Günlük arşivler: 19 Temmuz 2016

DARBEDEN NOTLAR : Türk Silahlı Kuvvetleri 15 Temmuz’da neler yaşandığını anlattı


TSK, MİT’in cuma günü kendilerine darbe girişimi olacağı ile ilgili bilgi verdiğini ve bu istihbarattan sonra tedbir alındığını açıkladı

Türk Silahlı Kuvvetleri‘nden yaklaşık 2 sayfalık bir açıklama yapıldı. O açıklamanın altında da Genelkurmay Basın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanı Tuğgeneral Ertuğrul Gazi Özkürkçü’nün imzası vardı. O gün neler yaşandı ve bu darbe girişimi nasıl önlendi. Tüm detaylarıyla anlatılıyor.

İŞTE O AÇIKLAMA:

15 Temmuz 2016 akşam saatlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde yuvalanan illegal çete mensubu terörist hainlerin (FETÖ) girişimleri 17 Temmuz 2016 günü saat 16:00 itibariyle bütün yurt genelinde tam anlamıyla bastırılmış ve Türk Silahlı Kuvvetleri birlik ve kurumlarının tamamında mutlak kontrol sağlanmıştır.

Her ne kadar bu darbe girişimi Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde başlatılmış olsa da, bunu yapmaya kalkışan hainlerin, halkımızın Peygamber ocağı olarak adlandırdığı Türk Silahlı Kuvvetlerinin, vatanını, milletini, bayrağını seven ezici çoğunluktaki mensuplarıyla kesinlikle hiçbir alakası yoktur.

MİT TARAFINDAN 16.00 SULARINDA BİLGİ VERİLDİ

Bu kapsamda: 15 Temmuz 2016 Cuma günü saat 16:00 sularında Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından verilen bilgi, Genelkurmay Karargahında; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi AKAR, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Salih Zeki ÇOLAK ve Gnkur. II’nci Başkanı Orgeneral Yaşar GÜLER’in katılımıyla değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeye bağlı olarak;

Genelkurmay Başkanı tarafından;

(1) Silahlı Kuvvetler Komuta Harekat Merkezi Amiri Tuğgeneral İlhan KIRTIL aranarak, Türk hava sahasında ikinci bir emre kadar hiçbir askeri hava aracının (uçak, helikopter vs.) havalanmaması, havada bulunanaların derhal üslerine dönmesi,

(2) Kara Havacılık Komutanlığına gidilerek orada bulunan personel konuları ve hava araçlarının uçmaması dahil gereken her türlü tedbirin alınması,

(3) Etimesgut’taki Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığına gidilerek tank ve zırhlı araçlar başta olmak üzere tüm araçların hareketlerinin durdurulması ve hiçbir şekilde dışarı çıkmamaları yönünde gereken tedbirlerin alınması emirlerini vermiştir.

Gnkur.II’nci Başkanı tarafından da; Gnkur.Bşk.nın emriyle Hava Kuvvetleri Komutanlığı Harekat Merkezi aranmış ve Türk Hava Kuvvetlerine ait tüm hava araçlarının uçuşlarının durdurulması talimatı verilmiştir.

Böylece, alınan bilgi doğrultusunda bu alçak ve sefil girişime karşı ilgili/sorumlu makamlara gerekli ikaz ve emirler anında ve en geniş şekliyle iletilmiştir.

EN AĞIR ŞEKİLDE CEZALANDIRILACAKLAR

Bünyemizde ur haline gelen, kendilerine emanet edilen ve düşmana karşı kullanılması gereken silahları devletimize, silah arkadaşlarına ve halkımıza karşı kullanmakta tereddüt dahi etmeyen illegal çete mensubu terörist hainler (FETÖ) tarafından ihanet belgesi olan sözde (2 numaralı) bildirinin Genelkurmay Başkanınca imzalanması ve televizyonda okunması yönünde kendisine tehdit ve zorlamada bulunulmuştur. Hainlerin bu talepleri Genelkurmay Başkanı tarafından hakaret içeren ifadelerle, hiddetle ve kesinlikle reddedilmiştir.

Bu kapsamda; yüksek siyasi liderlik, Türk Silahlı Kuvvetlerinin gerçek evlatlarının ve kahraman emniyet mensuplarımızın anında verdiği tepki ve asil milletimizin engin bir anlayış ve kahramanca karşı koymasıyla içimizde urlaşan cunta heveslisi illegal çete mensubu terörist hainler (FETÖ) ile kahramanca mücadele edilerek, bağrımızda beslediğimiz yılanlara alanda layık oldukları cevap verilmiştir.

Bu zilleti ve rezaleti, Türkiye Cumhuriyeti Devletine, mazisi şan ve şerefle dolu Türk Silahlı Kuvvetlerine ve asil milletimize yaşatan alçaklar en ağır şekilde cezalandırılacaklardır.

Bu nedenle Yüce Milletimizin asker elbisesi içerisine girmiş eli kanlı canilerden oluşan illegal çete mensubu bu terörist hainler (FETÖ) ile görevinin başında olan, ülkemizin bekası için, aynı zamanda BTÖ ile de canla başla mücadele eden Türk Silahlı Kuvvetlerinin kahraman ve fedakar mensuplarını çok iyi ayırt edecek şekilde davranışta bulunacağına inanıyoruz. Bunun da ülkemizin ve asil Milletimizin birlik, bütünlük ve güvenliği bakımından hayati önemi haiz olduğunun bilincindeyiz.
Bir kez daha, bu darbe girişimi esnasında demokrasi ve hukuk düzenine sahip çıkma adına şehit olan kahraman silah arkadaşlarımıza, kahraman emniyet mensuplarımıza ve içerisinde çok sayıda gencimizin de bulunduğu kadirşinas milletimizin kahraman evlatlarına Yüce Allah’tan rahmet, değerli aile fertleri ve yakınlarına başsağlığı ve sabır, bütün yaralılarımıza acil şifalar diliyoruz.

Türk Silahlı Kuvvetleri en genç erinden en yüksek rütbeli general/amiraline kadar tüm personeliyle demokratik hukuk sistemi içerisinde Devletimizin ve yüce Milletimizin emrinde, görevinin başındadır.

Zafer, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, asil milletimizin yüksek değer ve hedeflerine inananlarındır.

DARBEDEN NOTLAR : İstihbarat Albay 2009’da ağzından kaçırmış


ESKİ Askeri Savcı emekli Albay Ahmet Zeki Üçok, TSK’da Fethullah Gülen yapılanması hakkında 1 yıl önce çarpıcı bir açıklama yapmıştı.

TSK içindeki Fethullahçı örgütlenmenin boyutları üç-beş subayla açıklanamayacak kadar büyük.

40 yıldır devletin bütün kadrolarına sızan paralel yapı, meğer TSK’yı örümcek ağı gibi sarmış.

Haliç Üniversitesi öğretim üyesi ve aynı zamanda Ergenekon davasından yargılanan Dr. Erol Mütercimler, TSK içindeki bu yapılanmaya ilişkin Habertürk’te dün akşam şunları söyledi:

1980’DE KULELİ ASKERİ LİSESİNDE FETÖ SORUŞTURMASI

"Ordu içinde 5 binin üzerinde subay var. Astsubay sayısını bilmiyoruz. Yapılanma 1971 sonrası başladı. 1980’de kendi bildiğim meseleyi söyleyim. Ben o yıl üsteğmen oldum. Beylerbeyi Astsubay hazırlama okulundaydım. Kuleli de yanımızda Yaşar Büyükanıt albay okulun komutanı. İlk defa 1980’de Büyükanıt lisedeki FETÖ’cü öğrencilerle ilgili soruşturma başlattı. Basit bir hesap yapınız. Her yıl 50 öğrenci alınsa ne yapar? Sene 1980 2016 ne yapar? 50 öğrenci 5 öğrenciyi etkilemiş olsa ne yapar varın siz hesaplayın. Bunu yalnız Kuleli için söylüyorum. Deniz Kuvvetleri daha facia. Deniz Kuvvetleri’nde yapılanma 2008 öncesine gelmesi için 2038’in gelmesi gerekiyor."

Tartışmalar sürerken bir önemli ayrıntıyı da geçtiğimiz yıl Ahmet Hakan’a röportaj veren ESKİ Askeri Savcı emekli Albay Ahmet Zeki Üçok, açıklamıştı.

Ahmet Hakan, bugünkü yazısında Üçok’un o sözlerinin yer aldığı gazete küpürünü manşetine taşıdı:

‘FETHULLAH GÜLEN’İN EMRİYLE F-16’LARIMIZ KALKACAK’

ESKİ Askeri Savcı emekli Albay Ahmet Zeki Üçok, Hürriyet’te geçen nisan ayında yayınlanan röportajda “Ordudaki Fethullahçılar” konusunu anlatmıştı.

O röportajda Ahmet Zeki Üçok…

Adı bizde saklı olan bir istihbarat albayın, 2009 yılında Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın bahçesinde şöyle dediğini söylemişti:

“Biz artık çok kuvvetlendik, şu anda Fethullah Gülen’in emriyle kalkacak F-16’larımız, F-4’lerimiz var.”

Hakikaten de bayağı güçlenmiş adamlar.

Ahmet Zeki Üçok, Nisan ayında Hürriyet’ten Ahmet Hakan’a verdiği röportajda bugün gözaltına alınan darbecileri ifşa etmişti.

DARBEDEN NOTLAR : Hava Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanı Tuğgeneral Aydemir Taşçı, sav cılık ifadesi


FETÖ darbe girişiminin ardından gözaltına alındıktan sonra tutuklanan Hava Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanı Tuğgeneral Aydemir Taşçı, savcılık ifadesinde olay gecesi Hava Kuvvetleri Karargahında bulunduğunu bildirdi

Tuğgeneral Aydemir Taşçı, cumhuriyet savcısına verdiği ifadede, “Hiçbir şekilde Fetullah Gülen terör örgütü yapılanması içinde yer almadığını” söyledi. “Yurtta Sulh Konseyi” hakkında herhangi bir bilgisi olmadığını savunan Taşçı, “Askeri darbe sonucunda benim mevcut görevime devam edeceğime dair bu konseyin aldığı karar vardır.” dedi.

