Günlük arşivler: 4 Haziran 2016

ALMANYA DOSYASI : Türkiye-Almanya İlişkilerinin Geleceği


Türkiye ile Almanya’nın mülteci meselesinde ortak çıkarları olsa da, ikili ilişkilere daha geniş bir çerçeveden bakıldığında birçok problem noktasının varlığı göze çarpmaktadır. Bu noktada sivil toplum kuruluşlarına önemli görevler düşmektedir.

Bundan 253 yıl önce Ahmed Resmi Efendi’nin Prusya sefiri olarak tayin edilmişti. Sefir Ahmed Resmi Berlin sokaklarında coşkuyla karşılanmış, Osmanlılar da halka hediyeler, altınlar dağıtmıştı. Türkler ile Almanlar arasında diplomatik ilişkilerin başlangıcını oluşturan bu olayın arkasında elbette ki bir takım olaylar yatıyordu. Alman İmparatoru Büyük Frederik Avrupa’da sağa sola saldırmaya başlamış, güç kazanmış, ancak gittikçe yalnızlaşmıştı. Ahmed Resmi Efendi’nin sefaretnamesinde Frederik’in Osmanlı Sultanı Mustafa’ya sürekli hediyeler, armağanlar gönderdiği ve bir ittifak içerisine girmeye niyetlendiği aktarılıyor.

ALMANYA’NIN TERÖRLE MÜCADELEDE NEGATİF TUTUMU

Peki, günümüzdeki Türkiye-Almanya ilişkilerine gelince yukarıdaki tarihten kısa notun ne anlamı olabilir diye düşünebiliriz. İki ülke arasındaki siyasi ilişkiler hiç olmadığı kadar sıkı gibi görünüyor. Karşılıklı çıkar ilişkileri bu durumda bir öncelik oluşturuyor. Türkiye ve Almanya için şu an en önemli mevzu şüphesiz ki Suriye’deki insanlık krizidir. Bilindiği üzere mülteci krizi meselesinde Türkiye elinden geldiğini yapıyor ve diğer gelişmiş ülkelere örnek oluyor. AB’nin lokomotif ülkesi olan Almanya da mülteci krizinin çözülmesi için farklı hamleler yapıyor. Ancak bu durumda Türkiye’ye yöneltilen eleştirilerden birini de hiç kuşkusuz ülkemizde bulunan Suriyeli mültecileri sözde elimizde koz olarak tutmamız teşkil ediyor. Bu gerçekten böyle mi? Yani AB vize serbestisi konusunda verdiği sözleri tutmazsa kapılarımızı açıp Suriyelilerin Avrupa’ya akın etmesini mi sağlayacağız? Türkiye gerçekten sahillerde yine çocukların cansız bedenleriyle karşılaşılmasına veya açık denizlerde şişme botların alabora olmalarını izlenmesine mi göz yumacak? Şimdiye kadar ülkesinde barındırdığı iç savaş mağduru Suriyeli sığınmacılar için 10 milyar dolar harcayan Türkiye’nin böyle bir şeyi yapıp yapmaması yönündeki soruya vicdanlarımız cevap verebilir. Almanya kendi mülteci barınma merkezlerine yönelik kundaklama ve benzeri saldırıları durduramadığı müddetçe bence Türkiye’ye bu yönde ağır ithamlarda da bulunmamalı. Üstelik AB’nin şart koştuğu kriterlerin tamamı yerine getirilmezse vize serbestisi olmayacakmış. Türkiye’nin yerine getirmesi gereken kriterleri hangi AB ülkeleri yerine getirmiş? Bu soruyu da kendilerine yöneltmek gerek. Örneğin Türkiye şu zor günlerde terörle mücadeleye odaklanmışken, AB’nin terörle mücadelede kendilerine uyulmasını istiyor. Peki, AB söylem ve eylemde kendi terörle mücadele programına uygun hareket ediyor mu? Söylemde her zaman etmediğini görüyoruz, eylemde ise bir örnek verelim: Terör örgütü PKK’nın Suriye kolu olan PYD’nin kontrol ettiği “Rojava Öz Yönetiminin” Almanya’nın başkenti Berlin’de bir temsilcilik açtı. Yazının başından buraya kadar genelde hep olumsuz konulardan bahsettik. Ancak olumlu konulara gelmeden (belki bu yazıda satırlar yetmeyecek) olumsuz ancak Türkiye açısından mühim olan meseleleri masaya yatırmak gerekir. Gelelim Türkiye-Almanya ilişkilerinin geleceğine. Merkel son bir yıl içerisinde Türkiye ziyaretleri konusunda adeta rekor kırdı. Almanya’da özellikle muhalefet partilerince Merkel’in bu tavrı sıkı eleştiri konusu oldu. Sayısız karikatür ve hicivin hedefi haline geldi. Ancak siyasetin realpolitik çerçevesinden bakıldığında Alman şansölyesi Merkel’in Türkiye’ye karşı bu tutumu gayet normaldir. Nitekim günümüz siyasi konjonktüründe faydacı yöntemlere başvurulmadığında ayakta kalma ihtimali düşmektedir.

ERMENİ YASA TASARISI VE İKİRCİKLİ TUTUM

Almanların her zaman bazı konuları kendi çıkarlarının gerçekleşmesi için birer araç olarak kullandığı da bilinmektedir. Birinci Dünya Savaşına bakıldığında Almanların ayrı bir İslam stratejisinin olduğunu da biliyoruz. Türkiye ile her ne kadar bazı konularda mutabakata varsalar veya mutabakata varmış gibi görünseler de, başka mevzularda Türkiye’nin pek hoşuna gitmeyecek politikalarının olduğunu gördük. En son örnek ise, sözde Ermeni soykırımını tanıyan bir bildirinin Alman federal meclisi olan Bundestag tarafından onaylanması. Bu bildirinin talebi bu yılın başında Yeşiller Partisi tarafından iletilmişti. Ve durum o ki, Alman parlamentosunda istisnasız tüm partiler bu bildiriye imzasını atacaktır. Son olarak değinmek istediğim bir başka konu da Alman komedyen Jan Böhmermann’ın programında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı ağır hakaretler içeren bir şiiri okuması. Olayın öncesinde bir başka programda Cumhurbaşkanı ile alay eden ve ağır ithamlar içeren bir şarkı yayınlanmıştı. Türkiye ise bunun akabinde Almanya’nın Ankara büyükelçisini bakanlığa çağırıp uyarmıştı. Tüm olay bunun ardından ivme kazandı. Dışişlerinin bu hamlesi, kabul edelim ki stratejik olarak yanlış oldu. Almanya’daki sivil toplum kuruluşlarımızın bu durumda devreye girmesi gerekirdi. Merkel’in Böhmermann’ın yargılanmasını onayından sonra Türkiye’de bir başarı duygusu uyansa da, aslında bu bir başarı değildi. Yoksa gerçekten Böhmermann’ın hapis cezasına çarpıtılacağını mı düşünüyorsunuz? Durum şudur ki, tüm davanın masrafları Alman devlet televizyonu tarafından karşılanacak, tazminatlar dahi devlet televizyonu tarafından ödenecek. Bu sizce nedir?

SİVİL TOPLUM KURULUŞLARININ YETERSİZLİĞİ

Toparlayacak olursak, mülteci meselesinde mutabakata varabileceğimiz noktalar var. Ama vize serbestisi, terörle mücadele, sözde Ermeni soykırımı ve daha nice konularda çözüm olmayacak gibi görünüyor. Devlet olarak bir noktaya kadar görüşmeler çerçevesinde sorunlar çözülebilir. Ancak burada bahsedilen bu noktadan sonra, sivil toplumun etkisi söz konusudur. Sivil toplum kuruluşlarımız maalesef her zamanki gibi etkiye tepki göstererek bu tepkisel tavırlarından uzaklaşamamış durumda. Seçim gibi Türkiye iç politikasını doğrudan etkileyici bir olayda çok yüksek performans sergileyen sivil toplum, yukarıdaki sorunlara yönelik ciddi manada ses getiren eylem gerçekleştiremiyorlar. Türkiye Almanya’da yaşayan vatandaşlarına sadece pratik projelerine maddi destek değil, aynı zamanda entelektüel projelerine de destek vermeyi ihmal etmemeli. Her zaman dillendirmek istediğim gibi, AB ülkeleri nezdinde vatandaşlarımız şu veya bu parti mensubu olarak değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak görülmektedir. Bu nedenle, yukarıda bahsedilen sorunlarda parti ve/veya parti mensuplarının değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin meselesidir ve el birliğiyle çözüm arayışı içerisine girilmesi gerekmektedir. Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkiler geleceğe yönelik projeksiyonlarda hep iyi ile kötü arasında gidecektir. Yüzde yüz bir anlaşma ve mutabakatın sağlanacağı fikri ütopyadan ibaret olduğunu belirtmemiz gerekir.

[Yeni Şafak, 2Haziran 2016]

ERMENİ SORUNU DOSYASI : Almanya’da “1915” Oylaması


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=qtLCQnOamlw

Söz konusu tasarının mülteci meselesi sonrası Türk-Alman ilişkilerinde oluşan yakınlaşmanın ardından gündeme getirilmesinin manidar olduğunu vurgulayan Enes Bayraklı, Türkiye ve Almanya arasındaki güven bunalımının artacağını belirtti.

TRT Haber ekranlarına konuk olan SETA Dış Politika Araştırmacısı Enes Bayraklı, Almanya Federal Meclis’inde bugün oylanması planlanan, 1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddiaları kapsamındaki tasarıyı yorumladı. Söz konusu tasarının mülteci meselesi sonrası Türk-Alman ilişkilerinde meydana gelen yakınlaşmanın ardından gündeme getirilmesinin manidar olduğunu vurgulayan Bayraklı, Türkiye ve Almanya arasındaki güven bunalımının artacağını belirtti.

SURİYE DOSYASI : Suriye Politikasında Hangi Eşiğe Gelindi ?


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=Ccmkeqd0uTA

Talha Köse: “Amerika’nın çıkarları da bizimle uymuyorsa neden burada Amerika’yla paralel gitmek zorundayız, bunu sorgulamamız gerekiyor. Siyasi seçeneklerin Amerika haricinde şekillenebileceğini pek göstermedik. Artık Türkiye açısından o eşiğe geldik.”

TRT Haber ekranlarında yayınlanan Geniş Açı programına konuk olan SETA Güvenlik Araştırmacısı Talha Köse, Irak’ın üçe bölünmesi planının benzerinin Suriye’de de uygulanmaya çalışıldığının altını çizerek, “Amerika’nın çok planlı bir şekilde Suriye’yi bölme yönünde adımlar attığını ve bunu da Rusya’yla koordine ettiğini düşünüyorum. Rusya’ya İdlib bölgesinde rejimle operasyonlarında, hatta İran’a bile Halep’in güneyinde bir alan sağlıyor burada dezavantajlı olan tek ülke Türkiye.” dedi.

Değerlendirmesinde Rusya’yla gerilim ilişkisinin uzatılmasının Türkiye’nin menfaatine olmadığına ve sabitlenmiş müttefiklik ilişkilerinden vazgeçilmesi gerektiğine işaret eden Köse, şu tespitlerde bulundu: “Temel güvenlik meselemizi birinci sıraya koyduğumuzda, Amerikalılara opsiyonlarımız olduğunu göstermemiz Ruslarla yakınlaşmamız veya bu anlamda İran’la yakınlaşmamız aslında Amerikalıların hamlelerini boşa çıkartacaktır. Yani biz bu hamleyi yaptıktan sonra Amerikalılar istemesek de bize gelecekler. Açıkçası Türkiye bunu hiç göstermedi, Türkiye sanki hamleleri sınırlıymış ve Amerika’ya bağımlıymış gibi pozisyon takındı. Bence burada Türkiye’nin ciddi bir milli güvenlik-devletin bekası sorunu vardır ve burada her türlü risk alınabilir. Amerika’nın çıkarları da bizimle uymuyorsa neden burada Amerika’yla paralel gitmek zorundayız bence bunu sorgulamamız gerekiyor. Siyasi seçeneklerin Amerika haricinde şekillenebileceğini pek göstermedik. Bunu gösterirsek bunu kabul edeceklerdir. Artık Türkiye açısından o eşiğe geldik. Artık Türkiye açısından ciddi bir milli güvenlik sorunu vardır; devletin bekası sorunu vardır ve Türkiye burada illaki fix bir müttefiklik ilişkisi içerisinde olarak düşünülemez.”

TARİH : SLOVENYA’DA AVAR İZLERİ


Slovenya Cumhuriyeti, Adriyatik Denizi, İtalya, Avusturya, Macaristan ve Hırvatistan arasında bulunan bir Orta Avrupa ülkesidir. Avrupa ve Balkan kültürlerinin çatıştığı bu ülkenin yüzölçümü 20251 km2, nüfusu ise iki milyon civarındadır. Slovenya tarih boyunca, Roma, Hun, Avar, Osmanlı, Avusturya, Avusturya-Macaristan, Yugoslavya Krallığı ve Yugoslavya Federasyonu devletleri içinde yer aldı ve Temmuz 1991 tarihinde Sırpların denetiminde bulunan Yugoslavya Ordusu’yla yürüttükleri birkaç günlük kısa bir savaşın ardından Yugoslavya Federasyonu’ndan ayrıldığını ve tam bağımsızlığını ilân ettiğini bildirdi. Slovenya’da, Slovenlerden başka İtalyanlar, Almanlar, Sırplar, Macarlar, Hırvatlar, gurbetçilik yapan Makedonya Türkleri, Kıptîler vb. azınlıklar yaşamaktadır. Bu ülkenin bugün çok iyi bir sosyo-ekonomik, kültürel, hukukî ve siyasî bir yapısı vardır.

Slovenya Türklüğü, 380 yılında buraya Hun Türklerinin girmesiyle başladı.[1] Başlangıç dönemi büyük Türk komutanı ve devlet adamı Attila’nın ölümüne kadar süren Slovenya Türklüğü, 560 yılından sonra Avar, 1408 yılından sonra ise Osmanlı Türklerince sürdürüldü.

VI. asrın ikinci yarısında Aral Gölü civarında yaşayan ve çeşitli nedenlerden dolayı Hazar ve Karadeniz üzerinden Avrupa’ya doğru yol alan Hun Türkleri, 372’den sonra yerleştikleri Orta Tuna ve Tisa havzalarını, kurdukları devletin askerî üssü ve idarî merkezi haline getirdiler. 380 yılına kadar aldıkları Panonya, Dalmaçya ve Kupa-Sava-Tuna ırmaklarının güneyindeki toprakları kendi devletlerine kattılar. Ordu ve yönetim bakımından daha iyi teşkilâtlandıkları için hâkimiyetlerine aldıkları diğer kabilelerle birlikte bir kabileler birliği kurdular. Kabileler birliğine tâbi olan bazı kabilelere müttefik, bazılarına ise köle gözüyle baktılar. Yıktıkları Roma ve Bizans idare sistemlerinin yerine kendi sistemlerini yerleştirdiler. Ordu ve yönetimin dışında kalan bazı önemsiz işleri müttefik saydıkları kabilelere bıraktılar. Roma ve Bizans paralarını kendi paraları ile değiştirdiler.

Hun Türkleri, 372-380 yılları arasında Bizans’a, 380 yılından sonra ise Slovenya’da Emona,[2] Tselye, Petovio ve Postoyna üzerinden İtalya ve Alp Dağlarına, Tuna ve Drava ırmakları üzerinden ise Almanya ve Galya’nın içlerine kadar girdiler. Kuzeyde İskandinavya, güneyde Akdeniz’e kadar uzanan toprakları kendi devletlerine kattılar. Böylece, Hun Devleti, Attila zamanında Rusya’da İdil ve Almanya’da Rayna ırmakları, Akdeniz ve Baltık denizleri arasında uzanan topraklarda kendi hâkimiyetini kurdu. Ancak, 453 yılında Attila’nın ölümünden birkaç yıl sonra tasfiye edilen Hun Devleti’nin yerini 100 yıl sonra kurulan Avar Devleti aldı.[3]

Hunlar Asya, Avrupa ve Balkan topraklarında yeni bir medeniyet çığırı açtılar. Diğer kavimlerin her bakımdan hayatlarını etkilediler. Slovenya vb. Avrupa ve Balkan bölgeleri dahil olmak üzere, kaldıkları topraklarda çok değerli mimarî vb. eserler ve izler bıraktılar. Bu eserlerin bir kısmı Slovenya’nın Yukarı Sava Havzası’nda bulunmaktadır. Slovenya’da da Hun Türklerinden kalan ve günümüze kadar gelen bazı yiyecek, içecek, meyve, yer ve su adlarına rastlanmaktadır. Slovenler, bal anlamında olan “medos”, Hun [Türk] kelimesini günümüzde “de med” şeklinde kullanmaktadırlar. Bu ülkede Vişnya Gora[4] ve Almanca eski adı Haynburg olan bugünkü Hunenburg’un Hun [Türkleri] nden kalan ve Hunları hatırlatan bir toponim olduğu bilinmektedir.[5] Bled Gölü’nün adının ise Attila’nın kardeşi Bleda’nın adından gelen bir hydronimin olduğu tahmin edilmektedir.

Avrupalılar, kendilerinden çok önde olan Hunlardan ordu teşkilâtı, devlet yönetme tecrübesi, eğitim ve özellikle askerî eğitim, savaş taktiği, silâh üretimi ve kullanımı konularında çok şey öğrendiler.

IV. asrın ortasından itibaren Avarlara de Orta Asya’dan Karadeniz’in kuzeyine göçettiler ve tıpkı Hunlar gibi Orta Tuna ve Tiza havzalarında kendi devletlerini kurdular. Orada kalan Hun ve Bulgar Türk gruplarını, Karpatlar’ın arkasında dağınık halde yaşayan ve hayatla ilgili hiçbir sosyo-ekonomik ve kültürel bilgi ve deneyime sahip olmayan Slavları da yanlarına aldılar. Başlangıçta önemsenmediler, ancak 560’lardan sonra ordularıyla Sava ve Tuna ırmaklarında Bizans’a, Lab Irmağı’nda ise Franklara karşı düzenledikleri saldırılarla dikkatleri üzerlerine çektiler. 560-803 yılları arasında Avrupa’da önemli bir faktör olarak olayların akışını ve tarihin yönünü değiştirdiler.

566-567 yıllarında Avarlar, müttefikleri Langobardlarla birlikte yürüttükleri savaşta Gepidleri mağlubiyete uğrattılar. Bu savaştan sonra Srem Düzlüğü’nün dışında bulunan bütün Gepid topraklarını alarak Langobardlarla komşu oldular. Bizans-[Türk] çemberine alınan Langobardlar, kurtuluşu kralları Alboin’in yönetimi altında Panonya’dan İtalya’ya göç etmekte buldular.[6] Langobardlardan boşalan topraklarda yaşayan Slavlar vd. kabileler Avar Türk yönetiminde kurulan kabileler birliğine girdiler. Avarlar bu yıllarda Sava ve Tuna ırmaklarının güneyinde bulunan Bizans topraklarına da sık sık saldırılar düzenlediler. Bu saldırılar arasında 582 Sirmium Muhasarası da bulunuyordu. Aynı yıllarda köleleri Slavlarla birlikte Slovenya’ya ve oradan Emona-Tselye-Postoyna güzergâhı üzerinden Doğu Alp Dağları’nın ve Aşağı Avusturya’nın içlerine kadar ulaştılar. Slavlar bu yıllarda Avar Türklerinin himayesi altında İtalya, Alp Dağları, Avusturya, Karpat Dağları, Akdeniz, Karadeniz, Adriyatik, Baltık ve Ege denizleri arasında uzanan topraklara akın etmeye başladılar. Onlar bu akını tek başına yapacak ne bir askeri güce, ne de bir bilgiye ve deneyime sahiptiler. Slavlar Avrupa’da ilk kez çarpıştıkları Bavarya kuvvetler; karşısında mağlubiyete uğradılar. Avarlardan aldıkları yardımla ikinci kez çarpıştıkları Bavarya kuvvetlerine karşı yenilgiye uğradılar. Avarlar bu zaferin ardından Slavlarla birlikte İstra üzerinden Yukarı İtalya’ya girdiler. Ancak orada karşılaştıkları Langobard tepkisinden dolayı Furlanya ve Kras bölgelerine girmekten vazgeçtiler. Bu sırada Slovenler, Avarlardan aldıkları destekle günümüzde de yaşadıkları topraklara yerleştiler.[7]

Ancak, bazı sebeplerden dolayı, Slovenya’ya ve Doğu Alp Dağları’na yerleşen Slovenlerin bazı dil, toponomastik vd. nitelik ve değerlerinde günümüze kadar gelen önemli farklılıklar görülmektedir. 590’lardan sonra Avar yardımını alan Slovenler, on yıl zarfında idare merkezleri ve üsleri yukarı Drava havzasından doğu Alp dağlarına ve yukarı Sava havzasına yerleşmeye ve idarelerini kurmaya muvaffak oldular. Bu sırada söz konusu topraklara 150-200 bin Sloven yerleşmiş oldu.

Avar Türk devletinde, hâkimiyet, ordu, merkezi ve mahallî yönetim Türklerin, diğer işler ise müttefikleri veya köleleri olan Slovenlerin, Slavların ve diğer kabilelerin elinde bulunuyordu. Avarlar güvenmedikleri kabileleri, özellikle Slav kökenli olanları orduda silâhsız piyade birliklerine alıyor veya köle olarak kullanıyorlardı.

Avar Türk devleti çok geniş bir araziye yayıldığı için bazı dağlık bölgelerde, dar ve küçük vadilerde kendi idaresini hissettiremez oldu. Oralarda sadece bazı süvari birlikleri konuşlandırmakla kendi varlığını göstermeye çalıştı.[8] Böyle bir süvari birliği çok büyük bir ihtimalle Koruşka Bölgesi’nde günümüzde de Vobre adıyla anılan yerde konuşlandırılmış bulunuyordu. Vobre Sloven toponiminin ise Slovence vd. Slav dillerinde Avar Türklerine verilen Obri kelimesinden geldiği bilinmektedir.[9]

593-595 yılları arasında Alp Dağları’na yerleşen Slovenler, Avar Türklerinden aldıkları yardımla Drava vadisinde savaş halinde bulundukları Bavarya kuvvetlerini ard arda iki kez mağlubiyete uğrattılar. 599-602 yılları arasında müttefik Türk-Sloven kuvvetleri İtalya’da ve İstra’da konuşlanmış olan Bizans kuvvetlerine saldırdılar.

Slovenlerin Avarlara olan bağlılığı VII. asrın ilk yarısına kadar sürdü. Bu dönem içerisinde Çek ve Moravya Slavları bir Batı Slav kabileler birliği kurdular. Bu birliğe, doğu Alp dağlarında ve yukarı Sava havzasında yaşayan Slovenler de girdi. Birliğin yönetiminde, Lab, yukarı Drava ve yukarı Sava havzalarından Furlanya’ya kadar uzanan arazi Avar Türklerine ve Franklara karşı bir güvenlik seddine dönüştürüldü.[10]

Slovenler, bugün bulundukları topraklara Avarların koruyuculuğu altında, parçalanmış gruplar halinde yerleştiler. Onların menşeleri hakkında pek fazla bilgi yoktur.

Alp Dağları, Adriyatik denizi ve Panonya düzlüğü arasında uzanan arazide yaşayan bazı kabileler, Avar Türk hâkimiyetinde bulunmalarına rağmen, Türk hoşgörüsünden ve desteğinden faydalanarak belirli dönemlerde devletler kurdular. Bu devletler arasında, 623 yılında kurulan Karantanya Sloven devleti de bulunuyordu.[11] Sloven tarihinde daha çok Karantanya Knezliği olarak bilinen bu devletin başında Knez Sam bulunuyordu. Karantanya Knezliği, Slovenlerin tarihte kurdukları ilk devletti. Bu yüzden Karantanya kelimesi Sloven etnik adıyla özdeşleştirildi.[12] Bu özdeşleştirilme en çok Frank Devleti döneminde yapıldı.[13]

Knez Sam, bir süre sonra Avar hâkimiyetinin dışında kalmayı başardı ve komşu ülkelerin dikkatlerini üzerine çekti. 626-629 yılları arasında Augusta civarında Bavaryalılar’a karşı yürütülen savaşı kazandı. Daha sonra bazı diğer komşu kavimlerin ve ülkelerin ordularını da yenilgiye uğrattı. Ancak 658 yılında ölümünün ardından knezliği, Avar Türkleri ve Slovenler arasında paylaşıldı.[14]

660 yılında II. Avar Türk Kağanlığı’nın kuruluşundan sonra yeniden güçlenmeye başlayan Avar Türkleri, askerî üsleri Panonya’dan, Orta Avrupa, İtalya ve Bizans topraklarına saldırılar düzenlediler. Bu sırada Tuna üzerinden Anije ve Slovenya’ya, İtalya üzerinden ise Furlanya’ya girdiler. Bu akınlara onlarla birlikte Slovenler de katıldılar. Ancak bazı Sloven kabileleri söz konusu bölgelere tek başlarına da girdiler. 705-720 yılları arasında Slovenler, Furlanyalılara karşı yürüttükleri savaşı kaybettikten sonra Beneş Slovenyası’na yerleştiler. Böylece Slovenlerin o sırada Adriyatik Denizi, Langobardya ve Alp Dağları arasında çizdikleri hudut günümüzde de korunmaktadır.

