Günlük arşivler: 30 Haziran 2016

ADLİYE & YARGI & HUKUK DOSYASI : Yeni Anayasada Yüksek Yargı


Yeni Anayasada Yksek Yarg.pdf

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// Önce İsrail, Sonra Rusya : Neler Oluyor ?


Bu anlaşma bu yönüyle Erdoğan düşmanlarına da bir mesajdır esasında. Alıp almayacaklarını göreceğiz.

Haftaya hareketli başladık. Önce Türkiye’nin önemli bir diplomatik başarısı gündeme geldi. İsrail’le normalleşme anlaşmasına varıldığı duyuruldu. Ardından Türkiye kayda değer bir başka diplomasi atağı yaptı. Rusya’yla ilişkilerimizi düzeltmeye dönük önemli bir adım atıldı.

***

Önce İsrail’le varılan anlaşmaya değinelim. Bu anlaşma uzun uğraşların ürünü. Türkiye, hem şartlarını büyük oranda karşı tarafa kabul ettirmiş oldu hem de Gazze’deki insanlık dramına ve Filistin davasına müdahil olma imkânını yeniden kazanmış oldu. Türkiye bölgeye hem insani yardım malzemesi ulaştıracak, hem de altyapı yatırımları yapacak. 14 ton yardım malzemesini ihtiva eden ilk gemi cuma günü Gazze’ye doğru yola çıkmış olacak.

2 milyona yakın insan 360 bin metrekarelik bir alanda ağır şartlarda, büyük yoksunluklar içinde yaşıyor. Evet, Gazzeliler bir nebze de olsa nefes alabilmek adına oluşan bu imkândan, bu imkânı sağlayan normalleşme anlaşmasından memnunlar. Aksi yöndeki bütün tezvirata rağmen, Türkiye’nin bu süreci Filistin’deki başlıca iki siyasi aktörle, El Fetih ve Hamas’la görüşerek yürüttü. Öyle ki her ikisi de bu anlaşma sonrasında Türkiye’ye teşekkür etti.

Altını çizerek söylemekte yarar var. Bu bir normalleşme anlaşması. Bir pakt, yahut uluslararası bir birlik kurma sözleşmesi falan değil. Türkiye her şeyden önce yaşadığı şu istikrarsız coğrafyadaki güvenlik tehditlerini minimize etmeye çalışıyor. Aynı zamanda enerji arzını çeşitlendirmeye, ticaret kapasitesini artırmaya, ekonomisini büyütmeye gayret ediyor. Türkiye bu anlaşmayla Ortadoğu’daki dengelerin alt üst olduğu şu zaman diliminde İsrail’in karşısında yer almasını engellemiş oluyor.

***

Bu anlaşmadan memnun olmayanlar olabilir. Nitekim ben üç çeşit memnuniyetsiz saydım. Memnuniyetsizlerin bir kısmı meseleye özcü bir İsrail düşmanlığıyla yaklaşıyor. Bu anlaşmayla İsrail’in "meşrulaştırıldığı" söyleniyor.

Bir diğer memnuniyetsiz grup ise anlaşmanın İsrail’in lehine, Türkiye’nin aleyhine olduğunu iddia ediyor. Hatta ve hatta bu anlaşmayla Gazze ablukasının Türkiye tarafından tanındığını öne sürüyor. Bu iki grubun argümanlarına süreç içinde cevap veririz.

Fakat bir üçüncü kesim var ki onlar tam bir fiyasko. Evet, Türkiye’nin gayrı milli muhalefetinden bahsediyorum. Onlar da İsrail’le bir normalleşme sürecine girilmesinden fevkalade rahatsızlar. Zira İsrail’le çatışan bir Türkiye onlar için geniş bir manevra alanı demekti. R. Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduğu bir dönemde bu anlaşmanın yapılması onları ziyadesiyle mutsuz ediyor. Onlar uzunca süredir Erdoğan’ı "İsrail düşmanı" diye etiketleyip indirme arayışı içindeydiler. Ezberleri şaşmış oldu.

Bu anlaşma bu yönüyle Erdoğan düşmanlarına da bir mesajdır esasında. Alıp almayacaklarını göreceğiz.

***

Bekleneceği üzere bu gayrı milli muhalefet Türkiye’nin Rusya’ya yönelik diplomasi atağına da benzer şekilde yaklaştı. Rus uçağı düşürüldüğünde "Erdoğan işte şimdi yandı" diye bayram edenler, Putin’e "Türkiye’yi değil, AKP’yi cezalandır" diye akıl verenler karşımıza geçmiş "nasıl da özür dilediniz ama" diye şişiniyorlar. Bir kere mektup ortada. Mektupta Cumhurbaşkanı aileye taziyede bulunuyor, "kusura bakmasınlar" diyor. Üzüntü ifadesinin muhatabı aile.

Daha absürt olanı ne biliyor musunuz? Adamlar sanki Türkiye’nin Suriye, Ukrayna ve Kırım konularındaki yaklaşımı değişmiş gibi konuşuyorlar.

Türkiye, bu diplomasi atağıyla ihtilaf içinde olduğu konuları Rusya ile doğrudan müzakere imkânı bulacak. Dahası Rusya’nın uyguladığı ekonomik yaptırımlar ve turizm tehditleri ortadan kalkacak.

Bu da hem devletin, hem milletin faydası demek…

[Sabah, 29 Haziran 2016]

DIŞ POLİTİKA DOSYASI : Türk Dış Politikasında Revizyon


Ne kadar iyi plan yaparsanız yapın tek başına sizin diplomatik manevralarınız meseleleri çözmez. Uluslararası sistemin şartlarına odaklı ve onun içindeki kabiliyetlerinizi sürekli hesap eden bir strateji geliştirmenizi mecburi kılar.

Zaman zaman ortaya çıkıyor. Dış politikanın gözden geçirilmesi ya da toptan revizyonu meselesi. Bugünlerde çok daha fazla dikkat çeker oldu. Fakat bu söylemelerin çoğu muğlak ve aslında nereye oturduğunu çok bilemediğimiz tartışmalardan ibarettir. Bu çerçevede birkaç sorunun artık açık açık cevaplanmasına ihtiyaç var. Öncelikle Türk dış politikasında bir revizyona ihtiyaç var mı sorusunu cevaplamak gerek. Evetse neden? Hayırsa neden? Yok revizyon gerekli değilse, bu durumu sürdürmenin araçları neler olabilir? Ama gerekliyse, bu değişim ne yönde olmalıdır? Bu sorulara kısaca iki cevap verilebilir. Bir, evet artık Türk dış politikasında bir revizyon hem de acilen gereklidir. İki bu revizyon bir önceki dış politika vizyonunun bütünüyle tersi olmalıdır. Yani dış politika artık somut karşılık alma hedefine oturtulmalıdır. Nüfuz alanının sonuç üretebileceği varsayımını gözden geçirmelidir. Diplomatik etki alanı genişletme çabasından vazgeçmelidir. Dış politikadaki dozu yüksek söylemi bir kenara bırakıp sonuç alıcı eylemler üretilmelidir. Rakip, dost ve düşman tanımlamalarını yeni şartlara göre yeniden yapmalıdır. Türkiye’nin yeni dönemde değişen çevre şartlarına uyum sağlayacak biçimde kendini yeniden ayarlaması gerekir.

