Günlük arşivler: 30 Haziran 2016
DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// Önce İsrail, Sonra Rusya : Neler Oluyor ?
Bu anlaşma bu yönüyle Erdoğan düşmanlarına da bir mesajdır esasında. Alıp almayacaklarını göreceğiz.
Haftaya hareketli başladık. Önce Türkiye’nin önemli bir diplomatik başarısı gündeme geldi. İsrail’le normalleşme anlaşmasına varıldığı duyuruldu. Ardından Türkiye kayda değer bir başka diplomasi atağı yaptı. Rusya’yla ilişkilerimizi düzeltmeye dönük önemli bir adım atıldı.
***
Önce İsrail’le varılan anlaşmaya değinelim. Bu anlaşma uzun uğraşların ürünü. Türkiye, hem şartlarını büyük oranda karşı tarafa kabul ettirmiş oldu hem de Gazze’deki insanlık dramına ve Filistin davasına müdahil olma imkânını yeniden kazanmış oldu. Türkiye bölgeye hem insani yardım malzemesi ulaştıracak, hem de altyapı yatırımları yapacak. 14 ton yardım malzemesini ihtiva eden ilk gemi cuma günü Gazze’ye doğru yola çıkmış olacak.
2 milyona yakın insan 360 bin metrekarelik bir alanda ağır şartlarda, büyük yoksunluklar içinde yaşıyor. Evet, Gazzeliler bir nebze de olsa nefes alabilmek adına oluşan bu imkândan, bu imkânı sağlayan normalleşme anlaşmasından memnunlar. Aksi yöndeki bütün tezvirata rağmen, Türkiye’nin bu süreci Filistin’deki başlıca iki siyasi aktörle, El Fetih ve Hamas’la görüşerek yürüttü. Öyle ki her ikisi de bu anlaşma sonrasında Türkiye’ye teşekkür etti.
Altını çizerek söylemekte yarar var. Bu bir normalleşme anlaşması. Bir pakt, yahut uluslararası bir birlik kurma sözleşmesi falan değil. Türkiye her şeyden önce yaşadığı şu istikrarsız coğrafyadaki güvenlik tehditlerini minimize etmeye çalışıyor. Aynı zamanda enerji arzını çeşitlendirmeye, ticaret kapasitesini artırmaya, ekonomisini büyütmeye gayret ediyor. Türkiye bu anlaşmayla Ortadoğu’daki dengelerin alt üst olduğu şu zaman diliminde İsrail’in karşısında yer almasını engellemiş oluyor.
***
Bu anlaşmadan memnun olmayanlar olabilir. Nitekim ben üç çeşit memnuniyetsiz saydım. Memnuniyetsizlerin bir kısmı meseleye özcü bir İsrail düşmanlığıyla yaklaşıyor. Bu anlaşmayla İsrail’in "meşrulaştırıldığı" söyleniyor.
Bir diğer memnuniyetsiz grup ise anlaşmanın İsrail’in lehine, Türkiye’nin aleyhine olduğunu iddia ediyor. Hatta ve hatta bu anlaşmayla Gazze ablukasının Türkiye tarafından tanındığını öne sürüyor. Bu iki grubun argümanlarına süreç içinde cevap veririz.
Fakat bir üçüncü kesim var ki onlar tam bir fiyasko. Evet, Türkiye’nin gayrı milli muhalefetinden bahsediyorum. Onlar da İsrail’le bir normalleşme sürecine girilmesinden fevkalade rahatsızlar. Zira İsrail’le çatışan bir Türkiye onlar için geniş bir manevra alanı demekti. R. Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduğu bir dönemde bu anlaşmanın yapılması onları ziyadesiyle mutsuz ediyor. Onlar uzunca süredir Erdoğan’ı "İsrail düşmanı" diye etiketleyip indirme arayışı içindeydiler. Ezberleri şaşmış oldu.
Bu anlaşma bu yönüyle Erdoğan düşmanlarına da bir mesajdır esasında. Alıp almayacaklarını göreceğiz.
***
Bekleneceği üzere bu gayrı milli muhalefet Türkiye’nin Rusya’ya yönelik diplomasi atağına da benzer şekilde yaklaştı. Rus uçağı düşürüldüğünde "Erdoğan işte şimdi yandı" diye bayram edenler, Putin’e "Türkiye’yi değil, AKP’yi cezalandır" diye akıl verenler karşımıza geçmiş "nasıl da özür dilediniz ama" diye şişiniyorlar. Bir kere mektup ortada. Mektupta Cumhurbaşkanı aileye taziyede bulunuyor, "kusura bakmasınlar" diyor. Üzüntü ifadesinin muhatabı aile.
Daha absürt olanı ne biliyor musunuz? Adamlar sanki Türkiye’nin Suriye, Ukrayna ve Kırım konularındaki yaklaşımı değişmiş gibi konuşuyorlar.
