Günlük arşivler: 13 Temmuz 2016

AMERİKA DOSYASI /// Arslan Bulut : Erdoğan’a ABD şantajı !


​Bir oyun dönüyor ama nasıl sonuçlanacağı belli değil! Suriye’deki PKK uzantısı PYD’nin eş başkanı Salih Müslim, Türkiye’nin IŞİD ile bağlantılı olduğunu iddia ettikten sonra "Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmasına sebep olacak bütün belgeler ABD ve Rusya’nın elinde" dedi.Öncelikle belirteyim ki Suriye politikasında Türkiye’nin hataları vardır ama bu durum, IŞİD’in gerçek patronunun ABD olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

***

Müslim ise Türkiye’nin hâlâ çeşitli yollardan IŞİD’e yardım göndermeye çalıştığını, bunu El Nusra ve Ahrar û Şam gibi IŞİD ile aynı zihniyete sahip olan güçler üzerinden yaptığını, son olarak 12 TIR yardım ulaştırdığını öne sürdü.Müslim, daha da ileri giderek "Kim ne derse desin IŞİD’in kurucuları arasında Türkiye vardı. Ruslar bu dosyalara yani Türkiye’nin DAİŞ ile olan ilişkilerin belgelerine sahip durumda. Yine Reza Zarrab’ın ABD’de tutuklanması da bununla ilgilidir. Kuveyt Türk Bankası’na karşı açılmış bir dava var. Bunlarla birlikte Türkiye’nin bütün ilişkileri açığa çıkarıldı ve çıkarılıyor" dedi.

Müslim’in diğer iddiaları şöyle:

· "Zarrab davası, birilerinin boynunda ip gibi duruyor, Bu ipi istedikleri zaman çekebilirler. ABD, elinde bulundurduğu bu ipi çekecek mi yoksa şantaj olarak mı kullanacak birlikte göreceğiz."

· "IŞİD’in içinde farklı fraksiyonlar vardı bunların içinde Türkiye etkisi olanlar artık zayıfladı. Özellikle belli yerlerde Türkmenler falan vardı, bunların gücü zayıfladı. Ebu Müslüm’ün öldürülmesi buna bir örnektir. Türkiye’nin politikasını IŞİD içerisinde yürüten birçok isim öldürüldü. İstanbul’daki saldırı Türkiye’ye karşı bir şantajdır; ‘ya eskisi gibi bize yardım etmeye devam edersin ya da sana karşı da eylem yapabiliriz’ mesajı verildi".

· "IŞİD’in Avrupa’da uyuyan ve zaman zaman eylem yapan hücreleri Türkiye’deki güç tarafından yönetiliyor." Bu iddialardan hemen sonra ABD’nin dünya çapındaki haber ajansı AP, 2013 Eylül ayından 2014’ün Aralık ayına kadar Türkiye’den Suriye’ye geçen 4037 militanın IŞİD tarafından doldurulmuş giriş belgelerine ulaştığına dair bir haber yayınladı. Habere göre bu militanların yaklaşık üçte biri belirli 3 bölgeden geçiş yaptı: Akçakale, Karkamış ve Öncüpınar…

***

Müslim’in iddiaları ve AP haberinin zamanlaması, şantajın yeni bir boyutudur. Müslim’i "uyarı niteliğinde" konuşturan ABD’dir!

· İşin şantaj boyutu bir gerçektir. 25 Nisan 2014’te "Tayyip Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Ermenilerden Türkiye adına özür dilemesinin sebebi, kendisinin var olduğunu söylediği şantaj kasetlerinin açıklanması korkusudur. Kasetler, zannedildiği gibi cemaatin değil CIA’nın elindedir. Bu kasetler ABD devlet yetkilileri ve CIA mensupları ile yapılan görüşmelerden oluşmaktadır!" diye konuya değinmiştik

· 1 Eylül 2014’te olayı, "Türkiye’deki siyasilerin gizli işleri, sadece omuzlarındaki melekler tarafından değil, ABD ve Almanya tarafından da kaydedilmiş durumdadır. Dolayısıyla Türkiye’yi yönetenler büyük bir şantaj ile karşı karşıyadır. Şantaja maruz kaldıkları için de Türkiye’yi yönetemez duruma düşmüşlerdir" diye özetlemiştik

· 25 Mart 2016’da da ABD’nin Türkiye’nin rejimini değiştirmek için şantaj yaptığını belirttikten sonra "Mesele şu ki Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’na yapılan şantaj, Türkiye’ye yönelik bir saldırıdır. Terör olayları da aynı şantaj kapsamındadır. Bu saldırıya dayanak teşkil edecek ne yapılmıştır ki Amerikalılar, PYD örneğinde olduğu gibi teröre bu kadar açıktan destek veriyor ve Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalışıyor?" diye sormuştuk. Yine soruyoruz…

EĞİTİM DOSYASI : Milli Eğitim Bakanı İsmet YILMAZ ENGELLİ ÖĞRETM ENİMİZDEN ACİLEN ÖZÜR DİLEMELİ !!!!!!!!!!


Ocak 2016’da talihsiz bir olay yaşanmış ve ben de bunu kaleme almıştım. Önce sizlere olayı kısaca hatırlatmak istiyorum;

Reyhan Arısoy Levent, Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü mezunu… 17 yıl öğretmenlik yapan Reyhan Hanım, 2010 yılından beridir de İzmir’in Karabağlar ilçesindeki Duğrallar İlkokulu’nda İngilizce Öğretmenliği görevini yürütüyordu.

Öğrencilerini çok seven ve onların iyi bir birey olması için gayret eden bu çalışkan öğretmeni, meslektaşlarından ayıran özelliği ise görme engelli olmasıydı.

Bu özel durum bazı velileri rahatsız etmiş ve Reyhan Öğretmen’in engelinden dolayı yetersiz olduğunu, derslerinin verimsiz geçtiğini ve güvenlik zafiyeti yaşandığını iddia etmişlerdi. Bunu ispatlamak için de sınıfa “izinsiz girip” ders esnasında gizli kamera ile öğretmeni ve öğrencilerini görüntüleyip sosyal medyada yayımlamışlardı.

Öğretmen, ancak sosyal medyada görüntüler paylaşılınca olaydan haberdar olmuştu.

Hatırladınız sanırım…

Olay o kadar çirkin ki, neresinden tutsanız elinizde kalıyor:

Türkiye’nin en saygın üniversitelerinin birisinden mezun olmuş ve yeryüzünün en saygın mesleğini yapmaya çalışan bir kadının sırf görme engelli olduğu gerekçesiyle, 17 yıllık emeğini yok saymak mı?

Çocuğunun öğretmenini gizlice görüntüleyip sosyal medyaya servis eden bir ebeveynin, çocuğuna ahlaklı ve vicdanlı olmayı nasıl öğreteceği mi?

Öğretmenin kırılan onuru mu?

Yoksa öğretmene ve eğitim kurumuna gösterilen saygısızlık mı daha kötü? Hakikaten kestiremiyorum.

Olayın yaşanmasının ardından Reyhan Hanım’la yaptığım telefon görüşmesinde bana söyledikleri hala aklımda ve önemli olduğunu düşündüğüm için tekrarlamak istiyorum;

“Yaşanan bu olaylardan dolayı çok üzgünüm. Çocuklar yemeklerini yetiştiremediği için teneffüse ek zaman vermiştim, görüntüleri o zaman çekmişler ve keserek farklı bir profil yapmışlar sonra da sosyal medyada paylaşmışlar. Bunu yapanın veya yapanların kim olduğunu bilmiyorum. Ben çocukları çok seviyorum onlar da beni çok seviyor.

Bana okul içinde en çok yardım eden, öğrencilerimdir. O kadar ki, yardım etme kavgası olmasın diye sıraya koydum çocukları.

Ben görme engelliyim diye bir istismarları söz konusu değil, aksine daha güzel anlaşıyoruz. Birçok öğretmen arkadaşım çocuklarla başa çıkmanın zorluğundan bahseder. Elbette yaramazlıkları olacak ama bu durumun bana özelmiş gibi lanse edilmesini anlamıyorum.

Görme engelli olmam kötü bir eğitimci olduğumu göstermez, aksine çok iyi bir eğitimciyim. Bugüne kadar da yüzlerce çocuk yetiştirdim.”

Aradan tam 7 ay geçti. Peki bu geçen zaman zarfında neler yaşandı dersiniz;

Reyhan Öğretmen, kendisini gizlice görüntüleyen velilerden şikâyetçi olmadığı için velilere herhangi bir soruşturma açılmadı, fakat velilerin şikâyeti neticesinde Karabağlar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, “Reyhan Hanım’ın, öğretmenlik yapıp yapamayacağı konusunda rapor almasını” istedi. Düşünebiliyor musunuz; 17 yıl aktif olarak görev yapan bir öğretmenden görevini yapıp yapamayacağına dair doktor onayı isteniyor. İşin enteresanlığı bununla da bitmiyor, istenilen raporun neticesi beklenmeden bir e-mail geliyor Reyhan Hanım’a…

Gelen e-mail şöyle; “İl Milli Eğitim Maarif Müfettişleri tarafından yapılan inceleme ve soruşturma işlemi tamamlanmış ve Valilik makamınca idari işlerde görevlendirilmesi uygun görülmüştür.” Yani, ‘Reyhan Hanım ğretmenlik görevinden alınmıştır.’

……

Olayın yaşandığı günlerde, Türkiye Beyazay Derneği Genel Başkanı Lokman Ayva Bey ile yaptığımız istişarelerde ülkemiz adına utanç verici bu meselenin olumlu neticeleneceğini ve Reyhan Hanım’a itibarının iade edileceğini ön görmüştük. Fakat yaşanan gelişmeler neticesinde hayal kırıklığı yaşadığımızı söylemeliyim.

Böyle olmamalıydı ve olmamalı da… Yaşanan bu süreçten utandığımı belirtmek istiyorum. Ülkem adına bu olayın bu şekilde neticelenmesine razı değilim.

Bir vatandaş olarak, Milli Eğitim Bakanımız Sayın İsmet YILMAZ’dan konuyu çözüme kavuşturmasını ve kamu vicdanını yaralayan şu soruların cevabını vermesini rica ediyorum;

– 17 yıl öğretmenlik yapan bir kişiden “Öğretmenlik yapıp yapamayacağına dair rapor istenmesinin” mantığı nedir?

– Bir doktor, neye göre bir insanın öğretmenlik yapıp yapamayacağına karar verecek? Bu konuyla ilgili bir ölçüt var mıdır doktorun elinde?

