Günlük arşivler: 8 Temmuz 2016

TARİH : SELÇUKLULARDA MÜZİK VE LİTERATÜRÜ


Dandanakan Savaşı (1040) ile Horasan’da ortaya çıkan, kısa sürede Orta Asya’yı etkisi altına aldıktan sonra İran, Irak, Suriye bölgesini ele geçiren, Abbasileri vassal devlet haline getiren, Malazgirt Savaşı (1071) ile Anadolu’yu fetheden, Mısır’da Eyyubilerin kurulmasına sebep olan Büyük Selçuklu Devleti, Sultan Sencer’in (ö. 1157) ölümüyle yıkılırken, ardında hükmettiği topraklarda bir çok beylik bıraktı. Azerbaycan, Kirman, Irak, Suriye, Dımaşk (Tugtekinliler), Musul (Zengiler) Selçukluları gibi ardında bıraktığı beylikler ve devletlerden biri olan Türkiye Selçukluları bir yüzyıl daha yaşadı. 1258’den itibaren Moğol istilası ile Orta Asya’dan Mısır’a kadar Selçukluların hakimiyeti tamamen yıkıldı ve bu topraklarda Moğollara bağlı yeni beylikler kuruldu.

Bu makalenin amacı daha önce üzerinde yeterince ve ciddi olarak durulmamış bir konu olduğu anlaşılan Büyük Selçuklu Devleti ve Türkiye Selçuklu Devleti ile Anadolu Beyliklerinin hakim olduğu topraklarda yani XI. yüzyıl ortalarından Moğol istilasının olduğu XIII. yüzyıla, Orta Asya’dan başlayıp Azerbaycan, İran, Irak, Suriye ve Anadolu’ya uzanan bölgede müziğin literatür ve kültürünü ortaya çıkarmaktır.[1]

Selçuklularda Nevbet/Askeri Müzik

Selçuklu sultanları saltanat alameti olarak bulundurdukları arma ve çetr yanında nevbeti de kullanırlardı. Çetr bir mızrak üzerinde bulunan küçük bir şemsiye idi ve bir görevli bunu daima sultanın başı üzerine tutardı.[2]

Nevbet, günde beş vakit sultanın kapısında bir müzik çalan askeri mızıka takımının yaptığı uygulamaya denirdi. Sultana bağlı emirler içinde ancak sultanın izin verdiği emirler üç vakit nevbet çalabilirdi, eğer beş vakit çalarlarsa isyan etmiş veya devletten ayrılmış sayılırlardı. İbn Haldun’un da belirttiği gibi nevbet takımı Sultanla birlikte yolculuğa veya savaşa giderdi. Aşağıda bununla ilgili örneklerden bazıları yer almaktadır.[3] Nevbet-i penç veya nevbet-i pençgane de denilen bu müzik takımında kös, davul, zurna, nakkare ve nefir çalgıları kullanılırdı.[4]

Büyük Selçuklu Devleti’nde beş vakit nevbet çalındığı gibi daha sonra kurulan beyliklerden bazılarında da beş vakit nevbet çalınmıştır. Kirman Selçukluları’nda (kuruluşu 1050-yıkılışı 1189) görüldüğü gibi.[5] O devirlerde ceza hakimi diyebileceğimiz emir-i hareslerin de bir kös çalan nevbet takımının bulunduğunu Siyasetname’den öğreniyoruz. Bir Selçuklu veziri olan Nizamülmülk bu eserin 35. faslında saray görevlilerinden saydığı nevbetçilerin çok dikkatli olmalarını, güvenlik açısından yanlarına ve aralarına yabancıların girmemesi gerektiğini önemle vurgular.[6]

Selçuklularda nevbet takımının bazı uygulamaları tarih kaynaklarında yer almaktadır. Selçukluların daha Dandanakan Savaşı’ndan önce, 1035’de Gaznelilerle yaptıkları bir savaşta davul (tabl) ve nakkare kullandıkları ifade edilir.[7] Tuğrul Bey’in Abbasi halifesini vassal durumuna getirdiği 1060 yılından sonra verdiği izinle, Abbasi sarayında da nevbet takımı kurulmuştur. Ölümü üzerine bağımsız olmak için bu durumu değerlendirmeye çalışan Abbasi halifesine rağmen Bağdat’ta nevbetten sorumlu Amidi Ebu Said, halifenin emirlerini hiçe sayarak saray önünde Selçuklu usulü üzere nevbet çaldırmağa devam etmiştir.[8] Tuğrul Bey’den sonra yerine geçen Alparslan da nevbete önem verirdi. Bir keresinde kendi nevbeti dışında davul çaldıran çok sevdiği devlet adamı Hezaresb’i azarlamıştır.[9] Anadolu’yu elinde bulunduran Bizanslılara karşı 1071 yılında Malazgirt Savaşı’nı kazanan Alparslan’ın ordusunda kös ve boru kullanan nevbetin bulunduğunu yine kaynaklardan bilmekteyiz.[10]

Melikşah oğlu Sultan Mehmed’in 1117’de ölmesi ile 14 yaşında olan Mahmud Selçuklu tahtının varisi oldu. Ancak amcası Sultan Sencer’le bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre her ikisi de Sultan unvanı kullanabilecek ve kapılarında beş vakit nevbet çalınacaktı.[11]

Bundan kısa bir süre sonra Sultan Mahmud, Abbasi başşehri Bağdat’a girmek isteyecek, halife buna razı olmayınca ortaya bir anlaşmazlık çıkacaktı. Bunun üzerine Sultan Mahmud 1126’da Bağdat’a girmiş, halife buna karşı tıpkı Selçuklular gibi çetr altında sarayından çıkıp nevbet (askeri mızıka) çaldırarak (el-bukat ve’l-kusat)[12] ordu toplayıp savaş için hazırlık yapmaya başlayınca, Sultan Sencer Rey’e gelmiş, Sultan Mahmud ile halifenin anlaşmasını sağlamıştı. Sultan Sencer daha Rey’de iken halife Müsterşid ona bir elçi ile bazı hediyeler göndermişti. Sultan Sencer gelen elçiye bazı ikramlarla birlikte davullar (kusat), nakkareler (bukat), bayraklar (a’lâm) verip kapısında üç namaz vakti nevbet çalınmasına verilen izni yenilemişti.[13] Böylece Sencer halifeyi kendine bağlı bir emir yani vassalı olarak kabul ediyordu.

Abbasilerin -Arapların- askeri müziği Fars ve Türklerden aldığını, sarayda sancak ve nevbet bulundurduklarını, seferde halifenin ardından geldiklerini, halifelerin ve valilerin savaş veya tayin edildikleri yere bu askeri müzik takımı ile gittiklerini İbn Haldun anar.[14]

Türkiye Selçuklularından I. Mesud’dan (1116-1156) beri Anadolu topraklarında nevbet beş defa vurulurdu. Türkiye Selçuklularından Alaaddin Keykubad saltanat alameti sayılan çetr yanında kös, boru, nakkare ve zurna bulunduran nevbet takımlı bir ordu ile Alaiye kalesini almıştı.[15] İbn Battuta, sultanın saz takımının yüz kişi olduğunu, bunlardan 10 kişinin davulcu, beş kişinin zurnacı, 10 kişinin de guyende olarak 25’er kişilik gruplar halinde dizildiklerini, sultanın sağ ve solunda yer alan emirlerden sonra geldiklerini tanımlar.[16] İbn Haldun da Selçuklu ordusunda kös ve tabl kullanıldığını doğrular. Bu nevbet âdeti Türkiye Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad tarafından nevbet vurmasına izin verilen Osman Gazi zamanından sonra Osmanlılarda da devam etti.[17] Savaşta düşmanı korkutmak, askerin şevkini artırmak veya düşmanın içine korku verip gücünü kırarak barışı sağlamak olarak değerlendirilmekte olan ve adına daha sonra mehter denilen bu askerî takım, 1299’da kurulduğu kabul edilen Osmanlılarda, savaşlarda, bayramlarda, sur-ı hümayunlarda/düğünlerde ve elçileri kabul törenlerinde çalınırdı.

Yazarı bilinmeyen eldeki tek nüsha olan yazma Kitabü’l-enik fi’l-menacik/Kitabü’l-hiye’l-fi’l-hurub ve feth[18] adlarında iç içe Arapça iki eser 1356’da yazılmıştır. Anadolu’da yazılmış olması muhtemel olan bu eserlerden ikincisinin içinde harplerde davul ile işaretleşmelere ilişkin bilgiler vardır.[19] Davul ve bayrak gibi nevbetin bir saltanat işareti olarak görülmesi halk içinde kabul edilen bir davranış olduğu gibi o zamanki edebi eserlerde de zaman zaman ifade edilmektedir. Nişapurlu Feridüddin Attar, sufi olmanın önemini ve “seyr ve suluk”u anlattığı Mantıku’t-tayr adlı eserinde “saltanat nevbeti vurmak” ve “davul ve bayrak” ifadelerini kullanmaktadır.[20]

Selçuklularda Mevlit

Mevlit okuma adetinin bu yüzyıllarda İslam toplumlarında yaygınlaştığı anlaşılmaktadır. Tarih kayıtlarında Fatımilerin düzenledikleri mevlit törenleri yazılıdır. Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu’da hüküm sürmüş olan Erbil Atabegleri de mevlit merasimlerine önem verirlerdi. Erbil Atabeglerinden (veya Begtekinliler) Kökböri, muharrem ayından rebiülevvel ayına kadar her yıl mevlit merasimleri düzenlerdi. Törene gelen yerli ve yabancı pek çok bilim ve devlet adamına ikramlarda bulunur, halka açık sofralar kurulurdu.[21] Kökböri’nin düzenlediği mevlit törenlerine sufiler de katılır sema yaparlardı.[22]

Mevlit töreni yapma geleneği ilk defa Fatımilerde görülmekle birlikte Eyyubi ve Begtekinliler devletlerinde de bu törene önem verilmiş ve uygulama pekişmiştir. Bu yüzyıllarda mevlit törenleri zaman zaman halk arasında da yapılıyordu. Çok yaygın olan bu mevlit törenlerinde mevlitlerinin okunması için devrin alimleri mevlitler yazıyorlardı. İbnü’l-Cevzi (ö. 1201) el-Arus adlı eseriyle bu kervana katılanlardandı. İbn Dihye bu mevlit törenleri için Kitabü’t-tenvir fi mevlidi’s-siraci’l-münir adlı manzum bir eseri Kökböri’ye sunmuş ve bu eseri onun huzurunda okumuş ve ondan 1000 dinar mükafat almıştı.[23]

Selçuklu Topraklarında Sufiler ve Sema

XI. yüzyılda sufilerin müzik ile anektotlarını ve görüşlerini Sülemî’nin (ö. 1021) et-Tabakâtü’s sûfiyye’si ile Risâle fi’s sema[24] adlı eserlerinde görebiliriz. Risalelerinden oluşan eseri[25] ile et- Tabakât’ı daha sonra yapılan ilavelerle birlikte Türkçeye tercüme edilmiştir.[26] Nişabur sufilerinden Ebû Ali Dekkak’ın[27] damadı Kuşeyrî’nin (ö. 1074) er-Risâle’si de[28] o yüzyılın Orta Asya, İran ve Arap dünyasında sufilerin müzik ve sema görüşleri hakkında bilgilerin aktarıldığı bir eserdir. Esasen sema hakkında naklettiği fikirlerin ekserisi Ebu Ali Dekkak’ın fikirleridir. Bu zat Hızır b. Abdullah’ın eserinde görüldüğü gibi daha sonraları yazılan müzik eserlerinde görüşlerine değer verilen sufilerden biri idi.[29]

Horasan sufilerinden ve ilk melamilerden sayılan Ebu Said Ebülhayr (ö. 1049) Selçukluların merkezinde semalı meclisleriyle ünlü idi. Ünlü müzik teorisyeni İbn Sina, Ebu Said Ebülhayr ile tanışırdı. Ebu Said Ebülhayr’ın huzurunda bir hanendenin beste yaptığı, Ebu Said’in bunu dinlediği ve güfte sahibini sorduğu aktarılır.[30] Ebu Said Ebülhayr gibi Orta Asya’da Ebu Ali Dekkak ve damadı Kuşeyri (ö. 1074),[31] Irak bölgesinde Abdülkadir Geylani (ö. 1165) ve Ahmed Rifai (ö. 1182) semaya hoşgörü ile bakanlardandı. 1160’da hacca gittiği zaman Hz. Peygamber’in elini öpme şerefine eren Ahmed Rifai’nin mensupları şiş saplamak, zehirli yılanlarla oynamak, deflerle ilahi söyleyip dolaşmak gibi özellikleri ile tanınırdı. Evradları, manzum duaları Anadolu’ya kadar yayılan mensupları tarafından yüksek sesle sokaklarda, meclislerde sürekli okunurdu.

Irak, Suriye ve Anadolu’da yayılan Rifailerin Moğol akınlarına karşı yaptıkları gösterilerden bahsedildiğine göre onlar da defleri eşliğinde zikir yapıyorlar, ilahi söylüyorlar, Selçuklu topraklarında faaliyette bulunuyorlardı. Kural tanımaz olarak tanımlanan Haydariler, Haririler, Melamiler faaliyetleri Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar sarmıştı. Bunlar raks ve sema taraftarı idiler. Bir kalendermeşrep melami görülen matematikçi ve astronom Ömer Hayyam ünlü rubailerinde davul, çan, çenk, ney, rebab, ut çalgılarından bahsetmekte, Hz. Davud’un nağmeleri, çalgı ve nağme kelimeleriyle teşbihler yapmaktadır.[32] Selçuklu sultanları Melikşah ve Sencer’in koruması altında olan Ömer Hayyam kendisinden ders almaya gelen ünlü ahlakçı Gazzali’ye ders vermeği kabul etmiş, fakat sonunda “davul”la bu durumu halka ilan etme şartı koymuş olması ilginçtir.[33]

Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün kurduğu medreselerde hocalık yapan Gazzâlî (ö. 1111)[34] İhyâu ulûmi’d dîn adlı ahlakî/ansiklopedik dinî eserinde sufilerin zikir ve sema konularına bölümler ayırmış ve söylenenlerin bir değerlendirmesini yapmıştır. Müzik hakkında olumlu ve olumsuz görüşleri sıralayarak onlara cevap vermiş ve müziğin mübah yapılmasının yasak olmadığını, bununla birlikte müziğin kötü amaçla kullanılmasının doğru olmadığını savunmuştur. Onun fikirleri Batı dünyasını da etkilediği gibi Müslümanlar üzerinde günümüze kadar etkisini devam ettirmiştir.[35] Gazzali ayrıca Kimya-yı Saadet adlı eserinde de sema meselesini, müziğin etkilerini, dini durumunu kısaca ele almıştır. Gazzali’nin kardeşi olan Ahmed Gazzali (ö. 1121) de Sema’nın meşruluğu hakkında bilgiler verdiği eserler yazmıştır.

Sadi Şirazi (ö. 1258) de çağın sufi müzik anlayışını yansıtan ifadelere yer verir. Eserinde müziğe karşı hoşgörülü olunması gerektiğini, bir müridin bir eğlence meclisinde gördüğü defleri patlatınca dayak yediğini ve ardından pirine gidip, olayı anlatıp dert yanması üzerine piri ona “def gibi döğülüp yüzün yaralı olsun istemezsen, çenk gibi başını aşağı tut, hoşgörülü ol” tavsiyesinde bulunmasını hikaye eder.[36] Kendisinin müzik görüşü de sufilerinki ile paralellik arz eder. O müziği dinleyenlere göre değerlendirir. Dinleyenler müziği ruh ve maneviyat ile dinlerse melekler bile onun yüksek alemine varamazlar. Eğer dinleyen maskaralık için dinlerse onun ruhunda oturmuş olan şeytan kuvvet bulur. Şehveti için müzik dinleyen kimseler ise sema eri olamaz, ona müzik haramdır.[37]

İbnü’l-Kayserânî (ö. 1113), Sühreverdî Ebû Necîb (ö. 1168) sufilerin müzik hakkındaki görüşlerini destekleyen fikirlerini eserlerinde dile getirdiler.[38] Genelde sufilerin sahiplendikleri müziğe karşı bir tepkinin eserini Bağdat’da yaşamış olan İbnü’l Cevzî (ö. 1201) gerek İslam hukuku dalındaki eserlerinde gerekse Telbîsü iblîs adlı eserinde[39] bu görüşlerini yansıtmaktadır. Öte yandan yanlış olarak müziğe karşı olduğu sanılan İbn Teymiyye Takiyyüddin Ahmed (ö. 1328) ise müzik hakkında şöyle demektedir: “Eğlence kabilinden müzik dinlemek rivayetlerde görüldüğü gibi kadınlar ve çocuklar için sevinçli anların özelliklerindendir. İslam dininde bu konuda zorluk yoktur”.[40] Yazar, sufilerin sema konusuna ayırdığı yerde “Allah, kuranı güzel sesle okuyan kimseyi, muganniyesi yani şarkı söyliyen cariyesi olan kişinin, böyle bir cariyesini (muganniye) dinlemesinden daha fazla dinler” hadisine yer vermektedir.[41] İbn Teymiyye’nin ilahi söyleyip zikir yapan sufileri “savt ehli/savtiyye/ses ehli” diye nitelemesi de ilginçtir.[42] İbn Teymiyye bu konuda yazdığı Mes’eletü’s-sema[43] eseriyle birlikte fetvası da ayrıca yayınlanmıştır.[44] Mustafa Kara ve J. R. Michot İbn Teymiyye’nin görüşlerini ele alıp incelemişlerdir.[45]

Ünlü edebiyatçı Ragıb el-İsfahani (ö. 1108), Muhadaratu’l-udeba ve muhaveretü’ş-şuara ve’l- bulağa’sında (İstanbul 1326, II, 239-279),[46] ve Şam’da yaşayan Ebubekir b. Muhammed Hısni, (ö. 1426) ve Muhammed b. Abid Serhedi (ö. 1275) eserlerinde semanın meşruluğu hakkında bilgi verirler.[47] Dönemin ünlü sufilerinden Ruzbihan Bakli (ö. 1209), Risaletü’l-kuds (Şiraz 1342) adlı Farsça eserinde müziğin etkileri, sema ve tasavvufi yorumu ele almıştır.[48] Aynı sufi Meşrebü’l-ervah adlı eserinde sufileşmiş insanların ulaşabildiği semanın çeşitli makamları arasında “semau’l-evtar”ı anmaktadır.[49] Ruzbihan Bakli’nin halifelerinden Siraceddin Mahmud b. Halife (ö. 1166) Atabeg Sungur’un etrafında bulunan değerli alimlerdendi (DGBİT, VIII, 58).

Ünlü tarihçi İbn Kesir, Nureddin Zengi’nin (ö. 1174) teheccüt namazına kalkmak isteyen çok sevdiği karısı İsmet Hatun için geceleri davul çalma adetini başlatmış olduğunu yazar.[50]

XIII. yüzyılın ünlü sufilerinden olup işrakiyyenin kurucusu kabul edilen Anadolu’da bir süre dolaşarak fikirlerini yayan Sühreverdî Şehâbeddin’in (ö. 1234) sema konusuna yirmi iki-yirmi beşinci bölümleri ayırdığı Avârifü’l maârif (Kahire 1971)[51] ve Türkiye Selçukluları topraklarında bir süre yaşayan İbnü’l Arabî’nin (ö. 1240) çeşitli eserlerinde görülen fikirleriyle[52] müziğe karşı olmadıkları anlaşılmaktadır. Şehabeddin Sühreverdi’yi XV. yüzyılda yazılan bazı eserlerde de musikişinas üstat olarak anılması onun müzik konusunda bilgisini ve Anadolu’daki etkisini göstermesi açısından önemlidir. Hızır b. Abdullah’ın edvarında anıldığı gibi.[53] İbnül Arabi semayı ruhani, mutlak ve mukayyed olarak sınıflandırmaktadır. Defler eşliğinde ilahiler, tevhid, salat, zikir söyleyerek yapılan bu tür sufi toplantıları zaman zaman farklı adlarla da anılmışlardır.[54] Sufilerin eskiden beri serbest tarzda yaptıkları ve daha sonra Mevlana’nın (ö. 1274) Anadolu’da kurduğu tarikatın simgesi olan sema oğlu ile sistemleştirilmiştir.

Edebiyat ve tasavvuf sahasında meşhur bir sima olan Siraceddin Ahmed, Erzincan civarında hüküm süren Mengücekler (1071-1227) toprağında yaşamış, sesi ile ünlü bir musikişinastı. Ününü duyan Eyyubi hükümdarı Melik Eşref onu Şam’a davet edip dinlemişti.[55]

Coğrafi eser yazanlardan Kazvini gibi bazı coğrafyacıların eğlence yıldızı olarak kabul edilen Zühre (Venüs) yıldızının tesirinde gösterdiği[56] Anadolu’da faaliyet yapan Mevlana, bu sema yapan Orta Asya sufilerinden etkilenmiş ve semayı Anadolu topraklarına taşımıştı. Mesnevisinde müzik aletleri ve semadan sık sık bahseden Mevlana ve Sultan Veled’in rebab çaldıkları, müzik dinledikleri ve Anadolu’da semayı yaydıkları, mevlevi ayinlerinin oluşmasına katkıda bulundukları kabul edilmektedir.[57] Bestesi günümüze kadar gelen acem devri denilen bir peşrev ve ırak saz semaisi Sultan Veled’in (ö. 1312) besteleri arasında sayılır. Daha sonra bestelenen birçok mevlevi ayininin vaz geçilmez tek Türkçe kıtası Sultan Veled’indir. Sultan Veled’in Rebabname adlı eseri de XIII. yy.’da yazılmış Türkçe tasavvufi, edebi bir eserdir.[58]

Mevleviler, Kübreviler, Yeseviler, Kadiriler, Rifailer gibi bir çok sufi tarikatı Anadolu’da faaliyet yapıyordu. Bunlar sema yapar, kural tanımaz olarak bilinir, yüksek sesle evrad ve gülbank okur, zikir yapar ve ilahi söyler, çoğunlukla def, daire, mazhar, kudum kullanırlardı. Kübreviye’nin kurucusu Necmeddin Kübra’nın (ö. 1221) müridleri arasında Mevlana’nın babası vardı.[59] Mevlana’nın ölümünden sonra ayinler yanında Şeb-i aruz törenleri de yapılmaya başlandı. Mevleviler ney (altı çeşit), rebab, def, kudüm kullanırlardı.[60] Mevlevilerden başka Anadolu’da kurulan ahi zaviyelerindeki toplantılarda da raks ve müzik icra edildiğini İbn Battuta nakletmektedir.[61]

Ahilerden önce Anadolu’da görülen Fütüvvet teşkilatı mensuplarının söyledikleri gülbanklar sesli müziğin örneklerindendir. Ahmed Yesevi’nin dervişleri Anadolu’ya göçettikleri zaman “Horasan Erenleri” olarak tanındılar. İbn Battuta, Evliya Çelebi seyahatnamelerinde Horasan’dan gelen derviş ve erenlerden bahsedilir. Bacıyan-ı Rum teşkilatında ise muhtemelen ilahilerin söylendiği toplantılar yapılıyor olmalıdır.[62]

Anadolu’da Karamanlı İbnülfeth b. Ebi şuca tarafından 1167 tarihinde Sülemi’nin sema hakkındaki eserini kopya etmesi Anadolu’da gittikçe yayılan semanın caizliği için ihtiyaç duyulan bir eser olmalıdır.[63] Bu kopya aynı zamanda Nişabur bölgesinde yaşamış olan sufilere Anadolu’da önem verildiğini de gösterir. Anadolu Beylikleri zamanında yaşamış olan Yunus Emre’nin (ö. 1320) ilahileri Anadolu’da coşkulu dini müziğin en önemli örnekleridir.[64] Bir ilahisinde şeşta (çeşte) ve kopuzu zahidlerin haram saydıklarını, gerçekte bunların mismil yani temiz olduğunu söyler. Burada şeşta ve kopuzu insan-ı kamile, kirişlerini yani tellerini dolayısıyla tellerinden çıkan sesi, nağmeleri veya notaları insan-ı kamilin aşkına benzetir. Yine bu şiirinde “Mevlana sohbetinde sazıla işret oldu” diyerek Mevlevi semasını aşıkların işretine benzetir.[65]

Selçuklu Topraklarında Eğlence Müziği ve Müzik Kitapları

Selçuklu saraylarında gelenleri bazen eğlendirmek için görevli mutrıp ve mutrıbeler bulunurdu. Kaynaklarda eğlence meclislerinde görevli olan “saka” diye kayıtlı sakiler vardı.[66] Zaman zaman gelen elçilere törenler düzenlenir, halk için bahçelerde[67] eğlenceli ziyafetler verilirdi. Tavaşi, serheng (çavuş) olarak görevli bulunanların ince ruhlu, edebiyat ve eğlenmekten anlayan kişiler olması tercih edilirdi. Serhengler Sultanların emirleri için münadilik yapar, çeşitli merasimlerde gereken alkış vazifesini yerine getirirdi.[68] Şehirlerdeki medeni hayatın gereği olarak çeşitli mesleklerle beraber mugannilik, dans çeşitleri, eda ile çalgı çalmayı öğreten öğretmenler sınıfının türediğini, bununla birlikte hayvanlara nağme, terane, dans öğretildiğini, özellikle saraylarda ve şehirlerde şarkı, dans ve müzik aletleriyle düğün ve muhteşem ziyafetler düzenleyen ustaların çoğaldığını,[69] toplumsal hayat için gerekli ve şerefli meslekler içinde şarkıcılık sanatının bulunduğunu[70] Araplar kadar Türkleri de iyi tanıyan XIV. yy.’ın önemli devlet adamı ve sosyologlarından İbn Haldun belirtmektedir.

Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Abbasi halifesinin kızıyla evlenme töreni Bağdat’da 1063 yılında yapılmıştır. Sultan Tuğrul’un peygamber soyundan olan gelini odasında ziyaret ettikten sonra düğünün yapıldığı saray bahçesinde Selçuklu Devleti’nin kumandanları ve devlet ileri gelenleri ile birlikte oynadığını bazı tarihçiler kaydeder.[71] Ebülferec ise bu düğünde Sultan ile devlet büyüklerinin ayakta kendi adetlerince oynadıklarını ve kendi dillerinde şarkı söylediklerini belirtir.[72]

Selçuklu Devlet Adamı Nizamülmülk 1077 yılında Melikşah için yazdığı Siyasetname adlı eserinde nedimlerin özelliklerini sayarken eğlence tertip edebilmeleri, eğlendirici olmaları, hatta müzik aleti çalıyor olmalarının iyi olacağını söyler. Ona göre padişah saraylarında sakiler/içki sunanlar ve eğlence tertipleyenler yer almalıdır.[73] Eserinde zaman zaman eski çalgıcıların hikayelerine de yer verir. Ünlü İran çalgıcısı Barbed,[74] Sasanilerden Kubad’ın ordusunda kös, davul çalan nevbetden veya Büveyhilerden Fahrüddevle’nin sarayındaki mutriblerden[75] bahsetmesi bunlardandır.

Halkın düğün, bayram, nevruz eğlencelerinde, çalgıcılar (mutrib) çalar, hanendeler söyler, meddah ve hokkabazlar davetlileri eğlendirirdi. Kadınlar da kendi aralarında eğlenirdi. Bunun gibi evlenme töreni düğünlerinde de çalgı çalınır, hanende okur, kadınlar oyun oynarlardı. Orta Çağı anlatan birçok eserde buna benzer anekdotlar bulunabilir. Kadınların eğlencelerinde şarkıcılar, rakkaseler bulunur, şarkı ve danslar oynanırdı. Sadi Şirazi’nin Bostan’ında buna benzer örnekleri görmek mümkündür. Bir şehzadenin saray meclisini anlatırken her türlü nimetler yanında bazı insanların sarhoş olduğunu, bazılarının gazel okuduğunu, hanende ve sazendeleri, sakinin şarap sunuşunu, çalgılardan çenk ve defin birbiri ile uyumlu çalışını, ney, kopuz, tamburu sıralar.[76] Bir kopuzcunun (kopuzi) eğlence meclisinden sarhoş evine dönerken bir abide rastlaması ve kopuzunu onun kafasına vurup kırması, abidin ertesi gün onu bulup yeni bir kopuz alması için para vermesi onun ilginç hikayelerindendir.[77]

XII. yy. başlarında Selçukluların hakimiyetindeki Merv’de öldüğü bilinen İbn Bâbe, Re’smâlü’n- nedîm[78] adlı Arapça eserinde nedimlik görevini üstlenecekler için gerekli bilgileri kısa kısa kaydetmiştir. Eserinde şarkıcılar (muganniler) hakkında bilgiler verirse de bu bilgiler önceki dönemlere ait bilgilerdir.