Türkiye, bu diplomasi atağıyla ihtilaf içinde olduğu konuları Rusya ile doğrudan müzakere imkânı bulacak. Dahası Rusya’nın uyguladığı ekonomik yaptırımlar ve turizm tehditleri ortadan kalkacak.
Bu da hem devletin, hem milletin faydası demek…
[Sabah, 29 Haziran 2016]
DIŞ POLİTİKA DOSYASI : Türk Dış Politikasında Revizyon
Ne kadar iyi plan yaparsanız yapın tek başına sizin diplomatik manevralarınız meseleleri çözmez. Uluslararası sistemin şartlarına odaklı ve onun içindeki kabiliyetlerinizi sürekli hesap eden bir strateji geliştirmenizi mecburi kılar.
Zaman zaman ortaya çıkıyor. Dış politikanın gözden geçirilmesi ya da toptan revizyonu meselesi. Bugünlerde çok daha fazla dikkat çeker oldu. Fakat bu söylemelerin çoğu muğlak ve aslında nereye oturduğunu çok bilemediğimiz tartışmalardan ibarettir. Bu çerçevede birkaç sorunun artık açık açık cevaplanmasına ihtiyaç var. Öncelikle Türk dış politikasında bir revizyona ihtiyaç var mı sorusunu cevaplamak gerek. Evetse neden? Hayırsa neden? Yok revizyon gerekli değilse, bu durumu sürdürmenin araçları neler olabilir? Ama gerekliyse, bu değişim ne yönde olmalıdır? Bu sorulara kısaca iki cevap verilebilir. Bir, evet artık Türk dış politikasında bir revizyon hem de acilen gereklidir. İki bu revizyon bir önceki dış politika vizyonunun bütünüyle tersi olmalıdır. Yani dış politika artık somut karşılık alma hedefine oturtulmalıdır. Nüfuz alanının sonuç üretebileceği varsayımını gözden geçirmelidir. Diplomatik etki alanı genişletme çabasından vazgeçmelidir. Dış politikadaki dozu yüksek söylemi bir kenara bırakıp sonuç alıcı eylemler üretilmelidir. Rakip, dost ve düşman tanımlamalarını yeni şartlara göre yeniden yapmalıdır. Türkiye’nin yeni dönemde değişen çevre şartlarına uyum sağlayacak biçimde kendini yeniden ayarlaması gerekir.
Yaklaşık son on beş yılın bir dış politika vizyonu vardı. Bu çerçevede günahıyla sevabıyla bir yol izlendi. Farklı dış politika alanlarında adımlar atıldı. Her ülkeyle kurulan ilişki biçimi bu vizyona göre şekillendi. Erken döneminde çok tartışma konusu olan bu yaklaşıma kimileri merkez ülke dedi kimileri bu vizyonu eksen kaymasıyla suçladı. Kimileri yeni-Osmanlıcılık derken, kimisi komşularla sıfır sorun dedi. Kimileri emperyalist yayılmacılık olarak görürken, kimileri fazla yumuşak buldu. Çok eleştirildi, çok övgü aldı.
ESKİ VİZYON NEDEN TIKANDI?
Fakat geldiğimiz noktada Türk dış politikası bir tıkanmışlık yaşıyor. Avrupa Birliği’nden Suriye’ye kadar birçok alanda daha önce elde ettiği düşünülen başarıların birçoğu kayboldu. Ne oldu da başarılı bulunan bir vizyon bu hale geldi? Olan şuydu. Aslında bu vizyon kendisi bir çeşit patinajdı. Çok çalışan, çok işleyen, fakat aslında ilerleme kaydedemeyen bir yaklaşımdı. Çünkü somut kazançları değil, prestiji ön planda tutuyordu. Somut karşılık aldığı alanlar çok kısıtılıydı. Dış politikada diplomatik etki kazanımı denilen şey en büyük tuzaklardan biridir. Nüfuz artırmak demek güç kazanmak, güvenlik sağlamak veya kazanç üretmek değildir. Aslında nüfuz artırımıyla uzun vadede bunların hepsinin elde edilebileceği düşünülebilir fakat uluslararası ilişkiler uzun vadeli hesaplar yapmak için uygun bir alan değildir. Aksine nüfuz artırımı hem dostları hem düşmanları endişelendirir. Ne rakipleri ikna etmeye yeter, ne de düşmanları zorlamaya. Bir aktör üzerindeki nüfuzunuz yeterli miktarda güçle desteklenmedikçe, ne dostunuzu ne de düşmanınızı etkileyebilirsiniz. Yani aslında başından beri çok üretkenmiş gibi görünen bu vizyon somut kazanç üretmek yerine dost ve düşmanda gereksiz bir endişe üretiyordu.