– Reyhan Öğretmen’in görme engeli, öğrencilere eğitim vermesine engelse, yıllardır ülkemizde İngilizce eğitim verip öğrencilere İngilizce konuşturamayan, Matematik dersi verip Matematik çözdüremeyen, Beden eğitimi dersi verip sporcu yetiştiremeyen öğretmenleri ne yapacağız?

– Okul idaresi velilerin gizli görüntü almasına neden engel olmamıştır?

– Gizli görüntüler nasıl “delil olarak” kabul edilmiştir?

– En önemlisi de, kamu görevi yapan bir öğretmenin görev başında iken gizli görüntülerini çekip sosyal medyada yayınlayan velilere, öğretmen şikâyetçi olmasa dahi neden kamu davası açılmamıştır?

Ayşe Baykal

Hürriyet Sosyal Özel

http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/ayse-baykal_535/makale/milli-egitim-bakani-sayin-ismet-yilmaza-acik-mektup_494927

Salih ARIKAN

skaype: saliharikan2

facebook: https://www.facebook.com/saliharikan4

GSM. 0506 514 96 93

www.beyazay.org.tr

KARİKATÜR : ERGENEKON SORUŞTURMASI :))))))))


KARİKATÜR : KARDEŞLER FIRINI :)))))


KARİKATÜR : ERCAN TELLİOĞLU’NUN BAŞARISI :)))))))) (+ 18 ARGO İÇERİR)


KARİKATÜR : KRAVAT MECBURİ :)))))))) (+ 18 ARGO İÇERİR)


ANMA MESAJI : Srebrenitsa Katliamı’nda Şehit edilenleri özlemle anıyoruz.


Srebrenitsa Katliamı’nda Şehit edilenleri özlemle anıyoruz. 21 yıl önce 8,372 kardeşimiz hayattan koparıldı. Mekanları Cennet olsun.

GÜNDEM ANALİZİ /// VİDEO : Nasıl Yani Programı /// 10.07.2016 /// Dr. Erol Mütercimler – Gül gûn Feyman Budak – Ulusal Kanal


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=qE4ohghOsMI&feature=em-subs_digest

SURİYE DOSYASI /// VİDEO : TÜRKİYE SURİYE’DE ESED’Lİ GEÇİŞ SÜRECİNE ONAY MI VERECEK ?


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=5JJGwLXAR80&list=TLhoNdvNEtqaQxMzA3MjAxNg

ERGENEKON DOSYALARI : İşte kumpasın imzaları


Sahte Danıştay suikastı şeması, kumpas olduğu ortaya çıkan İstanbul ve İzmir Askeri Casusluk davaları… Bu üç davanın altında Genelkurmay eski Adli Müşaviri Albay Muharrem Köse ve Deniz Binbaşı Hüseyin Yıldırım’ın imzaları var. ‘Belgeler gerçek’ diyen bu raporların ardından yüzlerce subay ya gözaltına alındı ya da tutuklandı…

Silivri’de Ergenekon Davası’na bakan dönemin Özel Yetkili İstanbul 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’ne 2012 Haziran ayında Genelkurmay Başkanlığı’ndan bir yazı gelir. Yazıda, Genelkurmay’ın 17 Mayıs 2006’daki Danıştay saldırısından bir ay sonra suikasta ilişkin bir şema hazırladığı anlaşılır. Ortada Ergenekon yokken bu davada yargılanacak isimler o şemada yer alır. Şemada, dönemin Genelkurmay Adli Müşavir Vekili Muharrem Köse’nin imzası vardır. Şemaya “Aslı gibidir” damgası vuran da Deniz İstihbarat Binbaşı Hüseyin Yıldırım’dır. İşte bu şemanın sahte olduğu tespit edilir. SÖZCÜ, bu şemaya imza atan iki isimle ilgili önemli bilgilere ulaştı.

Hüseyin Yıldırım Danıştay şemasına ‘Aslı gibidir’ imzası atmıştı.

Yıldırım’ın, İzmir’deki sözde cususluk davasında da imzası vardı.

Yıldırım, İstanbul’daki sözde casusluk davasında da heyetteydi.

Muharrem Köse hem İstanbul hem de İzmir davalarında vardı.

SEÇEN HAREKETE GEÇTİ

Sahte Danıştay suikastı şemasına Genelkurmay eski Adli Müşaviri Albay Muharrem Köse’yle birlikte ‘Aslı gibidir’ diyen bilirkişi Deniz İstihbarat Binbaşı Hüseyin Yıldırım’ın, kumpas olduğu mahkeme kararıyla tespit edilen İstanbul Askeri Casusluk Davası ve İzmir Askeri Casusluk davaları için de rapor hazırladığı ortaya çıktı. Genelkurmay adına görüş bildirilen İstanbul’daki davanın rapor tarihi 29 Eylül 2010. Raporda, ‘casuslukla’ suçlanan askerlerin “Gizli belgeleri bulundurdukları” yazıldı. aeüae
Savcı Fikret Seçen’in iddianamesine de konu alan 29 Eylül 2010 tarihli raporu, Deniz İstihbarat Binbaşı Hüseyin Yıldırım, İstihbarat Albay Turgut Sert ve Kurmay Albay Bayram Tanrısevdi hazırladı. Raporda şu ifadeler yer aldı: “… Tüm bilgi, belgeler birlikte ele alındığında niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgi kapsamında değerlendirilmesi sonucuna varılmıştır.”

‘DİJİTAL TERÖR DAVASI’

Savcı Seçen, Genelkurmay’dan gelen bu yazının ardından 250 sayfalık iddianame hazırladı ve 10 Şubat 2011’de Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi. İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi, 3 Ağustos 2012’de 44 sanık hakkında ceza verdi. 9 Ocak 2015’te, Anayasa Mahkemesi, İstanbul’daki “Askeri Casusluk” davasında sanıkların haklarının ihlal edildiğine oy birliği ile karar verdi. Sanıklar 29 Ocak 2016’da, İstanbul 5’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde son kez savunma yaptı, tüm sanıklar beraat etti. Mahkeme heyeti Başkanı Selçuk Kaya, “Bu davanın adı aslında bana göre Askeri Casusluk davası değil, dijital terör davası olmalı” dedi.

9 KİŞİLİK HEYET İMZALADI

Bu raporlar sadece İstanbul’daki ‘Askeri Casusluk’ davasıyla sınırlı kalmadı. İzmir’deki sözde ‘casusluk’ davasının raporu ise 31 Ocak 2013.
Genelkurmay adına ‘Belgeler gerçek’ diye rapor hazırlayan 9 kişilik heyette yer alan isimlerden birisi Deniz İstihbarat Binbaşı Hüseyin Yıldırım. Raporu İzmir’deki Özel Yetkili Savcı Zafer Kılınç’a gönderen de Genelkurmay eski Adli Müşaviri Albay Muharrem Köse!

Mahir Işıkay

O davaların avukatı Mahir Işıkay:

20 günde binlerce belge incelenmesi manidar!..

İstanbul ve İzmir’deki sözde casusluk davalarında sanık askerlerin avukatlığını yapan Mahir Işıkay SÖZCÜ’ye iki dava arasındaki benzerlikleri şöyle anlattı: İstanbul Casusluk Davası’nda özel yetkili savcılığın soruşturma aşamasında değerlendirmesi için gönderdiği yüzlerce belgeyi Genelkurmay Bilirkişi Heyeti 20 gün içinde inceleyip ‘gizli’ olduklarına karar verdi. İzmir Casusluk Davası’nda Savcılığın 696 adet belge için görüş bildirme yazısına sadece iki mesai gününde süper hızla son derece doğru, objektif, bilimsel ve sağlıklı rapor (!) hazırlamışlardır. İstanbul Casusluk Davası’nda Genelkurmay bilirkişi heyeti 10 yıl önce hurdaya ayrılmış gemiye bile ‘Gizlidir’ diyerek onlarca kişiyi mağdur etmiştir. İzmir’deki davada bizzat tarafımca bilgi edinme kanunu çerçevesinde yaptığım başvuruya yolladıkları cevabi yazıya bile ‘gizli’ demişlerdir.

İSRAİL DOSYASI /// KORAY KAMACI : İsrail’in Kıbrıs Planı


Ortadoğu’da İsrail’in planladığı yeni düzen hareketi son hızla devam ederken, unutulan veya unutturulmaya çalışılan önemli bir yer var. Bu yer İsrail ve ABD için Ortadoğu’daki planların merkez üssü olan Kıbrıs’tır. BOP’un yani BİP’in (Büyük İsrail Projesi) en önemli üs merkezi ve denge unsuru olan Kıbrıs’ta yakında çok önemli gelişmeler var. İsrail Kıbrıs doğalgazı başta olmak üzere Akdeniz güvenliği için de Türkiye ile gizli bir mutabakatın peşinde. Umuyorum ki Türkiye İsrail’in bu kirli tuzağına düşmez ve Kıbrıs konusunda net bir şekilde kırmızı çizgilerini korumaya devam eder. Aksi halde Kıbrıs’ta İsrail’in bu aralar düşündüğü hamle yapılırsa, Türkiye çok şey kaybeder.

İsrail’in Kıbrıs planı karşısında, Türkiye son yapılan NATO toplantısında da ABD’nin bu konuda duyarsız kaldığını görmüştür. Amerika’da, İsrail’in Kıbrıs planına çok sıcak bakıyor. Sözde Müttefikimiz olan ABD, Kıbrıs konusunda 1974 Harekatında olduğu gibi yine Türkiye’nin lehine bir tavır takınmamaya gayret ediyor. Henry Kissinger’in da dediği gibi, "ABD’nin müttefiki olmak, düşmanı olmaktan daha tehlikelidir." Kissinger’ın bu sözünü sadece politik, diplomatik, askeri ve jeopolitik düzlemde değil, jeo strateji ve jeo ekonomiyle birlikte düşünmek gerekiyor. Hele de yaşadığımız coğrafya bağlamında. Çünkü coğrafyamız hem sorunlu bölgelerin ve ülkelerin coğrafyası, hem de enerji kaynaklarının. Türkiye; bir Avrasya ülkesi olarak, doğu-batı, kuzey-güney arasında köprü, geçiş, bağlantı noktası olmanın yanında, enerji koridoru olmaya çabalıyor. Gürcistan, Ukrayna, Suriye’de yaşananlar; Kıbrıs adasının çevresindeki zengin enerji kaynakları; Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, İsrail arasındaki yakınlaşma; İsrail’in Avrupa’ya doğalgaz satma projesi, aynı paket programın parçaları. Enerji zengini olmayan Suriye, diğer özelliklerinin yanında, Akdeniz’e açılan konumuyla, enerji güzergâhı olarak da görüldüğünden, 2011 Mart ayından beri iç savaş yaşıyor. İsrail; Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde (MEB) yapılan keşiflerle 270 milyar metreküp doğalgaz rezervi bulduğundan, Suriye, İran, Irak ve Türkiye üzerinde ince hesaplar yapılıyor. Bağımsız Kürt devleti bu hesaplar kapsamında kurgulanıyor.