Darbe girişimi günü PKK’ya yönelik toplantı yaptıklarını, saat 20.00 sıralarında da kurumdan ayrılarak Devlet Mahallesi’ndeki evine gittiğini söyleyen Taşçı, “Yarım saat sonra Genel Sekreter Albay Veysel Kavak telefonla aradı, Hava Kuvvetleri Karargahına çağırdı. Oraya gittim ve cumartesi 15.30’da yakalanıncaya kadar karargahta kaldım. Karargah içerisinde yakalandım.” beyanını verdi.

“Cumhurbaşkanını öldürmeye ve anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs ettiği” suçlamasını reddeden Taşçı, “Kimseden emir, talimat almadım. Çocuklarımdan birisi Hava Harp Okulu öğrencisidir. Benim yabancı ülke istihbarat teşkilatlarıyla herhangi bir bilgim yok. Sadece kişi olarak görüştüğüm, ODC isimli Amerikan temsilciliğinin başkanı olan Tuğgeneral ile görüştüm. Bu şahısla en son haziran başında görüştüm.” diye konuştu.

Taşçı, darbe teşebbüsü gecesi saat 23.00’ten itibaren televizyon bulunan yerde olduğunu bildirerek, “Cumhurbaşkanımızın, yetkili komutanlarımızın açıklamalarını basından takip ettim. Bulunduğum karargahın ilgili yerinden dışarı çıkmadım.” dedi.

KOMPLO TEORİLERİ : 15 TEMMUZ DARBESİ MİT İÇİNDEKİ RTE’YE SADIK SIRDAŞ BİR BÖ LÜM İLE AKP DERİN DEVLETİNİN PROJESİDİR


1. Ordu içerisindeki anti-Tayyipçi subaylar, gizlice Tayyip’in tarafında olan subaylar tarafından gaza getirilmiştir. Bu subaylara, 15 temmuz 2016 darbesi haberi verilmiş ve bu darbe sırasında onlara düsen görevler anlatılmıştır (Köprüyü kapatmak, TRT’yi basmak).

2. Ordunun tamamına yakını darbenin arkasındaymış gibi gösterilmiş, her üst rütbeli subayın bir görevi varmış gibi yapılmıştır. Meclisi ele geçirecek, Tayyip’i tutuklayacak olanların başka subaylar olduğu söylenmiştir.

3. Yeri ve zamanı gelince, bu anti-Tayyipçi subaylar ‘üzerlerine düşeni’ yapmışlar, fakat diğer subaylar (planlandığı gibi) yapmamışlardır. Dolayısıyla darbeciler iyot gibi ortada kalmışlardır.

4. Ellerinde darbeyi gerçekleştirebilecek kadar güç olmayan darbeciler, durumun vahametini anlamış ve (normal bir darbede olması gereken) meclisi ele geçirme / Tayyip’i tutuklama ya da öldürme islerini de yapmaya girişmişlerdir.

5. Bu sebeple, ellerindeki sinirli güçle meclis binasına ve Tayyip’in (çoktan terk ettiği) Marmaris’te kaldığı otele ümitsizce saldırılar düzenlemişlerdir.

6. Bir darbede "ilk yapılması gereken" şeyler olan Meclisi ve sivil lideri ele geçirme operasyonlarının hem saatler sonra, hem de son derece zayıf bir şekilde yapılmaya çalışılmış olmasının sebebi budur.

Sonuç:

Plan son derece başarılı bir şekilde işlemiş, ordudaki anti-Tayyipçiler alenen ortaya çıkarılmış, ve Tayyip’in eline "artık istediğini yapabilirsin, istediğini as istediğini kes" seklinde bir koz verilmiştir. Şimdi gerek Başkanlık yolu açılmış gerekse Anti Laik uygulamaların devreye sokulması sağlanmıştır. Çünkü bu saatten sonra buna muhalif olanlar ister Kemalist olsun, ister Solcu olsun, ister Ateist Demokrat olsun artık FETULLAHÇI TERÖR ÖRGÜTÜ MENSUBUDUR.

Plan tiyatro mudur?

Halk, polis ve darbeyi yapanlar seviyesinde değildir. Son derece gerçektir. Çatışmalar, ölümler gerçektir. Fakat daha yukarı gidildiğinde, Tayyip seviyesinde planlıdır, tiyatrodur.

Bu işin ardında MİT’ten RTE’ye sadık küçük sırdaş bir bölüm ve AKP DERİN DEVLETİ bulunuyor.

Ordu içinde ki ANTİ AKP’ci personel özellikle teşvik edilerek darbeye giden taşlar nakış gibi işlenmiştir. Bu şekilde bir taşla aynı Ergenekon kumpasında olduğu gibi birkaç kuş vurulmuş oldu. Tayyip Erdoğan hem mağdur edebiyatına yeni bir sayfa katmış oldu, hem de tam olarak kadrolaşamadığı TSK’ya iyice yerleşti. Aynı zamanda da bir kısım Fetullahçı ve Anti AKP’ci subaydan kurtulmuş oldu. Halk nezdinde TEK ADAMLIĞINI pekiştirmiş oldu.

Neresinden bakarsanız bakın bu MİT İÇİNDEKİ DERİN DEVLETİN ZAFERİDİR.

Ama unutulan bir şey var. Gücünü ve makamını hile ve desiselerle oluşturan liderler geçmişimizden gördük ki tarihin tozlu raflarında yerini alıyor.

Kaynak: https://eksisozluk.com/entry/61759264

Link : Http://biliyomuydun.com/darbe-planinin-basarisiz-olma/

DARBEDEN NOTLAR : ÇAKMA FETULLAHÇILAR İÇERDE, GERÇEK FETULLAHÇILAR DIŞARIDA


Pensilvanya’nın kraliçesi Nazlı Ilıcak’tan skandal tweet

Kanı Bozuk, darbeci, terörist ve vatan haini Fetullah Gülen’in tetikçisi Nazlı Ilıcak, 208 şehide rağmen skandal bir tweet paylaştı.

17/25 Aralık darbe girişiminin ardından Fetullahçı Terör Örgütü’ne yakın duran ve skandal açıklamalarından dolayı oğlu Mehmet Ali Ilıcak’tan bile tepki gören Nazlı Ilıcak, 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili skandal bir tweet paylaştı.

Nazlı Ilıcak, FETÖ’cü şerefsizlerin 60 polis, 3 asker ve 145 sivil olmak üzere 208 kişiyi şehit ettiği darbe girişimiyle ilgili, "Memleket çok karışık. Bodrum’dan gelişmeleri izliyorum. Düşüncelerimi twitter ve Özgür Düşünce’den paylaşıyorum" diyerek, gülen bir pozunu paylaştı.

DARBEDEN NOTLAR : CIA AJANI FETULLAH’IN BİRİCİK SAVCISI ZEKERİYA ÖZ KONUŞTU /// İŞTE BUYRUN :))


DARBEDEN NOTLAR /// Dursun Çiçek : Darbe girişiminde gözaltına alınanların yarısı masum olduklar ını ispat edip, çıkacak


“Komutanlar suçlu, kendi yaverini, emir subayını tanımalıydı”

Ergenekon-Balyoz davalarından yargılanıp beraat eden emekli kurmay albay ve CHP İstanbul Milletvekili Dursun Çiçek, 15 Temmuz darbe girişiminde Genelkurmay Başkanlığı’nın elinden alınan istihbarat yetkisinin ne gibi sakıncalar yarattığını olayın gözler önüne serdiğini söyledi. İktidar tarafından Genelkurmay’ın kendi istihbaratını toplayamaz hale getirildiğine söyleyen Çiçek, “Kendi istihbaratı olsaydı haberi alırdı ve bunun tedbirini alırdı” dedi. “Tabii komutanlar suçlu. Bütün istihbarat imkanları elinden alınması rağmen bunları ortaya çıkarmalıydı” diyen Çiçek, “Kendi yaverini, emir subayını tanımalıydı, takip etmeliydi, yaşamlarına bakmalıydı, irtibatlarını mümkün olduğunca kontrol etmeliydi” ifadelerini kullandı.

Çiçek, “Davalara konu olan yaklaşık 100 kişi. Şu ana kadar gözaltına alındılar. Tabii bunlar hepsi tutuklanacağı ya da en az yarısı masum olduklarını ispat edecek çıkacak” dedi.

CHP’li Çiçek, T24’ün 15 Temmuzla ilgili sorularını yanıtladı. FETÖ oluşumuna ilişkin Cumhurbaşkanı ve ailesi olmak üzere 1772 adet mektup yazdığını anlattı. TSK’nin 30 yıldır bu tehdidi anlatmaya çalıştığını söyleyen Çiçek, “Bizim sözlerimize kulak vermeyen iktidar kendi başına bela olduğu zaman FETÖ onun suç örgütü olduğunu bir darbe örgütü olduğunu kabul etti” dedi.

Çiçek’in değerlendirmeleri şöyle:

"Bizim yıllardır söylediğimiz hatta silahlı kuvvetlerin 30 yıldır söylediği ‘devlette FETÖ diye bir çete var, devleti ele geçirmek istiyor bunun için bütün yöntemleri kullanıyor, iftira atıyor, şantaj yapıyor’, bunu siyasete asker olarak anlatamadık. Hatta zaman zaman da bize suçlamalar yapıldı, ‘bu yaşlı adamdan ne istiyorsunuz’, ‘Dünyaya Türkçe öğretiyor’, bunu diyen iktidar eli kanlı terör örgütüyle FETÖ ile mücadele ediyor, ne zaman kendi başına geldiği zaman. Bizim sözlerimize kulak vermeyen iktidar kendi başına bela olduğu zaman FETÖ onun suç örgütü olduğunu bir darbe örgütü olduğunu kabul etti."

1772 adet mektup attım

"Tabi ki bu süreçte binlerce ihbar var, suç duyurusu var, kumpaslar, sahte belgeler var, bütün iktidar mensupları biliyor, ben 1772 adet mektup attım bunlardan 13 tanesi şu anki Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a, eşine, oğluna, kızına bu örgütün karanlık yüzünü anlattım ama Aralık ayına kadar hiç farkında değillerdi. Genelkurmay’ın kendi istihbaratını toplayamaz hale getirildi bu iktidar tarafından. Kendi istihbaratı olsaydı, haberi alırdı ve bunun tedbirini alırdı. Tabii komutanlar suçlu. Bütün istihbarat imkanları elinden alınmasına rağmen bunları ortaya çıkarmalıydı. Kendi yaverini, emir subayını tanımalıydı, takip etmeliydi, yaşamlarına bakmalıydı, irtibatlarını mümkün olduğunca kontrol etmeliydi."

T24: “Genelkurmay çok titiz” deniliyordu?