Buna rağmen erken dönemde işe yarıyor gibi göründü. En azından zararsız gibi düşünüldü. Çünkü bu tür bir reçetenin uygulanabilmesi için uygun bir uluslararası zemin vardı. Daha doğrusu bu tür bir vizyonun üretebileceği pozitif sonuçlar görülmemiş olsa da, negatif sonuçlarını da gizleyebilecek bir uluslarası sistem vardı. Amerikan tek kutuplu sisteminin ve tek taraflılığının yoğun bir biçimde hissedildiği bir dönemde (2003’ten 2010’a kadar) hegemonun sağladığı istikrarın altında bu tür bir dış politika somut sonuçlar almasa da prestij üretmesi bakımından kendi beklentilerini yerine getirebiliyormuş gibi göründü. Türkiye tüm komşularıyla başarılı diplomatik ilişkilere sahipti. Mekik diplomasisinin merkezindeydi. Liderlerimiz bir o ülkeye bir bu ülkeye giderken, dünya liderleri sürekli Türkiye’yi ziyaret ediyordu. Fakat bunların ne kadarının ekonomik ve siyasal zeminde paraya veya güce tahvil edilebildiği ise bir muammadan ibarettir. Bir reklam kampanyası düşünün çok başarılı ancak malın alıcısı yoksa kampanyanın ne kadar başarılı olduğunun bir önemi yoktur. Veya hergün bir ülke lideri Ankara’yı ziyaret edebilir ama eğer o ülkeyle Ankara’nın lehine bir ticaret anlaşması yapılmamışsa, bu ziyaretler hiçbir fayda doğurmaz. Aslında bu tür diplomatik görüşmeler her hangi birşeyin sebebi değil olsa olsa göstergesidir. Yani diplomasi bir ülkeyi güçlendirmez. Sadece varolanın işleyişini kolaylaştırıcı bir işlev görür. Motor yağı gibi mekanizmaların işleyişini kolaylaştırır. İyi bir motor yağı kullanmak zayıf bir motorun beygir gücünü artırmaz. Diplomatik müzakereler tek başına kimseyi ikna etmek için yeterli değildir. İran’ı da ikna edemezsiniz, Suriye’yi de. Günün sonunda İran’ı Amerika etti. Suriye’yi de Rusya.
NASIL BİR YENİ VİZYON?
Şimdilerde bu gerçekle yüzleşiyoruz hepimiz. Uluslararası sistemde yaşanan önemli bir değişim bu dış politika tarzının aslında zayıflıklarını gözümüzün önüne serdi. Prestij üretmenin sonuç üretmek olmadığını bize gösterdi. Yani hem İran ile hem de Amerika ile konuşabilen prestijli bir Türkiye’nin vazgeçilmez olmadığını, Amerika İran ile konuşmaya karar verdiğinde gördük. Hatta İran ile aramızdaki iyi ilişkilerin bile Amerikan-İran gerilimi sayesinde olabildiğini de gördük. Sonra Irak’ta, Libya’da ve diğerlerinde. Ama en çok da Suriye’de. Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu Suriye’deki gösteriler başladığında konuşarak Esed’i ikna etmeyi denedi. Halbuki Esed üzerinde nüfuz sahibi olabilirsiniz ama Esed’i iktidarından vazgeçmeye ikna edemezsiniz. Böyle bir şey ancak Esed’i zorlamak ile mümkün olabilirdi.
Dolayısıyla Türk dış politikasında bütüncül bir revizyon gereklidir. Bu revizyon bütünüyle yeni bir vizyona oturmak zorundadır. Bu yeni vizyon “fırsat maliyetlerini” gözden kaçırmamalı ve yapacağı yatırımları somut sonuçlar üretecek şekilde planlamalıdır. Arzularına göre değil, imkanlarına göre hareket etmelidir. Dostuna ve düşmanına ne kadar nüfuz sahibi olduğunu göstermekten çok, onlara tehdit teşkil etmeyeceği imajını vermelidir. O eski ifadeyle tilki gibi kurnaz aslan gibi güçlü olmaya çabalamalıdır. Bu aslında dış politika alanında yüzyıllardır tekrarlanan fakat sürekli unutulan bir ifadedir. Çünkü zaman zaman devletler nüfuz artırımının büyüsüne kapılabilir. Fakat uluslararası sistem bir elek gibidir. Hata yapanı seçer, ayıklar ve cezalandırır. Her devlet zaman zaman bu eleğin altına veya üstüne düşebilir ama önemli olan bu noktadan geri çıkacak feraset ve basireti ortaya koyabilmektir. Yeni şartlar yeni vizyon ve yöntemler gerektir. Türkiye’nin de buna hem cesareti hem de kabiliyeti vardır. Şunu akıldan çıkarmamak gerek. Uluslararası ilişkiler ne dış politikadır ne de diplomasi. Ne kadar iyi plan yaparsanız yapın tek başına sizin diplomatik manevralarınız meseleleri çözmez. Uluslararası sistemin şartlarına odaklı ve onun içindeki kabiliyetlerinizi sürekli hesap eden bir strateji geliştirmenizi mecburi kılar. Uluslararası sistem sizi önce kendinize değil önce çevrenize bakmaya zorlar. Bu çerçevede oluşturulabilecek bir vizyon Türkiye’nin tıkanıklıklarını yönetilebilecek hale getirecektir.