Son zamanlarda ise, İsrail’li işadamlarının Kuzey’deki Rum mallarını satın alırken, 1974 öncesindeki Rum sahiplerini de bularak onlara da ödemeler yapıp arazileri sorunsuz hale getirdikleri de bana gelen bazı bilgilerdendir. Yahudilerin kutsal kitabı olan Tevrat’ta vaat edilmiş topraklar arasında Kıbrıs’ın da olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. İsrail’in Kıbrıs’a yerleşme konusunda 2004 yılında Annan Planı sonrası gündeme getirdiği planı kademeli olarak uygulamaya koyduğu da açık bir şekilde görülmektedir.

KKTC’de kolonileşme stratejisi güden İsrail devletinin KKTC’nin Lapta İlçesi’ne Hayim Azimov adlı haham atadığı, lüks bir villa evde ibadethane kurdukları ve İbranice tabelayla “ Yahudilerin doğru adresi burasıdır” şeklinde ifadenin yer aldığı da bilinmektedir. Şimdiye kadar adanın kuzeyinde Yahudi cemaati olmaması nedeniyle uzun yıllar hahamın olmadığı KKTC’de, Yahudi cemaatinin hızla yayılması da önem arz etmektedir.

Avrupa Birliği’de (AB) Kıbrıs konusunda İngiltere’nin AB’den ayrılması sonucunda büyük bir yara aldı. Her ne kadar Güney Kıbrıs AB üyesi olsa da, İngiltere’nin Ada’daki varlığı AB için daha önemliydi.

AB her zaman için Kıbrıs’ı bir bütün olarak istiyor. Aslında istediği ABD’nin Kıbrıs’a yerleşmesini ve üs kurmasını engellemek! Kıbrıs’ta askeri üs, Büyük Ortadoğu Projesi’nin en önemli adımlarından biridir.

Unutmamak gerekir ki, Kıbrıs İsrail’in burnunun dibinde! Türkiye’ye 44 mil uzaklıkta olan Kıbrıs; Yunanistan’a 600 mil, İsrail’e ise sadece 183 mil uzaklıkta…

Özellikle baktığımız zaman Museviler ile Rumlar, Osmanlı’dan bu yana hiç geçinemezler. İsrail yani dolayısı ile ABD, Ada’da Rum hâkimiyetini istemez. Zaten Annan Planında da asıl amaç birleştirme değil bölme idi! Netice de bunu başardılar. Ama her ne olursa olsun, yanlış hesap Kıbrıs’tan da döner…

Son dönemdeki Türkiye-İsrail yakınlaşması bağlamında Türkiye’ye yakın bir zamanda Kıbrıs ile ilgili talepler gelmeye başlanacaktır. Dilerim ki Türkiye kırmızı çizgilerinden asla vazgeçmez ve Ada’da İsrail yayılmacılığına karşı önlemler alır.

Ve son söz: ‘’ Derin Düşünmeyen Devletler, Sığ Sularda Boğulmaya Mahkumdur’’

FETULLAHÇI ASKERLER DOSYASI : Askeri savcılar TSK’daki FETÖ’yü soruşturamıyor


İzmir Başsavcılığı’nın 6 muvazzaf subay hakkında yakalama kararı alması, akıllara TSK‘daki ‘paralelciler’ iddialarını getirdi. Askerî savcılıkların FETÖ yapılanmasına yönelik herhangi bir inceleme ve soruşturma yapma yetkisi olmadığı öğrenildi.Emekli Hakim Ahmet Zeki Üçok’tan tarihî uyarı geldi: "Askerî savcılıkların ellerinde FETÖ dosyası varsa bunlara derhal görevsizlik kararı verilerek dosyaların adlî savcılıklara teslim edilmesi gerekmektedir. Aksi halde FETÖ, TSK’daki gücünü sürdürecektir."

Askerî savcılıkların TSK‘daki FETÖ yapılanmasını ne inceleyebildiği ne de soruşturabildiği ortaya çıktı. Basındaki "Askerî savcılık soruşturma yürütüyor." gibi ifadelerin kandırmaca olduğunu kaydeden emekli askerî savcı Ahmet Zeki Üçok, "Askeri savcılıklar, ellerinde FETÖ dosyası varsa bunları sivil savcılıklara teslim etmeli. Yoksa FETÖ TSK’daki gücünü sürdürecek." dedi.

FETÖ operasyonlarının İzmir Başsavcılığı’ndan savcı Okan Bato’nun talimatıyla casusluk kumpası kapsamında askerlere uzanması, akıllara askeri savcılıkların neden şimdiye dek FETÖ‘ye yönelik bir harekete girişmediğini getiriyordu. Balyoz kumpasıyla emekli edilen Hava Hakim Albay Ahmet Zeki Üçok, askeri savcılıkların 2010‘daki anayasa değişikliğiyle, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesinde FETÖ‘ye yönelik inceleme ve soruşturma yetkilerinin kalmadığını söyledi. Askeri savcılıkların ellerinde dosya varsa derhal sivil savcılara teslim etmeleri gerektiğini dile getirdi. TSK içindeki FETÖ örgütlenmesinin ancak bu şekilde yürütülebileceğini kaydeden Üçok, aksi takdirde FETÖ‘nün TSK içindeki varlığını sürdürmeye devam edeceğini söyledi.

ASKERî SAVCILIKLAR FETÖ MÜCADELESİNE ENGEL

Üçok, askeri savcılığın örgütlü suçlarla ilgili soruşturma yürütemeyeceğini ifade ederek; "Bu nedenle, bu bir kandırmacadır. TSK dışında FETÖ ile ilgili bütün kamu kurum ve kuruluşlarında operasyon yapılıyor. Neden TSK’da daha yapılmadı şeklinde eleştiriliyor ya. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanlığı savcıya talimat verdik diye açıklama yapıyor. Bu gayri yasal bir durum." diye konuştu. Üçok, askeri savcılığın TSK‘dan evraklar ve gizli belgeler sızdırılmasına ilişkin birçok dosyayı sivil savcılığa göndermeyerek, FETÖ‘nün TSK‘daki yapılanmasının ortaya çıkarılmasına dolaylı olarak engel olduğunu söyledi. Üçok’un iddiaları, FETÖ‘nün TSK‘da ve özellikle askeri yargıda yoğun şekilde örgütlendiği iddialarını yine gündeme getirdi.

2006’DAN BERİ BEKLEYEN DOSYA VAR

Askeri savcılıkların FETÖ ile yapılacak mücadeleyi doğrudan ya da dolaylı, bilinçli ya da bilinçsiz olarak engellediklerini yineleyen Üçok; "Askeri savcılıkların ellerinde FETÖ dosyası varsa bunlara derhal görevsizlik kararı verilerek, dosyaların derhal sivil savcılıklara teslim edilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde bu yapı TSK içindeki gücünü devam ettirecektir. Çünkü o kadar rahatlar ki, askeri savcılıkta 2006 yılından beri bir FETÖ dosyası var. O zamandan beri hâlâ tek bir şüpheli ya da sanık hakkında hiçbir yasal işlem yapılmadı. Bu tamamen FETÖ’nün kendi faaliyetlerini güvence altına alma çabasıdır." dedi.

Üçok, 2006‘da Genelkurmay Askeri Savcısı Zekeriya Öztürk’ün başlattığı FETÖ soruşturmasının başına gelenleri şöyle anlattı: "Nurettin Veren gelip Öztürk’e ifade verdi FETÖ hakkında. Öztürk soruşturmayı başlattı. Yürütürken, FETÖ’cüler Öztürk’e çeşitli tuzaklar kurdular ve istifa etmek zorunda kaldı. Bu dosya yıllardır sürüncemede dolandı durdu. Dosyayı sonra FETÖ’cü bir ekip aldı. Bize, ‘Gelin bize bilgi verin’ diye davetiye gönderdiler, biz de saf saf gidip anlattık. Meğerse FETÖ hakkında ne bildiğimizi öğrenmek istiyorlarmış. 2006’dan bu yana ne bir gözaltı, ne bir tutuklama var. Halen dosya güncel, rafa kaldırılmadı. En son bu dosya kapsamında iki ay kadar önce Rasim Ozan Kütahyalı’yı, Müyesser Yıldız’ı çağırdılar. Beni de çağırdılar, ben de onlara, ‘Yetkiniz yok böyle bir soruşturma yapmaya, o nedenle size ifade vermiyorum.’ dedim. Dosya şu anda Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın elinde."

Anayasa’nın askeri mahkemelerin görevini tanımlayan 145. maddesinde 2010 yılında yapılan değişiklikle, askeri kişilerle ilgili anayasal suçlara bakma görevi tamamıyla sivil savcılıklara verildi. 2010‘dan bu yana askeri savcılar, görev kapsamına giren askeri suçlara, asker kişilerin asker kişilere karşı işlediği suçlara bakabiliyor. Askeri bir mahkemede devletin güvenliğine ilişkin suçlara bakılamıyor. Üçok; "Bu düzenlemeyi benim için yaptılar. Ben görevdeyken FETÖ’yle ilgili Kayseri ve Karargâh Evleri soruşturmasını yürütüyordum. O döneme denk geldi bu değişiklikler. TSK içinde FETÖ’cüler bugün cirit atıyor ve onlar hakkında içeride başlatıldı denilen soruşturmalar aslında gerçekte başlatılmıyor. Sivil savcılıklara intikal etmediği için, TSK’da FETÖ’cüler giderek yayılıyor, yerleşiyor, her istediklerini yapıyorlar." dedi.