Öyleydi ama bu kumpas davalarında hepsinin hassasiyetini körleştirdiler. Bütün istihbarat imkanlarını hükümete aldılar. Şimdi bu kadar hazırlık yapılıyor, bu kadar uçaklar, helikopterler, planlar ve programlar MİT istihbarat, Emniyet istihbarat, Jandarma istihbarat ne yapıyor? Bir iki saat önce Genelkurmay başkanına ya da kuvvet komutanına deseler ki; böyle bir hazırlık var, bu engellenebilirdi. Bu kadar şehitleri, bu kadar ölümlere yaşamayabilirdik. FETÖ’nün en çok mağdur ettiği insanlarız biziz. Onların ayıklanmasını yıllardır istiyoruz. Hükümet ise dün istemeye başladı. Aralık’tan bu yana istemeye başladı. Dolayısıyla FETÖ’nün de her türlü darbe örgütünün de hesap vermelerini istiyoruz. Bizim tek isyan ettiğimiz nokta bu hükümetin bunlara karşı zamanında gerekli tedbirleri almaması, sitemin dışına atmaması.

T24: Bildirinin Fethullah Gülen ekibinden çıkmadığı iddiaları var?

O aldatma, o kandırma en iyi özelliklerinden birisi kendilerini gizlemek, komutanlarını kandırmak, çünkü ortaokuldan liseden aldıkları eğitim böyle. Takiyyecilik bunların en büyük niteliği. Milletin kafasını karıştırmak için sanki emir komuta zincirinde bir darbe oluyor, silahlı kuvvetler bir darbe yapıyor gibi imajını vermek için Türkiye’nin temel değerlerini vurgulayan bir açıklama yaptılar. Açıklama yapan kim; sıkıyönetim komutan olan albay, tuğgeneral. Silahlı kuvvetlerin emir komuta sitemindeki en tepedekiler nerede. Bunların hepsi yüzde onu geçmiyor. Davalara konu olan yaklaşık 100 kişi. Şu ana kadar gözaltına alındılar. Tabii bunlar hepsi tutuklanacağı ya da en az yarısı masum olduklarını ispat edecek çıkacak.

T24: Darbe sırasında halkın ne kadar korunaksız olduğu da ortaya çıktı; Böyle durumlarda normal mi?

Türkiye böyle bir olay yaşamadığı için bir de yönetim zafiyeti olduğu için halkımız bu sıkıntıları yaşadı. Cumhurbaşkanı, Başbakan erkenden haber alıp Genelkurmay’ı, komutanları silahlı kuvvetleri ikaz etselerdi, 18.00-19.00’da başlamışlar bu engellenebilirdi. Böyle bir şey yok. Herkes can derdine düştü, vatandaşın düşünen kalmadı. Temas kurulan 1. Ordu Komutana saatler sonra görevlendirildi, emir komuta sisteminin başına geçti. Dolayısıyla çözüm daha hızlandı. Darbeye katılım düştü, ayrılmalar başladı bu süreç iyi yönetilseydi, istihbarat iyi çalışsaydı Türkiye bu karanlık günleri yaşamazdı.

T24: Bundan sonra ne olur?

Bundan sonra en büyük tehlike eğer siyasi iktidar askeri milletin ordusu milletin polisi yapmazsa kendi arka bahçesi haline getirirse ki; milletin en büyük korkusu budur; yarın bir seçimde iktidar değiştiğinde 7 Haziran’da olduğu gibi ‘ben bu seçimleri tanımıyorum’ dediği zaman bu iradenin gereğini kim yapacak. Yargı yok, yargı karar verse bile icra edecek kolluk kuvveti yok. Sokağa çıkacak Mısır’daki gibi iç savaşa mı gideceğiz. İşte bu yönetimin 14 yılda Türkiye’yi getirdiği nokta bu. Cumhuriyet aydınları da insanlar da bunlardan korkuyorlar.

DARBEDEN NOTLAR /// Banu Avar : Bilginiz Olsun


Bilginiz olsun..

Batı istihbaratının önde gelen ‘uzmanları ne diyor?

RAND Corporation uzmanı, CİA Şefi Graham Fuller 16 temmuz 2016’da ifşa ediyor:

“Türkiye’nin ‘kaybet kaybet’ Darbe Durumu” Turkey’s Lose-Lose Coup Situation başlıklı makalesinden:

“Yakında görülecek ki bu olay Türkiye’deki herkes için bir ‘kaybet kaybet’ olayıdır. Ordu da millet de derin bir şekilde bölünmüş olacaktır. Darbe geleneği hortlamıştır. Geniş bir sivil çatışma ortamı muhtemelen yakında bir askeri müdahaleyi gerekli kılacaktır”

***

İngiliz İndependent gazetesi İngiliz istihbaratı MI 6. haberlerini yayar: Ortadogu ‘uzmanı’ Robert Fisk’in “Darbe, bir sonraki darbeye kadar engellendi” başlıklı yazısından:

“Darbenin başarısız olması, ordunun Erdoğan’a sadakati anlamına gelmez…. 161 kişinin can kaybı olan bir Türkiye, Ortadogu’da ulus-devletlerin çöküşünden bağımsız kalamayacaktır… ABD “seçilmiş hükümete” destek açıklaması yapmış ancak 2013’de Mısır darbesinde olduğu gibi darbenin başarıya ulaşması durumunda Erdoğan’a da Mursi gibi davranılacağı açıktır…. Ordu içinde darbe yapmaya niyetlenen askerler, Erdoğan’ın ülkelerini yok ettiğini düşünenlerin çok küçük bir kısmıdır…
Türkiye birkaç ay ya da yıl içerisinde yeni bir darbeye hazır olmalıdır”

***
Ünlü “Kan Sınırları’ haritası çizeri, Fox News Strateji uzmanı emekli asker Ralph Peters’in Pentagon sitesi Stratfor’daki “Türkiye’nin son umudu öldü’ başlıklı yazısından:

“Erdoğan’ın arkasındaki molla ve Mafya kalabalığı kazandı. Erdoğan bu başarısız darbeyi, Türkiye’de İslamcılaştırmayı hızlandırmak için kullanacağı kesin. Neo Osmanlı manya güçlenerek geliyor.. Eğitimli laik Türkleri, 1930 Almanyası bekliyor. Yeni ve hiç beklenmeyen savaşlar zamanı. Umutsuz zavallıca planlanmış bir darbe sonrası karanlık çöküyor.”

Link : https://www.facebook.com/BanuAVAR/posts/1272661052743905?pnref=story

DARBEDEN NOTLAR : İngiliz Guardian gazetesinden 15 Temmuz’un ışığında önemli uyarı !


İngiliz Guardian gazetesi, Türkiye’de yaşanan askeri darbe girişimini bugünkü başyazısına taşıdı. ‘Guardian’ın Türkiye görüşü: Seçilmiş diktatörlüğe dikkat’ başlıklı başyazıda, ‘Başarısız darbeye gaddar ve rastgele bir tepki, onu yenen değerleri tehdit edecektir’ ifadesi yer aldı.

İngiltere’nin saygın yayın kuruluşları arasında yer alan Guardian’ın başyazısında dikkat çeken noktalar özetle şöyle:

— Türkiye’deki başarısız darbe, kötü bir haber olabilir. Başarılı olabilirdi. Askeri diktatörlük, bilinen en kötü yönetim şekillerinden biri. Fakat seçilmiş diktatörlük de daha az tehlikeli değil ve Türkiye’nin böylesi bir devlete doğru yalpaladığı yönünde açık bir tehlike var.

— 6 bin kişinin tutuklanması, 2 bin 700 yargıcın kovulması, daha önce gazetecilerin taciz edilmesi ve tutuklanması üzerinden sivil toplumu sindirmek için elinden geleni yapmış olan bir rejimden gelen çok kötü işaretler.

— Başarısız bir askeri darbenin ardından silahlı kuvvetlere yönelik bir tasfiye kaçınılmaz, fakat seçilmiş hükümete karşı ayaklananlar yargıçlar değildi.

— Yargıya saldırı, Recep Tayyip Erdoğan’ın insan hakları ve hukukun üstünlüğüne yönelik saygısızlığı göz önüne alınırsa, bilhassa endişe verici.

— Darbenin ironilerinden ve başarısız olma nedenlerinden biri de şu ki, Sayın Erdoğan, kurtuluşunu yıllardır kendi hükümetinin düşünceleri doğrultusunda etkilemeye çalıştığı ademi merkeziyetçi sosyal medyaya borçlu.

— Erdoğan, özel televizyon kanallarını ve sosyal medyanın gücünü kullanarak, destekçilerini toplayabildi ve onları sokaklara çıkarabildi.

— Bu, hukuk devleti altında çalışan sivil toplum kurumlarının onları sürekli tehdit eden bir adamı kurtarmasının ilk örnek. Darbe güçlerini yenmek için sokağa dökülen insanların hepsi Erdoğan’ı savunmak için orada değildi. Çoğu demokrasinin

kendisini korumak için oradaydı.

halkmedia.com

LİNK : http://www.halkmedia.com/2016/7/ingiliz-guardian-gazetesinden-15-temmuzun-isiginda-onemli-uyari-h327.html

İLGİNÇ GÖRÜNTÜLER /// VİDEO : CEYLAN VE ASLAN MUHTEŞEM BİR HİKAYE !!!


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=f2l6ZVaKAfA&feature=em-subs_digest

GÜNDEM ANALİZİ /// VİDEO : Nasıl Yani Programı /// 18.07.2016 /// E. Tüma. Cem Gürdeniz – Gü lgûn Feyman Budak – Ulusal Kanal


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=WTbNUxsGHhM&list=TLIfkK6vdDK1oxOTA3MjAxNg

İSRAİL DOSYASI : İsrail’le yeni dönemde bir siber ittifak çıkar mı ?


YAZAR: MİNHAC ÇELİK

Türkiye’nin önde gelen uluslararası ilişkiler uzmanlarından Brookings Institute uzmanı Kemal Kirişçi, Suriye ve İsrail ile dış politikada yeni bir sayfanın açıldığı dönemi “İsrail anlaşmasını diplomatlar kotardı, avantajından işadamları yararlanacak. Rusya’yla ilişkilerin toparlanmasını işadamları kotardı, şimdi avantajından diplomatlar yararlanacak.” şeklinde değerlendirmiş.