[Yeni Şafak, 28 Haziran 2016]
YENİ DÜNYA DÜZENİ DOSYASI /// ÖZGÜR BOLAT : Yeni dünya düzeni insanı nasıl etkiledi ?
Ne yazık ki yeni dünya düzeni bizi bizden aldı.
Öğrenmenin yerini not,
Keşfetmenin yerini ödev,
Eğitimin yerini diploma,
Bilgeliğin yerini bilgi,
Okumanın yerini okul,
Düşünmenin yerini bilmek,
Oyunun yerini oyuncak,
Oynamanın yerini yarışmak,
Sosyalleşmenin yerini televizyon,
Yuvanın yerini ev,
İyiliğin yerini yardım,
İlişkinin yerini ‘network’,
Hareketin yerini spor,
Deneyimin yerini fotoğraf,
Sohbetin yerini ‘chat’,
Etkinin yerini güç,
Gelişimin yerini başarmak,
Başarının yerini kazanmak,
Birlikteliğin yerini evlilik,
Sevgilinin yerini eş,
Toplumsal gelişimin yerini kişisel gelişim,
Dayanışmanın yerini ortaklık,
Kadının yerini bayan,
Geçmişin yerini tarih,
Liderin yerini yönetici,
Siyasetin yerini politika,
Zamanın yerini saat
Baharın yerini çiçekçi,
Algının yerini yargı,
Dinlenmenin yerini tatil,
Cinselliğin yerini seks,
Tenin yerini beden,
Çalışmanın yerini görev,
Keyfin yerini bağımlılık,
Dönüşümün yerini değişim,
Rengin yerini boya,
Sanatın yerini popüler kültür,
Sevinmenin yerini yenmek,
Sevginin yerini hediye,
Kokunun yerini parfüm aldı.
Kısacası, Atatürk Havalimanı’ndaki hain terör saldırısı bir kez daha gösterdi ki yeni dünya düzeni insanı kendinden aldı, kör kuyulara attı.
Acımız dipsiz.
IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI /// Ali Baykan : “Büyük Fotoğrafı Görmeniz İçin”
IŞİD’in adını ilk duyduğumuzda 900 kişilik bir ana kuvveti Musul’a doğru ilerliyordu. Bu haber duyulduğunda Musul’da bulunan bütün halk ve bütün yabancı misyonlar hatta Irak ordusunun askerleri dahi, hem de ağır silahlarını dahi bırakarak, alelacele Musul’u terk etme telaşında idiler.
Bir tek Türk Konsolosluğu’na “Boşaltmayın” emri verilmişti.
Neden ?
Çünkü Türkiye’yi yöneten irade IŞİD’in Türk misyonuna bir saldırı yapmayacağı düşüncesindeydi. Bu düşüncenin haklı bir tabanı vardı. Esad’a karşı savaşan ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) bünyesindeki El Nusra’ya silah ve mühimmat taşıyan Türk tırları işte bu El Nusra bünyesinden fışkıran radikal İslamcı IŞİD’in palazlanmasına imkan sağlayan askeri mühimmatın birincil kaynağı idi. Tayyip kulağına fısıldananlara inanıp yeni tasarlanan BOP coğrafyasında etkili bir aktör olacağı belli olan IŞİD’i sözünü sayan, kendi projelerine de taşeronluk yapacak, yönlendirebileceği bir silahlı güç olarak görüyordu. Taşlar yeniden dizilirken, ganimetler paylaşılırken Tayyip de IŞİD üzerinden pastadaki payını büyütecekti.
Bu hiç olmadı denemez, neticede IŞİD’in el koyduğu kuyulardaki ve rafinerilerdeki ucuz kaçak petrolü kıyıya taşıyan Tanker kamyonların içinde büyük filo “dünür” Çalık’ın idi. Kıyıdan İsrail’e aktaran da oğul Burak’ın ve Bilâl’in tanker gemileri idi. Kazanç o kadar büyüktü ki, her iki seferden sonra filoya yeni bir gemi ekleniyordu..
Ta ki, “pastada benim de payım olmalı” diye Suriye’ye Esad üzerinden çöreklenen Rusya’nın, IŞİD’in el koyduğu bir rafineriyi ve dolum kuyruğu bekleyen tanker filolarını bombalamasına kadar işler iyi gidiyordu. Bombalanarak imha edilen rafineride Çalığın tanker filosu da vardı. Ne olduysa ondan sonra oldu; o güne kadar Hatay sınırımızın Suriye’ye burun yapan köşesini viraj almadan (2 dakikada) geçerek onlarca defa ihlal eden Rus uçakları arada bir nota vererek ikaz edilirken, Çalık’ın filosunun imha edilmesinden sonraki ilk ihlali yapan Rus uçağı (misilleme olarak) düşürüldü..