WEB SİTESİ TAVSİYESİ : ATATÜRK GÜNLÜĞÜ /// MUHTEŞEM BİR ATATÜRK KRONOLOJİSİ


WEB SİTESİ LİNKİ : http://www.ataturktoday.com

AK PARTİ DOSYASI : Yeni Dünya Düzeni’nin Partisi Ak Parti


Başbakanın Soma’daki bir vatandaşa “İsrail Dölü” sözlerini sarf etmesi, gerçekten Türkiye adına büyük talihsizlik. Ülkemizin başbakanının kendi vatandaşına bu şekilde bir nefret söylemiyle hitap etmesi üzücü. Çok yazıldı çizildi hatırlarsanız; Erdoğan belediye başkanı bile olmadan çok önce daha Beyoğlu İlçe Başkanı iken, ABD’deki Yahudi lobileri tarafından “seçilmiş” kişi idi. Ofer meselesinde, Suriye sınırının mayından temizlenmesi konusunda başbakan sürekli “Yahudi düşmanlığı yapmayın” diyordu. Davos’taki “One minute” tiyatrosuyla taktik değişti, “Mavi Marmara”da insanlarımızın ölmesine göz yumulacak, içeride İsrail’e atılıp tutulacak ama iş uygulamaya gelince İsrail’in her istediği yapılacak, iş birliği sürecekti. Şu ana kadar da öyle oldu. Soma’da bir vatandaşa “İsrail dölü” denilmesi de aynı taktiğin devamı. Davos’taki “one minute” çıkışından sonra kameralar karşısında ne demişti hatırlayınız “Biz o sözleri İsrail Cumhurbaşkanı’na söylemedik, biz o sözleri moderatöre söyledik”

Nitekim, resmi açıklamada Tel Aviv Büyükelçiliğimiz Maslahatgüzarı Doğan Işık, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Soma’da İsraille ilintili sarf ettiği iddia edilen sözlerle ilgili, “Başbakanımıza atfedilen ifadeler tamamıyla gerçek dışıdır. Sayın Başbakanımız hiç bir şekilde iddia edildiği gibi bir ifadede bulunmamıştır” dedi. Halbuki hem bizler, hem de İsrailliler biliyor ki bu sözler sarfedildi. Hem de bilerek, planlı bir şekilde. Gerçi maksadı da aşsa, çark ediverir sıyrılırdı. Nato’nun Libya’da ne işinin olduğunu Erdoğan’a öğretmeleri çok uzun sürmemişti mesela.

BOP eş başkanlığı, Kürt, Ermeni açılımları vs. Masonluk, Yahudilik, İlluminati, yeni dünya düzeni kavramları ışığında AKP’nin “NOVUS ORDO SECLORUM-yeni dünya düzeni”nin hedeflerini ve ilkelerini benimsemiş, yeni dünya düzenini kurmayı planlayanlarca desteklenen ve hatta belki onların isteğiyle kurulmuş bir parti olduğunu öngörmek çok da zor değil.

1.Başbakanlık konutunda Menorah’ın işi ne?

Biraz eskiye gidelim. Tarih Eylül 2004. Gazeteci Ali Kırca, başbakanlık konutunda Erdoğan’la bir röportaj yapıyor ve bu röportaj ATV’den yayınlanıyor. İlginçlik burada başlıyor. Kırca ile Erdoğan’ın arkasında Yahudiliğin kutsal yedi kollu şamdanı Menorah ekranda net bir şekilde gösteriliyor. Yani arka fon özellikle böyle dizayn edilmiş ve 45 dakika boyunca sürekli ekrana veriliyor.

Akif Beki’nin “Erdoğan’ın Harfleri” adlı kitabı aklımıza geliyor. Ne diyor Beki: “Başbakan Erdoğan Musa peygamber soyundan geliyor. Abdullah Gül de yoldaşı ve iktidar paylaştığı kardeşi Harun’a benziyor”

“Ve halis altından bir şamdan yapacaksın… Ve onun kandillerini yedi tane yapacaksın.” (Tevrat-Çıkış: Bab 25: 31-37

2.AKP’nin sembolü olan ampul ne anlama geliyor?

Yahudilerin “gizli sırlar öğretisi” diye tabir edilen “Kabala”da ışık diye adlandırılan şey, sonsuz ışıktır. Kabala’da ışığın sembolü “ampuldür.”

2006’da yayınlanan AK Parti Kurum Kimliği Klavuzu’na göre AK Parti adaleti, kalkınmayı ve “aydınlanmayı” tesis etmenin gayreti içindedir.

İlluminati sembolleriyle dolu ABD dolarının arkasındaki piramitin üzerindeki gözün etrafında “aydınlanma” resmedilir. Ayrıca İtalyanca köklü İlluminate kelimesi de “aydınlanma” anlamına gelir. Ancak bu aydınlanma Rahmani değil, şeytanidir.

Menorah, 7 kolludur ve sözlük anlamına Bakıldığında yaklaşık olarak “Tanrı’nın lambası” anlamına gelir. Ak Parti’nin sembolü de 7 huzmeli ampuldür.

Ampulün içindeki flaman ve flaman desteği illuminati sembollerinden şeytan Baphomet’in tacı şeklinde dizayn edilmiş. Baphomet’in vücut yapısı, belden aşağısı erkek, gövdesi kadın, kafası ise koçtur. Mason ayinlerinde baş köşeyi baphomet alır. Elleri ile oluşturduğu hareket Mısır hiyerogliflerini andırır. Başbakan konuşurken özellikle bazı masonik hareketleri tekrarlar. Baphomet’in işareti, kovulmuş bir melek olarak yeryüzünün ve gökyüzünün hakimi olacağını ifade eder.

Ampulün içindeki turuncu renkli alan, İlluminati’nin kutsal ateşinin rengini simgeler. Ampulün duy kısmında ise bir başka İlluminati sembolü bulunmaktadır: 911 simgesi.

911 rakamı aslında 9 ve 11 rakamlarının yan yana yazılmasıyla oluşur. İlluminati’de 10 rakamı Tanrı’yı simgelediği için atlanır. ABD’de acil yardım numarasının 911 olmasının sebebi budur. Akılda kalıcı, kolay tuşlanan bir numara olması hedeflenseydi 999, 111 gibi tekrar eden bir numara seçilirdi. Halbuki telefonda 9 tuşu nerede, 1 tuşu nerede…

911 rakamı özeldir. Bush, yeni dünya düzenini 9.11.1990’da duyurmuştur.

9.11.2001 ikiz kule saldırıları (ki aslında ayindir) yeni aşamaya geçiş için özellikle seçilmiştir.

3.AK Parti’nin renkleri neden altın sarısı ve mavi?

İsrail amblemindeki yedi kollu şamdan altın sarısı renginde ve zemin rengi açık mavidir. Altın sarısı ve açık mavi AK Parti’nin iki rengidir.

Açık mavi ve beyaz, yahudilerin Tallit adını verdiği geleneksel dua şalının renklerinden gelir.

Aslında bu renklerin ana fikri 1810-1894 yılları arasında yaşamış olan Avusturyalı şair Ludwig August Frankl’ın 1864 yılında yazdığı “Judah’s Colors-Yahuda’nın Renkleri” şiirinde ifade edilmiştir. AKP’nin bayrak renklerinden biri de açık mavi ve beyazdır.

AKP kurumsal tanımlarında renklerine, logolarına çeşitli kılıflar uydurmuş. http://www.akparti.org.tr/upload/documents/kurumsal.pdf

4.Yahudi cesaret ödülleri

Erdoğan, ABD’nin önde gelen Musevi kuruluşlarından Anti Defamation League tarafından verilen cesaret ödülünü aldı. Erdoğan bu ödülü alırken “Vatandaşlarım adına nefreti ve zorbalığı mağlup etmeye yönelik çabalarımıza devam etmeyi ve daimi barış ve adaletin tohumlarını ekmeyi taahhüt ediyorum” ifadelerini kullandı. (Sabah 10 Haziran 2005)

Erdoğan, daha önce de 27 Ocak 2004’te ABD Yahudi Komitesi (AJC) tarafından da ödüllendirilmişti.

5.Kendisi Yahudi, eşi Süryani mi?

Türkiye’de kökenleri en çok araştırılan kişilerden biridir Erdoğan. Kendisinin Rum, Ermeni, Gürcü, Yahudi asıllı olduğu hakkındaki görüşler yoğundur.

1918 yılında İşgal kuvvetlerinin Anadolu’ya yayılmasıyla birlikte Trabzon ve Rize civarında RUM-PONTUS devleti kuruldu. Üç yıl kadar bağımsız devlet olarak yaşadılar. Potamya denilen bölge de bu devletin sınırları içindeydi. Osmanlı devletine vergi vermeyi kestiler ve Osmanlı ordusuna asker vermeme kararı aldılar. Ülke işgalden kurtulduktan sonra Atatürk’ün emriyle Hamidiye savaş gemisi denizden buraları bombaladı ve karadan da kuşattı. RUM-PONTUS devleti hiç direnemeden yıkıldı. Bu tarihi gelişmenin doğal sonucu olarak Bizans Pontus Rumlarının “POTAMYA” adını verdiği bölgenin adı İslamlaştırma hareketi sonrası GÜNEYSU oldu.

Osmanlı Arşiv araştırmacısı ve uzman Muhammed Safi’nin Osmanlı Arşivinde bulduğu 1850 tarihli Rize Tahrir-i Öşür defteri bu konuda ayrıntılı bilgiler vermektedir. Osmanlı yönetimine bağlı memurlar acil askeri ihtiyaçlardan dolayı Rize köylerini dolaşarak mahalle ve köylerde hanelere uğrayarak isimleri deftere yazdılar. Aynı defter içinde o zamanki adı POTAMYA nın “Karye-i Pulihoz Kaluharaf” köyü başlığı altında yazılanlar günümüzde Güneysu ilçesi Dumankaya köyünü işaret eder.

Dumankaya köyü R.T. Erdoğan’ın ve atalarının köyüdür. Erdoğan’ın nüfus kayıtlarında baba tarafının Rum kökenli hristiyan “BAGATA’lı eşkıya Memiş” sülalesinden ve baba tarafının isimlerinin genelde Rumca (dedesinin adı Teyup’tür) olduğu sabittir. Bagata sonraları bakatoğlu lakabına dönüşmüştür. İsyancı anlamına gelir.

Anne tarafının ise Gürcistan Batum civarından gelme Musevi bir aile olduğu, Havuli, Farfuli ve Fatuli gibi Gürcüce isimlere rastlanıldığı tespit edilmiştir. Ahmet ve Yunus Erdoğan’ın ana adı Havuli’dir. R.T Erdoğan ‘ın annesi olan Vesile Erdoğan’ın ana adı Fatuli’dir. Fatuli Erdoğan’ın ana adı Farfuli’dir.

İddiaya göre R.T. Erdoğan’ın ana dili Rumca’dır. Nitekim 6 kasım 2002 tarihinde Yunan Başbakanı Simitis’le iki saat baş başa ve tercüman olmadan görüşmüştür. Nitekim Rumlar “Bizim çocuk Erdoğan” diye manşet atmışlardı. Erdoğan’ın baba tarafından büyük dedeleri Pontuslu Rum, ana tarafından ise Gürcü yahudilerindendir.

Eşi Emine Erdoğan ise iddiaya göre Siirt’li Süryani soyundandır.