660-803 yılları arasında hüküm süren II. Avar Türk Kağanlığı devrinde Avar Türkleri Panonya’dan, İtalya, Orta Avrupa ve Bizans’a doğru uzanan bütün stratejik yolları kendi kontrollerine aldılar. Yolların güvencesini inşa ettikleri kaleler ve hisarlarla sağlamaya çalıştılar.

VIII. asrın sonunda ve IX. asrın başında Orta Avrupa’da beliren Avar Türk sorunu güncellik kazandı. 791-803 yılları arasında yürütülen Avar Türk-Frank Savaşı bu soruna “çözüm getirdi”. Savaşta Franklar, Avar Türklerinden öğrendikleri savaş taktiğini kullanarak zafere ulaştılar. Bu savaşın ardından Avar Türk devletinin Panonya’da bulunan kuvvetlerini de bozguna uğratarak adı geçen devletin sonunu getirdiler. Söz konusu savaş sırasında esir aldıkları bütün Türkleri kılıçtan geçirdiler. Büyük miktarda altın, gümüş, inci, silâh, büyük ve küçük baş hayvanı alıp götürdüler. Götüremediklerini ise yaktılar veya Tuna, Tiza, Sava ve Drava gibi büyük ırmaklara attılar.

VIII. asrın başında Franklar, Avar Türklerinin son gruplarını da mağlubiyete uğrattıktan sonra Slovenya, Balaton Gölü, Mohaç Ovası ve Slovenya da dahil olmak üzere Rab Irmağı ve Fruşka Gora arasında uzanan bütün Türk topraklarını kendi devletlerine kattılar. Bu topraklara Bavaryalıları, Karantanya Slovenlerini vd. kabileleri yerleştirdiler. Yerleştirme bütün IX. asır boyunca sürdü. Bu yüzden çok ciddî bir Avar Türk-Sloven anlaşmazlığı ve çatışması meydana geldi. 811 yılında Frank Kralı Büyük Karlo bu çatışmayı durdurmak amacıyla Panonya’ya özel ordu birlikleri gönderdi.

Avar Türk devletinin tasfiyesinden sonra Frank Devleti’nde dağınık halde yaşayan Türklerin durumu diğer kavimlerin durumundan pek farklı değildi. Frank Kralı Büyük Karlo, Türklere, az ve dağınık olmalarına rağmen kendi kağanlarının idaresinde bir iç özerklik tanıdı. Avarların adı 822’de Frank devletinin yıllığında da geçti. 828 yılında ise Türklerin adı sadece Frank Kralı’nın tebaası olarak anıldı. IX. özellikle X. ve sonraki asırlarda Avar adına çok az rastlanır oldu. Ancak, Avrupa milletlerinde, Bizanslılarda, Slovenlerde vd. Slav kabilelerinde bir zamanlar güç ve hâkimiyet anlamlarını ifade eden Avar Türk adı pek çabuk ve kolay unutulmadı.[15] Dağınık halde kalan Avar Türk gruplarının bir kısmı diğer kavimler tarafından “eritildi” ve “Hıristiyanlaştırıldı”, bir kısmı ise Türk kaldı, Türkçe konuştu, Göktanrı’ya inandı veya Bulgar Türklerinden İslam Dini’ni öğrendi. XIV. asrın ikinci yarısında Avrupa’ya girmeye başlayan Osmanlı Türklerinin fetihleri için zemin hazırladı ve onlarla birlikte Balkan ve Avrupa seferlerine katıldı.

Avar Devleti’nin tasfiyesinin ardından Hırvatistan’da kalan Avar Türkleriyle ilgili Bizans Çarı ve müellifi VII. Constantine Porphyrogenitus şöyle demektedir: “X. asırda Kuzey Dalmaçya, Kırbava, Lika, Gadsko, Modruş ve Kuzeybatı Bosna’da halâ Avarlara rastlanmaktadır. Onların Avar olduklarını simalarından anlamak mümkündür. Avarların Lika ve Kırbava bölgelerinde, ban dedikleri kendi hükümdarları vardı. Onlar Hırvatistan’dan gittikten sonra büyük bir ihtimalle bu isimden ban rütbe adı meydana geldi.[16] Avar Türklerinden kalan ve Hırvat, Macar vo Bosna’nın idare sistemleriyle ilgisi olan bu kelimenin Avar Türkçesinde zengin anlamını taşıyan bayan kelimesinden geldiği bilinmektedir.[17] Macaristan, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı hükümdarları tarafından Bosna, Hırvatistan ve Slovenya’ya atanan idarecilere ban rütbe adı verilirdi. Bu ad Bosnalılar ve Hırvatlar tarafından da askerî bir unvan olarak benimsendi. Bosnalılar ve Hırvatlar bu rütbe adını kendi bağımsız devletlerinin hükümdarlarına da verirlerdi.[18] Mesela, Ban Pribin, Ban Kulin, Ban İvan Majuraniç vd. olduğu gibi. Ancak Sloven tarihinde bu Avar Türk rütbe adına hiç rastlanmadı. Slovenya’da bu adla ilgisi olan daha küçük rütbe ve bölge adlarına ise daha çok rastlanır oldu.

Slovenya idare sistemi, diğer Slav asıllı kabilelerin sistemlerinden pek farklı değildi. Bu sistemde de en basit idare birimi “büyük aile” idi. Kooperatif rolünü oynayan bu birim geçici bir süre için köy belediyesinin verdiği toprağı işletiyor, topladığı mamülleri ise kooperatif üyelerine dağıtıyordu. Söz konusu sistemde “büyük aile”, “kooperatif” ve “köy belediyesi” basit idare bölümleri olarak faaliyette bulunuyorlard.[19]

Slovenya idare sisteminde basit idare birimlerinden daha büyük birime jupa veya jupanya adı verilirdi. Avar Türkçesinden gelen bu adlar bir kabilenin veya kabileler birliğinin yaşadığı bölgeye verilirdi. Jupa’ya veya Jupanya’ya bir bölgenin veya ırmağın adı da verilmiş olabilirdi Slovenler, aynen Hırvatlar, Bosnalılar ve Macarlar gibi Jupa’nın veya Jupanya’nın yöneticisine jupnik adını verirlerdi.[20] Slovenler jupa, jupanya ve jupnik Avar Türk kelimelerini ilk defa 777 yılında yukarı Avusturya’nın Kremsminster şehri civarında “Jopan ani vocatur Physso”[21] şeklinde kullandılar.[22] Söz konusu kelimelere Bosna, Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ ve Makedonya idare sistemlerinde günümüzde de rastlanmaktadır.[23] Jupa, jupan ve jupanya kelimelerinden Jupançiç[24] patronymi de meydana gelmiştir.

Avar Türkleri, Slovenlerle birlikte yerleştikleri doğu Alp dağları, Slovenya vd. bölgelerde çiftçilikle uğraşan çok az yerli halka rastladılar. Bu yüzden durumu düzeltmek amacıyla toprağı işlemeye başladılar. Yerel ziraat hakkında halktan bilgi aldılar. Yeni toprakları işlemek için anavatanlarından tarım araçları getirdiler. Bu araçlarla buğdaygillerden: Buğday, arpa, çavdar ve yulaf; baklagillerden: Bezelye ve fasulye; sebzelerden: Havuç, salatalık, lahana, pancar, sarımsak; meyvelerden ise elma, armut, vişne, erik, kayısı, ceviz, şeftali, kiraz vb. yetiştiriyorlardı. Arıcılıkla da uğraşıyorlardı.[25]

Avarlar da diğer Türk boyları gibi Orta Asya’dan yeni vatanlarına bağcılığı ve üzüm şarabını getirdiler. Ancak, Slovenya’da, Makedonya, Sırbistan, Hırvatistan vd. Balkan ülkelerinde bağcılık ve üzüm şarabıyla ilgisi olan bor[26] ve borova[27] kelimelerine rastlanmamaktadır. Avar Türkleri meyve, sebze ve içkilerin dışında koyun, keçi ve inek sütü içiyor, büyük ölçüde peynir, yumurta, balık, tavşan ve geyik eti yiyorlardı. Kuşlardan tavuk ve kaz yetiştiriyorlardı. Atı ise en çok savaşta kullanıyorlardı.[28]

Avar Türkleri, yerleştikleri topraklarda ticaretle de uğraşıyorlardı. Ürettikleri malların bir kısmını ihrac ediyorlardı. İhrac ettikleri mallar arasında en çok bal, deri ve tuz bulunuyordu. Ticareti genelde mal alıp mal vererek çoğunlukla Tuna, Sava, Drava, Morava, Mura gibi büyük ırmaklar ve Romalılardan kalan yollar üzerinde yapıyorlardı.

Avarlar Devleti’nde madencilik pek fazla gelişmiş değildi. Onlar Romalılardan kalan bazı maden ocaklarını işletmeye devam ettiler. Maden eritme teknolojisini iyi biliyorlardı. Erittikleri demirden çok iyi silâh yapıyorlardı. Ürettikleri silâh bütün Avrupa ülkeleri tarafından benimsendi. Avrupalılara sattıkları silâh karşılığında altın, gümüş, ipek ve kumaş alıyorlardı. Bastırdıkları madenî paraların üzerine hilâl ve güneş veya hilâl ve yıldız şekillerini çiziyorlardı.[29]

Avar Türkleri ölülerini, elbiseleriyle ve silâhlarıyla, hattâ atlarıyla birlikte gömüyorlardı. Avrupa’da ve Balkanlar’da kazılan Avar Türk mezarlarında ve hazinelerinde birçok eşyanın ve silâhın, Sloven vd. Slav kabilelerin mezarlarında ise yok denecek kadar az eşyanın ve silâhın bulunduğu bilinmektedir. Avar Türkleri de aynen ataları Hun vd. Türk boyları gibi önemsedikleri silâh çok iyi kullanmasını biliyorlardı. Modern silâhla birlikte çok iyi savunma sistemleri de kuruyor, stratejik önem taşıyan yol kenarlarında, kavşaklarda, köprüler civarında, tepelerde, ormanlık yerlerde, düzlüklerde ve bataklıklarda savaş kuleleri ve hisarlar inşa ediyorlardı. Bu yapıları aynı zamanda ekonomik, idari sığınma vb. amaçlı da kullanıyorlardı. Onları genelde dört köşeli veya yuvarlak biçimli yapıyor, etraflarını ise kalın duvarlarla, siperlerle ve suyla dolu derin kanallarla çevreliyorlardı. Zamanla onların etrafında yerleşim yerleri de meydana getiriyorlardı.[30]

Avar Türkleri, göçebe hayattan yerleşik hayata geçmeye başladıkları andan itibaren köyler de kurmaya başladılar. Ancak onların kurdukları köyler hakkında günümüzde pek fazla bilgi yoktur. İnşa ettikleri tek odalı ahşap evlerini ağaç dallarıyla veya samanla örtüyorlardı. Kullandıkları mobilya, yaptıkları ateşlik ve fırınlar hakkında da pek fazla bilgi yoktur.

Slovenya’da Avar Türklerinin İzleri

Slovenya’da da Avar Türklerinden kalan maddî kültür izlerine ve eserlere rastlanmaktadır. Bunlar arasında kazılan mezar ve hazinelerden çıkarılan eşyalar ve silâh da bulunmaktadır. Zamanımıza kadar yedisi batı Panonya düzlüğü, doğu Alp dağları ve Karantanya bölgesi, beşi ise Slovenya’da olmak üzere toplam 47 Avar Türk mezarı ve hazinesi kazıldı.[31] Bunun dışında Avar Türklerine ait olan mezar ve hazine kazıları yukarı Drava havzası, Anije Irmağı’nın kaynadığı Sladming, Viyana Vadisi’nde Salskamergut, Koruşka, Ştayer, Kranyska Gora, Vişnya Gora, Lyublyana Ovası, Mengeş, Bled Gölü civarı, Ptuy ve Adriyatik Denizi kıyısında bulunan topraklarda da yapıldı.[32]

Avar Türk mezarlarından ve hazinelerden en çok ok, kargı, kalkan, savaş baltası, savaş kosası, orak, bıçak, hançer ve makaz gibi silâhlar, çalışma aletleri, tokalar, kemerler, anahtarlıklar, cam düğmeleri, seramik eşyalar, ay ve hilâl şeklinde küpeler, cam plakacıkları, inci dizileri vb. eşyalar çıkarıldı. Avar Türklerinin köleleri olan Slovenlerin vd. Slavların hazineleri yoktu. Onların sadece yok denecek kadar az eşyalı mezarları vardı.[33]

Batı Panonya’da kazılan hazinelerden en değerlisi, Macaristan’da Balaton Gölü civarında bulunan Keszthely Hazinesi’dir. Bu hazinede Avar Türk eşyalarının dışında bulunan eşyalar Keszthely kültürüne ait olan niteliklere ve değerlere sahiptir. Keszthely kültürü üzerinde ise Bizans kültürünün de etkisi görülmektedir. Son yıllarda Karantanya Bölgesi’nde yapılan arkeolojik kazılarda bulunan eşyaların Köttlaş kültür çevresine ait olduğu tahmin edilmektedir. Köttlaş kültür çevresi ise VII. ve VIII. asırda meydana gelen Eski Karantanya ve Avar Türk kültür çevrelerini ihtiva etmektedir. Avar Türk kültür çevresine ait olan eşyalar arasında hilâl şeklinde olan küpeler ve üzerinde veya yan tarafında hilâlin çizilmiş olduğu seramik kablar bulunmaktadır.

VI-VIII. asırlar arasında Avar Türkleri, Slovenler vd. Slav kabileleri aynı kabileler birliğine tâbi olduklarından kazılan mezarlardan ve hazinelerden çıkarılan eşyaların bazıları aynı veya benzeri nitelik ve değerlere sahiptirler. Bu yüzden bazı müellifler bu eşyaların Avar Türklerine ait olduğu kadar Slovenlere vd. Slav kabilelerine de ait olduğu görüşünü savunmaktadırlar. Onlar etnik köken bakımından Avar-Türk ve Sloven-Slav kültürlerinin, eşyalara bakarak birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığı tezini de öne sürmektedirler. Ancak, Slovenlerin vb. Slavların efendileri Avarlarla birlikte aynı mezarlara veya hazinelere gömülmelerin ihtimali yoktu. Çünkü hazinelere eşyalarıyla ve silâhlarıyla birlikte genelde Avar Türk kağanları, prensleri, prensesleri, komutanları vd. büyükler gömülüyordu. Bu yüzden Keszthely, Köttlaş, Nagyszentmiklos,[34] Banat, Baçka, Srem, Slovenya vd. hazinelerde bulunan bütün eşyalar ve silâhlar sadece Avar Türk büyüklerine ait olan eşyalar ve silâhlardır.[35]

Avar Türklerinin hazine ve mezarlarında bulunan küpelerin, düğmelerin, seramik ve metal kapların üzerinde ve dış tarafında hilâli veya hilâl ve güneş şekillerinin çizilmesi çok dikkate değerdir. Çünkü, Avrupa’da ve özellikle Balkanlar’da Roma, Bizans ve İllyr madenî paraları ve armaları üzerinde ayyıldız ve aygüneş şekilleri görülmektedir. Ancak, bu şekillerin kimden, ne zaman ve nasıl alındığı bilinmemektedir. Hilâl’in 5000 yıl önce Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Sümerler, daha sonra Hititler, Aramîler ve hattâ Göktürkler tarafından kullanıldığı bilinmektedir.[36] Binlerce yıl önce Göktanrı’ya inanmaya başlayan Türkler, hilâli ve yıldızları kendi inançlarının sembolleri olarak benimsemişlerdir. Bu yüzden Saka, Hun, Avar, Bulgar, Oğuz Uygur, Peçenek, Kuman, Gazneli, Kırgız, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı (Kayı) vd. Türk boyları, beylikleri, devletleri ve imparatorlukları Ayyıldız’a ve Üç Hilâl’e çok büyük önem verdiler. Onları kutsal ve millî sembol olarak bayraklara, paralara, tuğralara, fermanlara vd. yerlere yerleştirdiler. Balkanlar’da, Avrupa’da ve diğer ülkelerde Ayyıldız’ı Bogomiller de sembol olarak kullandılar ve onu mezar taşlarına vd. yerlere çizdiler.[37]

Slovenler de zengin anlamında olan bayan kelimesinden gelen Boyan ve Boyana antroponimlerini günümüzde de kullanmaktadırlar. Slovenya’da Boyana toponimi, mikrotoponimi ve hydronomine de rastlanmaktadır.

Prof. Dr. Yusuf HAMZAOĞLU

Üsküp Kiril ve Metodiy Üniversitesi Pedagoji Fakültesi / Makedonya

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 2 Sayfa: 687-692

ERMENİSTAN DOSYASI : Millet-i Sadıka… Ermenistan Nasıl Bir Ülkedir ?


Bakalım kimmiş bu Millet-i Sadıka…

ERMENİ DOSYASI

Ermenistan; denizlere çıkışı olmayan, Alp-Himalaya dağ sisteminde yer alan ve Ermeni Platosu adını taşıyan sıradağlarının bir kısmında yerleşen bir dağ ülkesidir.

Yüzölçümü 29.800 km2 olmakla birlikte, Kuzeyde Gürcistan’la (164 km), doğuda Azerbaycan’la (566 km), batıda Türkiye ile (268 km) ve güneyde de İran’la (35 km) sınır komşusudur.

Başkenti Erivan’dır. Ermenistan’ın nüfusu 2015 yılı verilerine göre 3.056.382’dir.

Nüfusun %98’i Ermeni, %1,1’i Kürt’tür. Resmi ve en yaygın dil Ermenicedir. Rusça da yaygın diller arasındadır, %1 oranında da Kürtçe konuşulmaktadır. En yaygın din olarak Ortodoks Hıristiyanları görülmektedir.[1]

Ülkenin iklimi karasaldır. Yazlar kurak ve sıcak (başkent Erivan’da hava sıcaklığı 40 dereceyi bulabiliyor), kışlar soğuk ve kar yağışlı geçmektedir. Su kaynakları açısından zengin bir ülke olan Ermenistan’da, zengin bakır, molibden yatakları var. Demir, boksit, altın, kurşun ve çinko yatakları da bulunmaktadır.

Ülkenin en önemli ihraç sektörü de madenciliktir. Ülkede çok sayıda taş ocağı da mevcuttur. Taş bakımından o kadar zengindir ki, bütün yapılar neredeyse taştan yapılmıştır.

Ermenistan’ın tarıma uygun yeterince alanı bulunmamaktadır. Süt ve süt ürünleri ihtiyaçlarının ise sadece üçte birini üretebilmektedir. Bu nedenle ekonomisi en kötü olan ülkeler arasındadır. Dış dünyaya bağlantısı Gürcistan üzerindendir. Açık olan İran sınırı ekonomik faaliyetlerde yeterince kullanılamamaktadır. Eski Sovyet döneminden kalan üretim yapısı da dünyaya ihracat için gerekli kaliteyi sağlayamamaktadır.

Karabağ Savaşı ve yaşadıkları ambargolar da ekonominin geri kalmasında önemli bir etkendir.

Ermenistan ekonomisi halen Rusya Federasyonu’nun ticari ve hükümet yardımlarına büyük ölçüde bağımlıdır. Ülkenin ekonomik altyapısı, özellikle enerji sektörü ya Rusya’nın kontrolünde ya da bu ülke tarafından işletilmektedir. Sınırlı ekonomi koşulları nedeniyle işsizlik ve ekonomik sıkıntılar çeken Ermeni vatandaşlarının Türkiye ile ilişkilerin gelişmesini temenni ettikleri bilinmektedir, bu nedenle ekonomik yönden Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duyan bir ülkedir.

Ermeni adına ilk defa M.Ö. 6. yüzyıla tarihlenen Pers Kralı Darius’un kitabelerinde rastlanır. Ermeniler kendilerine hiçbir zaman “Ermeni” dememişler, bilâkis kendilerini “Haiklar” olarak adlandırmışlardır.[2]

Ermenilerin Anadolu’daki tarihleri M.Ö. 6. yüzyıldan daha geriye gitmemektedir. Halbuki, çivi yazılı metinlerden öğrenildiğine göre Türkler, M.Ö. 3. Binyılın sonlarından itibaren Anadolu’da mevcutturlar ve Anadolu’nun kaderinde önemli roller oynamışlardır.

Ermeniler, Pers İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Büyük İskender’in daha sonra sırasıyla Selevkosların, Romalıların, Bizanslıların, Selçuklu Türklerinin ve nihayet Osmanlı Türklerinin egemenliğinde yaşamışlardır.

Ermeniler, Anadolu’da yaşadıkları uzun zaman içerisinde hiçbir zaman bağımsız olamamışlar, mütemadiyen himaye altında yaşamışlar ve karşılığında da vergi ödemişlerdir. Osmanlı döneminde çok iyi muamele gördükleri ve devletin üst kademelerinde yer aldıkları bilinmektedir. Osmanlılar tarafından Ermenilere uzun yıllar sadık millet (millet-i sadıka) denmiştir.

Ancak, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dış devletlerin teşvik ve tahrikleriyle, memleket içerisinde karışıklıklar çıkarmaya ve devlet için problem olmaya başlamışlardır. Birinci Dünya Savaşı sırasında ise devlet isyan ederek sivil Anadolu halkını katletmeye başlamışlardır. Osmanlı yönetimi de 27 Mayıs 1915 tarihinde çıkarmış olduğu Tehcir Kanunu ile Ermenileri göçe zorlamıştır.

Ermeniler, tehcir sırasında Osmanlı ordusunun yüz binlerce Ermeni’ye soykırım uyguladığını iddia etmektedirler. Halbuki, gerçek bunun tamamen aksini ortaya koymaktadır. Özellikle Doğu Anadolu Bölgesinde yapılan kazılarda çok sayıda toplu mezarlar ortaya çıkarılmıştır ki, Müslüman Türklere ait olan bu mezarlar, Ermenilerin değil Türklerin soykırıma uğradığının en açık delillerindendir.[3] Osmanlı Devletinin Ermenilere güveni ve verdiği değer aşağıdaki görev dağılımı listesinden anlaşılmaktadır.

Osmanlı Devlet idaresinde;

Maliye Bakanı ……………………………………………..………… 1
PTT Bakanı ………………………………………………..………… 3
Bayındırlık Bakanı ………………………………………..…………. 5
Dışişleri Bakanı …………………………………………..…………. 1
Hazine-i Hassa Bakanı ………………………………………………. 3
Senato Üyesi ……………………….………………………..………. 4
Birinci Meşrutiyet Dönemi (1876):
Meclis-i Mebusan Reis Vekili …………………………..….……… .. 1
Millet Vekili ……………………………………………..……………8
İkinci Meşrutiyet Dönemi (1908).
Millet Vekili ve Başbakanlık Divan Katibi ……………..…………… 1
Millet Vekili ……………………………………………..…………. 11
Bakanlıkların Üst Kademelerinde Görevli Memurlar:
İç işleri Bakanlığı’nda ………………………………….….…… 16 kişi
Vali Yardımcısı …………………………………………..………4 kişi
Mutasarrıf Yardımcısı …………………………………….…….31 kişi
Bayındırlık Bakanlığı’nda ………………………………….…….9 kişi
Orman ve Ziraat Bakanlığı’nda …………………………….…….8 kişi
PTT Bakanlığı’nda ………………………………………………17 kişi
Milli Eğitim Bakanlığı (memur ve öğretmen) ..…………………16 kişi
Adalet Bakanlığı’nda ………………………………………… 20 kişi
Belediyelerde ……………………………………………………10 kişi
Asker ve Devlet Hekimliğinde ……………………………… 37 kişi olarak hizmette bulunmuşlardır.
Bunlardan başka, Ermenilerden 17’den fazla gazeteci ve yazar, 11’den fazla mimar, 140 kişi
baruthane görevlisi, 20.000 kişi Gümrükler Müdürlüğü’nde görev yapmışlardır.[4]

Osmanlı Hükümeti ayrıca, Ermenilerin göç ettirilmesiyle ilgili olarak bir de talimat metni yayınlamıştır.