Dünür damat ekseninde bir ailenin kirli dolarları için Türkiye’nin başına büyük bir çorap örülmüş oldu.. Ardından yaşananlarda faturayı ödeyen Türk devleti ve Türk halkı oldu.. Antalya’yı bırakın bir yana, asıl Laleli öldü. Gümrüksüz ticaret ile Türkiye’nin en büyük ihracat kapısı olan “Bavul ticareti” bıçak gibi kesildi, devasa alacaklar Rusya’da kaldı, devasa firmalar iflas etti, sadece bölge esnafı değil, Türk ekonomisi çok büyük yara aldı. Bu durum ülkenin her tarafında yaşayanların işini düzenini olumsuz etkiledi, hayat standardını düşürdü..
Biraz başa saralım filmi..
IŞİD 900 kişi ile Musul’a yürürken kalkıştan 8 dakika sonra o 900 kişinin üzerine bomba yağdırarak kumlara gömebilecek olan Türk F-16’ları neden havalanmadı. Güzergah çöl, Kandil gibi kayalık ve mağara değil ki saklansınlar IŞİD piyadeleri. Hepsini öldüremedik varsayalım, eş zamanlı havalana skorsky’ler bombardıman bitmeden yüzlerce ‘bordobereli’yi sahaya indirir, nihai temizliği de yapardı..
Neden yapılmadı ? Yapılsaydı Sam Amca’nın senaryosu bozulurdu çünkü.. Kendi de bir ABD taşeronu olan irade bu emri veremezdi elbet..
TERÖR ÖRGÜTLERİ EMPERYALİZMİN TAŞERONUDUR..
IŞİD de Taliban ve El Kaide gibi ABD’nin ürettiği, kendi senaryoları için kullandığı taşeron bir örgüttür. Gece karanlığında bile kızıl ötesi ışınlarla binlerce metre yükseklikten bir tavşanı bile görebilen, her hareketli hedefe güdümlü füzelerle nokta atışı yapabilen uçakların IŞİD’i 3-5 palmiye ağacından başka gölgesi olmayan çöllerde nasıl bulamaz da yok edemez? Böyle bir niyet yok çünkü. IŞİD’in dolaylı ABD desteği ile Türklerden ve Araplardan arındırarak insansızlaştırdığı bölgeleri, daha sonra görünür ABD desteği ile yandaş örgüt PYD işgal ediyor ve “Kürt toprağı” yapıyor. Maksat artık her IQ seviyesinin anlayabileceği kadar görünür oldu. Nihayetinde Türk topraklarından da pay isteyen bir taşeron Kürt Devleti. Aslında o da ahırinde Büyük İsrail’in “Vadedilmiş Topraklar”ı ( Arz-ı mevud) için “Emanetçi”.. Vakit Tamam olduğunda Büyük İsrail ile Büyük Ermenistan’ı Doğu Anadolu’da sınır komşusu yapmaktır hedef..
Ve bu süreç “11 Eylül” ile RESMEN başladı.
Açıkçası, ben de 11 Eylül’ün ABD’nin Ortadoğu’ya askeri müdahalelerine gerekçe olabilsin diye, dünyada kamuoyu oluşturmak üzere, “kendi adamı ile kendi topuğuna sıktırması” olduğuna inananlardanım. Yaygın kanaat de budur zaten.. Kanıtlanamayacak olsa da.
Öyle “Komplo Teorisi” filan demeyin. Biz bunları okuyarak ve yaşayarak büyüdük. Benim yaşımdakiler hatırlar; Yunanistan’daki “Cunta Yönetimi’ni CIA 10 yıl sonra “Evet, biz yaptık” diye açıkladı. Bizdeki “12 Eylül”ü ise daha başladığı günde “Bizim çocuklar” ifadesiyle itiraf ettiler..
Okuyanları azalmasın diye daha yazılabilecek olanları yazmayacağım..
Ama özetle bilinmeli ki, bu gün yaşadığımız musibetlerin birinci müsebbibi Tayyip’in hastalıklı ruh yapısıdır.. Kontrol dışı bir megalomanlık, kuşatılmış iradesi ile Türkiye’yi bir büyük bataklığa sokmuştur.
“Ayı ile yatağa giren tırmalanmış olarak çıkar..”
Tek kurtuluş ümidi, Türk Milleti’nin refleksi olan Ülkücülerin parangalarından kurtulması ve “Milli Devlet, Güçlü İktidar” ile emperyalizme direnmesidir..
Ne mutlu ki tünelin ucunda ışık görünmüştür. Azimle ışığa doğru yürümek zamanıdır..
Ali Baykan
İSRAİL DOSYASI : Mavi Marmara için “bana mı sordunuz” diyen Erdo ğan bakın o gün ne demişti ? (VİDEO)
Mavi Marmara için "bana mı sordunuz" diyen Erdoğan bakın o gün ne demişti..