Emine (Gülbaran) Erdoğan’ın dedesinin adı Üzeyir, ninesinin adı ise Nili’dir.

Çanakkale savaşları döneminde NİLİ, Osmanlı Ordusu’nun içinden bilgi toplama güçlüğü çeken İngilizlerin kurdurduğu bir istihbarat örgütüydü. Nili, Saraha Aaronson adlı genç bir yahudi kadın casus tarafından işletiliyordu.

Emine Erdoğan’ın ninesi Nili’nin anne adı Narsa, baba adı ise İsmail’di. Narsa ismi, Mezopotamya’da yaşamış olan Süryaniler tarafından sıkça kullanılan bir isimdi.

Başbakan, Siirt’in Aydınlar ilçesinin adını Tillo olarak değiştirdi. Tillo süryanice bir isim. anlamı höyük, yani ölmüş krallar için yapılmış geniş ve yüksek toprak yığını mezar.

Erdoğan’ın Süryanilere hizmetlerinden biri de topraklarımızın Mor Gabriel Süryani Ortodoks Manastırı’na bağışlanmasıydı.

Emine hanımın erkek kardeşi Eyüp Gülbaran’ın çocuklarından birinin adı Şuayb(İsrailoğullarının peygamberi. Kızlarından biriyle Hz Musa evlenmiştir ve dolayısıyla Hz Musa’nın kayınpederidir.)

Diğer kardeşi Hüseyin Gülbaran’ın oğlunun adı ise Lut’dur. (Lut kavmine gönderilen İbrani peygamber)

Emine Erdoğan’ın o törende taktığı kolyede illüminati sembolleri belirlenmiştir. Ancak öte yandan hristiyan öğretilerde ise Üçgen içinde bulunan açık göz, Tanrı’nın üzerimizde olan tüm yetkisini sembolize eder. Ters haç ise Petrus’un alçak gönüllü bir biçimde İsa Mesih gibi ölmeye layık olmadığını söylemesi ve bunun üzerine Romalılar tarafından ters olarak çarmıha gerilmiş olmasına bağlanır.

Süryaniler, İsa peygamberi vaftiz eden Hazreti Yahya tarafından Hristiyan edildiklerini söylerler. Kiliselerinde Müslümanlar gibi namaz kılarlar. Oruç, hac, tespih, tavaf, hac tıraşı gibi İslâm’da olan ibadetler mevcuttur. Günde yedi vakit namazları vardır.

Süryaniler, Şeytan Er Ruha’nın (Ruda, Ruza, Uzza gibi adları da vardır) Âdem ile Havva’yı yarattığını ve onun soyundan asil millet olduklarını savunurlar. Dişi şeytan Er Ruha, Kâbe’de İslâm öncesi tapınılan Tanrı’nın kızı dişi şeytan El Uzza’ya karşılık gelir. Her iki inançta da dişi şeytanın babasının ortak adı “Allah’tır.”

Bu yüzden “Abdullah” adı gibi Müslümanlarca sevilen birçok sahabe adları halen Süryaniler arasında çok yaygındır. İslâm’ın, “Şeytan Bazut” dedikleri peygamberimiz Hz. Muhammed’in uydurması olduğuna inanırlar.

Mardin, Urfa çevresi ve Suriye sınır içinde kalan bu bölgedeki dağlar onlar için kutsaldır. Bu dağlara “Tur Abdin (Köleler Dağı) derler. Asur krallarınca soykırıma uğratıldıklarında bu dağlara kaçıp asırlar boyunca eşkıyalık yaparak genel lakapları olan “Harrani” den değiştirilerek ve “eşkıyalar anlamına gelen “Harami” adını aldıklarından bu dağları kutsal sayarlar.

Birbirlerini tutarlar, kendilerini aralarında yaşadıkları halkın dininden, mezhebindenmiş gibi tanıtırlar, onlar gibi ibadet ederler, evlerinde tekrar kendi ibadetlerini yaparlar.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’na “Önemli olan boy değil soydur soy!” demesi, Kürt, Arap, Yezidi, Ermeni, Kıbrıs, Sümela manastırı, Ahtamar(Akdamar) kilisesi gibi (Süryani Ermeni- Kripto Rum kilisesi) açılımlarının arkasında geçmiş işbirlikçiliklerini zafere ulaştırma projesi yatmaktadır.

R. T. Erdoğan, 11 Ağustos 2004 tarihinde Gürcistan ziyaretinde Gürcü olduklarını ve Gürcistan’dan Rize’ye göç ettiklerini söylemiş ise de 2007 yılında NTV’de katıldığı bir programda çark ederek bu kez de Türk olduklarını iddia etmiştir.

16 Nisan 2011 tarihinde Güneysu ilçesine gittiğinde kendisini Rumca “Potamya’ya hoşgeldin” diye karşıladıkları halde itiraz etmemiştir.

Karikatürün kaynağı;

https://istihbaratveanaliz.wordpress.com/wp-content/uploads/2016/07/7a213-akpsc4b0yasetlerc4b0.jpg

6.Arap Baharı mı?

İsrail stratejik düşüncesinde, tüm Arap devletlerinin daha küçük parçalara bölünmesi hep tekrar tekrar görülen bir kavramdır. Örnek vermek gerekirse, Ze’ev Schiff, Ha’aretz’in askeri muhabiri, bir yazısında Irak’ta İsrail için olabilecek en iyi şeyin: ”Irak’ın Şii ve Sünni devletler ve Kürt tarafının ayrılması” (Ha’aretz 6/2/1982) olacağını yazmıştır…” Arap baharı ile ilgili plan, 1982 yılında, Dünya Siyonist Yayın organı KİVUNİM’de yayınlanmıştı.

Mursi ile başlayan Mısır’ı parçalama planı halkın uyanıklığı ve Sisi’nin müdahalesi ile sekteye uğradı. Ne diyordu bu planda? “..Bugün Arap Müslüman dünyasındaki en parçalanmış ülke olan Sudan birbirlerine düşman olan 4 gruptan oluşmaktadır, Arap olmayan Afrikalı, putperestler ve Hristiyanlardan oluşan çoğunluğu yöneten Arap Müslüman Sünni azınlık. Mısır’da Sünni Müslüman çoğunluk yukarı Mısır’da baskın olan sayıları 7 milyona yakın olan büyük bir Hristiyan azınlıkla karşı karşıyadır. Sedat 8 Mayıs tarihinde yaptığı konuşmada, bunların Mısır’da “ikinci” bir Hıristiyan Lübnan’a benzer bir devlet kuracaklarından endişe ettiğini söylemiştir…”

..”Mısır birçok otorite merkezine bölünmüş ve parçalanmıştır. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan ve hatta daha uzaktaki devletler mevcut şekilleri ile varlıklarını sürdüremez ve Mısır’ın çözülmesi ile birlikte onlar da çöküşe katılır. Mısır’ın yukarı bölümünde Hıristiyan Kıpti bir devlet ile birlikte merkezi bir hükümet olmadan bölgesel güçleri ile bir kaç zayıf devlet düşüncesi tarihi gelişimin anahtarıdır ve barış anlaşması ile sekteye uğramış olsa bile uzun vadede kaçınılmazdır…”

Suriye konusunda da planda aynen şunlar yazıyor: “… Suriye ve daha sonra Irak’ın feshi ve Lübnan’da olduğu gibi etnik ve dini bölgelere ayrılması İsrail’in uzun vadede Doğu cephesindeki bir numaralı hedefidir ve bunun için kısa vadede bu devletlerin askeri gücünün feshi ana hedeftir. Suriye etnik ve dini yapısına istinaden tıpkı bugün Lübnan’da olduğu gibi birkaç eyalete bölünecek ve kıyıda Şii-Alevi bir eyalet, Halep bölgesinde Sünni bir eyalet, Şam’da Kuzey komşusuna düşman olan bir diğer Sünni eyalet olacak ve Dürziler de belki bize ait olan Golan’da, mutlaka Havran’da Kuzey Ürdün’de başka eyaletler kuracaklardır. Bu gelişmeler uzun vadede barış ve güvenlik için garantör olacaktır ve bu hedef bugün bile erişebileceğimiz bir noktadadır…”

Suriye’de de İran ve Rusya’nın desteği, Suriyelilerin büyük çoğunluğunun oynanan büyük oyunu sezmesi sayesinde Esad 3 yılı aşkın bir süredir dünyanın dört bir tarafından gelen sözde cihatçılara karşı direnebilmiştir.

Mısır ve Suriye şimdilik bu siyonist planı sekteye uğratmış gözükmektedirler. Tabi burada şunu da ifade etmek gerekir. ABD yönetiminin (aslında kendi çocukları olan) El Kaide ve İhvan hareketi ile birlikte hareket etmeye başlaması, ABD’de Obama yönetiminin çok ağır eleştiriler almasına neden oldu. ABD kamuoyu, yıllardır düşman(?) olarak gösterilen El Kaide ve İhvan hareketi ile kendi hükumetinin işbirliği içinde oluşunu sorgulamaya başlamıştı.

Bu noktada dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Statesman’da yayınlanan Akıllı Güç Sanatı başlıklı makalesini okumanızda fayda var.

AK Parti Arap Baharı’nın Neresinde?

Arap Baharı’nın başlangıç tarihi 2010 olmasına rağmen, Büyük Ortadoğu Projesi adı altında bir proje olduğunu 2004 yılından başlamak suretiyle muhtelif yerlerde başbakan Erdoğan açıklamış ve bununla da yetinmeyip bu projede Türkiye’nin de bir rolü olduğunu, kendisinin de bu projenin eşbaşkanlarından biri olduğunu defalarca dile getirmişti.

İşte bu konuşmalardan bazıları:

25 Haziran 2004’te Çırağan Sarayı’ndaki ABD-Tesev-Alman Marshall Fonu Toplantısı’nda Erdoğan şunları söyledi: “Üstlendiğimiz misyon gereği Ortadoğu ve Avrasya ülkelerine yöneleceği… eşbaşkanı olduğumuz genişletilmiş Ortadoğu projesi için…”

Aynı tarihte NATO zirvesi öncesi Yeni Şafak’ta yayınlanan konuşmada bu eşbaşkanların kimler olduğunu da öğreniyoruz: “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin buraya katılması… Eşbaşkanlar olarak Türkiye, İtalya, Yemen olarak üzerimize düşen görevi yerine getirmeye çalışacağız..”