Azerbaycan ve Kuzey İran bölgesinde hüküm süren İldenizliler’den Atabeg Nusrettin Ebu Bekir için ünlü şair Nizami (ö. 1214) Farsça mesnevi tarzında İskendername’yi yazmıştı. Bu eserin daha sonra yapılan birçok Türkçe tercümelerinde görülebileceği gibi müzikle eğlenceyi anlatan kısımları vardır. Sadi Şirazi’nin (ö. 1292) Atabeg Ebubekir ve onun oğlu Atabeg II. Sa’d için yazdığı Bostan ve Gülistan adlı eserlerinde eğlence müziğine ait anektodlara rastlanmaktadır. Feridüddin Attar’ın eserinde ney, çenk, davuldan bahsederken “neydeki feryat benim sözlerimdir, çenkdeki nağme benim feryadımdandır”, davul saltanat alameti olarak gösterilir,[79] bir neyzen ölürken haline sorana “ömrüm boyunca hava üfürdüm, şimdi toprağa gidiyorum” der.[80] Nizami Gencevi de Mengüceklerden Fahreddin Behram Şah’a 1178-79 yıllarında sunup beş bin altın ödül aldığı eseri Mahzen-i Esrar’ında eğlence ögelerine yer vermiştir. Sazcılar, nağmeler, Zühre yıldızının sazıyla meclise ahenk vermesi, Sultan Sencer zamanında vergi toplayanların davulla bunu duyurmaları, çalgıcılardan başkasının çalgılara el sürmemesi gerektiği, bir yerden bir yere göç edilirken “göç makamı” çalınması o günün toplumunun anlayışını yansıtmaktadır.[81]

Türkiye Selçuklularına gelince, Osman Turan’ın yayınladığı bir belge müziğin sultan ve insan için gerekliliği anlatıldıktan sonra Türkiye Selçuklu sarayında terennüm ve teganniler söyleyen çalgıcıların (erbab-ı tarab) tayini hakkındadır. Bu belgeler sarayda muganni/hanende ve çalgıcıların (mutrıb/mutrıbelerin) bulundurulduğunu gösterir.[82] Selçuklu saraylarında içkili, müzikli, rakslı eğlence tertipledikleri anlaşılmaktadır. Türkiye Selçuklularından I. İzzeddin Keykavus’un (ö. 1220) muhteşem düğününde şehir müzisyenleri, saray (has) müzisyenleri, sema edenler, hanende kavvalan-ı haslar bulunduğunu İbn Bibi söyler.[83] Keykavus, Konya tahtına çıkmak için Konya’ya geldiğinde onu devlet adamları ve tüccarlar yanında ahiler, mutripler ve nevbetçiler de karşılamışlardır.[84] Yine İbn Bibi bu düğünlerde çeşitli oyunlar, eğlence ve raksdan bahsederken müzik aletlerinden saz, çenk, rebab/rubab, barbet, ut kullanıldığını da zaman zaman anar.[85]

Türkiye Selçuklularında meslekleri inceleyen Erdoğan Merçil’in eserinde müzikle ilgili guyende, kavval, muganni meslekleri kaynaklara dayanılarak anlatılmıştır. Burada, onun verdiği bilgiler özetlenecektir. Guyende mesleğini yapanlar kavvallar gibi mevlevi muhitinde semalara katılırlardı. Şarkı söyleyip def çalıyorlar, cenaze önünde yer alarak mersiye okuyorlardı. Hamamlarda yapılan eğlencelerde şarkılar söylerlerdi. Konya’da Sultan II. Keykavus’un has naibi Emineddin Mikail’in hanımının evinde her cuma akşamı toplanılır, Mevlana bu toplantılara gelir, gece yarısına kadar kadın guyendeler ilahi söyler, defçiler, neyzenler çalar Mevlana sema ederdi.[86] Kavvallar irticalen şiir söyleyen, hikaye anlatan, hoş sohbet kişilerdi. I. Aladdin Keykubad Konya’ya geldiğinde onu karşılayanlar arasında yer almışlardı. Konya’ya Abbasi elçisi olarak gelen Şihabüddin Sühreverdi’yi uğurlarken saray kavvallarının sema yaptıkları, kavvalların düğünlerde yer aldıkları, mevlevi toplantılarına katıldıkları, def çaldıkları, cenazelerde mersiye okudukları anlaşılmaktadır.[87]

Muganni erkek, muganniye kadın müzisyen cariyeler için kullanılırdı. Bu mesleği yapanların saray davetlerine ve mevlevilerin sema meclislerine katıldıkları anlaşılmaktadır. Sultan Rükneddin IV. Kılıç Arslan’ın yemeğinde muganniler şarkı söylemişlerdi. Muganniler sema sırasında ağır söylerlerse sema ağır, hafif söylerlerse sema hafif yapılır.[88] Çalgıcı-şarkıcı Mutribler çaldıkları def gibi müzik aleti eşliğinde şarkı söylerlerdi. Düğünlerde, karşılama törenlerinde, eğlence ve sema meclislerinde görülürlerdi. Deflerine atılan paralarla geçinirlerdi. Erzurum Meliki Cihanşah, Eyyubilerden Melik Eşref’e çeng çalan bir mutribe göndermişti. Mutribler saz, barbet, çeng, def, derra-yı hind, ney, rebab, surna (zurna), tanbur, kanun, çegane (çağana), nakur (bir çeşit boru), erganun (organun), musikar, rud, buk (boru), dühl (davul), kerrenay, kös, nakkare, nefir, sanc, tabl, tablek, tebir (tebire-davul), cura, çevgan gibi müzik aletleri çalarlardı.[89] Burada görülmeyen ancak Yunus Emre, Dede Korkut hikayelerinde, atasözlerde anılan yelteme, kopuz, kaval gibi diğer müzik aletleri Selçuklular zamanında da kullanılmıştır. Bunun için Gazimihal ve Ögel’in eserine bakılmalıdır. Çalgıcılar çaldıkları sazlara göre de adlandırılmışlardır: deffaf (defzen-defçi), avvad (udi), çengi (çengzen-çengçalan), dühülzen (davulcu), nakkarezen, nayi (neyzen), rebabi, tabbal ve tablzen gibi. Türklerin bugün de kullandıkları bazı sazların Selçuklular zamanında kullanıldığını çeşitli kaynaklarda görebiliyoruz.[90] XI. yüzyılın ilk yıllarında yazılmış Prenses Anna Komnini’nin Alexiade adlı eserinde hasta kralın komik görünümünü konu edinen Türkiye Selçuklularının gösteri oyunlarından bahsedilmesini Selçuklularda tiyatro olarak değerlendirenler vardır.[91]

Daha sonra yazılmış birçok Türkçe müzik nazariyatında “sebzendersebz” makamını icat eden ve hayatı hakkında bir bilgiye rastlanmayan bir Muhammed Lala’dan bahsedilmektedir. Bu konu ve isimden bahseden nazariyat mecmuaları içinde bilinen en erken eser II. Murad zamanında yazıldığı kabul edilen Ruhperver[92] ve Hızır b. Abdullah’ın[93] XV. yy.’da yazdıkları eserlerdir. Müzikle uğraşan üstadlar arasında daima Abdülkadir Meragi’den önce anılması, Lala kelimesinin ilk defa Türkiye Selçukluları tarafından şehzadelerin eğitiminden sorumlu komutanlar için kullanıldığı[94] bilindiğine göre bu Muhammed Lala denilen müzisyen şahsın en erken Türkiye Selçukluları zamanında ve Anadolu’da yaşamış olması gerekir.

Müzik Nazariyat Eserleri

Bu konuya başlarken XI. yüzyıl başlarında önemli müzik yazarları içinde bulunan İbn Sina’nın (ö. 1037) öncelikle anılması gerekirdi.[95] Fakat İbn Sina, Farabi gibi Selçuklulardan önce öldüğü için onu bu dönemin müzik yazarlarından sayılmazlar. Ancak bu nazariyatçılar eserleri ile daha sonraki müzik teorisyenlerine önder olmuşlardır.

Selçukluların 1043’de ele geçirdikleri Isfahan’da yaşayıp müzik nazariyatına eğilen mühim yazarlardan İbn Zeyle (ö. 1048), İbn Sina’nın öğrencisiydi. İbn Zeyle’nin el-Kâfî fi’l musika adlı (nşr. Zekeriyya Yusuf, Kahire 1964) eseri iki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısım ses, ikinci kısım zaman hakkındadır. Kitabında müziğin tarifi, beste (ilmü’t-telif) ve ika unsurları, sesin oluşumu, tesiri, müttefik ve mütenafir notalar, aralıkların çeşitleri, cinsler, riyaziye ile ilgisi, sistemler, Kindî’den yaptığı uzun bir alıntı ile ritim, beste, melodilerin çeşitleri ve sınıflandırılması konuları üzerinde durur, İbn Sina ve Farabî’den alıntılar yapar, eserin sonunda udun akordu ve ney enstrümanlarından bahseder.

Ömer Hayyam (ö. 1132) tarafından yazılmış el-Kavl ala ecnas[96] müziğe de değinmektedir. XII. yüzyılın en önemli filozofu olarak kabul edilen fikirleri ile Avrupa’da da tanınan Orta Asya bilginlerinden Fahreddin Razi (ö. 1209) Hadâikü’l envâr adlı ansiklopedi/ilimler tasnifi eserinde müziğe de yer vermiştir. Hadâikü’l envâr altmış ilimden bahseden Farsça bir ansiklopedidir. Eserin 48. babı müzik ilmi ile ilgilidir.[97]

Hayatı hakkında pek bir şey bilinmeyen Suriye’nin kuzey taraflarında yaşadığı anlaşılan Hasan el-Katib’in (ö. 1228) Kitâbü kemâli edebi’l gınâ’sında müzik teorisi, pratiği, estetik ve felsefesi, edeb ve erkanını 53 babda işlenmiştir.[98] Hasan el-Katib’in eseri müzik nazariyatı hakkındadır.[99] Farabi ve Ahmed b. Tayyib’den felsefi görüşler nakleder. “Fazlü’l-gınai’l-kadîm” faslında “Fazlü’s-sınaa” başlığı vardır. İçindekiler: 1- Tarab, 2- Fazlül elhan, 3- Elhan’ın manaları, 4- Ef’alü’l-elhan, 5- Fazlü’l-gınai’l- kadîm ve şerefü tilke’l-elhan, 6- Fazlü’ş-şuarai’l-kadîm, 7- Fazlü’s-sınaa, 8- Havâssü’l-elhan, 9- hâlâtü’l-elhan, 10- el-Müşâkele, 11- ismü’l-musiki, 12- hudûdü’n-nağam, 13- Mebâni’l-elhan, 14- el- Hurûfü’l-musavvete, 15- takrîrü’l-enfas fi’l-elhan, 16- evzan, 17- tertîbü’l-lahn, 18- na’tü’l-luhun, 19- vaz’u’l-luhûn, prozodi, 20- el-Mevaziu’l-muayyene fi’l-elhan: kompozisyon. Bütün bu başlıklarda ika, darb, mugannilerin kabiliyetleri ve davranışları, gınanın tertibi, perdeler, teller, tenzib gibi konularda bilgiler verir.[100] Bunlara ilave olarak Topkapı nüshasını gören Shiloah şu fasılları da verir: 21- makamların kaliteleri, 22- şiir ve melodiler, 23- ses ve melodiler, 24- ses ve telli enstrümanlar, 25- vb.[101] Princeton Üniversitesi profesörlerinden Fadlou Shehadi, Orta Çağ İslam dünyasındaki müzik teorisyenlerinden Farabi, İbn Sina ile birlikte Hasan el-Katib’in bu eserini de eserinde incelemiştir.[102]

XIII. yüzyılda yaşayan önemli matematikçilerden olup Meraga ve Bağdad’da yaşayan Nasreddin Tusi’nin (ö. 1274) adı Türkçe müzik nazari bilgiler eserlerinde çok görülen bir musikişinasdır. Birçok ilimle uğraşan ünlü Nasreddin Tusi’nin ilimler tasnifinde riyazi ilimlerin dördüncüsü müziktir.[103] Tusi, ahlakla ilgili eserinde adaleti anlatırken “adaletin tıpkı müzikte ve notalarda, bestelerde olduğu gibi ahlaki değerlerle orantılı olduğunu” belirtmektedir.[104] O ayrıca müzik konusuna da eğilmiş ve bu konuda Risale fi ilmi’l-musiki[105] adlı bir eser yazmıştır. Tusi’nin adına, Risale ağazi’l-enğam adında kayıtlı bir esere de rastlanmaktadır.[106] İbn Vâsıl olarak meşhur Ebu Abdullah Cemaleddin Muhammed b. Selim b. Nasrullah’ın (ö. 1298), Tecridü’l-egani mine’l-mesalis ve’l-mesani[107] adlı eserinin 1267 tarihinde Muhammed b. Muhammed Halebi tarafından yapılmış kopyası bilinen tek nüshadır. Kopyasına bakarak yazarın Suriye tarafında yaşadığı söylenebilir.

Adından çok söz edilen bir başka musikişinas ise Safiyyüddin Abdülmü’min Urmevî (ö. 1294) yüzyılın en önemli nazariyecilerindendir. Azerbaycan’da doğmuş olmakla birlikte küçük yaşta Bağdat’a gelip Abbasi halifesi Mustansır’ın (salt. 1226-1242) sarayına katip oldu. Bu sırada Abbasi halifeliği Selçuklu vassalı (Selçuklulara bağlı devlet) olmuş, Selçukluların verdikleri izin ile Abbasi sarayında da kös, davul, nakkare, zurna kullanan askeri müzik takımı nevbet vardı. Buradan Abbasi sarayında kullanılan müziğin Orta Asya etkisinde olduğu sonucu çıkarılabilir. Safiyyüddin, ünlü matematikçi ve ansiklopedist Nasıruddin Tusi’nin tavsiyesi (Uygun, s. 34) ile yazdığı Kitâbü’l- Edvâr[108] adlı eserinde müzik nazari bilgilerini sistemli hale getiren ilk kişi olması sebebiyle “sistemci ekolün önderi” olarak kabul edilmektedir. Yaşadığı çevre Azerbaycan, Irak bölgesi olmuş, 1258’de Bağdat’ı yağmalayan Moğol istilasından kurtulmakla birlikte işlerinin kötü gitmesinin ardından borçları sebebiyle hapsedilmiş ve borçlu ölmüştür. Safiyyüddin’in eseri onbeş fasıldır. 1- notaların tizlik ve pestlikleri, 2- perdeler, 3- aralıklar, 4- Tenafür, 5- Mülayim, 6-Edvar ve oranları, 7- İki telli enstrümanlar, 8- Ud ve akordu, 9- Meşhur makamlar, 10- Makamların ortak yönleri, 11- Tabakalar, 12- Akordlar, 13- İka, 14- Makamların etkileri, 15- Müzikal uygulama. Eserdeki görüşleri Owen Wright incelemiş,[109] eserin tamamını M. Nuri Uygun Türkçe’ye çevirip açıklamıştır.

Hayatı hakkında yine bilgi bulunmayan ancak kuzey İran bölgesinden olduğu anlaşılan Hasan b. Ali el-Hüseyni el-Yezdi’nin Kitab fi fenni’l-elhan adlı eseri müzikten bahseder.[110] Bu mecmuanın baş tarafında Safiyyüddin’in edvarının yer alması, Hakani’nin şiiri ve Farabi’nin anılması yazarın en erken XIII. yüzyıl sonlarında yaşadığını gösterir. Bu risalede “sahib-i edvar”dan birkaç musiki cedveli ve dairesi verilmektedir. Eserin içindekiler bir mukaddime iki fen ve bir hatimeden oluşmaktadır: Mukaddime: Bu ilme başlarken bilinmesi gerekenler, Birinci Mebhas: Bu ilmin sınırları ve konusu, İkinci Mebhas: Bu ilmin başlangıcı hakkında hendesi ve müteferrik bilgiler, Birinci Fen: Elhan hakkında iki maksaddır. Birinci maksad: Edvar hakkında iki mevriddir. Birinci mevrid: Edvarın cüzleri hakkında iki mevkıftır. Birinci Mevkıf: Basit cüzler iki marsaddır, Birinci marsad: Aralıklar (eb’ad), İkinci marsad: Cumû’, İkinci Mevrid: Edvarın sureti hakkında iki marsaddır. Birinci marsad: Edvarın tertibi. İkinci marsad: Edvar hakkında iki matlabdır. Birinci matlab: Cetveller. İkinci matlab meşhur dairelerin isimleri ve halleri hakkında iki kavldir. Birinci kavl: Dairelerin isimleri. İkinci kavl: Dairelerin ortak nağmeleri. İkinci Mevkıf (Aslında bu kelime maksad olmalı): Aletlerin hükmü hakkında iki mevriddir. Birinci mevrid: Aletler ve desatin. İkinci mevrid: Ud’dan edvarın çıkarılması. İkinci Fen İka hakkında iki maksaddır. Birinci maksad: Bu fende usuller. İkinci maksad: İkalar. Hatime: Uygulamanın nasıllığı hakkında iki maksaddır. Birinci maksad: Uygulama halleri üzerine iki mevriddir. Birinci mevrid: İntikaller. İkinci mevrid: Havass-ı südud. İkinci maksad: Cüzi uygulamalar. Eserin sonu eksiktir.[111] Hasan Yezdi gibi bölüm başlığı olarak XV. yy.’da yaşadığı bilinen Ali Şah b. Hacı Büke’nin müzik kitabında da “Marsad” kelimesini kullanması[112] bu eserden etkilendiğini göstermektedir.

1175’de Nizamiye medresesi hocalarından müzik dersleri aldığı bilinen Kemaleddin İbn Yunus (ö. 1242) kendini daha çok kimya, geometri ve matematik sahasına vermişti.[113] Muhtemelen matematikle ilgili eserlerinde müzik ilminden bahsetmiş olabilir. Basra’da yaşamış ünlü edebiyatçı Hariri’nin (ö. 1122) kendi döneminin toplum hayatını yansıtan Makamat adlı eserinde musiki izlerini görmek mümkündür. Eserinde ut (Makamat, s. 101, 407), müzikli ve danslı yaşama tarzı (s. 102, 139, 182, 263, 289, 330), bir hanendenin okuduğu şarkı (s. 182), güzel sesli şarkı söyleyen cariye (muganniye: s. 263, 330, 407), müzisyenlerden Emeviler zamanında yaşamış Mabed, İshak Musıli, Halife Mütevekkil’in sazendelerinden nayi Zünam (s. 139, 518-520), ünlü sufi ve hadisçi Abdullah b. Mübarek’den bir zamanlar udi olarak (s. 561) bahsedilir.

Bu yüzyılın önemli kaynaklarından olan biyografi eserlerini İbnü’l Kıftî (ö. 1248), İbn Ebû Usaybia (ö. 1270), İbn Hallikân (ö. 1282) ve İbn Fazlulah Ömeri (Schiloah, s. 355-356) yazmışlardır. İbnü’l Kıftî’nin Târîhü’l-hukemâ’sı fizikçi, filozof, astronom, hekim ve müzikle ilgilenen bilim adamlarından bahseder (Faruki, İslam Kültür Atlası, 477).

İbn Ebû Usaybia’nın Uyûnü’l-enbâ fi tabakâti’l-etibbâ’sında daha önceki birçok teorisyen ve müzisyenin yanında kendi devrinde yaşamış Halepli Reşidüddin b. Halife (doğ. 1183) gibi teorisyen, udi ve şarkıcılardan bahseder. İbn Hallikân’ın Vefeyâtü’l-a’yân’ı da böyledir. Yazarlara göre alfabetik olan bu eserler Shiloah’ın listelediği müziğe dair yazılan eserleri zikrederler.[114] İbn Fazlullah Ömeri’nin eserinin onuncu cildi müzikseverlerin biyografisidir. XIII. yy. başlarında Şam bölgesinde yaşamış olan Muh. b. Ahmed ed-Dımaşki (ö. 13 asır), Buluğu’l-mina fi teracimi ehli’l-gına (Dımaşk 1408/1988, DİA nr. 14.565; nr. 5836, s. 338-343) adlı eserinde müziği ve müzisyenlerin durumunu ve hayatlarını aktarmıştır.

İbn Bîbî’nin (ö. 1285’den sonra) Türkiye Selçukluları tarihini anlatan el-Evâmirü’l-Alâiyye adlı eserinde müzik ile ilgili bilgilere rastlamak mümkündür.[115] Şam ve Kahire’de yaşamış olan İbn Hallikan (ö. 1282) da ünlü biyografi eseri Vefeyatü’l-a’yan’da[116] Erbil bölgesinde yaşayan müzik ustası Cemaleddin Mahmud b. Abd el-Erbili’den bahseder.[117] Erbil bölgesinde müziğin rağbet bulduğunu ve müziğin canlı olduğunu Ebu Abdullah Bedreddin Muhammed Hatib el-Erbili’nin (v. 1331) yazdığı Cevahirü’n-nizam fi ma’rifetil-enğam (1329’da yazılmıştır) adlı eserde göstermektedir.

Bilindiği kadarı ile XI-XIV. yy. arasında Anadolu’da yazılmış tercüme ve telif eserler arasında doğrudan müzik ile ilgili Türkçe bir esere rastlanılmamıştır. Bununla birlikte yukarda değindiğimiz gibi askeri müzik takımı nevbet ve nevbet çalgıları olan nakkare, zil, davul, boru Anadolu’ya Selçuklular tarafından getirilmiştir. Anadolu’da dervişlerin def, daire çaldıkları, mevlevilerin ney, rebab çaldıkları bilinmektedir. İcra edilen müzikler içinde saraya mahsus bir müzikle birlikte halkın icra ettiği bir tarzın olması kültürün devamlılığı ilkesine uygunluk göstermektedir. Nitekim günümüzde de söylenen Horasan’dan göç türkülerini söyleyen Türkmenlerin[118] Selçuklular zamanında göç ettikleri, Anadolu’ya yerleştikleri bilinmektedir. Bahaddin Ögel’de Selçuklular arasında görülen sazların bütün Türk dünyasında görülen sazlarla aynı olduğunu, şaman davulu olarak bilinen deflerin her tarafta çalındığını vurgular. Türkiye Selçuklularında yetişen abdallar, bacıyan-ı rum olarak bilinen kadınlar veya Horasan erenleri olarak bilinen şeyhler, gezgin dervişler ilahi, nefes, türküler söyleyerek ahlaki değerleri öğretmeye ve toplumda yaymaya çalışırlardı. Onların çabaları ve yardımlaşma tekkeleri ile birçok Anadolu yerlisinin Müslüman olduğu söylenebilir.

XIII. yy.’da Türkiye Selçukluları zamanında yazılan eserler içinde muhtemelen müzik unsurları içeren ilk rüya tabiri kitabı II. Kılıçaslan adına Ebülfazl Hüseyin Tiflisi’nin yazdığı Kamilü’t-tabir[119] adlı eserdir. Selçuklu Tuğrul Bey ve Alparslan’a bağlı Cürcan ve Taberistan hükümdarı olan Keykavus b. İskender’in (ö. 1100?) Farsça yazdığı Kabusname adlı eserinde padişahlara yapılan tavsiyeler içinde eğlence meclislerinin nasıl olması gerektiğine, mutriblerin bilmesi gereken makam ve eğlence formlarına yer verilmiştir. Bu bilgileri çevirilerinde de görebilmekteyiz.[120] Bu yüzyılda oluşan ancak daha sonra yazıya alınan Dede Korkut Hikayeleri, Oğuzname, Battalname, Ebu Müslim Horasani, Saltukname gibi destanlarda müziği ilgilendiren bazı bilgiler vardır. Bu gibi eserler yanında Kutadgu Bilig gibi Selçuklu toprakları dışında kaleme alınan eserler de Türk müzik terminolojisini önemli oranda aydınlatmaktadırlar. XIII. yüzyıl izlerini taşıyan ve bu dönemde Anadolu’ya geldiği bilinen fakat XV. yy. ikinci yarısında kaleme alınan destanlardan Dede Korkut Hikayeleri, Muharrem Ergin tarafından günümüz diline çevrilmiştir (İstanbul 1971). Dede Korkud’da müzik ögeleri için Orhan Şaik Gökyay neşri (1990), M. R. Gazimihal[121] ve Ethem Ruhi Üngör’ün makalelerine bakılabilir.[122]

Türk kültürünün İtil-Ural, Kazan, Horasan’dan Anadolu’ya taşındığını gösteren birçok örnek bulunabilir. Günümüzde Türk Halk Müziği veya Aşık müziği olarak gelişen saz şairleri geleneği içinde olduğu gibi Horasan’dan göç türküleri bunu kanıtlamaktadır. Nazariyat eserlerinde tanımı yapılan Horasan makamının bu döneme ait olduğu sanılmaktadır. Yazılı metinler arasında daha sonraki bir tarihte yazılmış bir müzik nazariyatında[123] yer alan, “gagasında yüz delik bulunan, öttüğü zaman her deliğinden ayrı nağme çıkan, Hindistan’da bulunup binyıl yaşayan, ölürken acıklı nağmeler seslendirebilen Kaknüs adında bir kuş” hikayesi Selçuklu Dönemi sufi şairlerinden Feridüddin Attar’ın kitabında[124] da yer alan bir müzik mitolojisidir. Hatta aynı yerde bir filozofun onunla düşüp kalkarak müziği icat ettiği de belirtilir.

Şüphesiz Selçukluların hükmettiği topraklarda bulunan toplumların da icra ettikleri müzikler vardı. Ateşe tapan Mecusiler, Yahudiler, Hıristiyanlar, Sabiler bunlardandır. Ancak müziği kaleme alanların bu devirde anlattıkları müzik literatüründe böyle bir ayrımı göremiyoruz. Bu arada elimizde bulunan belgelerle devamlı değişen nüfüs hareketleri ile gerek form, gerek enstrüman veya müzik açısından birbirlerinden etkilenen, icra edilen bir müziği diğerlerinden ayırmak imkansızdır. Bununla birlikte sultanların etrafında gördüğümüz müzisyenlerin, sultanların hoşuna giden ve onların çocukluklarından beri dinledikleri müzik türünde olması tabiidir.

Bu tür müziği icra eden müzisyenleri sadece Selçuklu toprakları ile sınırlı düşünmemek gerekir. Doğu müziğinin görüldüğü muhtemelen Selçuklu müzisyenlerin ve Gaznelilerin etkisi ile Hindistan’da eski Vedic ve Raga müziği üzerine XII. yy.’da yeni bir müzik akımı yaygınlaştı. Müslümanların fethetmesi ve bölgeye yerleşmesi ile gittikçe yayılan Türk ve İran etkili müzik daha sonra kurulan Delhi Sultanlarının (1202’dan sonra kurulan Memluk, Halaci, Tuğluk, Seyyid, Ludi hanedanları 1526’ya kadar hüküm sürdüler) koruması altına girdi. Aslen Orta Asyalı bir Türk ailesinden gelen Emir Hüsrev Dihlevi (ö. 1325) bu müzik anlayışında etkili olan bir isimdi.

Selçuklu İkonlarında Müzik

Taş kabartmalar, minyatür ve seramiklerde görülen resimler de müzik tarihçileri için birinci elden kaynak olarak değerlendirilmelidir. Minyatür sanatının en eski örnekleri Bağdat ve Şiraz’da yapılan eserlerdir. Bunlar Makamat (Hariri’nin), Kelile ve Dimne, Varaka ve Gülşah adlı eserlerdir.

Selçuklu dönemlerinden kalma minyatürlü eserlerle birlikte seramik ve madeni tabaklar, taş oyma eserler de günümüze gelmiştir. XII. yy. sonları ile XIII. yüzyıl başlarında Selçuklu topraklarında yaşadığı kabul edilen ilk mekanik, otomatik kitabın yazarı Ebü’l-İz Cezerî’nin[125] eserindeki birkaç otomatik makine müzik aleti ile ilgilidir. Ebül-İz el-Cezeri’nin, Kitabu’l-Cami’ beyne’l-ilm’i, Artuklu Hükümdarı Melik Salih Nasrüddevle (bazı yerlerde Nasreddin Mahmud) için otomatik makineler üzerine 1205’de yazılmış olan bu eserin dördüncü bölümünde nefir, kös, def, zurna, çenk, daire, zil, nakkare, davulbaz çalanlardan oluşan takımların görüldüğü minyatürler ile düdük ve saz çalan iki otomatik makinenin de planı vardır. Kitap basılmış olmakla birlikte Türkiye’de yazmaları da vardır.[126] Eserde bulunan minyatürlerden birinde çalpara, çift taraflı davul, ud, def, ney çalan bir grubun önünde elinde su dolu tası bir başka boş tasa akıtarak müzik yapan altı kişilik bir grup vardır.[127] Otomatik saatlerden biri kayık içinde, ağzında boru tutan,bir adam şeklindedir. Kayığa belirli bir miktar su dolunca adam boruyu öttürecek şekilde tasarlanmış, saatte bir çalar saat idi.[128] Bu eserdeki otomatik su saatlerinden biri İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından yeniden yapılıp çalıştırılmıştı.

İskender konusunu ilk ele alanlardan ünlü Selçuklu şairi Nizami Gencevi’nin (ö. 1214) eserleri de birçok kez minyatürlenmiştir. Onun Hamse’sinin Şerefname ve İkbalname adlı beşinci ve altıncı kısımlarında bu konu işlenmiştir.[129] Bu eserin tercümesini yapan Ahmedi’nin XV. yy.’da minyatürlenmiş İskendername adlı eserinde çenk ve neyi anlatan bir bölüm vardır.[130]

Bunun dışında Selçuklulardan günümüze gelen ikonlar arasında elde bir de kabartma taş vardır. En geç XIII. yy.’la ait olduğu kabul edilen Selçuklu Devri’nde işlenmiş taş üzerine oyarak yapılmış bu kabartma tanbur/ut çalan bir adam/kadın figürü taşımaktadır. Bu kabartma taş bugün Berlin müzesindedir.[131]

Selçuklulardan kalma madeni veya seramik tabaklarda müziği içeren çizimler görülmektedir. Selçuklu Dönemi’ne ait bir madeni tabağın dibinde ut çalan bir adam figürü[132] kabartması görülmektedir. Selçuklular için önemli bir şehir olan Nişapur seramik tabak örneklerinin bulunduğu bir şehirdir. X. yüzyıla ait Nişapur’da bulunmuş bir seramik tabakta oynayan iki kadın figürünün Türkler olduğu sanılmaktadır.[133] Ele geçenler içinde XII. yüzyıl sonları ile XIII. yüzyıl başlarına ait iki resimli seramik vardır. Bunların birinde görülen iki kişiden kadın olan elinde kadeh tutarken karşısında duran adam çeng çalıp şarkı söylemektedir.[134] Selçuklu Devri seramiğinde de yine iki kişi vardır. Bunlardan biri ut veya iki telli kopuz çalmakta, diğeri dinlemektedir.[135] Aynı eserde bir hokka üzerine resmedilmiş oynayan kadınlar,[136] bir diğer seramik üzerinde def ve ney çalan iki kişinin yanında yine muhtemelen çeng çalan bir adam ve oynayan insanlar figürleri görülmektedir.[137]

XII. yüzyıl sonlarına ait İran’ın Rey şehrinde bulunmuş kenar figürleri def, ney, ut, çalpara gibi müzik aletleri çalıp oynayan kadınlar bulunan bir tabak,[138] XII. yüzyılın ikinci yarısına ait olup Kelekian koleksiyonunda bulunan siyah boya ile renklendirilmiş iki telli kopuz veya ut çalan Türk oturuşlu bir kadın figürlü kase,[139] Tar’a benzeyen telli bir müzik aletini çalan Türk oturuşlu kadın figürlü Rey’de bulunmuş bir sürahi[140] Kelekian koleksiyonu içindedir. Aynı tarzda resmedilmiş bir telli müzik aletini çalan kadın figürlü seramik tabak Berlin State Museum’da bulunmaktadır.[141] Aynı yüzyılda yapılmış Selçuklular Devri’ne ait çalpara ile oynayan biriyle resimlenmiş olan bir kase ise Sir Alan Barlow koleksiyonundadır.[142] Mısır’da hüküm süren Fatimiler zamanına ait Kahire Arap Müzesi’nde bulunan bir seramikte elinde ut tutan bir kadın figürü görülmektedir.[143] Walter Feldman, Music of the Ottoman Court adlı eserinde rebap çalan kadın minyatürünün görüldüğü bir Selçuklu çinisine yer vermiştir (Berlin 1996, s. 118).