Bu metinde şöyle denilmektedir: “Nakli gereken Ermenilerin yeni yerleşme bölgelerine hareket ettirilmeleri ve yolculukları sırasında rahatları sağlanmalı, canları ve malları korunmalıdır. Varışlarından, yeni yurtlarına tamamıyla yerleşmelerine kadar, iâşeleri, mülteci tahsisatlarından karşılanmalıdır. Bunlara daha evvelki mali durumları ve halihazır ihtiyaçlarına göre, mal ve toprak dağıtılmalıdır. İhtiyaç sahipleri için, hükümet evler yapmalı, çiftçi ve ihtiyaç sahibi zanaatkârlara tohum, âlet, teçhizât temin etmelidir.”[5]

Bütün bu bilgilerin yanı sıra Türkiye tarafından arşivler açık tutulmakta ve tarihçilerin olayı incelemesine sıcak bakmaktadır. Buna rağmen bu ılımlı yaklaşımlara çoğunluğu ABD, Fransa ve Rusya’da bulunan Ermeni Diasporası tarafından olumsuz cevap verilmekte, olay politik bir şantaj haline dönüştürülmektedir.

Türkiye Ermenistan tarafından kurulan ASALA terör örgütü nedeniyle de sıkıntılı günler geçirmiştir. 1973 ile 1994 yılları arasında 30 diplomatımız ASALA tarafından şehit edilmiştir.

Sovyetler Birliği’nin himayesinde barındıktan sonra 1991 yılında bağımsız olan Ermenistan’la Türkiye arasında diplomatik ilişki söz konusu değildir. Ancak AKP Hükümeti, 2009 yılında hiçbir sebep yokken Ermenistan’la ortak sınırın açılması konusunda bir protokol imzalamıştır.

Protokolde Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talebinden ve soykırım iddiasından vazgeçeceğine, Azerbaycan topraklarında sürdürdüğü işgali sona erdireceğine dair hiçbir hüküm yoktur. Protokol Türkiye’ye hiçbir kazanım sağlamazken, ekonomik yönden Türkiye’ye muhtaç olan Ermenistan’ın nefes alması için fırsat olmuştur.

Türkiye bu çabasıyla kazanım sağlayamadığı gibi Azerbaycan ile ilişkilerin de kısa süreli gerginliğine sebep olmuştur.

Şimdi günümüze gelindiğinde, hala Türkiye’den toprak iddiasında bulunan Ermenistan, İsrail ile müttefik olarak PKK terör örgütünü desteklemektedir.

Türk-Rus ilşkilerindeki gerginliği fırsat bilen bu Ermenistan hem Rus askerlerini çağırmış hem de hava sahasını Rus S 400 füzeleleriyle koruma altına almıştır.

Ve bugün, arkasını dayadığı güçten cüret alarak Azerbaycan’a karşı saldırgan bir tavır takınmıştır.

Ermenistan, BATI’nın oyunlarına gelerek bu aksi tavırlarından vazgeçmediği sürece Kafkaslar huzur bulmayacak ve Türk-Ermeni ilişkileri de düzelmeyecektir.

1915 tehcirine geri dönersek, Anadolu’dan Suriye doğusuna Ermeniler tehcir edilmiştir, Osmanlı’ya karşı Ruslarla ittifak kurduğu için, bu ittifakla isyan çıkardığı için ve Rus işgalini desteklediği için.

Ama şimdi Suriye’den gelen 3.5 milyon sığınmacıya bakıldığında, zamanında tehcir edilen bölgelerden geldikleri görülmektedir.

Bu durum insan ister istemez şu soruyu sormaktadır; isyancılar şimdi geri mi dönüyor?

[1] https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/am.html

[2] http://www.aku.edu.tr/aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/vii1/ememis.pdf

[3] http://www.aku.edu.tr/aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/vii1/ememis.pdf

[4] Bu bilgiler, Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı tarafından
1989’da yayınlanan “Geçmişten Bugüne Kadar Türk-Ermeni İlişkileri” adlı kitabın 19. ve 20.
sayfalarından alınmıştır.

[5] http://www.aku.edu.tr/aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/vii1/ememis.pdf

BİLGETÜRK

SURİYE DOSYASI : Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri


Suriye’de 2011 yılının Mart ayında patlak veren krizin kısa ve orta vadeli etkileri kendisini hissettirmeye devam ediyor. Özellikle radikal örgütlerin faaliyetleri ve Avrupa’ya yönelik Suriyeli mülteci akını nedeniyle Suriye krizi küresel bir sorun haline geldi. Dünya, Suriye krizinin doğrudan etkilerine 2016 yılı itibarıyla maruz kalıp bu etkileri tartışırken Suriye’ye komşu Türkiye, Irak, Ürdün ve Lübnan bu gerçek ile 2011 yılının başından beri yüzleşiyor. Suriye’ye komşu dört ülke, Suriyeli mülteciler ve DAEŞ ve diğer gruplar ile bağlantılı güvenlik risklerinin ötesinde Suriye krizinden kaynaklanan çeşitli meydan okumalarla mücadele etmeye çalışıyor.

Suriye krizinin komşu ülkeler üzerinde farklı boyutlarda ve derinliklerde etkisi oldu. Her bir ülkenin kendine özgü yapısı, krizin etkilerinin ve buna karşı verilen tepkilerin farklı olmasını kaçınılmaz hale getiriyor. Ancak krizin komşu ülkeler üzerindeki etkileri birbiriyle yakından ilişkili olduğu için söz konusu etkileri bir diğerinden tam olarak ayırmak mümkün değil ve hiçbir bölge ülkesinin Suriye krizinin etkilerinden bağışık olmadığını vurgulamak gerekir.

"Krizin en büyük yükünü Türkiye taşıyor"

Suriye krizinin etkileri, her bir ülke açısından karşılaştırmalı olarak değerlendirildiğinde göç açısından krizin en büyük yükünü Türkiye’nin çektiği gerçeği ile karşılaşılıyor. Suriye krizi nedeniyle Türkiye, günümüzde dünyada en fazla mülteci/sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke konumunda. Türkiye’nin Suriye kaynaklı göçe yönelik politikası özü aynı kalmakla beraber uygulamalar açısından zaman içinde gelişti ve bu gelişme hep ilerlemeci bir şekilde oldu. AFAD, Kızılay, Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere bütün devlet kurumları entegre bir stratejiyle krizin göç etkisinin Suriyeliler ve Suriyelilerin yerleştiği bölgelerde yaşayan yerel halk açısından minimize edilmesi için çalıştı. Ayrıca bu süreç içinde STK’lar da kendisini geliştirerek söz konusu yükün azaltılmasına yardımcı oldu.

Ürdün, Türkiye ile kıyaslanmasa da gerek geçmişteki göç tecrübesi gerekse bağışçılardan aldığı yardımlar sayesinde Lübnan ve Irak’a göre daha sistemli mülteci politikası geliştirebildi. Ancak burada Türkiye ve Ürdün’ün göç etkisine yönelik önemli bir farkı var. Türkiye, ev sahipliği yaptığı Suriyeliler için uluslararası örgütler ve bağışçılardan minimal ölçüde destek aldı ve harcamaların büyük kısmını öz kaynaklarıyla gerçekleştirdi. Ürdün de ülkesindeki Suriyeliler için kendi kaynaklarından harcamalar yapmakla beraber uluslararası örgütler ve bağışçılardan anlamlı bir destek aldı.

Suriye krizinin göç etkisini ülkesine gelen Suriyeliler bağlamında en az hisseden ülke Irak oldu. Suriye’den nispi olarak çok az göç alsa da Suriye krizi ile ilişkili gelişmeler nedeniyle “Yerinden Edilmiş Kişiler” durumu Irak için önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Lübnan, krizin göç etkisini en fazla hisseden ülkelerden biri. Siyasi açıdan kırılgan yapısı krizin göç etkisine yönelik kapsamlı bir politika uygulanmasını engellerken, Lübnan’ın geçmişteki göç tecrübesi de Suriyelilere yönelik politikaların geliştirilmesinde etkili oldu.

Türkiye-Ürdün/ Irak-Lübnan karşılaştırmalı perspektifi

Suriye krizinin devlet yapısına etkisine karşılaştırmalı bir perspektiften bakıldığında, Türkiye ve Ürdün ile Irak ve Lübnan’ı ayrı kategoride değerlendirmek gerekir. Zira Türkiye ve Ürdün’deki devlet kurumlarının ve siyasi yapıların kriz öncesindeki durumu, krizin bu ülkelerdeki devlet yapılarını olumsuz etkilemesini engelledi. Aksine Türkiye ve Ürdün devlet yapılarının kurumsallığı, krizin bütün etkileriyle mücadelede önemli bir destek sağladı.

Irak ve Lübnan açısından ise durum aynı değil. Irak’ta Suriye krizinin başlamasından önce siyasi açıdan Maliki iktidarı devam ediyor olsa da devlet yapısında aksayan sorunlar vardı. Her şeyden önce ülke içinde kamu düzeni ve otoritesi tam olarak sağlanmış değildi. Böylesi bir ortamda Suriye kriziyle ilişkili olan DAEŞ’in Musul ve diğer bölgeleri işgali, Irak’taki devlet yapısının kırılgan durumunu gözler önüne serdi. Irak siyaseti, bu kırılgan yapıyı toparlamak için girişimlerde bulunsa da kısa vadede başarı sağladığı söylenemez.

Lübnan için de krizin devlet yapısına etkisi açısından durum pek iç açıcı değil. Suriye krizinin etkisini iyiden iyiye hissettirdiği bir dönemde geçici hükümetle idare edilen Lübnan, yerel aktörlerin Suriye krizine yönelik tutumlarından dolayı iç politikada ciddi sıkıntılarla karşılaştı. Yeni hükümet 2014 yılında kurulmuş olsa da siyasi açıdan kırılgan yapı, hükümetin Suriye krizine yönelik kapsamlı politikalar izlemesini engelliyor. Ayrıca Lübnan 2014 yılından beri yeni cumhurbaşkanı seçilebilmiş değil ve Parlamento seçimleri iki kez ötelenerek 2017 yılına ertelendi.

Suriye krizinin radikalleşmeye etkisi açısından Suriye’ye komşu dört ülkenin de farklı derecelerde etkilendiğini söylemek gerekir. Her bir ülkeden yabancı terörist savaşçı olarak DAEŞ, Nusra Cephesi veya PKK/YPG gibi terör örgütlerine katılımlar olmakla beraber, krizin kendisi ve krize yönelik uygulanan politikalar, bazı ülkelerin kendi içinde radikalleşme eğilimini arttırdı. Bu durumla ilişkili olarak Irak ve Lübnan’ın daha ön plana çıktığı söylenebilir. Zira Suriye krizi ve DAEŞ’le mücadele bağlamında Irak’ta uygulanan politikalar, toplumun bütün kesimlerinde radikalleşme eğilimini yükseltti. Lübnanlı aktörlerin Suriye krizinde taraf olması, özellikle Hizbullah’ın askeri angajmanı ülkedeki siyasal ve toplumsal kutuplaşmayı körükledi ve bu da zaman zaman sıcak çatışmaya varacak düzeyde toplumsal gerginlikleri beraberinde getirdi. Lübnan’da farklı toplumsal kesimler arasında zaten güçlü olan mezhepsel bilincin daha güçlendiği ve bu kesimlerin dinsel kimliklerine daha sıkı bağlandığı görülüyor. Lübnan’da radikalleşme ve güvenlik risklerine ilişkin bir diğer boyut Lübnan’a gelen Suriyeliler arasında radikalleşme açısından uygun zeminin olması ve bunun radikal gruplar tarafından istismar edilmesi olasılığı.

"Kitlesel yer değiştirmeler güvenlikten ziyade siyasal nitelikte"

Suriye krizinin güvenlik alanında Irak’a etkisi değerlendirildiğinde daha çok DAEŞ bağlantılı gelişmeler öne çıkar. DAEŞ, Irak kökenli bir örgüt olmasına rağmen DAEŞ’in güçlenmesine zemin sağlayan Suriye iç savaşı oldu. DAEŞ saldırıları ve DAEŞ’le mücadele süreci içinde her siyasal ve silahlı aktör krizi kendi lehine çevirmek ve fırsata dönüştürmek çabası içerisine girdi. Bu sürecin doğal sonucu, uzun süreli istikrarsızlık ve her grubun kontrol ettiği bölgede tehdit olarak gördüğü toplumsal kesimleri zorunlu göçe tabi tutması oldu. Irak’ta en ciddi güvenlik riski zorunlu göçe maruz kalan bu insanların uzun vadede ülkede istikrarsızlığın kaynağı olacağı gerçeği. Bu kitlesel yer değiştirmeler güvenlikten ziyade siyasal nitelikte. Siyasi amaç da kontrol edilen bölgede homojen bir demografik yapı oluşturuyor. Bu da zaten fiili anlamda parçalanma süreci içinde olan Irak’ta merkez kaç kuvvetleri ve parçalanmayı tetikleyebilir.

Suriye krizinin Ürdün’e siyasi ve güvenlik etkileri açısından bakıldığında Ürdün’ün Suriye’ye komşu ülkeler arasında bu açıdan en az olumsuz etkiye maruz kalmış ülke olduğunu söylemek mümkün. Bunun temel nedeni Ürdün’ün Suriye iç savaşına doğrudan müdahil olmamaya çalışması ve sınır güvenliği konusunda krizin başından itibaren hassas davranması etkili oldu. Irak, Lübnan ve Türkiye Suriye kaynaklı çok sayıda terör saldırısına maruz kalmışken Ürdün’de henüz böyle bir gelişme yaşanmadı. Ancak Ürdün bir taraftan istikrarlı görüntüsüne rağmen kendi içinde kırılgan bir yapıya da sahip. Bu nedenle Ürdün karar alıcıları ve güvenlik bürokrasisinin Suriye krizi nedeniyle tabiri caizse “diken üstünde” olduğu söylenebilir.

Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen yabancı terörist savaşçılar Türkiye üzerinden Suriye’ye ya da Suriye üzerinden kaynak ülkelerine geçmeye çalışıyor. Türkiye de sınır güvenliği için çok daha fazla enerji ve kaynak harcanmak durumunda kalıyor. Türkiye-Suriye sınırının belli bölümlerinde inşa edilen yüksek duvarlar, sınır bölgesinde askeri konuşlanmanın artırılmış olması ve sınırın teknolojik imkanlar kullanılarak denetlenmesine yönelik çaba ve yatırımlar bunlar arasında sayılabilir.

Türkiye-Suriye sınırı

Türkiye açısından Suriye krizi kaynaklı belki de en ciddi tehdit ise 910 kilometrelik Türkiye-Suriye sınırının Nisan 2016 itibarıyla yaklaşık 600 kilometresini Türkiye’ye karşı mücadele yürüten PKK terör örgütünün Suriye kolu YPG tarafından kontrol ediliyor olması. Bu, sınır güvenliği açısından bir risk durumu. Suriye’nin parçalanması ihtimali ve bunun Türkiye’nin toprak ve siyasal bütünlüğünü riske etmesi olasılığı, Suriye krizinin Türkiye açısından uzun vadeli güvenlik etkisini oluşturuyor.

Suriye krizinin sınır aşan etkileri giderek artan boyutta hissediliyor. Suriye krizi, DAEŞ ve mülteciler boyutu ile tüm dünyayı etkiliyor. Buna karşın Suriye dışında krizden birinci derecede etkilenen ülkeler bu ülkeye komşu olan Irak, Lübnan, Ürdün ve Türkiye olmuştur. Ancak her bir ülkenin kendi şahsına münhasır özellikleri, krizin bu ülkelere derinliği ve boyutları açısından farklı şekillerde sirayet etmesine neden oldu. Suriye krizinin kısa vadede sona ermesi halinde bile bölge ülkeleri üzerindeki etkilerinin bir anda ortadan kalkacağını söylemek güç. Bu nedenle Suriye iç savaşını sonlandırmanın ötesinde krizin Suriye’ye komşu ülkeler üzerindeki etkilerine yönelik de kapsamlı ve sürdürülebilir politikalar geliştirilmesine ihtiyaç var. Kriz uzadıkça bu ihtiyacın daha acil hale geldiği kaçınılmaz bir gerçek.

Bu yazı “Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri” başlığıyla Anadolu Ajansı internet sitesinde yayınlanmıştır.

NATO DOSYASI /// PROF. DR. ÇAĞRI ERHAN : Suriye Sınırı ve NATO


Prof. Dr. ÇAĞRI ERHAN

DAEŞ’in Suriye’den Türkiye’ye yönelik roket saldırılarının son haftalarda artış göstermesi, Türkiye-Suriye sınırının terörist faaliyetlere karşı korunması konusunu bir kez daha gündeme taşıdı. Her ne kadar, saldırılardan sonra sınırda konuşlu obüslerden ve tanklardan karşılık verilerek teröristlere ağır darbe indirilse de, sınır hattındaki kasaba ve şehirlerin korunması için ek önlemler alınması da Millî Güvenlik Kurulu’nda karara bağlandı.

Bu noktada iki konunun mutlaka dikkate alınması gerekir. Birincisi, 800 kilometrelik sınırın sadece Türkiye toprakları üzerinde askerî önlemlerin alınmasıyla korunmasının neredeyse imkânsız oluşudur. Sınırın karşı tarafında herhangi bir devlet otoritesinin varlığından söz edilemez. DAEŞ ve PYD’nin kontrolü altındaki bölgelerde, doğrudan veya dolaylı olarak Türkiye’ye zarar veren eylemleri ancak bölgedeki stratejik noktaların sınırın ötesinde kontrol edilmesiyle engellenebilir. Obama ile Putin arasında geçtiğimiz hafta yapılan telefon görüşmesinde Türkiye-Suriye sınırının güvenliği konusunun gündeme gelmesi can sıkıcıdır.

Zira bu konu Türkiye’yi ve Türkiye’nin müttefiklerini ilgilendirir. Rusya’nın ise sınırlarımızın güvenliği konusunda herhangi bir söz söyleme hakkı bulunmamaktadır.

İkincisi, daha önce yetkili kişiler tarafından defalarca dile getirildiği gibi Türkiye-Suriye sınırının aynı zamanda NATO-Suriye sınırı olduğu gerçeğidir. Daha açık bir ifadeyle, Suriye’den Türkiye’ye yapılan bir silahlı saldırı, NATO Antlaşması’nda yer alan ‘üyelerden birine yapılacak silahlı saldırı’ ifadesiyle bire bir örtüşmektedir. Türkiye’ye düşen mermileri sınırın güneyinde birbirleriyle çatışırlarken tarafların ‘yanlışlıkla’ Türkiye’ye doğru ateşledikleri önermesi geçerliliğini kaybetmiştir. Irak’taki Başika kampına yapılan son saldırıda da görüldüğü gibi DAEŞ artık doğrudan Türk askerini de hedef almaya başlamıştır. Böyle olunca da, konunun NATO’nun gündemine alınması gerekir.

Elbette burada akıllara gelen iki soru var: 1-Suriye topraklarından Türkiye’ye yapılan saldırılara karşı NATO’nun önlem alması konusunu İttifak’ın karar mekanizmalarına kim taşıyacak? 2-Bu konu gündeme geldiğinde, DAEŞ’e ve diğer saldırganlar karşı NATO düzeyinde askerî önlemler alınacak mı?

İlk sorunun cevabı, Türkiye. Mülteci konusunda, geri kabul anlaşmasının Türkiye tarafından uygulanmaya başlamasından sonra, şimdilik bir rahatlama içine giren Avrupalı müttefiklerimizin sınır güvenliğimizle ilgili düzenlemelerin tek başına Türkiye tarafından yapılmasını istedikleri net biçimde görülüyor. Türkiye’nin konuyu gündeme taşımakta mütereddit davranmasının sebebini ise olumlu cevap gelmeyeceğini bildiği bir konuda, NATO içinde bir krize yol açmak istememesi olarak yorumlayanlar çoğunlukta. Benzeri bir durumu PKK ile ilgili olarak da yaşamıştık. 1984’ten başlayarak 30 yılı aşan bir süre boyunca Suriye ve Irak üzerinden Türkiye’ye saldıran, en önemli lojistik üslerini hâlen Irak’ta bulunduran terör örgütüne karşı askerî önlemler alınmasını Türkiye hiçbir zaman NATO gündemine taşımadı. Muhtemelen, oy birliğinin geçerli olduğu bir örgütte, PKK’ya karşı bir NATO hava ya da kara harekâtının başlatılmasına karar verilmesinin güç olduğunu bildiği için bu yola girmedi. Tabii, müttefiklerimizin bu tutumu çifte standardı da akıllara getiriyor. 11 Eylül 2001 terör saldırılarından hemen sonra NATO ABD’ye tam destek kararı almış ve tarihinde ilk kez İttifak Antlaşması’nın 5. maddesini işletmişti.

İlk sorunun cevabı ikincisininkini de içeriyor. Yani, Türkiye DAEŞ, PYD veya PKK’nın sınır ötesinden Türkiye’yi hedef alan saldırılarını NATO gündemine taşısa bile oradan etkili bir karar çıkması mümkün değil. Yine de, Türkiye’nin DAEŞ tehdidine karşı belki NATO’dan değil ama ABD’den talep edebileceği bir şey var. Bir zamanlar PKK’nın Irak’taki faaliyetleri için ABD tarafından sağlanan anlık istihbarat paylaşımı, Suriye’deki DAEŞ faaliyetleri için de talep edilebilir. Böylece Türkiye sınırına tehlike arz edecek şekilde yaklaşan DAEŞ militanları, henüz bir saldırı gerçekleştirmeye vakit bulamadan Türkiye’den yapılacak atışlarla etkisizleştirilebilir. ABD’nin, PYD için böyle bir paylaşımda bulunmayacağı çok açık. Fakat DAEŞ’e karşı iş birliğinin bir parçası olarak, istihbarat paylaşımı güçlü biçimde kullanılabilir.

SURİYE DOSYASI /// YRD. DOÇ. DR. İSMAİL KAPAN : Suriye’de En Büyük Problem Rusya


Yrd. Doç. Dr. İSMAİL KAPAN

Sivil katliamı noktasında, Rusya’nın son hava saldırıları Esad rejiminin yaptığı kıyımları geçmiş bulunuyor. Amerika neden bu insanlık suçuna sessiz kalıyor?

Suriye meselesinde Türkiye elindeki esas kartları henüz açmış değil… Dolayısıyla erkenden telaşa ve endişeye kapılanların, biraz daha soğukkanlı düşünmeleri, doğru çizgiyi yakalama adına isabetli olur. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın; “Gerekirse sınırları açar, mültecilere hadi hayırlı yolculuklar deriz…” sözünün Avrupa ülkelerinde ve hatta Okyanus ötesinde, ne gibi siyasal titreşimler yaptığını iyi düşünmek ve muhtemel sonuçlarını da buna göre hesaplamak gerekir. İkinci olarak, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun; “Türkiye-Suriye sınırı ne Türkiye-Rusya sınırıdır, ne de Türkiye-ABD sınırıdır…” şeklindeki çıkışının, dünya siyaset merkezlerinde tahminlerin ötesinde yankılar yaptığını tahmin etmek için ille de diplomasi uzmanı filan olmaya ihtiyaç yok! Türkiye’nin köklü ve güçlü bir devlet olarak, bölgesel başat güç olarak; en olumsuz senaryoya göre dahi, hazırlığını yapmış olması eşyanın tabiatındandır.

Elbette hiçbir zaman, en olumsuz ihtimalin husule gelmesini istemeyiz. Ama buna hazırlıklı olmak başka bir şey. Karşı taraf (veya karşı tarafta yer alan unsurların tamamı) da hesabını buna göre yapmak zorundadır.