28 Ocak 2005’te Davos’ta Klaus Schwab’la yaptığı söyleşide ise şunları söylüyor eşbaşkan: “Türkiye işlevini BOP içinde, bu bölgede etkin bir şekilde yerine getirecektir. Her görüşmede, attığımız her adımda bunun uygulamasını yapıyoruz”

7 Haziran 2005’te Zaman Gazetesi’nde ABD yolculuğu esnasında verdiği bir röportajda BOP’un kapsadığı alanları da açıklıyor başbakan: “Biliyorsunuz eşbaşkanlığını üstlendiğimiz BOP sadece Ortadoğu’yu kapsamıyor… Bu konuda yapacağımız çalışmalara komşu ülkelerden başladık. Suriye, Lübnan, Fas, Tunus gibi ülkelere geziler düzenliyoruz. Yakında Cezayir’e gideceğiz, Ürdün’e gideceğiz”

Araya girip tekrar hatırlatalım, Arap Baharı 2010 yılında Tunus’ta başlıyor. Erdoğan projenin kapsamını, eşbaşkanlarını 5-6 yıl öncesinden açıklıyor. Devam edelim…

8 Haziran 2005’te ABD’de Willard Otel’de bir basın toplantısında şunları söylüyor başbakan: “Sea Island” sürecinde Türkiye, İtalya, ve Yemen geniş BOP’nde bir görev üstlendik ve eşbaşkanlık bu üç ülkeye verildi.”

13 Eylül 2005’te ise ABD Dış İlişkiler Konseyi (CFR) toplantısında “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi içinde önemli bir rol oynuyoruz. Amerika’nın Ortadoğu’da oynayacağı önemli bir rol var. Onun bir parçasıyız ve şu anda onun dahilinde çalışıyoruz.”

21 Şubat 2006, TBMM’de AKP grup toplantısında; “genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi’ndeki rolümüz, eşbaşkanlık görevimiz bize özellikle Ortadoğu’da önemli görevler yüklemektedir. Bugüne kadar başlattığımız bütün dış politika hamleleri, bu parametre üzerine kurulmuştur.”

4 Mart 2006’da, AKP Bayrampaşa İlçe Kongresi’nde Recep Tayyip Erdoğan “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlarından biri olduğunu açıkça itiraf ediyordu.

Bu açıklamalar gibi daha onlarca sesli, görüntülü ve yazılı basında arşivlerde kayıtlı açıklamalara rağmen, Erdoğan çıkıp “Bizim BOP eşbaşkanı olduğumuzu ispat ederlerse biz her şeye varız… Ama ispat edemezlerse namussuzdurlar, namerttirler” diyebiliyor.

Irak’a ikinci operasyonda ABD’li askerlerin ülkelerine sağ salim dönmeleri için dua eden Erdoğan değil miydi?

7.Siyasal İslamcılık Batı projesi mi?

İsrail bu coğrafya’da sıkışmıştı. Arap milliyetçiliği ve sosyalizm İsrail devletini bir kaşık suda boğmak üzereydi.

“1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap milliyetçiliğinin ve daha sonra pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur.” (Prof Dr. Hasan Köni, Avrasya Dosyası Yaz 2000, cilt:6, Sayı: 2, s.9)

Ünlü Fransız Müslüman entelektüel Roger Garaudy “İsrail Mitler ve Terör” adlı kitabında şöyle yazıyor: “İslam’ın Yükselişi ve Çöküşü adlı eserimde Müslüman entegrizminin merkez üssü olan Suudi Arabistan’ı gözler önüne serdim.

O eserde Amerika’nın Ortadoğu’yu istilasındaki suç ortağı olan Kral Fahd’ı İSLAMCILIĞI İslam’ın bir hastalığı haline getiren “siyasi fahişe” olarak takdim ettim.” (R.Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, Pınar Yayınları, İstanbul, Beşinci Basım Kasım 2000, s.9)

Garaudy’ye göre, “İslamcılık; İslam’a batı tarafından sokulmuş bir hastalıktır ve bu hastalığı sokanlar da siyasal fahişedir” ve İslamcılık Amerika’nın Ortadoğu’daki hesaplarına uygun bir siyasi manivela unsurudur.

Batı bunu iki türlü yapıyor: 1.El Kaide gibi radikal unsurları el altından destekleyip dünya kamuoyunda İslam’a karşı bir antipati oluşturarak, 2-Siyasal İslam’ı kullanarak ülkelerde karışıklığa sebep olmak ve böylece İsrail’in tehdit edilmesini önlemek.

11 Eylül ile alakalı kitaplardan birinin yazarı Lawrence Wright “Hayalet Kuleler” adlı kitabında; Militan İslamcılığın, 1940’lı yıllarda Amerika’da eğitime gelen Mısırlı Seyid Kutub’la başladığına işaret eder.

Kutub’un “Yoldaki İşaretler” kitabı İslamcıların başucu kitaplarındandır.

1960 yılında Alman Yahudisi bir ailenin kızı Amerika’da din değiştirerek Hıristiyanlığa avdet etti. Ve 1934 New York doğumlu Margaret Marcus 1961 yılının Ramazan ayında da Müslümanlığa geçtiğini ve ismini de Meryem Cemile olarak değiştirdiğini ilan etti.

Meryem Cemile yayın dünyasına hızlı bir giriş yaptı. Üst üste kitaplar yayınladı.

Kitapları Türkçeye de çevrilen Meryem Cemile’nin savunduğu temel fikir: “Milliyetçilik kötüdür, İslamcılık iyidir” şeklinde özetlenebilir.

Meryem Cemile’nin kitapları “görünmez bir el tarafından” Arap ülkelerinde ve hatta Türkiye’de de milyonlarca basılıp, bedava dağıtıldı.

Tesadüf bu ya, İsrail el altından İslamcı oluşumları destekliyor, milliyetçi gruplara saldırıyordu. Yani Meryem Cemile’nin fikirlerine İsrail nasıl oluyorsa “bilmeden” hizmet ediyordu.

8.Sembolik Zion Yılanı:

Sembolik yılanın takip edeceği harita çoktan çizilmiştir. MÖ 429’da Yunanistan, İsa’nın doğumundan hemen önce Roma, 14. Lui’nin sarsılmaya başladığı dönemde Paris, ardından Londra ve 1881’de Berlin’e ulaşmıştır. Sonraki menziller okla gösterilmiştir: Moskova, Kiev, Odesa, Constantinople(İstanbul) ve ilk ve son nokta olan Kudüs.

9.AKP-İsrail İlişkileri

AKP’li Ömer Çelik’in 2004 yılında İsrail’e ziyaretinden iki ay önce TBMM’de yaptığı konuşmada “Filistinlilerin yaptığını terör, İsrail’in yaptığını ise şiddet” olarak nitelendirdiğini hatırlayalım.

6 Aralık 2004’te, cumhuriyet tarihinde ilk kez olmak üzere Ankara’da İsrail’e siyonizmin kurucusu Theodor Herz’i anma izni verildiğini ve İsrail Büyükelçiliği’nin Ankara’da Milli Kütüphane Konferans salonunda siyonizmi andığını unutmayalım.

İsrail ile 15 Temmuz 2004’te Ankara’da imzalanan mutabakat zaptıyla Serbest Ticaret Anlaşması kapsamında “temel ve işlenmiş tarım ürünleri ticaretindeki tavizlerin karşılıklı genişletilmesini müzakere etme konusunda anlaşıldı.

1 Mayıs 2005’te 200 milyon dolarlık Heron anlaşması yapıldı. ayrıca M60 tanklarının modernizasyonu protokolü ve 17 ayrı askeri proje görüşüldü.

13 Haziran 2004’te ABD’de katıldığı bir panelde Erdoğan “Ben, (Ehud) Barak’ın başlatmış olduğu barış sürecine katılıyorum. Ancak sayın Barak’ın başlattığı bu süreç devam etmedi. Sayın Arafat büyük bir fırsat tepmiştir. Eğer o zaman oturulan masadan kalkmasaydı isabetli olurdu. Şu anki sıkıntı budur. 80 yaşına merdiven dayamış olan bir Arafat barışın önünde bir engel olamaz. Bu işi halklar arasında çözebiliriz.” demişti.

Urfa’daki “mayınlı arazilerin” İsrail’e verilmesinin tartışıldığı günlerde, 26 Mayıs 2009’da, İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gaby Levy “Yahudi Urfa Projesi” olarak bilinen “dinler buluşması” kapsamında Urfa’yı ziyaret etti. Levy “Urfa ile Harran bizim için çok önemli, her Yahudi için atalarımızın, dedelerimizin geldiği bu topraklara gelmek çok önemli” dedi.

İsrail sadece Güneydoğu’dan değil, “Anadolu Kartalı Tatbikatı Krizi” ile daha sonra gündeme gelen Konya’dan da 2004 yılının sonunda 40 bin dönüm arazi aldı. AKP’nin “Tarımsal İşbirliği ve Kalkınma Projesi” ile önünü açtığı bu satış işlemi ile verilen topraklar, ABD ve İsrail’in eğitim için kullandığı hava üssünün hemen yanında bulunuyor.

AKP ile İsrail arasındaki bu alım-satım işleri oldukça ilginçti. Bakın dönemin Tarım Bakanı Sami Güçlü, Konya’daki bu satıştan birkaç ay önce Şanlıurfa Ceylanpınar’ı isteyen İsraillilere şu yanıtı verdiğini açıklıyordu: “Dedim ki, GAP’la ilgili düşünceleriniz, Türk kamuoyunda bir kısım kanaatlerin oluşmasına neden oluyor. Bu nedenle başlangıç faaliyetlerimizi İç Anadolu’ya kaydırarak, sulama teknolojisini Türk kamuoyuna sunalım. Bu sayede, kamuoyunda oluşan çekingen hava kırılabilir.”

İsrail’in Türkiye’den toprak alımına kolaylık getiren 4916 sayılı yasa 19 Temmuz 2003 tarihinde AKP tarafından yürürlüğe konulmuştu.

İsrail, 6 Eylül 2007’de Suriye’nin gizli nükleer reaktörünü vurmak için Türkiye hava sahasını kullandı.

İsrail, Lübnan’a saldırıp 28 gün sonunda Hizbullah’a yenilip geri çekilmek zorunda kaldığında bölgeye AKP kararıyla Türk askeri gönderildi.

Tüm bu tarihi gerçekler ışığında bakıldığında, Davos şovunun AKP iktidarının güçlü kalması için yapıldığı çok açık. Çünkü yeni dünya düzeninin hizmetkârı olduğunu iddia eden ve aynı zamanda BOP eşbaşkanlığıyla övünen AKP, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi (BOP) projesini tasarlayanlar, bu planı en iyi şekilde ancak ve ancak İslamcı kılıfına büründürülmüş iktidarlarla başarıya ulaştırabileceklerinin farkındalar.

