şey yapıldı ve 1934 yılına dek soyadı kullanılmadı. Cumhuriyet bu sorunu da çözmek zorundaydı ve Atatürk’ün öncülüğünde bunu da kısa bir sürede başardı.

“Posta Memuru Hikmet”

İstanbul’da 1924 Mart’ında, denizde intihar ettiği anlaşılan ve üzerinden “Posta Memuru Hikmet” adlı belge çıkan, bir erkek cesedi bulundu. Polisin kimlik saptaması için yaptığı araştırmada, yalnızca, İstanbul Posta İdaresinde altı, posta örgütünün tümünde ise yirmi tane Hikmet adını taşıyan memur olduğu görüldü. Kimlik saptaması, cesedin üzerinden çıkan belgeyle değil, diğer Hikmet’lerin sağ olduğunun anlaşılmasıyla yapılabildi. Türkiye’de, o dönemde soyadı uygulaması olmadığı için, çok basit bir iş, uzunca bir çalışmayı gerekli kılmış, bir kişinin kimliğini saptamak için yirmi beş kişiye ulaşmak gerekmişti.1

Ayrıcalıksz Düzen

Irk ve etnik köken ayrılığını yadsıyan Türkler, insanı esas alan eşitlikçi anlayışlarını, tarihin her döneminde bir yaşam biçimi haline getirmişler, ilişki kurdukları topluluklarla barış içinde birlikte yaşamışlardı. Türklerde, ayrıcalığa dayanan soyluluk kavramı ve babadna oğula geçen sınıfsal ayrıcalık hakları bulunmuyordu.

Devletin başında bulunan hakanlar, yönetimi kendi soyundan kişilere bırakıyordu ama bunlar devleti tek başlarına değil, değişik karar ve danışma organlarıyla yönetiyordu. Hakan olma ve sürdürmenin koşulu, yalnızca kalıtımdan gelen ayrıcalıklar değil, esas olarak yeterlilik ve yetkinlikti.

Osmanlı Devleti’nin İmparatorluk haline gelmesi ve özellikle Hilafetin devlet işlerine sokulmasıyla bu gelenek, 16.yüzyıldan sonra bozulmaya başladı. Yönetim işleyişi, saltık (mutlak) olarak kişi egemenliğine (padişaha) bırakıldı.

İlişkinlik Duygusu

Eski Türklerde Baba ocağı (törkün), yani aile çok önemlidir. “Ocağın ateşinin hiç sönmemesi” aile dirliğinin sürmesi şarttır. Bunun için, büyük kardeşler evlenip “ocak” tan ayrılırken, küçük oğlan evde kalırdı. Evden ayrılanlar aileleriyle birlikte, belirli aralıklarla “baba ocağı” na gelirler, “ataya saygı” toplantıları yaparlardı. Eski Türkler, yurtları gibi baba ocağını da asla unutmazlar, çok uzaklara bile gitmiş olsalar, saygı ve bağlılıklarını sürdürürlerdi.2

Eski dönemlerde, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türklerde de soyadı yoktu ama boy ve aile geçmişi bilinir, değişik tanımlamalarla gelecek kuşaklara aktarılırdı. Kişiler, eşit bireyler olarak ve büyük bir yalınlıkla kendilerini toplum içinde adeta eritirler, ancak ilişkinlik duygusunu asla yitirmezlerdi. Soyluluğu yadsıyan eşitlikçi anlayışlarıyla, inancı ayrıcalık haline getiren ruhban kurumuna, yönetim işlerinde yer vermezlerdi.

Adsızlığın Kökeni

Osmanlı padişahları, tahta göz koyabilecek bir soy bırakmamak için, Türk ailelerden kızlarla değil, Hıristiyan kadınlarla evlenmeyi gelenek haline getirdiler. İmparatorluğun yükünü çeken kendi asal unsurunu (Türkleri) baskı altına aldılar ve yönetimi Rum, Ermeni, Sırp, Bulgar gibi Hıristiyan kökenli devşirmelere teslim ettiler.

“Ailesiz ve adsız” bir yönetici sınıf yaratmak için, 14-18 yaş arasındaki Hıristiyan çocuklarını devşirerek devlet yönetimine taşıdılar. Kapıkulu devşirmeleri, “düzgün bir kan tarihine karşılık gelen bir aile ismi taşıyamıyordu, taşıyamazdı”3; ailesini unutmak ya da inkar etmek zorundaydı. Çünkü bu aile, bir “Bizans, Bulgar, Sırp ya da bir Ulah ailesiydi”.4

Türk toplumu üzerinde uzun yıllar etkili olan yerleşik Arap siyasetine göre, Araplar dışındaki hiçbir Müslüman kavim künye (soyadı) alamaz, künye almak yalnızca Arapların hakkıdır.5

Osmanlı padişahlarının siyasi çıkarıyla örtüşen ve din kuralıymış gibi sunulan bu tutum, Türklerin 20.yüzyılın ortasına dek soyadsız kalmasına kaynaklık etmiştir.