Yaklaşık son on beş yılın bir dış politika vizyonu vardı. Bu çerçevede günahıyla sevabıyla bir yol izlendi. Farklı dış politika alanlarında adımlar atıldı. Her ülkeyle kurulan ilişki biçimi bu vizyona göre şekillendi. Erken döneminde çok tartışma konusu olan bu yaklaşıma kimileri merkez ülke dedi kimileri bu vizyonu eksen kaymasıyla suçladı. Kimileri yeni-Osmanlıcılık derken, kimisi komşularla sıfır sorun dedi. Kimileri emperyalist yayılmacılık olarak görürken, kimileri fazla yumuşak buldu. Çok eleştirildi, çok övgü aldı.

ESKİ VİZYON NEDEN TIKANDI?

Fakat geldiğimiz noktada Türk dış politikası bir tıkanmışlık yaşıyor. Avrupa Birliği’nden Suriye’ye kadar birçok alanda daha önce elde ettiği düşünülen başarıların birçoğu kayboldu. Ne oldu da başarılı bulunan bir vizyon bu hale geldi? Olan şuydu. Aslında bu vizyon kendisi bir çeşit patinajdı. Çok çalışan, çok işleyen, fakat aslında ilerleme kaydedemeyen bir yaklaşımdı. Çünkü somut kazançları değil, prestiji ön planda tutuyordu. Somut karşılık aldığı alanlar çok kısıtılıydı. Dış politikada diplomatik etki kazanımı denilen şey en büyük tuzaklardan biridir. Nüfuz artırmak demek güç kazanmak, güvenlik sağlamak veya kazanç üretmek değildir. Aslında nüfuz artırımıyla uzun vadede bunların hepsinin elde edilebileceği düşünülebilir fakat uluslararası ilişkiler uzun vadeli hesaplar yapmak için uygun bir alan değildir. Aksine nüfuz artırımı hem dostları hem düşmanları endişelendirir. Ne rakipleri ikna etmeye yeter, ne de düşmanları zorlamaya. Bir aktör üzerindeki nüfuzunuz yeterli miktarda güçle desteklenmedikçe, ne dostunuzu ne de düşmanınızı etkileyebilirsiniz. Yani aslında başından beri çok üretkenmiş gibi görünen bu vizyon somut kazanç üretmek yerine dost ve düşmanda gereksiz bir endişe üretiyordu.

Buna rağmen erken dönemde işe yarıyor gibi göründü. En azından zararsız gibi düşünüldü. Çünkü bu tür bir reçetenin uygulanabilmesi için uygun bir uluslararası zemin vardı. Daha doğrusu bu tür bir vizyonun üretebileceği pozitif sonuçlar görülmemiş olsa da, negatif sonuçlarını da gizleyebilecek bir uluslarası sistem vardı. Amerikan tek kutuplu sisteminin ve tek taraflılığının yoğun bir biçimde hissedildiği bir dönemde (2003’ten 2010’a kadar) hegemonun sağladığı istikrarın altında bu tür bir dış politika somut sonuçlar almasa da prestij üretmesi bakımından kendi beklentilerini yerine getirebiliyormuş gibi göründü. Türkiye tüm komşularıyla başarılı diplomatik ilişkilere sahipti. Mekik diplomasisinin merkezindeydi. Liderlerimiz bir o ülkeye bir bu ülkeye giderken, dünya liderleri sürekli Türkiye’yi ziyaret ediyordu. Fakat bunların ne kadarının ekonomik ve siyasal zeminde paraya veya güce tahvil edilebildiği ise bir muammadan ibarettir. Bir reklam kampanyası düşünün çok başarılı ancak malın alıcısı yoksa kampanyanın ne kadar başarılı olduğunun bir önemi yoktur. Veya hergün bir ülke lideri Ankara’yı ziyaret edebilir ama eğer o ülkeyle Ankara’nın lehine bir ticaret anlaşması yapılmamışsa, bu ziyaretler hiçbir fayda doğurmaz. Aslında bu tür diplomatik görüşmeler her hangi birşeyin sebebi değil olsa olsa göstergesidir. Yani diplomasi bir ülkeyi güçlendirmez. Sadece varolanın işleyişini kolaylaştırıcı bir işlev görür. Motor yağı gibi mekanizmaların işleyişini kolaylaştırır. İyi bir motor yağı kullanmak zayıf bir motorun beygir gücünü artırmaz. Diplomatik müzakereler tek başına kimseyi ikna etmek için yeterli değildir. İran’ı da ikna edemezsiniz, Suriye’yi de. Günün sonunda İran’ı Amerika etti. Suriye’yi de Rusya.

NASIL BİR YENİ VİZYON?

Şimdilerde bu gerçekle yüzleşiyoruz hepimiz. Uluslararası sistemde yaşanan önemli bir değişim bu dış politika tarzının aslında zayıflıklarını gözümüzün önüne serdi. Prestij üretmenin sonuç üretmek olmadığını bize gösterdi. Yani hem İran ile hem de Amerika ile konuşabilen prestijli bir Türkiye’nin vazgeçilmez olmadığını, Amerika İran ile konuşmaya karar verdiğinde gördük. Hatta İran ile aramızdaki iyi ilişkilerin bile Amerikan-İran gerilimi sayesinde olabildiğini de gördük. Sonra Irak’ta, Libya’da ve diğerlerinde. Ama en çok da Suriye’de. Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu Suriye’deki gösteriler başladığında konuşarak Esed’i ikna etmeyi denedi. Halbuki Esed üzerinde nüfuz sahibi olabilirsiniz ama Esed’i iktidarından vazgeçmeye ikna edemezsiniz. Böyle bir şey ancak Esed’i zorlamak ile mümkün olabilirdi.

Dolayısıyla Türk dış politikasında bütüncül bir revizyon gereklidir. Bu revizyon bütünüyle yeni bir vizyona oturmak zorundadır. Bu yeni vizyon “fırsat maliyetlerini” gözden kaçırmamalı ve yapacağı yatırımları somut sonuçlar üretecek şekilde planlamalıdır. Arzularına göre değil, imkanlarına göre hareket etmelidir. Dostuna ve düşmanına ne kadar nüfuz sahibi olduğunu göstermekten çok, onlara tehdit teşkil etmeyeceği imajını vermelidir. O eski ifadeyle tilki gibi kurnaz aslan gibi güçlü olmaya çabalamalıdır. Bu aslında dış politika alanında yüzyıllardır tekrarlanan fakat sürekli unutulan bir ifadedir. Çünkü zaman zaman devletler nüfuz artırımının büyüsüne kapılabilir. Fakat uluslararası sistem bir elek gibidir. Hata yapanı seçer, ayıklar ve cezalandırır. Her devlet zaman zaman bu eleğin altına veya üstüne düşebilir ama önemli olan bu noktadan geri çıkacak feraset ve basireti ortaya koyabilmektir. Yeni şartlar yeni vizyon ve yöntemler gerektir. Türkiye’nin de buna hem cesareti hem de kabiliyeti vardır. Şunu akıldan çıkarmamak gerek. Uluslararası ilişkiler ne dış politikadır ne de diplomasi. Ne kadar iyi plan yaparsanız yapın tek başına sizin diplomatik manevralarınız meseleleri çözmez. Uluslararası sistemin şartlarına odaklı ve onun içindeki kabiliyetlerinizi sürekli hesap eden bir strateji geliştirmenizi mecburi kılar. Uluslararası sistem sizi önce kendinize değil önce çevrenize bakmaya zorlar. Bu çerçevede oluşturulabilecek bir vizyon Türkiye’nin tıkanıklıklarını yönetilebilecek hale getirecektir.