XIII. yüzyıla ait Kirman’da ele geçmiş dört telli bir müzik aleti çalan Türk oturuşu denilen oturuşla bağdaş kurmuş kadın figürlü bir çini parçası Suriye’de bulunmuştur.[144] Rey-Sultanabad’da bulunmuş Viktoria and Albert Müzesi’nde XIII. yy.’a ait bir vazoda çeng çalan kadın,[145] Mrs. Hamilton Rice koleksiyonunda bir seramik bardakta def çalan kadın,[146] J. A. Barlow koleksiyonundaki Kaşan’da bulunmuş bir tabakta çalparasıyla oynayan çengi,[147] Metropolitian Museum’da bulunan bir hanende kadın yanında ut çalan kadının resmedildiği tabak[148] figürleri Selçuklular Dönemi’ne ait müziğin figürleridir.

Yrd. Doç. Dr. Recep USLU

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 6 Sayfa: 162-173

TARİH : BULGARİSTAN’DA OSMANLI MEDRESELERİ


“Indeed, if we want to know the greatness of a civilization and its intensity, it is better not to look at the court and capital but at what was done in the provinces.”

Machiel Kiel

(Art and Society of Bulgaria in the Turkish Period. Assen/Maastricht, 1985, p. 54)

Bu sözler, ifade ve anlam bakımından daha geniş kapsamlı görülse de, Osmanlı devleti ile ilgili araştırmalarda önemli bir yaklaşımın göstergesidir. Çünkü yüzyıllar boyunca sınırları üç kıtaya ulaşan Osmanlı Devleti’nin küçük beylikten büyük bir imparatorluğa gelişmesinin mucize öyküsünü çözebilmek için yalnız merkeze değil, taşraya da dikkat etmek gerekmektedir. Teşkilât ve faaliyet bakımından Osmanlı eğitim müesseseleri dahil Osmanlı kuruluşlarının merkezi görüntüsü önemli olduğu gibi, aynı zamanda bu müesseselerin az çok tespit edilen yerel özellikleri de daha gerçekçi bir tablonun çizilmesini sağlamaktadır.

Eski nesillerden yeni kuşaklara aktarılan bilgiler ve geleneksel olarak takip edilen değerlerinin aktarılmasını amaçlayan eğitim ve öğretim, her toplum ve medeniyetin istikrarlı gelişmesini sağlayan sosyal bir mekanizmadır. Dolayısıyla, bir ülkeye ait eğitim kuruluşlarının incelenmesi, toplumun ulaştığı gelişme seviyesinin tespit edilmesinde ve bu gelişmenin esas özelliklerinin değerlendirilmesinde büyük önem taşımaktadır.

İyi bilindiği gibi Osmanlı Devleti denince tek bir Osmanlı toplumundan bahsetmek söz konusu değildir. Çünkü birçok toprağa sahip olan Osmanlılar, Türk ve Müslüman halkın dışında birbirinden farklı etnik grubu ve değişik dinî toplumları idare edegelmişlerdir. Tanzimat öncesi Osmanlı eğitim kuruluşları denince bunlar esasen Müslüman toplumunun tahsil ihtiyaçlarını karşılayan müesseselerdir. Ancak medreseler, kadı, müftü, öğretmen (müderris ve bazen muallimler), imam- hatip hazırlayarak, Osmanlı Devleti’nin ihtiyaç duyduğu Şeriat hukuku ve İslâm prensipleri uzmanları sağlamaktaydı. Bu görevi doğru dürüst yerine getirebilmek için devlet, medreseleri sistemleştirmiş, belli başlı hiyerarşi uygulamış, öğretmenlerin tayinlerini kontrol altına almıştır.

Osmanlı medrese teşkilâtı konulu araştırmaların 1916 yılından itibaren uzun ve zengin bir tarihi olsa da, bunların henüz son noktaya ulaşmaları söz konusu değildir.[1] Çünkü bunlar genelde sistemin merkezî niteliklerini incelemektedirler. Bu durum, bir yandan ilk safhada -mantıklı ve tabii olarak- merkeze yönelik bilgi birikme ihtiyacına, öte yandan elimizde bulunan belli kaynak ve belgelere bağlıdır.

Bugüne kadar gerçekleştirilen araştırmalar çok önemli ve değerli oldukları halde, bir açıdan bazı yanlış görüşlere yol açmakta,[2] diğer açıdan medrese sisteminin merkez ve üst seviyeleri çerçevesinde kısıtlı kalmaktadır. Kullanılan kaynaklar ise kanun, ferman ve Osmanlı yazarları tarafından kaleme alınan belli başlı eserlerdir (örneğin Gelibolulu Ali Mustafa’nın Künhü’l-Ahbar, Kâtip Çelebi’nin Mizanü’l-Hakk fî İhtiyari’l-Ahakk ve Keşfü’z-Zunun an Esami’l-Kütüb ve’l-Fünun adlı eserleri gibi). Bunlar çok faydalı, olmakla birlikte yeterli değildir. Meselâ ulema biyografi derlemeleri birçok medrese öğretmenleri ve dolayısıyla ders verdikleri okullar hakkında bilgi içerseler de, bu derlemelerde esasen en üst ulema seviyelerine ulaşmış olan kişilerin tercümeihallerine önem verildiğinden pek çok kariyersiz insan ve çalıştıkları medrese eksiktir.

Bu nedenle Osmanlı medreselerinin tarihi tablosunda birçok boşluk mevcuttur. Tablonun ortasında medrese teşkilâtının merkezî görüntüsü az çok çizilmiş vaziyetteyse de, etrafları, yani taşradaki durum pek belli değildir. Bu boşluğu doldurabilmek için daha farklı belgelere dayanmak gerekmektedir. Yani XVI. yüzyıla ait tapu tahrir defterleri, XVII-XIX. yüzyıllarda medrese öğretmenleri tayinleri ile ilgili arzuhal, ilâm, arz, ruus emri ve beratlar, çeşit zamanlardan vakıfnameler ki, bunlar medrese sisteminin taşralarda nasıl çalıştığını daha koyu renkler ve anlamlı çizgilerle gösterebilirler.

Kaleme aldığımız yazının amacı, bu tür belgelere dayanılarak Bulgaristan topraklarında Osmanlı medreselerinin genel görüntüsünün çizilmesi ve bunların yayılışı, büyüklüğü, seviyeleri, öğrenci ve öğretmenlerin durumunun incelenmesidir.

Osmanlı Medreselerinin Bulgaristan’da Yayılışı

Taşköprüzâde Ahmed Efendi (ö. 1561)’nin Arapça olarak yazdığı Eş-Şakaikü’-Nümaniyye fî’Ulemâ ed-Devleti’l-’Osmâniyye adlı Osmanlı ulema biyografileri derlemesi, bunun Mecdi Mehmed (ö. 1590-91)’in El-Hadaiku’ş-Şakaik ismi taşıyan Türkçe tercümesi ve eki (zeyl), ve Nevîzâde Atai (ö. 1634)’nin bir sonraki zeyline dayanarak Cahid Baltacı’nın, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri konulu araştırmasında[3] bu dönemlerde Bulgar topraklarında açılan medreselerinden Plevne’deki Mihaloğlu Ali Bey (1496),[4] Filibe’deki Karagöz Paşa (1511’den önce) ve Şehabeddin Paşa (1444), Sofya’daki Sofu Mehmed Paşa (1547),[5] Köstendil (Ilıca)’deki Haraccı Kara Mehmed, Razgrad’daki Maktul İbrahim Paşa (1533)[6] ve Rusçuk’taki Rüstem Paşa Medreselerini belirtmiştir. Ancak bu yedi medreseden sonuncusu Rusçuk’ta inşa edilen bir okul değil, aslında Sadrazam Rüstem Paşa’nın Rodosçuk (Tekirdağ)’ta açtığı bir medresedir.[7]

Bu medreselerin haricinde XVI. yüzyıl tapu tahrir defterlerinde başka medreselerin de kurulduğu ve faaliyette bulunduğunu müşahede etmekteyiz. 1613’te sureti alınmış bir mufassal tahrirde (ancak aslı her halde 1579’dandır) eski Bulgar başkenti Tırnova’da Yıldırım Bayezid’in zaviyesinde bir medresenin olduğu kaydedilmiştir.[8] Tırnova’da başka bir medresenin de Kadı Emir Seyyid Halil tarafından açıldığını 1540’lara ait Süleyman Paşa’nın hasları tahririnden öğrenmekteyiz.[9]

1550’lere ait Niğbolu Sancağı mufassal tahririnde rastladığımız bir kayda göre Niğbolu fethine (1397) katılan ve sonrasında bu şehre kadı tayin edilen Mevlâna İvaz, orada birer mescid ve medrese yaptırmış ve vakfın ilk mukarrernamesi Yıldırım Bayezid tarafından verilmiştir.[10] I. Süleyman Kanuni (1520-1566) devrine ait Sofya Sancağı tahririnde Sofya’da bulunan Mevlâna Alaeddin’in medresesi ve mektebi kayıtlıdır.[11] 1566-69 yıllarında hazırlanan Silistre Sancağı vakıfları tahrir defterinde ise tek bir medrese kayda alınmış ki, bu Pravadi’de bulunan Karabulutzâde diye bilinen Hızır Çelebi’nin medresesidir.[12]

Tapu tahrir defterlerinden edindiğimiz bu bilgilerin dışında diğer belgelere göre Sadrazam Siyavuş Paşa’nın Sofya (ancak 1764’e ait oldukça geç bir belgeye göre)[13] ve Harmanlı’da (1585’te)[14] yaptırdığı medreseler eklenirse şu ana kadar yalnız ulema biyografilerindeki verilere göre bilinen altı medresenin dışında XV-XVI. yüzyıllarda daha yedi medresenin faaliyette bulunduğunu tespit etmekteyiz.

Bir sonraki asırlarda tapu tahrir defterleri artık hazırlanmamakla beraber diğer medreseler hakkında bilgi edinmek için farklı kaynaklardan istifade edilebilir. Sofya kadı sicillindeki 1610 tarihli bir belgede Benli Kadı Medresesi’nden söz edilmektedir.[15] Aynı medrese, M. K. Özergin tarafından yayınlanan çok değerli muhtemelen 1660 tarihli İstanbul ve Rumeli Medreseleri Ruznamesi’nde de bahsedilmektedir.[16] Medreselerin tümünü olmasa bile her halde çoğunu içeren ruzname, XVII. yüzyılda Bulgaristan’da Osmanlı medreselerine tayin edilen müderrislerin günlük ücretleri hakkında bilgi vermektedir. Dahaeski kaynaklardan bilinen Plevne Mihaloğlu Ali Bey, Sofya Mehmed Paşa (yani Sofu Mehmed Paşa), Tırnova Yıldırım Han ve Seyyid Halil (Seyyid Celil diye okunmuştur), Filibe Şehabeddin Paşa, Köstendil Haraccı Mehmed Bey, Niğbolu Kadı İvaz ve Razgrad İbrahim Paşa Medreseleri’nin haricinde[17] ruznamede Filibe Seyyid Ali Fakıh, Plevne diğer Ali Bey, Yanboli Kara Ali Bey, Köstendil Murad Bey, Varna Hacı Şaban, Tatar Pazarı Abdurrahman Çelebi, Razgrad Yaha Paşa, Kızanlık Hacı Sinan, Eski Zağra Hoca Sinan ve Tırnova Kavak Baba (Kavaf diye okunmuştur), Ali Paşa ve İlyas Kethuda Medreseleri kaydedilmiştir.[18]

Bunların dışında diğer belgeler ve kaynaklardan edindiğimiz bilgilere dayanarak başka medreselerde sıralanabilir. Samakov ahalisi adına sunulan 1635 tarihli mahzarın altında bahsedilen kişilerin arasında Kurd Bey, Timurtaş ve Ali Bey Medreseleri’nin müderrisleri de yer almaktadır.[19] Rusçuk’ta 1620’li seneleri civarında Bosna defterdarı Abdülbaki Paşa ve XVII. yüzyılın ortası civarında Çavuşzâde Faik Paşa Medreseleri bina edilmiştir.[20] 1711 tarihli bir ilâm Filibe’deki Börekçioğlu Hasan Çelebi’nin darü’l-kurra tipi medresesinden bahsetmektedir.[21] Ancak medrese 1660’lı yıllardan önce açılmış olmalıdır. Çünkü Mehmet Süreyya’ya göre müderrislik mesleğini yapan bu kişi 1661 yılında ölmüştür.[22] 1824 tarihli diğer bir ilâm, Eski Zağra Debbağhane mahallesinde bulunan Elvanzâde Hacı Yusuf Medresesi’ne müderris tayiniyle ilgilidir.[23] Elvanzâde’nin vakfiyesi ise ancak 1102/1690-91 yılındandır.[24] 1762 tarihli bir arzda Varna Kurd Ali Efendi Medresesi’ne öğretmen tayin edilmesi hakkında olup,[25] Kurd Efendi’nin külliyesinden 1691 senesinde de bahsedildiğine göre[26] bu medrese her halde yine XVII. yüzyılda kurulmuştur. 1713 tarihli bir arzuhalden ise Şeyh Hızır’ın Yanboli Hacı Haydar Medresesi’nde onbeş seneden fazla müderrislik işini yaptığını öğrenmekteyiz.[27] Yani medrese XVII. yüzyılın sonlarında artık faaliyette bulunmaktadır. Yine bu asrın ikinci yarısında Kozluca’da (Sufi) Amca Hasan Ağa Medresesi kurulmuştur.[28]

Aynı yüzyılın ortalarındaki seyahatleri esnasında Bulgaristan’ın birçok şehir, kasaba ve köyünden geçmiş olan Evliya Çelebi, şu ana kadar belgelerde rastlamadığımız diğer bazı medreselerden de bahsetmektedir. Örneğin, gezgin 1667’de ziyaret ettiği Yanboli’de Yeniçeri Ağası tarafından yaptırılan Eski Cami, (Şeyh Mehmed ibn-i Noktacı) Noktacı ve Hacı Yusuf Medreseleri olarak üç medreseden bahsetmektedir.[29] İlk iki medresenin oldukça eski oldukları, yanlarındaki camilerden tahmin edilebilir. Bazı araştırmacılara göre Eski Cami 1385 senelerinde bina edilmiş,[30] Şeyh Mehmed ibn-i Noktacı (ö. 1498[31])’nın camii ise Evliya Çelebi’nin verdiği kitabe tarihine nazaran 1481’de kaldırılmıştır. Aynı zamanda üçü de Yanboli’nin bulunduğu Silistre Sancağı XVI. yüzyıl tapu tahrir defterlerinde eksiktir. 1652’de ziyaret ettiği Sofya’da ise seyyah, Koca Mahmud Paşa Medresesi’ni kaydetmiştir.[32] 1444-1456 senelerinde Rumeli Beylerbeyi olan Koca Mahmud Paşa, beylerbeyliğinin merkezi olan Sofya’da bir cami yaptırmış, ancak XVI. yüzyıl belgelerinde bu caminin külliyesinde bulunan her hangi bir medreseden bahsedilmemektedir.[33] Öte yandan, 1651’de Rusçuk’tan geçen Evliya Çelebi, kasabanın bir medresesi olmadığını iddia etmektedir.[34] Ancak diğer kaynaklardan tespit ettiğimiz gibi bu kasabada XVII. yüzyılın ilk yarısında en azından bir medrese kurulduğunu daha yukarıda belirtmiştik. Çoğu zaman isim belirtmeden yalnız bir kasabada medreselerin sayısını (Filibe-9, Vidin-9, Silistre-1, Eski Zağra-1, Sofya-2, Yanboli-3, Plevne-1, Lofça- 5, Razgrad-1, Samakov-2, İvraça-2, Köstendil-3, Kızanlık-2, Rahova-1, Dupniçe-1, Petriç-1, Stanimaka-1)[35] söylemekle yetinen gezginin verileri bazen doğru olmadıkları gibi, resmi vesikalarca tespit edilene dek ilmi araştırmalarda dikkatle kullanılmalıdır.

Çok sayıda bulunan arz, ilâm, berat, arzuhal ve bazı vakfiyelerden XVIII. yüzyılda Bulgaristan’da Osmanlı medreselerinin coğrafyasının gelişmekte olduğunu görmekteyiz. Sofya Milli Kütüphanesi’nde saklanan Vidin sicillerinin birinde bulunan 1718 tarihli Mustafa Paşa vakfiyesinin suretine göre bu zat Vidin’de bir medrese açmıştır.[36]

Hacıoğlu Pazarcığı’nda Reisülküttab Hacı Abdülkadir Efendi Medresesi 1720-21’de kaydolunmuştur.[37] Yine bu kasabada bir de Zincirli Medresesi bulunduğunu 1787 tarihli sicil kaydından öğrenmekteyiz.[38]

1724-25’te ise İslimiye Cami-i Atik mahallesindeki Hacı Ali Ağa Medresesi kayda alınmıştır.[39] Aslı Şumen Tarih Müzesi’nde saklanan[40] 1744 tarihli Sadrazam Kethudası Şerif Halil Ağa (Paşa)’nın vakfiyesine göre bu kişi tarafından dedesi Şaban Bey’in camii büyütülerek kütüphaneli bir medrese de yaptırılmıştır. 1746 tarihli vakfiyesine göre Hacı Mehmed bin Ahmed Efendi, Rusçuk Cami-i Cedid mahallesinde birer medrese ve mektep yaptırmıştır.[41] Bu medrese, 1804-05’te hazırlanan Rusçuk vakıfları sicilinde kaydolunan dört medreseden Cami-i Cedid kurbünde olan Çelebi Ağa Medresesi’yle aynı olabilir.[42] 1752’de vefat eden[43] İstanbul cizyedarı Mollazâde Hasan Efendi, Köstendil Cuma mahallesinde Yeni Medrese diye bilinen bir medrese kurmuştur.[44]

Yine aynı şehirde Köstendil Medresesi diye adlandırılan medreseyle ilgili 1786 tarihli bir hüccet mevcuttur.[45] 1764 tarihli bir arz, Silistre Dereköylü Hacı Ahmed Ağa’nın Ağa Sinan Paşa Camii’nin yanındaki medresesine müderris tayini hakkındadır.[46] Silistre’de bulunan Hacı Mehmed zaviyesine müderris tayin edilmesi için 1768’de bir arzuhal sunulmuştur.[47] 1794 tarihli bir ilâm, Silistre İvazpaşaoğlu Ali Ağa Medresesi’ne müderris tayiniyle ilgilidir.[48] Yine Silistre’de bulunan Saturizâde Osman bin Halil Medresesi’nin vakfiyesi 1796’da tescil edilmiştir.[49] Turnazâde Mehmed Çavuş’un Filibe’de dershane yaptırdığını 1726-27 tarihli bir belgeden öğrenmekteyiz.[50] Filibe nazırı Seyyid Ömer Ağa’nın yine Filibe’de Anber Kadı Camii doğusunda medrese yaptırdığı 1792 tarihli bir ilâmdan anlaşılmaktadır.[51] Bu zatın aynı yerde bir de kütüphane kurduğunu 1779 tarihli vakfiyesinden öğrenmekteyiz.[52] Filibevi Hacı Osman Ağa’nın Filibe’de yaptırdığı medreseye yeni müderris tayin edilmesi için 1797’de bir arzuhal sunulmuştur.[53] Bu kişinin de Filibe’de bir kütüphane kurduğunu 1751 tarihli vakfiyesinden anlamaktayız.[54]

Sofya Milli Kütüphanesi’nde muhafaza edilen Sofya sicillerinden birinde sureti alınmış İbrahim Ağa’nın 1761 tarihli vakfiyesinden Nevrekob’da bu zat tarafından bir medrese kurulduğunu öğrenmekteyiz.[55] Ancak vâkıf tarafından 1762’de yazılan arza göre medrese bundan yedi yıl önce, yani 1753-54’te faaliyete geçmiştir.[56] 1760 tarihli bir ruus emriyle Osman Ağa, Tırnova Şehre Küstü mahallesinde kendisinin inşa ettiği medresenin vakfına mütevelli olarak tayin edilmiştir.[57] 1765 tarihli bir ilâmda Tırnova Hacı Mustafa Ağa Medresesi’ne şeyhü’l-kurra tayini arz edilmektedir.[58] 1790 tarihli bir beratla yine Tırnova’da Mustafa Kethüda Medresesi ve Hacı İbrahim Ağa Medresesi’ne aynı kişi müderris olarak tayin edilmişitir.[59] 1761’de yazılan bir arzda Sofya Kara Tekye Medresesi’nden bahsedilmektedir.[60] Yine Sofya’da Kuru Çeşme semtinde tüccardan Sakallızâde Hacı Ahmed tarafından bir medrese yaptırıldığını 1804 tarihli bir arzuhalden öğrenmektedir.[61] Vakfiyesi ise 1762-63 tarihlidir.[62] Vakfiyesi 1783-84’de kaydolunan İzladi Rüstem Çelebi mahallesinde Ali bin Hacı Ahmed Medresesi’ne de vakıf belgelerinde rastlanmaktadır.[63] 1740’larda ise Darüssaade Ağası Hacı Beşir Ağa tarafından Ziştova’da bir dershane açtırılmıştır.[64]

XIX. yüzyıla ait bazı belgelerde sözü edilen medreselerin bir kısmının önceki asırlarda kurulduğu düşünülebilir. 1219/1804-05’te hazırlanan Rusçuk vakıfları sicilinde yukarıda bahsettiğimiz Abdülbaki Paşa ve Çavuşzâde Medreseleri yanı sıra Yeni Cami (Cami-i Cedid) yanındaki Çelebi Ağa ve Hüseyin Hoca Medreseleri de yer almıştır.[65] Çavuşzâde hariç bu medreselerle beraber Mustafa Paşa ve (Mirza Mehmed Said Paşa Medresesi) Said Paşa Medreseleri de muhtemelen 1839’da yazılan Rusçuk ve Şumnu hayratları listesin evcuttur.[66] Rusçuk kalesi muhafızı Mustafa Paşa’nın vakfiyesi 1237/1821-22 tarihli iken,[67] Silistre müşiri ve Varna ve Rusçuk kaleleri muhafızı Mirza Mehmed Said Paşa’nın Rusçuk Tarih Müzesi’nde saklanan diğer bir Rusçuk vakıfları sicilinde sureti bulunan vakfiyesi ise 1839 tarihlidir.[68] Sözü edilen 1839 tarihli Rusçuk ve Şumnu hayratları listesi, Şumnu’da bahsettiğimiz Şerif Halil Paşa Medresesi dışında Medresesi, Müşebbekli, Ömeriye Medresesi, Hacı Hüseyin Efendi Medresesi ve Yahya Bey Medresesi Medreseleri’ni ihtiva etmektedir.[69]

1811 tarihli bir berat Balçık’taki Hacı Mehmed Medresesi’ne müderris tayiniyle ilgilidir.[70] Yine Balçık’ta bulunan Hacı Ebu Bekir Efendi Medresesi’nin kaydı 1257/1841-42’de geçmektedir.[71] Balçık’taki diğer bir medresenin Hacı Mahmud Ağa tarafından yaptırıldığı 1277/1861 tarihli bir ilâmdan anlaşılmaktadır.[72] Filibe Fındıklı’da Koru Ağası İsmail Ağa Medresesi’nden 1813 tarihli diğer bir ilâmda bahsedilmektedir.[73] Yine Filibe Aslıhan Bey mahallesindeki Hacı İsmail Ağa Medresesi’ne yeni müderris tayin olunmak için 1848 yılında ilâm yazılmıştır.[74] 1831’de sunulan bir arza göre müderris olan Hacı Mehmed Farsi Efendi Eski Zağra’da bir medrese yaptırmıştır.[75] 1256/1831 tarihli bir ilâmla İslimiye Hacı Mustafa mahallesinde Hace Hesna Medresesi’ne müderris tayini arz edilmektedir.[76] Aydosî Ahmed bin Ali tarafından yazılan 1837 tarihli arzuhalde Aydos Mustafa Haseki Medresesi’ne müderris olarak tayin edilmesi arz edilmektedir.[77] 1838 tarihli bir ilâm Tırnova Feyzi (Feyzullah) Ağa Medresesi’yle ilgilidir.[78] 1845 tarihli başka bir ilâm ise Razgrad İskender Bey Camii yanındaki Hacı Hüseyin Medresesi’ne müderris tayini hakkındadır.[79] Lofça’da bir cami ve medrese yaptıran Ahmed Ağa’nın vakfiyesi 1272/1856’da tescil edilmiştir.[80] 1275/1858-59 tarihli bir belgede Kızanlık Sufiler mahallesindeki Hacı Zaim Ağa Medresesi kaydolunmuştur.[81] Sofya Milli Kütüphanesi’nde saklanan 1868-1871 senelerine ait Şumnu kadı sicilinde sureti alınmış 1287/1870 tarihli vakfiyesiyle Seyyid Hacı Davud Mustafa Efendi, Şumnu’daki Lütfiye Medresesi’nin müderris ve öğrencilerine oda vakfetmiştir.[82] Tarihsiz bir belgede ise Petriç’teki Abdullah Bey Medresesi’nden bahsedilmektedir.[83]

Ekrem Hakkı Ayverdi’nin kullandığı XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren tutulan Cihat Defterleri’ndeki tarihsiz kayıtlara göre Filibe’deki Hafız İsmail bin Abdullah, Eynaz (?) Kadı, Seyyid Mehmed Ağa, Karlova’daki Hacı Hasan, Küpsi nahiyesindeki İbrahim Ağa ve Hacı Abdurrahman, Eski Zağra’daki Yeni Medrese, Kızanlık’taki Hacı İbrahim Ağa ve Seyyid Mustafa Ağa, Tatar Pazarı’ndaki Hacı İsmail, Çırpan’daki Hacı Hüseyin Ağa, İzladi’deki Mustafa bin Hacı, Cuma’daki Hacı Nasuh ve Korkud Çavuş, Petriç’teki Abdüllâtifoğlu Hacı Abdüsselâm Ağa, Sofya’daki Kassab Hacı İlyas, Samakov’daki Abbas Efendi, Rahoviçe-i Bâlâ’daki Veli bin Mustafa Efendi, Lofça’daki Alemdar İsmail Ağa ve Zaimzâde Ali Ağa, Rusçuk’taki Ali Çavuş, Silistre’deki Hacı Ahmed Efendi, Balçık’taki Hacı Hoca, Varna’daki Seyyid Ahmed Efendi ve Alaca Hasan bin Mustafa Efendi, Aydos’taki Varaka Gazi- Osman Ağa, İslimiye’deki Hacı Ahmed Ağa ve Hacı Hüseyin, Yanboli’deki .Arnavud Mehmed Ağa, Karın-âbâd’daki Halil bin Hasan Efendi, Plevne’deki Abdurrahman Ağa, ve Rodoplar (Tanrıdağ) bölgesinde Kırcali’deki Eshabü’l-hayrat,[84] Ak Pınar’daki Ebu Bekir ve Hasan Ağalar, Darı Dere’deki Hacı İbrahim ve Pazar Yeri, Eğri Dere’deki Hasan Alemdar, Nehr-i Sağır’daki Hacı İbrahim Medreseleri gibi daha çok medreseler de eklenilebilir.[85] Bunların Tanzimat öncesi veya sonrasında kurulup kurulmadığı hakkında şu an kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ancak aynı defterlerde kaydolunan Eski Cuma kazası Kızana köyündeki dokuz hücreli bir medrese ve Sultan Ana nam-ı diğer Saat Baba Türbesi vakfı[86] hakkında daha kesin bir fikir dile getirilebilir. 1153/1740’da Eski Cuma kazasındaki Kızana Tekkesi tarafından bir arzuhal yazılmıştır.[87] Tekke, Bektaşî tarikatinden olduğu için 1826 gelişmelerinden sonra diğer sağlam tekkeler gibi medrese haline getirilmiş olmalıdır.[88]

1840’ta yazmış olduğu teftişnamesinde Rumeli’ye müfettiş gönderilen Ahmed Arif Hikmet Efendi, resmi belgelerde rastlamadığımız bazı medreselerden de söz etmektedir ki bunlar arasında Niğbolu’daki Ömer Ağa, Hacıoğlu Pazarcığı’nda Eski Cami (Hacı Ferhad), Mahkeme (Mehmed Çavuş) Camii ve Tekye Camii, Kavarna’daki Medrese-i Atik, Lofça’daki Medrese Camii, Bayraklı Cami, Paneçoğlu Ahmed Ağa’nın 1840’dan yirmi yıl önce bina ettirdiği Yalı Camii ve Hacı Eyyub Ağa (camiini 1840’dan otuz sene evvel inşa ettirmiştir), Selvi’deki Hacı Hüseyin Ağa ve Çarşu Camii, Lom’daki Çarşu Camii, Berkofça’daki Hammam (Yusuf Paşa) Camii, Rusçuk’taki Debbağhane (Arnavud Ağa) Camii, Şumnu’daki Muradiye ve Eski Cami Medreseleri bulunmaktadır.[89]

XIX. yüzyıla ait bazı diğer kaynaklardan Köstendil’de Guruşçuzâde Hacı Ahmed Ağa Medresesi, yine Rodoplar Çangır Dere’de Paşa Medresesi, Toz burun ve Yunus Dere köylerinde ise ismi bilinmeyen medreselerin faaliyette bulundukları anlaşılmaktadır.[90]

Bu verileri genel olarak değerlendirdiğimiz zaman Bulgaristan’da Osmanlı medreselerinin yoğun olarak bulunduğu şehir ve kasabaların en başta gelenleri Filibe/Plovdiv (12 medrese), Tırnova/Veliko Tırnovo (10), Şumnu/Şumen (9), Rusçuk/Ruse (8), Sofya (7), Lofça/Loveç (7), Köstendil (5), Silistre (5), Hacıoğlu Pazarcığı/Dobriç (5) gibi yerleşim yerleri. Bunları takip edenler ise Varna (4), Balçık (4), Kızanlık (4), Eski Zağra/Stara Zagora (4), Samakov (4), İslimiye/Sliven (4), Plevne/Pleven (3), Razgrad (3), Yanboli/Yambol (3) gibi kasabalardır. Sonda gelenler, içlerinde birer veya iki medrese bulunan Niğbolu/Nikopol (2), Selvi/Sevlievo (2), İzladi/Zlatitsa (2), Tatar Pazarı/Pazarcık (2), Küpsi nahiyesi (2), Aydos (2), Petriç (2), Cuma/Blagoevgrad (2), Ak Pınar/ Bial Izvor (2), Darı Dere/Zlatograd (2), Pravadi/Provadia (1), Kozluca/Suvorovo (1), Harmanlı (1), Vidin (1), Nevrekob/Gotse Delçev (1), Karlova (1), Çırpan (1), Rahoviçe-i Bâlâ/Gorna Oriahovitsa (1), Ziştova/Sviştov (1), Karın-âbâd/Karnobat (1), Kırcali (1), Eğri Dere/Ardino (1), Nehr-i Sağır/Malka Reka (1), Çangır Dere/Çepintsi (1), Toz burun/Mogilitsa (1), Yunus Dere/Elhovets (1), Kızana/Momino (1), Kavarna (1), Lom (1), Berkofça/Berkovitsa (1) gibi genelde küçük kasaba ve köylerdir.