Bugün yaptığı açıklamada Mavi Marmara için "günün başbakanına mı sordunuz" diyen Erdoğan, daha önce Mavi Marmara’yı organize eden İHH için övgüler dizmişti.
Bugün yaptığı açıklamada Mavi Marmara için "günün başbakanına mı sordunuz" diyen Erdoğan, daha önce Mavi Marmara’yı organize eden İHH için övgüler dizmişti.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bugünkü konuşmasında İsrail ile 6 yıl sonra gelen anlaşmaya değindi ve Mavi Marmara gemisini hedef aldı. Mavi Marmara saldırısıyla ilgili Erdoğan "Türkiye’den böyle bir insani yardımı götürmek için günün başbakanına mı sordunuz? Biz zaten yardımı yaptık, yapıyoruz. Bunları da yaparken, gövde gösterisi olsun diye mi yapıyoruz? Edebi adabı içinde yaptık yapıyoruz" ifadelerini kullandı.
Peki Erdoğan daha önce ne demişti.
2014 yılında Mavi Marmara Gemisi’ndeki insani yardım organizasyonunu gerçekleştiren İHH İnsani Yardım Vakfı’na sahip çıkan Erdoğan, CHP, HDP ve MHP’nin İHH’ya saldırdığını iddia ederek "Kimdir bu İnsani Yardın Kuruluşu? Mavi Marmara ile Gazzeli bebeklere ilaç götüren, mama götüren, gıda götüren, bunun için de ölümü göze alan bir yardım örgütü" demişti.
İHH’nın birçok ülkeye yardım götürdüğünü hatırlatan Erdoğan, "dünyanın her yerinde masumların, yoksulların bu yardım kuruluşunu görünce yürekleri ferahlıyor." diye konuşmuştu.
VİDEO İÇİN TIKLAYIN:
VİDEO LİNK :
https://www.youtube.com/watch?v=77b6_6cbsYA&feature=youtu.be
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ DOSYASI /// Teslimiyetten kahraman yaratmak : Türk halkının BOP nehrinde yıka nan algı
tuncaytm
İsrail, One Minute ve MİT TIR’ları…
Teslimiyetten kahraman yaratmak: Türk halkının BOP nehrinde yıkanan algısı…
*
İsrail askeri istihbarat şefinin açıklaması malumun ilanıydı: "İsrail, Suriye’deki durumun IŞİD’in yenilmesiyle sona ermesini istemiyor!"
Bu açıklamanın mürekkebi kurumadan Ankara ile Tel Aviv’in "anlaştığı" haberi düştü ajanslara…
İyi de; Türkiye ile İsrail ne zaman "kavga" etmişti?
Bugünü anlamak için "One Minute" çıkışından, Arap Baharı’na, Mavi Marmara baskınından, MİT TIR’larına küçük bir hafıza turu yapmalıyız. Ormana bakarken ağacı fark etmeli, ağaca bakarken ormanı görebilmeliyiz.
Birbiri ile çelişiyormuş gibi görünen bir çok olay, bölgenin dizayn ırmaklarında yıkanıyor,
ve tüm ırmaklar BOP’a akıyordu…
***
2009 yılında Davos’ta dünyanın gözü önünde bir tiyatro yaşandı. İsrailli lider Peres’e Başbakan Erdoğan "siz insanları öldürmeyi iyi bilirsiniz!" diyerek dış politika tarihine "One Minute" olarak geçecek tokadı atıyordu.
İnsanım diyen herkesin eleştirdiği, lanetlediği saldırıları nedeniyle, İsrail’in işittiği bu azar yüreklere su serpmişti.
Erdoğan’ın salondan ayrılışı ise görülmeye değerdi. Hollywood filmlerini aratmayacak bir sahneydi! Üstelik bunu söyleyen, yani Davos’ta yaşanan krizin bir "kurgu" olduğunu iddia eden Erdoğan’ın hocalarından biriydi;
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş… Aynı zamanda AKP’nin kurucularındandı…
Millî Görüş çizgisinin tarlası olan Millî Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) önemli isimlerindendi. Bu birlik Türkiye’de Refah Partisi’nden AKP ye uzanan süreçte sağ siyasetçilerin adeta bir okuluydu…
1970’te Erbakan’ın Millî Nizam Partisi’ne katıldıklarında Türk milliyetçiliğini terk etmişlerdi.
ABD laboratuvarında üretilen darbeler, bu anlayışın önünü açarken, memleket sevdalısı gençler "ülkücü-komünist" ayrıştırması ile kırılıyordu.
Ve tarihin garip bir cilvesi olarak, yıllar sonra; emperyalizmin tam kalbinden, MTTB serasında yetişen siyasetçilere açıkça "iş birliği" teklifi yapılacaktı.
***
Erbakan’ı "millîci" bulan emperyalist güçler Türkiye’de "yeni bir parti" kurmayı teşvik ediyorlardı.