[Yeni Şafak, 28 Haziran 2016]

ARMENIAN ISSUE /// The World This Week : Germany Declares Turkey Guilty of “Armenian Genocide”


The German parliament damns Turkey for conducting genocide against Armenians in 1915, achieving little except strengthening President Erdoğan.

This week, the European Union (EU) officially warned Poland that changes to its constitutional court endanger rule of law; South Carolina became the 17th state in the US to ban abortion starting from the 20th week of pregnancy with no exception for protecting the woman’s health; Uber raised $3.5 billion from Saudi Arabia’s sovereign wealth fund; OPEC failed to agree to limit oil output in Vienna; the European Central Bank (ECB) also met in Vienna to keep interest rates unchanged; and the rhetoric over Brexit ratcheted up with John Major declaring that the British people were being deceitfully misled, among others, by “court jester” Boris Johnson.

As with most weeks during this eventful year, selecting the key developments is not an entirely straightforward one. Yet one development stands out this week because it ties in issues of history, narrative, crime, guilt, atonement, identity, international relations and more in a heady cocktail that promises to leave quite a hangover. On June 2, the Bundestag, the German parliament, almost unanimously voted to declare that the Turkish 1915-16 killings of Armenians was “genocide.”

Turkey is furious. It recalled its ambassador “for consultations over the German parliament’s decision” and declared that Germany had made a historic mistake. German Chancellor Angela Merkel, who was conveniently not in the Bundestag during the time of the vote, tried to soothe frayed Turkish nerves by purring that relations between Turkey and Germany remained “broad and strong.”

In 1961, Edward Hallett Carr delivered the George Macaulay Trevelyan Lectures at the University of Cambridge. These were later published as What is History? a book that has gone on to become a classic. Carr brilliantly pointed out that historians choose a few facts to be historic such as Julius Caesar crossing the Rubicon. Facts are chosen or ignored quite arbitrarily, making history quite a subjective exercise. Yet facts matter and Carr defined history as “a continuous process of interaction between the historian and his facts, an unending dialogue between the present and the past.”

What happened in the German Bundestag this week is less about history and more about identity. Germany is a country that still wallows in guilt. During World War II, the Nazis were responsible for the Holocaust. An estimated 6 million Jews and another 5 million Poles, Slavs, Romanis, communists et al were killed. Europe and Germany see Nazism was an aberrant phenomenon to the story of the Enlightenment. How else could the land of Immanuel Kant, Johann Wolfgang von Goethe and Johann Sebastian Bach end up becoming the land of Adolf Hitler, Hermann Wilhelm Göring and Paul Josef Goebbels?

The truth is that, like most stories, the European story is complicated. The formation of European nation states was a bloody and brutal process. In England, the Puritans were persecuted and fled to North America. In their new land of the free and the home of the brave, they largely exterminated the natives to take over their land and resources. Spain expelled the enlightened Moors of Andalucía. Ferdinand and Isabella got rid of all the Jews in 1492. Spanish conquistadores unleashed an orgy of violence on pagan natives, killing them wantonly, raping their women and robbing them of gold, silver and land.

The idea of “un roi, une foi, une loi” (one king, one faith, one law) was fundamental to the European state formation. Unlike the contemporaneous Ming, Mughal and Ottoman Empires, European nation states were uniform enterprises where one people speaking one language united to forge their common destiny. In the process, they savaged natives of distant lands, fought their neighbors and persecuted their minorities. Even fellow Christians were not safe, as Huguenots found to their horror during the St. Bartholomew’s Day Massacre and les dragonnades.

Once the Turks were beaten back from the gates of Vienna in 1683, European nation states waxed whilst Ottoman Turkey waned. By the end of the 19th century, Turkey was the sick man of Europe. This rambling empire with multiple religious minorities failed to embrace the Industrial Revolution or adopt modern military technology. Yet minorities, even though subordinate, were better off under the Ottomans than European states.

Like the Habsburgs, the Ottomans did not survive World War I. Mustafa Kemal Atatürk led a revolution that beat back the victorious allies and set out to create a European-style nation state. The various territories of the Ottomans had already been whittled away. Now, all the Turks were to be united in a cohesive nation. Roman alphabet, European dress, emancipated women, modern technology and secularism were supposed to yoke Turkey into modernity. Atatürk’s revolution never entirely succeeded. Islam never ceased to be important in a socially conservative land. Ultimately, secularism was guaranteed by the barrel of the gun. The military kept Islam under wraps. In the new post-Cold War zeitgeist, religion reassumed its traditional importance. Astute observers could see the clash between rural Muslim society and cosmopolitan Istanbul coming.

Unsurprisingly, Recep Tayyip Erdoğan became prime minister in 2003 and president in 2014. From day one, he began expanding his powers. Today, Erdoğan is a sultan, albeit an elected one. He has survived protests regarding Gezi Park, accusations of corruption and outrage over the 1,000-room Ak Saray, or the White Palace, which happens to be bigger than the White House or the Kremlin.

Many Turks love Erdoğan for the same reason that Russians love Vladimir Putin. He is proud of his faith and tradition. His wife wears a headscarf in public. Erdoğan stands up to big powers for Turkey. He has leveraged the refugee crisis to extort concessions and cash from Europe in general and Germany in particular. He has exhorted women to have at least three children and has declared a woman’s life to be “incomplete” if she fails to reproduce. For traditional Turks, Erdoğan is a man with the courage of conviction who fights for his beliefs. Erdoğan cares about great power status. He has set out to bury Atatürk and reclaim the legacy of the Ottoman Empire. Therefore, any slur on the Ottoman record is a touch too close to Sultan Erdoğan’s bone. Turkey has long denied that it was responsible for the “genocide” of Armenians. Unsurprisingly, Erdoğan has declared that Turkey was ready to “pay the price” for mass killings of Armenians if, and only if, an “impartial board of historians” find the dying Ottoman Empire guilty. So far, 20 countries have formally recognized genocide against Armenians.

The entire brouhaha over the issue of Armenian genocide raises three key questions.

Philosophically, the first question that begs asking is whether national parliaments ought to be passing laws on terminology of events past. In World War I, Germany was an ally of Turkey and it seems that this law is to mitigate its own Lutheran sense of sin. It ties in with the modern German narrative of deep guilt and public penitence. By voting against Turkey, German politicians are engaging in collective catharsis. It makes them look good and may help them get reelected. But what does passing a resolution or law about terminology regarding a century-old even actually achieve?

The second question is who should be judging the past? Argentina, Belgium, Canada, France, Italy, Russia and Uruguay have recognized the Armenian “genocide” as has Pope Francis. However, no Muslim nation has done so. Even India, a largely Hindu nation, has not dared to. Pope Francis is unlikely to apologize for genocide of natives in Latin America or the Inquisition in Goa. Ethnicity and religion still matter. Unfortunately, when nations use charged words like genocide they exacerbate ethnic and religious divides. For once, Erdoğan is right. Whether the Armenian killings are genocide is best left to historians not parliamentarians.

Third, who judges whom, and how far back in the past do we go? Former British colonies could pass laws condemning or terming events of two centuries ago. When the British East India Company took over the eastern part of the Indian subcontinent in 1757, a third of the population died within 16 years. Yet no country, including India, has termed this death of an estimated 10 million people genocide. If the fashion of digging up dead ghosts of the past catches on, then finger pointing will the name of the game. Politicians in South Africa who are failing their electorates might pass one resolution after another to manipulate public emotion and prey on outrage instead of rolling up their sleeves and getting things done.