Bunların arasında ilk medreseler, XIV. yüzyılın sonunda ve XV. yüzyılda Tırnova, Niğbolu, Filibe, Köstendil, Plevne gibi Bulgaristan’da en erken gelişen Osmanlı merkezlerinde kurulmuştur. Plevne ve Niğbolu hariç bu şehirlerde Bulgaristan’da Osmanlı idaresinin sonuna kadar (1878) daha birçok medrese açılmış ve bu şehirler adeta birer Müslüman eğitim ve kültür merkezi ehemmiyetini kazanmıştır. XVI. yüzyıla doğru ve bu yüzyıl boyunca yeni önemli bir Osmanlı kültür merkezi gelişmiştir ve bu Rumeli Beylerbeyliği’nin merkezi olan Sofya şehridir.

Belgelerle tespit edilen XVI. yüzyıl medreselerden diğerleri bu dönemde hızla gelişen Pravadi ve Harmanlı kasabalarında bina olmuştur. Ancak XVII. yüzyıla ait belgelerde rastlanan birçok medrese büyük ihtimalle bir önceki devirde açılmıştır.

XVII. yüzyıl kaynaklarına göre bu dönemde eski Osmanlı eğitim merkezlerinin yanı sıra Yanboli, Varna, Tatar Pazarı, Kızanlık, Eski Zağra, Samakov, Rusçuk ve Kozluca kasabalarında yeni medreseler kurulmuştur. Kozluca hariç bütün bunlar ehemmiyetini Osmanlı idaresinin sonuna kadar korumuştur. XVIII. yüzyılda Silistre, Hacıoğlu Pazarcığı, Şumnu, İslimiye, İzladi, Vidin, Ziştova ve Nevrekob şehir ve kasabaları belki de yeni değildir ancak bu devirde Osmanlı medrese sisteminde yer almışlar veya yerlerini ispat etmişlerdir. Vidin ve Nevrekob’un dışında bunların eğitim merkezi olarak gelişmesi XIX. yüzyılda da devam etmektedir. Osmanlıların Bulgaristan’daki son idare asrında birçok yeni medrese kurulmuş ve Balçık, Aydos, Petriç, Karlova, Küpsi nahiyesi, Çırpan, Cuma, Rahoviçe-i Bâlâ, Lofça, Karın-âbâd, Kırcali, Ak Pınar, Darı Dere, Eğri Dere, Nehr-i Sağır, Çangır Dere, Yunus Dere, Toz Burun, Kızana, Kavarna, Selvi, Lom ve Berkofça gibi birçok yeni eğitim merkezleri gelişmiştir. Ancak hemen şunu belirtmek gerekir ki, bazı medreseler hakkında edindiğimiz bilgiler kuruluş değil, yalnız kayıt dönemlerindendir. Bu yüzden medreselerin bazıları geç devirlerde kayda alınmış olduğu halde daha erken dönemlerde faaliyete geçmiş olabilir. Bu durum Vidin ve Lofça’da geçerlidir. Evliya Çelebi, seyahatnamesinde 1662’de ziyaret ettiği Vidin’de 7 medrese ile 2 darü’l- hadis, Lofça’da ise 3 normal ile 2 küçük medreseden bahsetmektedir.[91] Lofça’da 1642-43’te dört müderris bulunduğunu diğer kaynaklardan da öğrenmekteyiz.[92] XIX. yüzyıl kaynaklarına göre ise Lofça’da yedi medrese tespit edilmektedir. Vidin’in durumu daha farklıdır. Görüldüğü gibi XVIII. yüzyılda bu kasabada tek bir medrese tespit edilmiştir. Ancak XVII. yüzyılda faaliyette bulunan dokuz tane -eğer Evliya Çelebi’ye güvenirsek- Vidin medresesinden çoğu sonraki devirlerde kapatılmış olmalıdır ki, 1874-75 yılına ait Tuna Vilâyeti Salnamesi’nde Vidin kasaba ve kazasında yalnız 2 medrese gösterilmiştir. Öte yandan aynı salnamedeki diğer kasabalar için bazı veriler gözden geçirildiği zaman Eski Cuma kasaba ve kazasında 9, Dupniçe kasaba ve kazasında 4 ve İhtiman kasaba ve kazasında 2 medrese[93] bulunması ortaya çıkmaktadır. Yani bu kasabaların da XIX. yüyılın ikinci yarısı önemli birer Osmanlı eğitim merkezi olarak değerlendirilmeleri gerekmektedir.

Bulgaristan’daki Osmanlı Medreselerinin Büyüklüğü ve Hiyerarşi Durumu

Bulgaristan’da bina edilen bazı Osmanlı medreselerinin hücre sayısı hakkında edindiğimiz veriler Tablo 1’de alınmıştır.

Tablo 1: Osmanlı Medreselerinin Hücre Sayıları

Medrese Yer Yüzyıl Hücre Sayısı

Şehabeddin Paşa Filibe XV 12

Haraccı Kara Mehmed Köstendil XV 12

Mevlâna Alaeddin Sofya XVI 8

Sofu Mehmed Paşa Sofya XVI 16

Karabulutzâde Hızır Çelebi Pravadi XVI 3

Abdülbaki Paşa Rusçuk XVII 7

Mustafa Paşa Vidin XVIII 5

Şerif Halil Ağa Şumnu XVIII 10

Ömer Ağa Niğbolu XVIII 3-5

Müşebbekli Şumnu XIX 7

Ömeriye Şumnu XIX 12

Hacıoğlu Şumnu XIX 9

Hacı Hüseyin Efendi Şumnu XIX 5

Yahya Bey Şumnu XIX 11

Hacı Hüseyin Ağa Selvi XIX 4

Çarşu Camii Selvi XIX 4

Yusuf Paşa Berkoviçe XIX 5

Debbağhane (Arnavud Ağa) Camii Rusçuk XIX 3

Arnavud Mehmed Ağa Yanboli XIX 3

Tablo 1’deki verilere göre Bulgaristan’da kurulan Osmanlı medreseleri en az üç, en fazla onaltı hücreden oluşmaktadır. Büyük medreseler, yani on hücreden fazla olanlar yüksek seviyeli Osmanlı idareci ve görevliler (Bosna Beylerbeyi Sofu Mehmed Paşa, Haraccı Kara Mehmed, Sadrazam Kethudası Şerif Halil Ağa), yani maddi gücü daha büyük olan kişiler tarafından bina edilmiştir. Büyüklüğü açısından Bulgaristan topraklarında yapılan Osmanlı medreseleri müstesna bir mahiyet taşımamaktadır. Balkanlar’ın diğer yerlerinde bina edilen medreselerin büyüklüğü Bulgaristan’daki yapılarla kıyaslanabilecek seviyededir. Örneğin 1469’da kurulan Üsküp İsa Bey ve 1508’de açılan Manastır Dülbendkadızâde İshak Efendi Medreseleri on hücreden oluşmaktadır.[94] XVI. yüzyılda faaliyete geçen Ohri Zeynulabeddin Paşa Medresesi dört hücrelidir.[95] II. Bayezid’in kızı Selçuk Sultan ise 1508-09’da Siroz’da oniki hücreden oluşan bir medrese yaptırmıştır.[96]

Bulgaristan medreseleri, Osmanlı medrese sistemi içinde önemli bir yer almaktadır. Osmanlı medrese hiyerarşisi Fatih II. Mehmed saltanatı zamanında daha kesin bir şekilde belirlenmiştir. Ancak medreselerin seviyeleri onlarda ders veren müderrislerin rütbelerine bağlı tutulmuştur. Bu rütbeler ise medrese öğretmenlerinin aldıkları günlük ücretlerine (yevmiye) göre belirlenmiştir. Dolayısıyla Osmanlı medrese geleneğinde Yirmili, Otuzlu, Kırklı, Ellili ve XVI. yüzyıldan itibaren Altmışlı medreseler meydana gelmiştir. Bulgaristan Osmanlı medreselerinde ders vermiş olan bazı müderrislerin yevmiyeleri hakkında edinebildiğimiz bilgiler[97] Tablo 2’de gösterilmiştir.

Tablo 2’deki verilere göre değişik seviyeli medreselerin oranı şöyledir:

– Yirmili medreselerden daha düşük seviyeli 22 %

– Yirmili medreseler (20-25 akçelik) 48 %

– Otuzlu medreseler (30 akçelik) 7 %

– Kırklı medreseler (40 akçelik) 9 %

– Ellili medreseler (50 akçelik) 7 %

– Altmışlı medreseler (60 akçelik) 7 %

Görüldüğü gibi Bulgaristan’da faaliyette bulunmuş olan Osmanlı medreselerinin çoğu en alt seviyededir. Bu durum zaten Rumeli’de de müşahede edilebilir. 1660’larda hazırlanan İstanbul ve Rumeli Medreseleri Ruznamesi’ndeki veriler bizi aynı sonuca götürmektedir ki, bu durumu Tablo 3’ten de kolayca tespit edebiliriz.

Bulgaristan Osmanlı medreselerinden en yüksek seviyeli olanlar arasında Niğbolu Mevlâna İvaz (Ellili), Razgrad Maktul İbrahim Paşa (Altmışlı), Köstendil Mollazâde Hasan Efendi (Altmışlı) ve Sofya Sakallızâde Hacı Ahmed (Altmışlı) Medreseleri yer almaktadır.

XVI ve XVII. yüzyılda kaleme alınan Osmanlı ulema biyografilerine göre müderrislerin kariyerleri oldukça hareketli gözükmektedir. Anadolu ve Rumeli’deki muhtelif medreseleri bir kaç yıl içinde dolaşıp, rütbe rütbe yükselterek genelde İstanbul’da bulunan en yüksek seviyeli medreselerde ders vermekte ve sonrasında sultan hocası, kadıasker, şeyhülislâm, yüksek mevleviyet kadılıkları görevlerini yapmaktadırlar. Ancak yalnız bu tür kaynaklara bakılırsa gerçeğe pek uymayan sonuçlara varılabilir. Çünkü bunlar, genelde kariyerleri İstanbul’a ulaşan ulema sınıfından müderrislerin tercümeihallerini ihtiva etmektedir. Oysa taşradaki medreselerde ders vermiş olan birçok öğretmenin kariyerlerinin her halde bukadar parlak olduğu düşünelemez. En azından XVIII ve XIX. yüzyıllara ait arzuhal, ilâm ve berat mahiyetindeki belgeler daha farklı bir tablo çizmektedir ki, bunlara göre yeni müderrisler çoğu zaman taşradaki düşük seviyeli bir medresede senelerce çalışıp vefat eden müderrislerin yerine tayin edilmektedir. Bu durum da bunların kariyerlerinin hiç ilerlemediğini göstermektedir.

Ancak taşradaki medreselerin amacı, Osmanlı İmparatorluğunun değişik topraklarında yaşayan Müslüman gençlerin arasından ulema kariyeri seçenleri en alt seviyesinden medrese sistemine sokmak ve bu sistem içerisinde kademe kademe İstanbul’daki en yüksek medreselere ulaşıncaya dek yetiştirmektir. Sofya Milli Kütüphanesi’nde saklanan ve ancak bütün olmayan bir belgede İstanbul medreselerinden onüçünde tahsil gören öğrencilerin (talebe) isimleri verilmiştir. 1826 senesinde yazılan bu listelerde talebelerin çoğunun nereli olduğu da kaydedilmiştir. Belgede adları belli olan 253 kişiden 11’i Tırnovalı, 7 Balçıklı, 7 Selvili, 6 Pazarcıklı (yani Hacıoğlu Pazarcığı’ndan), 4’ü Filibeli, 2’si Vidinli, 1’i Silistreli, 1’i Şumnulu, 1’i Berkofçalı, 1’i Niğbolulu ve 1’i Varnalı’dır.[98] Yani bu öğrenciler, içinde medreselerin bulunduğu Bulgaristan şehir ve kasabalarından olup medrese sistemine girmiş ve tahsilini İstanbul’daki medreselerde sürdürüp tamamlamışlardır. Bu şekilde de Bulgaristan’da kurulan ve faaliyette bulunmuş olan medreselerin Osmanlı medrese sisteminde gerçek yerini tespit etmekteyiz. Bulgaristan Osmanlı medresleri, bir yandan bu sistemin gerçek anlamda tabanını oluşturmakta, öte yandan Balkanlar’ın önemli bir bölgesini yaklaşık beşyüzyıl boyunca etkilemiş olan Osmanlı medeniyetinin bir simgesi olmaktadırlar.[99]

Dr. Orlin SABEV

Balkan Çalışmaları Enstitüsü / Bulgaristan

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 463-472

TARİH : OSMANLI DEVLETİ’NDE EĞİTİM VE ÖĞRETİM


OSMANLI DEVLET’NDE ETM VE RETM.pdf

TARİH /// OSMANLI MEDRESE ULEMÂSI : İLİM ANLAYIŞI VE İLMΠVERİM


I. İlim Anlayışı

Klâsik İslâm dünyâsında olduğu gibi, Osmanlı ilim ve eğitim-öğretim çevrelerinde de ilimler anahatlarıyla aklî ve naklî olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Biz, bu yazıda Osmanlı medreselerinin ilim anlayışı ve ikiye ayrılan söz konusu ilim dallarından ikincisi, yâni naklî denilen dînî kaynaklı ilimler ile bu çerçevede ortaya konulan ilmî ürünler üzerinde durmak istiyoruz. Müsbet veya tabiî diye de adlandırılan ve daha ziyâde din-dışı konuların ele alındığı aklî ilimler ise, müstakil bir çalışma konusu edilmek durumundadır.

Osmanlı medreselerinde nasıl bir ilmî faaliyetin yürütüldüğünü ve bu faaliyetler neticesinde ortaya nasıl bir ilmî ürünler tablosunun çıktığını anlayabilmek için, kanaatimizce, öncelikle bu müesseselerde nasıl bir ilim anlayışının veya ilmî zihniyetin benimsendiğini gözden geçirmek gerekmektedir.

İlim anlayışı ile ilimlerin tasnifi girişimleri arasında doğrudan ilişki bulunmaktadır. Çünkü, söz konusu tasnifler, benimsenmiş bulunan anlayışların tabiî netîcesidirler. Bu çerçevede, klâsik İslâm dünyasında, birçok âlimin, kendi zamanlarında tahsile konu edilen veya adları zikrolunan ilimleri tasnif ettikleri bilinmektedir. Bunların başında ünlü Türk-İslâm âlim-filozofu Fârâbî (ö. 339/950) gelir. Fârâbî, ilimleri beş ana başlık altında incelemiştir.[1] Bunları anahatlarıyla şöyle hülâsa edebiliriz:

1. Lisan İlmi ve Bölümleri: Gramer, bedi’, beyân ve arûz gibi dilin muhtelif durumlarını konu edinen bilgiler.

2. Mantık İlmi ve Bölümleri: Aristotales’in Organon adlı eserinin sekiz bölümünü içine almaktadır.

3. Ta’lîmî İlimler ve Bölümleri: Hesab, hendese, hey’et, nücûm, müzik, ağırlıklar, vb. konular.

4. Tabîiyyât ve İlâhiyyât: Tabiat felsefesinin prensipleri, basit cisimlerin incelenmesi, oluş ve bozuluş, unsurların keyfiyeti, mâdenler, bitkiler ve hayvanlarla ilgili konular, ilimlerin prensibi olarak varlık ilmi ve cisimsiz varlıkların tartışıldığı metafizik konular.

5. Medenî İlim ve Bölümleri: Bu kategoriye sâdece fıkıh ve kelâm ilimleri dâhil edilmiştir.[2]

Ölümünden otuz yıl sonra doğmasına rağmen, eserlerinin son derece tesiri altında kalması dolayısıyla[3] bir bakıma Fârâbî’nin talebesi sayılabilecek olan İbn Sînâ (ö. 429/1037) ise, onun tasnifini biraz daha genişletmiş, ancak dînî konular dışında kalan aklî ilimleri, kendi içlerinde ‘hakikati arayan spekülatif ilimler’ ve ‘insanların mutluluğunu gâye edinen uygulamalı ilimler’ olarak iki gruba ayırmıştır.[4]

Aynı şekilde, Hârezmî (ö. 387/997)’nin[5] ve hattâ ünlü târihçi ve sosyolog İbn Haldûn (ö. 809/1406)’un tasnifleri[6] arasında, esasta büyük bir fark bulunmamaktadır. OsmanlIlardan önce İslâm dünyâsında yapılmış bulunan ilim tasniflerinin, fazla bir değişikliğe uğramadan Osmanlı ilim çevrelerince de benimsendiği söylenebilir.

Bu durumu normal karşılamak gerekir. Çünkü, Osmanlıların yönetim ve müessese anlayışları kadar, ilmî ve kültürel potansiyel ile zihniyet dünyası bakımından da, mühim ölçüde kendilerinden önceki klâsik İslâm kültür ve medeniyetinin birikimlerini tevârüs ettiklerini biliyoruz. Bu durum, sâdece mücerret anlayış ayniyeti veya benzerliği ile sınırlı değildir; ilim ve eğitim-öğretim müesseselerinde ders kitabı olarak okunan eserler ve bunların yazarları bakımından da âşikâr bir devamlılık söz konusudur.[7]

Daha kuruluştan kısa bir süre sonra başlamak üzere, Osmanlı âlimleri yabancı ülkelere giderek tahsil görmüşler ve bulundukları ülkelerin ilmî birikimlerini ve ilim anlayışlarını kendi memleketlerine taşımışlardı. Bunların gittikleri ülkeler, esas olarak iki ana grupta toplanabilir. Bilhassa dînî ve hukûkî ilimlerle, bunlara temel teşkil eden tefsir, hadis, târih, edebiyat ve kavâide dâir olan ilimler Suriye ve Mısır gibi Arap nüfûsun yoğun olduğu ve klâsik İslâm devletlerinin kurulmuş bulunduğu coğrafyada; riyâziye, hey’et, hendese, hesap, kelâm ve felsefe gibi ilimler ise, ekseriyetle Türklerin hâkim oldukları İran, Mâverâünnehir ve Horasan gibi doğu bölgelerinde tahsil edilmekteydi.[8] Bu iki kaynaktan edinilen bilgiler ve buralarda hâkim olan ilim anlayışları, ileride teşekkül edecek olan Osmanlı ilim anlayışı üzerinde belirleyici bir rol oynayacaktır.[9]

Bu bölgelerde Osmanlı ulemâsını derinden etkileyen iki âlim yaşamıştır. Bunlardan birincisi meşhur İslâm âlimi İmâm Gazzâlî (ö. 505/1111); ikincisi ise, kendi adıyla anılacak bir mekteb (ekol) oluşturacak kadar tanınmış bir ilim adamı olan Fahrüddîn-i Râzî (ö. 606/1209)’dir. Selçukluların ünlü Nizâmiye medreselerinin en tanımış müderrisi olan Gazzâlî, bir taraftan felsefecilere yönelik sert tenkitleriyle temâyüz ederken, öte taraftan Sünnî İslâm düşüncesiyle tasavvuf arasındaki sürtüşmeleri bertaraf eden mükemmel bir ilmî ve fikrî performans göstermişti. Râzî ise, ilmî dirâyeti ile şeyhü’l- ulemâ (âlimlerin pîri) unvânını almağa hak kazanmış; tefsir, hadis, kelâm, felsefe, tıp, riyâziye, edebiyat ve öteki aklî ve naklî ilimlerle ilgili pek çok eser vermişti. Kendisinin icâzet silsilesi birkaç vâsıta ile Gazzâlî’ye ulaşmaktaydı.[10] Seyyid Hüseyin Nasr, “Râzî, bir çok yönden ikinci bir Gazzâlî’dir”, demektedir[11] ki, bu hüküm, söz konusu icâzet silsilesinin neticesi ile de ilgili olmalıdır.

Râzî’nin ilim anlayışı, İslâm âlimleri arasında kısa süre içerisinde pek çok taraftar buldu. Bu anlayışın en belirgin husûsiyeti pratik hedefler gözetmesi, aklî ve felsefî bir karakter taşımasıydı. Sünnî İslâm kelâmı ile Yunan felsefesini bir ölçüde bağdaştırmasını bilmişti[12]. O, ününün mühim bir kısmını borçlu olduğu Tefsîr-i Kebîr’ini yazarken, zamanın bütün ilimlerinden faydalanmış ve re’ye (şahsî görüşlerine) büyük yer vermişti;[13] kezâ kullandığı metod, başta ünlü şeyhülislâm Ebussuud Efendi olmak üzere, Osmanlı âlimleri tarafından da benimsenmiş ve kullanılmıştı.[14]

Osmanlı âlimlerinin -aşağıda daha geniş olarak ele alınacağı üzere- pratik neticeleri hemen görülebilen, kolayca faydaya (kullanmaya) tahvil edilebilen şer’î (uygulamalı) ilimler üzerinde yoğunlaşmalarının bir sebebi, devletin böyle bir çalışmaya olan ihtiyâcı ise, ikinci bir sebebi de Râzî ekolünün burada zikredilen tavrı olmalıdır.

Osmanlı müderrislerinin, doğrudan Râzî mektebine mensup ilim adamları veya bu silsileden gelen âlimler tarafından yetiştirildiklerini gösteren muhtelif veriler de mevcuttur. Meselâ, ilk Osmanlı medresesi olan İznik Orhâniyesi’nin ilk müderrisi, Arabî tasavvufunun Osmanlı topraklarındaki ilk temsilcisi olan Dâvûd-ı Kayserî (ö. 751/1350-1351), bir mutasavvıf olmasına rağmen, aynı zamanda Râzî mektebine mensuptu. Kezâ, aynı medresenin müderrislerinden Alâüddin Esved (ö. 800/1397), tahsilini İran’da tamâmlamış ve Osmanlı topraklarına gelmiş bir Râzî müntesibiydi.[15] Meşhur Molla Fenârî (ö. 834/1430-31) aynı ekole mensuptu.[16] Dönemin diğer bir ünlü âlimi Molla Yegan (ö. 841/1437) ise Fenârî’den okumuştu. Yegan’ın talebesi ve ilk İstanbul kadısı olan Hızır Bey (ö. 863/1459), hemen hepsi Sahn müderrisi olan pek çok âlim yetiştirmişti. Bilâhare Molla Lütfî (ö. 900/1494-95), İbn Kemâl (ö. 940/1534) ve Ebussuud Efendi (ö. 982/1574) gibi Osmanlı ilim hayâtının köşe taşları durumunda bulunan âlimler, bu kanalla Râzî mektebine mensup olmuşlar ve bu mektebin imparatorluk içindeki temsilcileri hâline gelmişlerdi. Bunlar, aynı zamanda Osmanlı medreselerinin en yükseklerinde müderrislik eden etkili kişilerdi.[17]

Hattâ Sa’düddin Taftazânî (ö. 793/1390) ve Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 816/1413-14) gibi, eserleri pek çok Osmanlı müderrisinin ders ve başucu kitabı olan, asırlarca medreselerde okutulan ve kendilerinden sitâyişle bahsedilen âlimler de Râzî mektebine mensuptular.[18]

Bütün bu açık bağlantılar, Osmanlı eğitim sisteminin temel müesseseleri olan medreselerin ilmî ve fikrî arka-plânını, Râzî mektebinin oluşturduğunu ortaya koymak için yeterlidir. Ancak, böyle güçlü ve ilmî bakımdan geniş görüşlü bir mektebe mensup olmalarına rağmen, Osmanlı ulemâsının, bu mektebin ünlü âlimleri kadar verimli olmadıkları ve daha ziyâde onların ‘tâbii’ durumunda kaldıkları ileri sürülebilir. Nitekim, aşağıda ela alınacağı üzere, ortaya konulan ilmî ürünlerin umûmî durumu ve zaman içerisinde bu hususta gösterilen seyir ve verimlilik, böyle bir düşünceyi doğrular niteliktedir.

Osmanlı medreselerince benimsenen ilmî zihniyeti ve ilim anlayışını, işte bu bağlantıları göz önünde bulundurmak sûretiyle incelemek gerekmektedir.

Osmanlı müderrisleri içerisinde, ilimleri tasnif eden, ilim anlayışlarını inceleyen ve bunlar hakkında derli toplu bilgi ve hükümler veren şahsiyetlerin içinde en tanınmışı, Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmüddin Efendi’dir. Taşköprülü-zâde’nin, meseleyi enine boyuna ele aldığı ve ilim olarak kabul ettiği konuların pek çoğu hakkında değer ifâde eden hükümler verdiği görülür. Onun bu konudaki görüşlerini gözden geçirmeden önce, yine Taşköprülü-zâde’nin, hayat hikâyesini verdiği,

Fâtih döneminde yaşamış bulunan Sahn müderrislerinden Hoca-zâde Muslihüddin Mustafa (ö. 893/1488)’dan naklettiği ilimlerin tasnifini ve değerlendirilmesini ele almakta fayda vardır. Bu tasnif oldukça kısadır; ancak, değer hükümleri taşıması bakımından ehemmiyetlidir. Muslihüddin Mustafa’ya göre, ilimler üç ana gruba ayrılmaktadır:

1. “Takrîri ve tahrîri mümkün olan”; yâni anlatılması ve yazılması imkân dâhilinde bulunan ilimler. Bu ilimler, “musanniflerin (tasnifçi, yazar) meşhûrları tarafından tasnif ve telif edilmiş ve ortaya koydukları eserlere “kilk-i tahkîk” (hakikatleri araştıran kalem) ile “tesbit ve imlâ” olunmuştur.

2. “Takrîre hâ’iz olup tahrîri câ’iz olmayan”; yâni dile getirilmesi mümkün olmakla birlikte, yazılıp çizilmesi doğru olmayan ilimlerdir. Bu ilimler, “vehmiyyât (vehimler) ile mahlût (karışık) ve mugâletât (mugâlatalar, polemikler) ile” doludur. Sohbet veya münâzaralar sırasında rakibi susturmak için başvurulan spekülasyonlar, akıl yürütmeler, saptırmalar, kelime oyunları bu gruba girmektedir. “Bu makûle kîl u kâl mücerred nizâ’ ve cidâl içün” ortaya atılmaktadır. Dolayısıyla, bunların kimseye faydaları yoktur.

3. “Takrîr ve ta’bîre” imkân bulunmayan, “tahrîr ve tasvîri” mümkün olmayan ilimler. Bu ilimler, bir takım remiz ve işâretlerle anlaşılabilirler. “İlm-i ledünn” (ilâhî bilgi) adı da verilen bu ilimler, insanlar tarafından dile getirilemezler. Bu bilgileri irfan, zevk ve vicdân sâhipleri bilirler; birbirlerine bir takım “remiz ve işâretler”le anlatırlar.[19]

Taşköprülü-zâde’nin belirttiğine göre, Muslihüddin Mustafa, bu ilimlerden ikinci grupta yer alanları ‘faydasız’ olarak görmektedir. Bu çerçeveye sokulan bilgiler, daha ziyâde kelâmî-felsefî konulardan ibârettir. Ulemânın meşgul olması gereken ilimler, birinci kategoriyi oluşturmaktadırlar. Bunlar, bir faydaya dayalı ilimlerdir. Diğer yandan, söz konusu ilimler, “ulemâ-i kadîm” tarafından araştırılmış, ortaya çıkarılmış ve kitaplara geçirilmiş oldukları için, öğrenilmeleri de kolaydır.