Bölgesel ve küresel etkileri olacak iki siyasi adımı iki cümleyle anlatmak tabi ki Kirişçi hocaya özgü bir maharet; fakat biz de onun talebesi olarak, bu gelişmelerin siber alana yönelik etkilerini masaya yatırmaya çalışalım dedik.

Rusya ve İsrail krizlerinin siber alana yansımaları

Rusya ve İsrail’in bölgedeki en büyük iki siber güç olduğu rahatlıkla öne sürülebilir. Dünya çapında ses getiren operasyonları yürüten hacker gruplarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanan Rusya’nın Türkiye’de siber istihbarat operasyonları yaptığı global kurumların raporlarına yansımıştı.

RUS HACKERLER HÜRRİYET VE BAŞBAKANLIĞI HEDEF ALMIŞ

Dünyadaki siber güvenlik pazarında ciddi bir yeri olan İsrail ise, Stuxnet saldırısıyla İran’ın en mahrem nükleer tesislerine nasıl bir zarar verebileceğini göstererek caydırıcılığını perçinlemişti. Ünlü siber güvenlik uzmanı Kenneth Geers de Siber Bülten’e verdiği röportajda Türkiye için en önemli siber tehdidin İsrail olduğunu vurgulamıştı.

Rusya ve İsrail ile ilişkilerin gerilmesinden sonra bu ülkelerin siber alanda Türkiye ile ilgili politikaları incelendiğinde iki farklı durumun ortaya çıktığı görülüyor. Geçtiğimiz yıl kasım ayında Türkiye’nin bir Rus savaş uçağını düşürmesi ile başlayan kriz çok kısa bir süre sonra siber alana yansımış, olayın gerçekleşmesinden tam bir ay sonra Türkiye’nin önemli 3 bankasına yapılan siber saldırıdan yüzbinlerce müşteri etkilenmişti. Bu siber saldırılardan sonra Rusya kaynaklı bu kadar ses getiren başka bir operasyon duymadık. Fakat krizden önce ve sonra devam edegelen – özellikle Ankara’nın Suriye politikasını öğrenmeye yönelik- siber istihbarat operasyonların devam ettiği bir gerçek.

SİZCE RUS HACKERLAR ŞİMDİ NE YAPIYORDUR?

2010 yılında yaşanan Mavi Marmara saldırısından sonra zaten iyi gitmeyen Türkiye – İsrail ilişkileri diplomatik anlamda en geri seviyeye çekilmiş ve iki tarafın başbakanı birbirlerine yönelik ciddi suçlamalarda bulunmuştu. 2013 yılında İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, ABD Başkanı Obama’nın devreye girmesiyle Türkiye’den özür dilemesine kadar geçen 3 yılda İsrail ile birlikte çalışan -varsa- hacker gruplarından Türkiye’ye yönelik kamuoyunun bildiği bir saldırı gerçekleşmedi. Genel olarak bakıldığında İsrail’in bu tür ikinci seviye siber saldırıları düzenlemek gibi bir stratejik tercihi bulunmuyor. Buna karşın hacktivist gruplar İsrail’in kritik kurumlarına yönelik her sene saldırılar düzenliyor. Fakat stratejik seviyede siber dünyayı bir muharebe alanı olarak gördüğü ve rakip devletlerin sistemlerine ciddi zarara sebep olabilecek saldırılar gerçekleştirmesi İsrail’i bu konuda potansiyel bir güç olarak algılanmasına yol açıyor.

Rusya: Hala bir siber tehdit

Kriz zamanlarını geride bıraktığımıza göre, okuduklarımızdan görüştüklerimizden geleceğe yönelik öngörülerde bulunma cüretini gösterebiliriz.

Rusya kaynaklı halkın direkt zarar göreceği ve medyanın ilgisini büyük ölçüde çekecek ciddi saldırıların gelme ihtimalinin düştüğü ileri sürülebilir. Lakin, uçak krizinden gördüğümüz gibi, bir anlık bir olayın iki ülke arasında çıkardığı krizin siber alana yansıması çok kısa zaman alıyor. Türkiye’deki banka müşterilerinin bu krizden ciddi anlamda olumsuz etkilenmesi diplomatik ilişki – siber alan yönetişiminin ne kadar iç içe olduğunu hem devlet yetkililerine hem de özel sektör yöneticilerine göstermiş olması gerekiyor.

Benzer bir muhtemel krizde medya gruplarından, enerji dağıtım şebekelerine kadar geniş bir sektörel alanda siber saldırılara karşı alarm durumuna geçilmesi bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor. Bu tür tedbirlerin alınmaması durumunda bir başka uluslararası krizde -İran ya da Suriye olabilir- Türkiye’nin siber alandaki menfaatleri de yadsınamaz şekilde etkilenecektir.

SURİYE ELEKTRONİK ORDUSU İLE İLGİLİ BİLMEMİZ GEREKEN 10 ŞEY

Özellikle Suriye ile bir sıcak kriz durumunda Rus siber kuvvetlerinin de yeninden hedefi olacağımızı buraya not etmekte fayda var. Bu arada 4 yıl önce Suriye hava sahası içerisinde düşürülen Türk uçağının neden düştüğüne yönelik tatmin edici bir açıklama olmadığını ve uçağın düştüğü bölgenin yakınında bulunan Lazkiye’de bir Rus üssü olduğunu da hatırlatalım. Tabi unutulmaması gereken başka bir nokta da Rus mühendislerin halen Türkiye’de Akkuyu nükleer güç tesisini inşa ediyor olması gerçeği. Akkuyu meselesini siber perspektiften incelerken Stuxnet örneğini sık sık akla getirmek gerekebilir.

İsrail’le savunma ittifakı: Eski bir askeri gelenek

İsrail cephesine baktığımızda ise, Rusya kadar agresif hareket etmeyen fakat siber güvenlik piyasasındaki ticari ağırlığını stratejik bir silah olarak uluslararası ilişkilerde kullanan Tel Aviv yönetimi ile Ankara’nın siber politikalarda bundan sonra ne yapacağı ciddi bir soru.

Bu soruyu ciddileştiren nedenlerin başında Türkiye – İsrail ilişkilerinin temel eksenini savunma sektöründeki işbirliğinin oluşturması geliyor. Bu zamana kadar Türkiye coğrafi konumunu İsrail tarafından askeri avantajlar için kullanılmasına müsade etmişti. İsrail ise hem istihbarat paylaşımı hem de son teknoloji silahları Türkiye’ye satarak Ankara’nın bölgesel caydırıcılığına katkı sağlamıştı. 2010’dan sonra İsrail’in hava tatbikatı yapmak için (önceden bu tatbikatlar Konya’da yapılıyordu) Yunanistan’a başvurması ile Türkiye’nin İsrail’den aldığı İHA’ların modernizasyonunu yapamaması bahsettiğimiz iki konunun güncel örnekleri.

Krizin aşılmasından sonraki dönemde iki ülkenin savunma sanayindeki muhtemel yakınlaşması siber güvenliği kapsayacak şekilde genişler mi bilinmez; fakat ortaya konulması gereken bir gerçek var: Krize rağmen İsrail siber güvenlik ürünleri 2010 yılından bu yana giderek artan bir şekilde Türk kamu kurumları başta olmak üzere birçok farklı platformda kullanılmaya devam etti. Ankara’da İsrail ve siber güvenlik dediğinizde size ilk verilen cevap ‘Checkpoint’ oluyor.

Aslında Türkiye’de yaşanan, İsrail’in küresel siber güvenlik piyasasındaki ağırlığını artırma çabalarının bir sonucu. Tahminler dünyadaki toplam siber ihracatın yüzde 10’unun İsrailli şirketlere ait olduğunu gösteriyor. Artık kriz aşıldığına göre, Türkiye’deki ağları korumak için İsrailli firmalar için çalışan daha fazla satış temsilcisini bürokrasinin koridorlarında görmeye hazırlanabiliriz.

İSRAİL SİBER İHRACATINI İKİ KAT ARTIRDI

Stratejik olarak ise, bir kırılma yaşanmasa da böyle bir yakınlaşmanın sivil ve askeri bürokrasi açısından çatışma potansiyeli taşıyabileceğine dair izlenimler mevcut. Hem siber güvenlik meselelerini hem de İsrail Türkiye ilişkilerini yakından takip eden bir uzman görüşmemizde İsrail’in Türkiye ile siber güvenlikte stratejik seviyede bir işbirliği geliştirmesinin mümkün görmediğini iletti. Bunun nedenini de İsrail’in Türkiye’ye güvenmemesi olarak açıkladı.

İki tarafın da birbirine güven duymaması için haklı sebepleri var. Fakat Türkiye’de siyasi arenada manevra alanını genişletmekte olan askerler, İsrail ile yakın çalışma geleneğine sahip. PKK ile mücadelede istihbarat paylaşımı sağlanması ve buna İsrail’in Suriye’nin kuzeyindeki Kürt oluşumlarına dair topladığı siber istihbaratı Ankara’ya iletilmesinin eklenmesi, Türk tarafında -en azından asker, bürokraside- işbirliğini siber alanı alacak şekilde genişletme niyetini doğurabilir. IŞİD’in Türkiye’deki kanlı saldırılarına devam etmesi ve Ankara’nın iç istihbarat toplamak için siber araçlara daha çok başvurmak istemesi bu niyeti kabartabilir.

İsrailliler ne kadar işbirliğini kabul ederler bilmek zor. Fakat böyle bir siber ittifaka Türkiye bürokrasisinin sivil tarafından itirazlar yükseleceğini tahmin etmek o kadar da zor değil. Stratejik bakanlıklarda karar alma sürecinde etkili isimlerin, askerlerin de bulunduğu toplantılarda siber güvenlik dünyasının bazı isimlerini sadece Yahudi olduğu için hedef göstermesi, İsrail’le siber ittifak noktasında savunma elitleri arasında asker-sivil fikri çatışmasını öngörmek için bizlere malzeme sunuyor.

DARBEDEN NOTLAR /// VİDEO : ABD’li Asker – Darbe Olsaydı Biz Kazanacaktık, İslam Kaybedecekti


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=PwxHVYldEG4&feature=em-uploademail

MK ULTRA PROJECT /// VİDEO : PROOF Pokemon GO Is Massive MIND CONTROL ! (2016)


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=IjdPkrIz2gY&feature=youtu.be

DARBEDEN NOTLAR : MOSSAD’A GÖRE HALEN DARBECİLERİN ELİNDE 42 SİLAHLI HELİKOPTER VAR


MOSSAD’ın sitesinden akılalmaz iddia

İddiaya göre Türk Hava Kuvvetleri’nin halen kayıp olan helikopter sayısı 42. Cephane yüklü şekilde ortadan kaybolan helikopterlerin kontrol ekiplerinin de nerede oldukları bilinmiyor.