Uluslaşma ve Soyadı

Sanayileşen ülkeler, ekonomik ve toplumsal gelişimin sonucu olarak 17.yüzyıldan sonra ulusallaşmaya başlamışlardı. Soylular (aristokratlar) yönetimden uzaklaştırılmış, kent soylular (burjuvalar) yönetime gelmişti. Köylüler işçileşerek ‘eşit’ yurttaşlar haline gelmiş, toplum yaşamı, yeni ilişki ve gelişmelerle başkalaşmıştı.

Bireylerin toplum içindeki varlığını belirleyen bir araç olarak soyadı, bu süreç sonunda ortaya çıkmıştı. Bireyleri ‘eşit’ yurttaşlar haline getiren bireysel tanımlama, ulusallaşmanın zorunlu bir sonucuydu.

Osmanlı İmparatorluğu, aynı dönemde çöküş sürecini yaşıyordu. Toplumu kimsizlikleştiren eski padişah uygulamaları, Batı’nın giderek artan sömürgeci etkisiyle birleşince, uluslaşma gelişimi ve buna bağlı olarak bireyin yurttaş haline gelmesi gecikti. Her alanda olduğu gibi, kimlik ve ad sorunu da bir karmaşa haline geldi. 1924’de ki “Posta Memuru Hikmet” olayı, bu olumsuz sürecin doğal sonucuydu.

Osmanlı’da Durum

Osmanlı devlet düzeninde, Türk çocuklarına genellikle dinsel içerikli, Arapça ya da Farsça kökenli bir ad verilirdi. Kişinin aldığı ad, yalındı ve tek bir addı. Aileyle bağını gösterecek bir özelliğe sahip değildi. Örneğin Ahmet’in oğlu yalnızca Ali’ydi; onun oğlu da Osman’dı. Buna aile zincirini belirtecek bir sözcük eklenmezdi. Kişinin kendisini anlatması için, kimlerden olduğunu, nereden geldiğini açıklaması gerekirdi.

Ad alma biçimi yetmezlikler içeriyor ve 20.yüzyıl dünya koşullarına uymuyordu. Milli duygunun önüne geçirilen ümmet düşüncesi, kaçınılmaz olarak bireyi ve aileyi ikincil sayıyor, siyasileştirilen dini, toplumun tek belirleyici unsuru haline getiriyordu.

Soya bağlı aile bağının güçsüzleştirilmesi, soy tanımlamasına izin vermemekle olasıydı. Sayısı sınırlı benzer adların tek başına kullanılması, bu amaca belki uygundu ama çağın gereklerinden de uzaktı. Herşeyden önce, aileyi değil, kişiyi bile yeterince tanımlayamıyor, “Evlilik birliğinin adsız olmasına” yol açıyor, nüfus kayıtlarını “içinden çıkılması güç bir karmaşa” içine sokuyordu.

Toplumda aynı adı taşıyan çok sayıda insan vardı. Okulda, kışlada, işyerinde yüzlerce Mehmet, Ali, Mustafa, Hüseyin ya da Osman bulunuyordu. Soyadı yokluğu, “askere almadan ekonomik ilişkilere dek” birçok alanda “büyük güçlükler” ve hukuksal sorunlar yaratıyordu.6

Kendini Tanımlama

Kimi varsıl (zengin) aileler, bu duruma karşı kendilerini, aile büyüklerinden birinin adına, Türkçe “oğul”, Farsça “zade” ekini ya da soydan birinin meslek ünvanını koyarak tanımlıyordu: Müftüzadeler, Safaoğulları, Evliyazadeler, Topaloğulları, Karaosmanoğulları, Uşaklızadeler, Doktoroğlu, İmamoğlu v.b.

İnsanları birbirinden ayırd etmenin bir başka yöntemi, kişileri niteliklerine, yaptıkları işe ya da fizik özelliklerine göre tanımlamaktı: Topçu Hasan, Arabacı Yusuf, Topal Osman, Bodur Ahmet, Kel Ali, Parmaksız Ziya, Nalbant Süleyman, Saka Mehmet… Etnik köken, doğum yeri ya da memleket, bir başka tanımlama biçimiydi: Kürt Mehmet, Laz İsmail, Arnavut Recep, Maraşlı Abdullah, Bursalı Hilmi, Selanikli Süleyman, Kıbrıslı Osman, Kırımlı Mustafa…7

Başarısız Girişimler

Soyadı kullanımı ile ilgili ilk girişim, İttihat ve Terakki Fırkasının iktidarda olduğu dönemde, Ziya Gökalp’in önerisiyle yapıldı. Gökalp, “aile adlarının saptanması aile kurumunda içtenlik, beraberlik ve dayanışmayı geliştirecek, bu da milli duygunun güçlenmesine yol açacaktır” diyordu.8 Hükümet, o dönemde, soyadı yönteminin oluşturulmasını da içeren bir “Aile Hukuku Kararnamesi” çıkarmış, ancak bu girişim olumlu bir sonuç vermemişti.9

İkinci girişim, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi’nin (Tanrıöver), 1925’te yayımladığı genelgesiydi. Bakan, genelgede, Milli Eğitim topluluğuyla sınırlı olmak üzere, öğrenci velilerinden bir soyadı seçmesini istiyor ve “bu iş için gerekli kuralların saptandığını” belirtiyordu.10 Ancak, sınırlı olmasına karşın, bu girişim de başarısız oldu ve soyad uygulamasında somut bir ilerleme sağlanamadı.