Taşköprülü-zâde, bir vesileyle Şakâ’ik’te ilimleri iki ana gruba ayırmıştır. Ona göre, birinci grubu oluşturan ilimlere “zâhirî ilimler” denilmektedir. Bu ilimler, gizli ve açık her şeyi bilen Allâh tarafından, kendileriyle meşgul olanlara (erbâb-ı ilm-i zâhir’e) “şerh ü keşf ü tavzîh” olunmaktadır. Sarf ve nahivciler (dilbilgisi âlimleri), ma’ânî ve beyâncılar (dilin estetik ve ifâde yönüyle meşgul olanlar), usûl ve fürû’cular (ilimlerin metodolojileri ve uygulama şekilleriyle uğraşanlar), mantık ve kelâmcılar, tefsir ve hadisçiler, zâhirî ilimlerle uğraşan kimselerdir. Çalışma sâhalarına göre, her birinin ilim âleminde belirli bir yeri bulunmakla birlikte, bunların içlerinden bilhassa hadisçiler “e’imme-i dîn” (dinin önderleri, imamları) ve “zümre-i müctehidîn” (içtihatta bulunmağa ilmî kudretleri olanlar) olarak, Kur’ân’dan hükümler çıkarmak sûretiyle, İslâm cemiyetine çok daha faydalı olmaktadırlar.[20]

Taşköprülü-zâde’nin bu grupta mütâlaa ettiği ilimlerle, Muslihüddin Mustafa’nın sözünü ettiği “takrîri ve tahrîri mümkün olan” ilimler arasında tam bir uyuşma söz konusudur.

Taşköprülü-zâde, ikinci grupta toplanan ilimleri ise “ilm-i bâtın” adıyla belirtir. Bu ilimlerle uğraşanlara “erbâb-ı ilm-i bâtın” denir. Bu bilgilere sâhip olanlar, ilimleri kitaplardan öğrenmezler.

Allâh onlara “esmâ” (isimler) ve “sıfat”ı öğretmiş, ilâhî sırları “yakîn” etmiştir. Bunlar, gönül ehli insanlardır…

Dikkat edilirse, tasavvufun bu kategoride mütâlaa edildiği görülür. Muslihüddin Mustafa’nın “takrîr ve ta’bîre” imkân bulunmayan ilimler derken sözünü ettiği ilimler de “bâtınî” (ve tasavvufî) ilimlerden başka bir şey değildir.

Taşköprülü-zâde’ye göre, hangi gruptan olursa olsunlar, ilim adamları “fırka-i nâciye”dendirler; yâni sâhip oldukları bilgiler sâyesinde hakikati bularak, kurtuluşa ermiş kişilerdir. Bunların amel defterlerinde ‘Rableri tarafından hidâyete erdirilmiş ve felâha ulaştırılmış’ oldukları yazılıdır. Dolayısıyla, ilim adamlarının dereceleri, hükümdarların derecelerinden kat kat üstündür.[21]

Aşağıda biraz daha etraflıca üzerinde durulacağı üzere, bu tür tasvir ve tasnifler, “ulemâ” denince Osmanlı âliminin ve aynı zamanda cemiyetinin nasıl bir insanı tasavvur ve tahayyül ettiğini ortaya koyduğu gibi, onların ilmî zihniyetleri ve temsil ettikleri ilim anlayışları hakkında da mühim ipuçları sunmaktadır.

Burada bahis konusu edilen tasnif ve tavsiflerin dışında, Taşköprülü-zâde konuyu Miftâhu’s- Sa’âde adlı eserinde[22] çok daha geniş olarak ele almıştır.[23] Bu eserde, onun bütün ilimleri yedi ana grupta incelediğini görüyoruz. Bunları, kısaca şöyle hülâsa edebiliriz:

1. Yazı ile ilgili ilimler (ilmü’l-hatt): Bu kategoride yazı sanatı ve harflerin mahreçleri de dâhil, muhtelif konular İncelenmektedir.

2. Sözlerle ilgili ilimler (ilmü’l-lüga): Ses bilgisi, dilbilgisi, şiir ve her türlü mefhum ve terimler bu grupta ele alınmaktadır.

3. Mantık ile ilgili ilimler (ilmü’l-mantık): Mantık, mîzân, münâzara, cedel, vb. konular bu ana başlık altında tedkik edilmektedir.

4. Felsefe, varlıklar ilmi (ilm-i ilâhî, vb.): İlâhiyât (metafizik), tıp, tabiat, fizik, astroloji, büyü, riyâzî ilimler, vb. bu grubu oluşturmaktadır.

5. Amelî hikmet (hikmet-i ameliyye: pratik felsefe): Ahlâk, ev idâresi, siyâset, ihtisâb, askerlik, vb. bütün konular bu kategoride mütâlaa edilmektedir.

6. Dinî ilimler (ulûm-ı şer’iyye): Kur’ân, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, vb. muhtelif konular bu grubu oluşturmaktadır. Müellifin tasnifinin en uzun kısmını bu bölüm teşkil eder.

7. Bâtın ilimleri (ilm-i ma’rife): İbâdetlerin hikmeti, çeşitleri, çeşitli duâların esrârı, tefekkür, âdet ve gelenek ile bizzat “ilim” bu sonuncu grupta ele alınmaktadır.

Bu tasnifin tedkiki, Taşköprülü-zâde’nin, kendisinden evvel yapılmış bütün ilim tasniflerini göz önünde bulundurarak, anahatlarını muhâfaza etmek kaydıyla, teferruatlı bir ilim tasnifinde bulunduğunu göstermektedir. Bu bakımdan, onun tasnifi eskiden yapılmış tasniflerin iyi bir düzenlemesi olarak da kabûl edilebilir.[24]

Buraya kadar gözden geçirilen ilim tasnifleri ne olursa olsun, bütün ilimler esasta aklî ve naklî (dine dayalı) olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilmiştir. Bu durum, ulemânın faaliyet sâhasını belirlemekte ve yönlendirmekte mühim bir rol oynamış olmalıdır. Bu sâhanın seçiminde, ilimlerin gâyesi oldukça belirleyici bir âmil olarak görülebilir. İslâm dünyasında daha ilk dönemlerden îtibâren, ilimlerin bir grubu vahiy (din), ikinci grubu ise insan zekâsının ve tecrübesinin ürünü olarak düşünülmüş ve vahye dayanan ilimler nesilden nesile aktarıldıkları için, umûmiyetle naklî; ötekiler ise aklî olarak adlandırılmıştır.[25] Nitekim, Osmanlı medreselerine tâyinleri öngörülen müderrislerin çoğunun, akliyyât ve nakliyyât ilimlerini iyi bilen insanlar olarak tavsif edilmeleri, bu anlayışın tezâhüründen başka bir şey olmamalıdır.[26]

İster aklî, ister naklî olsun, ilimlerin gâyesi ma’rifetu’llâh (Allah’ı tanıma) ve bu vesileyle ebedî saadete nâil olmadır.[27] Dolayısıyla, bir kişinin gerçek mânâda âlim olabilmesi için, tasnife konu bütün ilimlere vâkıf olması gerekir.[28] Ancak, bilhassa şer’î muhtevâlı ilimleri öğrenmekte daha titiz ve daha istekli olmak lâzımdır. Bunda da, güçlü bir nakil bilgisi şarttır. Çünkü, akıl tek başına hakikate ulaştıramaz. Kur’ân, bütün ilimleri ihtivâ etmektedir; lâkin kendi başına insan aklı bunu anlamakta yetersiz kalır.[29] Bu sebeple, dinden kaynaklanan, nakil yönü kuvvetli ve târihî bir arka plânı bulunan şer’î ilimler, kendileriyle meşgul olanların anlayışlarını güçlendirir, onları şereflendirir ve ebedî saadete ulaştırır.[30] Esâsen, mâhiyetleri ne olursa olsun, bütün ilimler -zâhir ve bâtın (veya şer’î ve aklî) ayırımı yapılmaksızın- Allâh tarafından insanlara öğretilmekte (‘şerh ü keşf ü tavzîh olunmakta’)dir.[31] Öyleyse, hem bu dünyâda, hem de âhirette insanlara faydası dokunacak ilimleri tahsil etmek gerekir. İlimlerin esas gâyesi de budur…

Taşköprülü-zâde’den yarım asırdan fazla bir süre önce yaşamış olan Sahn müderrisi Muslihüddin Mustafa’nın görüşleri ile, ilimlerin gâyesi bakımından Taşköprülü-zâde’nin bu görüşleri arasında pek fazla bir fark gözükmemektedir.

Bu fayda vurgusu o kadar kuvvetlidir ki, ilimleri -bilhassa öğrenilmesi tavsiye olunan ilimleri- ulûm-ı nâfi’a (faydalı ilimler) olarak öngören düşüncenin temelini teşkil eder. Bu durum, Osmanlı medreselerinin kuruluşundan önce de böyledir, sonra da böyledir; hattâ yükselme devri sayılan XV. Ve XVI. yüzyıllarla sınırlı olmayıp XVII. ve XVIII. yüzyıllarda da aynı şey söz konusudur. Aşağıda temas edileceği üzere, Taşköprülü-zâde’nin,[32] Atâyî’nin[33] ve Şeyhî Mehmed Efendi’nin[34] biyografik nitelikli eserlerinde, ulemânın vasıfları arasında ‘ulûm-ı nâfi’ada mâhir olmak’ en mühim meziyet olarak gösterilir.

İfâde olunduğu üzere, Osmanlı medreselerinde ders veren ilim adamlarında görülen bu faydacılık düşüncesi, münhasıran kendi buluşları da değildir. Çünkü, daha önceki yüzyıllarda da benzer düşünceyi dile getiren büyük âlimler bulunmakta ve bu durum bir gelenek hâlinde bütün İslâm dünyâsında geçerliliğini korumaktadır. Nitekim, ilimleri ‘şer’î’ ve ‘şer’î olmayan’ şeklinde iki gruba ayıran ve önceliği tartışmasız birinci kategoride yer alan ilimlere veren ünlü âlim Gazzâlî (ö. 505/1111), el-Munkız’ında filozofların uğraştıkları ilimler olarak mütâlaa ettiği riyâzî, mantıkî, tabiî, ilâhî, siyâsî ve ahlâkî (aklî) mevzûlar üzerinde dururken hesap, hendese ve hey’etten oluşan riyâzî ilimlerin öğrenilmesinin, bizâtihî kendilerinden kaynaklanan bir mahzuru bulunmadığını, aksine birer âlet olarak görülüp ‘ihtiyâcı karşılayacak kadar’ öğrenilmesinin faydalı bile olacağını belirtir. Ancak, bu ilimlerin iki mahzuru bulunmaktadır: İlki, söz konusu ilimlerin inceliklerini öğrenen bir kimsenin, keşfedeceği olağanüstülük ve uyum karşısında, filozofların uğraştıkları her ilmin ve söyledikleri her sözün doğru olduğu kanaatine vararak hakikatten ayrılması ve dalâlete düşmesi ihtimâlidir. Bu sebeple, söz konusu “ilimlerle pek fazla meşgul olanları men’etmek lâzımdır. Çünkü, bunların din ile alâkası yoksa da, felsefeye âit ilimlerin başlangıcı olduklarından, kötülükleri ona da geçer. Bu ilimlerle pek fazla meşgul olup da dinden çıkmayan ve takvâdan uzaklaşmayan kimseler azdır”.Aynı ilimlerle uğraşmanın ikinci mahzuru ise, yukarıdaki tehlike sebebiyle, “samimî, fakat dine felsefî ilimleri inkârla yardım edeceğini zanneden kimsenin” içine düşeceği durumdur. Böyle birisi, meselâ “filozofların ay ve güneş tutulmasına dâir sözlerini, inkâra varıncaya kadar cehâletlerini ve söylediklerinin şeriatin aksi olduğunu iddiâ” eder. “Bu iddiâlar, mezkûr husûsları kat’î delillerle bilenin kulağına çalınsa, kendi bürhânından şüphe etmez; fakat o, İslâm’ın cehâlete ve kat’î delileri inkâra dayandığına inanır. Ve böylece, felsefeye karşı sevgisi, İslâm’a karşı buğzu artar”.[35] İlimlerin tasnifi ve değerlendirilmesi üzerinde fikir yürütenlerden birisinin, müderris Hoca-zâde Muslihüddin Mustafa’nın, yukarıda zikredilen “takrîre hâiz olup tahrîri câ’iz olmayan” ilimler olarak gördüğü felsefî münâkaşalar ve felsefiyâttan sayılan ilim dalları hakkındaki hükümleriyle, Gazzâlî’nin yukarıdaki değerlendirmeleri arasında dikkate değer bir yakınlık görülmektedir. Hoca-zâde bunların ‘faydasız’ şeyler olduklarını söylerken, Gazzâlî mantıkî, tabiî, ilâhî, siyâsî ve ahlâkî (felsefiyâttan) ilimlerin öğrenilmesinin gâyesini ‘fayda’ olarak niteler.[36] Ancak, ‘fayda’ temin etmeyecek bir şekilde öğrenilip kullanıldığı takdirde, öğrenilmemesi daha iyidir. Öngörülen veya beklenen fayda ise, Taşköprülü-zâde’nin belirttiği gibi, Allâh’ı tanıma (ma’rifetu’llâh), doğru yoldan ayrılmama, îmânı muhâfaza ve takviyedir. Bu yüzden, söz konusu ilimlerin hikmetini anlayacak kapasitesi bulunmayanların, filozoflar tarafından yazılan kitapları okumalarını engellemek gerekir. Gerçi bu kitaplarda doğru ve iyi bilgiler de yer almaktadır. İyi para ile kalp paranın aynı kese içinde bulunması, iyi parayı kalp para yapmazsa da, hangisinin iyi, hangisinin kalp olduğunu bilmek için işin ehli olmak lâzımdır. Filozofların yazdıkları kitaplardan faydalanmak da böyledir.[37]

Gerek Gazzâlî’nin, gerek yukarıda temas olunduğu üzere önde gelen Osmanlı âlimleri Muslihüddin Mustafa ve Taşköprülü-zâde’nin öncelik verdikleri ilimlerle, diğer ilimlere bakışlarını, XVI. asrın ortalarında meşhur Şeyhülislâm Ebussuud Efendi ile sert tartışmalara girişen Birgivî Mehmed Efendi (ö. 981/1573)’de de görmek mümkündür. Bu benzerlik şu bakımdan ilgi çekicidir: Birgivî, Osmanlı ulemâsının ekseriyetinin mensup oldukları Râzî mektebinin nisbeten dışına çıkarak, daha radikal bir tavır takınmış ve Hanbelî mezhebinin bâzı görüşlerini savunmuş olmasına rağmen,[38] ilim anlayışı, tasnifi ve bunları değerlendirmesi bakımından Râzî mektebine mensup ulemâdan hiç de farklı düşünmemektedir:[39]

1. Memur olduğumuz ilimler: Bu kategoride ele alınan ilimlerin, Muslihüddin Mustafa’nın “takrîri ve tahrîri mümkin olan” ilimleriyle aynı mâhiyette oldukları, yâni şer’î bir mâhiyet taşıdıkları görülür.

2. Men’edilmiş olduğumuz ilimler: Bu başlık altında ele alınan ilimler de, Mustafa Efendi’nin “takrîre hâiz olup tahrîri câ’iz olmayan” şeklinde tavsif ettiği -daha ziyâde kelâmî ve felsefî- ilimlere benzemektedir.

3. Müstehâb ilimler: Birgivî’nin bu başlık altında ele aldığı ilimlerle Muslihüddin Mustafa’nın üçüncü kategoride zikrettiği ilimler arasında bir hayli fark vardır. Birgivî’nin müstehâb (öğrenilip öğrenilmemesinde kayıtlayıcı bir engel olmayan) saydığı ilimler umûmiyetle dünya işlerini konu almakta ve şer’î kaynaktan beslenmemektedir. Bunlar hesap, hey’et, hendese, tıp, vs. gibi ilimlerdir. Birgivî, bu ilimlerin hayâtın temel gâyesi olmamaları gerektiğini, ancak hayâtı daha kolay yaşanır bir hâle getirebilmek için, belirli ölçüde öğrenilmesinin faydalı olacağını vurgular.[40]

Bu kategoride Hoca-zâde’den ayrılan Birgivî’nin üçüncü grupta tasavvufu ele almaması; onun tasavvufa bakışıyla yakından ilgili olmalıdır.[41]

Yukarıda Taşköprülü-zâde’nin, bir kişinin gerçek âlim olabilmesi için, tasnif ettiği bütün ilimlere vâkıf olmasını şart koştuğunu belirtmiştik. İnsan ömrünün buna vefâ edip etmeyeceği keyfiyeti bir yana bırakılacak olursa, ileri sürülen düşüncenin âlim-i küll (her şeyi bilen âlim) deyimiyle uyumlu olduğu görülecektir. ‘Her şeyi bilme’ düşüncesi, ulemânın ekseriyetinin zihniyetini yansıtmaktadır. Bu anlayışın ilim kelimesi ile bilgi arasında dikkate değer bir ilişki kurduğu muhakkaktır.

Gerçekten de Osmanlı kaynaklarında ilim kelimesi, ekseriyetle ma’lûmât (bilgi) kontektsi içerisinde kullanılmaktadır. Diğer bir deyişle, ‘çok ve teferruatlı bilgi’ ilimdir; âlim ise, zamanın revaçta bulunan bütün ilimlerini çok iyi bilen kimsedir. Bu noktada, ‘en büyük âlim’, ‘en fazla şeyi bilen’ insandır. Nitekim, İstanbul’un ilk kadısı olan ve pek çok Sahn müderrisinin hocası durumunda bulunan Hızır Bey (ö. 863/1559), Fâtih zamanında İlim Dağarcığı lakabıyla anılıyordu. Kendisinin, zamanına kadar teşekkül eden bütün ilimleri bildiği, hattâ kulakların bile işitmediği şeylerden haberdar olduğu belirtilir.

Osmanlı müderrislerinin bir çoğunun hayat hikâyesini veren Taşköprülü-zâde, Atâyî ve Şeyhî Mehmed Efendi’lerin verilerinde, aynı durumu açık bir şekilde tesbit etmek mümkündür.

Osmanlı müderrisleri, yukarıda çizilen tabloya uygun olarak, ilmiye mensuplarına ve cemiyete örnek oluşturacak vasıflarla anılmaktadır. Bu durum, onların yüksek seviyede İslâm ilimleri âlimi olarak görüldüklerini ortaya koyar. Nitekim onların vasıflarının sıralanışı bu bakımdan fevkalâde dikkat çekicidir.

Hakikaten, pek çok örnekte âlimlerin vasıflarının dindarlık, olgunluk (kemâl) ve fazilet üzerine kurulu olduğu görülür. Onlar halim-selim, mütevâzı, ârif, ilmiye amel eden, kâmil, fâzıl, nesebi temiz, îtibâr sâhibi, mütetebbi’ (araştırıcı), müteverri’ (dindar, vera’ sâhibi), müteşerri’ (dindar, şer’î ahkâma bağlı), sâlih, güzel ahlâk (ahlâk-ı müstahsine) sâhibi, sohbetinden herkesin hoşlandığı, muhakkık ve müdekkık (tahkik edici, hakikatleri araştırıcı), ilimler denizine âşinâ (âşinâ-yı deryâ-yı ulûm), Allâh’ın emirlerine itaat eden (mutî’-i emr-i ilâhî), iffetli (afîf) insanlardı.[42]

Buraya kadar tedkik edilen verilerin sonunda, kısaca şu neticeye ulaşmak mümkün olsa gerektir: Osmanlı medreselerinin ve buralarda ders veren müderrislerin temsil ettikleri ilim anlayışı, en azından nazarî plânda, küllîcidir. İlim adamları bütün ilimleri bilmektedirler; diğer bir deyişle âlim-i külldürler. Ancak, an’ane yönü son derece kuvvetli klâsik İslâm kültürünü ve ilim anlayışını temsil ederler. Umûmî olarak, felsefî ve aklî yönü güçlü, yâni, re’ye büyük yer veren Râzî mektebinin ilim anlayışı kabul görmüştür. Dolayısıyla, ilim adamları zamanın gereklerini ve zarûrî hâlleri göz ardı etmezler ve İslâm’ın hükümleriyle fiilî durumu bağdaştırmak husûsunda -dinin rûhunu incitmemek şartıyla- son derece esnek bir tavır sergilerler. Bu anlayış, onları pratiğe yöneltmiş, uygulama kâbiliyeti yüksek, faydaya (kullanıma) müsâit dînî kaynaklı ilimleri öne çıkarmışlar ve bu çerçevede tefsir ve fıkıh ilimleri üzerinde yoğun olarak çalışmışlardır -ki aşağıda göreceğiz-. Fakat, zamanla bu sâhada da söz konusu güçlü gelenek ve kendilerini tekrarlama çemberinin içerisine hapsolacaklardır.

İlim anlayışları ve ilmî kapasiteleri anahatlarıyla tesbit olunan bu ilim adamları nasıl bir ilmî performans sergilediler ve ortaya ne tür eserler koydular?

II. İlmî Verim

Osmanlı medreselerinin ilk dönemlerini, diğer bir deyişle İstanbul’un fethine kadar geçen zaman zarfını, bir ölçüde emekleme dönemi olarak kabul etmek mümkündür. Bu durum, ortaya konulan ilmî ürünler bakımından da geçerlidir. İlk dönemlerde, Osmanlı medreselerinde esas îtibâriyle dînî nitelikli derslerin okutulduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, Osmanlı âlimlerinin üzerinde çalıştıkları ilim dalları da, aynı şekilde dînî nitelikli olmuştu.[43] İstanbul’un fethinden sonra bu şehirde faaliyete geçirilen üst seviyedeki medreselerle, ilmî sâhada evvelki dönemlere nisbetle hissedilir bir canlanma ve hareketlilik müşâhede edilmiş; felsefî ve ilmî düşünüş Osmanlı Türklerinde bu dönemde gelişmeğe başlamıştı.[44] Ancak, A. Adıvar’ın da belirttiği gibi, müsbet veya tecrübî denilen ilimler konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Gerçi, meselâ tıpla ilgili bâzı eserlerin Fâtih’ten evvel de mevcut olduğu bilinmekte ise de, bunlar esas olarak medrese eğitiminden ziyâde, ferdî çalışmaların netîceleri idiler.[45]

Fâtih, İstanbul’u aldıktan sonra burayı bir ilim merkezi hâline getirmek için ulemâya câzip imkânlar sağlamış, gerek kendi ülkesindeki, gerekse diğer İslâm beldelerindeki tanınmış ilim adamlarını buraya çekmeğe çalışmıştı. Onun döneminde Osmanlı ilim hayâtındaki canlanmanın sebeplerini tedkik ederken, bizzat sultanın mizâcını ve ilme karşı olan tavrını da göz önünde bulundurmak lâzımdır. Gerçekten de o, bir faaliyet ve hareket adamı olmanın yanı sıra, entellektüel seviyesi, ilmî tecessüsü ve araştırma merâkı yüksek bir şahsiyetti. Sultanın bu durumu, çevresine toplanmış olan ilim adamlarını da teşvik etti; böylece ortaya yeni eserlerin konulmasına zemin hazırlandı. Osmanlı kaynakları, ağız birliği etmişçesine, Fâtih’in ilme ve ilim adamlarına verdiği fevkalâde değere işâret ederler. Hoca Sa’deddin Efendi’ye göre, onun zamanında ulemâ sonsuz bir iltifâta mazhar olmuş, huzur ve sükûn içinde yaşamış ve bu uygun ortamda yazdıkları eserlerle hem sultanın adını ve hem de ilmi dünyânın her tarafına yaymışlardı. O, cehâlet binâlarını yıkarak yerlerine ilim yuvaları tesis etmiş, ilim ve irfan ülkesini korumuş, tıpkı ataları gibi ulemâya, seyyidlere ve şeyhlere ilgi ve desteğini esirgememişti.[46]

Fâtih dönemindeki bu canlanma, söz konusu hareketin hızını kaybetmediği XVI. yüzyılın ortalarına kadar verilen ilmî ürünlerin seviyesini ve nisbetini de etkilemiştir. Umûmî olarak bakıldığında, Osmanlı medreselerinde ilim ve eğitim-öğretim faaliyeti yürüten âlimlerin, ortaya eser koyarken, yukarıda kısaca çerçevesini çizmeğe çalıştığımız ilim anlayışı veya ilmî zihniyet çerçevesinde hareket ettikleri görülür. Bu hüküm, basit bir düşünce veya varsayım olarak ileri sürülmemektedir. Aşağıda sunulacak olan örnek veriler, bu hükmü doğrular niteliktedir.

Osmanlı medreselerinin tamâmında çalışan ilim adamlarının ortaya koydukları ilmî ürünlerin umûmî bir dökümünü yapmak, hiç şüphesiz, bu konuda daha kesin fikirler verecektir. Böyle bir dökümün uzun zaman dilimine yayılması ise, çok daha faydalı olsa gerektir.

Ancak, mesele münferit gayretlerin kısa sürede üstesinden gelemeyeceği kadar büyük ve çok boyutludur. Bu sebeple, şimdilik münferit örneklerle iktifâ etmek durumundayız. Biz, bu çalışmada, Osmanlı medreselerinin en önde gelenlerinden olan Sahn (Fâtih) medreseleri üzerinde durmak istiyoruz.

Fâtih medreselerinde çalışan ilim adamları tarafından yazılan eserlerin esâs olarak naklî (=dînî muhtevâlı) ve aklî olmak üzere iki gruba ayrıldığı görülür. Bu durum, yukarıda hulâsa olunan ilimlerin tasnifine de uygundur. Ancak, her iki sâhada kaleme alınan eserleri ‘telif’ ve ‘telif olmayan’ şeklinde, ayrıca gruplandırmak da mümkündür. Telif eserler, konuları yazarları tarafından seçilerek araştırılmış, incelenmiş ve ortaya konulmuş eserlerdir. Bu tür çalışmaların dışında kalan eserler ise, şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîk, tasnif (=derleme) adları ile anılmaktadır.

Bu tâbirleri kısaca açıklayacak olursak: Şerh, bir kitâbın konusunun -çoğunlukla kelime ve ibâreler bakımından da olmak üzere- ele alınarak, ya aynı dilde veya başka bir dilde daha geniş olarak açıklanması sûretiyle yazılan eserlerdir.[47] Hâşiye ve hâmiş ise, bir kitâbın sayfalarının kenarlarına metinle ilgili olarak yazılan açıklamalardır. Bu açıklamaların daha seyrek olanlarına ta’lîkât veya kelimât da denilmektedir.[48] Bir tür dipnot sistemini andıran hâşiye, hâmiş, ta’lîkler ve kelimeler türündeki çalışmalar içerisinde, bilhassa hâşiyeler müstakil eserler hâlinde de olmaktaydı. Osmanlı medrese ulemâsı tarafından ortaya konulan eserleri ana hatlarıyla bu çerçevede ele almak gerekmektedir.

Aşağıda sunulacak veya zikredilecek rakamların, ilim adamlarının ortaya koydukları eserler bakımından mutlak ve kesin veriler olmadığını belirtmek lâzımdır. Bununla birlikte, bu verilerin umûmî temâyülü göstermesi bakımından fevkalâde açıklayıcı olacağını düşünüyoruz.

Ele almak istediğimiz Sahn medreseleri, Fâtih külliyesinin bir parçası olarak 1470 (875)’te faaliyete geçti. Bu târihten 1603’e, yâni Sultan I. Ahmed’in tahta geçtiği târihe kadar -yâni XV. yüzyılın son otuz yılı içinde ve XVI. yüzyıl boyunca- Sahn’da ders verdikleri tesbit olunan 290 ilim adamının, irili ufaklı 520 eser yazdıkları, bunların 189 (%36.3)’unun telif, geriye kalanların şerh, hâşiye, hâmiş, ta’likât, kelimât, tasnif ve tercüme niteliği taşıyan eserler oldukları görülüyor. Bu eserler ise, 118 (%40.7) ilim adamınca kaleme alınmıştır. Bu durumda, 290 ilim adamının yarısından çok fazlasının, yâni yaklaşık %60’ının, ilmî faaliyetler bakımından en verimli dönemler olan XV. yüzyılın son çeyreği ile XVI. yüzyıllarda eser vermedikleri ileri sürülebilir.

XVII. yüzyıla gelince: Bir asır boyunca Sahn’da ders verdikleri tesbit olunan ilim adamı sayısı 648’dir. Bunların sâdece 60 (%9.3)’ının irili ufaklı olmak üzere yekûn 118 eser verdikleri tesbit olunmuştur. Bu sayının 32 (%27.1)’si telif, 86 (%72.9)’sı ise şerh, hâşiye, hâmiş, ta’likât, kelimât, tasnif ve tercüme türündedir.

XVIII. yüzyılın ilk 30 yılı içerisinde ise sâdece 253 Sahn müderrisinin ismi tesbit edilebilmiştir. Ne var ki, 253 kişiden yalnızca 16 (%6.3)’sının irili ufaklı yekûn 27 eser verdiği görülmektedir. Bu eserlerin 11 (%40.7)’i telif, 16 (%59.3)’sı ise telif dışı eserlerden oluşmaktadır.

Mikdarlarına dâir rakamlar verilen bu eserlerin muhtevâlarına, yâni ilgili oldukları ilim dallarına bakıldığında, naklî, yâni dînî muhtevâlı ilimlerin ekseriyeti oluşturduğu görülür:

1470 ilâ 1603 yılları arasında yaşayan ve Sahn’da kısa bir süre de olsa ders veren ulemâ tarafından yazılan telif nitelikli 189 eserden sâdece 20 (%10. 6)’si aklî ilimlerden oluşmaktaydı. Geriye kalan 169 (%89. 4) eser tefsir, hadis, fıkıh, akâ’id-kelâm, ahlâk ve tasavvuf gibi dînî muhtevâlı konularla târih, edebiyat, sarf, nahiv, belâgat, bedi’, beyân ve maânî gibi din dışı, fakat nakil geleneği bulunan ürünlerdi. Sonraki yüzyıllarda da benzer bir temâyül sezilmektedir. Nitekim, XVII. yüzyılda telif nitelikli eserlerin yekûnu 32 olarak tesbit edilmiştir. Bu sayının 648 gibi büyük bir sayıya ulaşan ulemâ tarafından ortaya konduğunu belirtmek gerekir. XVIII. yüzyılın ilk 30 senesinde ise, Sahn müderrisi olmuş kişilerin ortaya koydukları telif eser sayısı 13 olarak gözükmektedir.