In a turbulent world, there is already a strong resentment against injustices, real and imagined. Many Turks see this act of Germany as betrayal of an ally that lost everything as a result of going to war. Despite hurt feelings, not much will change. Both the Germans and the Turks need each other. After the huffing and puffing will come the kissing and making up. More pertinently, the German Bundestag has hurt Turkish pride and will end up helping Erdoğan to become more of a sultan.

YENİ DÜNYA DÜZENİ DOSYASI /// ÖZGÜR BOLAT : Yeni dünya düzeni insanı nasıl etkiledi ?


Ne yazık ki yeni dünya düzeni bizi bizden aldı.

Öğrenmenin yerini not,

Keşfetmenin yerini ödev,

Eğitimin yerini diploma,

Bilgeliğin yerini bilgi,

Okumanın yerini okul,

Düşünmenin yerini bilmek,

Oyunun yerini oyuncak,

Oynamanın yerini yarışmak,

Sosyalleşmenin yerini televizyon,

Yuvanın yerini ev,

İyiliğin yerini yardım,

İlişkinin yerini ‘network’,

Hareketin yerini spor,

Deneyimin yerini fotoğraf,

Sohbetin yerini ‘chat’,

Etkinin yerini güç,

Gelişimin yerini başarmak,

Başarının yerini kazanmak,

Birlikteliğin yerini evlilik,

Sevgilinin yerini eş,

Toplumsal gelişimin yerini kişisel gelişim,

Dayanışmanın yerini ortaklık,

Kadının yerini bayan,

Geçmişin yerini tarih,

Liderin yerini yönetici,

Siyasetin yerini politika,

Zamanın yerini saat

Baharın yerini çiçekçi,

Algının yerini yargı,

Dinlenmenin yerini tatil,

Cinselliğin yerini seks,

Tenin yerini beden,

Çalışmanın yerini görev,

Keyfin yerini bağımlılık,

Dönüşümün yerini değişim,

Rengin yerini boya,

Sanatın yerini popüler kültür,

Sevinmenin yerini yenmek,

Sevginin yerini hediye,

Kokunun yerini parfüm aldı.

Kısacası, Atatürk Havalimanı’ndaki hain terör saldırısı bir kez daha gösterdi ki yeni dünya düzeni insanı kendinden aldı, kör kuyulara attı.

Acımız dipsiz.

https://www.instagram.com/dr.ozgurbolat/

https://twitter.com/ozgurbolat

MİZAH : AKP’Lİ OLMAK NE GÜZEL GARDAŞ :)))))))


KARİKATÜR : MEZUNİYET :))))))))


IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI /// Ali Baykan : “Büyük Fotoğrafı Görmeniz İçin”


IŞİD’in adını ilk duyduğumuzda 900 kişilik bir ana kuvveti Musul’a doğru ilerliyordu. Bu haber duyulduğunda Musul’da bulunan bütün halk ve bütün yabancı misyonlar hatta Irak ordusunun askerleri dahi, hem de ağır silahlarını dahi bırakarak, alelacele Musul’u terk etme telaşında idiler.

Bir tek Türk Konsolosluğu’na “Boşaltmayın” emri verilmişti.

Neden ?

Çünkü Türkiye’yi yöneten irade IŞİD’in Türk misyonuna bir saldırı yapmayacağı düşüncesindeydi. Bu düşüncenin haklı bir tabanı vardı. Esad’a karşı savaşan ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) bünyesindeki El Nusra’ya silah ve mühimmat taşıyan Türk tırları işte bu El Nusra bünyesinden fışkıran radikal İslamcı IŞİD’in palazlanmasına imkan sağlayan askeri mühimmatın birincil kaynağı idi. Tayyip kulağına fısıldananlara inanıp yeni tasarlanan BOP coğrafyasında etkili bir aktör olacağı belli olan IŞİD’i sözünü sayan, kendi projelerine de taşeronluk yapacak, yönlendirebileceği bir silahlı güç olarak görüyordu. Taşlar yeniden dizilirken, ganimetler paylaşılırken Tayyip de IŞİD üzerinden pastadaki payını büyütecekti.

Bu hiç olmadı denemez, neticede IŞİD’in el koyduğu kuyulardaki ve rafinerilerdeki ucuz kaçak petrolü kıyıya taşıyan Tanker kamyonların içinde büyük filo “dünür” Çalık’ın idi. Kıyıdan İsrail’e aktaran da oğul Burak’ın ve Bilâl’in tanker gemileri idi. Kazanç o kadar büyüktü ki, her iki seferden sonra filoya yeni bir gemi ekleniyordu..

Ta ki, “pastada benim de payım olmalı” diye Suriye’ye Esad üzerinden çöreklenen Rusya’nın, IŞİD’in el koyduğu bir rafineriyi ve dolum kuyruğu bekleyen tanker filolarını bombalamasına kadar işler iyi gidiyordu. Bombalanarak imha edilen rafineride Çalığın tanker filosu da vardı. Ne olduysa ondan sonra oldu; o güne kadar Hatay sınırımızın Suriye’ye burun yapan köşesini viraj almadan (2 dakikada) geçerek onlarca defa ihlal eden Rus uçakları arada bir nota vererek ikaz edilirken, Çalık’ın filosunun imha edilmesinden sonraki ilk ihlali yapan Rus uçağı (misilleme olarak) düşürüldü..

Dünür damat ekseninde bir ailenin kirli dolarları için Türkiye’nin başına büyük bir çorap örülmüş oldu.. Ardından yaşananlarda faturayı ödeyen Türk devleti ve Türk halkı oldu.. Antalya’yı bırakın bir yana, asıl Laleli öldü. Gümrüksüz ticaret ile Türkiye’nin en büyük ihracat kapısı olan “Bavul ticareti” bıçak gibi kesildi, devasa alacaklar Rusya’da kaldı, devasa firmalar iflas etti, sadece bölge esnafı değil, Türk ekonomisi çok büyük yara aldı. Bu durum ülkenin her tarafında yaşayanların işini düzenini olumsuz etkiledi, hayat standardını düşürdü..

Biraz başa saralım filmi..

IŞİD 900 kişi ile Musul’a yürürken kalkıştan 8 dakika sonra o 900 kişinin üzerine bomba yağdırarak kumlara gömebilecek olan Türk F-16’ları neden havalanmadı. Güzergah çöl, Kandil gibi kayalık ve mağara değil ki saklansınlar IŞİD piyadeleri. Hepsini öldüremedik varsayalım, eş zamanlı havalana skorsky’ler bombardıman bitmeden yüzlerce ‘bordobereli’yi sahaya indirir, nihai temizliği de yapardı..

Neden yapılmadı ? Yapılsaydı Sam Amca’nın senaryosu bozulurdu çünkü.. Kendi de bir ABD taşeronu olan irade bu emri veremezdi elbet..

TERÖR ÖRGÜTLERİ EMPERYALİZMİN TAŞERONUDUR..