Bu çerçevede şu soruları sorabiliriz: 1- Rusya, hâlihazırda Suriye’de sürdürdüğü son derece tehlikeli atraksiyonları, yalnızca kendi potansiyel gücü ile mi gerçekleştiriyor? 2- Amerika’nın Rusya’ya bu kadar alan açması ve hem bölgesel hem küresel yönden telafisi imkânsız sonuçlara gidebilecek bu atraksiyonlar karşısında sessiz ve pasif kalmasını, Avrupa’nın üç büyükleri (İngiltere, Fransa ve Almanya) nasıl karşılıyor acaba? 3- Son günlerde her üç ülkenin başkentlerinden yükselen Rus karşıtı seslerin giderek daha da gürleşmesi, ne gibi yeni sonuçlara yol açabilir? 4- Türkiye, Avrupa’da sosyal düzeni altüst edecek bir mülteci akını için kapıları açarsa neler olur? 5- En olumsuz senaryoya göre Türkiye, ulusal güvenliğine yönelen büyük tehdidi bertaraf etmek için Suriye’ye yönelik bir müdahalede bulunursa, ABD ve Rusya ve diğerleri nasıl bir reaksiyon gösterir? 6- Amerika’nın sırf bir şeyler yapıyor görünmek için, DAEŞ’e karşı mücadele için kendisine partner yaptığı PYD’yi böylesine meşrulaştırması, uluslararası arenada yarınlar için ne gibi sonuçlar doğurur? 7- ABD’nin bu tavrını Avrupa’nın diğer önemli ülkeleri nasıl karşılıyor ve sonuna kadar bu tutum karşısında sessiz mi kalacaklar? 7- ABD ile Rusya arasında şu an için, gizli-aşikâr hüküm sürdüğü artık net biçimde görülen Suriye-Doğu Akdeniz ve dolayısıyla bütün Orta Doğu’ya şamil nüfuz paylaşımı, kalıcı bir durum mudur? Buna İran-Rusya dayanışmasını ve dahi Rusya’nın Bağdat hükümeti ile bağları güçlendirmek için yapmaya hazırlandığı yeni hamleleri de ekleyiniz… Soruları daha da çoğaltabiliriz, ama fazla ayrıntıya gerek yok.

Amerika daha önce El Kaide’yi öne sürerek, Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etti. Fakat her iki yerde de umduğunu elde edemedi ve batağa saplandı. Üstelik Irak’ta esas nüfuzu İran’a kaptırdı. Afganistan’da da çırpınmaya devam ediyor. Şimdi DAEŞ’i bahane ederek, Suriye’de bir terör örgütü ile ortaklık yapma derekesine kadar düştü. Bunun Amerika’ya faturası şüphesiz çok büyük olacak!.. Rusya’ya gelince, Suriye’deki esas problemin âdeta önüne geçmiş durumda. Son zamanlardaki sivil katliamları Esad rejimini de sollamış bulunuyor. Rusya asla DAEŞ’le filan mücadele etmiyor. Bunu da en iyi ABD biliyor! Rusya, ABD’nin meşru saymadığı Esad rejimine karşı, ılımlı Suriye muhalefetini vuruyor. Bir de uçak olayından sonra, Türkiye’den intikam almak için, PYD terör örgütüne daha açıktan ve daha büyük ölçekte destek veriyor. Kısacası dünyanın iki süper devleti, kendi emperyalist hedefleri uğruna, çaresiz durumdaki Suriye halkını feda ederek, meşruiyetini çoktan yitirmiş katliamcı Baas rejimini ve Stalinist bir yapı ve ideoloji ile lokal olarak, etnik temizlik yapan bir terör örgütüne ahlaksızca destek veriyor… Ne yazık ki dünya, bu ahlaksızlığa karşı gereken tepkiyi vermiyor. Ama bu böyle gitmeyecek.

YURT DIŞI TÜRKLER DOSYASI /// VİDEO : 18 Mayıs 1944’te Sovyetlerin Kırım Türklerine uyguladı ğı büyük sürgünün acı dolu öyküsü


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=UjSpthYoocU

KÜRT SORUNU DOSYASI : Cübbeli Ahmet’in Tarikat Şeyhi TAŞNAKÇI Çıktı !


Anadolu’da Halidi Nakşi Şeyhlerinin isyanları…

Cübbeli Ahmet’in Tarikat Şeyhi TAŞNAKÇI Çıktı

Şeyh Said isyanı 1925’te çıktı ve isyancı başı Şeyh Said bir Halidi Nakşi şeyhiydi.

Şeyh Said isyanının 2 numaralı ismi Seyit Abduılkadir, o da Halidi Nakşi tarikatından idi ve babası Şeyh Ubeydullah, 1880’de Osmanlı’ya isyan etmiş, isyan bastırılmış ve sürgüne gönderilmişti.

Hem şeyh Said’in hem de Seyit Abdulkadir’in büyük halifesi Seyit Taha, Tarikatın Anadolu Halifesiydi.

Peki, şeyh Said isyanından sonra ne oldu?

Şeyh Said isyanından kaçanlar, 5 Ekim 1927’de, Lübnan’ın Bihamdun kentinde ‘Hoybun’ adıyla gizli bir örgüt kurdular.

Kurucular hep tanıdık simalardı; Kamuran, Celadet Ali ve Süreyya Bedirhan.[1]
Ancak bu örgütün diğerlerinden önemli bir farkı vardı, o da ilk kez ve resmen Ermeni Taşnaksutyun Partisiyle siyasi Kürtçülerin bir araya gelmiş, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bir ittifak kurmuşlardı…

Cumhuriyet’ten kaçan siyasi Kürtçüler, İngilizlerin Revanduz Kaymakamı olarak atadığı Seyit Taha aracılığıyla Irak’taki Siyasi Komiser Yardımcısı ve İngiliz Gizli Servisi ajanı olan C.J.Edmods’la bağlantıya geçtiler. Edmonds ile yapılan görüşmeden sonra, bir başka İngiliz ajanı Modfold(Motfoltre) eşliğinde Revanduz’a geldiler.

İlk toplantı, Şubat 1927’de, Seyit Taha’nın Revanduz’daki evinde yapıldı.
Bu toplantıya şu isimler katıldı; İngiliz Ajanı Yüzbaşı Modfold, Seyit Taha, kardeşi Seyit Musluhittin, Balik Aşireti Reisi Mahmet Ağa, Munkuri Aşireti Reisi Suvar Ağa namına katibi, Şeyh Said’in adamlarından Hınıslı Mehmet Emin(diğer ismi Broski).

Alınan karar şuydu;
İngilizler daima mazlum milletlerin hamisi olmuşlardır. Kürtlere de yardım edeceklerdir. İcabında klendilerine silah ve cephane verecekleri gibi, Nesturilere de Kürt elbisesi giydirerek yardım edeceklerdir. Fakat her şeyden evvel muvaffak olmak için de birleşerek bir cemiyet vucüda getirmek lazımdır; Şemdinan(Şemdinli) tarafına büyük taarruz ve Van işgal edildiği takdirde İngiliz yardımı her sahada kendini gösterecektir’ .[2]

Seyit Taha, isyancı Halidi şeyhi Abdulkadir’in torunuydu. O da Halidi Nakşi şeyhi idi.

Mart 1927’de, yine Seyit Taha’nın evinde ikinci bir toplantı daha yapıldı.
Amaç, ilk toplantı alınan kararları ve İngilizlerin taleplerini müzakere etmek idi.

Toplantıya bu kez 1930’da Ağrı’da Ermeni isyanı çıkaracak olan İhsan Nuri ve Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza da katılmıştı.

Türkiye’ye karşı yapılacak harekatın detayları şöyle tespit edildi; ‘Irak’tan Şemdinli bölgesine, İran’dan Celali bölgesine ve Suriye’den Urfa bölgesine taarruz etmek; Aynı zamanda Ağrı dağında bulunan Celali Aşireti Reisi Halit Bey ile Maku civarında Haydaran Aşiretinden Yusuf Abdal, Haco, Remanlı Emin Bey, Şırnaklı Ali Han ve Şahinzade Hırço Mustafa’ya haber ulaştırıp harekata katılmaya davet etmek.’

Sayılan kişilere davetiyeler gönderildi.
Daha bir cevap alınmadan, Seyit Taha ve adamları Şemdinli’ye bir saldırı teşebbüsünde bulunduysa da, başarı sağlayamadı, geri çekildi.

Seyit Taha’nın evi üçüncü ve son bir toplantı daha sahne oldu.
İngiliz Ajanı Yüzbaşı Modfold’un da hazır olduğu bu toplantıda, daha güçlü bir saldırı yapabilmesi için Haydaranlı ve Celali aşiretlerinin de işin içine çekilmesine karar verildi. İhsan Nuri aracılığıyla bu aşiretlerle gerekli irtibatı kurdular. İhsan Nuri’ye masrafları karşılığı olarak, İngilizler tarafından 2.000 altın ödeme yapılmıştı.

Yapılan toplantılar, alınan kararlar ve saldırı teşebbüsleri bir sonuç vermeyince, İngilizler bu kez Ermenileri bu oyuna çekmeye karar verdiler. Ermeni Taşnak örgütü bu teklifi olumlu karşıladı çünkü Ermeni davasını bu siyasi Kürtçülerin desteğinde kazanmak, onların da siyasetine uygun düşüyordu.

Ermeni-Kürt ittifak sahnesine temel atan bu toplantı Irak’ta yapıldı.
Katılan isimler şunlardı; ‘Ermenilerden Leon Paşa, Urfalı Emir Ziyan, Bağdat’ta Londra Oteli işletmecisi Sultanyan ve Muşlu Aris; Kürtlerden Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza, Doktor Mehmet Şükrü(Sekban), firari subaylardan Hurşit, İhsan Nuri, Hınıslı Mehmet Emin(Broski), Liceli Fekmi Efendi, Süleymaniyeli Abdulkerim Şalul…’

Toplantıya katılanlar özellikle kurulacak yeni örgütün adının bir yanda Kürtler arasında bir sempati oluşturacak ve bu şekilde örgütün içinde yer alacak Ermeni varlığını gizleyebilecek, öte yanda Ermenilere de sıcak gelebilecek bir isim olması üzerinde duruyordu. Sonunda, ‘Hoybun’ adı üzerinde karar kılındı.

Hoybun; Kürtçe ‘istiklal’, Ermenice ‘Ermeni yurdu’ anlamını taşıyordu.
Geniş anlamda Hoybun; Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde adı Kürdistan olan ayrı bir devlet kurmak emeliyle bir araya gelmiş olan ayrılıkçı Kürtlerin, Doğu Anadolu’yu da kapsayan büyük Ermenistan emelindeki Ermenilerle birlikte oluşturduğu ittifakın kod adıydı.
Hoybun; temeli ve çatısı Ermeni, siyasi fikri İngiliz ve piyonu Kürt olan bir gizli örgüt olarak tarihe yazılmıştı[3]

Ermeniler bu yeni siyasi ittifakı Avrupa kamuoyuna duyurabilmek amacıyla, Paris’te bir kongre yapılması karara bağladılar. Cemiyet-i Akvam’a başvurulabilmesi için, Kürt aşiretleri namına birer temsilci gönderilmesini istediler.

Suriye’deki Kürt aşiretlerini temsilen seçilen şu isimler oldu; Berazi aşiretinden Hüsnü, Irak Kürtleri namına Şerif Paşa ve diğerleri için de Doktor Şükrü Sekban.

Ermeni temsilcileri ise şunlardı; Rupen Paşa, Vahan Papazyan, Bogos Nubar Paşa, Erivan namına Ahadisyan ve Vaharonyan.

Bu toplantıda; biri Kilikya(Adana ve çevresi)’da diğeri Erivan mıntıkasında olmak üzere iki Ermeni devleti ve bunlar arasında bir Kürt devleti kurulması kararı alındı.

Bu siyasi hedefler, bir zamanlar İngilizlerin yaptığı ‘Ermeni-Nesturi-Kürt’ projesine tıpatıp uyuyordu.

Aynı süreçte ve aynı amaçlarla Beyrut’ta da bir kongre düzenlenmişti.
Katılanlar arasında çarpıcı isimler vardı; Celadet Ali Bedirhan ve Kamuran Ali Bedirhan. Goms adıyla bilinen Vanlı Papaz Vahan Papazyan da katılmıştı.

Kongrenin ana gündem maddesi, Ermeni-Kürt ittifakının kurulması oldu. Büyük tartışma ise Paris’te alınmış olan ‘Adana ve Erivan merkezli iki Ermenistan, arada bir Kürdistan’ kararı üzerinde yaşandı…

Sonrasından olaylar peş peşe birbini izledi; Ermeni Taşnak’la Hoybun örgütünü kuranlar 1930’da Ağrı’da Ermeni isyanı çıkardılar.

Aynı kişiler ve uzantıları Molla Mustafa Barzani ile anlaşarak Dağlıca karakoluna saldırdılar, Hakkari ve Şemdnli’de isyan çıkardılar, 1938’de Tunceli isyanını kışkırttılar.

Adına Kürt istanları denilerek Türk tarihine yazılmış olan isyanlara bakıldığında durum şu:

1880 Şeyh Ubeydullah İsyanı,
1908 Şeyh Barzani isyanı,
1914 Molla Selim İsyanı,
1921 Koçgiri isyanı,
1924 Nesturi İsyanı,
1925 Şeyh Said isyanı,
1925 Şemdinli İsyanı,
1930 Ağrı Ermeni İsyanı,
1930 Hakkari ve Şemdinli İsyanı,
1938 Tunceli isyanı…

Bu sayılan isyanların tamamı ya Halidi Nakşi Tarikatı şeyhleri tarafından doğrudan ya da yine aynı şeyhleri tarafından dolaylı kışkırtılarak çıkarılmış isyanlardır.

Sonrasına bakalım…

1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle Atatürk döneminde kapatılan Halidi Tarikatı’nın İstanbul’da üssünü kurdular, adına Gümüşhanevi Tekkesi dediler.

Ardından siyasetçi yetiştirdiler; Özallar, Erbakanlar, Güller, Arınçlar ve Erdoğanlar…

Yetiştirdikleri siyasetçilerle iktidara geldiler ve şimdi bu zihniyet Cumhuriyet’e kafa tutuyor!

Ve zihniyetin Halidi tarikat sözcüsü Cübbeli Ahmet olmuş, konuşuyor…

Ve diyor ki; "Biz size diyoruz ki; siz bu milleti uyuttunuz, uyuşturdunuz. Senelerdir balelerle, danslarla, çoluk çocuğu baldır bacak çıplak vaziyette stadyumlarda dolaştırarak, bütün erkekleri onlara baktırarak, kimin oğlu, kimin kızı belli değil, sarmaş dolaş dans yaptırarak yetiştirdiniz. "

Tarihten beri bu zihniyet kime hizmet ediyor?

[1] Dr. Oğuz Aytepe, ‘Yeni Belgelerin Işığında Hoybun Cemiyeti’, Toplumsal Tarih Dergisi, s. 50, Sayı 58, Cilt 10, Ekim 1998.

[2] Taşnak-Hoybun, editör Yavuz Selim, s. 20, İleri Yayınları, 2005.

[3] Age, s. 23.

BİLGETÜRK

KÜRT SORUNU DOSYASI : Hem Osmanlı’ye Hem Cumhuriyet’e Bakınız Neden Düşmanlık Ettiler…


Türk Yurdunda ayrılıkçı siyasi Kürtçü-Ermenici hareketleri kim neden başlattı derseniz, cevabı bu noktada gizli…

Bir Miras Yüzünden Bakınız Neler Yaptılar

Bedirhan Bey, Osmanlı devrinde Cizre Emiri idi.

1846’da Osmanlı’ya isyan etti; isyan bastırıldı, Cizre Emirliği idari yapıdan kaldırıldı ve Bedirhan Bey’in tüm mal varlığına elkonuldu.

Bakınız sonrasında neler yaşandı…

Mayıs 1920’de Bedirhan Bey’in İstanbul’da bulunan altı oğlu ve iki torunu gizlice bir dernek kurdular. Derneğin başkanı Emin Ali Bedirhan’dı.
Kurucu üyeler arasında iki oğlu da yer almıştı; Celadet ve Kamuran.

Derneğin faaliyetleri kapsamında üzerinde en fazla durulan konu, Bedirhan Bey’in Osmanlı’nın el koyduğu mal varlıkları(zaptedilmiş emlak) idi.

Derneğin arşivleri Bedirhanların bu serveti geri alabilmek için epey çabaladığını gösteriyor. Günümüze kadar ulaşan bu arşivler, Bedirhanoğullarının neden siyasi Kürt hareketine soyunmuş olduklarını açığa çıkarabilmesi açısından önem taşıyor…

Dernek daha ilk toplantısında ‘zaptedilmiş emlak’(emlak-ı mazbute) sorununu ele almıştı.
Bedirhanlara göre Osmanlı yönetimi bu serveti gasp etmişti. Bu büyük mirasın varislerine intikalini engelleyen de bizzat Padişah’ın kendisiydi, şöyle ki;
‘Tuzla ve diğer emlakın kendileri aracılığıyla yönetilmek üzere kendilerine teslim edilmesi 1892/93’te mirasçılar tarafından istenince, maliyece yazılan kenar yazısının anlamından sahip olma haklarının gerçek olduğu anlaşılmış ve emlakın iade ve teslim edilmesinin gerekliliği Devlet Şurasınca(Şura-yı Devletçe) da karar altına alınmış ise de kabine toplantısına havale ile söz konusu olup daha sonra Padişah’ın buyruğu ile saklanıp yok edilmiştir’.

Eğer bu belge doğru ise bu büyük mirasına el konulmuş ve miras hakkı da yok sayılmıştı. Öyleyse Bedirhanoğulları ne kadar öfkelense haklıydı ancak bir yere kadar…

Bu ‘zaptedilen emlak’ meselesi Osmanlı belgelerine geçmiş ve Sadaret’in(Başbakanlığın) 19 Haziran 1869 tarihli bir arz tezkeresinde şöyle yer almıştı:
‘Bedirhan Paşa, Kürdistan’da yurt sahibi ve gayet nüfuzlu olduğu halde, o taraflarda yapılan ıslahat münasebetiyle ailesiyle birlikte bu taraflara nakledilmiş ve Kürdistan’da kalan emlaki devletçe zaptedilerek geçinmesi için kendisine Maliye hazinesinden bilinen miktarda maaş tahsis edilmişti. Bu maaş zaptedilen emlak bedeli olduğu için, veresesine(mirasçılarına) intikali icap etmektedir.’

Bu nokta önemli; Bedirhanoğulları mirası geri alabilmek için Sadrazamlığa dilekçe vermiş, öyle görülüyor. Mesele idari mesele olduğuna göre, konu Danıştay(Şura-yı Devlet)’da görüşülmüş olmalı. Danıştay Başkanı Seyit Abdulkadir idi; o an için başkan değilse bile bir dönem başkanlık yapmıştı, en azından üyesiydi.

Burası şöyle önemli; adına Kürt isyanları denilerek yazılmış isyanların en tepe noktasında bir Bedirhanlar var, bir Seyit Abdulkadir ve şürekası…

Peki, bu mirasa ne oldu?

Bedirhan Bey’in tüm mallarına devletçe el konulmuş ve on beş bin kuruşa satılmıştı . Buna karşılık Bedirhan Bey’den geriye kalan aile üyelerine 200 ila 1.000 kuruş arasından değişen bir maaş bağlanmıştı .

Ama Bedirhanlara göre bu miras, karşılık olarak bağlanmış maaşın çok üstündeydi, bir servetti. En azından Emir Bedirhan böyle söylüyordu;
‘Bedirhan Bey’in zapdedilen emlakına karşılık kendisine emlak bedeli adıyla yirmi bin kuruş tahsis edildi. Halbuki orada terk ettiği emlaktan yalnız altı tane tuzlasının yıllık geliri altı milyon kuruş sayılıyor. Yalnız at-beygir cinsinden orada terk ettiği hayvan miktarı yirmi bini aşkındı’ .

Celadet Bedirhan’ın eşi Revşen Hanım bu maaş bağlanma işini şöyle aydınlatıyor;
‘Hüsnü Berazi(Suriye’de), Celadet ve Kamran’ın bedeli emlak aylığını verdi. Bedel-i emlak şu anlama geliyordu: Osmanlılar Bedirhanları sürdüğünde bütün mal varlığına el koymuştu. Ancak sürgün edilen Bedirhanlara da belirli bir aylık vermeyi taahhüt etmişti. Bu, miras gibi kuşaktan kuşağa devam edecekti.

Atatürk döneminde rejim, Türkiye sınırları içinde kalan Bedirhanlara arazi verip bedel-i emlaktan kurtuldu. Suriye sınırları içinde bulunan Bedirhanlara ise rejim aylık vermeye devam ediyordu. Ayrıca aynı konumda olan, Cezayir’den gelen Cezayiri ailesine de devlet aylık veriyordu.

Fakat Suriye yönetimi 1929’da bir karar alarak, bu aylık uygulamasında değişiklik yaptı. Buna göre, aile içinde her vefat eden bireyin aylığı devlete kalacak, varislerine intikal etmeyecekti. Bu karara rağmen Hüsnü Berazi, Celadet ve Kamuran’ı Suriye vatandaşlığına kabul ederek bu aylığı yeniden bağladı ve hem Celadet hem de Kamuran ölene dek bu aylığı aldılar.

Bu aylık çok cüzi, bir miktardaydı. 1949’da verilmeye başlandığında 45 Suriye Lirası idi. Kamuran 1979’da vefat ettiğinde 160 lira alıyordu.
Şu an Suriye’de yaşayan Bedirhanlardan sadece Yusuf Bedirhan bu aylığı almaktadır.

Osmanlı Padişahı’nın emriyle bu büyük servetin mirasçılarına devrinin engellenmesi belki de haklı olarak Bedirhanoğullarında bir öfkeye yol açmıştı. Çünkü bu miras konu edildiğinde Bedirhanlar çok sinirleniyordu.

İşte Emir Bedirhan’ın bu öfkesi;
‘Hüseyin Bey(1878 Botan isyancısı Bedirhan) milli duyguların, İslami bağların kutsallığını takdir etmiş olsaydı, kardeşi Bahri Bey’in yüzeysel öğütlerine kapılıp da ecdadından miras kalmış olan Kürdistan beyliği sandalyesini Sultan Hamid’e terk ve bağışlamak ahmaklığında bulunmazdı’ .

Bu öfkede, Bedirhanoğullarının bu büyük servet kaybı sonrası içine düştükleri mali sıkıntıların da bir payı olmalı. Salih Bedirhan’ın anılarında ailenin yaşadığı bu sıkıntılar ister istemez göze çarpıyor;
‘Osman Bey de geldi, bizi evine götürecek. Teyzelerim bu akşam için bırakmadılar… Ertesi sabah haremi Fatma geldi. Ve hep beraber evlerine gittik. Nişantaşı’nda bir evde oturuyorlardı. Ev büyük, fakat mefruşat namına bir şey yok. Bir odasından ma’adası çırılçıplak. Osman Bey nineme Kürdistan’ı anlatıyordu. Hüseyin Paşa ile gitmişler. Varınca Kürtlerden büyük bir müzaharat ile hürmet görmüşler.’

Derneğin arşivleri, Kahire’de bulunan Süreyya Bedirhan’ın da bu zaptedilmiş emlakla yakından ilgilendiğini gösteriyor…

Süreyya Bedirhan, İngiltere yönetimine mirasın kendilerine devri için başvurmuş, İngiltere Elçiliği Mali Müşaviri, kendisi ile görüşen Kamuran Ali Bey’e, ‘İngiltere Başbakanı Lloyd George’un Süreyya Bey’e verdiği cevabın esas itibariyle sorunun kabulünü içerdiği’ düşüncesinde olduğunu söylemişti.

Bu noktada, Bedirhanoğullarının ‘yüzyıl öncesindeki Botan beyliğini yeniden kurabilmek’ amacıyla Ruslar, Ermeniler, İngilizler ve Fransızlarla geliştirdikleri ilişkilerin altında bu büyük servet kaybı ve ardından yaşanılan sıkıntıları görmek gerekir mi’, sorusu akla gelebilir.