Konuya şerh nitelikli eserler açısından bakacak olursak, Sahn medreselerinin kuruluşundan (1470) XVI. yüzyılın sonlarına kadar yekûn 37 eserin yazıldığını görürüz. Bunlardan sâdece 3 (%8.1)’ü aklî ilimlerle ilgilidir. XVII. yüzyılda ise yekûn 15 adet şerh nitelikli eser gözükmekte, bunlardan yalnız birinin aklî ilimlerle ilgili olduğu dikkati çekmektedir. XVIII. yüzyılda ise, en azından tesbit edilen Sahn müderrisleri açısından şerh esere rastlanmamıştır.

Aynı konuya, yazılan eserlerin hâşiye, hâmiş, ta’lîkât, kelimât, tercüme ve tasnif (mecmûa) niteliği taşıması açısından bakıldığında, elde edilen verilerden ortaya şöyle bir netîce çıkmaktadır:

Fâtih medreselerinin kuruluşundan XVI. yüzyılın sonlarına kadar, 11 (%3.7)’i aklî ilimlerle ilgili olmak üzere yekûn 294 çalışma ortaya konmuştur. XVII. yüzyılda yekûn 71 eser verilirken, XVIII. yüzyılın ilk 30 yılında ise sâdece 16 eserin bulunduğu görülmektedir ki, bunun da 13 tânesini tasnif (derleme, mecmûa) ve tercümeler oluşturmaktadır.

Kezâ, konu başka bir açıdan ele alındığında, 1470 ile 1730 yılları arasında yâni yaklaşık 300 yıllık bir dönem zarfında telif olarak yekûn 14 (%6) tefsir, 48 (%20.5) fıkıh, 25 (%10.7) akâ’id-kelâm, 11 (%4.7) ahlâk ve bir de hadisle ilgili, diğer bir deyişle ‘dînî muhtevâlı’ olmak üzere yekûn 99 eserin yazıldığını görülür. Aynı süre içerisinde edebiyat ve târihle ilgili 58 (%24. 7), Arap dilinin muhtelif durumlarıyla ilgili 11 (%4.7) ve ayrıca konuları belirsiz olmakla birlikte, dînî nitelikli oldukları şüphe götürmeyen (fünûn-ı ‘âliye) 30 (%13) ve sayıları belirsiz en az 14 (%6) çalışma (dînî nitelikli “ba’zı resâ’il”) yazıldığı dikkati çekiyor. Diğer bir deyişle, yekûn 234 telif eserden 143 (%61. 7)’ü dînî muhtevâlıdır. Edebiyat, târih ve Arap dili ile ilgili eserlerde (yekûn 69) dînî kültürün yoğun olarak işlendiğini de unutmamak gerekir.

Aynı şekilde, belirtilen dönem içerisinde şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkât, kelimât, tasnif ve tercüme nitelikli yekûn 336 çalışmayla karşılaşıyoruz. Bunlardan 55 (%16.3)’i tefsir, 128 (%38)’i fıkıh, 64 (%19)’ü akâ’id-kelâm, 10 (%3)’u ise ahlâk ve tasavvufla ilgilidir. 6 (%1.8) tâne de hadisle ilgili çalışma bulunmaktadır. 74 (%22) tâne ise tasnif (derleme, mecmua) ve tercüme ortaya konmuştur; ancak bunların mühim bir kısmı fetvâ mecmualarından mürekkeptir.

Değerlendirmeye tâbi tutulan süre içerisinde yekûn 36 adet irili ufaklı aklî ilimler kategorisine sokulabilecek çalışma ortaya konmuştur ki, bunlar da daha ziyâde hey’et, hendese, hesap, riyâziye, vs. gibi konularla ilgilidir.

Kezâ, aynı dönemde tesbit edilebilen yekûn 1191 müderristen 194 (%16.3)’ü eser vermiş, irili ufaklı bir çalışma ortaya koymuştur. Bu durum, kanaatimizce, ulemânın büyük çoğunluğunun ya yazmaktan kaçındığını veya bir eser kaleme alacak kudrette olmadığını göstermektedir.[49] Oysa, gerek Mecdî’nin, gerekse Atâyî ve Şeyhî Mehmed Efendi’lerin, âlimleri anlatırken kullandıkları üslup ilgi çekicidir. Pek çok örnekte görüldüğü üzere, ilmî mahâretleri, kavrayış ve zekâları parlak cümlelerle anlatılan insanların, “âsâr-ı ilmiyye”lerine gelince, çoğu zaman “şi’r ü inşâya kâdir idi”; yâhut falanca ilimde “yed-i tûlâsı vardı” gibi, esâsta pek bir mânâ ifâde etmeyen cümleler kullanıldığı dikkati çekmektedir.[50]

***

Yukarıda, Osmanlı medreselerinden yetişen, buralarda bizzat ders veren ve bir süre de olsa Fâtih medreselerinde çalışan kişilerin ortaya koydukları eserlerle ilgili olarak bâzı istatistik veriler zikredildi. Bu verileri, daha mânâlı kılabilmek için, üzerinde çalışılan eserleri de kısaca gözden geçirmek gerekmektedir.

Dikkat edilirse, çalışılan konular ve ilim dalları arasında fıkıh başta geliyor. Bunun sebebi açıktır: Çünkü fıkıh, bir bakıma ‘kânun yapma’ (=teşrî) faaliyetleri ile ilgilidir. Bilindiği gibi, Osmanlı yönetiminin ve adlî müesseselerin bu sâhada ortaya konulacak eserlere büyük ihtiyâcı vardı. Hem ferdî ve hem de sosyal ve idârî hayatla ilgili pek çok problemin çözümü, bu tür çalışmalarda gösterilen performansa bağlıydı. Öte yandan, her müderris (ilim adamı) aynı zamanda bir devlet memuru, bir hâkim, bir müftü idi ve her gün kendisine çözüm için pek çok konu intikâl etmekteydi. Bu da fıkhî çalışmaları gerekli kılıyordu.

Bu eserlerin başında, medreselerde ders kitabı olarak da okunan Hidâye ve buna dayalı çalışmalar gelmektedir. Fergâna’lı Mergınânî (ö. 593/1196) tarafından yazılan bu eser usûl-i fıkıh, yâni fıkıh metodolojisi ile ilgilidir. Eserin bâzı bölümleri, Sahn’a kadar yükselen Osmanlı âlimleri tarafından, yetişme dönemlerinde girdikleri imtihânlar vesîlesiyle ele alınıp incelenmiş ve müstakil risâleler ortaya konmuş; bütünü üzerine ise çok sayıda şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîk ve kelimât yazılmıştır.

Üzerinde en fazla durulan eserlerden biri de, fıkhın fürû‘ (mu’âmelât) kısmıyla ilgili Vikâye’dir. Hanefî âlimlerinden Burhânu’ş-Şerî’a Mahmûd (ö. XIII. yy.) tarafından, kızdan torunu Sadru’ş-Şerî’a-i Sânî (ö. 750/1349) adına yazılmış ve bu sebeple, kaynaklarda çoğunlukla Sadru’ş-Şerî’a olarak zikredilmiş bulunan eserin tam ismi Vikâyetü’r-Rivâye fî Mesâ’ili’l-Hidâye’dir. Vikâye, Osmanlı âlimlerini derinden etkilemiş ve üzerinde çeşitli şerhler, hâşiyeler, hâmişler ve benzeri çalışmalar yapılmıştır.

Fıkhın muâmelât kısmıyla ilgili olan ve üzerinde en fazla durulan eserlerden bir diğeri ise, Molla Hüsrev (ö. 885/1480)’in Gurer’i ile, bu esere yine aynı şahıs tarafından yazılan şerh, Dürer’dir. Her iki eserin çoğunlukla Gurer ve Dürer şeklinde birlikte anıldıkları görülmektedir.

Kezâ üzerinde çalışılan diğer bir eser ise, Telvîh’tir. Bu eser aslında bir şerh olup Şerefüddin Ahmed tarafından yazılan Tenkîhü’l-Ahdâs isimli kitap için Sa’düddin Taftazânî tarafından kaleme alınmıştır.

Zikredilen bu dört eser kadar olmamakla birlikte, fıkıhla ilgili olarak üzerinde çalışılan bahse değer başka eserler de bulunmaktadır. Bu eserlerin başlıcaları şunlardır: Sirâcüddin Muhammed (ö. ?)’in Ferâ’izü’s-Secâvend (=Ferâ’iz-i Sirâcî)’i; Bağdad’lı Ahmed b. Muhammed (ö. 428/1036)’in Muhtasaru’l-Kudûrî’si; Sa’düddin Taftazânî’nin Tavzîh’i; İbn Kemâl (ö. 940/1534)’in Islâh u Îzâh’ı; Hâfızuddin Ömer Nesefî (ö. 710/1301)’nin Menâru’l-Envâr’ı; bu eserin İbn Melek (ö. ?) tarafından yazılan bir şerhi; Nesefî’nin başka bir eseri, Kenzü’d-Dekâyık’ı; İmâm-ı a’zam’a nisbet edilen Fıkh-ı Ekber; Molla Hüsrev’in Mir’ât (u’l-Usûl) ve Mirkât (u’l-Usûl)’ı ve nihâyet Şeyh Bedreddin (ö. 820/1417)’in Câmi’u’l-Fusûlîn’i. Bu eserlerin, Osmanlı âlimlerinin tamâmı tarafından kullanıldığını ve eğitim-öğretimin temel kaynakları arasında bulunduğunu belirtmek gerekir.

Tefsir sâhasında üzerinde çalışılan eserlerin, temelde, iki tâne olduğu görülüyor. Bu eserler aynı zamanda Osmanlı medreselerinin ders programları arasında bulunan kitaplardır. İlki, ünlü tefsir âlimi Mahmûd Zemahşerî (ö. 538/1143)’nin kısa adı Keşşâf olan el-Keşşâf’an Hakâyıkı’t-Tenzîl’i; ikincisi ise, Kadı Beyzâvî (ö. 685/1286)’nin Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl adlı, Tefsîr-i Kâdî veya kısaca Kadı Beyzâvî olarak da anılan eseridir. Yukarıda kısaca üzerlerinde durulan bu eserlere Osmanlı ilim adamlarının çoğu hâşiye, hâmiş, ta’likât ve kelimât yazmışlardır. Ancak, Beyzâvî’ye nisbetle Keşşâf’ın daha az ele alındığı anlaşılmaktadır.

Osmanlı döneminde yazılan tefsirler arasında en meşhûru, muhakkak ki, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi’nin İrşâdu’l-Aklı’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kur’âni’l-Kerîm’idir. Ebussuûd Efendi, eserini şeyhülislâm iken yazmıştır. Ebussuûd Efendi’nin bu eseri yazarken, daha ziyâde Keşşâf ve Beyzâvî’yi örnek aldığı ve onların metodlarını benimsediği ileri sürülür. Yazıldığında Kânûnî tarafından çok beğenilmiş, gerek yazarına ve gerekse dönemin önde gelen âlimlerine hükümdar tarafından lütuf ve ihsanlarda bulunulmasına vesîle olmuştur. Eserin medreselerde ders kitabı olarak okutulup okutulmadığı belli değilse de, ulemânın temel kaynakları arasına girdiği muhakkaktır.

Hadisle ilgili olarak üzerinde çalışılan eserlere gelince: Fazla bir çalışma bulunmamakla birlikte, Sahn müderrislerinden bâzılarının Buhârî (ö. 256/869) ve Müslim (ö. 264/874)’in Sahîh’leri ile, ünlü altı hadis kitabı (=kütüb-i sitte)’nın muhtasarı olan Muhammed el-Sagânî (ö. 650/1252)’nin Meşârıku’l- Envâr’ını ele aldıkları görülmektedir.

Akâidle ilgili olarak ise, üzerinde durulan eserlerin başında Necmüddin Ebû Hafs Ömer b. Muhammed Nesefî (ö. 537/1142)’nin Akâ’idü’n-Nesefiyye’si gelmektedir. Osmanlılar tarafından son derece îtibâr edilen bu esere, Sa’düddin Taftazânî’nin güzel bir şerhi bulunmaktadır ve esâsen, Osmanlı ulemâsı tarafından üzerine şerh ve hâşiyeler yazılan da Taftazânî’nin şerhidir. Akâidle ilgili olarak Celâlüddin Devvânî (ö. 908/1502)’nin İsbât-ı Vâcib’i ile Sahn müderrislerinden Şeyh-zâde İbrâhim b. Mustafa (ö. 1014/1605)’nın Nazmu’l-Ferâ’id fî Silki Mecma’i’l-Akâ’id’i zikre değer diğer çalışmalardır.

Kelâm konusunda ise, üzerlerinde en fazla durulan üç eser görülmektedir. Kısaca Tecrîd, Mevâkıf ve Tevâli’ adlarıyla anılan bu eserler, fetihten önceki ilk dönem Osmanlı medreselerinin de temel ders kitaplarındandı. Asıl ismi Tecrîdü’l-Kelâm olan ve Nâsıruddin Tûsî (ö. 672/1273) tarafından yazılan Tecrîd’e pek çok şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkât ve kelimât yazılmıştır. Bunlar içerisinde Ali Kuşçu, İbn Kemâl, Hâfız-ı Acemî, Kınalı-zâde Ali Çelebi gibi ünlü âlimler de görülmektedir. el-Mevâkıf ise, Adududdin Abdurrahman b. Ahmed el-Îcî (ö. 756/1355) tarafından yazılmıştır. Esere en güzel şerhi Seyyid Şerif Cürcânî yazmış ve Osmanlı müderrisleri de ekseriyetle bu şerh üzerinde çalışmışlardır. Dikkati çeken üçüncü eser, Tevâli’u’l-Envâr, Abdullah b. Ömer Beyzâvî (ö. 685/1286) tarafından yazılmıştır. Osmanlı müderrislerinden Hoca-zâde, Efdal-zâde Hamîdüddin ve Muhyiddin b. Tablbaz gibi Fâtih dönemi ve hemen sonrası şahsiyetlerinin, bu esere birer şerh yazdıkları görülmektedir. Kelâmla ilgili olarak, Şârihü’l-Mültekâ Seyyid Mehmed Efendi (ö. 1104/1692)’nin İnâyet’i ile, Kazasker Abdülbâkî Ârif Efendi (ö. 1125/1713)’nin Menâhicü’l-Vusûl ilâ Medârici’l-Usûl’ü birer telif eser olarak zikre değer.

Osmanlı ulemâsının, Arap dilinin muhtelif durumları üzerinde bilhassa durdukları ve pek çok şerh, hâşiye ve hâmiş yazdıkları bilinmektedir. Bunun sebebi, Kur’ân’ı daha iyi anlama ve hükümler çıkarırken hatâya düşmeme endişesi olsa gerektir. Ancak, temelde yardımcı veya anahtar (=âlet) niteliğinde görülen dille ilgili çalışmalar, zaman içerisinde aslî ilimler gibi îtibâr görmüşlerdir. Bunun mühim bir sebebi bulunuyordu. Zîrâ kelâm, hikmet, mantık ve benzeri son derece zor ve girift dalların ilgi sâhasına giren pek çok konu, dille ilgili olarak yazılan eserlerde ele alınmağa başlanmıştır. Ulûm-ı Arabiyye denilen lügat (=kelime bilgisi), iştikak (=kelime türetme yolları), sarf (=fiil çekimi, zamanlar), nahv (=cümle teşkili), arûz (=şiir vezinleri bilgisi) ve kâfiye ile, ilm-i belâgat denilen ve merâmı açık, güzel ve fasih anlatmağı hedef alan bedî’, beyân ve ma’ânî gibi üslûp konuları, temel çalışma sâhaları hâline gelmiştir.

Bu cümleden olmak üzere, belâgatla ilgili olup üzerinde en fazla çalışılan eser, Sirâcüddin Ebî Ya’kûb Yûsuf b. Ebûbekir Sekkâkî (ö. 626/1228)’nin Miftâhu’l-Ulûm’udur. Esere bilhassa Sa’düddin Taftazânî’nin ve Seyyid Şerif Cürcânî’nin yazdıkları şerhler dikkati çekmiş ve pek çok Osmanlı müderrisi söz konusu şerhlere hâşiye, hâmiş ve ta’lîkât yazmıştır. Sa’düddin Taftazânî’nin kendi eseri olan Mutavvel ile, ona yazdığı Muhtasar adlı şerh de belâgatla ilgili olarak çok okunan, pek çok Osmanlı müderrisi tarafından üzerinde çalışılan iki eserdir. Sarf ile ilgili olarak ise, İbn Hâcib (ö. 646/1248)’in Şâfiyye’si ve Ahmed b. Ali b. Mes’ûd (ö. ?)’un Merâhu’l-Ervâh’ı zikre değer. Son esere, İbn Kemâl’in de aralarında bulunduğu birçok âlim tarafından şerh, hâşiye, vs. yazılmıştır. Nihayet, Sahn müderrislerinden Ahmed b. Mustafa (ö. 911/1505)’nın Mîzân-ı Tasrîf’i, sarfla ilgili telif eser olarak zikredilebilir. Nahiv konusuna gelince; İbn Hâcib’in el-Kâfiyye fi’n-Nahv’i dikkati çekmektedir.

Esere, Molla Câmî tarafından yazılan şerh üzerinde daha fazla durulmuş ve Osmanlı müderrisleri bilhassa bu eser üzerinde çalışmışlardır. Ayrıca, İbn Hişâm (ö. 762/1360-61)’ın Mugni’l- Lebîb’an Kütübi’l-E’ârib’i nahiv konusunda üzerinde çalışılan eserlerdendir.İlm-i mîzân da denilen ve ilimlerin tasnifinde felsefiyyât (=aklî ilimler) arasında zikrolunan mantık konusunda, daha ziyâde Metâli’u’l-Envâr adlı eser üzerinde durulduğu söylenebilir. Eser, Kadı Sirâcüddin Mahmud b. Ebûbekir Urmevî (ö. 682/1283) tarafından yazılmıştır. Üzerinde şerh, hâşiye, hâmiş ve ta’lîkât türünde îzâh ve açıklama yapılmak sûretiyle çok durulan Metâli’, Osmanlı müderrislerinin ilgisini çekmekle kalmamış, aynı zamanda medreselerin ders kitapları arasına da girmiştir. Esere, Seyyid Şerif Cürcânî tarafından yazılan hâşiye, bilhassa mûteber görülmüştür. Ünlü âlim Ali Kuşçu, Metâli’in bâzı bölümlerinin konularını ele alarak müstakil bir risâle yazmıştır. Molla Lütfî de dâhil, bilhassa XVI. yüzyıla kadar yaşamış ulemâ arasında eser üzerinde çalışan birçok âlim vardır. Mantık konusunda üzerinde çalışılan eserlerden birisi de, Necmüddin Ömer b. Ali Kazvînî (ö. 693/1293)’nin eş-Şemsiyye adlı eseriyle, bu esere Kutbüddin Muhammed Tahtâvî (ö. 766/1364) tarafından yazılan el-Kavâ’idü’l- Mantıkıyye fî Şerhi’ş-Şemsiyye (=Şemsiyye-i Kutbî) ve Seyyid Şerif Cürcânî’nin Şerh-i Şemsiyye’sidir. Seyyid Şerif’in şerhi, Fâtih külliyesi içerisinde bulunan ve Sahn medreselerine geçişte bir basamak oluşturan Tetimme medreselerinde ders kitabı olarak okunmuştur. Buraya kadar gözden geçirilen eserler, Osmanlı medrese ulemâsının ilmî ve fikrî bakımdan beslendikleri kaynakları göstermeleri bakımından da mühim çalışmalardır. Ancak, bu eserlerin her birinin burada geniş olarak ele alınması tabiatiyle mümkün değildir ve daha uzun soluklu çalışmaları gerektirmektedir. Biz, bu çalışmada konuyu anahatlarıyla ele almakla yetindik. Söz konusu eserler ve konuları üzerinde yürütülen çalışmaların, farklı yoğunluklarda da olsa, Osmanlı devletinin sonuna ve medreselerin kapatılmasına kadar devâm ettiği muhakkaktır.

Doç. Dr. Fahri UNAN

Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 436-445

ERMENİ SORUNU DOSYASI /// E. TUĞG. ALİ ERDİNÇ : Alman Irkçıl ığı Nazi Ermeni İşbirliği


Ermenileri 1933’e kadar Yahudiler gibi bir alt ırktan gören Naziler, daha sonra keskin bir dönüşle Ari ırktan saydılar. 1940’lara gelindiğinde Alman Nazi ordusunda toplam asker sayısı 100 bine yaklaşan Ermeni lejyonları kurulmuştu

Ali Erdinç / General (E.)

Almanya’da ırkçılığın ve Antisemitizmin (Yahudi düşmanlığı) tarihi 1880’lere kadar gider. Bu konuda ilk bilinen eser Hans. F. Günther tarafından 1887 yılında hazırlanan (Catechismofthe Anti-Semites / Antisemitizmin rehberi) adlı kitaptır. Bu şahıs daha sonraki yıllarda (1920) Nazilere temel kaynak ve doküman olan (Racial Handbook of the German People -Alman Ari ırkının el kitabı) adlı kitabı da yazmıştır. Dolayısıyla 1880’li yıllardan itibaren Alman toplumunda yeşermeye başlayan Irkçılık müteakip yıllarda sistemli ve düzenli olarak gelişmiş ve Hitler döneminde ise en agresif ve en saldırgan seviyeye ulaşmıştır. Irkçı Aryan Teorisi’ne göre Ermeniler de Yahudiler gibi bir alt ırk grubunda mütalaa edilmekteydiler.
Hitler 1933’ten önce yaptığı birçok konuşmada (1927 – 1930) Ermenileri de Yahudiler gibi aşağılamakta ve nefretini dile getirmekteydi. Ancak 1930’dan sonra ne olduysa Hitler bu siyasetinden keskin bir dönüş yapmış ve Ermeniler birden Alman ari ırkı ile akraba ve Arian ırkının güzide bir üyesi olarak mütalaa edilmeye başlanmıştır. Dolayısı ile Naziler ve Ermeniler 1930 -1945 yılları arasında yakın birer dost ve müttefik iki ulustur.

NAZİ-ERMENİ İŞBİRLİĞİNİN İDEOLOJİK ZEMİNİ

Nazilerle Ermeniler (Taşnaklar) arasındaki işbirliğinin ideolojik zemini 1930’larda döşenmeye başlanmıştır. Öncelikle Goebbels 1933 yılında Ermenileri Aryan olarak tanımlamıştır. Almanların İşgal Edilmiş Doğu Bölgeleri Bakanı Alfred Rosenberg, 1926-1936 yılları arasında Şarkiyat Enstitüsü’nün başında bulunan Dr. Artaşes Abegyan’ı Ermenilerin antropolojisini ve tarihini incelemek üzere bir komite kurmakla görevlendirmiştir. Artaşes Abegyan ve Paul Rohrbach 1934 yılında “Aryan Ermenilerin Nazi entelektüelleri ile işbirliği” adında kitap yayınladılar. Bu kitapta Ermenilerin ve Ermeni dilinin Aryan kökenli olduğu dile getirildi. Komitenin 1934’te kurulmasından beş ay sonra Rosenberg, Hitler’e Ermenilerin arî ırktan geldiğini gösteren bir rapor sunmuştur. Bu dönemden itibaren savaş sonuna kadar Almanya’da Ermeniler, antik tarihleri, arî ırka aidiyetleri ve “1915-Ermeni kırımı” üzerine onlarca kitap yayımlanmıştır. “Ermenilik-Arîlik”, “Zeytun”, “Ermeniler ve Almanların Tarihi Dostluğu”, “Arîler Sana Bakıyor”, “Gönüllülerimizin Tarihi Rolü” bunlardan bazılarıdır.

TÜRK KASABI VE YAHUDİ AVCISI

Taşnakların Nazi Almanya’sının yanında yer almasında başrolü oynayan isim, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Müslüman Türk ve Azeri nüfusa yönelik katliamlarıyla nam salmış olan “Türk Kasabı ve Yahudi avcısı lakaplı” Drastamat Kanayan (Dro) Dro’dur. Bu şahıs 1918 yılında kurulan ve daha sonra Bolşeviklerce işgal edilen kısa ömürlü Bağımsız Ermenistan devletinin ilk savunma bakanı olmuştur. Bu şahısın 1919-1921 yıllarında Doğu Anadolu ve Güney Kafkasya da yaptığı katliamlar olayların bizzat görgü tanığı olan (o dönemde Türkiye’de de fakto ABD elçisi ve yüksek komiseri olan Amiral Mark L.Bristol’un İstihbarat subayı) Robert Steed Dunn tarafından tespit edilmiş ve daha sonra hazırladığı kitapta “World Alive” açıkça belgelenmiştir.

8 BİN KİŞİLİK ERMENİ LEJYONU

Bu arada 30 Aralık 1941’de General Dro komutasında 812’nci Ermeni lejyonu (8000 kişi) ve Ermeni taburları kurulmuştur. Bu birlik yavaş yavaş büyüyerek 20 bin kişilik bir askeri güce ulaşmış ve Kırım’da, Kuzey Kafkasya’da ve Hollanda’da Almanların yanında Müttefiklere karşı savaşmıştır. Ayrıca Fransa ve Almanya’da yaşayan Ermeniler, 58. Panzer Kolordusu ile Alman ordusu Wehrmacht’ın Doğu lejyonu olan 19. Ordu’ya katılmışlardır. Böylece Alman ordusundaki Ermeni nüfusu giderek 100 bine kadar ulaşmıştır. Dro savaştan sonra savaş suçlusu olarak yargılanma korkusu ile ABD’ye kaçmış (Ermeni diasporasının yardımı ile) ve burada ölmüştür. Nazi artığı bu kanlı katil bugün Ermenistan’da bir ulusal kahraman olarak anılmaktadır.

1944 Şubat’ında Rosenberg’in emriyle Birleşik Ermeni Karargâhı da kurulmuştur. Başında Vartan Sarkisyan’ın bulunduğu bu kurum, Alman silahlı kuvvetleri Wehrmacht ve askeri istihbaratı olan Abwehr bünyesindeki bütün Ermeni askeri ve istihbarat gruplarının faaliyetlerini koordine etmiştir. Ayrıca Ermeniler Alman askeri istihbaratının başkanı olan Amiral Canaris’e yakın çalışmışlardır. Bu maksatla İstanbul’da teşkil edilen (Kraiegs organisation Naher Osten) Ortadoğu istihbarat network teşkilatında ajan olarak görev almışlardır. Bu dönemde İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Londra’ya gönderdiği tekstlerde Türkiye’deki Ermenilerin Alman haber alma faaliyetleri için uygun bir kaynak haline geldiklerini belirtmiştir. (Public Record Office, Foreign Office document: F.O 371/ 30031/ R5337)

HİTLER’İN KONUŞMASINA ERMENİLERİN TAHRİFATI

Görüldüğü gibi Ermeniler 1930-1945’li yıllarda Nazilerle yakın işbirliği ve dayanışma içinde çalıştılar. Ayrıca burada yeri gelmişken bugün Ermeni iddialarını destekleyen çevreler tarafından sıkça gündeme getirilen ve Hitler’in 22 Ağustos 1939 tarihinde Bavaria Alplerindeki Obersalzberg’de Polonya’nın işgali emrini verirken “Türkiye’de katledilen Ermenilerden şimdi kim hala bahsediyor?” şeklinde bir ifade kullanıp kullanmadığı konusuna değinmek istiyorum. Yapılan araştırmalar sonunda Hitler’e izafe edilen cümlenin hiç bir zaman kullanıl≠madığı ve Obersalzberg toplantısı tutana≠ğı üzerinde tahrifat yapılarak bu cümlenin sonradan eklendiği ortaya çıkmıştır. Zira Ermeniler ve Ermeni yanlısı çevreler “Ho≠lokost eşittir tehcir” şeklindeki iddialarını kanıtlayabilmek için en çok bu cümleyi kullanmaktadırlar. Amerikan Kongresi’nde 24 Nisan Ermeni günü münasebetiyle yapılan konuşmalarda hep bu cümle sarf edilmektedir. Nitekim bu sözleri ihtiva eden ve sahte olduğu sonradan ispat edilen bir belge Nüremberg Mahkemelerinde Alman Savaş Suçlularının Yargılanması sırasında delil olarak kullanılmak üzere mahkemeye sunulmuş ancak savcılık tarafından doğruluğu kabul edilmemiş ve kullanılması reddedilmiştir. Buna rağmen anı≠lan iddia halen bazı ülkelerde Ermeniler ve işbirlikçileri tarafından her ortam ve fırsatta dile getirilmektedir. Ancak birçok tarihçi de bu ifadenin gerçekliğini kabul etmemektedir.

KİTAP TAVSİYESİ : LOBİLER VE AJANLAR & AKP ve Cemaatin ABD’de Ka ranlık İlişkileri /// YAZAR : YILMAZ POLAT


355.jpg

Yılmaz Polat
LOBİLER VE AJANLAR & AKP ve Cemaatin ABD’de Karanlık İlişkileri
Siyah Beyaz Yayınları

Elinizdeki kitap, Yılmaz Polat’ın gazetecilik deneyimlerinden süzülüp gelen, derin gözlem ve somut belgelere dayanan bir çalışma. Dahası, yoğun bir araştırmanın ve bire bir tanıklıkların ürünü olan bu kitap, esas olarak ABD’nin Türkiye siyaseti üzerindeki etkisinin hangi yol ve yöntemlerle kurulduğunun çarpıcı bir hikayesi…

Yılmaz Polat, inanılmaz örnekler, olaylar ve belgelerle bize ABD’nin Türkiye siyasetini nasıl yönlendirdiğini, bu yönlendirmede lobilerin rolünü, özellikle AKP’nin karanlık ve tuhaf ilişkileri bağlamında anlatıyor. Washington’da hangi lobilerle ne türden bağlar kurulduğunu belgeleriyle yazıyor.