Darbe kalkışmasının havalandırdığı toz bulutu henüz tam manası ile yere inmedi. Ulusal basın kanalları içerisinde kimilerinin halen 15 savaş uçağının kayıp olduğuna dair bilgiler çıkarken resmi kaynaklar bu konuda çıkan bazı haberleri yalanlıyorlar.

Bu ilginç iddialara bir yenisi, Mossad’a yakınlığı ile bilinen DEBKAfile tarafından ortaya atıldı. İddiaya göre Türk Hava Kuvvetleri’nin halen kayıp olan helikopter sayısı 42. Cephane yüklü şekilde ortadan kaybolan helikopterlerin kontrol ekiplerinin de nerede oldukları bilinmiyor.

DEBKAfile’ın bir diğer iddiası ise, bu 42 helikopter ve ekipleri ortaya çıkmadıkları sürece darbe girişiminin bütünüyle sona erdiğini düşünmenin hata olacağı yönünde.

Not: Debka bu haberi önce 42 jet olarak vermiş, ardından içeriği düzelterek 42 savaş helikopteri olduğunu belirtti.

Kaynak: http://www.debka.com/newsupdatepopup/17150/Does-the-disappearance-of-42-Turkish-helicopters-mean-the-coup-is-not-over-

Şıvan Okçuoğlu

Odatv.com

YENİ DÜNYA DÜZENİ DOSYASI : Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye’de Planlı Yıllar


1945 sonrası ABD hegemonyası altında oluşan yeni dünya düzeni, içerisinde birçok önemli anlamı barındırmıştır. Öncelikle, liberal öğretiyle tam olarak çelişen Ulus-Devlet anlayışı, gerek ayrışma yarattığı için şiddetle karşı çıkılan kapitalizm anlayışını yumuşatmış gerekse bu karşı çıkışa önderlik eden aydınların milliyetçilik özlemlerini bu şekilde tatmin etmiştir. Bu anlayışa egemen olan ve yaklaşık otuz yıl sürecek olan süreçte, çoğu azgelişmiş ülkeye, sosyo-ekonomik anlamda güven veren “kalkınma” odaklı paradigma hakim olmuştur.

Kapitalizm’in “altın çağı” olarak adlandırılan ve kapitalist sistem içerisinde kalan ülkelerin yüksek büyüme hızları sağladığı dönemde, “Keynesgil Refah Devleti” politikaları 1973 petrol krizine kadar başarı ile uygulanmıştır. 1947’de ABD’nin Bretton-Woods eyaletinde toplanan bir grup tarafından oluşturulan ve Bretton-Woods olarak adlandırılan sistem ile yönetilen bu dönemde, az gelişmiş ülkelere önerilen kalkınma paradigması “planlı kalkınma” ekseninde ele alınmıştır. Bu noktada, ABD’de bu dönemde kurulan iki önemli uluslar arası fon kuruluşu ile az gelişmiş ülkelere fon aktarımı sağlamak için, bu ülkelere iktisadi planlama sürecine geçiş bir ön şart olarak kabul edilmiştir.

Yeni dünya düzeninde rol alan bu uluslar arası fon kuruluşlarının, az gelişmiş ülkelere planlı ekonomiye geçiş için verdiği borç, kredi veya hibe gibi aktarımların, az gelişmiş ülkelerde veya çevre ülkelerde, siyasal iktidarlar tarafından populist amaçlar için kullanılmasını önleyip, yapılan aktarımların(borç, kredi veya hibe) geri dönüşünü garanti altına almak için, bu ülkelere planlar hazırlatılmıştır. Planlı iktisadi süreci, bu az gelişmiş veya çevre ülkelerde başlatmak için, aynı zamanda, uluslar arası iktisadi kuruluşların uzmanları da sürece dahil olmuştur. Bu anlamda uzmanlar, planlamanın yayılmasında da önemli yere sahiptir. Planlamalar, İkinci Dünya Savaşı sonrası, sosyal-siyasal konjonktürde, finansal yardım alabilmek için ön şart oluşturduğundan oldukça öneme sahiptir.

Bu dönemde planlamaya, çevre ülkelerin yeni dünya düzeni içerisinde, sosyo-ekonomik ve siyasal açıdan merkeze kayabileceği ümidini taşıması anlamında, kalkınmanın en önemli araçlarından bir olarak bakılmıştır. Aynı zamanda, planlama ile sürdürülebilir büyüme sağlanacak ve bu da yaşam standardını yükseltecek anlayışı egemendir.

Türkiye’de, 1950’lerde dönemin siyasal iktidarı ve muhalif kesim arasındaki görüş farklılıkları, “planlama” ortak paydasında buluşmuş ve 1960 yılında DPT’nin kuruluşu ve 1963 yılında ilk beş yıllık kalkınma planı hayata geçirilmiştir. Türkiye de bu sürece, başta Dünya Bankası ve IMF olmak üzere çok sayıda uluslar arası iktisadi kuruluşun dış yardım, kredi veya proje desteği konularındaki talepleri ile dahil olmuştur. Birinci beş yıllık planlı kalkınma programında, “planlı kalkınma” deneyimi, ulusal kalkınmayı ekonomik, sosyal, teknolojik ve kültürel boyutlarıyla ele alan kapsamlı bir plan anlayışına dayanmaktadır.

Yaklaşık olarak 1980’lere kadar süren planlı dönemlerde Türkiye ekonomisinin temel iktisadi göstergeleri, dünya ortalamalarına paralellik göstermiştir. Öyle ki 1963-1980 arası dönemde ortalama büyüme %6,8 olarak gerçekleşmiş, bu noktada sanayide büyüme hızı %9,6 olurken, tarımda ise bu oran %3,9 olarak gerçekleşmiştir. Aynı dönemde enflasyon oranı ise ortalama %10lar seviyesinde gerçekleşmiştir.

Planlı yıllar, genel anlamda dünya ekonomisinde büyük hacim artışlarının yaşandığı dönemler olmuştur. Bu çerçevede düşünülecek olursa, İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı sosyo-ekonomik çöküş, emperyalist ABD’nin “yeni dünya düzeni” anlayışının egemen olduğu ve bunun yanı sıra kapitalist sistemde “merkez” konumunda bulunan Batılı gelişmiş ülkeler için bir fırsat niteliğini taşımıştır. Bu yolla kapitalizmin temel gelişme kaynaklarından olan çevreden-merkeze kaynak aktarım mekanizması, kesintisiz ve daha sağlam olarak yoluna devam ederken, bu sistemin yarattığı sömürü düzeni, adına “vahşi kapitalizm” adı verilen emperyalist yeni döneme zemin hazırlamıştır.

GÖÇMEN DOSYASI : Siyasi ve Ahlaki Boyutlarıyla Vatandaşlık Tartışması


Vatandaşlık statüsü verilmesi durumunda bunun bir güvenlik sorunu haline dönüşeceği de sık sık dile getirilen bir iddia. Ama ekonomik anlamda ne getireceği bilinmediği gibi güvenlik anlamında da sonuçlarının neler olacağını kestirmek öyle çok kolay değil.

Suriyeli sığınmacılara vatandaşlık verilmeli mi verilmemeli mi? Yeni gündem maddemiz bu. Siyasal ve ideolojik pozisyonunuzdan bakarsanız cevap vermesi çok kolay. Türkiye’deki derin kutuplaşma ve düşmanlık çerçevesinde değerlendirme yapanlar zaten pozisyonlarını almış haldeler. Onları aksi bir duruma ikna etmenin zaten yolu yok. Fakat meseleyi rasyonel bir zeminde değerlendirmek isteyenler için çok da kolay bir soru olmadığını bilmek gerekir. Hangi zeminde konuştuğunuz ve hangi değerleri öncelikli olarak düşündüğünüz sorusuna cevap vermeden üretilecek söylemin doğru düzgün bir karşılığı olması beklenemez. Kimisi hemen ortaya çıkıp “bu olamaz, Suriyeliler vatandaşlığa kabul edilemez” gibi isyan ederken bir yandan da “bu ülke ve insanının ne kadar yüce gönüllü olduğuna” dair söylemleri kafasına göre terennüm ediyor.

MESELEYİ DOĞRU ZEMİNE OTURTMAK

Lafa gelince bu toplum Osmanlı bakiyesidir ve yakın coğrafyadan gelen göçlerle kurulmuş bir mozaiktir diyeceksiniz, sonra da her cümlenizde yabancı ve göçmen düşmanlığı yapacaksınız. Bu olacak şey değil. Ama maalesef bizde bu tür fikri tutarlılıklar hiçbir zaman umursanmadığından böylesi çapraşık ifadelerin neden ve nasıl kullanılabildiği kimsenin aklına gelmiyor. Bir sonuca nasıl varıldığı değil, hangi sonuca varıldığı veya varılması gerektiği daha önemli hale geliyor. Hâlbuki bu tür meselelerde usul öncelikli olmalıdır. Usulün öncelikli olmadığı durumlarda kişisel düşmanlıklar ve siyasal pozisyonlar hükmü belirleyecek hale gelebilir. Hâlbuki soğukkanlı ve sağlıklı değerlendirmeler yapabilmek için düşünce usulünün esaslarına riayet etmek gerekir. Meseleyi öncelikle doğru bir zemine oturtmak, hangi zemine oturttuğundan emin olmak sonra da uygun araçlarla değerlendirmek gerekir.