IŞİD de Taliban ve El Kaide gibi ABD’nin ürettiği, kendi senaryoları için kullandığı taşeron bir örgüttür. Gece karanlığında bile kızıl ötesi ışınlarla binlerce metre yükseklikten bir tavşanı bile görebilen, her hareketli hedefe güdümlü füzelerle nokta atışı yapabilen uçakların IŞİD’i 3-5 palmiye ağacından başka gölgesi olmayan çöllerde nasıl bulamaz da yok edemez? Böyle bir niyet yok çünkü. IŞİD’in dolaylı ABD desteği ile Türklerden ve Araplardan arındırarak insansızlaştırdığı bölgeleri, daha sonra görünür ABD desteği ile yandaş örgüt PYD işgal ediyor ve “Kürt toprağı” yapıyor. Maksat artık her IQ seviyesinin anlayabileceği kadar görünür oldu. Nihayetinde Türk topraklarından da pay isteyen bir taşeron Kürt Devleti. Aslında o da ahırinde Büyük İsrail’in “Vadedilmiş Topraklar”ı ( Arz-ı mevud) için “Emanetçi”.. Vakit Tamam olduğunda Büyük İsrail ile Büyük Ermenistan’ı Doğu Anadolu’da sınır komşusu yapmaktır hedef..

Ve bu süreç “11 Eylül” ile RESMEN başladı.

Açıkçası, ben de 11 Eylül’ün ABD’nin Ortadoğu’ya askeri müdahalelerine gerekçe olabilsin diye, dünyada kamuoyu oluşturmak üzere, “kendi adamı ile kendi topuğuna sıktırması” olduğuna inananlardanım. Yaygın kanaat de budur zaten.. Kanıtlanamayacak olsa da.

Öyle “Komplo Teorisi” filan demeyin. Biz bunları okuyarak ve yaşayarak büyüdük. Benim yaşımdakiler hatırlar; Yunanistan’daki “Cunta Yönetimi’ni CIA 10 yıl sonra “Evet, biz yaptık” diye açıkladı. Bizdeki “12 Eylül”ü ise daha başladığı günde “Bizim çocuklar” ifadesiyle itiraf ettiler..

Okuyanları azalmasın diye daha yazılabilecek olanları yazmayacağım..

Ama özetle bilinmeli ki, bu gün yaşadığımız musibetlerin birinci müsebbibi Tayyip’in hastalıklı ruh yapısıdır.. Kontrol dışı bir megalomanlık, kuşatılmış iradesi ile Türkiye’yi bir büyük bataklığa sokmuştur.
“Ayı ile yatağa giren tırmalanmış olarak çıkar..”

Tek kurtuluş ümidi, Türk Milleti’nin refleksi olan Ülkücülerin parangalarından kurtulması ve “Milli Devlet, Güçlü İktidar” ile emperyalizme direnmesidir..
Ne mutlu ki tünelin ucunda ışık görünmüştür. Azimle ışığa doğru yürümek zamanıdır..

Ali Baykan

İSRAİL DOSYASI : Mavi Marmara için “bana mı sordunuz” diyen Erdo ğan bakın o gün ne demişti ? (VİDEO)


LİNK : http://odatv.com/mavi-marmara-icin-bana-mi-sordunuz-diyen-erdogan-bakin-o-gun-ne-demisti-2906161200.html

Mavi Marmara için "bana mı sordunuz" diyen Erdoğan bakın o gün ne demişti..

Bugün yaptığı açıklamada Mavi Marmara için "günün başbakanına mı sordunuz" diyen Erdoğan, daha önce Mavi Marmara’yı organize eden İHH için övgüler dizmişti.

Bugün yaptığı açıklamada Mavi Marmara için "günün başbakanına mı sordunuz" diyen Erdoğan, daha önce Mavi Marmara’yı organize eden İHH için övgüler dizmişti.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bugünkü konuşmasında İsrail ile 6 yıl sonra gelen anlaşmaya değindi ve Mavi Marmara gemisini hedef aldı. Mavi Marmara saldırısıyla ilgili Erdoğan "Türkiye’den böyle bir insani yardımı götürmek için günün başbakanına mı sordunuz? Biz zaten yardımı yaptık, yapıyoruz. Bunları da yaparken, gövde gösterisi olsun diye mi yapıyoruz? Edebi adabı içinde yaptık yapıyoruz" ifadelerini kullandı.

Peki Erdoğan daha önce ne demişti.

2014 yılında Mavi Marmara Gemisi’ndeki insani yardım organizasyonunu gerçekleştiren İHH İnsani Yardım Vakfı’na sahip çıkan Erdoğan, CHP, HDP ve MHP’nin İHH’ya saldırdığını iddia ederek "Kimdir bu İnsani Yardın Kuruluşu? Mavi Marmara ile Gazzeli bebeklere ilaç götüren, mama götüren, gıda götüren, bunun için de ölümü göze alan bir yardım örgütü" demişti.

İHH’nın birçok ülkeye yardım götürdüğünü hatırlatan Erdoğan, "dünyanın her yerinde masumların, yoksulların bu yardım kuruluşunu görünce yürekleri ferahlıyor." diye konuşmuştu.

VİDEO İÇİN TIKLAYIN:

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=77b6_6cbsYA&feature=youtu.be

YENİ DÜNYA DÜZENİ DOSYASI : TEMSİLİ RESİM :)))))


https://i0.wp.com/pbs.twimg.com/media/CmNOiKqXIAEj6r_.jpg:small

TERÖRLE MÜCADELE DOSYASI : Terör örgütlerinin istihbarat korkusu


İsrail ile normalleşme mutabakatı imzalayan Türkiye’de terörle mücadele hususunda yeni bir sayfa açılıyor. İki ülke arasındaki istihbarat ‘paylaşımı’ maddesi, terör faaliyetlerinde bulunan FETÖ,PYD ve DAEŞ gibi terör örgütlerini bir hayli tedirgin etmiş durumda.

İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi kapsamında yapılan anlaşmada en çok merak edilen konulardan biri olan ‘İstihbarat paylaşımı’, iki ülkenin hem iç güvenliğini hem de uluslararası ilişkilerini etkileyecek. Eski AB Bakanı ve Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Beril Dedeoğlu, Türkiye’nin İsrail’den ABD’deki FETÖ, Suriye’deki PYD konusunda istihbarat isterken, karşılığında bu ülkenin korkulu rüyası olan DAEŞ’e yönelik bilgi paylaşımında bulunmasının beklendiğini söyledi.

FETÖ/PDY’ye dair bugün dünyada en çok destek veren iki ülkenin Amerikan Neoconları ve İsrail muhafazakarları olduğunu belirten Prof. Dr. Beril Dedeoğlu, "İki ülke arasındaki bu istihbarat paylaşımı anlaşmasının ardından İsrail’in bu yapı hakkında bilgi paylaşımı yapacağını ya da bu örgütün faaliyetlerine destek vermeye son vereceğini söyleyebiliriz" diye konuştu. İsrail’in ABD içinde çok güçlü istihbaratı olduğunu da belirten Prof. Dedeoğlu, Amerika’daki Türkiye düşmanlarının faaliyetleri konusunda da İsrail’in Türkiye’ye bilgi paylaşımının beklendiğini dile getirdi.. Suriye’nin, kendi güvenlik anlayışı sebebiyle yıllardır Suriye içinde en iyi istihbaratı olan ülkelerden biri olduğuna değinen Prof. Dedeoğlu, Türkiye’nin PKK’nın Suriye kolu olarak tepki gösterdiği PYD konusunda da benzer bilgi paylaşımı yaşanacağına dikkati çekti.