Okuduklarınız karşısında şaşıracaksınız.”

Yılmaz Polat, “Lobiler ve Ajanlar”ı neden yazdığını kitabın sunuş bölümünde şöyle anlatıyor;

“NEDEN YAZDIM

Lobicilik Amerika’da en pahalı iş kollarından biridir.

Müthiş bir sanayiidir.

Ülkeler onbinlerce kişinin çalıştığı binlerce şirkete her yıl milyarlarca dolar akıtır.

Lobi deyince akla önce Kongre, Beyaz Saray, Pentagon, Medya ve CIA gibi istihbarat kurumlarında çalışan elemanlar gelir.

Lobi firmaları burada çalışanlar için emekli olduktan sonra, hatta olmadan ikinci bir iş kapısıdır.

Bazıları cazip ücretlere dayanamaz emekliliği beklemeden kapak atar.

Lobiler doğrudan Adalet Bakanlığı ve Kongreye hesap verirler.

Vergi dairesi (IRS) her zaman enselerindedir.

Lobiciler para için her şeyi yaparlar ama başlarına geleceklerini bildiklerinden sadece buralara yalan söylemekten kaçınırlar.

Profesyonel bir iştir. Kişi ve kurumları ikna etmek ve etkilemek için her türlü yol denenir.

Amerika’da lobisiz tanıtmanın olmayacağı, siyasetçinin lobisiz bir yere varamayacağı yabancı kafalara sokulmuştur.

Türk siyasetçi de bundan fazlasıyla nasibini almıştır.

Reklamlarını iyi yaparlar, hükümetleri tavlamak için ilginç yöntemleri vardır.

Etkili isimler üzerinde nasıl çalışacaklarını iyi saptarlar.

Damara nerden gireceklerini iyi bilirler.

Lobiyi alabilmek için liderlerin çevresine ve aile bireylerine kadar uzanırlar.

Türkiye lobicilerin gözde ülkeler arasında iyi bir müşteridir.

ABD medyasına zaman zaman malzeme olur.

Her zaman şirketlerin iştah kabartmıştır. Lobisini almak isteyen şirketler birbiriyle yarışır.

ABD’nin milyar dolarlık lobi bütçesine önemli bir katkı sağlar.

Doğal olarak ‘rüşvet’ lobiciliğin önde gelen etkili yöntemlerinden biridir.

Türk siyasetçisinde genellikle Amerika’nın iktidar yaptığı , iktidarını muhafaza ettiği veya iktidardan ettiğine ilişkin düşünce yaygındır.

Bu nedenle önceliği ABD’ye verir.

Bunun önemli örnekleri vardır. Özellikle Yahudi lobisiyle CIA’ya yakın isimlerin Türk siyasetçisi üzerindeki etkisi büyük olmuştur.

Bugüne kadar Türk politikacılar arasında ABD’de olumlu yada olumsuz hakkında en fazla konuşulan isimlerin başında Recep Tayyip Erdoğan gelir.

Erdoğan’ın Yahudi lobilerle ilişkisi hiç bir siyasi lider kadar yakın olmadı.

Erdoğan Davos’ta ‘Van Münit’ diye bağırırken, Washington’da İsrail’le ilişkileri düzeltmek için çok özel lobi şirketleri kiralandı.

Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde Türk hisse senetleri bile ‘Şeriat kuralı’’Sukuk’ yöntemiyle New York’ta Yahudi bir lobi firması olan ‘Arnold and Porter’ tarafından pazarlandı.

ABD’deki kod adı ‘Karanlıklar Prensi- Prince of Darkness’ olan Richard Perle ve CIA’cı Graham Fuller gibi kitaplara konu olmuş ‘Gölge Lobiciler’in Türk siyasetçilerin üzerinde ülkenin kaderini etkileyecek kadar etkisi büyük oldu.

Hemen her dönemde bu isimlere politikalara müdahele etme serbestisi tanındı. Onlar da görevlerini yerine getirdi.

Birçok olay Türk kamuoyundan gizlendi.

PKK terörünü ABD’de anlatın diye kiralanan lobi şirketi, PKK’nın lobisini yaptı.

Sözde Ermeni soykırım tasarısını geçirmeye çalışan Kongre’nin en güçlü adamı ‘Hastert’ CIA’nın yardımıyla Türkiye’nin lobiciliğini aldı.

Erdoğan’ın talimatıyla Fethullah Gülen’in ABD’den iadesi için masraflar hariç ayda 50 bin dolara bir hukuk firması kiralandı.

Pensilvanya’da oturan Fethullah Gülen Cemaati de lobi faaliyetlerine milyonlarca dolar akıttı.

Kitapta siyasetçilerin 1980’lerden günümüze danışman ve aile bireylerinin de karıştığı ABD’de kiraladıkları şirketleri, ücretleri ve kamuoyundan gizlenen lobi hedeflerini belgeleriyle bulacaksınız.

Türk siyasetine eğemen olan isimlerin lobi şirketleriyle ilişkilerini ve PKK terör örgütüne ve sözde Ermeni soykırım tasarısına destek veren isimlerin nasıl Türk lobisine çalıştığını okuyacaksınız.

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın CIA Başkanıyla görüşmek için kaç kez Washington’a gittiğini verdiği hediye sayısından öğreneceksiniz.

Erdoğan’ın Başkan Obama’ya verdiği 200 doların üzerinde diye devlet arşivine gönderilen hediye listesi de var.

Erdoğan’ın ‘dünya 5’ten büyüktür’ sözünün kampanyasını yapmak için hangi lobi şirketi üzerinden ‘genç sivil’ Ceren Kenar’a 62 bin dolar neden ödendi?

‘Washington’da hiç bir şey tesadüf değildir.

Amerikalılar bu cümleyi çok kullanır: "Nothing is a coincidence in Washington"

DUYURU : KÖKTEN DİNCİLER ATATÜRK’E SALDIRMAYA DEVAM EDİYOR /// ŞİMDİ DE İNGİLİZ AJANI OLDUĞU NU İDDİA ETTİLER /// LÜTFEN OKUYUN


Değerli Yurtseverler,

Aşağıda tamamen yalan ve iftira dolu bir video var. Altındaki metinde de aynen şu yazıyor.

VİDEO AÇIKLAMASI : Tarihçi-İlahiyatçı Prof. Mehmet Çelik, resmi tarihin üzerinde hiç durmadığı gerçekleri ifşa ediyor. "Yakın tarihimizdeki üzeri örtülü hadiselerin aslının İngiliz arşivlerinde saklı" olduğunu söylüyor. "İngilizler olmasaydı M. Kemal muhtemelen bir dernek başkanı olarak askeri ve siyasi kariyerini tamamlardı." İstanbul’u işgal eden İngilizler M. Kamal ve Fevzi Çakmak’a dokunmadı. Bu kişiler işgal altındaki İstanbul’da aylarca kalabildi. Ancak İngilizlere karşı amansız mücadele veren Irak cephesi komutanı Ali İhsan Paşa ve niceleri İstanbul’a ayak basar basmaz tutuklandı ve Malta’ya sürgün edildi. Bkz.(Malta Belgeleri: İngiltere Dışişleri Bakanlığı ‘Türk Savaş Suçluları’ Dosyası, Belge Y. 2007)

Videonun başlığı “MUSTAFA KEMAL’İN İNGİLİZ BAĞLANTISI – PROF. MEHMET ÇELİK” ve video şu ana kadar 100,141 kez görüntülenmiş. Bu demektir ki bu iftiralar 100 bin kişiye ulaşmış durumda. Ancak ortak çabamızla bu videoyu yayından kaldırtabiliriz. Sadece sizler aşağıdaki yönergeleri izleyin ve son ekranda GÖNDER tuşuna basın. Hepsi bu kadar. YOUTUBE bu tür şikayetleri ciddiye alır. Bu video daha fazla insana ulaşmasın. Ata’mızın İngiliz Ajanı olduğu safsatasını daha fazla kişi görmesin.

Şimdi bir 15 dakikanızı ayırın ve lütfen aşağıdaki işlemleri yapın. Teşekkürler.

İFTİRACI VİDEO LİNKİ :

https://www.youtube.com/watch?v=4yriLmGOgpc&app=desktop

VİDEOYU YAYINDAN KALDIRTMAK İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİLERİ UYGULAYIN.

VİDEO BAŞLIĞININ ALTINDA DAHA FAZLA YAZAN YERE TIKLAYINCA BİLDİR MENÜSÜ ÇIKACAK. ONA TIKLAYIN.

BURADA SPAM VEYA YANILTICI ŞIKKINI İŞARETLEYİN. ALT BÖLÜMDE HİLEKARLIK/SAHTEKARLIK SEÇİLİ OLACAK. YAN TARAFTAKİ İLGİLİ BÖLÜME ŞUNU YAZABİLİRSİNİZ : BU VİDEODAKİ METİN İÇERİĞİ VE VİDEODA YER ALAN KİŞİLERİN BAHSETTİĞİ KONU TAMAMEN GERÇEKDIŞIDIR. LÜTFEN BU LİNKİ İNCELEYİN GERÇEKLERİ GÖRECEKSİNİZ : http://www.ata.tsk.tr

SONRA GÖNDER TUŞUNA BASIN. DAHA SONRA AŞAĞIDAKİ BİLDİRİM GELİRSE ŞİKAYETİNİZ YOUTUBE’A ULAŞMIŞ DEMEKTİR. ARTIK TEK YAPACAK ŞEY İLGİLİLERİN DURUMU İNCELEYİP KARAR VERMESİ.

İLGİNİZ İÇİN TEŞEKKÜRLER.

ÖZEL BÜRO GRUBU

DUYURU : KÖKTEN DİNCİLER ATATÜRK’E SALDIRMAYA DEVAM EDİYOR /// ŞİMDİ DE İNGİLİZ AJANI OL DUĞUNU İDDİA ETTİLER /// LÜTFEN OKUYUN


Değerli Yurtseverler,

Aşağıda tamamen yalan ve iftira dolu bir video var. Altındaki metinde de aynen şu yazıyor.

VİDEO AÇIKLAMASI : Tarihçi-İlahiyatçı Prof. Mehmet Çelik, resmi tarihin üzerinde hiç durmadığı gerçekleri ifşa ediyor. "Yakın tarihimizdeki üzeri örtülü hadiselerin aslının İngiliz arşivlerinde saklı" olduğunu söylüyor. "İngilizler olmasaydı M. Kemal muhtemelen bir dernek başkanı olarak askeri ve siyasi kariyerini tamamlardı." İstanbul’u işgal eden İngilizler M. Kamal ve Fevzi Çakmak’a dokunmadı. Bu kişiler işgal altındaki İstanbul’da aylarca kalabildi. Ancak İngilizlere karşı amansız mücadele veren Irak cephesi komutanı Ali İhsan Paşa ve niceleri İstanbul’a ayak basar basmaz tutuklandı ve Malta’ya sürgün edildi. Bkz.(Malta Belgeleri: İngiltere Dışişleri Bakanlığı ‘Türk Savaş Suçluları’ Dosyası, Belge Y. 2007)

Videonun başlığı “MUSTAFA KEMAL’İN İNGİLİZ BAĞLANTISI – PROF. MEHMET ÇELİK” ve video şu ana kadar 100,141 kez görüntülenmiş. Bu demektir ki bu iftiralar 100 bin kişiye ulaşmış durumda. Ancak ortak çabamızla bu videoyu yayından kaldırtabiliriz. Sadece sizler aşağıdaki yönergeleri izleyin ve son ekranda GÖNDER tuşuna basın. Hepsi bu kadar. YOUTUBE bu tür şikayetleri ciddiye alır. Bu video daha fazla insana ulaşmasın. Ata’mızın İngiliz Ajanı olduğu safsatasını daha fazla kişi görmesin.

Şimdi bir 15 dakikanızı ayırın ve lütfen aşağıdaki işlemleri yapın. Teşekkürler.

İFTİRACI VİDEO LİNKİ :

https://www.youtube.com/watch?v=4yriLmGOgpc&app=desktop

VİDEOYU YAYINDAN KALDIRTMAK İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİLERİ UYGULAYIN.

VİDEO BAŞLIĞININ ALTINDA DAHA FAZLA YAZAN YERE TIKLAYINCA BİLDİR MENÜSÜ ÇIKACAK. ONA TIKLAYIN.

BURADA SPAM VEYA YANILTICI ŞIKKINI İŞARETLEYİN. ALT BÖLÜMDE HİLEKARLIK/SAHTEKARLIK SEÇİLİ OLACAK. YAN TARAFTAKİ İLGİLİ BÖLÜME ŞUNU YAZABİLİRSİNİZ : BU VİDEODAKİ METİN İÇERİĞİ VE VİDEODA YER ALAN KİŞİLERİN BAHSETTİĞİ KONU TAMAMEN GERÇEKDIŞIDIR. LÜTFEN BU LİNKİ İNCELEYİN GERÇEKLERİ GÖRECEKSİNİZ : http://www.ata.tsk.tr

SONRA GÖNDER TUŞUNA BASIN. DAHA SONRA AŞAĞIDAKİ BİLDİRİM GELİRSE ŞİKAYETİNİZ YOUTUBE’A ULAŞMIŞ DEMEKTİR. ARTIK TEK YAPACAK ŞEY İLGİLİLERİN DURUMU İNCELEYİP KARAR VERMESİ.

İLGİNİZ İÇİN TEŞEKKÜRLER.

ÖZEL BÜRO GRUBU

SAĞLIK DOSYASI /// KAİNATIN YARADILIŞ MUCİZESİ : D VİTAMİNİ


Eğer D vitamini istediğiniz bütün hastalarda D vitamin seviyesi hep düşük geliyorsa şaşırmayın. Laboratuar sonuçlarına güvenmiyorum demeyin. Laboratuar sonuçlarınız doğru ölçüyor. Başka bir merkezde tekrar ölçtürürseniz yine düşük çıkacaktır. Çünkü gerçektende çoğu hastada D vitamin düzeyi düşüktür. Prevalans şehir hayatında %90 civarındadır. D vitamini düşmesi savunma sistemini zayıflattığı için tüm hastalıklara yakalanma riskini artırmaktadır.

Kalsiyum + D3 tablet kullandığınız halde bu sitede yazılı şifaları bulamıyorsanız şaşırmayın. Çünkü kullandığınız tablet içinde bulunan 800 IU sizin günlük ihtiyacınızı dahi karşılamamaktadır.

Eğer kemik ağrılarınız nedeniyle D vitamini aldığınızda başka şeylerinde düzene girdiğini görürseniz (horlamanız geçiyorsa, geceleri daha rahat uyuyorsanız hasta olmuyorsanız vb) şaşırmayın. Bütün bunlarla D vitamininin ilgisi vardır.

Pehlivan gibi bir arkadaşınızın D vitamini sizden daha düşük çıkarsa şaşırmayın. D-vit yağda eridiğinden, şişmanlarda yağ dokusu mevcut D vitaminini bağlar ve dolaşıma daha az verilir. Bu nedenle daha düşük çıkar.

D vitamini kullanınca sabahları daha dinç ve kolay kalkarsan şaşırma.

D vitamini kullanınca grip sinüsit olmazsan veya daha hafif geçirirsen şaşırma.

D vitamini kullanınca daha mutlu oluyorsan şaşırma. Çünkü eksikliğinde depresyon olmaktadır.

D vitamini kullanınca metabolizmanız hızlanacağından kilo verirseniz şaşırmayın. Ancak iştahta artabilir, yerken dikkatli olmalı.

Vitamin d düzeyiniz normale gelince boyunuz uzarsa şaşırmayın çünkü postür (duruş) bozukluğunuz varsa bu geçeceğinden boyunuz 1-2 cm uzayabilir. Çocuklarda ise genelde boy uzamasını artırır.

D vitamini alınca bel fıtığı ağrısı geçebilir. Çünkü kas kuvvetini artırır. Bilindiği gibi bel ve boyun fıtığı olanlarda kas güçlendirici egsersizler verilir. Zaten D vitamini bunu kas gücünü artırarak yapar.

D vitamini alınca şeker hastası iseniz şekeriniz düzene girerse şaşırmayın. Çünkü D vitamini hem insülin salınımını artırarak, hemde dokulardaki insülin direncini azaltarak yüksek şekeri düşürür. Hafif şeker hastalarında şifa sağlayabilir, ağır şeker hastalarında insüline olan gereksinimi azaltabilir.

D vitamini alınca daha fit bir vücuda sahip olursanız, yürümeniz değişirse, daha dik yürümeye başlarsanız şaşırmayın. D vitamini bunu kas ve kemik gücünü artırarak gerçekleştirir.

Tüm bunların size maliyetinin günlük 1 kuruş olduğunu öğrendiğinizde şaşırmayın. Çünkü kullanılan D vit ampul ve damla doğal yollarla, koyun yününden elde edilir. Koyun yünü kaynatılarak yağı çıkartılır bunun içinden lanolin ve d vitamini elde edilir. Lanolin cilt ve saçlar için çok yararlıdır.
Tüm bu faydalarına rağmen neden doktorlarımızın çoğu bunları bilmiyor diye şaşırmayın, çünkü D vitamininin faydaları son yıllarda daha iyi anlaşılmış olup, yeni bilgilerdir. Yeni bilgilerin klasik tıp kitaplara geçmesi 10-15 yıl almaktadır.

D vitamininin bir gençlik pınarı ve sağlık kaynağı olduğunu öğrenince şaşırıp hayran kalabilirsiniz. Yaratan kainatı dizayn ederken D vitaminine bir hormon görevi vermiş, bunu çok uzaktaki ummadığımız bir yerden, güneşten cildimize kadar göndermiş, bunu güneşlenerek alamayanlar içinde güneşte gezinen canlı birer güneş paneli olarak çalışan mübarek koyunların yünlerinden günlük 1 kuruş maliyetle alabilmemiz için koyunları bizlere hizmetkar kılmış, aldığımız d vitaminini vücudumuzda depolama imkanı vermiş, eğer yazın güneşten aldıysak karaciğerde depolayıp, kışında kullanabilmemizi sağlamış, yok bu doğal maddeyi ilaç olarak alıyorsak, bunuda 2-3 ayda 1 kez alarak vücudumuzda depolamamızı ve vücudun ihtiyacı kadarını aktif hale getirerek kullanmasını sağlamıştır. Bu kadar faydaları olan alımı kolay çok ucuz doğal bir maddeyi kullanmak için neden insanların, kurumların seferber olmadığını görünce şaşmamak elde değil.

kaynak: dvitaminieksik.com

TARİH : OSMANLI TÜRKÇESİ


OSMANLI TRKES.pdf

SOYKIRIMLAR DOSYASI /// DÜNYANIN GÖZÜ ÖNÜNDE GERÇEKLEŞEN SOYKIRIM : SREBRENİTSA


Bugün asılsız Ermeni iddialarını destekleyen Avrupa’nın göz yumduğu soykırımın hikayesi…

Srebrenitsa Soykırımı

Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti, lider Josip Broz Tito’nun ölümünden sonra 1980’li yılların sonuna doğru giderek ekonomik bunalım ve iç çekişmelere sürüklenmiştir. Batı devletlerinin de desteğiyle artan iç huzursuzluklar, 1990-1995 yılları arasında yaşanacak olan Yugoslavya iç savaşına dönüşmüştür.

1990’da Yugoslavya’yı oluşturan cumhuriyetler kendi çok partili seçimlerini yapmışlar ve Sırbistan ve Karadağ dışındaki cumhuriyetlerde bağımsızlık yanlısı muhalif kesimler seçimleri kazanırken, bu iki cumhuriyette eski komünistler iktidarlarını sürdürmüşlerdir. Bu arada Hırvatistan’daki Sırp azınlık Sırbistan’ın desteğiyle yönetime karşı bir ayaklanma başlatmıştır, Kosova’da da Arnavutların Sırbistan’ın bir yıl önce bölgeyi fiilen ilhak etmesine karşı başlattıkları mücadele kanlı çatışmalara yol açmıştır.

Bu dönemde Makedonya’nın ve Bosna lideri Aliya İzzetbegoviç’in barış yanlısı proje önerileri de dikkate alınmamıştır.

Bütün bu siyasi gerginlik ortamında 15Ekim 1991’deBosna-Hersek Parlamentosunda Kasım 1990’daki seçimlerde çoğunluğu elde eden Müslüman Demokratik Hareket Partisi bağımsızlık kararı almıştır. Bu bağımsızlık kararı, 29 Şubat ve 1 Mart 1992’de yapılan referandum ile Müslümanların ve Hırvatların büyük çoğunluğu ile kabul edilmiştir. Sırplar ise bu referandumu boykot etmişlerdir. 7 Nisan 1992’de ise Bosna-Hersek Avrupa Topluluğu ve ABD tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınmıştır.

Bosna-Hersek’in bağımsızlığının anayurtları olan Sırbistan’dan kendilerini koparacağını düşünen ve “Büyük Sırbistan” hayalleri olan Bosnalı Sırplar, Sırbistan’dan aldıkları askeri yardımlarla Bosna’da bir Sırp Cumhuriyeti kurduklarını ilan etmişlerdir. Kendi bölgelerinde bulunan Müslüman (Boşnaklar) ve Katoliklerden (Hırvatlar) bu bölgeyi terk etmelerini istemişlerdir.

İşte Sırbistan Devlet Başkanı Slobadan Miloseviç başta olmak üzere ‘Büyük Sırbistan’ hayalinin peşinden koşan Sırplar, tarihin en büyük soykırımını gerçekleştirmeye başlamışlardır. Sırpların başlattığı bu etnik arındırma hareketinin bir amacı Bosna-Hersek’teki yerleşim düzenini ve sınırları değiştirme arzusu olmakla birlikte asıl amacın İslam karşıtlığı ve Osmanlı’dan kalan Türk nefretidir. Sırp ordularının komutanı Ratko Mladiç’in BM tarafından silahlardan arındırılarak sözde “güvenli bölge” ilan edilen altı bölgeden biri olan Srebrenitsa’yı teslim aldığı ve “işte 11 Temmuz 1995’te, Sırp şehri Srebrenitsa’dayız. Büyük bir günün arifesindeyiz. Bu şehri Sırp halkına armağan ediyoruz. Nihayet, isyanlardan sonra bu topraklarda Türklerden intikam almamızın zamanı geldi” sözleri bu nefretin bir ispatı olarak arşivlerde yerini almıştır.

Bosna’daki vahşetin dünya kamuoyunda duyulması Boşnakları kısa süre için umutlandırsa da bu durumun felaketi kat be kat arttıracağı daha sonradan anlaşılacaktır. Birleşmiş Milletlerin diplomatik girişimleri ve insani yardımları yetersiz kalmış, en büyük kıyım Bosna’nın Birleşmiş Milletler tarafından ‘güvenli bölge’ ilan edildiği dönemlerde yaşanmıştır.

BM ve NATO desteğiyle Sırplara yönelik uygulanması planlanan ambargo da yine Müslümanları etkilemiştir. Sırpların eski müttefikleri olan Rusların yardımı, hem de coğrafi olarak daha iç kesimlerde bulunan Bosnalı Müslümanlara göre daha avantajlı olmaları sebebiyle, bu ambargodan Bosnalı Sırplar neredeyse hiç etkilenmemişler; silah ve lojistik bakımından güçsüz olan Boşnaklar bu durumdan zarar görmüşlerdir.

Bosna komutanı Nasır Oriç’in liderliğindeki Müslüman direniş örgütünün güçlenmeye başlamasından kısa süre sonra Birleşmiş Milletler tarafından Dayton Anlaşması görüşmeleri başlatılmıştır.

Bosna-Hersek Cumhuriyeti Devlet Başkanı Aliya İzzetbegoviç, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç ve Hırvatistan Devlet Başkanı Franjo Tudjman tarafından Kasım 1995’te ABD’nin Ohio eyaletindeki Dayton kenti yakınında uzlaşma sağlanmış ve 14 Aralık 1995 tarihinde de antlaşma resmen imzalanmıştır. Bu antlaşmanın arkasından 1996’da bölgelere NATO güçleri gönderilmiştir. Bu antlaşma ile Bosna-Hersek kantonlara bölünmüş ve ülkenin %49’unu Sırp Cumhuriyeti (Republika Srpska) %51’ini Bosna-Hersek Federasyonu’nun kontrol etmesi öngörülmüştür. Bu anlaşma ile sınırları çizilen Bosna’da nihayet katliam sona ermiştir.

Sırpların sistematik bir şekilde işkence ederek öldürdüğü Bosnalı Müslümanların gömüldüğü toplu mezarlara ulaşma işlemleri bugün hala devam etmektedir. Tecavüze uğrayan Bosnalı kadınların, öldürülen ailelerini zorla gömmek zorunda kalan evlatların acılarının izleri ülkede günümüzde de hissedilmektedir.

1992-1995 arasında Uluslararası Kızılhaç Örgütü verilerine göre Bosna-Hersek’te 312.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu kayıpların 200.000 kadarı Boşnak halkına aittir. Bölgede 40’tan fazla toplu mezar bulunmuştur; 20’den fazla toplu mezarın olduğu ise tahmin edilmektedir.

ABD, Avrupa ülkeleri ve uluslararası kuruluşların önlemekte sınıfta kaldığı bu katliamda uluslararası hukuk da yetersiz kalmıştır. 26 Şubat 2007’de Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı, yaklaşık bir hafta süren Srebrenitsa’daki katliamı “soykırım” olarak kabul etmiş; ancak Sırbistan’ın devlet olarak sorumlu tutulmayacağına karar vererek hukuki açıdan taraflı bir karara imza atmıştır.

Lahey’deki Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTY), Bosna Savaşı sırasında 11 ayrı suçtan yargılanan Sırp lider Radovan Karadzic hakkındaki kararını 24 Mart 2016’da açıklamıştır. Mahkeme, eski Sırp lider Radovan Karadzic’in 8 bin Müslüman Bosnalının öldürüldüğü Srebrenitsa’da soykırım yapmaktan suçlu bulunmuştur. Bosna’daki diğer beldelerde işlenen suçların ‘soykırım’ olmadığına hükmeden mahkeme "Karaciç, Bosna’daki belediyelerde insanlığa karşı suç işlemekten sorumludur" kararına varmıştır. Karaciç, 11 suçun 10’undan suçlu bulunmuştur. Mahkeme, Sırp liderin Saraybosna kuşatması sırasında ‘savaş suçu’ işlediğine de hükmederek katilin 40 yıl hapis cezasına çarptırılmasına karar vermiştir.
Bosna’da yaşanan tarihin en kanlı olayına Avrupa ülkelerinin sessiz kaldığı bir gerçeği bir yana olayı destekleyecek yaklaşımları olduğu da bilinmektedir. Bunlardan biri Hollanda’dır. BM’nin Srebrenitsa’yı korumakla görevlendirilen 700 Hollanda askeri, bölgeye "güvenli" olma güvencesi ile sığınmış 8.000 kadar Bosnalı Müslümanı katledilecekleri bilindiği halde Sırp milislere teslim etmiştir. Yine NATO’nun BM gözetiminde yaptığı Sırplara yönelik hava harekât plânlarını, Fransa’nın Sırplara sızdırdığı konusunda ciddi kuşkular bulunmaktadır.

Bugün parlamentosunda asılsız Ermeni iddialarını soykırım olarak oylayan Almanya medyasında da o dönemde ilginç yazılar kaleme alınmıştır.

Der Spiegel dergisinde bir dizi halinde yayınlanan ve Yugoslavya’daki trajediyi anlatan "Der dümmste ABer Kriege" (Bütün savaşların aptalcası) konulu yazı dizisinde; 1389 Kosova meydan savaşı ile birlikte Sırpların Türk ve Müslüman düşmanlığının başladığına değinilen bu araştırmalarda, Sultan Murad’ı savaş alanında şehid eden Şövalye Miloş’un kendi elleriyle 12.000 Türk’ü öldürmüş olması, büyük bir övgüyle anılmakta ve "Tanrı’nın O ve O"nun gibilerine rahmetini esirgememesi yönünde dua edilmektedir.

Sonuç olarak yakın tarihte Avrupa’nın göbeğinde Müslümanlara karşı yapılan soykırıma müdahale edilmemiş olması Avrupa ülkelerinin etnik ve dini konulardaki taraflı yaklaşımını, dahası İslamofobi ve Türk karşıtlığını ortaya koymaktadır. Bugün bu nefret, sözde Ermeni iddialarının desteklenmesi ve Türkiye’nin suçlanması ile gösterilmektedir.

Kaynakça
BOSNA – HERSEK, -SOĞUK SAVAŞ SONRASI ANLAŞMAZLIKLARA GİRİŞ, Yrd. Doç. Dr. Hüseyin BAGCI, Ankara Üniversitesi Yayını,
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/22/104.pdf,
BM, BOSNA SOYKIRIMI VE KÜRESEL ADALET, Cenap ÇAKMAK, Cansu ATILGAN,
file:///C:/Users/HP%20BULENT/Downloads/5000153424-5000254679-1-PB.pdf,
Srebrenitsa soykırımından suçlu bulunan "Bosna kasabı"na 40 yıl hapis cezası, NTV, 24 Mart 2016,
http://www.ntv.com.tr/dunya/srebrenitsa-soykirimindan-suclu-bulunan-bosna-kasabina-40-yil-hapis-cezasi,Ibd97bvTr0GM37LP2r56Sg

BİLGETÜRK

TARİH : BALKAN SAVAŞLARINDA ÖLDÜRÜLEN MİLYONLARCA TÜRK’ÜN HAZİN ÖYKÜSÜ


1912-1913 Yıllarında Baklanlardan Anadolu’ya Yapılan Türk Göçleri ve Yaşanılan Katliamlar

1912-1913 Yıllarında Baklanlardan Anadolu’ya Yapılan Türk Göçleri ve Yaşanılan Katliamlar

Soykırımlar ideolojik bir güdü temelinde gerçekleştirilir. Balkanlarda Türklere uygulanan soykırımın temelinde kökeni Haçlı Seferlerine kadar uzanan Türk düşmanlığı mevcuttur. Ali Özsoy, Türk düşmanlığını Anti-Türkizm (Türkofobi) olarak terimlendirmiştir.