Mesela ahlaki zeminle stratejik ve siyasi zeminleri birbirine karıştırmamak gerek. Bir yanda en ahlakçı lafları edip Twitter gibi mecralarda hayvanlar için bile duyar kasarken, Suriyeliler “bizim ne işimize yarar” gibi vulgar ifadeler kullanmak sadece ahlaksızlık değil aynı zamanda tutarsızlıktır. Bu ifadeleri kullananların ne merhameti ne de merhametsizliği bütüncül bir bakış açısına dayanır. Konuyla ilgisi sınırlı vatandaşın böylesi tavırlar takınması ve zaman zaman duygusal ifadeler kullanması doğaldır. Fakat konuyla ilgili uzmanlaşmış kimselerin bile bu tür savrulmalar yaşaması sorunludur. Bu nedenle konuyu hangi zeminde konuştuğumuz son derece önemlidir. Öncelikle meselenin iki ayrı zeminde değerlendirilebileceği düşünülebilir. Bunlar ahlaki ve stratejik zeminlerdir. Hem kamuoyu hem de siyasal aktörler bu iki zeminde de konuyu ele alacaktır. Ancak bu ikisi arasındaki geçişkenliğe dikkat edilmesi gerekir. Ahlaki zeminde ele alınacak olursa, ülkelerini terk etmek durumunda kalan sığınmacıların hakları konusu devreye girer. Her halükarda ahlaki bir değerlendirmede aslında ülkemize gelmek durumunda kalmış Suriyelilere karşı tutumumuzun daha içselleştirici olması gerektiğine dair genel bir eğilim var. En yabancı düşmanı tipler dahi bu tür beylik laflar etmeden duramıyor. Nasıl bu toplum yüzyıllar boyunca gelen göçleri içinde eritebildiyse, Suriyeli sığınmacılar da bu topluma entegre olabilir fikri yaygınlık kazanıyor. Bu konudaki en göze çarpan ahlaki eleştiri ise sığınmacıların vatandaşlığa kabul edilmesi durumunda nüfusun genel çoğunluğunun yaşayabileceği ekonomik ve sosyal sıkıntılar olarak gösterilmektedir. Tabi ki hukuki düzlemde bir devletin içindeki vatandaşların hakları anayasa tarafından garanti altına alınmıştır. Tabi ki bu anlamda Türkiye devleti öncelikle Türk vatandaşlarının refahını düşünecektir. Fakat ahlaki zemin hukuki zemin değildir. Dolayısıyla ahlaki bir değerlendirme bunun ötesinde sığınmacılara bir insan olarak bakmalı ve insani bir değerlendirme yapmak durumunda olmalıdır. Böyle olunca da Suriyeli sığınmacıların biran önce insani koşullara sahip bir yaşam standardına kavuşması gerektiği dile getirilebilir. Yani ahlaki zeminde asıl konuşulması gereken şudur: İnsani açıdan Suriyelere vatandaşlık statüsü verilmesi mi verilmemesi mi daha doğrudur?

Stratejik zeminde ise Suriyelilerin Türk toplumuna vatandaş olarak entegre edilmesi fırsat ve maliyetler bakımında değerlendirilebilir. Buna göre de konu öncelikle ekonomik alanda ve güvenlik alanlarında ele alınabilir. Tartışma esnasında muhtemelen sığınmacıların vatandaşlık statüsü kazanmasının ekonomik anlamda zarar vereceğini düşünenler olabileceği gibi katkı olabileceğini düşünenler de çıkacaktır. En azından bu tartışmayı sonlandırmak oldukça basitmiş gibi görünebilir ama aslında değildir. Çünkü benzerlik kurabileceğiniz bir örneğiniz yok. Üç milyonluk bir nüfustan bahsediyoruz ve kendine has özellikleri olan bir göçmen kitlesi var ortada. Daha önceki dünyadaki göç örneklerinde var olmayan özellikler barındıran bir grup olduğu için ne tür ekonomik sonuçlar çıkaracağını benzerlikler kurarak değerlendirmek çok zor. Mesela sık sık işsizlik yaratacağı gibi iddiaları dile getiriliyor. Fakat bunun doğrudan böyle bir etkisi olmadığına dair örnekler de var. Çünkü böyle bir durumda Suriyeli sığınmacıların yaptığı işlerle Türkiye’deki mukim vatandaşın yaptığı işler farklılık arzediyor. Veya vatandaşlık verilmesi durumunda bu sığınmacı kitlesinin ne kadar yatırım yapacağı ve bu yatırımın ne kadarının başarılı olacağı da oldukça tartışmalıdır. Benzeri örneklerden de anlaşılacağı gibi aslında ekonomik anlamda bile sonuçlarının neler olacağı çok kesin değil.

GÜVENLİK RİSKİ VAR MI?

Vatandaşlık statüsü verilmesi durumunda bunun bir güvenlik sorunu haline dönüşeceği de sık sık dile getirilen bir iddia. Ama ekonomik anlamda ne getireceği bilinmediği gibi güvenlik anlamında da sonuçlarının neler olacağını kestirmek öyle çok kolay değil. Tabi ki üç milyonluk bir kitlenin içinde her çeşit insan vardır. Ve bunların tabi ki bir kısmı suça bulaşmış ve temayülü olan kimselerdir. Bunların vatandaşlığa kabul edilmesi bir güvenlik riski olarak görülebilir. Fakat diğer taraftan bu sığınmacılar hâlihazırda bu topraklarda. Ve aslında uluslararası bir statüye kavuşturulmadan da kontrol altında tutulmaları çok daha zor. Yani hem mülteci statüsü hem de vatandaşlık verilmemesi durumunda çok daha az gözetim ve kontrol altında olacaktır. Bu sığınmacıların hukuki bir statü kazanması demek devletten alacakları haklar karşılığında kendilerini sorumlulukları bakımından da bağlamaları sonucunu doğuracaktır. Yani vatandaşlık böylelikle kimlik tespitlerinden tutun da bir mahalleden başka bir mahalleye taşınmalarına kadar her türlü hareketleri kontrol altına alma imkânı sunar. Dolayısıyla da vatandaşlık verilmesinin bir güvenlik tehdidi doğuracağı iddiası da tartışmaya açıktır.

Fakat tüm bu ayrıntılı tartışmalara, ahlaki ve stratejik değerlendirmelere rağmen, bir de orta da siyasal gerçeklik meselesi vardır. Bu siyasal gerçekliği kısaca özetleyecek olursak şu maddeler karşımıza çıkar. Bir Suriye’deki savaş kısa sürede bitmeyecek. İki Suriye’den gelen sığınmacıların yarısı bile ülkelerine dönmeyecek. Üç Türkiye bu sığınmacıları bir şekilde genel nüfusa entegre etmek durumunda kalacak. Böylesi bir siyasal gerçeklik değerlendirmesinden hareket edilecek olursa, o zaman bu vatandaşlık meselesi daha anlamlı bir zeminde ele alınabilir ve vatandaşlık verme eğiliminin entegrasyona yönelik çözüm arayışlarından yalnızca bir tanesi olduğu düşünülebilir. Bu tartışma bugün başladı. Bu tartışma esnasında belki başka çözüm önerileri de gündeme gelebilir. Belki bu vatandaşlık önerisi daha ayrıntılı bir tartışmaya tabi tutularak daha da olgunlaşmış bir tartışma haline dönebilir. Belki yeşil kart gibi daha ara süreçler devreye sokulabilir. Belki de doğrudan vatandaşlık statüsü gibi şok terapisi de tercih edilebilir. Hangisi tercih edilirse edilsin, bu siyasal otoritenin siyasal sorumluluğu altında alacağı bir karardır ve siyasal sonuçları olacaktır. Yani aslında günün sonunda hükumet bir tercih yapacak ve bu tercih toplumun geri kalanı tarafından değerlendirilecektir.

NASIL KONTROL EDİLECEK?

Sonuç olarak ne yaptığınızdan ziyade nasıl yaptığınız önem kazanır hale geliyor. Vatandaşlık vermek zorunda kalabilirsiniz ama bunu yaparken, hem içerisini hem statü kazanacakları kırmadan ve düşmanlaştırmadan yapmak hem ahlaken hem stratejik bakımdan kıymetlidir. Veya verilmeyecekse bu kitlelerin nasıl kontrol edileceğine dair başarılı yöntemler üretmek gerekecektir. Vatandaşlık statüsü vermek de vermemek de aslında süreçlerin nasıl yönetildiğine göre benzer sonuçlar üretebilir. Dolayısıyla bu kısır kavgayı bir kenara bırakıp hem ahlaki hem de stratejik anlamda en iyi sonucu değil, en iyi yöntemin ne olabileceğini rasyonel bir zeminde tartışmak gerekir.

[Star Açık Görüş, 17 Temmuz 2016]

IRKÇILIK DOSYASI : Amerika’nın “En Derin” Fay Hattı


Dallas olaylarının Amerikan toplumuna bir kez daha hatırlattığı ve geçmişte kaldığı sanılan toplumsal çatışma korkularının nüksetmesine sebep olan ırk ayrımcılığı meselesinin, toplumsal ve sosyo-ekonomik sebepleri ortadan kalkmadıkça Dallas benzeri olayların devamını göreceğimiz kesin.

Irk ayrımcılığı meselesi ABD Başkanı Obama’nın deyimiyle ‘Amerikan demokrasisinin en derin fay hatlarından biri’ olarak Dallas olaylarıyla bir kez daha gündeme geldi. Başkanın olaylarda hayatını kaybeden polis memurları için organize edilen anma töreninde yaptığı konuşmada bir yandan hukuk sisteminde siyahlar aleyhine taraflılığın getirdiği problemler olduğunu kabul ederken diğer yandan polis şiddetine karşı çıkan ‘Siyah Hayatlar Değerlidir’ gibi grupların da polislerin ne zor şartlar altında halkın güvenliğini sağlamaya çalıştığını görmezden geldiğini ima etti. Amerikan halkını hem polis teşkilatlarıyla hem de göstericilerle empati kurmaya çağıran Obama, siyah ve beyaz toplumlar arasındaki uçurumun kapatılamayacak gibi görünse de şiddet anında hem polisin hem de göstericilerin tavırlarının umut verici olduğunu vurguladı. Başkanlık döneminde 11 kez bu tür bir saldırı sonrası konuşma yapma durumunda olan Obama’nın konuşması retorik anlamda en güçlü konuşmalardan biriydi. Ancak son derece ilham verici bu konuşmanın Amerika’da tarihi çok eskiye dayanan ve birçok açıdan kurumsal bir hal almış ırk ayrımcılığı meselesini derin bir fay hattı olmaktan çıkarması kolay olmayacak.