Bedirhanoğullarının, aşağıdaki Rus raporunda geçen ve Bedirhan Bey’in dahi düşünmediği ‘Rus himayesinde ve bir Bedirhan yönetiminde Beylik kurmak’ düşüncesini de bu çerçevede okuyabiliriz:
‘Hasan ve Hüseyin kardeşler(Bedirhan) Türklere karşı 60.000 ile 100.000 arasında Kürdü ayaklandırabileceklerini tahmin ediyorlardı. Onlar, tasarladıkları Kürt beyliğinin, çeşitli Alman krallık ve prensliklerinin Almanya İmparatorluğu’na girdikleri şartlarla Rusya’ya bağlı olacağı söylemişlerdir. Bundan başka Hüseyin ve Hasan Rusya’nın desteği olmadıkça, onların böyle bir isyana kalkmak istemediklerini, yardım aramak amacıyla Rusya Hükümeti temsilcileriyle görüşmelere girişmek istediklerini belirtmişlerdir.’

Konuyu isterseniz biraz somutlaştıralım…
1920 Sevr Antlaşması hazırlık aşamasında bir Kürdistan’ın kurulacağı fikri yayılmaya başlayınca, Bedirhanlar İngilizlere başvurarak Kürdistan’ın Bedirhan ailesine verilmesini talep edecek ve bu talep Fransız resmi arşivlerine şöyle geçecektir;
‘1919 başında, Zaho bölgesinde bulunan –ki o sırada bu bölge gevşek de olsa İngilizlerin kontrolü altındaydı- Celadet Bedirhan Bey, bu kentin siyasi subayına verdiği tüm Behdinan bölgesinden birçok aşiret reisinin mührünü taşıyan bir dilekçeyle Kürdistan’ın Bedirhan ailesinin üyelerinin birinin yönetimine verilmesini ve İngiliz koruması altına alınmasını talep etmekteydi.’

Zaho, Botan emirliğine en yakın yerleşim yeri idi. 1918 Mondros Mütarekesi sonucu İngiliz işgaline düşecektir. Bedirhan Bey’in sahibi olduğu toprakların bir kısmı da bu bölgede bulunuyordu. Bu nedenle Celadet Bedirhan yönetici güç olan İngilizlerle temasa geçmiş ve kurulması olası bir Kürt beyliğinde, Bedirhan Bey’in eski konumunun dikkate alınarak yönetimin kendilerine verilmesini istemiş olabilir.

‘Gizli’ kaydı taşıyan bir başka İngiliz belgesi de Bedirhanoğullarının eski Botan beyliğinin mirası peşinde nasıl koştuklarını göstermesi açısından önemli, işte o belge;
‘Bedirhan ailesinin İngiliz yanlısı eğilimleri, ailenin Mısır’daki üyelerinin Türklerden gördükleri muamelelerden sertçe yakındıkları, tazminat istedikleri ve Kürdistan’ın asıl yönetici ailesinin kendi aileleri olduğunu iddia ettikleri, 16 Nisan(1919) tarihli ortak mektuplarından da anlaşılmaktadır.’

Öte yanda, Bedirhanoğullarının hem Rus hem de İngilizler nezdinde gösterdikleri bu çabalar farklı düşüncelerin de doğmasına yol açmıştı. Doğal olarak Bedirhanların ‘Kürtler’ için değil, kendi şahsi çıkarları için bölgede siyasi Kürt hareketi başlattıkları düşüncesi akla geliyordu.

Bu olumsuz düşünceyi değiştirebilmek için epey çaba gösterilmiş, hatta bu çabalara yabancılar da katılmış, işte bir yabancı örnek:
‘…müttefik devletlerin tüm ileri gelen şahsiyetlerini mektup ve dilekçe yağmuruna tutup ünlü atalarının toprak ve mülklerinin iadesi talebinde bulunan Bedirhan ailesi üyeleri, hemen para peşinde koşan sıradan sakıt asilzadeler olarak etiketlendirilmemelidir. Atalarının servetinin iadesiyle hem Bedirhan ailesi mali yönden rahatlamış olur hem de Kürdistan’ın bir parçası yeniden kendisine şan vermiş bir sülalenin hakimiyetine girip kurtuluş yolunda ilerlemiş olur…’

Peki, Bedirhan Bey’in ünlü servetini takip eden kaç tane Bedirhan vardı?
Bedirhan Bey’in ‘doksan altı’ çocuğu vardı.
M. Salih dedesi Bedirhan Bey’in ‘on altı evlilik’ yaptığını, bunlardan yalnız birinin(Hamid’in annesi) nikahlı olduğunu, diğerlerinin ise Yezidi cariyeler olduğunu açıklıyor. 1896’da Şam’da öldüğünde ise, geride ‘dört eş, yirmi biri kız, yirmi biri erkek olmak üzere 42 çocuk’ bırakmıştı.
1919’da, yaşayan birinci kuşak Bedirhanoğulları şunlardır: Emin Ali, Tahir, Muhammed(Mehmet) Ali, Hasan, Murat, Halil, Abdurrahman, Zübeyir ve Yusuf Kamil.
Bedirhan Bey’in soy ağacı Türkiye’de idi…

Araştırmacı yazar Salim Meriç Bedirhanoğullarının günümüze kadar uzanan soy ağacını izlemiş ve bakınız hangi sonuçlara ulaşmış:

‘Kürt Bedirhan ahfadı incelediğinizde çok geniş bir ailedir. Sabetayistlerin Karakaş koluna mensup Selanik Mevlevi postnişi İshak Dede’nin torunlarından olan Eski Dışişleri bakanı Prof.Dr. Emre Gönansay’ın annesi Müveddet Gönensay, Bedirhan Paşazade Abdurrahman Çınar’ın kızıdır. Kürt Bedirhan’ın torunlarından Kürt tarihçi Cemal Kutay Teşkilatı Mahsusa’nın ilk lideri Eşref Kuşçubaşı’nın damadıdır. Kürt Bedirhan ailesinden olan Bedri Paşanın hanımı, Eşref Kuşçubaşı’nın teyzesinin kızıdır.

Bedirhan Bey’in çocuklarından Murat Bedirhan Bey, Şurayı Devlet Reisliği yapmıştı. Torunu Tevfik Ali Çınar da Galatasaray’da başkanlık yapmıştı.

Bedirhan Bey’in kardeşi, Abdullah Bey’in oğlu, Atatürk’ün yakınında yer alarak Maarif Bakanlığı yapan ve eğitim alanında köklü ve sarsıcı değişikliklere imza atan Vasıf Çınar ailenin diğer fertlerindendir. Kürt Bedirhan’ın oğlu Ali Şamil Paşa ilk evliliğini Bedrifem hanımla yapmıştı. Bedrifem Hanım daha sonra ikinci evliliğini ise Selanikli Mehmet Edip Bey ile yaptı ve bu evlilikten Halide Edip Adıvar doğdu.

AKP’nin kurucularından Cüneyt Zapsu’nun babaannesi Fatma Hidayet Zapsu da ünlü Bedirhan Paşa’nın ailesindendir. Bedirhanilerden Kaymakam Abdullah Hulusi Bey’in oğlu Vasıf Çınar, iki kez Milli Eğitim Bakanlığı yapmış ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun uygulayıcısı ve Altay Spor Kulübü’nün kurulmasına ön ayak olmuştu. Menderes hükümetinin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da Kürt Bedirhan ahvadındandır. Bedirhanlar, Mardinizadeler ile akrabalığa kadar uzanmaktadır. Daha bu isimlerden yüzlercesi var…’ .

Botan Emirliği’nin yıkıldığı 1846’dan günümüze kadar geçen sürede tüm Bedirhanların izlerini sürebilmek kolay değil, zaten bunu yapmanın çalışmamıza bir fayda sağlayabileceği de düşünülmüyor.

Burada inceleme konumuzun amacı, Bedirhanların soy ağacını çizmek değil, ‘Bedirhanların siyasi Kürt hareketinde ne işleri vardı’ sorusuna bir cevap bulabilmektir.

Amacımız, Türk tarihinde yaşanmış olaylardan yola çıkarak günümüzü aydınlatabilmektir. Dolayısıyla ‘Bedirhanlardan hem Osmanlı hem de Cumhuriyet rejiminde hizmet etmiş olanlar ile ayrılıkçı Kürt siyasi harekete katılmamış olanlar tamamen konumuz dışındadır’, diyelim ve Bedirhanların hem Osmanlı’ya hem de Cumhuriyet’e yaptıkları kötü işleri sıralayalım:

1908-1918’te Ayrılıkçı siyasi Kürtçü örgütler kurdular.

1920’de Osmanlı’yı parçalayan SEVR Antlaşmasını desteklediler.

1908 ve 1914’te Osmanlı’ya, 1920- 938 arası Cumhuriyet’e karşı isyanları desteklediler, tertiplediler ve kışkırttılar(Barzan, Bitlis, Koçgiri, Diyarbakır, Şemdinli, Hakkari, Ağrı ve Tunceli)…

1927’de Ermeni Taşnak çetesiyle ittifak kurup HOYBUN Örgütünü kurdular; bu Hoybun önce ASALA oldu, şimdi ise PKK ve türevleri…

Bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı ayrılıkçı Kürtçü ve Ermenici eylemleri ilk başlatan, Cizre Emiri Bedirhan Bey’in oğlu Emin Ali Bedirhan’dır…

Ve tüm bunlar işte bu miras yüzünden başlatılmıştır.

BİLGETÜRK

ORTADOĞU DOSYASI : TEVRAT’ın Ayetiyle Savaş Planı Yapmışlar !


Ortadoğu savaşlarında Tevrat’ta geçen ayetler bakınız ne diyor…

ORTADOĞU TEVRAT SAVAŞLARI

1980-1988 yılları arasında İran ile Irak’ı savaştırdılar…

Çünkü Tevrat öyle söylüyordu, işte o ayet;
‘Amots oğlu Yeşaya’nın Babil’le ilgili bildirisi: Feryat edin! Tanrı diyor ki, Kötülüğünden ötürü dünyayı, suçlarından ötürü kötüleri cezalandıracağım. Gümüşe değer vermeyen, altını sevmeyen Medleri onlara karşı harekete geçireceğim.[1]

Medler İran, Babil ise Irak’tır…

1 ve 2’nci Körfez savaşlarıyla Irak’ı yakıp yıktılar, bir milyonu aşkın insanı öldürdüler, Bağdat’ta taş üstünde taş bırakmadılar, kadınlara tecavüz ettiler…

Çünkü Tevrat öyle söylüyordu, işte o ayet;
‘Ben Tanrı, Sodom ve Gomora’yı nasıl yerle bir ettimse, Kildanilerin yüce gururu, Krallıkların en güzeli olan Babil’i de yerle bir edeceğim… Babil’i baykuş yuvasına, bataklığa çevirecek, yıkım süpürgesiyle süpüreceğim’[2]

Tanrı bir orduyu savaşa hazırlıyor. Öfkesinin araçlarıyla uzak bir ülkeden, dünyanın öbür ucundan bütün ülkeyi yerle bir etmek üzere geliyor. Feryat edin! Tanrı diyor ki… Gazaba geldiğim, öfkemin alevlendiği gün gökleri titreteceğim, yer yerinden oynayacak. Herkes kovalanan ceylan gibi, çobansız koyunlar gibi halkına dönecek, ülkesine kaçacak.

Yakalananın bedeni delik deşik edilecek, ele geçen kılıçtan geçirilecek. Yavruları gözleri önünde parçalanacak, Evleri yağmalanacak, Kadınlarının ırzına geçilecek.[3]

Ortadoğu’ya bakıldığında, dünyanın öbür ucundan gelen ordu ABD ordusu gibi, tecavüz edilen kadınlar da Babilli yani Iraklı gibi…

Bir de bu yaptıklarının adına strateji deyip İsrail için plan yaptılar, işte dünya Siyonist Dergisinde yayımlanan İsrail stratejisi;

‘Bir taraftan petrol zengini olan ancak diğer taraftan parçalanmış bir ülke olan Irak’ın İsrail’in hedeflerine aday olması garantidir. Bizim için Irak’ın feshi, Suriye’nin feshinden bile daha önemlidir. Irak Suriye’den daha güçlüdür.
Kısa vadede İsrail’in en büyük tehdidi Irak’ın gücüdür. Bir Irak-İran savaşı Irak’ı parçalayacak ve bize karşı geniş bir cephede çatışma organize etmesine imkan vermeden çökmesine sebep olacaktır.

Araplar arasındaki her türlü çatışma kısa vadede bize yardımcı olur ve Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi önemli bir hedef olan Irak’ın parçalanması için yolu kısaltır. Osmanlı döneminde Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da etnik/dini bazda bölgelere bölünme mümkündür.
Üç büyük şehir etrafında üç (veya daha fazla) eyalet var olacaktır: Basra, Bağdat ve Musul ve güneydeki Şii bölgeler Sünni ve Kürt kuzeyden ayrılacaktır. Mevcut İran-Irak çatışmasının kutuplaşmayı derinleştirmesi olasıdır.’[4]

İsrail planı yemez deyip, üstüne bir de ABD planı(BOP) hazırladılar; İşte BOP Planı…

‘Diyarbakır’dan Tebriz’e kadar uzanan bağımsız bir Kürdistan, Bulgaristan ve Japonya arasında en Batı yanlısı devlet olacaktır. Bölgede yapılacak adil bir düzenleme Irak’taki üç Sünni ağırlıklı bölgeyi budanmış bir devlet haline getirecektir ve bu bölgeler zaman içerisinde Akdeniz’e yönelmiş bir Büyük Lübnan’a kıyılarını kaybetmiş olan Suriye ile birleşmeye karar verebilir ki bu durumda Fenike yeniden doğmuş olur’[5].

Irak’ta Sünni bölgenin biri Mesud Barzani gibi, diğeri İŞİD gibi…

İşin içine Suriye’yi de kattılar, Şam içinde taş üstünde taş bırakmadılar, yüz binlerce insanı öldürdüler…

Çünkü Tevrat öyle diyordu; işte o ayet;
‘Şam’la ilgili bildiri: İşte Şam kent olmaktan çıkacak, Enkaz yığınına dönecek. Aroer kentleri terk edilecek, hayvan sürüleri orada yatacak, onları ürküten olmayacak. Efrayim’de surlu kent kalmayacak, Şam’ın egemenliği yok olacak. Sağ kalan Aramlıların onuru İsrail’in onuru gibi kırılacak…

Eyvah, çok sayıda ulus kükrüyor, azgın deniz gibi gürlüyorlar. Halklar güçlü sular gibi çağlıyor. Halklar kabaran sular gibi çağlayabilir, Ama Tanrı onları azarlayınca uzaklara kaçacaklar. Rüzgarın önünde dağdaki saman ufağı gibi, Kasırganın önünde diken yumağı gibi savrulacaklar. Akşam dehşet saçıyorlardı, sabah olmadan yok olup gittiler. Bizi yağmalayanların, bizi soyanların sonu budur.’[6]

Şam’da hala taş üstünde taş kalmıyor gibi…

İsrail için deyip, bir de bunu plana bağladılar, KİVUNİM’deki İsrail Planı;
Suriye etnik ve dini yapısına istinaden tıpkı bugün Lübnan’da olduğu gibi birkaç eyalete bölünecek ve kıyıda Şii-Alevi bir eyalet, Halep bölgesinde Sünni bir eyalet, Şam’da Kuzey komşusuna düşman olan bir diğer Sünni eyalet olacak ve Dürziler de belki bize ait olan Golan’da, mutlaka Havran’da Kuzey Ürdün’de başka eyaletler kuracaklardır. Bu gelişmeler uzun vadede barış ve güvenlik için garantör olacaktır ve bu hedef bugün bile erişebileceğimiz bir noktadadır.’[7]

Bunların hiç biri yetmedi, Mısır’ı da işin içine çektiler; ‘Arap Baharı’ deyip kardeşi kardeşe kırdılar, yüz binlerce insan hayatından oldu…
Çünkü Tevrat öyle diyordu, işte o ayet;
‘İşte Tanrı hızla yol alan buluta binmiş Mısır’a geliyor! Mısır putları O’nun önünde titriyor, Mısırlıların yüreği hopluyor. Tanrı diyor ki, Mısırlıları Mısırlılara karşı ayaklandıracağım; Kardeş kardeşe, komşu komşuya, kent kente, Ülke ülkeye karşı savaşacak. Mısırlıların cesareti tükenecek, Tasarılarını boşa çıkaracağım. Yardım için putlara, ölülerin ruhlarına, Medyumlarla ruh çağıranlara danışacaklar. Mısırlıları acımasız bir efendiye teslim edeceğim, Katı yürekli bir kral onlara egemen olacak.’[8]

Buradaki Mısır, Tahrir meydanında birbirini kıranlar Mısırlılardır…

Hep İsrail için, Mısır’ı da planlara dahil ettiler adına yine İsrail için strateji dediler, işte planları;
’Mısır’ı coğrafi olarak farklı bölgelere bölmek İsrail’in Batı cephesindeki politik hedefidir.
Mısır birçok otorite merkezine bölünmüş ve parçalanmıştır. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan ve hatta daha uzaktaki devletler mevcut şekilleri ile varlıklarını sürdüremez ve Mısır’ın çözülmesi ile birlikte onlar da çöküşe katılır. Mısır’ın yukarı bölümünde Hıristiyan Kıpti bir devlet ile birlikte merkezi bir hükümet olmadan bölgesel güçleri ile bir kaç zayıf devlet düşüncesi tarihi gelişimin anahtarıdır ve barış anlaşması ile sekteye uğramış olsa bile uzun vadede kaçınılmazdır’[9].

Büyük İsrail neresi biliyor musunuz; Nil’den Fırat’a vaat edilmiş topraklar…
Çünkü yine Tevrat öyle diyor, işte o ayet;
‘O gün Mısır’la Asur arasında bir yol olacak. Asurlu Mısır’a, Mısırlı Asur’a gidip gelecek. Mısırlılarla Asurlular birlikte tapınacaklar. O gün Mısır ve Asur’un yanı sıra İsrail üçüncü ülke olacak. Dünya bu üçü sayesinde kutsanacak. Tanrı, ‘Halkım Mısır, ellerimin işi Asur ve mirasım İsrail kutsansın’ diyerek dünyayı kutsayacak.’[10]

Mısır bildiğimiz Firavunlar diyarı Mısır…
Asur bildiğimiz Irak…

Özal ve Erdoğan siyaseti 1991 ve 2003 Körfez Savaşları ile 2011 Suriye krizinde aldığı karar ve yaptığı uygulamalarla Tevrat’ın kehanetlerine hizmet etmiş oldukları görülüyor, belki bilerek belki de hiç bilmeden…

[1] Tanah/ Yeşaya, Bölüm 13: 1-16.

[2] Tanah/ Büyük Peygamber Yeşaya, Bölüm 13: 19-22.

[3] Tanah/ Yeşaya, Bölüm 13: 1-16.

[4] Oded Yınon, ‘1980’lerde İsrail İçin Strateji’, Dünya Siyonist Dergisi Kivunim, Şubat 1982.

[5] Ralph Peters, ‘BOP’, ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi, 1996.

[6] Tanah/ Yeşaya, Bölüm 17.

[7] Yınon, ‘1980’lerde İsrail İçin Strateji’.

[8] Tanah/Yeşaya, Bölüm 19:1-15.

[9] Yınon, ‘1980’lerde İsrail İçin Strateji’.

[10] Tanah/ Yeşaya, Bölüm 19:16-25

BİLGETÜRK

DİN & DİYANET DOSYASI : 7. Dünya İslam Forumu Yezd Deklarasyonu (TASLAK)


7. Dnya slam Forumu Yezd Deklarasyonu (TASLAK).pdf

TARİH : TÜRK CİHAN HÂKİMİYETİ MEFKÛRESİ


Destan ve Efsanelere Göre

“Oğuz Kağan: Ey oğullarım!
Çok savaştım, çok yaşlandım.
Gök-Tanrı’ya borcumu ödedim.”
(Oğuz Destânı)

Milletlerin yaşayış, düşünüş ve inanışlarını araştırırken milli destan, menkıbe ve efsâneler bazan tarih vesikaları arasında birinci derecede ehemmiyet kazanır. Bunlar yalnız tarihin eksikliklerini doldurmakla kalmaz; içtimâî rûhun akislerini, düşünce ve inançlarını meydana koymak bakımından da çok mühim bir mevki işgal ederler. Bu sebeple Oğuz destânı ile başlamakta isabet vardır. Eski Türklerin veya Oğuzların tarihî fetihlerini destânî bir şekilde anlatan Oğuz-nâme’ye göre ilk cihân hâkimiyeti Oğuz Kağan tarafından kurulmuştur. Nitekim destân Oğuz Han’ın Çin, Hindistan, İran, Azarbaycan, Irak, Suriye, Mısır, Anadolu (Rûm), Rus ve hattâ Frenk ülkelerini fethettiğini anlatırken Kun (Hun), Göktürk ve Selçuk devirlerini şumûlüne almakta ve hattâ destânın muahhar parçaları Osmanlılara kadar uzanmaktadır. Türklerin ilk fâtih atası, bütün millî nizâm ve müesseselerin kurucusu sayılan Oğuz Kağan semâvî bir menşeden gelmiş ve hârikulâde vasıflara sâhip olarak doğmuştur. O, daha çocuk iken birtakım kahramanlıklar yapmış ve kendisi gibi gökten inen bir kız ile evlenmiştir.[1] Destânın İslâmi rivâyetine göre Oğuz Han daha doğuşunda, Müslüman olmadığı için, anasının südünü emmez. Büyüyünce de bu din ayrılığı onunla babası Kara-han arasında mücadeleye sebep olur. Oğuzhan babasına galip gelir; tahta çıkar ve kağanlığını ilân eder.[2] Dört tarafta bulunan bütün kavimlere elçiler göndererek “Ben artık bütün dünyanın Kağanıyım” der ve hepsini kendisine itaata ve tâbiiyete çağırır. Esasen Oğuz Han’ın çok akıllı ve keramet sâhibi olan müşaviri (veziri) Irkıl-hoca veya Uluğ-Türk Tanrının cihân hâkimiyetini kendisine verdiğini de tebşir eder: “Ey Kağanın, Gök-tanrı bütün dünyayı sana bağışlasın” der. Aşağıda görüleceği üzere Allah’ın birçok Oğuz Kağan ve sultanlarına dünya hâkimiyetini bağışladığını Korkut-ata ve İslâm evliyâsı da müjdelemiştir.

Oğuz Han ilâhî hâkimiyetini kabûl etmeyen milletler üzerine seferlere çıkıp dünyayı fetheder. Bu fetih hareketlerinde Türk destân ve an’anelerinde mühim bir mevki olan ve menşe efsânelerine giren Bozkurt (Böri) Oğuz Han’ın da rehberidir. Gökten inen bozkurt: “Ey Oğuz, sen Urum (Roma) üzerine gitmek istiyorsun; ben senin önünde yürüyeceğim” der. Oğuz kurdu takiple sefere çıkar; Urum ve Urus (Rus) hükümdarlarının yener; Çin, Hint, Suriye ve Mısır ülkelerini fetheder.[3]

Ben sizlere oldum kağan
Alalım yay ile kalkan
Nişân olsun bize “buyan”
Boz-kurt olsun bize “uran”.[4]

İslâmî Oğuz-nâmede kurt çıkarılmış ise de Selçuklularla birlikte Yakın-şarka ve Anadolu’ya gelen Oğuzlar destânla birlikte Boz-kurt hikâyelerini de getirmişlerdi. Nitekim XII. asır Süryanî tarihçisi Mihael’e göre: “Yeryüzü Türkleri taşımağa kâfi gelmiyordu. Garba doğru ilerlerken önlerinde köpeğe benzer bir hayvan (kurt) bulunuyor ve onlar da ona yetişemiyorlardı. Bozkurt hareket etmek istediği zaman “Göç” (Yâni, kalkınız!) diye bağırıyor; Türkler de durduğu yere kadar onu takip ediyor ve orada çadırlarını kuruyorlardı. Uzun zaman rehberlik eden kurt nihayet kaybolunca Türkler de artık geldikleri yerlerde oturup kaldılar”, yâni Yakın-şark ve Anadolu’da göçlere son verip yerleştiler ifâdesi ile Oğuzlarla birlikte destânlarının da nasıl geldiğini ve başka milletlerce de bilindiğini meydana koymuştur.[5] Urallardan Avrupa’ya göçen Hunların da önünde kendilerine rehberlik eden bir geyiğin bulunduğu rivâyet edilmiştir.[6] Semavî bir nurdan doğan Bugu-han ve evlâtları elindeki kut taşı Uygurların saadetini ve hâkimiyetini sağlıyordu. Bunun elden çıkması da onların Şarkî-Türkistan’a göçmesine sebep olmuştu.