İSRAİL’İN BEKLENTİSİ
Peki ama FETÖ ve PYD konusunda destek verecek olan İsrail, Türkiye’den hangi konuda beklenti içinde olabilir? İsrail’in DAEŞ’in hedefi olması konusundaki korkusuna vurgu yapan Prof. Dedeoğlu, "Başından beri haksızlığa uğrayan Türkiye, Suriye’de kim DAEŞ’li, kim Özgür Suriye Ordusu mensubu ve ne yapıyor, bu konularda çok iyi bir istihbarata sahip" diye konuştu. DAEŞ, bir süre önce hem İsrail içinde hem de ülke dışındaki temsilciliklerine saldırı düzenleyeceğini açıklamıştı. Türkiye ve İsrail arasında Hamas konusunda farklı bakış açısı olduğunu belirten Prof. Dedeoğlu, İsrail’in Türkiye’den Hamas’ın sivil siyasete çekilmesi konusunda ricada bulunabileceğini söyledi.

Türkiye’nin Rusya ve Mısır ile de yakın zamanda ilişkileri normalleştirme sürecine girmesinin beklendiğini ve bunun Avrupa ittifakını etkileyeceğini belirten Prof. Beril Dedeoğlu, "Uluslararası konjonktürde bir kırılma yaşanıyor" dedi.

TÜRKİYE İLE İSRAİL MUTABAKATINDA İMZALAR ATILDI
Türkiye ile İsrail arasında Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara gemisine yapılan baskından sonra kopan ilişkiler, geçtiğimiz günlerde tarafların normalleşme görüşmeleriyle yeniden sağlandı. Görüşmeler kapsamındaki mutabakat metni de iki ülke tarafından dün imzalandı. Mutabakata, Türkiye adına Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, İsrail adına ise Dışişleri Bakanlığı Genel Direktörü Dore Gold imza attı. Böylece İsrail’in Türkiye’den resmen özür dilemesi, tazminat ödemesi ve Gazze’ye ambargonun kaldırılması anlaşmayla garanti altına alınmış oldu.

TERÖR DOSYASI /// BURAK COP : İstihbarat zafiyeti mi, daha mı fazlası ?


Çok kişi bu soruları soruyor: Terör katliamları neden engellenemiyor? Saldırganlar niye eyleme geçmeden önce yakalanmıyor? İstihbarat zafiyeti mi var?

Sorular anlamlı. Zira sokağa çıktığınızda hayatta kalmak için medyadaki “Amerikalılar terör riskinden ötürü filanca etkinliği iptal etti” ya da “Alman Başkonsolosluğu yurttaşlarına ortalıkta dolaşmayın mesajı gönderdi” gibi haberleri takip etmeniz, AKP yetkililerinin demeçlerine güvenmenizden daha işlevsel.

Peki nedir masum insanların IŞİD’den çektiği? İktidarın, adını bile söyleyemediği, DEAŞ gibi anlamsız kısaltmalar uydurduğu bu örgüt karşısında devletin istihbarat ve güvenlik güçleri çaresiz mi? Engel olmaya çalışıyorlar da olamıyorlar mı?

Sorunun yanıtını bulmak için biraz hafıza tazeleyelim.

— IŞİD 1 Kasım seçimlerine kadar hep AKP’nin siyasi hasımlarına saldırdı. 2015 yılının Haziran ayında HDP’nin Diyarbakır mitingi; Temmuz’da Suruç’ta Kobane’ye kitap ve oyuncak götürmek üzere toplanan devrimci gençler; Ekim’de CHP’nin, HDP’nin, sosyalist solun, sendika ve kitle örgütlerinin Ankara’daki barış mitingi kana bulandı.

— 10 Ekim Ankara katliamından sonra dönemin başbakanı Davutoğlu sırıtarak “saldırı sonrasında oylarımız artıyor” dedi (muhtemelen ağzından kaçırdı). Katliamdan 2 gün sonra da bir canlı yayında “elimizde intihar eylemi yapabilecek kişilerin listesi var ama eyleme geçmedikçe veya elinizde o eylemin olabileceğine dair bir veri olmadıkça tutuklayamazsınız” demişti.

— Eyleme geçmiş intihar bombacısının en iyi ihtimalle bazı vücut parçalarına ulaşabileceğiniz için Davutoğlu’nun açıklamaları, sosyal medyada RTE/AKP tarafından efsunlanmamış yurttaşlar nezdinde alay konusu oldu. Bu sözler medya tarafından ise büyük oranda sansürlendi.

— Peki Davutoğlu’nun sözlerinin gülünç olmayan kısmı, yani “elinizde o eylemin olabileceğine dair bir veri olmadıkça tutuklayamazsınız” kısmı inandırıcı mıydı? Değildi. Çünkü IŞİD’in yaklaşık bir yıldır yaptığı intihar saldırılarının azmettiricileri ve eylemcileri 2012 yılından beri Emniyet tarafından yakinen takip ediliyordu.

— Suruç katliamından birkaç gün sonra bombacının Emniyet’te “terör şüphelisi” olarak kayıtlı olduğu ortaya çıktı. Bu kişinin Suriye’de eğitim aldığı ve Türkiye’ye yasadışı yollarla girdiği biliniyordu. Saldırganın babası, oğlundan bir süredir haber alamadığı için hem Emniyet’e hem de savcılığa başvurmuş, saldırganın bilgileri böylece UYAP ve GBT kayıtlarına girmişti. Güya “arandığı” süreçte de Kilis ve Antep’te kalmıştı.

— İki gün önce Hürriyet’te yayımlanan haberde ise geçen yıldan beri gerçekleşen katliamların faillerinin 2012 ortasından 2014 başına kadar Emniyet tarafından takip edildiği ortaya çıktı. Bu adamlar yaklaşık 2 yıl boyunca sık sık bir araya gelip paintball oynamışlar, halı saha maçı yapmışlar, ormanlık alanda koşu ve egzersiz yapmışlar, Suriye’de ölen cihatçıların cenaze ve taziyelerine katılmışlardı. Bunların yanı sıra para toplamış, kurban derisi satmış, Güneydoğu illerine gidip örgütlenme çalışmalarında bulunmuşlardı.

— Bu kişiler hakkında kanuni bir kovuşturma yapılmamış, polis de 2014 başında takibi bırakmıştı. 2 yıllık takipte elde edilen bilgi ve fotoğraflarla geçen Mart ayında terör örgütü üyeliğinden dava açıldı. Geçen Mart ayında. Yani iş işten geçtikten sonra.

— Peki Hürriyet’in haberinde denildiği gibi 2014’te polisin takibi sona ermiş miydi? Bu bile başlı başına bir skandal ama öyle görünüyor ki bu bilgi de şüpheli. Çünkü Evrensel gazetesinden Tamer Arda Erşin’in biraz daha eski tarihli (12 Haziran) haberindeki bilgiler doğruysa, IŞİD’lilerin 2014 ve 2015’te aileleriyle iletişim kurmakta kullandıkları telefon hatları da Emniyet tarafından takip edilmişti. Fakat kendilerine yine dokunulmamıştı.

— Polisin takibinin başladığı 2012’de bu şahıslar henüz IŞİD’li değil El Kaideliydi. O dönemde Suriye’deki rejimi devirmek için elinden gelen ne varsa yapan AKP’nin gözünde El Kaideciler cici çocuklardı. Aslında T.Erdoğan için El Kaide hâlâ cici. El Kaide Suriye’de El Nusra adıyla faaliyet gösteriyor ve Erdoğan 24 Şubat ve 21 Haziran’da yaptığı açıklamalarda Nusra’ya sahip çıktı: “El Nusra da DAEŞ’e karşı savaşıyor. Ona niye kötü diyorsunuz? (Batı’ya soruyor – y.n.) El Nusra kötü ama PYD ile YPG iyi (…) Eğer DAİŞ’e karşı olanlar terör örgütü değilse o zaman El Nusra’ya niye terör örgütü diyorsunuz? El Nusra da DAİŞ’e karşı çok ciddi mücadele veriyor”.