IRK MESELESİ

Dallas’ta yaşananlar neredeyse rutin olarak duymaya alıştığımız beyaz bir polisin siyah bir zanlıyı öldürmesi şeklinde gerçekleşen bir polis şiddeti haberiyle kıvılcım aldı. Minnesota ve Louisana’da polis tarafından öldürülen iki siyah genç için Siyah Hayatlar Değerlidir hareketi tarafından ülkenin çeşitli şehirlerinde protesto gösterileri organize edilmişti. Dallas gösterileri sırasında, siyahi eski bir ordu mensubu olan Micah Johnson beş polis memurunu öldürerek olayların 11 Eylül sonrasında polis teşkilatlarının tek olayda verdiği en fazla can kaybı olarak tarihe geçmesine neden oldu. Saldırının ilk anlarında birden fazla saldırgan olabileceği ve organize bir saldırı ihtimali şiddetin büyüyerek siyah ve beyaz topluluklar arasında gerçekleşmesi korkusunu da beraberinde getirdi. Saldırganın yalnız hareket ettiğinin anlaşılması ve hem polisin hem de göstericilerin şiddetin toplumsallaşmasına karşı aldıkları tavır, olayların siyah ve beyaz topluluklar arasında bir çatışmaya dönüşmesini engelledi. Böyle bir çatışma ihtimali Amerika’nın en derin fay hatlarından birini harekete geçirebilme ihtimali dolayısıyla aslında en fazla korkulan senaryolardan biriydi. Böyle bir senaryo gerçekleşmese de Dallas saldırısı Amerikan tarihinin 1860’lardaki iç savaştan 1960’lardaki Sivil Haklar hareketine ve günümüze kadar en önemli toplumsal olayların temelinde olan ırk meselesini bir kez daha ülkenin bir numaralı gündem maddesine dönüştürdü.

Irk meselesi Amerikan toplumunun en başından beri en belirleyici toplumsal gerçekliklerinden birini oluşturdu. Yüzyıllar süren kölelik, köleliğin ilgası sonrası onlarca yıl devam eden ve kurumsal ve legal olarak siyah ve beyazların ayrılmasını esas alan Jim Crow müessesesi ve günümüzde hala devam eden ırklar arası sosyo-ekonomik eşitsizlikler ırk meselesinin Amerikan tarihindeki merkezi yerini ifade ediyor.

NESİL FARKI

Köleliğin kaldırılmasını bir iç savaşla sağlayan, sonrasında güney eyaletlerde uygulanan Jim Crow yasalarını da 1960’larda yasadışı kılmayı başaran Amerikan toplumu, mesele sosyal ve ekonomik eşitsizliklere gelince -ki polis şiddeti de önemli oranda bu eşitsizliklerin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor- adeta çaresiz kalmış görünüyor. Liberal kapitalist ve demokratik Amerikan sisteminde ırk meselesi sosyal ve ekonomik adaletsizliklerle iç içe geçmiş çetrefilli bir sorun olarak tekrar tekrar gün yüzüne çıkıyor. 1990’larda Clinton yönetimi sırasında hem kapitalist sistemin hem de sistem içerisinde tarihsel olarak dezavantajlı siyah toplum üyelerinin başarılı olabileceğine dair bir umut doğmuştu. O dönemde siyah toplumun ekonomik gelişmesi, yeterince çalışan herkesin dil, din, ırk ayrımı olmaksızın başarılı olabileceği önerisine dayanan ‘Amerikan rüyasının’ perçinlenmesine de hizmet etmişti.

2008 küresel ekonomik krizinden en fazla etkilenen topluluklardan biri de gene siyah Amerikaydı ve kapitalist sistemin yerine getirilemeyen vaatleri farklı toplumlar arasındaki sosyo-ekonomik uçurumun daha da büyümesine neden oldu. Gelir dağılımındaki adaletsizlikler bugünün Amerika’sında artık akademik bir egzersizden ziyade Bernie Sanders ve bir dereceye kadar da Donald Trump gibi başkan adaylarının kampanyalarını üzerine oturttukları bir gerçeklik halini almış durumda. Kriz döneminde büyüyen yeni neslin ekonomik beklentileri kendi ebeveynlerine göre çok daha düşük olan bir Amerika’dan bahsediyoruz. En zengin yüzde 1’lik kesimin toplumun geri kalanından daha fazla ekonomik güce sahip olduğu ve istihdamın düzenli iyileşmesine rağmen güçlü bir umut vermekten yoksun olduğu bir Amerika. Bu sorunlar tarihsel olarak dezavantajlı olan siyahi toplumu daha fazla etkiliyor ve o toplumun siyasi sabrını zorlarken daha kırılgan hale gelmesini de sağlıyor aslında.

SİYAH HAYATLAR DEĞERLİDİR

Bu tarihsel arkaplan ve süregelen sosyo-ekonomik eşitsizlikler Dallas’ta yaşananları izah etmeye yetmiyor elbette. Beyaz ve siyah toplumlar arasında karşılıklı güvensizlik ve büyük Amerikan şehirleri dışında yaşanan fiili Jim Crow diyebileceğimiz gerçeklikler, Amerikan toplumunun ırk meselesinin meydan okumasına karşı adeta çaresizliğini ortaya koyuyor.

Bu çaresizlik görüntüsüne artık tahammülü olmayan genç nesil de Siyah Hayatlar Değerlidir gibi örgütlenmeler etrafında eski neslin ayrımcılığa görece toleranslı davranmasını artık kabul etmiyor. Polis tarafından durdurulduğunda ani hareket yapmamaya, ellerini direksiyon üzerinde tutmaya ve mümkün olduğunca nazik konuşup polise karşı gelmemeye şartlanmış eski nesle karşılık haklarını bilen ve ilk andan itibaren beyazlara uygulanan aynı muameleyi bekleyen yeni nesil var karşımızda. Polis teşkilatlarının ırk meselesinde önemli mesafe aldığını yadsımak yanlış olur ancak bu yeni nesil için beyaz bir polisin silahsız bir siyahı öldürdüğü bir vaka bile tolerans gösterilebilir değil. Genç neslin aktivizmi oldukça keskin ve başkan Obama’nın da eleştirdiği gibi oldukça indirgemeci ve sosyal konteksi göz ardı eden yaklaşımlarda bulunabiliyorlar. Siyah toplumun liderlerinin çoğu hala Jim Crow yıllarını sonlandıran 1960’ların Sivil Haklar hareketinin hafızasıyla ırk meselesine bakarken, Siyah Hayatlar Değerlidir hareketi etrafında örgütlenen genç nesil aslında 2000’lerin gerçekliklerini önceleyerek tepki veriyor. Dolayısıyla günümüz Amerika’sında ırk meselesine bakarken toplumsal hafıza ve sosyo-ekonomik gerçeklikler kadar nesiller arasındaki siyasi farklılıkları da dikkate almak gerekiyor. Amerikan muhayyilesinde bu kadar merkezi bir yeri olan ırk meselesini, derin bir fay hattı olmaktan çıkarıp Amerikan kimliğinin çok kültürlülüğü ve sosyal zenginliği açısından itici bir güç haline getirebilmek belki de Amerikan toplumu için en büyük meydan okuma olarak öne çıkıyor. Böyle bir ideale en fazla 1990’larda yaklaşıldığını söylemek mümkün ancak Amerika’nın ilk siyahi başkanı döneminde bu minvalde ne kadar mesafe kat edilebildiği tartışmalı. Hatta Obama döneminde ırk ilişkilerinin kötüleştiğini ortaya koyan birçok çalışma da var. Bu durum başkan Obama’yla birlikte ırk meselesinde tarihsel bir mesafe kat etmeyi bekleyenleri de hayal kırıklığına uğratmış görünüyor. 2008 krizinin getirdiği tarihi zorluklar ve başkanın ‘siyah başkan’ rolüne hapsolmama gayreti bu hayal kırıklığında etkili olmuş olabilir. Başkanın sağlık sigortası reformu gibi inisiyatifleri, sosyo-ekonomik alt sınıfların desteklenmesini hedefleyen politikalar olarak tanımlanabilir. Başkanın bu şekilde siyah toplumun sorunlarını ‘siyahlara özel’ çözümlerden ziyade genel çözümlerin bir parçası haline getirerek çözmeye çalıştığını söylemek mümkün. Benzer bir şekilde olaya ateşli silahların yaygınlığı bağlamında yaklaşıp güçlü silah lobisini karşısına alması da pek sonuç getirmedi. Başkanın Amerika’da ırk ilişkileri meselesinde yaptığı tarihi nitelikteki konuşmalar son derece doğru tespitler ve dengeli yaklaşımlarla dolu ancak bu meseleyi Amerika’nın en derin fay hattı olmaktan çıkarması için elbette yeterli değil.

Dallas olaylarının Amerikan toplumuna bir kez daha hatırlattığı ve geçmişte kaldığı sanılan toplumsal çatışma korkularının nüksetmesine sebep olan ırk ayrımcılığı meselesinin toplumsal ve sosyo-ekonomik sebepleri ortadan kalkmadıkça Dallas benzeri olayların devamını göreceğimiz kesin. Bu sebeplerin ortadan kaldırılması da ırk meselesinin en zor kısmını teşkil ediyor zira sorun kanun ve yasalardan çok hem siyah hem de beyaz toplumun algıları, önyargıları ve korkularıyla alakalı. Bunları belirleyen psikolojik etkenlerin siyah ve beyaz toplum arasındaki mesafeyi azaltacak şekilde değiştirilmesi gerekiyor. Bunun oldukça uzun bir zaman ve olumlu bir momentum gerektirdiği aşikar. Bu anlamda Amerikan toplumunun ve siyasetinin ırk meselesinin meydan okumasına nasıl cevap vereceği ülkenin sosyal barışı açısından belirleyici olacak.

[Star Açık Görüş, 17 Temmuz 2016]

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI : Nice’te DAİŞ Terörü ve Yapılması Gerekenler


DAİŞ’in saldırıları "İslamcıların Batılılara açtığı bir savaş" değil. Radikal selefi ideolojiye sahip DAİŞ’in insanlığa karşı savaşıdır. Hem Müslim hem gayrimüslim olanları mağdur etmektedir.

DAİŞ, tüm "insanlığa" karşı açtığı savaştaki kanlı yüzünü bu kez Nice’te gösterdi. Perşembe gecesi Fransa milli günü kutlamaları sırasında kalabalığın içine kamyonla zikzaklar çizerek giren terörist 84 kişinin ölümüne sebep oldu. DAİŞ’in terör saldırısına karşı Fransız güvenlik birimleri teyakkuz halindeydi. Ancak DAİŞ daha fazla insanı öldürmek için dünya terör tarihinin bilindik bilinmedik yöntemlerini sentezleyerek yeni yöntemler denemekte ısrarcı.

Eylül 2014’te DAİŞ’in sözcüsü Abu Muhammed El-Adnani örgüt mensuplarını "arabayla ezme ve bıçaklama" eylemlerine teşvik etmişti. Taktik, yöntem, yer ve zamanlama açısında tahmin edilemezlik avantajına sahip.