Destân Türk milletini Oğuz Han’ın oğullarından türeyen Oğuz boyları ile Oğuz Han’ın kumandanları sayılan Karluk Kıpçak, Kanglı, Kalaç ve Uygurların nesli olarak bölümlere ayırırken Oğuzların hâkimiyeti altında millî birliği, bu uluslararası münasebetleri ve hukukî mevkileride bir nizâma bağlamıştır. Oğuz dünya hâkimiyetini kurduktan ve ihtiyarladıktan sonra devletini altı oğlu arasında taksim ederken, feodal esaslara rağmen, milli birliği devam ettirmek ister. Gerçekten Oğuz’un her oğlundan doğan dört torunu ile çoğalan yirmi dört boy Oğuz milletini teşkil eder. Oğuz Han’ın üç oğlu Gün, Ay ve Yıldız’dan on iki torunu (boy) sağ; Gök, Dağ ve Deniz’den on iki torunu da sol kolu teşkil eder. Oğuz Han hâkimiyeti temsil eden yayı birincilere, tâbiiyeti temsil eden oku da ikincilere vermiştir. Oğuz beyleri ve boylarının siyasî ve hukukî münasebetleri de yayla ok münasebetine göre olduğundan sağdaki Boz-oklar, soldaki Üç-oklara üstündür. Yâni Üç-oklar Boz-oklara tâbidir. Bu hukukî kaide Selçuklulara ve hattâ bir dereceye kadar Osmanlılara kadar devam eder.[7] Millî ve yabancı çeşitli kaynaklarda Türk kağan ve sultanlarının boy beylerine, tâbi Türk veya ecnebi hükümdarlarına ok göndermeleri kendilerinin yayı ve hâkimiyeti, onların da oku ve tâbiiyeti temsil etmeleri dolayısıyladır. Gönderilen ok aynı zamanda hükümdarın emrini ve huzuruna dâveti ifâde ettiğinden onu alanlar derhal hakan ve sultanların yanına koşar. Garbî Göktürklere bazan On-ok adı verilmesi de onların büyük kağanlara tâbi on boya ve idareye ayrılmaları ile alâkalıdır.[8] Muharebe ve mühim mes’elelerde hâkan ok gönderince bütün tâbi yabgu ve beylerin iştiraki ile yüksek bir meclis (Kurultay) kurulur ve müzakereler olurdu.

Çin kaynakları Göktürkleri Kunların torunu gösterir. Tatarları (Cücen veya Ava) hücûmuna uğrayan ve imha edilen asil bir Hun çocuğu Bozkurt tarafından kurtarılmış ve Göktürkler de onunla kurdun nesli olarak türemiştir.[9] Burada tarih ve destân birbirine karışmış; Göktürklerin bayraklarında kurt başı bulunmuştur. Esasen Türk efsâne ve an’anelerinde mühim bir mevkii olan kurt hikâyeleri Hunlara kadar çıkar.[10] Bu sebepledir, ki kurt Türklerce at gibi uğurlu ve hattâ mübarek sayılmış; Kâşgarlı Mahmud ve Dede-Korkut kitabının kaydettiği üzere bu telâkki İslâm devrine kadar gelmiştir.[11] Oğuzlar arasında kurttan başka her boyun kuşlardan ayrı ayrı mübareket (ıduk) sayılan birtakım ongunlar da vardır.[12]

Cihângir Oğuz han ile babası Kara-han arasında vukubulan mücadele, M.Ö. III. asır sonlarında, Kun imparatoru tarihî Mete (Modun) ile babası Tuman arasındaki savaşın destânî bir in’ikâsından başka bir şey değildir. Aslında Çin kaynaklarının ilk Türk fâtihi olarak gösterdiği Mete hakkındaki kayıtları bile daha Hunlar zamanında bu şahsiyetin destânî bir hüviyet kazandığını gösterir. Böylece Oğuz-nâme’nin Hunlar devrine kadar çıktığını belirtmiş oluyoruz.[13] Büyük Hun Tan-yu’su Mete’nin destânda Oğuz han olduğunu gösteren başka sağlam deliller de vardır. Gerçekten Hunlardan Osmanlılara kadar devam eden idarî, siyasî, sağ-sol teşkilât tarihî ve destânî bu iki hükümdara atfolunmakta ve bu suretle bu iki şahsiyet birleşmektedir. Mete’nin imparatorluğu yirmi dört kumandana taksimi yirmi dört Oğuz beyi ve boyuna tekabül eder. Her kumandanın maiyetinde 10.000 süvariden müteşekkil bir kuvvet (tümen) bulunması, orduda bundan sonra 1000, 100 ve 10 kişilik birlikler ihdâsı da Mete’ye isnat olunmuştur.[14] Onun, fetihleri, teşkilâtı ve vatanperverliği cidden milletin kalbinde destâni hüviyeti ile de yaşamasına imkân vermiştir. Destânın Oğuz boylarına tâyin ettiği hukukî mevki ve dereceler Türk cemiyetinde fi’len yaşamış; bu da tarihi kayıtlarla meydana çıkmıştır. Esasen Oğuz Han’a ait başka te’sis ve icatlar da vardır.

Oğuz Han altı oğlu ile birlikte dünyayı fethedip cihângir olduktan sonra ana-yurduna (yurt-i aslî) döndü. Bir “Uluğ kurultay” topladı. Binlerce hayvan keserek azim bir toy yaptı; altun bir otağ kurdu. Üç büyük oğlu Boz-oklar sağda, üç küçük oğlu Üç-oklar solda oturdu: “Ey oğullarım! Çok savaştım; artık çok yaşlandım. Düşmanları ağlattım; dostları sevindirdim. Gök-Tanrı’ya borcumu ödedim” dedi ve yurdunu oğulları arasında taksim etti. Ok-yay münasebetlerine göre Üç-okların Boz-oklara tabiiyetini bildirdi. Türeye ve birliğe bağlı kalmalarını vasiyet etti. Her birine ait hukukî mevki (orun) ve damgaları belirtti; onların ongunlarını gösterdi.[15] Destânın İslâmi rivâyeti Oğuz Han’dan sonra Sır-derya boylarında yaşayan Oğuzların ve onların yabgularının hayatlarını içine alır. Onlardan sonra da Selçuklulara ve muahhar parçaları ile de, Osmanlılara kadar uzanır. Dede-Korkut, Oğuz Han tarafından inşa olunan ve yabguların payıtahtı olan Yengi-kent şehrinde oturur. Oğuznâme’ye ve Dede-Korkut kitabına göre o çok yaşlı, ak sakallı, çok akıllı ve tecrübe görmüş, kerâmet sâhibi bir insandı. Hanların tâyinlerinde, devlet işlerinin müzâkerelerinde, kurultay ve toylarda başlıca söz sâhibidir. Çünkü an’aneye göre Dede-Korkut’un kerâmetleri, hikmet ve hikâyeleri çoktur; istikbal için ne demişse çıkmıştır. Eski devrin şamanları ve İslâm devrinin evliyası vasıflarını gösteren Dede-Korkut, Oğuz yabgularının başlayan hâkimiyeti gibi son cihângirliğin de, Oğuz boyları arasında birinci hukukî mevkii bulunan Kayı kabilesine ve Osmanlılara intikal edeceğini de kerâmeti ile keşfetmiş ve müjdelemiştir. Filhakika Dede-korkut kitabının başında: “Resûl (a.s.) zamanına yakın Korkut, ata dirler bir er koptu. Ol kişi Oğuz’un bilicisi idi; ne dirse olurdu; gaipten haber söylerdi. Hak taâlâ anın gönlüne ilhâm iderdi. Korkut-ata eyitti: Âhir zaman olup kıyâmet olunca (ya dek). Bu dedüği Osman neslidür. İşte sürilüp gideyordur” ifâdesi Korkut-ata’nın kerâmetleri arasında nakledilmiştir.[16]

Dede-Korkut’a atfolunan bu keşif ve tebşir ilk Osmanlı vakayi-nâmelerine ve bazı muahhar Oğuz-nâme parçalarına da intihal etmiştir. Filhakika II. Murad Devri’ne ait Türkçe Selçuk-nâme aynen bu metni ihtiva eder ve şöyle başlar: “Padişâhımız Sultan Murad Han, ki eşref-i Âl-i Osman’dur ve pâdişâhlığa enseb ve elyaktır. Oğuzların kalan hanları uruğundan ve Çingiz han uruğunu mecmûundan ulu asîl ve ulu sükükdür”. Nitekim tarihi ve destâni rivayetlerde Kayılar daima başta gelmiştir. Osman Gazi de Selçuklulara karşı Gök-alp neslinden gelmekle iftihar ediyor ve hâkimiyet hakkının kendisine ait olduğunu ileri sürüyordu. Bu sebeple de Osman Gazi’ye “Siz Kayıhan neslindensiniz. Kayıhan hod Oğuz beylerinin, Oğuz’dan sonra ağaları ve hanları idi. Gün-han vasiyeti ve Oğuz türesi mucibince Oğuz neslinden kimse olmayacak, hanlık ve pâdişâhlık Kayı soyu var iken özge soya değmez” düşünceleri bildiriliyordu.[17]

Millî destân ve an’anelerle asırlarca milletin kalbinde, cihângîr olarak yaşayan Oğuz-han İran kaynaklarında Afrâsyâb adı ile geçer. Şahnâme’ye göre Türklerin ilk fâtihi olan Afrâsyâb da Türkistan, İran, Azerbaycan, Hindistan ve Rum ülkelerini fethetmiş; buralarda birçok şehirler kurmuş ve hâtıralar bırakmıştır. Destân dışında kalan kaynaklar da bu hatıraları kaydetmişlerdir. Fakat ona ait hâtıraların en fazla Sırderya ve Isık-göl havâlisinde temerküz ettiği de millî ve İranî eserlerde gösterilmiştir. X. asır Arap müellifi Mes’udî de Türklerden ve Türk hakanlarından, Çin ile Horasan arasında oturan ve birçok şehirlere sâhip bulunan çeşitli Türk kavimlerinden, Oğuz, Dokuz-Oğuz, Karluk, Gimek, Hazar ve Barskan’lardan, Fergana ve Taşkent bölgelerinde oturan uzun boylu ve güzel Karluklardan bahsettikten sonra: “Afrâsyâb bu Türklerin hükümdarı ve hakanlar hakanı olup bütün Türk ülkelerine hâkim idi; diğer hanlar ona tâbi, bulunuyordu. İran’a hükmeden bu Afrâsyâb hakanlara mensup idi.” derken onu Göktürk (Oğuz) menşeine ve hanedânına bağlıyordu.[18]

Kâşgarlı Mahmud Türklerin Afrâsyâb’a Alp-er Tunga dediklerini ve onun dünya hükümdarı (Ajun begi) olduğunu bildirir. O, Afrâsyâb veya Alp-er Tunga için Türklerce mâtem âyinleri yapıldığını ve mersiyeler söylendiğini yazar ve bu münasebetle de şu kıt’ayı kaydeder:

Alp-er Tunga öldi mu
Issız ajun kaldı mu
Özlük öcin aldı mu
Emdi yürek yırtılır

“Yâni Afrâsyâb öldü; dünya ıssız kaldı; felek öcünü aldı. Şimdi, onun devri ve devleti düşünülerek, yürekler yırtılmaktadır.” Kâşgarlı “Arâsyâb için yapılan bir mâtem âyininde herkesin kurt gibi uluduğunu, gözyaşları döktüğünü ve haykırarak yakasını yırtığını” anlatan başka bir manzumede de bu destâni kahramanın Türkler arasında ne kadar derin hâtıralarla yaşadığını gösterir.[19]

İslâm kaynakları Uygur, Karahanlı ve Selçuklu hânedânlarının Afrâsyâb’a mensup olduklarını ifâde ederlerken bu münasebetle, onu tarihî ve millî an’aneye uygun olarak, Oğuz-han ile birleştirmişlerdir.[20] Türklerin Afrâsyâb’a Alp-er Tunga dedikleri rivâyeti bazı İslâm kaynaklarına Tunga Alp şekli ile geçmiştir.[21] Orhun kitabelerinde de mâtemi yapılan bir Tunga Tekin’e de rastlanmıştır.[22] Afrâsyâb’a ait rivâyetler, onun İran’ı fethedip orada hükümdarlık yapması dolayısıyla İran destânında, tarihi ve edebi kaynaklarında çok geniş bir yer almış ve Arap menbalarına da girmiştir.

Cihân hâkimiyetinin Selçuklulara ve Osmanlılara tarihi rü’yalarla ve şeyhlerin tebşirâtı ile bildirilmesi de bu eski an’ane ve inancın İslâmi bir mahiyet almasından başka bir şey değildir. Selçuk’un babası Dukak, rü’yasında göbeğinden üç ağacın çıktığını, her tarafı saran dallarının göklere yükseldiğini görmüş ve bunun üzerine Korkut-ata da kendisine evlâtlarının cihân pâdişahı olacağını müjdelemiştir. Diğer rivâyete göre İslâmiyeti kabul eden Selçuk rü’yasından ateşe idrar yapmış ve bu suretle sıçrayan kıvılcımlar dünyayı sarmıştır. Bu da Selçuk oğullarının dünyaya hakim olacağı şeklinde tabir edilmiştir. Üçüncü rivâyete göre de İslâmiyeti kabul eden Dukak olup Kur’an’ı çok tâ’zim ettiğinden rü’yasında Hazret-i Peygamber kendisini ve oğullarını takdis etmiş; ashabının da dualarını almıştır.[23] Osman Gazi’nin rü’yası da cihân hâkimiyeti inancını aksettirir. Rivâyete göre Osman Gazi Şeyh Edebali’nin zâviyesinde misafir iken Kur’an’ı çok ta’zim eder. Yatınca, geceleyin, rü’yasında şeyhin kucağından çıkan bir ay kendi koynuna girer. Bunun üzerine Osman Gazi’nin göbeğinden çok muazzam bir ağaç yükselir ve dalları dünyayı sarar. Bu rü’yayı dinleyen Edebali Osman Bey’e: “Pâdişâhlık sana ve nesline mübârek olsun ve kızım Mal-hatun da senin helâlin olsun” der. Böylece Osman Gazi Şeyh’in damadı olur ve Osmanlı İmparatorluğu’nun da cihâna hâkim olacağı keşfedilir.[24]

Türk cihân hâkimiyeti nasıl destânlarda akisler bırakmış ise felaket devirleri de menkıbe ve efsaneler halinde öylece milli vicdanda yaşamıştır. Kunların inkırazı üzerine onlardan bir boy Altay dağlarına sığınmış; birkaç asır kaldıktan ve kuvvetlendikten sonra atalarını “zen Tatarlara (Avar ve Cücenlere) karşı intikam almışlardır. İşte Göktürklerin kurt efsanesi ve Ergenekon’dan çıkış destânı yeni bir cihân hâkimiyeti devrinin hikâyesidir. Uygur destânına göre de kendi saadetleri Kut taşı (dağı) ile alâkalı olarak başlar; onun kaybı ile felâket ve göç ile sona erer. Bu da Kırgızların 840’ta Uygur ilini istilâları ile olduğu halde destân bu hâdiseyi de Çinlilerin hilelerine bağlar. Böylece milli vicdan tarihi hadiseyi unutmuş ve her felaketin menşeini Çinlilere atfetmiştir.

Cihan Hâkimiyeti Mefkûresinin Tarihi Akisleri

“Şimdi ölürsek dünya durdukça kahramanlık şânımız yaşayacak; oğullarımız ve torunlarımız başka milletlerin başbuğları olacaktır (Kun hükümdarı).

“Atalarımızdan işittik, ki Garp imparatorluğu (Roma) elçileri geldiği zaman bu bizim için artık yeryüzünü fethedeceğimize delâlet eder.” (İstemi Han).

Türklerin cihân hâkimiyeti ve mefkûresi, ilk defa, büyük bir Türk imparatorluğu kuran Kunlar ile, bilhassa onların hükümdarı Mete ile başlar. Bu kudretli imparatorluğun hükümdarları mektuplarının başında “Tanrının tahta çıkardığı Kun milletinin büyük Tan-yu veya Şan-yu” su ibaresini kullanırlardı ki hâkimiyetin semâvi (ilâhî) menşeine inanıldığına dair ilk vesikayı teşkil eder. Hun hükümdarları “Tangrı kutu” unvanını taşıyordu. Büyük ve kudretli imparator Mete sulhu korumak maksadı ile ağır fedakârlıkları göze aldığı halde bir çöl parçası için harbe karar verirken: “Toprak milletin köküdür; onu nasıl verebilirim” dediği rivâyeti de milliyet ve vatanperverlik duyguları tarihinde çok eski bir hâdise olarak müstesna bir ehemmiyet arz eder. Hunlar Uzak-şark’tan şarki Avrupa’ya kadar bütün Türk ve Asya kavimlerini birleştiren, birçoklarını yerlerinden söküp atan ve meşhur Çin Seddi’nin inşasına sebep olan kendi kudret ve üstünlüklerine inanıyorlardı. Bir Hun imparatoru ecdadının Çinlilere karşı kudretini milli ahlâk ve an’anelerinin üstünlüğü ile izah ediyordu. Bu sebeple de Çin kültür ve âdetlerine rağbeti milletinin esaretine bir başlangıç sayar; bu hususta halkı uyarır ve muharebeleri de sadece milletinin menfaati için yaptığını söyler, ki Türk hükümdarlarına mahsus olan bu milli görüş ve duygular Orhun Kitâbelerinde daha derin bir his ve hasletlerle meydana çıkar.[25] Kun İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra bir Hun kumandanı, M.S. 304 yılında, devletini tekrar kurmak ve milletini kurtarmak maksadı ile, ileri gelenleri gizlice toplar ve “Tan-yumuzun sadece bir unvanı kalmış; beyler Çinlilere esir olmuştur. Bu halde bile 20.000 kişilik bir kuvvetimiz vardır. Neden bu esarete katlanalım ve Çin’deki karışıklıklardan faydalanmayalım” der ve devam ederek “İl-yu-sü cesûr ve hükümdar olmağa lâyık; bütün meziyetleri hâizdir. Eğer Tanrı Kun Devleti’ni diriltmek istemeseydi onu dünyaya yollar mı idi” tarzında düşüncelerini bildirir. Bu nutkun te’siri ile Çin’de oturan tan-yu’yu dâvet ettiler ve orada hüküm süren kargaşalıktan faydalanarak onu getirtip tahta çıkardılar. Bütün Hun kumandanları “Tanrının devletlerini korumak için kendilerine yardım ettiğine dair bir delil de Çin’de hüküm süren bu kargaşılığın meydana çıkmasıdır” diyorlardı.[26] Hunların, esaret devrinde bile milli şuûr ve gurûrlarını muhafaza ettiklerine ve Tanrı’nın kendilerine yardımcı olduğuna inandıklarına dair şu tarihi kayıt da çok mühimdir. Mağlup olan bir Kun hükümdarı teslim olmayı reddederken “Şimdi ölürsek dünya durdukça kahramanlık şânımız yaşayacak; oğullarımız ve torularımız başka milletlerin başbuğları olacaktır” beyânı böyle bir durumda bile cihân hâkimiyeti fikrinin ne derece derin bir imanla yaşadığını göstermektedir.[27]

Avrupa Hunları da bu mefkûreyi göç ve istilaları ile birlikte bu kıt’aya götürmüşlerdi. Bizans elçisi Priskos Hunların, Attilâ’nın ilâhi bir menşeden geldiğine inandıklarını, buna itiraz edenlere çok hiddetlendiklerini, dünyanın kendilerine ait olduğu akîdesi ile fetih ve savaşlar yaptıklarını ve sarayında bu inancı hüküm sürdüğünü söyler. Daha sonra giden diğer Bizans elçisi Jordanes de Atillâ’nın İlâhi kudret tarafından dünyanın hükümdarı tâyin edildiğine, kılıcını da bu kudretin idare ettiğine inandığını belirtir. Atillâ da diğer Türk kağanları gibi kâhinlere (kamlara) çok itibar eder ve sözlerini dinlerdi. Bir çoban tarafından bulunup kendisine verilen efsânevi kılıcı da Tanrı’nın bir hediyesi sayardı. Hunlar hükümdarlarının Tanrı tarafından gönderildiğine nasıl inanıyordu ise Avrupalılar da öylece onları “Tanrının kılıcı” sayıyor ve günahlarından dolayı kendilerini cezalandırmak için gönderildiklerine kani bulunuyorlardı. Bu inancın Orta-şark Hıristiyanlarında ve Müslüman dünyasında da mevcut bulunduğu görülecektir.

Oğuz Han’ın, Göktürklerin ve Oğuzların rehberi kurt olduğu gibi Hunlara da göç ve seferlerinde uğurlu bir geyik veya benzeri bir hayvanın önlerinde kendilerine yol gösterdiğine, istilâlarını da bu suretle yaptıklarına inanıyorlardı.[28] Bu münasebetle aşağıda görüleceği üzere, Süryani Mihael’in Oğuzların kurdu “köpeğe benzer” bir hayvan yapması gibi Avrupalıların da onu geyik sanmalarını hatırlatabiliriz.

Göktürkler, Kunların torunları olup, onların eriştiği milli şuur ve cihân hâkimiyeti mefkuresi tarihte daha müstesna bir mevki işgal eder. Bu hususta bize kadar gelen milli ve yabancı vesikalar çok bol ve değerlidir. İlk Göktürk kağanı Tuman (Bumın), henüz istiklâl hareketine giriştiği ve yabgu unvanını taşıdığı bir zamanda, M.S. 545 yılında, kendilerine Çin elçisi gelince “Bütün Türkler bununla devletlerinin yükseldiğine inanıyor ve birbirlerini tebrik ediyorlardı”.[29] Daha sonra gelen Bizans elçisi ile, vaki bir konuşma Türklerin cihan hakimiyeti düşüncesine bağlı bulunduklarını açıkça meydana koyar. Filhakika garbi Göktürklerin Hükümdarı İstemi Han Bizans İmparatoru Justinus’a Manyak adlı bir elçi göndermiş; imparator da Zemarkos adlı kendi elçisini, 568’de, hana yollamıştı. Kara-şar şehri şimalinde, yazlık ordugâhı Ak-dağ civarında, elçiyi kabul eden Türk hükümdarının, görüşme sırasında, gözlerinden yaş akar. Zemarkos sebebini sorunca, O: “Atalarımızdan işittik, ki Garp İmparatorluğu’nun (Roma-Bizans) elçileri geldiği zaman bu, bizim için, artık yeryüzünü fetih ve istilâ edeceğimize delâlet eder” cevabı ile bu sevinç yaşlarını döktüğünü, cihân hâkimiyeti inancının daha devletin kuruluşundan önce mevcut olduğunu ve böylece komşu kavimlere de yayıldığını ifâde eder.[30] İstemi Han’ın oğlu ve halefi Tardu Han, Ak-hunları kendi hâkimiyetine alan büyük zaferi üzerine, Bizans imparatoruna gönderdiği mektubu: “Dünyada yedi iklim ve yedi ırkın büyük kağanından Romalılar imparatoruna…” ibaresi ile başlar ve bu şuuru belirtir. Avar Hanının mektubu da hemen aynı duygu ve kelimelerle yazılmıştı.[31]

Göktürklere ait Orhun kitâbeleri ise baştan başa milli şuur, demokratik rûh, insanlık duygusu ve cihân hâkimiyeti ideali ile dolu olup bu fikirlerin tarihinde misli olmayan bir eserdir. Kitâbe: “Üstte mavi gök, altta yağız yer ve ikisi arasında kişioğlu yaratılmış; kişi oğulları üzerinde de dedem Bumın ve İstemi kağanlar hükümdar olmuşlardı. Onlar dört tarafta bulunan düşmanları idareleri altına almışlar; harpten vazgeçirmişler; başlılarını eğdirmiş ve dizlilerini çöktürmüşlerdi… böylece sâhipsiz ve teşkilâtsız Göktürkleri nizâma koyup hüküm sürmüşlerdi” hitabı ile bu mefkûrelerini milletine ve dünyaya duyuruyor; muahhar nesillere miras bırakıyorlardı.