Üstelik bu tarihi itirafı, yine siyasal İslam’ın sembol isimlerinden biri yapıyordu:
Abdurrahman Dilipak…
Bakın neler söylüyor;
"90’lı yılların ortasına doğru, siyasal İslam rüzgârları güçlü esmeye başladıktan sonra ABD, İsrail ve İngiltere’den Türkiye’ye sık gidip gelmeler başlamıştı. Kendileri ile iş birliği yapacak gruplar arıyorlardı (…)bizimle de temas kurmuşlardı. Görüşülen isimler arasında Tayyip Bey ve Abdullah Bey de bulunmaktaydı. Hatta bu müzakere ekibinin içinde ben de vardım."
Dilipak’a göre, ABD, İngiltere ve İsrail’in AKP’den talepleri şöyleydi:
1. Biz sizi iktidara taşıyalım.
2. Size iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim
3. Size gerekli her türlü finansal desteği getirelim.
Daha sonra Merkez Parti Başkanı olacak Abdurrahim Karslı’nın evinde gerçekleşen bu konuşmada AKP’ye biçilen misyonu, Dilipak şöyle anlatıyordu:
1. İsrail’in güvenliğini artıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız.
2. Sınırların değişmesi ve düzenlenmesi anlamında Büyük Ortadoğu Projesi’ne destek olacaksınız, hayata geçireceksiniz.
3. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.
***
Durum net değil mi?
"One Minute" çıkışı ile kahramanlaştırılan, Orta Doğu’da posterleri asılan, hakkında konferanslar düzenlenen, sergiler açılan Erdoğan, başından beri İsrail ile yakın ilişki içinde… Hatta Amerikalıların deyimi ile "İsrail’in radarı"ndaydı…
Davos’tan bir yıl sonra, 2010 Mayıs’ında "neden ısrar edildiği" hâlâ soru işareti olan Mavi Marmara olayı ile İsrail-Türkiye ilişkileri görünürde "iyice" gerginleşecekti.
Ve aynı yıl, Orta Doğu’ya sözde demokrasi getirecek Arap Baharı başlatılacaktı.
Bu nasıl bir "bahar" ise bölgeye şiddetli çatışmayı, etnik ve mezhepsel ayrışmayı, bölünmeyi getirecek, Suriye’yi parçalayacak, IŞİD belasını doğuracaktı!
Tüm bunlar, BOP’un basamaklarıydı…
İsrail silahlarının IŞİD’in mevzilerinde bulunduğu, yaralı militanların İsrail desteği ile tedavi edildiğini de unutmayalım.
İsrail Askeri İstihbarat Şefi Halevi gibi, eski İsrail Savunma Bakanı da; İran’a karşı IŞİD’i tercih edeceklerini gizlememişti.
Peki PKK’nın Suriye uzantıları dünyaya nasıl pazarlanıyor?
"IŞİD ile savaşan kahramanlar!" denilerek…
IŞİD ile savaş, ABD ve vurucu gücü PYD’ye alan açıyor!
İsrail ile "sözde" kavgalı Türkiye de; bölgede benzer/eşdeğer/aynı politikanın mühendisliğini yapıyor.
İsrail, Esad’a karşı IŞİD’i tercih ederiz derken, Erdoğan da Esad’a karşı "MİT TIR’ları" adı ile sembolleşen silah ve mühimmat kamyonlarını sınırın öte yanına göndermedi mi?
***
Gazeteler yazıyor, TV’lerde "şenlik" var…
İsrail ile Türkiye anlaşmış!
Sahi, kavga ne zamandı?
Emperyalizm; dev halkla ilişkiler çalışması, haber ajansları, TV’leri, uzmanları, yorumları, filmleri ile olayları ve olguları algı nehirlerinde yıkayıp, allayıp pullayarak sahneye koyuyor…
İş birliğinden "düşmanlık", teslimiyetten "kahramanlık" yaratıyor…
Ve algının tüm nehirleri BOP’a akıyor…
Kaynak: Teslimiyetten kahraman yaratmak: Türk halkının BOP nehrinde yıkanan algı – Tuncay MOLLAVEİSOĞLU
IRKÇILIK DOSYASI /// AHMET ERDOĞAN : IRKÇILIK DÜNYAYI TEHDİT EDİYOR
Ahmet ERDOĞAN / Köşe Yazarı
mehpareahmet
Yirminci yüzyılda yaşanan iki büyük dünya savaşından sonra dünyada iyi kötü bir düzen kurulmuş gibi görünüyordu. Bloklaşmalar, soğuk harp, bir yandan ülkeleri konumlarını korumak için diken üstünde tutarken, diğer yandan düzenin kalıcılığını sağlıyor; dengeler sarsılmıyordu. Gerçi yerel savaşlar yine de yaşanıyordu; ama dünyanın düzenini bozacak düzeyde değillerdi. Barışı korumada tümüyle etkili olamasa da BM teşkilatı dünyada statükonun korunmasına katkı sağlıyordu.