— IŞİD 1 Kasım’dan sonra Türkiye’deki katliamlarının hedef kitlesini genişletti. Seçimden önce AKP’nin muhaliflerini katleden örgüt, 2016 başından beri Sultanahmet, Beyoğlu ve son olarak da Atatürk Havalimanı’nda yerli-yabancı masum insanları öldürdü. Bu saldırıları iktidar işine yarayacak eylemler olarak mı görüyor (10 Ekim sonrası Davutoğlu’nun yaklaşımındaki gibi) yoksa samimi bir rahatsızlık mı duyuyor bilemem. Rus Savunma Bakanlığı uçak düşürme vakasından sonra Erdoğan ve ailesinin IŞİD’le yapılan petrol ticaretiyle doğrudan bağlantılı olduğunu, IŞİD petrolünün 3 farklı rota üzerinden Türkiye’ye taşındığını, Kasım ayında bu iş için 16 binden fazla petrol tankerinin sınırı geçtiğini öne sürmüştü. Şurası açık ki Rusya ile yeniden düzeltilmeye başlanan ilişkiler, bu devletten gelecek basıncı da sona erdirecektir.

— Erdoğan 18 Mart’ta Brüksel’de yetkililerin şehir merkezindeki PKK çadırına izin vermesini sert sözlerle eleştirmiş, “Brüksel’de veya AB’nin herhangi bir şehrinde bu bombaların patlamaması için hiçbir sebep yok” demişti. IŞİD 4 gün sonra Brüksel havalimanını kana buladı. Hayat tesadüflerle dolu.

Dönelim baştaki soruya. Ortada istihbarat zafiyeti mi var?

Zafiyet, AKP iktidarının IŞİD’e yaklaşımını tanımlamakta çok hafif kaçan bir kelime.

Sorunun kaynağı, çözümün parçası olamaz. Sokağa çıktığımızda acaba bugün intihar saldırısında ölür müyüz sorusunun zihnimizden çıkması için bu iktidarın defolup gitmesi, yeter-şart değilse de, gerek-şarttır.

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ DOSYASI /// Teslimiyetten kahraman yaratmak : Türk halkının BOP nehrinde yıka nan algı


tuncaytm

İsrail, One Minute ve MİT TIR’ları…

Teslimiyetten kahraman yaratmak: Türk halkının BOP nehrinde yıkanan algısı…

*

İsrail askeri istihbarat şefinin açıklaması malumun ilanıydı: "İsrail, Suriye’deki durumun IŞİD’in yenilmesiyle sona ermesini istemiyor!"

Bu açıklamanın mürekkebi kurumadan Ankara ile Tel Aviv’in "anlaştığı" haberi düştü ajanslara…

İyi de; Türkiye ile İsrail ne zaman "kavga" etmişti?

Bugünü anlamak için "One Minute" çıkışından, Arap Baharı’na, Mavi Marmara baskınından, MİT TIR’larına küçük bir hafıza turu yapmalıyız. Ormana bakarken ağacı fark etmeli, ağaca bakarken ormanı görebilmeliyiz.

Birbiri ile çelişiyormuş gibi görünen bir çok olay, bölgenin dizayn ırmaklarında yıkanıyor,

ve tüm ırmaklar BOP’a akıyordu…

***

2009 yılında Davos’ta dünyanın gözü önünde bir tiyatro yaşandı. İsrailli lider Peres’e Başbakan Erdoğan "siz insanları öldürmeyi iyi bilirsiniz!" diyerek dış politika tarihine "One Minute" olarak geçecek tokadı atıyordu.

İnsanım diyen herkesin eleştirdiği, lanetlediği saldırıları nedeniyle, İsrail’in işittiği bu azar yüreklere su serpmişti.

Erdoğan’ın salondan ayrılışı ise görülmeye değerdi. Hollywood filmlerini aratmayacak bir sahneydi! Üstelik bunu söyleyen, yani Davos’ta yaşanan krizin bir "kurgu" olduğunu iddia eden Erdoğan’ın hocalarından biriydi;

Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş… Aynı zamanda AKP’nin kurucularındandı…

Millî Görüş çizgisinin tarlası olan Millî Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) önemli isimlerindendi. Bu birlik Türkiye’de Refah Partisi’nden AKP ye uzanan süreçte sağ siyasetçilerin adeta bir okuluydu…

1970’te Erbakan’ın Millî Nizam Partisi’ne katıldıklarında Türk milliyetçiliğini terk etmişlerdi.

ABD laboratuvarında üretilen darbeler, bu anlayışın önünü açarken, memleket sevdalısı gençler "ülkücü-komünist" ayrıştırması ile kırılıyordu.

Ve tarihin garip bir cilvesi olarak, yıllar sonra; emperyalizmin tam kalbinden, MTTB serasında yetişen siyasetçilere açıkça "iş birliği" teklifi yapılacaktı.

***

Erbakan’ı "millîci" bulan emperyalist güçler Türkiye’de "yeni bir parti" kurmayı teşvik ediyorlardı.

Üstelik bu tarihi itirafı, yine siyasal İslam’ın sembol isimlerinden biri yapıyordu:

Abdurrahman Dilipak…

Bakın neler söylüyor;

"90’lı yılların ortasına doğru, siyasal İslam rüzgârları güçlü esmeye başladıktan sonra ABD, İsrail ve İngiltere’den Türkiye’ye sık gidip gelmeler başlamıştı. Kendileri ile iş birliği yapacak gruplar arıyorlardı (…)bizimle de temas kurmuşlardı. Görüşülen isimler arasında Tayyip Bey ve Abdullah Bey de bulunmaktaydı. Hatta bu müzakere ekibinin içinde ben de vardım."

Dilipak’a göre, ABD, İngiltere ve İsrail’in AKP’den talepleri şöyleydi:

1. Biz sizi iktidara taşıyalım.

2. Size iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim

3. Size gerekli her türlü finansal desteği getirelim.

Daha sonra Merkez Parti Başkanı olacak Abdurrahim Karslı’nın evinde gerçekleşen bu konuşmada AKP’ye biçilen misyonu, Dilipak şöyle anlatıyordu:

1. İsrail’in güvenliğini artıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız.

2. Sınırların değişmesi ve düzenlenmesi anlamında Büyük Ortadoğu Projesi’ne destek olacaksınız, hayata geçireceksiniz.

3. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.

***

Durum net değil mi?

"One Minute" çıkışı ile kahramanlaştırılan, Orta Doğu’da posterleri asılan, hakkında konferanslar düzenlenen, sergiler açılan Erdoğan, başından beri İsrail ile yakın ilişki içinde… Hatta Amerikalıların deyimi ile "İsrail’in radarı"ndaydı…

Davos’tan bir yıl sonra, 2010 Mayıs’ında "neden ısrar edildiği" hâlâ soru işareti olan Mavi Marmara olayı ile İsrail-Türkiye ilişkileri görünürde "iyice" gerginleşecekti.

Ve aynı yıl, Orta Doğu’ya sözde demokrasi getirecek Arap Baharı başlatılacaktı.