Bilge Kağan (716-734) Türk milletinin saadet ve felâketinden harici bir kuvvetin değil, sâdece kendisinin mes’ûl olduğunu, beylerin kudretli, akıllı, âdil ve millî şuûra sâhip olması ve halkın da itaatli bulunması sâyesinde bir endişe olamayacağını ileri sürerken yalnız millî şuûr değil siyasi düşünceler tarihinde de yüksek bir mevki alır. O, Göktürk Devleti’nin ilk kuruluş ve yükseliş devrinin gurûrunu duyduğunu belirttikten sonra, elli yıl süren, Çin esareti zamanına ait acı hâtıraları halka anlatırken de derin milli duygularını, ızdırabını ve milletinin kudretine de sarsılmaz bir imanla inandığını ifâde eder: “Ey Türk ve Oğuz beyleri, milleti dinleyiniz! Üstte gök basmadığı ve altta yer delinmediği halde senin ilini ve türe’ni (devlet ve nizâmını) kim bozdu? İtaatin sâyesinde seni yükselten hâkîm kağanına ve müstakil devletine fenalık eden sensin. Silâhlı ve mızraklı askerler mi gelip seni dağıttı ve götürdü? Ey mübarek Ötüken halkı! Siz kalkıp şarka ve garba göçtünüz. Kârın şu oldu: Kanın su gibi aktı; kemiklerin dağ gibi yığıldı. Oğulların köle ve kızların cariye oldu” der ve sert ihtarını yapar: “Ey Türk milleti, titre ve kendine dön!” Han bu ifâdeleri ile yer ve gök yıkılmadıkça hiçbir kuvvetin Türk milletini sarsamayacağını; fakat buna rağmen elli yıl süren esaret devrinin kendi kusuru ve bünyesinden ileri geldiğini belirtir. Burada Han’ın mes’uliyet yüklediği halk değil, beyler ve yüksek tabaka hakkında şikâyetçi olduğu aşağıda görülecektir. Zira devletin kuruluşu ve yükselişinde kağanlar daima halkın hissesini milli şuûr ve vatanseverliklerini takdirle karşılamış ve bunu belirtmişlerdir.

Türk hakanı bu esaret devrinin utanç verici manzarasını çizerken de milletine Çinlilerin tatlı sözlerine, yumuşak ipeklerine aldanmamasını, hilelerine karşı uyanık bulunmasını ve Çin’e giderse yok olacağını ısrarla tekrarlamıştır: “Ey Türk milleti! Sen Ötüken’de oturup kervan ve kafileler gönderirsen ebedi devletini muhafaza edersin. Türk kağanı burada oturdukça senin için bir kaygı olmayacaktır” ifâdeleri ile milli şuur ve birliğe sahip olmak sâyesinde hiçbir dış tehlikeden korkulmıyacağına dair inancını te’yit eder.[32] Bilge Kağan Ötüken’in mübarek (iduk) bir yer olduğunu, dünyayı idare için de en müsait bir duruma sâhip bulunduğunu belirtirken de vatan duygusunun şâhane bir örneğini verir. Türkler arasında bu an’ane o kadar kuvvetli ve yaygındır ki Kâşgarlı Mahmud da Altay bölgesinin kutsiyetini İslâm dini ile de te’yit ve takviye eder.

Nitekim Hazret-i Peygamber’in “Türkler Allah’ın ordusu” olduğuna dair kudsi hadisi bu bölge ile alâkalı olarak kitabına derceder ve Tanrının Türk milletini havası en sağlam olan bu ülkede iskân ettiğini söyler; Türklerde iyilik, güzellik, doğruluk, tatlılık, büyüklere saygı, ahde vefa, sadelik ve kahramanlık gibi yüksek vasıfların hâkim olduğunu ve aslâ kibir yapmadıklarını da ilâve eder.[33] Çağdaş Bizans tarihçisi Menandros Türklerin bu yüksek hâkimiyet bölgesini, dağlarının azameti ve meyvelerinin bolluğu ile, sevdiklerini, buralarda hiçbir zaman bulaşıcı bir hastalık ve zelzele vukubulmadığını iftiharla söylediklerini, bu sebeple de bu bölgeyi takdis ettiklerini ve burasını en kudretli kağanlara bir kanun ile ayırdıklarını yazar.[34] Böylece Ötüken Türk hâkimiyeti merkezi ve kutsiyeti dolayısıyla Kun, Göktürk ve Uygurlarca, daha sonra da Moğollarca (Karakorum) kıymet kazanmış ve imparatorluk kurmak için buraya sâhip olmak telâkkisi hüküm sürmüştür.

Cihan Hâkimiyetinin İlâhi Menşei “Türk Tanrısı Türk milleti yok olmasın diye beni kağanlığa oturttu” (Bilge Kağan) Eski Türkler kadir-i mutlak bir Allah’a ve onun cihân hâkimiyetini kendilerine ihsân ettiğine derin bir imanla ve samimiyetle inanıyorlardı. Bilge Kağan: “Tanrı irâde ettiği için tahta oturdum; dört yandaki milletleri nizâma soktum” derken dindarlığını ve hâkimiyetin semâvî menşeini belirtiyordu.

Nitekim “Tanrı güç verdiği için Türk askerleri kurt gibi ve düşmanları koyun gibi” idi. Çin esâreti zamanında da “Türk Tanrısı Türk milleti yok olmasın diye babam İlteriş Kağan’ı ve anam İl-bilge Hatun’u gökten tutup yükseltmiştir”. Fakat Türk Tanrısı, sevdiği ve himaye ettiği milletinin hanları, beyleri ve halkı doğru yoldan, milli örf ve nizâm (türe) den ayrıldığı zaman onları cezalandırır; kendilerini Çin’in esâretine düşürür. Gerçekte, Tonyukuk’un söylediğ gibi, bu sebeple “Tanrı onları cezalandırdı ve mahkûm etti”.[35] Bununla beraber burada da yine ceza vermek suretiyle Tanrının Türk milletini kurtuluş yoluna sevketmek ve korumak irâdesi sezilmektedir. Bu inanç dolayısıyladır, ki “Türkler hudutları geçmeğe karar verdikleri zaman bir mâbede gidip zafer için duâ ediyor; ondan sonra ordularını toplayarak Çin’e doğru taarruza geçiyorlardı”.[36] Bu inanış bir dilek ve şükran duygusundan ibaret olmayıp hâkimiyetin kendilerine bizzat İlâhî bir ihsan olduğuna da inanıyorlardı. Hâkanların kitâbe, yarlık (fermân) ve mektuplarının başına koydukları ibâre veya formüller bu hususu daha açıkça meydana koyuyordu. Nitekim Göktürk hanı “Ben Tanrı gibi gökte yaratılmış Türk Bilge Kağan tahta oturdum. Siz küçük kardeşlerim, yeğenlerim, genç şehzâdelerim, bütün soyum ve milletim; sağdaki şad beyler, ve soldaki tarhan ve buyruk beyler sözlerimi sonuna kadar iyice dinleyiniz!” derken hâkimiyetin bu semâvî menşei inancını tekrarlıyordu.[37] Şamanî dinine göre yüksek rûhlar ölünce Tanrının yanına gittikleri gibi doğuşları da öylece gökle alâkalı idi. Bu sebeple İlâhî himaye ve hâkimiyet ihsanı dışında hâkanların dini inançlara aykırı bir kudret ve iddiaları bahis mevzuu değildi.

Oğuz Han hâkimiyetini ilâhî bir menşeden almış; Uygur hanları semavî bir nurdan doğmuş bulunuyordu. Asya ve Avrupa Hunlarının da Tanrının cihân hâkimiyetini kendilerine verdiğine inandıklarını yukarıda izah etmiştik. Milâttan önceki asırlardan beri Hunlar kendilerini düşmanları Çinlilere karşı üstün görüyorlar; mektuplarına “Semanın tahta çıkardığı Büyük Tan-yu” formülü ile başlıyorlardı. Avrupa Hunları da Attilâ’yı ilâhî menşeden gelmiş biliyor; dünya hâkimiyetinin kendilerine verildiğine ve Tanrının askeri olduğuna inanıyorlardı. Nitekim Avrupalılar da onları “Allah’ın kamçısı” kabûl ediyordu.[38] Çinliler kendi imparatorlarını “Semanın oğlu” saydıkları için bu Türk formülünü de o mânâda tercüme ediyor ve Avrupalılar da bunu kendi dillerine bu manası ile naklediyorlardı. Türk vesikaları meydana çıktıktan Türklerin bu kadir-i mutlak Tanrının emrinde ve himâyesinde oldukları, onun yüceliği karşısında kendi tevazu ve âcizliklerini itiraf ettikleri anlaşıldıktan sonra artık “Tangrı-teg” (Tanrı gibi) tâbirin Tanrıya benzer veya “Semânın oğlu” değil hâkanların ilâhi te’yit ve himâyeye mazhar oldukları veya Tanrı tarafından me’mur edilmiş bulundukları mânâsında anlamak icap eder, ki bu telakkıye Müslüman Türklerde ve sultanlarında da rastlandığını göreceğiz. Burada yüksek rûhların ve dolayısıyla hâkanların doğum ve ölümlerinde Tanrıya yakın bulunmaları inancı bahis mevzuudur. Esasen Türk hakan ve sultanlarının, bazı Eski ve Orta Çağ hükümdarları gibi, istibdada ve mutlak bir otoriteye sâhip bulunmadıkları ve demokratik bir rûh ve davranış içinde oldukları da hatırlanmalıdır.[39]

Hunların ve Göktürklerin kendilerini Allah’ın ordusu sayan ve komşu milletlere de intikal eden inanışları İslâm devrinde de mevcut olmuş ve İslâm akîdeleri ile de te’lif edilmişti. İşpara Han, Çin’e tâbiyetinden önce, “Elli yıldan beri Tanrı’nın koruduğu Göktürkler… 100.000 kişilik bir orduya sahip bulunuyorum” ifâdesiyle hanlar gibi Türk milletini de Allah’ın himayesinde bulunduğuna dair Çin kaynaklarının kayıtları Orhun Kitabelerinin beyanlarını teyit eder.[40] Bu inanış ve deliller dolayısıyla “Göktürk” adının başına konan kelimeye gök veya mavi değil, semavi manasını vermekte isabet vardır. Bu da hükümdarlar gibi milletin de ilahi himayeye ve semavi sıfata sahip olduğunu ifâde eder ki bu husus diğer vesikalarla da sabittir. Türklerden pek çok kültür, dil ve din unsurları alan ve Oğuz destânını da benimsemeğe çalışan Çingiz Moğolları da kendilerine “köke Moğol” adını verirken aynı manayı kastediyorlardı. Bu terkibe göre Sagun rütbe adı da bazan “kök Sagun” şeklinde bu kelime ile birlikte kullanılmıştır.

Türk hâkimiyetinin ilahi menşeine ve hakanların dünya hükümdarı olduklarına dair inançları yabancı hükümdarlara gönderilen mektupların başlangıç formüllerinde daha kat’i bir şekilde meydana çıkar. Filhakika Göktürk hükümdarı İşpara Han’ın (581-587), kuvvetli zamanında, Çin imparatoruna yazdığı bir mektup “Tanrı tarafından gönderilmiş (veya gökte doğmuş) Büyük Göktürkler imparatorluğunun bilge kağanı Şa-polu (İşpara)” formülü ile başlamıştı, ki kitabelerde bulunan unvan ve sıfatlar aynen tekerrür etmiştir.[41] Tardu Han’ın, 598 yılında, Bizans imparatoru Maurikianus’a gönderdiği mektupta “dünyada yedi iklimin efendisi ve yedi ırkın kağanı” ibaresi de bu manada kullanılmıştı.

Hunlardan sonra itil boyundaki “Büyük Bulgaristan”dan ayrılıp Balkanlar’a gelen, Türk dil, din, kültür ve divan usullerini (chancelerie) de birlikte getirerek devlet kuran Tuna Bulgarları da hâkimiyetin semavi menşei inancına bağlı bulunuyorlardı. Bulgar Han’ına ait bir kitabe: “Tanrı tarafından (gönderilmiş veya nasbolunmuş), Tanrıya benzer Melemir Han” (831-852) başlangıç formülü de tamamen Türk siyasi anlayışı ve inanışının bir ifâdesi idi.[42] Asya’da Göktürklerin halefi olan ve onların yerinde devlet kuran Uygur hanları, destânlarına göre, semavi bir ışıktan geldiklerine inandıkları gibi hâkimiyetlerini ilahi menşeden çıktığını gösteren birçok ibareleri (mesela Tangrı’da kut bulmuş) ihtiva eden vesikalar da bırakmışlardır.[43] Bir Uygur hükümdarı, 1027’de, Gazneli Sultan Mahmud’a gönderdiği mektubu “Göklerin sahibi (tanrı), yeryüzü ülkelerinin ve birçok kavimlerin hâkimiyetini bize verdi” cümlesi ile başlar. Uygurların han’ı bu devirde büyük bir devletin hükümdarı olmadığı halde bile yine resmi Türk cihân hâkimiyeti mefkuresine ve diplomatik usullerine sadık kalıyor; bu sebeple de Müslüman Türk sultanına yay ile on ok gönderiyordu.[44]

Çingiz Moğolları Türk kültürünü, destâni an’anelerini, Uygur yazısını ve birçok müesseseleri Uygurlardan alırken me’murları ve divan teşkilatı ile birlikte cihân hâkimiyeti formüllerini de iktibas etmişlerdi. Bu sebepledir, ki bu cihân hâkimiyeti formülünü, çok defa Moğolca değil, Türkçe olarak yazıyorlardı. Nitekim, Güyük Kağan’ın Papa IV. İnnocent’e gönderdiği cevabî mektup (yarlık, ferman): ”Mengü Tengri küçinde kür uluğ ulus’nung taluyş’nung han yarlığımız” (yani ebedi Tanrının kudreti ile büyük milletin deniz gibi (engin) hanı bizim fermanımız) ibaresi ile başlar ve Farsça olarak devam eder.[45] Bu formülün Moğolcası hanın mühründeki yazıyı teşkil eder. Buna “Büyük Moğol” adı ile “itaat eden milletlere varınca ona saygı ve korku duymaları gerektir” ibaresi de ekleniyordu, ki bu son kısım, Türk hâkimiyet ve insanlık anlayışına aykırı olduğu için, Türkçelerinde mevcut değildi. Bu Türkçe formülün Moğolcası: “Mongke Tangrı-yin küçündür yeke Mongol ulus-un Dalay’ın hanu yarlık il bolga irgen-dür kürbesü buş iretegüy ayutugay” şeklini almıştır, ki buradaki kelimelerin de çoğu aslen Türkçedir. Mengü Han’ın Fransız Kralı Saint Louis’e gönderdiği yarlığı (ferman) da bu mahiyete olup dünya hâkimiyetinin kendisine ait olduğu, krala iki kişinin gerebileceği bir yaya ve iki gümüş ok da gönderdiği, İslâm memleketlerini istilada Moğollarla birlikte olursa kendi memleketlerini krala bırakacağı, aksi takdirde bu ok ve yayların, kullanılmak üzere, iadesini bildiriyordu. Papanın elçisi Ascelin, şarkta Hıristiyanları korumak ve Müslümanlara karşı ittifak yapmak maksadı ile, 1245 yılında, Moğolların İran ve Anadolu’da kumandanı bulunan Baycu’ya gelip ona insanların en büyüğü ve Hıristiyanların başı Papa’nın temsilcisi olduğunu beyan ediyordu. Bu ifâdeden gazaplanan Moğol kumandanı Kağanın dünya hâkimiyetine başka bir şerik bulunamayacağını söyledi ve elçiye karşı hiddetini belirtti.[46]

Cihan hâkimiyetinin bu başlangıç formülü Orhun Kitabelerinde geçen “Tanrı-teg Tanrı yaratmış Türk Bilge Kağan sabım (sözüm)” ibaresindeki manayı ifâde eder.[47] Yukarıda belirtildiği üzere Çingiz Han da, eski Türk hükümdarları gibi Tanrı’rın kendisini himaye ettiğine ve kendi Şamanı Gökçe’nin tebşiratına göre de dünya hâkimiyetini kendisine verdiğine inanıyordu. O da, Türk hanları gibi, seferlerinde Tanrıya dua ediyor; zafer kazanması için yardımcı olmasını diliyordu.[48] Moğol fatihi, Türkistan padişahı Sultan Alaeddin Muhammed Harezmşah’a karşı harekete girişirken, ilk önce, Otrar şehri (Farab civarında) önünde, yalnız olarak, bir tepeye çıkıp üç gün yaptığı duayı da burada tekrar hatırlatmalıyız. Bundan sonradır, ki Çingiz han Türk İslâm dünyasının en büyük ve kudretli devletini yıkmış ve çok yüksek medeniyet merkezlerini tahrip etmişti. İslâm müellifleri Harezmşah’ın mağlubiyetinde gururunu, dini zaaflarını, Bağdat halifesine karşı Şiîrleri tutmasını ve Çingiz’in zaferinde de onun tanrıya bağlılığını ve duasını sebep olarak göstermişlerdi.

Gürcü ve Ermeni kaynakları da Moğolların tanrı adını dillerinden düşürmediklerini, üç defa diz çökerek ona taptıklarını ve mektuplarının başına da “mengü tengri küçündür” (ebedi tanrının gücü ile) ibaresini kullandıklarını yazarlar.[49] Onlara göre gökler tanrıya ve dünya da Çingiz Han’a ait bulunuyordu. Bu münasebetle de onun Türk destânlarında görülen kahramanlar gibi semavi bir nurdan doğduğuna inandıklarını belirtirler.[50] Moğollar Müslüman hükümdarlara gönderdikleri mektupların başına da, bunu bazan Arapçaya tercüme ederek, “Gök Tanrısının naibi, Şark-garp bütün dünyanın en büyük kağanı, bütün hükümdarların itaatını emreder” şekilde koyuyorlardı, Oktay Kaan’ın 1240 tarihli bu mektubu yanında Hülagü’nün mektubu sadece yer ve göklerin halikının adı ile ve Arapça olarak başlıyordu.[51] Altınordu hanları bu formülü İslâmiyete uydurarak “Mengü Tanrı gücünde, Muhammed Resulullah, Hacı Giray sözüm” şeklinde yazıyorlardı. Timur’un paraları üzerinde bu formül Moğolca yazıldığı halde torunu “Uluğ Beğ Gürgan sözüm” tarzında Türkçe ibareyi kullanıyordu. Fatih Sultan Mehmed’in, Uzun Hasan’a karşı kazandığı zaferini, Türkistan hükümdarlarına bildiren Uygurca yarlığı “Allah Taala’nın inâyeti ile, Sultan Muhammed Han sözüm” ifâdesiyle aynı divan an’anesine uygun olarak başlıyordu.[52] İslami şekli ile bu başlangıç ifâdelerine Osmanlı sultanlarının; Uygurca olmayan mektuplarında da rastlanır. Filhakika Yavuz Sultan Selim’in el-Müeyyed min indillah ebu’l-Muzaffer ve oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın Avusturya ve İspanya hükümdarlarına, tuğrası ile birlikte ve “Hak Taala’nın inâyeti ve ulu Peygamberimiz’in mucizatı berakatı ile, ben ki yeryüzü hakanlarına taç giydiren, sultanlar sultanı.” ibaresi ile başlayan mektupları eski Türk cihângirlik ve ilahi hâkimiyet an’anesinin İslâmi bir şekil alarak Osmanlı devrine kadar yaşadığını göstermektedir.[53]

Türk hânedânlarına mensup hakan, sultan, şehzade ve beylerin, mukaddes menşeleri ve Oğuz Han nesli bulunmaları dolayısı ile ölüm cezalarında kanları akıtılmıyordu. Nitekim, Şamani devrinde olduğu gibi, Selçuklularda ve Osmanlılarda da isyân eden hânedân mensuplarının idamları, kan akıtılmamak gayesi ile, yayın kirişi ile boğdurulmak üzere cezaları infaz olunuyordu.[54] II. Murad şehzade Mustafa’yı Düzemece saydığı için onu yayın kirişi ile değil alelade surette idam etmişti. Bu münasebetle Selçuklularda ve ilk Osmanlılarda hânedân mensupları ile bazı büyük devlet adamlarının, İslâm an’anesinde mevcut olmadığı halde, mumyalanmak suretiyle defnedilmelerini de eski Türk an’ane ve müesseselerinin devamlılığı bakımından kayda şayan buluruz.[55]

Hıristiyanlığın cihanşumül dâvası ile ilahi hâkimiyet telakkisi İslam’ın ve Türklerinkinden çok farklıdır. Hıristiyanların reisi olarak Roma’da oturan Papa, orada şehit edildiğine inanılan havari (apotre-apostole) Saint Pierre’in vekili ve bu sıfatla da İsa’nın gözüken başı ve ilahi iradenin temsilcisi sayılmış; bu sebep ve sıfatları dolayısıyla da “Hata işlemez” (layuhti-infailleble) olduğuna inanılmıştır. Bu sıfatlar kilisenin yalnız dini değil bilahare dünyevi hâkimiyet ve tahakkümüne de sebep olmuştur. Hazreti İsa bir cemaatin idaresi ile meşgul olmadığı için “Allah’ın hakkı Allah’a ve Kayser’in hakkını Kayser’e” bıraktığı halde papalar, Orta Çağ’da, ruhani hâkimiyetlerine cismani saltanatlarını da ilaveye başlamışlardı. Bu da meşhur ilahiyatçı St. Thomas’ın “beden ruha tabidir” düsturuna dayanıyordu. Halbuki İsa’nın ilahi hâkimiyeti ilahi adaletin hüküm sürmesi manasında olup Papalığın dini ve siyasi tahakkümü bahis mevzuu değildi. Nitekim Katolikler dışında kalan diğer Hıristiyan mezhepleri ve onların mümessilleri hiçbir zaman böyle bir dini ve siyasi hâkimiyet iddiasında bulunmamışlardı. İslâmiyette Hazreti Muhammed aynı zamanda bir devletin de kurucusu olduğu, din ve dünya işlerini de Kur’an’a göre idare esaslarını koyduğu için “peygamberin halifeleri iki vazifeyi birleştirmiş oldukları halde din ve dünya işlerinde böyle bir kudrete de sahip bulunmamış ve İslâmın (Kur’an’ın) koyduğu kanunlar dahilinde kalmağa mecbur edilmişlerdi. Bu sebeple Kur’an’da geçen “Allah’ın halifesi” tabiri umumi ve mecazi bir manada olup halifelere ve hiçbir kimseye böyle bir hudutsuz selahiyet tanınmamıştır. Türk sultanları bazan “Yeryüzünde Allah’ın gölgesi” (Zillullah fi’l- âlem), “Allah’ın halifesi” veya “Allah tarafından te’yit edilmiş” sıfatlarını kullanırlarken bu sonuncu manayı kastediyor; sadece İslâmiyet ve hak yolunda Allah’ın yardımına mazhar bulunduklarına inanıyorlardı. Bu da Türklerin İslâmdan önceki cihân hâkimiyeti anlayışı ve tabirlerine uygun bulunuyor ve İslâmiyetle de te’yit olunuyordu.

Cihan Hâkimiyetinin Maddi Kaynakları

“Size ilahi meşeden gelen atlar takdim edilecektir.”
(İşpara Han)
“Olmasın ki oturak olasız, beylik Türkmenlik ve yörüklük edenlere kalur.”
(Osman Gazi)

Türklerde milli şuurun çok eski devirlerde uyanması, İslâm cihadına uygun bir savaşçılık ruhu, nihayet ilahi himaye ve kadere kuvvetle inanış tarihi kudret ve hayatiyeti arttırmağa ve cihân hâkimiyeti mefküresini ve dünya nizamı dâvasını yaratmağa sebep olmuştur. Fakat bizzat bu mefkure bile maddi kudretle yaşayabilir ve insanlık ideali ile uzaklaşarak gelişebilirdi. Gerçekten Türkler bizzat askeri ve siyasi bir kudrete sahip olmasa veya başka bazı kavimler gibi uzun bir esaret devri yaşasalardı böyle bir mefkure doğamaz ve bahismevzuu olamazdı. Nitekim uzun devirler Türk ve Cermen kavimlerinin hâkimiyetinde yaşayan Ruslar asla bir devlet kurmağı düşünemiyorlardı. Türklerden sonra Cermenlerin nüfuzuna giren Ruslar, kendi eski kronikleri Nestor’un rivayetine göre, Baltık denizi ile Karadeniz arasında ticaret yapan İskandinavyalı Vareglere müracaat ederek: Bizim memleketimiz çok büyüktür ve her şey boldur. Fakat nizam ve adalet yoktur. Geliniz bu memleketi alıp bizi idare ediniz” demişlerdi. Rus adını alan bu İskandinavyalıların reisi Rurik idaresinde, 862 yılında, Kiev etrafında Rusya teşekküle başladı.