Atatürk İşi Ele Alıyor

Cumhuriyet Devrimlerinin tümünde olduğu gibi, soyadı konusunun çözüme kavuşturulması da onun girişimiyle başarıldı. 1927’de yapılan nüfus sayımı, yönetici kadroların konunun önemini görmesini sağladı. Milli kültürün uyanışı ve Türklüğün yükselen değer olarak güncelleşmesi, geçmişe ve soy bağına olan ilgiyi arttırdı.

Soyadı girişimi bu koşullar içinde olgunlaştı. Yasa, 21 Haziran 1934’de, 1 Ocak 1935’ten sonra uygulanması koşuluyla kabul edildi. Yasa uyarınca, “her Türk yurttaşı” altı ay içinde, “öz adından başka bir soyadı alacak” tı. Soyadları Türkçe olacak11, “rütbe, makam, yabancı ırk ve ulus belirten tanımlarla, ahlaka aykırı ve gülünç” olan adlar, soyadı olarak kullanılmayacaktı.12

TBMM geçiş dönemi içinde, 24 Kasım 1934’te kabul ettiği 2587 sayılı özel bir yasayla Mustafa Kemal’e, “Atatürk” soyadını verdi. Meclis, iki gün sonra 26 Kasım’da kabul ettiği “Lakap ve Ünvanların Kaldırılmasına Dair Yasa” yla süreci tamamladı.13

Ad Arayışları

Atatürk, yakın çevresine, arkadaşlarına, birçok milletvekiline, bakana ve Başbakana soyadları buldu. Örneğin, Hakimiyet-i Milliye (sonraki ulus) Gazetesinde, 26 Kasım 1934’te yayımlanan mektubunda, “İnönü Meydan Savaşı’nın Baş Kahramanı olması nedeniyle, İsmet Paşa’ya İnönü soyadının uygun görüldüğünü” açıklamıştı.14

İstekle giriştiği ad arayışında; eski Türk deyimleri, sözcükler, eski kent ve bölge adları bulup çıkarıyor, bunları çevresindeki insanlara soyad olarak veriyordu. Ondan soyad almak, büyük bir onur kazanımı sayılıyordu.

Herkes coşkun bir arayış içine girmiş, kendine ya da komşularına, arkadaşlarına “kimsenin bilmediği Türkçe adlar” buluyordu. Dil Devrimiyle aynı zamana gelmesi coşkuyu arttırıyor, Arapça kökenli Mustafa, Abdullah, Rabia, Muhammet, Tahire; Tevrat kökenli İbrahim, Yakup, Süleyman, İsrafil, Musa gibi adların yerini büyük bir hızla o güne dek bilinmeyen; Teoman, Atilla, Gökçe, Mete, Ayça, Yıldırım, Özge, Oğuz gibi Türk adları alıyordu.

1934 yılında öyle bir süreçten geçiliyordu ki, insanlar yalnızca bir soyadına değil, sanki yitirmiş olduğu geçmişine ve özbenliğine kavuşuyor, olağanüstü bir dönem yaşıyordu.

DİPNOTLAR

1 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.76

  • 2 “Türkçülüğün Esasları” Ziya Gökalp, Kum Saati Yay., İst.-2001, sf.178
  • 3 “Tarihimiz ve Cumhuriyet Muhittin Birgen (1885-1951)” Zeki Arıkan, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.127
  • 4 g.e. sf.127
  • 5 “Türklerin Dini” Fuat Bozkurt, Cem Yay., 1995, sf.157
  • 6 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.76-77
  • 7 g.e. sf.77
  • 8 “Kemalizm” Tekin Alp, Top.Dön.Yay., 2.Bas., İstanbul-1998, sf.177
  • 9 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.77
  • 10 g.e. sf.77
  • 11 “Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi”Ahmet Mumcu, İnkilap Yay., İst.-1992, sf.163
  • 12 g.e. sf.163
  • 13 “İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, I.C., Remzi Kit., 6.Bas., İst.-1984, sf.424
  • 14 g.e. sf.424

Link : http://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2016/06/ummetten-millete-soyadi-kanunu-21.html#more

YENİ DÜNYA DÜZENİ DOSYASI /// VİDEO : THE NEW WORLD ORDER NEDİR ? ARKA PLANI NASIL ?


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=Ku5SB0Po17c&feature=youtu.be

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.