Henüz pek başlarında olduğumuz yirmi birinci yüzyıl, daha şimdiden yirminci yüzyılda yüz milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği iki büyük savaş sonucunda iyi kötü kurulabilen dünya düzenini allak bullak etti. Daha da karıştırmak için seksen üç buçuk yılı var önünde.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bozulan denge, ABD’ni gücünün ötesinde bir pervasızlıkla dünyaya yeniden düzen verme sevdasına itti. Özellikle Müslüman dünyayı etkileyen – yirmi iki ülkenin sınırlarının değiştirileceği bizzat o dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından açıklanan – “Büyük Ortadoğu Projesi” ortaya atıldı.
ABD dış politikası güce dayalıdır ve genelde incelikten yoksundur. Fincancı dükkânına girmiş file benzer. Her zaman büyük yanlışlar yapar; ancak geride bıraktığı enkaz onun için hiç önemli değildir; askerî gücü ve ekonomisi sayesinde felaketi az da olsa kendi kârına dönüştürmeyi başarır. Örneği İran üzerinden verelim: ABD’nin Ortadoğu’da en büyük düşmanı, bu yüzden ambargo koyduğu ülke İran’dı. Öte yandan ABD’nin Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de attığı her adım İran’ı daha da güçlendirdi. İran, Körfez’de, Irak’ta ve Suriye’de söz sahibi oldu. Nasıl bir dış politikaysa, ABD isteseydi İran’a bu kadar yararlı olamazdı.
Afganistan’da başlatılan macera yayıldı. Kuzey Afrika ve Ortadoğu kaynayan bir kazana döndü. Ortadoğu ve Yakındoğu’da yaşanan kaos, altından kalkılması çok güç bir mülteci sorununa yol açtı. Orta boy bir ülkenin nüfusuna eşit milyonlarca insan Avrupa ülkelerine iltica etmeye çalışıyor. Uzaklığı dolayısıyla şimdilik mülteci sorunundan fazla etkilenmiyormuş gibi görünen ABD, Kanada gibi ülkeler sıkı önlemler peşinde.
Bu arada yaklaşık üç milyon göçmenle en büyük sorunu yaşayan Türkiye, henüz bu konuda pek rahatsız görünmüyor. Bizdeki Müslüman kardeşe yardım geleneği, şimdilik sorunları fazla büyütmüyor. Ancak nereye kadar böyle gider bilinmez.
Göçmen sorunu, Avrupa ülkelerinde ırkçılığın alevlenmesine yol açtı. Yabancı düşmanlığı, göçmenlerin tamamına yakını Müslüman olduğu için İslâm düşmanlığına dönüşerek günden güne artıyor. Bu ülkelerde aşırı sağcı ve ırkçı partilerin oy oranları tırmanıyor. Bu durumun Avrupa’da yaşayan Türkleri kötü etkileyeceğini söylemek için kâhin olmak gerekmiyor.
Son olarak İngiltere’de AB üyeliğine devam edip etmeme konusunda yapılan referandumda göçmen karşıtı eğilimlerin çok güçlendiği ortaya çıktı. İngilizler, Türkiye AB’ne girerse İngiltere’nin Türk göçmenlerle dolacağı tehdidiyle birlikten çıkma oyu vermeye zorlandı. Göçmen karşıtlarının bu çabası, başta Fransa olmak üzere diğer AB üyesi ülkelerdeki ırkçı çevrelere de cesaret verdi. Onlar da benzer referandumlar istiyor.
AB’nin dağılma sürecine girdiğini söylemek için henüz çok erken. İngiliz Birleşik Krallığı bile dağılabilir. İskoçya’da “Ayrılalım, ayrı bir devlet olarak AB’de kalalım.” diyenler var. Göçmen sorunu AB’nin dağılmasını tetikleyebilecek çok ciddi bir sorun haline geldi.
AB üyeliği sürecimizin zaten sorunlu olduğu düşünülürse, bu son gelişmelerin sorunları daha da artıracağına şüphe yok.
Batı’da gelişen bu ruh hali, bize 1930’larda İtalya, Almanya, İspanya, Portekiz gibi ülkelerde yükselen ve dünyayı yeni bir harp felaketine sürükleyen ırkçılığı hatırlatıyor.
ABD’de Donald Trump’ın başkanlık yolunda hızla ilerlerken söylemlerinin büyük bölümünü yabancı düşmanlığının ve İslam karşıtlığının oluşturması dikkat çekici. Karikatür gibi adam. Başlarda şaka gibi, komedi gibi görünürken Trump’ın başkanlık yarışını kazanmasına artık sürpriz gözüyle bakılmıyor.
Yirmi birinci yüzyılın yeni Hitlerlere, Mussolinilere gebe olduğundan endişeliyim.
Son Yorumlar