Hatta terör eylemi yapmak için silaha, bombaya bile ihtiyaç olmadığını gösteriyor. Bu sebeple Fransız güvenlik birimlerinin zafiyetinden bahsetmenin pek bir anlamı yok aslında. Gündelik hayatı "hapishaneye" çevirecek ölçüde güvenlik önlemi almak terörün istediğine ulaşması demek olacak.

DAİŞ’in Fransa’yı yeniden hedef alması bu ülkedeki Kuzey Afrikalıları radikalleştirmede gösterdiği başarıyla alakalı. Bu örgüte en çok katılımın Tunus’tan olduğu biliniyor. Nitekim saldırganın Tunus kökenli Fransız vatandaşı olduğu yerel medyaya yansıdı.

DAİŞ’in bu tür saldırılarında amaçladığı şey kendisini "İslam’ın cihat eden temsilcisi" olarak konumlandırmak. Ve Batı başkentlerini kendi ülkelerindeki Müslümanları marjinalleştirecek tepkilerde bulunmaya itmek. Avrupa’daki yabancı düşmanlığını Müslüman karşıtlığına dönüştürerek her bir Müslümanı potansiyel teröriste çevirmek.

Daha önceki saldırılarda sağduyusunu koruyan Fransız devlet adamlarının bu seferki açıklamaları daha duygusal tonda. Cumhurbaşkanı Hollande "Fransa İslamcı terör tehdidiyle karşı karşıya; Fransa özgürlüğün sembolü 14 Temmuz ulusal bayramında hedef alındı; çünkü insan hakları fanatikler tarafından reddediliyor ve Fransa onların doğrudan hedefi" cümlelerini kullandı.

DAİŞ terörünün "İslamcı terör" olarak nitelenmesi de sorunlu bir yaklaşım. Terörle mücadelede kararlılık devam etmeli ancak tanımlamalar dikkatli yapılmalı. Her şeyden önce DAİŞ’in saldırıları "İslamcıların Batılılara açtığı bir savaş" değil. Radikal selefi ideolojiye sahip DAİŞ’in insanlığa karşı savaşıdır. Hem Müslim hem gayrimüslim olanları mağdur etmektedir. Hem Brüksel ve Paris’te, hem İstanbul ve Bağdat’ta katliamlar yapmaktadır.

Irak’ta ve Suriye’deki hedeflere daha fazla bomba yağdırmakla DAİŞ terörü sorunu çözülmeyecek. İsterse bu bombalama ABD- Rusya işbirliği ile yapılsın. Bu ülkelerdeki iç savaşlar Sünni Arapları da kapsayacak bir siyasi çözüme kavuşturulmalı. Rusya, Esed ve Şii milisler Halep’te katliam yaparken radikalleşmenin önüne geçilemez. Suriye’de PKKPYD’nin arkasına takılmış bir grup Sünni Arap ile de Sahva hareketi oluşturulamaz. Ilımlı muhaliflere "PKK-PYD emrinde DAİŞ ile savaşmayanı terör örgütü ilan ederim" tehdidinde bulunarak da bu terör dalgası durdurulamaz. Kaldı ki radikalleşmenin bataklığı kurutulmadıkça Avrupa kentleri de terörden kurtulamaz. Zira teröristler her Avrupa ülkesinin içinde halen mevcut. Yapılması gerekenlerin bazılarını ise şöyle sıralayabilirim:

ABD öncülüğündeki koalisyonun DAİŞ ile mücadele stratejisi yeni baştan ele alınmalı. DAİŞ’e düşmanlarına karşı saldırı yapma fırsatı tanıyan yaklaşım terk edilmeli.

Zamana yayılmış bir yöntemle ve DAİŞ sempatizanı kitlelerin tepkisini çekecek yerel aktörlerle bu örgütün bitirilemeyeceği görülmeli.

Radikalleşme dünya ölçeğinde kapsamlı bir işbirliği ile engellenmeli; terörist ayrımı yapılmadan…

DAİŞ’in "İslam ve cihat anlayışını" gayrimeşru ve gayri İslami ilan edecek bir İslami/ İslamcı seferberlik gerekli. Bu da bütün İslamcıları terörist gören yaklaşımı terk etmeyi gerektiriyor.

[Sabah, 16 Temmuz 2016]

TERÖR DOSYASI : Terörün Kurbanları Belli, Sorumlusu Kim ?


Terörün doğrudan ya da dolaylı sorumlularını aradığımızda karşımıza ilk çıkan kesim kendi ülkelerindeki terörist faaliyetlere karşı gerekli tedbirleri almayan ve hatta göz yuman siyasetçilerdir.

Terör gündemden düşmüyor ve her geçen gün insanlık için oluşturduğu tehdit büyüyor.

Türkiye gazetesindeki “Terör dalgası İslam ülkelerini sarsıyor” başlıklı ilk yazımda terörün başta İslam ülkeleri olmak üzere bütün dünya için ne kadar büyük bir tehlikeye dönüştüğünü yazmıştım. İkinci yazıda da NATO’nun Türkiye’nin ısrarlı taleplerini görmezden gelmeyi bırakıp, teröre karşı ortak bir savunma konsepti geliştirmesi gerektiğine vurgu yapmış, bunun için de öncelikle Türkiye’nin Batılı müttefiklerinin teröre karşı ikircikli politikalarını değiştirmelerinin zorunlu olduğuna işaret etmiştim.

Bugünün yazısı Türk-Alman ilişkilerinde yaşanan sorunlara dair olacaktı, ancak terör gündemi dünyanın yakasını bırakmıyor. Fransa’da gerçekleşen kanlı eylem yeniden terör konusunda yazmayı zorunlu kılıyor.

Bu tür, çocuklar dahil masum sivilleri hedef alan insanlık dışı eylemlerin ardından genel olarak yapılan terörün lanetlenmesi ve güvenlik tedbirlerinin artırılmasıdır. Olayın sıcaklığı ve dehşeti devam ederken hemen herkesin beklediği şey dayanışma gösterilmesidir ve bu atmosferde terörün sorumlularının kimler olduğuna dair sorular pek hoş karşılanmaz. İşte ben de tam bu hoş karşılanmayan şeyi yapmak ve sormak istiyorum: Neden İstanbul’da, Ankara’da, Bağdat’ta, Nice’de ve Medine’de masum insanlar terör saldırılarında hayatını kaybetmek zorunda? Görünen teröristler dışında bu terörist eylemlerin yaşanmasının ve her yıl binlerce insanın hayatını kaybetmesinin sorumluları kimler?

Terörün doğrudan ya da dolaylı sorumlularını aradığımızda karşımıza ilk çıkan kesim kendi ülkelerindeki terörist faaliyetlere karşı gerekli tedbirleri almayan ve hatta göz yuman siyasetçilerdir. Başta şimdi terörist saldırıların hedefindeki Fransa ve Belçika olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin terörizme karşı mücadelede yıllardır nasıl ikircikli bir tutum içerisinde olduğunu hatırlayalım. PKK gibi terörist örgütler yasaklı olmasına rağmen bu örgütlerin mensuplarının Avrupa ülkelerinin çoğunda rahatça faaliyet yapmaları, Avrupa’nın yakın zamana kadar terörizmi sadece kendisi dışındaki dünyanın bir sorunu olarak görme illüzyonundan kaynaklanıyordu. Türkiye’nin bu konudaki bütün ısrarlı dayanışma taleplerine rağmen terörizmin ne kadar büyük bir tehdit olduğunu görmemekte direttiler.

Terörün sorumlularını ararken karşımıza çıkan bir başka kesim terörist örgütlerin siyaset ve medya dünyasındaki uzantılarıdır. Gerek Avrupa ülkelerinde gerekse Türkiye’de başta PKK olmak üzere bütün terörist örgütlere sempati duyan, onların kanlı eylemlerini bir tür hak arama mücadelesi olarak gören çok sayıda siyasetçi ve medya mensubu vardır. Bunlar arasında milletvekilleri ve önemli köşe yazarları da vardır. Bu şekilde teröristin durduğu yeri kutsayan ve eylemlerine sempati duyan kişilere parlamentolarda ve önemli medya organlarında alan açılması terörle mücadelenin başarı şansını azaltmaktadır.

Etnik, dinsel/mezhepsel, ideolojik veya sınıfsal aidiyetleri nedeniyle dışlanarak radikalleşmeye itilen kesimlerin terörist örgütler için kolay ve önemli bir insan kaynağı oluşturduğu hatırlanırsa, bu şekilde ayrımcı politikalar izleyenlerin ve onlara bu politikalarında destek verenlerin de terörün dolaylı sorumluları arasında zikredilmesi gerekiyor. Arap Devrimleri sırasında, onlarca yıldır despotik rejimler altında yaşamak zorunda kalan insanların onurlu ve özgür bir hayat için başlattıkları mücadelenin bölge ülkelerinde ve Batı’da nasıl karşılık bulduğuna bakıldığında, Orta Doğu kökenli insanların kendi ülkelerinde ve Avrupa’da radikalize olup terörist örgütler için verimli bir tarla oluşturmalarında hem Orta Doğu hem de Avrupalı yöneticilerin sorumluluğu anlaşılacaktır.

Terörün giderek yaygınlaşmasında kimlerin sorumlu olduğu araştırılırken bakılması gereken bir nokta da, bazı ülkelerin ya devlet politikası olarak ya da devlet içerisinde etkili bazı kesimlerin örtülü politikalarının bir sonucu olarak terörist örgütleri dış politikalarının bir aracı olarak kullanmalarıdır. Çok tehlikeli olan bu yöntem çoğu zaman ters tepmekte ve terörist örgütleri dış politikasının bir enstrümanı olarak kullanan devletlere daha büyük zararlar vermektedir.

Evet, acılar taze iken teröre hedef olan ülkelerin de sorumluluklarından bahsedilmesi can yakıyor belki, ancak daha önceki saldırıların ne kadar çabuk unutulduğu hatırlanırsa, olayın vahameti ortadayken nelerin yanlış yapıldığına dikkat çekmek bu yanlışlıkların giderilmesi için bir fırsat oluşturabilir. Bütün herkesin terörün bu kadar büyümesinde kendi sorumluluklarının farkına varıp hatalarını düzeltmesi, insanlığı tehdit eden bu büyük felakete karşı mücadelede atılacak ilk önemli adım olacaktır.

[Türkiye, 16 Temmuz 2016]

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.