Bu nasıl bir "bahar" ise bölgeye şiddetli çatışmayı, etnik ve mezhepsel ayrışmayı, bölünmeyi getirecek, Suriye’yi parçalayacak, IŞİD belasını doğuracaktı!

Tüm bunlar, BOP’un basamaklarıydı…

İsrail silahlarının IŞİD’in mevzilerinde bulunduğu, yaralı militanların İsrail desteği ile tedavi edildiğini de unutmayalım.

İsrail Askeri İstihbarat Şefi Halevi gibi, eski İsrail Savunma Bakanı da; İran’a karşı IŞİD’i tercih edeceklerini gizlememişti.

Peki PKK’nın Suriye uzantıları dünyaya nasıl pazarlanıyor?

"IŞİD ile savaşan kahramanlar!" denilerek…

IŞİD ile savaş, ABD ve vurucu gücü PYD’ye alan açıyor!

İsrail ile "sözde" kavgalı Türkiye de; bölgede benzer/eşdeğer/aynı politikanın mühendisliğini yapıyor.

İsrail, Esad’a karşı IŞİD’i tercih ederiz derken, Erdoğan da Esad’a karşı "MİT TIR’ları" adı ile sembolleşen silah ve mühimmat kamyonlarını sınırın öte yanına göndermedi mi?

***

Gazeteler yazıyor, TV’lerde "şenlik" var…

İsrail ile Türkiye anlaşmış!

Sahi, kavga ne zamandı?

Emperyalizm; dev halkla ilişkiler çalışması, haber ajansları, TV’leri, uzmanları, yorumları, filmleri ile olayları ve olguları algı nehirlerinde yıkayıp, allayıp pullayarak sahneye koyuyor…

İş birliğinden "düşmanlık", teslimiyetten "kahramanlık" yaratıyor…

Ve algının tüm nehirleri BOP’a akıyor…

Kaynak: Teslimiyetten kahraman yaratmak: Türk halkının BOP nehrinde yıkanan algı – Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

IRKÇILIK DOSYASI /// AHMET ERDOĞAN : IRKÇILIK DÜNYAYI TEHDİT EDİYOR


Ahmet ERDOĞAN / Köşe Yazarı

mehpareahmet

Yirminci yüzyılda yaşanan iki büyük dünya savaşından sonra dünyada iyi kötü bir düzen kurulmuş gibi görünüyordu. Bloklaşmalar, soğuk harp, bir yandan ülkeleri konumlarını korumak için diken üstünde tutarken, diğer yandan düzenin kalıcılığını sağlıyor; dengeler sarsılmıyordu. Gerçi yerel savaşlar yine de yaşanıyordu; ama dünyanın düzenini bozacak düzeyde değillerdi. Barışı korumada tümüyle etkili olamasa da BM teşkilatı dünyada statükonun korunmasına katkı sağlıyordu.

Henüz pek başlarında olduğumuz yirmi birinci yüzyıl, daha şimdiden yirminci yüzyılda yüz milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği iki büyük savaş sonucunda iyi kötü kurulabilen dünya düzenini allak bullak etti. Daha da karıştırmak için seksen üç buçuk yılı var önünde.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bozulan denge, ABD’ni gücünün ötesinde bir pervasızlıkla dünyaya yeniden düzen verme sevdasına itti. Özellikle Müslüman dünyayı etkileyen – yirmi iki ülkenin sınırlarının değiştirileceği bizzat o dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından açıklanan – “Büyük Ortadoğu Projesi” ortaya atıldı.

ABD dış politikası güce dayalıdır ve genelde incelikten yoksundur. Fincancı dükkânına girmiş file benzer. Her zaman büyük yanlışlar yapar; ancak geride bıraktığı enkaz onun için hiç önemli değildir; askerî gücü ve ekonomisi sayesinde felaketi az da olsa kendi kârına dönüştürmeyi başarır. Örneği İran üzerinden verelim: ABD’nin Ortadoğu’da en büyük düşmanı, bu yüzden ambargo koyduğu ülke İran’dı. Öte yandan ABD’nin Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de attığı her adım İran’ı daha da güçlendirdi. İran, Körfez’de, Irak’ta ve Suriye’de söz sahibi oldu. Nasıl bir dış politikaysa, ABD isteseydi İran’a bu kadar yararlı olamazdı.

Afganistan’da başlatılan macera yayıldı. Kuzey Afrika ve Ortadoğu kaynayan bir kazana döndü. Ortadoğu ve Yakındoğu’da yaşanan kaos, altından kalkılması çok güç bir mülteci sorununa yol açtı. Orta boy bir ülkenin nüfusuna eşit milyonlarca insan Avrupa ülkelerine iltica etmeye çalışıyor. Uzaklığı dolayısıyla şimdilik mülteci sorunundan fazla etkilenmiyormuş gibi görünen ABD, Kanada gibi ülkeler sıkı önlemler peşinde.

Bu arada yaklaşık üç milyon göçmenle en büyük sorunu yaşayan Türkiye, henüz bu konuda pek rahatsız görünmüyor. Bizdeki Müslüman kardeşe yardım geleneği, şimdilik sorunları fazla büyütmüyor. Ancak nereye kadar böyle gider bilinmez.

Göçmen sorunu, Avrupa ülkelerinde ırkçılığın alevlenmesine yol açtı. Yabancı düşmanlığı, göçmenlerin tamamına yakını Müslüman olduğu için İslâm düşmanlığına dönüşerek günden güne artıyor. Bu ülkelerde aşırı sağcı ve ırkçı partilerin oy oranları tırmanıyor. Bu durumun Avrupa’da yaşayan Türkleri kötü etkileyeceğini söylemek için kâhin olmak gerekmiyor.

Son olarak İngiltere’de AB üyeliğine devam edip etmeme konusunda yapılan referandumda göçmen karşıtı eğilimlerin çok güçlendiği ortaya çıktı. İngilizler, Türkiye AB’ne girerse İngiltere’nin Türk göçmenlerle dolacağı tehdidiyle birlikten çıkma oyu vermeye zorlandı. Göçmen karşıtlarının bu çabası, başta Fransa olmak üzere diğer AB üyesi ülkelerdeki ırkçı çevrelere de cesaret verdi. Onlar da benzer referandumlar istiyor.

AB’nin dağılma sürecine girdiğini söylemek için henüz çok erken. İngiliz Birleşik Krallığı bile dağılabilir. İskoçya’da “Ayrılalım, ayrı bir devlet olarak AB’de kalalım.” diyenler var. Göçmen sorunu AB’nin dağılmasını tetikleyebilecek çok ciddi bir sorun haline geldi.

AB üyeliği sürecimizin zaten sorunlu olduğu düşünülürse, bu son gelişmelerin sorunları daha da artıracağına şüphe yok.

Batı’da gelişen bu ruh hali, bize 1930’larda İtalya, Almanya, İspanya, Portekiz gibi ülkelerde yükselen ve dünyayı yeni bir harp felaketine sürükleyen ırkçılığı hatırlatıyor.

ABD’de Donald Trump’ın başkanlık yolunda hızla ilerlerken söylemlerinin büyük bölümünü yabancı düşmanlığının ve İslam karşıtlığının oluşturması dikkat çekici. Karikatür gibi adam. Başlarda şaka gibi, komedi gibi görünürken Trump’ın başkanlık yarışını kazanmasına artık sürpriz gözüyle bakılmıyor.

Yirmi birinci yüzyılın yeni Hitlerlere, Mussolinilere gebe olduğundan endişeliyim.

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.