Nitekim AKP sözcüsü Hüseyin Çelik, 14 Haziran 2010 tarihli Milliyet gazetesinde, Devrim Sevimay’ın “İsrail’le kriz” sorusuna çok çarpıcı bir yanıt veriyor:

“Çelik: Türkiye’de antisemitizmin bir geçmişi var. Fakat bizimle birlikte antisemitizm falan yok. Aksine bakın Sayın Başbakan’ın bu çıkışları olmasa Türkiye’de antisemitizm daha çok artar.

“Milliyet: Yani bir anlamda şişede biriken gaz mı kaçırılmış oluyor bu sayede?

Çelik: Elbette, halk şöyle düşünüyor, ‘Verilmesi gereken tepkiyi benim devletim veriyor zaten.’

Milliyet: Ve sakinleşiyor, öyle mi?

Çelik: Ve sakinleşiyor, çünkü ‘Benim adıma Tayyip Erdoğan konuşuyor’ diyor.”

Mavi Marmara cinayetlerinin ardından “İsrail’in bu saldırısına yönelik ne gibi yaptırımlar uygulayacaksınız?” sorusuna Bülent Arınç “İsrail ile 3 tatbikat iptal edildi” şeklinde cevap vermişti.

İsrail’in OECD üyeliğine kabul edilmesi Türkiye’nin desteği sayesinde gerçekleşti.

13 Şubat 2009 tarihinde dönemin Milli Eğitim bakanı Hüseyin Çelik, okullarda İsrail mallarının boykot edilmemesi için bir genelge yayımladı.

Mavi Marmara konusunda Hakan Albayrak, 17 Nisan’da Yeni Şafak’ta “Bir grup AKP milletvekili, 15 Mayıs’ta demir alması planlanan gemide çoktan yer ayırttı.” diye yazmıştı. Ama nedense gemiye binen AKP’li milletvekili olmamıştı.

Vakit Gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak, Haber Türk kanalında olaydan sonra şu açıklamayı yapıyordu: Mavi Marmara gemisine binen Türklerin tam listesi sadece hükumete verilmişti. Ama bu baskın sırasında görüldü ki, gemiye inen İsrail askerlerinin elinde de birebir aynı liste var. Ve İsrailli askerlerin bu listeye dayanarak infazlar yapmış olma ihtimali var. Yoksa neden açıklamıyorlar bunca süredir gerçek ölü ve yaralı sayısını?” şeklindeki açıklamasını nasıl anlamalı?

Bir başka ilginç noktayla devam edelim. Suriye’deki savaş yüzünden Ürdün’e gidecek Türk malları, İskenderun’dan kalkan feribotlarla Hayfa limanı üzerinden Ürdün ve diğer bölge ülkelerine ulaştırılmaya başlamıştı.

İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın Orta Doğu ekonomik ilişkilerinden sorumlu yetkilisi Yael Ravia-Zadok “İsrail koridoru, ticari malların bölgesel nakliyatında en ucuz, en çabuk ve en güvenli güzergâh. İhtiyaç olunca bölgesel oyuncuların bir çözüm bulmak için İsrail ile işbirliği yaptığına iyi bir örnek” diye konuştu.

Financial Times’ın konuştuğu bir İsrailli yetkili de şunları diyor: “Keşifler ihtiyaçtan doğar. Türkiye hükümeti İsrail’e bayılmıyor ama iş ticarete gelince İsrail bundan yararlanıyor. Ürdünlüler de istediklerini alıyor – dolayısıyla herkes kazançlı çıkıyor.”

Bu noktada, CHP Erzincan Milletvekili Muharrem Işık’ın Şubat’ta Başbakan’a “Oğlunuz Burak Erdoğan’a ait olduğu söylenen gemiler İsrail ile ne zamandan beri taşıma işi yapmaktadırlar?” diye sorduğunu hatırlatalım.

Işık, soru önergesine şöyle devam etmişti: İsrail ile yapılan ticarette daha çok hangi ulaşım aracı kullanılmaktadır? İsrail’e deniz yolu ile yapılan ticarette hangi şirketler çalışmaktadır? Oğlunuza ait olduğu söylenen gemiler İsrail ile ne zamandan beri taşıma işi yapmaktadır? Mavi Marmara krizinden sonra İsrail ile yapılan ticari işler askıya alınmış mıdır?”

İsrail ekonomisi yılın ikinci çeyreğinde Suriye’deki savaşa ve komşu Mısır ile Lübnan’daki huzursuzlukların artmasına rağmen yüzde 5 büyüdü.

ABD’nin Suriye’ye olası saldırısı haberlerinin çıktığı günlerde İsrail para birimi ve Tel Aviv borsasında düşüşler başlamıştı.

Siyasi ilişkiler soğumuş olsa da, İsrail İmalatçılar Birliği’nin verilerine göre İsrail’in Türkiye’ye ihracatı 2009 yılından beri yüzde 60 artarak 1,5 milyar dolara ulaştı. Türkiye’nin İsrail’e ihracatı da yüzde 40 artışla 2 milyar dolara yaklaştı.

10.AB-D ve İsrail’in AKP ve Erdoğan’a sataşmaları “Cambaza bak!” oyunu:

Neden böyle olduğuna geçmeden önce, yakın tarihin önemli bir olayını aktaralım:

1992 Eylül’ünde Soros Fon Yönetimi şirketinin sahibi George Soros, İngiliz Pound’una karşı büyük bir mücadeleye girdi. Soros, bugüne kadar yaptığı işlerle dünyanın en büyük spekülatörü ve yatırımcısı ünvanını zaten kazanmıştı. Ancak, bu kez söz konusu olan finans tarihinin en büyük bahsiydi.

Ringin bir tarafında, geçmiş finansal performansıyla ünlü 62 yaşındaki bir para yöneticisi; karşısında ise Büyük Britanya İmparatorluğu’nun güç ve kudret sembolü olan İngiltere Merkez Bankası vardı. Gerçi Soros sahip olduğu servet ile Amerika’nın en büyük zenginleri arasında sayılırdı. Fakat, karşısındaki rakibi parasal güçle alt etmenin hiçbir imkanı yoktu. Ona karşı kullanabileceği en etkili silahı, sahip olduğu beyin gücü idi.

Tecrübeli para yöneticisi, büyük başarılar yanında bazı hatırı sayılır kayıplar da yaşamıştı. Bu da, mağlubiyet nedir bilmeyen şanlı rakibine karşı onun bir avantajıydı. Peki, bunlar İngiliz emperyalizminin en büyük temsilcisi konumundaki İngiliz Merkez Bankası’yla tek başına savaşmakta yeterli olacak mıydı?

Yatırımcıları, spekülatörleri, fon yöneticileri ve basınıyla tüm finans dünyası, bu müthiş mücadeleyi izlemeye koyulmuştur. Finans tarihinde, bir yatırımcının İngiliz Donanması kadar güçlü, İngiliz Merkez Bankası’na kafa tuttuğu görülmüş değildi…

Böyle bir şey hayal bile edilemezdi. Büyük bahsin konusu şuydu: Soros’a göre İngiliz ekonomisi kötüye gidiyordu ve tuzağa düşmüştü. Aşırı değerlenmiş olan Pound devalüasyon baskısı altındaydı. Fakat İngiltere, Avrupa kur Mekanizması’na (ERM) girdiği için Pound’u devalüe edemiyor ve 2.95 Alman Markı seviyesinde tutmak zorunda kalıyordu.

Soros, İngiltere’nin kendi isteğiyle para anlaşmasını terk ederek Pound’u devalüe etmesi gerektiğini yoksa buna mecbur kalacağını iddialı bir şekilde öne sürdü. Aynı zamanda gerekli spekülatif pozisyonları almaktan geri kalmadı. İngiltere Merkez Bankası başkanı ve hükümet, bu iddiaya sert bir şekilde yanıt vererek Pound’un değerini düşürmeyeceklerini kesin bir dille ilan ettiler ve önlem olarak İngiliz Merkez Bankası piyasadan 3 Milyar Dolar Sterlin satın aldı ve faiz oranlarını 5 puan yükseltti. Bu şekilde Pound’u yatırımcı gözünde cazip kılmaya çalıştılar.

Soros, bunu İngiliz Merkez Bankası ve hükümetinin ümitsiz son bir çırpınışı olarak yorumladı ve Sterlin’e karşı aldığı pozisyonu daha da arttırdı. 14 Eylül Salı günü her zamanki vaktinde yatağına yatmıştı. Ertesi sabah saat 7’de sahip olduğu fonun yöneticisi onu aradı ve kendisi uykuda olduğu sırada düzenlediği para operasyonundan 985 Milyon Dolar kar ettiğini söyledi.

Soros ne yapmıştı; henüz pahalı iken 10 Milyar Dolar Pound borçlanmış, bu parayla Alman Markı satın almıştı. Tahminleri doğrultusunda Pound’un değeri Alman Markı karşısında gerileyince elindeki Alman Markı’yla ucuzlamış olan Sterlin borcunu ödemiş ve büyük kar elde etmişti.

Aslında operasyon basit gibi görünüyordu, fakat zor olan İngiliz Merkez Bankasına karşı gelmekti. İzleyen üç hafta süresince Pound yanında İtalyan Lireti vs gibi diğer dövizlerden kazandıklarının toplamı 2 Milyar Dolar’ı buluyordu. Soros’un finansal kehaneti aynen gerçekleşmiş ve İngilizler, ERM’den çekilerek Pound’u devalüe etmek zorunda kalmıştı. Bu, Pound’un 1967 yılından bu yana ilk devalüasyonuydu. 15 Eylül 1992 tarihi, mağrur İngilizler tarafından Kara Çarşamba olarak adlandırıldı.

Bunu neden anlattım? Koskoca İngiltere Merkez Bankası’nı bir iddia uğruna alt eden tek bir kişiden bahsediyoruz. Küresel sermayenin ülke sınırlarını tamamen yok ettiği günümüzde, cari açığı, dış finansman açığı, enflasyonu, dış borcu dev boyutlara çıkmış Türkiye gibi bir ülkeyi finansal yönden boğması çocuk oyuncağıdır. Türkiye’de bir iktidarı devirmenin yolu ekonomik çöküşten geçer. Geçmişte hep böyle olmuş, krizlerle hükumetler devrilmiştir. Her başı sıkıştığında AKP hükumetine finansman akışı sağlanmakta oluşu, Davos süreciyle başlayan yeni aşamada, AB-D ve İsrail kanadından Erdoğan’a sözlü sataşmaların AKP’nin içeride güçlü kalması için yapıldığı sonucuna ulaştırıyor bizi.