Nitekim Slavlar eski devirlerde teşkilat ve devlet kuramayarak başka milletlerin esiri olmuşlardı. Esasen Avrupa dillerinde kullanılan “esclave” (esir) kelimesi de Slav (İslâm-Türk kaynaklarında (Saklab-Sakalibe) adından gelmiştir. Bu sebepledir, ki meşhur Alman mütefekkiri Herder: “Slavlar tarihten ziyade haritada yer tutmuşlardır” hükmünü verebilmişti.[56] Filhakika Slav tarihi mütehasısları da Rusların ve diğer Slav kavimlerini (bu arada Rumenlerin) Hun, Hazar, Bulgar, Peçenek, Kuman ve Altınordu Türklerinin uzun süren idareleri altında kalmış; onlardan siyasi ve medeni birçok te’sirler aldıklarını meydana koymuşlardır. Hatta bunlar arasında Çek âlimi J. Peisker Slavların devlet kurma kabiliyetinden mahrum bulunduklarını ileri sürmüş; Slav hukuk tarihi üzerinde çalışan K. Katlec de Türklerin onlar üzerindeki kültürel ve hukuki te’sirlerini göstermiştir.[57] Bununla beraber Türk te’siri ile teşkilatlanan Ruslar gittikçe büyümek ve kuvvetlenmek sayesinde önce üçüncü Roma olmak, daha sonra Pan-slavizm mefkûresine sahip bulunmak, şimdi de komünizmle karışık olarak, cihân hâkimiyeti dâvasına girişmek suretiyle siyasi düşünce ve milli mefkure sahasında büyük bir inkılap yapmışlardır. Fakat Rus halkının, Çarlık devrinde olduğu gibi, Bolşevik idaresinde de mutlak bir itaat ve inkıyad psikolojine sahip olması bu milletin hâlâ eski hüviyetini tamamıyla değiştiremediğini göstermektedir. Bunun gibi, adalarda yaşamasına rağmen, İngiliz milletinin denizciliğe alışması da Yeni çağların başlarında olup bu millet Okyanuslara açılmak, ticaret şirketleri vücuda getirmek suretiyle modern çağların en büyük imparatorluğunu kurmuş; bu sebeple cihân hâkimiyeti dâvasına ve üstün bir millet duygusuna erişmiştir.

Eski Romalılar nasıl imparatorlukları ve cihân hâkimiyetleri dolayısıyla hukuk sahasında ilerlemişlerse Türkler de Türkistan da ve Anadolu’da hukuk ilmi ve tatbikatı ile İslâm hukukunda yüksek bir mevki kazanmışlardır. Buna mukabil denizci cumhuriyetler halinde teşekkül eden ve Orta Çağ’ın sonlarında ticaretle zenginleşen İtalyanlar da yeni şartlara göre, Roma’nın askeri kabiliyeti yerine san’atla mümtaz bir mevki almışlardır. Bu misaller milletlerin güç ve inançları arasındaki münasebetler için hatırlatılmıştır.

Türklerin tarih sahnesinde cihân hâkimiyeti mefkuresi ile çıkışlarında da ilk amilin manevi değil askeri kudretin rol oynadığı, onun doğurduğu mefkurenin de maddi kudreti geliştirdiği muhakkaktır.

Maddi sahada ilk göze çarpan unsur at olmuştur. Gerçekten atın Orta Asya ovalarında ehlileştirildiği ispat edilememiş ise de bu hayvanın, ilk defa olarak, bir savaş vasıtası haline getirilmesi ve okçu süvari ordularının meydana çıkışı Türklerin eseri olmuş ve askeri üstünlükleri de bu sayede sağlanmıştır.

Filhakika, ilim âleminde kabul edildiğine göre, ilk önce Türkler (Hunlar) koşum takımlarının, üzengi, eğer ve dizgini keşfederek ata binmek ve ona hakim olmak sayesinde sür’atli bir nakil ve muharebe vasıtası elde etmişlerdi. Bununla muvazi olarak, süvarilik için zaruri olan dar pantolon, deri kuşak ve potin de Türkler tarafından icat edilmiş; uzun kılıç da süvariliğin icabı olarak kullanılmıştı. İşte Türklerin askeri kudreti ve dünya hâkimiyeti dâvasında at ve silahlar ilk imkanı hazırlamıştı. Bu keşiflerin askerlikte bir inkılap yapması ve komşu kavimlere karşı bir üstünlük ve hâkimiyet kazanması tabii idi. Zira Çinliler atı arabaya koşmayı biliyor; fakat ona binemedikleri için sür’atli hücum, çevirme ve ric’at hareketleri yapan Türk süvarilerine karşı dayanamıyor ve kolaylıkla bozguna uğruyorlardı. Çinliler Türklerden ata binmeyi, koşum takımlarını öğrenmişler; bu münasebetle de kendi geniş elbiselerini, üstü açık ayakkabılarını ve kısa kılıcı terk etmek lüzumunu anlamışlardı. Bununla beraber Türkler yine de askeri üstünlüğü muhafaza ediyorlardı. Avrupalılar da, Çinliler gibi ata binmeyi ve onu bir muharebe vasıtası olarak kullanmayı Hunların istilaları sayesinde öğrenmişlerdi. Gerçekten Yunanlılar, Romalılar, Cermenler ve Goller de atı kullanıyor; fakat ona binemiyor ve koşum takımlarına sahip olmadıkları için sûvari kuvveti vücuda getiremiyorlardı. Hunlar at ve süvarileri sayesinde Avrupa’da da üstünlüğü elde tutuyor; fetih ve istilalarını kolayca yapıyorlardı.

Türkler asker bir millet olarak çadır-hamam (çerge) ve seyyar hastahaneleri de keşfederek at üstünde orduları ile birlikte taşıyor ve bunlardan istifâde ediyorlardı. Bizanslılar Türklerden aldıkları hamam-ı seferi’yi ordularına eklemişlerdi. Selçuklu, Harezmli ve Akkoyunlu hükümdarları mükellef çergeleri ile hareket ediyor ve seferde bunlar içinde yıkanıyorlardı. Türklerin gömlek giydikleri zamanlarda Romalıların henüz çamaşır kullanmamaları da dikkate şayandır. Bu münasebetle eski Yunan gibi İslâm dünyası da burun mendilini bilmiyordu. Halbuki Kâşgarlı Mahmud’un belirttiği üzere Türkler “Burun temizlemek için cepte ipek bir kumaş parçası” (Mendil) taşıyor ve buna “ulatu” adını veriyorlardı. Nitekim Kâşgarlı Türklerin “ütü yapmayı bildiklerini ve bizzat bu kelimeyi kullandıklarını söyler. Avrupalılar mendil kullanmayı XV. asırda Türklerden öğrenmişlerdi. Avrupa’da kullanılan “chemise” (gömlek) de Arapça “Kamis”ten gelmiştir. Türkler askeri bilgi, terbiye, muharebe usulleri ve disiplin sayesinde Eski, Orta ve Yeni Çağlar başında daima üstünlüğü elde tutmuşlardı. Nitekim eski müellifler Türklerin saldırış, çevirme ve sahte ric’at hareketleri ve muharabe taktikleri dolayısıyla hayretlerini belirtmişler, ordularının şaşkınlığa düştüklerini kaydetmişler ve hatta bu taktikler dolayısıyla merdçe muharebe etmediklerine dair garip düşünceler de ileri sürmüşlerdir.[58]

Türkler Kunlar devrinden beri, anasının himayesinden kurtulduğu ve ayakta durabildiği andan itibaren ömürlerini at üstünde geçirmişler ve hayatlarını bu hayvanla birleştirmişlerdi. Zira eski Türkler at üstünde yemek yer, kımız içer, toplantı ve istişarelerde bulunur ve nihayet savaş yapardı. Hun, Göktürk, Selçuklu, Moğol ve Osmanlı imparatorlukları da at üzerinde yaşayarak ve savaşarak kurulmuştu. Türkler süratli süvarileri ve akınları sayesinde kolaylıkla istilalara girişiyor; uzak yakın ülkeleri fethediyorlardı. Komşu milletlerin yaya veya ağır hareket eden zırhlı orduları ani baskın ve hücumlarla ve öne, arkaya ok atmak suretiyle şaşkına çevriliyor; daima teşebbüsün elde tutulması sayesinde düşman safları bozuluyor; ondan sonra da son ve imha savaşı başlıyordu. Bu durum zaferlerin az bir zayiatla kazanılmasına yardım ediyordu. Bu sebepledir, ki Orta Çağ kaynakları Türk askerlerini kasırgalar gibi birden görünüp kuşlar gibi uzaklaştıklarını hayretle tasvir etmişlerdir. Türklerin atlarını ve süvari teşkilatlarını devrimizin zırhlı vasıtalarına, hatta tayyarelerine benzettiğimiz zaman tarih boyunca kazınılan zafer ve fetihlerin sebebini daha kolay anlarız.[59]

Türklerin hayatında ve cihân hâkimiyetinde bu derece mühim mevkii olan atın artık kutsi bir mahluk sayılması, tarih ve destânlarda, Orhun Kitabelerinde, adları ve menkıbeleri ile yer alması tabii idi. Nitekim Kunlar ve Göktürkler atı mübarek sayıyor; hakan ve kahramanlar gibi onu da aslında gökten inmiş bir varlık sanıyorlardı. Yukarıda, başka bir vesile ile kaydettiğimiz üzere, VI. asırda Göktürk hakanı “Size ilahi menşeden gelen atlar takdim edilecektir” ifâdesini taşıyan mektubunu yazarken bu kutsiyeti daha bariz bir şekilde belirtmiştir.[60] Şamani Türkler kağan ve kahramanların cennette (uçmak) atlarına bineceklerine inandıkları için ölünce onları da ölüleri ile birlikte defnediyor; Allah’a ve ecdada yapılan kurbanlar arasında bu müstesna yaratık da yer alıyor; yabancı hükümdarlara gönderilen en kıymetli hediyeyi de at teşkil ediyordu. Tarih, destân ve efsanelerimizde at hakkında çok zengin malzeme vardır. Türkler İslâm olunca at kültürünü de birlikte Yakın-şarka getirmişlerdi. İlk İslâm devrinde “Türk atı” (Esb-i Türk) meşhur idi. Mübarek Zengi’nin 1160’ta atlara dair te’lif ettiği Feres-name’de Huttalan beyinin Türk, Arap ve iğdiş olmak üzere 1000 at sürüsü ve bunların terbiyesine bakan Türkmen, Arap ve Horasanlı 10 üstat bulunduğu yazılmıştır. Selçuklularda ve Osmanlılarda da at bu ehemmiyetini muhafaza ediyordu. Kastamonu beyliğinin yetiştirdiği atlar, dünyaca meşhur olup Arap atlarından üstün sayıldıkları için, her biri bin altın dinara satılıyordu.[61] Türk at kültürü ile birlikte iğdiş, yağız, ulak, yam, yamçı, yılkı.. kelimeleri de Arapçaya ve Farsçaya geçmiştir. Yonca ziraatı da Türkistan’dan Çin’e intikal etmiştir, ki bu da eski Türkçe atın ismi olan yonddan (yond-ca) gelmektedir.[62]

Göçebe imparatorluklarında hayvancılık nasıl iktisadi faaliyetlerin esasını teşkil ediyorsa at da öylece askeri kudretin kaynağı idi. Bu sebeple Türkler çok sayıda at yetiştiriyordu. M.Ö. 49 yılında bir Kun ailesinin 10.000 baş hayvanına mukabil 7000 atı, M.S. 83 yılında da başka bir ailenin 110.000 koyun ve sığırlarına mukabil 20.000 atı tespit edilmiştir. Göktürk han ve beylerinin at sürüleri de sayısızdı ve yüz binlere varıyordu.[63] Göktürkler zamanında at, askerlik ve nakliyat dışında, sadece ziraat maksadı ile de besleniyordu. Çin yazarı Tang şu’ya göre Tulu Han idaresinde bulunan İli vadisinin garbinde, Kırgız ve Basmıl uluslarına komşu bir boy vardı ki sadece ziraat için at beslerdi. Bu boy atlarının benekli rengine göre isim almıştı. Bunların Oğuzlardan Alayondlu kabilesi olduğu anlaşılıyor.[64] Nitekim Tibetçe, VIII. asra ait yeni bulunmuş bir vesikada, Ha la-yun log (Alayondlu) kabilesinin kalabalık ve zengin olup en iyi Türk (Drugu) atlarını yetiştirdikleri bildiriliyor.[65]

İşte Türklerin 2500 yıllık tarihlerinde ve cihân hâkimiyeti dâvalarında böylece at büyük bir rol oynamış ve maddi kuvvet kaynaklarından başlıcasını teşkil etmiştir. Ata hâkimiyet göçebelerin askeri üstünlüğü yanında kültürlerinin de yükselmesine yardım ediyordu. Filhakika Türkler geniş imparatorlukları ve atın sür’ati sayesinde Uzak-şark ve Yakın-şark medeniyetleri ile temasa geçerek kültür mahsullerinin mübadelesine hizmet ederken kendi bilgi ve görgülerini de yükseltiyorlardı. Nitekim Yakın-şarkın fikir ve dinlerini, cam sanayiini, Çin’in de ipek, kağıt ve başka mahsullerini Türkistana ve oradan da dünyaya nakletmişlerdi. Göktürklerin hayatları ve medeniyet seviyeleri hakkında Çin ve Bizans kaynakları mühim kayıtlar ihtiva eder. Esasen Orhun Kitabeleri ve kendilerine mahsus olan yazıları da ne derece ileri olduklarını göstermektedir. Bu sebeple bir kısım yerleşik kavimlerden daha yüksek bir seviyede oldukları için Atlı göçebe kültürü hususi bir mana kazanmış ve Macar Alimlerince ciddi tetkiklerle ehemmiyeti meydana çıkmıştır.[66] Bununla beraber Göktürkler zamanından beri Türklerin mühim bir kısmı yerleşik hayata geçmiş; ziraat, ticaret ve sanatla uğraşıyorlardı. Orta Asya’nın büyük nehir vadileri ve ovalarında büyük şehirler kurmuşlar; ziraatta ileri bir sulama sistemi ile de bazı yerleşik kavimlere örnek olmuşlardı. Bu sebepledir, ki İslâm medeniyetinin kuruluşunda Türkistan büyük bir rol oynamıştır. Nitekim eski İslâm hukukunda sulama işleri hakkında bilgi mevcut olmadığı halde, Abbasiler zamanında, Türkistan’da tedvin edilen “Kitabu’l-kuniy” (Kanallar kitabı) adlı eser sayesinde İslâm hukukunun bu eksikliği ikmal edilmiştir. Göktürkler ve Uygurlar zamanında Orta Asya’nın nehirleri üzerinde, vadilerinde ve Uzak-Yakın şark büyük kervan yolu güzergâhında Türkçe isimleri ile tanıdığımız pek çok şehir ve kasaba teşekkül etmiş bulunuyordu. İlk İslâm devrinde Türkistan’da birtakım büyük riyaziyeci, hukukçu ve filozofların yetişmesi de bu sayede mümkün olmuştu.[67]

Bu medeni inkişaflara rağmen Türk tarihinde yine de büyük devletlerin kuruluşu, büyük istila ve fetihler bu yerleşik halkların değil teşkilatçı ve savaşçı göçebelerin eseri idi. Nitekim Şamani Kunlar, Avrupa Hunları, Göktürkler, Uygurlar, Hazarlar ve Müslüman Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı sultanlıkları ve Anadolu beylikleri hep bu kudretli ve teşkilatçı göçebe veya yarı göçebe Türkler sayesinde kurulmuş ve cihân hâkimiyeti mefkuresi de bunlar arasında gelişmiştir. Bu durumun pek farkında olmayan çağdaş müellifler gibi bugünkü tarihçiler de, çok defa, tarihi devletlerin teşekkülüne bakarak, Türkleri hep göçebe sanmışlardır. Bu münasebetle Osman gazi bile, hâkimiyet ve beyliğin Türkmenlik ve Yörüklük yani göçebelik edenlere ait olduğunu söylüyor ve oturak hayatı tavsiye etmiyordu.[68] Bu kitapta yerleşik Türklerden ve medeniyetlerinden değil, cihân hâkimiyetini yaratan ve dünya nizamı dâvası güden göçebelerden bahsetmemizin sebebi de budur.

Prof. Dr. Osman TURAN

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 2 Sayfa: 845-856

SLAYT SHOW : Yabancı gözüyle Türkiye


Turquia.pps

ERMENİ SORUNU DOSYASI : Tehcirde Alman subayların yaptıkları


“Henüz 14 yaşında bir Ermeni kızıydım. Çemişkezek’te oturuyorduk, anne ve babamın gözdesiydim. İki ayda evimden oldum, ailemi kaybettim, yollara düştüm.

Şimdi Diyarbakır surlarının dışında, yaşıtım kızlarla iki gündür bekliyoruz. Öğleden sonra bizi esir tutanlar şehre götürdü. Karanlık dar sokaklardan geçerek demir kapılı bir eve getirildik. Bizi atlardan indirip içeri ittiler. Girişte bekleyen bir yabancı yanımıza geldi. Üniformasından Alman olduğu anlaşılıyordu. Evde kalanların tümü, askerler ve hizmetçiler dahil Almandı. Biz sekiz kızı, atların kaldığı taş zeminli odaya kapattılar.

Zamanın pek farkında değildim ama gece yarısından sonra olmalıydı, askerler hizmetçilerle yanımıza geldi. Üzerimizdeki kıyafetleri çıkardılar, çırılçıplak kaldık. Korkarak ve utanarak üç Alman subayın bulunduğu odaya götürüldük.

Askerler bizi çırılçıplak karşılarında görmekten çok memnundu. Ellerimizle ve birbirimizin arkasına geçerek çıplak vücutlarımızı örtmeye çalışıyorduk ancak askerler sertçe çekerek bizi birbirimizden ayırdılar. Almanca konuşuyorlar, utangaç halimize gülüyorlardı.

Vücudumuzu okşamaya başladılar. Biz ‘Tanrı aşkına elbiselerimizi verin, bize dokunmayın’ diye yalvardıkça daha çok zevk alıyorlardı. Bizi alıkoyan üç yabancı subay, o zaman Diyarbakır’daki az sayıdaki Almanlardandı. Çok nüfuzlu oldukları hallerinden belliydi.

Bu evde iki hafta esir kaldım. Bizden sonra eve pek çok kız daha getirildi. Almanlar kızlarla gönül eğlendiriyor, bıktıkları an kentin dışındaki tehcir kamplarına gönderiyorlardı. Subayların komutanı Alman albay, benden itaat etmemi ve uysal olmamı istedi. Ama ben karşı koydum, ‘İstersen öldürebilirsin’ diyerek tüm gücümle onunla mücadele ettim.

Hayatımda ilk viskiyi bu evde tattım. Çok kötü bir tadı vardı. Almanlar çok viski içiyor ve içtikçe kabalaşıyorlardı. Bir gece tüm kızları masaya oturtup viski içmeye zorladılar. İçip sarhoş olmamız hoşlarına gidiyordu.

Günler geçince ve Almanlar bıktıkça, önce getirilen kızlar gönderiliyor, yerlerine yenileri getiriliyordu. Alman komutana direndiğim ve teslim olmadığım için beni göndermediler. Hatta, karşı koymam Alman albayı güldürüyor, eğlendiriyordu. Beni alkışlıyordu.

Eve benden önce getirilmiş ve bir Almanın gözdesi olduğu için herkesten uzun kalmış bir kız daha vardı. O, Almanların sarhoş olup kabalaştıklarında yaptıklarını bir gün anlattı. Eve gelen kızları çıplak bir şekilde karşıya dizip memelerine nişan alarak ateş ediyorlarmış. Bir sabah ayrılmaları emri geldi. Ve ertesi gün alelacele çıkıp gittiler. Ermenilerden çaldıkları her şeyi beraberlerinde götürdüler. Odaları arayıp Almanların sakladığı elbiselerimizi bulduk, giyindik.”

2013’te yayımlanan “GAYE” kitabımda (Alfa Yayınları), 101 yıl önce ailesiyle birlikte tehcire uğrayan Çemiş kezekli 14 yaşındaki bir kızın anılarına yer vermiştim. Arshalus Mardigian, sağ kurtulup yerleştiği Amerika’da, başından geçenleri 1918’de kitaplaştırmış, filmini yapmıştı. Ve bu kitap, halen Ermenistan’daki Erivan Soykırım Müzesi’nde sergileniyor. Almanya’nın son kararı, bu genç kızın başına gelenleri hatırlattı.

MİZAH : GÜNEYDOĞU’DAKİ EĞİTİM DURUMUNA MİZAHİ BAKIŞ :)))))))


ERMENİ SORUNU DOSYASI /// VİDEO : TÜRK ASILLI ALMAN MİLLETVEKİLLERİNDEN TASARIYA OY VERENLER !!!!


ÖZEL BÜRO NOTU : ŞU ANDA BU VATAN HAİNLERİ İLE İLGİLİ BİLGİ TOPLUYORUZ. TÜM KAYNAKLARI TARIYORUZ VE YAKINDA ÖZGEÇMİŞLERİ, YAŞANTILARI VE İRTİBATLARI HAKKINDA DETAYLI BİLGİLERİ İFŞA EDECEĞİZ. EĞER SİZ DE BU HAİNLER HAKINDA BİLGİ SAHİBİ İSENİZ LÜTFEN BİZİMLE PAYLAŞIN. BÖYLECE BU HAİNLERİ TÜM DÜNYA KAMUOYU NEZDİNDE DEŞİFRE ETMİŞ OLURUZ.

VİDEO LİNK :

https://youtu.be/ftiNJSDJb-s

PKK ÖRGÜTÜ DOSYASI : PKK’nın en kritik isimlerinden biri yakalandı


Terör örgütü PKK’nın sözde İstanbul sorumlusu Gazi Mahallesi’ndeki operasyonda gözaltına alındı.

İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, son 2 yıldır PKK terör örgütünün İstanbul sorumlusu olan Servan K.’yı yakalamak için özel bir ekip oluşturdu.İstanbul polisinin operasyonuna Milli İstihbarat Teşkilatı’da destek verdi.

Yaklaşık 2 yıllık bir çalışmanın ardından Servan K.’nın Gaziosmanpaşa Gazi Mahallesi’nde olduğu belirlendi.

SOKAKTA KOŞARKEN ENSELENDİ

Terörle Mücadele ve İstihbarat Şube Müdürlüğü ile MİT’in ortaklaşa yaptığı operasyonda, polisin teknik takibini atlatmak için Gaziosmanpaşa Gazi Mahallesi’nde koşarak ilerleyen Servan K. gözaltına alındı.

ÖRGÜTÜN İSTANBUL’DAKİ EN ETKİLİ İSMİ

Üniversite öğrenimini terk ederek örgüte katılan ve henüz 23 yaşında olduğu öğrenilen Servan K.’nın PKK terör örgütünün İstanbul’daki en etkili ismi olduğu belirlendi. İstihbarat birimleri Servan K.’nın HDP’de de aktif olduğu tespit edildi. Servet K’nın istemediği İstanbul il yöneticisini değiştirdiğini belirledi.

KUNDAKLANAN ARAÇLARIN TALİMATINI O VERMİŞ

PKK terör örgütünün İstanbul’daki karar merci olan Servan K.’nın son 2 yıl içerisinde, tüm sokak eylemlerinin ve kundaklanan otomobillerin eylem talimatını verdiği belirlendi.

Servan K.’nın örgüte katılmak isteyen gençlere de ayrıca siyasi ideolojik eğitim verdiği tespit edildi.

SANSASYONEL BİR EYLEM İÇİN HAREKETE GEÇMİŞ

İstihbarat birimleri, Servan K.’nın, İstanbul’da sansasyonel kanlı bir bombalı eylem için harekete geçtiğini belirledi. Yapılan bu başarılı operasyonla kanlı bir eylemin de önüne geçilmiş oldu.

PKK’NIN İSTANBUL SÖZDE SORUMLUSU TUTUKLANDI

İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde ifadesi alınan Servan K. susma hakkını kullanarak ifade vermedi. Polisteki işlemlerinin ardından adliyeye sevk edilen Servan K. tutuklandı.

KADIN HAKLARI DOSYASI /// VİDEO : Dünyada Kadınları Sünnet Etme GELENEKLERİ


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=GhEaoVojyTM&feature=em-uploademail

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.