Yukarıda uzunca anlattığımız olaylar da bizim bu görüşümüzü destekliyor. AB-D ve İsrail, kendisine Erdoğan’dan daha iyi bir eşbaşkan bulabilir miydi? İslam coğrafyasını kendi istediği şekilde yeniden dizayn etmek isteyenler bunu en güzel El Kaide, İhvan ve İhvan hareketinin Ortadoğu’daki uzantılarını kullanarak, İslam alemini uyutarak yapmasalar mıydı?

TARİH /// VİDEO : Celal Şengör – HÜSEYİN TEVFİK PAŞA


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=hAJAbjCuYJ4&feature=em-subs_digest

GÜNDEM ANALİZİ /// VİDEO : Gündem Özel /// 12.07.2016 /// Doç. Dr. Sait Yılmaz – Doç. Dr. Ba rış Doster – Levent Yıldız – Kanal B


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=OPCUvvO-FUQ&list=TL8hoh1dIQB5QxMzA3MjAxNg

PARAPSİKOLOJİ & GİZEM DOSYASI /// VİDEO : İzlenmesi Yasaklanan Çok Gizli 5 Video


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=BhQ_3SqrOX8&feature=em-subs_digest-vrecs

SOYKIRIMLAR DOSYASI : Srebrenitsa Soykırımının Sorumlusu Kim ?


Bosna Savaşı sırasında Müslümanlara karşı uygulanan etnik temizlik, soykırım, sistematik tecavüz, kültürel soykırım suçları 20. yüzyılın sonuna doğru Avrupa’nın göbeğinde hepimizin gözleri önünde gerçekleşti.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa coğrafyasında meydana gelen en vahşi katliamlardan birisi olan Srebrenitsa soykırımının üstünden 21 yıl geçti. Soykırım sırasında Sırplar tarafından katledilen 8 bin 372 kişiden bugüne kadar 7 bin kişinin naaşı bulundu. Şehit olan Boşnaklardan 6 bin 377’si bugüne kadar toprağa verilmişti, bu yıl kimliği tespit edilen 127 cenaze daha toprağa verilecek. 1327 şehidin naaşı ise hala kayıp.

Bosna Savaşı sırasında Müslümanlara karşı uygulanan etnik temizlik, soykırım, sistematik tecavüz, kültürel soykırım suçları 20. yüzyılın sonuna doğru Avrupa’nın göbeğinde hepimizin gözleri önünde gerçekleşti. Savaş sırasında çoğunluğu sivil olan 100 bine yakın insan öldürüldü, 50 bin kadın tecavüze uğradı, 2 milyon kişi mülteci durumuna düştü, Bosna-Hersek’in kültürel tarihi mirası yerle bir edildi. Bosna-Hersek’in Müslüman nüfusuna karşı işlenen bütün bu suçlar, modern iletişim vasıtalarıyla kayıt altına alındı.

Buna rağmen, garabete bakın ki Uluslararası Adalet Divanı 2007 yılında aldığı karar ile Srebrenitsa’da bir soykırım gerçekleştirildiğini ama bundan Sırbistan devletinin sorumlu olmadığına karar verdi. Hâlbuki sadece Srebrenitsa değil, Biyelina, Foça, Zvornik ve Saraybosna gibi Bosna-Hersek’in bütün şehirlerini Müslümanlardan arındırmak amacıyla gerçekleştirilen soykırımı planlayan ve uygulayan, Yugoslavya coğrafyasında büyük Sırbistan’ı yaratmak isteyen Miloseviç rejimi idi.

Buna rağmen Uluslararası Adalet Divanı, hepimizin gözünün içine baka baka soykırımdan Sırbistan’ın sorumlu olmadığa kararını verdi. Kararın her şeyden önce siyasi olduğu ve Rusya’dan koparılarak Avrupa’ya entegre edilmek istenen Sırbistan’ı temize çıkarmak amacıyla alındığı açıktır. Böylece Boşnakların Sırbistan’dan tazminat talep etmelerinin önü kesildi ve Bosna-Hersek’te işlenen suçlar Bosna-Hersek’te yaşayan Sırpların üzerine yıkılmış oldu. Bosna-Hersek’te yaşayan Sırplar da bu suçun bedelini bugüne kadar ödemediler aksine Dayton Antlaşması’yla etnik temizlik ve soykırım ile işgal ettikleri Bosna-Hersek topraklarında Sırp Cumhuriyeti kurmalarına izin verilerek ödüllendirildiler. Boşnaklar ise nüfusun %50’sini oluşturmalarına rağmen Hırvatlarla bir federasyon kurmaya zorlanarak adeta cezalandırıldılar. Adil olmayan ve soykırım sonucu oluşan statükoyu tanıyan Dayton Antlaşması’yla ortaya, işlemeyen bir konfederasyon çıktı.

Kararın siyasi boyutunu örtmek için Sırbistan’ı doğrudan sorumlu tutacak kanıtların elde edilemediği iddia edilerek bütün bu rezaletin uluslararası hukuk açısından temellendirildiği görülmektedir. Buna rağmen gerçekler bütün çıplaklığı ile gözümüzün önünde durmaktadır. Bosna-Hersek’te planlı ve sistemli bir biçimde Boşnaklara yönelik soykırım suçu Sırbistan devleti tarafından işlenmiştir.

Gelgelelim çok değil yirmi yıl önce hepimizin gözü önünde televizyonlardan canlı yayınlanan bu soykırımın suçlusunun kim olduğunu çeşitli siyasi nedenlerle açık yüreklilikle ortaya koyamayan kimi Avrupalı devletler, yüzyıl önce çok farklı bir siyasi konjonktürde ve bir dünya savaşının ortasında gerçekleşen Ermeni tehcirini bir soykırım olarak tanıma konusunda adeta birbirleriyle yarışmaktadırlar. Srebrenitsa soykırımı işte bu yüzden bir turnusol kağıdı olarak önümüzde durmaktadır.

[Zaman, 12 Temmuz 2016]

PKK ÖRGÜTÜ DOSYASI : Bahoz Erdal Suikastının Anlamı


Bahoz Erdal suikastı türü saldırıların moral yıkıcı bir etkisi bulunsa da PKK genelinde örgütü çözücü olmasını beklememek gerekir.

Üst düzey PKK yöneticisi "Bahoz Erdal" kod adlı Fehman Hüseyin Suriye’de Kamışlı kentinde saldırıya uğradı.

Türkiye’ye yakın olduğu söylenen Tel Hamis Tugayları tarafından gerçekleştirilen saldırıda korumaları ile birlikte Erdal’ın öldürüldüğü basına yansıdı.

Suriye’nin kuzeyinde YPG yapılanmasının oluşumunda büyük rol oynayan üst düzey PKK liderinin bu saldırıya muhatap olması sıradan bir suikast olmaktan öte anlamlar içeriyor.

PKK-YPG kontrolündeki bir kentte bu saldırının gerçekleşmiş olması bile Türkiye’nin PKK terörü ile mücadelede yeni bir dönemin başladığını gösteriyor.

İlk akla gelen, Türkiye’nin PKK’nın "köküne kadar gitme" iradesinin bir uzantısı olarak örgütün liderlerini hedef alması ihtimali.

Terörle mücadele literatüründe buna liderlik tasfiyesi (leadership decapitation) deniliyor. Başsız bırakma anlamında tasfiye etme öldürme ya da yakalanmayı kapsıyor.

PKK liderlerinin renkli listelerle sıralandığı ve başlarına ödül koyulduğu biliniyordu. Hatta istihbarat birimlerinin bunun için bir çalışma yürüttüğü medyaya yansımıştı.

***

Terör örgütleriyle mücadelede liderin ya da üst düzey sorumluların tasfiyesinin nasıl bir etkide bulunacağı üzerine çok şey yazıldı.

Lider tasfiyesi örgüt tabanında sembolik bir yıkıma sebep oluyor. Küçük, kurumsallaşmamış ve başlangıç yıllarında olan örgütlerde çok etkili sonuçlar verebiliyor.

Kurumsallaşmış, büyük ve uzun yıllardır varlığını koruyan örgütlerde ise daha radikal liderlerin ortaya çıkmasına sebep olabiliyor.

Türkiye’nin PKK ile mücadele sürecinde Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanmasının bir tür decapitation (tasfiye) olduğu söylenebilir.

Öcalan’ın yakalanmasından sonra zayıflayan PKK daha sonra Murat Karayılan, Cemil Bayık, Duran Kalkan ve Bahoz Erdal gibi isimlerin yönetimi altında kendini toparladı.

Çözüm sürecini bitiren ve şiddeti yeniden başlatan oligarşik liderlik bu isimlerden oluşuyor.

Suriye iç savaşı bu liderliğe Suriye’nin kuzeyinde YPG-PYD yapılanmasını kurma fırsatı tanıdı.

DAİŞ ile mücadele adı altında Obama yönetiminin de desteğini alan PKK-YPG, Suriye’nin kuzeyinde devletimsi bir yapı kurmaya yöneldi. Bu yeni durum tüm PKK tarihi açısından bir dönüm noktasıydı.

Suriye’nin kuzeyindeki kantonlarda federe bir devlet kurma hedefi Kandil’deki de facto PKK varlığından oldukça farklı.

İşte bu noktada kritik soru Bahoz Erdal’ın saldırıya uğraması yeni bir lider tasfiyesi süreci olarak işe yarar mı?

***

Bahoz Erdal suikastı türü saldırıların moral yıkıcı bir etkisi bulunsa da PKK genelinde örgütü çözücü olmasını beklememek gerekir.

Ancak lider tasfiyesi Suriye’nin kuzeyinde ise oldukça etkili olabilir. YPG-PYD henüz kuruluş aşamasında olduğu için bu tür saldırılar çok yönlü sembolik anlamlar ifade etmekte.

İlki, PKK liderlerinin Suriye’nin kuzeyinde de olsa bir şekilde vurulabileceği görülmüş oldu. İkincisi, ABD desteğinin bunu engelleyemediği ortaya çıktı . Üçüncüsü, son dönemde büyükşehirlere yöneltilen bombalamaların Suriye’nin kuzeyinde yürütülmesine tepki verilmiş oldu.

Daha önemlisi, YPG-PYD’nin kantonlarda rahat bir faaliyet alanı, "egemenlik alanı" bulamayacağı da netleşti.

YPG-PYD’nin şehirlerin dağlar kadar "güvenli" olmadığı olgusunu sindirmesi gerekecek.

[Sabah, 12 Temmuz 2016]

YENİ DÜNYA DÜZENİ DOSYASI : TEMSİLİ RESİM


https://i0.wp.com/pbs.twimg.com/media/CnQoInrWgAE_bjJ.jpg:small

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.