Balkanlardaki Türk varlığı Hunlara kadar dayanmaktadır. Hunlar, Avarlar ve Peçenekler gibi Türk kavimlerinin ardından Osmanlı Devleti 550 yıl sürecek bir Balkan birliğini sağlamıştır.

Osmanlı’dan önce bölgede bulunan Türk kavimlerinin yardımları Osmanlı’nın bölgeye kolay yerleşmesini sağlamıştır. Fakat Osmanlı’nın dağılmaya yakın dönemlerinde, dış güçlerin de etkisiyle Balkanlarda çözülmeler başlamıştır. Sırbistan’ın bağımsızlığını kazanarak topraklarını genişletmeye devam etmek istemesi, Yunanlıların Osmanlı aleyhine faaliyetleri gibi sebepler Balkan Savaşlarının (1912-1913) arka planını oluşturmuştur.

Bulgaristan Krallığı, Sırbistan Krallığı, Yunanistan Krallığı ve Karadağ Krallığı’ndan oluşan Balkan Birliğinin Osmanlı Devleti’ne karşı giriştiği bu savaş. ile Balkan Devletleri, Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki topraklarının büyük bir bölümünü ele geçirmiştir. Bu savaş sonucunda Osmanlı Devleti Edirne ve Kırklareli’ne kadar olan tüm topraklarını Balkan Devletleri’ne bırakmak zorunda kalmıştır.

Birinci Balkan Savaşının sonunda Osmanlı’nın kaybettiği toprakları geri alması ve diğer devletlerin savaş sonucundaki hoşnutsuzlukları sebebiyle İkinci Balkan Savaşı yaşanmış ve Osmanlı Devleti Edirne ve Kırklareli’ni zor kurtarmıştır. Savaşlardan sonra Balkanlardan Anadolu’ya devamlı olarak göç hareketleri başlamıştır. Göçlerin en büyük nedenini ise Rum ve Bulgar komitacılarının baskıları oluşturmuştur.

Büyük kitlelerin ani göçleri sonucu Bulgar ekonomisi felce uğramış, bu nedenle göç yasaklanarak Müslüman ve Türklere zulümler uygulanmıştır. Bulgar komitacıları göç eden kafilelere sürekli olarak saldırmış ve katliamlar yapmıştır. Sadece Üsküp ve Komanova arasında 3000 kişi katledilmiştir.

Göçlerin yaşanmasının bir diğer sebebi de dini baskılardır. Osmanlı’da gayri Müslümlere tanınan kolaylıkların aksine savaştan sonra Müslümanlara dini baskılar yapılmış, din değiştirmeye zorlanmışlardır.

Katliama uğrayan Türklerin kesin sayısı bilinmemekle birlikte Bilal Şimşir’in tahminlerine göre bu sayı 200.000’den aşağı değildir.[1]

Türklerin birçoğu kendilerince emin saydıkları Osmanlı Devleti topraklarına, özellikle İstanbul’a göç etmişlerdir. İstanbul’a göç edenlerin sayısı yüzbinleri bulduğundan bir kısmı Anadolu’da çeşitli yerlere sevk edilmişlerdir. En büyük problemleri barınak olan göçmenler için boş bina, han ve köşkler ayrılmış, İstanbul dışında barakalar inşa edilmiştir.

Gerek Yunanistan gerekse Bulgaristan, göçe mecbur kalan Türklerin topraklarına, büyük ölçüde Osmanlı Devleti’nden gelen Rum ve Bulgarları yerleştirmeye başlamışlardır. Nitekim Bulgaristan, Batı Trakya’daki Müslüman ve Rum ahalinin içine 120.000 Bulgar göçmeni yerleştirmiştir.

Bu arada adı geçen devletler işgal ettikleri yerlerdeki Hıristiyanların başka bölgelere göç etmesini de yasaklamıştır. Böylece barış için masaya oturduklarında, Avrupa kamuoyuna buralarda Türklerin azınlıkta kaldığını ispatlamayı ve işgal ettikleri toprakların kendilerine bırakılmasını sağlamayı hedeflemişlerdi.

Bunda da bir ölçüde başarıya ulaştıkları söylenebilir. Hatta aynı oyun Osmanlı Devleti’nin elinde kalan Trakya bölgesi ile İzmir’de de oynanmak istenmiş, bunun için kendi sınırlarına yakın bu bölgelerde iskân çalışmalarında bulunmuşlardır.

Öte yandan I. Dünya Savaşı sonrasında, buna benzer bir durum doğuda Ermeniler, batıda Rumlar tarafından tatbik edilmek istenmiştir.

Bugün Türkiye ve Türk Milleti, sözde Ermeni soykırım yalanıyla karşı karşıyadır ancak bu iddiayı ileri sürenler Balkanlarda öldürülen milyonlarca Türk’ü görmekten çok uzaktır.

Bu noktasa küresel siyaset HAÇLI-MÜSLÜMAN ve TÜRK-BİZANS savaşlarının rövanşına işi dökmek istemektedir.

Uyanık olmalı…

Kaynakça
Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri (1912-1913), Yard. Doç. Dr. Ahmet Halaçoğlu, Türk Tarih Kurumu, 1994
Balkanlar’da Türk Soykırımı, Ali Özsoy, İleri Yayınları
Balkan Savaşları Sonrası Rumeli’den Türk Göçleri ve Osmanlı Devleti’nde İskanları, Sezer Arslan, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi
Bilal Şimşir, Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu, Bulgaristan’da Türk Varlığı 1, Ankara, 1987

[1] Bilal Şimşir, Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu, Bulgaristan’da Türk Varlığı 1, Ankara, 1987

BİLGETÜRK

TARİH : Geçmişten Günümüze ETİBANK


Atatürk’ün müthiş projesi ETİBANK ve bugün geldiği nokta…

Etibank’ın Tarihçesi

Ülkemiz madencilik sektöründe faaliyetleri ile önemli bir yere sahip olan ve dünya ekonomik krizinin ve ülkemizde kurtuluş savaşının yaşandığı dönemin hemen akabinde, Atatürk’ün çağları aşan ileri görüşü ile sanayileşme ve bunun motoru olan doğal kaynaklar ve finans olgularını bir arada sağlayan Etibank, 14.06.1935 tarihinde 2805 sayılı Kanunla kurulmuş olup 1998 yılının başında yeniden yapılandırılarak Eti Holding A.Ş., Ocak 2004 yılında tekrar yeniden yapılandırılarak Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü adını almıştır.

Etibank; Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk maden yatırımlarından Keçiborlu Isparta Kükürt İşletmesi’nin kurulmasının ardından, 1935 yılında Atatürk’ün direktifiyle Türkiye’nin yeraltı kaynaklarını işletmek ve değerlendirmek üzere sanayinin ihtiyacı olan madenleri, endüstriyel hammaddeleri, enerjiyi üretmek ve bu işlerin yapılması için gerekli sermayenin toplanacağı her türlü bankacılık işlemini yapmak amacıyla kurulmuştur. 1939 yılında Ergani/Elazığ Bakır İşletmesi ve Guleman/Elazığ Krom İşletmesi kuruldu. Etibank’ın demir madenciliği ve demir- çelik üretimi 1955 yılında Türkiye Demir Çelik İşletmeleri’ne, kömür madenciliği de Türkiye Kömür İşletmeleri’ne devredilmiştir.

Etibank’a bağlı olarak 1984 tarihine kadar 16 işletme kurulmuştur.

1993 yılında Karadeniz Bakır İşletmeleri A.Ş., Çinkur A.Ş. ve Etibank Bankacılık Anonim Ortaklığı, Etibank bünyesinden ayrılarak Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na devredilmiş, 1994 yılında Ergani Bakır, Keçiborlu Kükürt, Halıköy Civa, Mazıdağı Fosfat İşletmeleri ise kapatılmıştır.

Etibank 2 Mart 1998’de özelleştirme çerçevesinde Dinç Bilgin ve Cavit Çağlar tarafından satın alınmıştır. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) 27 Ekim 2000 tarihinde aldığı kararı ile Etibank’ın temettü hariç ortaklık hakları ile yönetim ve denetimi TMSF’ye devredilmiştir. İnterbank ve Esbank ile birlikte Etibank bünyesi altında birleştirildikten sonra, tamamı TMSF’ye ait olan Bayındırbank ile altında birleştirilmiştir.

Eti Gümüş A.Ş., tesisleri 2000 yılında özelleştirme kapsamına alınmıştır. 6 Mayıs 2004 tarihinde açılan ihalede 41 milyon 200 bin dolara Söğütsen Seramik Sanayi İnşaat Madencilik İthalat İhracat A.Ş.’ye satılmıştır. Şirket, bu bedeli ödeyebilmek için Koza Davetiye Firması ile ortaklık kurmuştur. Fakat bu ortaklık Koza Davetiye tarafından bozulmuştur. Koza Davetiye, altın işletmeciliğinin daha kârlı bulunduğunu açıklayarak, Bergama Ovacık’taki Normandy Madencilik A.Ş.’yi satın almıştır. Eti Gümüş’ün durumu ise belirsiz olarak kalmıştır.

Etibank’ın özelleştirme sürecinde yaşanan usulsüzlükler ise halen adli süreçtedir.

29 Ağustos 2001 günü başlayan davanın mahkeme kararında, bankanın zarara uğratılmasına ilişkin "nitelikli dolandırıcılık" suçundan Cavit Çağlar’ı 3 sene, Mustafa Çağlar’ı 1.5 sene hapis cezasına çarptırdı ancak cezalar ertelenmiştir.

26 Ocak 2010 tarihinde Etibank’ın zarara uğratılmasına ilişkin bankanın eski sahibi Dinç Bilgin ile oğlu Şevket Önay Bilgin’in de aralarında bulunduğu 27 sanığın yargılandığı davada, Cumhuriyet Savcısı Selamettin Celep esas hakkında mütalaa verdi. Mütalaada, sanıklardan Dinç Bilgin ve Şevket Önay Bilgin’in "cürüm işlemek için örgüt oluşturmak, yönetmek ve üye olmak, nitelikli dolandırıcılık ve özel belgede sahtecilik" suçlarından açılan kamu davasının kaldırılması ve "nitelikli ve teselsülen zimmet" suçundan cezalandırılması talep edilmiştir. Ocak 2016 tarihinde verilen kararda sanık Dinç Bilgin, "nitelikli zimmet" suçundan 6 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırılmıştır.

Kaynakça
Etibank Dosyası, Mühendis Makina • Cilt : 48 Sayı: 571, http://www.mmo.org.tr/resimler/dosya_ekler/487315b1286f907_ek.pdf?dergi=101,
Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü Resmi İnternet Sitesi,
http://www.etimaden.gov.tr/d/page/kurumsal-tarihcemiz-eti-holding-donemi–1998—2004,
CNN Türk Haberi, Etibank davasında Dinç Bilgin’e hapis cezası (21.01.2016)
http://www.cnnturk.com/turkiye/etibank-davasinda-dinc-bilgine-hapis-cezasi

BİLGETÜRK

ERMENİ SORUNU DOSYASI /// PROF. DR. YASİN AKTAY : Alman Parlamentosundan Linç Girişimi


Prof. Dr. YASİN AKTAY

Almanya aslında “soykırım” kelimesini kullanma konusunda büyük hassasiyetler taşıyan bir ülke. Sırf bundan dolayı kendi bağımsız dış politika imkanını kaybetmiş, özellikle İsrail’in dahil olduğu ne kadar suç varsa sırf bu kompleksinden dolayı onlara kayıtsız kalmayı, tepki göstermemeyi, ona karşı suskun kalmayı en sağlam dış politika seçeneği olarak benimsemek zorunda kalmıştır.

O yüzden dünyanın gözü önünde fiilen Gazze’de uygulamaya konulan şehir çapındaki kuşatma bir toplama kampına dönüşmüşken, İsrail her seferinde çoluk çocuk binlerce kişiyi çoluk çocuk, sivil insanı katlederken Almanya’dan en cılız bir eleştiri sesi bile duymamamızın sebebi budur.

Almanya’nın Ortadoğu politikası Yahudilere karşı işlemiş olduğu insanlık suçları dolayısıyla tamamen ipotek edilmiştir. Almanya o yüzden, özellikle Filistin meselesinde kendi dış politikasına sahip değildir. Almanya halkının içinde içten içe sırf bundan dolayı Yahudiliğe karşı büyük bir öfke birikmektedir. Fırsat verilse aynısını yapabilecek kadar ciddi bir Yahudi düşmanlığı mevcuttur. Ama bunun resmi dış politikaya dönüşmesi mümkün değildir.

Fırsat verilse kendi dış politikasına sahip olabilir mi Almanya? Olsa bunun insani bir yanı olabilir mi? İşte Suriye, işte Mısır.Bu iki hadise aslında Almanya’nın nispeten daha rahat dış politika karakterini ortaya koyabileceği test alanı.

Suriye’de 500 bin sivil katledilirken, 10 milyon insan da yerinden yurdundan edilirken, yüzbinlerce insan işkence altında tam bir insanlık trajedisinin kurbanı olurken, ne Almanya hükümetinden ne de parlamentosundan buna dair yine bir ses işitmiyoruz. Tek işittiğimiz, bu trajediden kaçan insanların Almanya’ya maddi maliyetlerine dair hesaplar ve bunu önlemekle ilgili olağanüstü çabalar. Mülteciler kendi ülkesine gelmesin de nereye giderse gitsin.

Akdeniz’de her gün bizzat Avrupa sahil polislerince yapılan sabotajlarla denizin dibini boylayan yüzlerce insanın akıbeti, toplamda kaç soykırım eder sizce?

Alman Parlamentosu çıldırmış gibi gözünün önünde cereyan eden hadiselere bu kadar kör-sağır, ama 101 yıl öncesine gidip, “Ermenilere ve diğer Hıristiyan azınlıklara” dair vicdan yapmak üzere sağcısıyla, solcusuyla, yeşiliyle, sosyalistiyle ortak bir vicdan şovuna girişiyor. Yesinler sizin vicdanınızı! 1915 yılında, biraz öncesinde biraz sonrasında sadece Hıristiyanlar mı ölmüş? Sadece bu ifadeler bile bu hareketin ne kadar ırkçı, ne kadar dinci ve ne kadar ayırımcı olduğunu yeterince göstermiyor mu? Fırsatını bulsa, daha kaç soykırım yapma istidadı taşıyor bu hareketin sahipleri, ayan beyan görünmüyor mu?

Bilakis bu kararın kendisi de tarihsel anlayış çeşitliliğine, imkanlara, gerçeklere karşı tam bir soykırım örneği.

Yapılan şey aslında bir yandan da kitle psikolojisiyle girişilen bir linç örneği. Savaştan sonra kurulan mahkeme Almanya’nın soykırım yapmış olduğuna bile ancak yüzbinlerce belge, delil, tanık anlatımıyla karar verdi, üstelik sıcağı sıcağına.

Ama çok bilmiş Alman parlamentosu “belge fetişizmine” ihtiyaç duymamış, eli değmişken kendi soykırım suçuna bulduğu ortağa hükmü basıvermiş. Belki bundan sonra soykırım suçunun tek ve en büyük örneği olarak Almanya, kendi üzerindeki şimşeklerin bir kısmını Türkiye’ye yöneltebilir.

Açıkçası bu, Türkiye’ye karşı bir linç girişimi. Sağcısını, Solcusunu, Liberalini, Yeşilini aynı nefret duygusuyla Türkiye’ye karşı tahrik eden bu çağrıda Başbakan Merkel’in bulunmaması onun sorumluluğunu elbette ortadan kaldırmıyor. Merkel gerçek bir lider olsa, aklı başından uçmuş gitmiş, Türkiye’ye karşı nefret duygularıyla tahrik olmuş bu kitleyi bu büyük yanlışı yapmaktan engellemeyi deneyebilirdi. Kendi ülkesinin demokratik bir ülke olduğu masalına kimseyi inandıramaz. Demokratik toplumda da insanların akılları bir karış havaya çıkabiliyor ve böyle durumlarda liderlik çok daha büyük bir önem kazanıyor. Lider kendi kitlesinin arkasından giden, onları yanlışlarıyla kendi haline bırakan, onlara seyirci kalmakla yetinen pasif bir kişi değil, onlara yön veren, onları yönlendiren kişidir.

Bir de kararın gerekçesi olarak “Ermenilerle Türkler arasındaki yakınlaşmaya bir katkıda bulunmak” demiyorlar mı? Nasıl olacak bir de bunu anlatsalar bari. 101 sene önceki hadiseleri bugün durduk yerde Türklere söver gibi gündeme getirdiğinizde Türklerin Ermenilere sempatisini mi artırmış olacaksınız? Bunu yapmakla Ermeniler şimdi Türklere biraz daha mı saygı duyacak? Yoksa Türk tarafında bundan dolayı bir bilinç ve farkındalık mı uyandırmış olacaksınız? Dalga geçer gibi söylemler bunlar.

Açıkçası bu karar her iki taraftaki nefreti de, husumeti de çok daha fazla körüklemiş oldu. Şimdi Türkler bu tür hadiseler karşısında, 1915 yılında hayatını kaybetmiş masum Ermeni sivillerden ziyade, Müslüman köylerini basıp hunharca Müslüman kadınları, çocukları katleden gözü dönmüş Ermeni çetelerinin yaptıklarını daha fazla hatırlayacak, onları dillendirecektir. Erkeklerinin çoğu savaşta olan Müslüman köylere yapılan terör baskınlarıyla gerçekleştirilen soykırımdan sahneler göz önüne daha fazla gelecektir. Bir de Balkanlardaki sahneler… Bir buçuk milyona yakın Müslümanın vahşice, hunharca katledilişinin, sürülüşünün öyküleri ve türküleri daha fazla çalınacak; 93 Harbi esnasında sadece Müslüman oldukları için Osmanlı topraklarına sürgün edilen Kafkas kökenli milyonlarca insan daha fazla hatırlanacaktır.

Ha bir de Türkiye’ye karşı girişilen bu saldırı Türkiye içinde siyasi tartışmalardan dolayı parçalanmış, bölünmüş yürekleri de birleştirebilir. İşte ilk işareti. TBMM’nde AK Parti, CHP ve MHP milletvekillerinin istisnai olarak sergilediği bir birliktelik örneği tam da bu olay dolayısıyla gerçekleşmiş oldu. Bu birbirimizi daha iyi anlamak, birlikte kendi ülkemizi, geleceğimizi inşa etmek için çok iyi bir vesile olabilir. Bunun için de, teşekkürler Almanya… (Yeni Şafak)

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// PROF. DR. BERİL DEDEOĞLU : Yeni Türkiye için Yeni Dış Politika


Prof. Dr. BERİL DEDEOĞLU

Yeni Türkiye, yeni bir dış politikayı da zorunlu kılıyor. Yeni dış politika, hükümet tarafından düşman sayısını azaltmak, dost sayısını çoğaltmak olarak açıklandı. Bu politika aslında Türkiye tarihi açısından o kadar büyük bir yenilik anlamına gelmiyor. Ancak bugünkü dünya gelişmeleri devletlerin dost olmalarını zorlaştıran, daha çok çatışmacı bir rekabet içine sürüklenmelerine yol açan türden. Dolayısıyla dostu çoğaltma, düşmanı azaltma politikası zoru başarmak anlamına geliyor.

Her devlet, yeni bir dış politika belirlemek istediğinde, önce kendisinin dünya sisteminde nasıl tanımlanmasını istediğinden yola çıkar. Devletlerin küresel sistemde tanımlanmasına etki eden birçok başlıktan iki tanesi öne çıkar. Bunlardan birisi, o devletin adı geçtiğinde başkalarının zihninde oluşan imajdır; dolayısıyla bu başlık daha çok o devletin savunduğu değerler sistemi ile o devlette yaşayanların yaşam biçimlerinin dışavurumudur.

Diğer başlık ise o devletin savunduğu değerler sistemini kendi ülkesinde nasıl ve ne tür bir rejim çerçevesinde düzenlediğidir.

Bu durumda yeni dış politika, bir yandan yeni bir rejim, öte yandan bu yeni rejimin dış dünyadaki karşılığına dayanır.

Tercihlerin çelişmemesi

Örneğin Putin, yeni dış politikasını askeri araçları kullanarak genişleme olarak saptamış, ancak bundan önce daha otoriter ve merkezi bir rejim kurmuş ve sonunda da savunduğu değerlerin “dişe diş” mealinde olduğunu dünyaya göstermişti. Öte yandan otoriter rejim açısından Çin’in eline su dökülemez olmasına karşın, Çin dünyadaki varlığını sert güçle değil daha çok yumuşak güçle pekiştirmeyi seçmiş bir ülke.

Otoriter rejimlerin mutlaka askeri araçları önde tutan dış politikası olacağı her zaman iddia edilemese de bu ihtimal algıların içinde büyük bir yer tutar. Ancak bundan önemlisi, otoriter rejim-dış politika ilişkisinin çelişkisiz olduğu algısının bulunmasıdır; bu öngörülebilirlik yarattığından daha fazla güven verir.

Öte yandan son derece demokratik ülkelerin de gayet askeri önceliklere dayanan dış politikaları olabilir. Ancak bu ülkelerin rejimleri açısından olumlu bulunan algılar ile dış ilişkilerindeki sertlik tutarsızlıklar yaratır; bu da o devlete olan güveni sarsar; gücünün erozyona uğramasına yol açar.

Dış dünyada en olumlu algılar, hem içeride demokratik rejimi olan, hem küresel insani konuları önceleyen hem de varlığını yumuşak güç unsurlarıyla perçinleyen ülkelerdir.

Yumuşak güç-demokrasi ilişkisi

Yumuşak güç, sert güç unsurlarından vazgeçmeyi gerektirmez; ancak bunları arkada tutmayı gerektirir. Ekonomik-mali, kültürel-sanatsal ilişkiler geliştirmek, sorunların diplomasi ile çözülmesini teşvik etmek, arabuluculuk yapmak, uluslararası kuruluşlarda resmi ve STK olarak daha fazla varlık göstermek bu çerçevede ele alınır.

Yeni bir Türkiye söz konusu olduğunda, dış politikada da yeni rejimle uyumlu yeni bir döneme girilmesi beklenir. Rejim daha demokratik olduğunda da, dış politika daha barış öncelikli olabilir. Bu, öncelikle ilişkilerin bozuk olduğu ülkelerle normalleşme sağlama, yeni kavgalara yol açacak ortamlara izin vermeme, yumurtaların hepsini aynı sepete koyacak türden tercihler yapmama ve yeni dostlukları zorlama biçiminde düzenlenebilir.

Bugün zor olan, düşmanlıkların arttığı ortamda bunları yapmak. Ancak bunu bugün yapabilen kazanacak. Türkiye’nin yeni dış politikasıyla birlikte hakkında oluşmuş olumsuz algıları da ortadan kaldıracak iki adımı eş zamanlı atması umulur. Biri, yeni ve daha demokratik bir rejim; diğeri ise etkili, yaygın, organize ve güçlü bir kamu diplomasisi.

ERMENİ SORUNU DOSYASI /// OZAN CEYHUN : Türkleri ve Ermenileri Rahat Bırakın


OZAN CEYHUN
Avrupa Parlamentosu 4. ve 5. Dönem Milletvekili

Türkleri ve Ermenileri rahat bırakın, kendi sorunlarınızı çözün

Avrupa’da bazı kesimler Türkiye’ye zarar verebilmek amacıyla her yolu denemekteler.

Türkiye’de terör örgütlerinden medet umdular. İlk önce Fettullah Gülen liderliğindeki paralel yapı terör örgütünün darbe girişimlerini desteklediler. Devletin içine sızdırdıkları polis memurları, savcılar, hakimler ve diğer bürokratlar aracılığı ile en başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere Türkiye’nin bakanlarını ve diğer devlet yöneticilerini sahte yolsuzluk ve rüşvet davaları aracılığı ile karalamaya kalktılar. Başaramadılar. Türkiye’nin istihbarat teşkilatı MİT’i ele geçirme teşebbüsleri yine başarısızlıkla sonuçlandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı bir ameliyat vesilesi ile katletmeyi planladılar. Başaramadılar. Sayısız suikast denemeleri ortaya çıkarıldı. Türkiye’de bir çok bürokratın telefonlarını dinleyerek ya da özel yaşamlarını gizlice videolara çekerek insanlara ahlaksızca şantajlar yaptılar. Tüm bu ve diğer yasadışı faaliyetleri tek, tek ortaya çıktı. Şimdi birer, birer yargı önünde hesap vermekteler.

Peki bu “iğrenç oyunlara” yönelik olarak Avrupa ne yaptı? Avrupa Birliği Komisyonu temsilcileri bu “çirkinlikleri” çok iyi bildikleri halde uzun bir süre Fettullah Gülen ve çetesine arka çıktılar. Destek verdiler. Avrupa Parlamentosu raporlarında bu çeteyi savunan cümleleri kaleme alırken “yüzleri kızarmadı”. Hala en başta Belçika ya da Almanya olmak üzere Gülen çetesi mensupları bazı AB ülkelerinde bazı politik kesimlerin, kiliselerin ve kimi eyalet hükümetlerinin desteğiyle Türkiye karşıtı faaliyetlerini sürdürmekteler.

Fettullah Gülen’den medet umanlar amaçlarına ulaşamadılar. Türk milleti bu çirkin emellere izin vermedi.

Ardından PKK ve PYD terör örgütlerinden medet ummaya başladılar. Hiç br şey durup, dururken olmuyor elbette. Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye’de onbinlerce insanın katlinin sorumlusu PKK terör örgütünün “AB terör örgütleri listesinden çıkarılmasını” talep edecek kadar insanlık adına “alçakça” taleplerde bulunanlar oldu. Bu yetmedi AP’de PKK’lı teröristleri toplantılara davet ettiler. PKK terör örgütünün tüm kanlı eylemlerini açıkça savunan ve neredeyse sözcülüğünü yapan HDP isimli partiye Brüksel’de ya da Berlin’de kırmızı halılar serdiler. PKK terör örgütü Ankara’da ya da İstanbul’da canlı bomba eylemleri ile kahpece onlarca insanımızı katlederken AP’nin yanı başında PKK terör örgütü propaganda çadırına izin verdiler.

PKK terör örgütünün Suriye’deki uzantısı PYD terör örgütünün Avrupa başkentlerinde terör örgütü temsilciliği açmasına izin verdiler. Son olarak Paris’te PYD terör örgütü büro açtı. Almanya daha da ileri gitti ve PKK terör örgütünün Suriye’deki uzantısı PYD terör örgütüne silah yardımı yaptı.

PKK ve PYD terör örgütlerine verdikleri desteği kendi kamuoylarına açıklayabilmek için bu terör örgütlerinin DAEŞ terör örgütü ile savaştıkları yalanını yaydılar. Oysa PKK, PYD ve DAEŞ terör örgütleri şu anda sistemli bir şekilde Suriye ve Irak topraklarını paylaşmaktalar.

Tüm bunlar yetmedi. PKK ve PYD terör örgütlerinin kanlı eylemlerini yapan teröristleri arabalarında taşıyan, yaralı teröristleri gizlice kaçıran ve teröristlere arabalarında silah taşıyan HDP milletvekillerinin her hukuk devletinde gayet doğal bir uygulama olan dokunulmazlıklarının kaldırılmasına karşı çıktılar. Teröre destek verenlerin hakkında soruşturma yapılmasından rahatsız oldular.

Türkiye’de son üç yıldır gündeme gelen yerel ya da genel seçimleri ve de Cumhurbaşkanlığı seçimini Recep Tayyip Erdoğan’ı devirmek ya da AK Parti iktidarını engellemek için istismar etmeye kalktılar. Olmadı başaramadılar. Bu sefer Türkiye’nin tabiatına aykırı olduğu halde sırf her şey pahasına Yeni Türkiye’yi sabote edebilmek için uyduruk bir CHP-MHP-HDP koalisyonu modeli ürettiler. Gözleri öyle dönmüştü ki şerefli, onurlu ve yurdunu seven ülkücülerin PKK’lı teröristler ile bir koalisyonda canları pahasına yer almayacakları gerçeğini ufacık çocuklar bile bilirken ciddi, ciddi bunu da denediler.

Gene başaramadılar!

Türkiye’de casusluktan yargılanan gazetecileri sahte “basın kahramanı” olarak pazarlamaya kalktılar. İstanbul’da AB ülkelerinin en başta İngiltere Başkonsolosu olmak üzere bazı başkonsoloslar NATO’ya karşı casusluktan suçlanan sanıklarla selfieler çektiler. Rezil oldular. Başaramadılar.

İstanbul Taksim meydanında “Gezi” ya da “17 ve 25 Aralık” darbe girişimlerinde başarısız olunca Türkiye’nin ekonomisine zarar verebilmek için dolar spekülasyonları üzerinden istikrarı bozmaya çalıştılar. Başaramadılar.

Şimdi de “Ermeni Kartını” devreye soktular.

Hadi AP “neyi doğru yapıyor ki” mantığı ile baktığımız ve “boşverin, ne yaparlarsa yapsınlar” dediğimiz bir parlamento olarak “Ermeni Soykırımı” yalanlarını Türkiye karşıtlığı için tekrar, tekrar devreye soktu. Ama güya ciddi bir parlamento olarak tanımladığımız Almanya Federal Meclisi’ne (Bundestag) ne oluyor?

Sahi Almanya’da Bundestag’ta “Ermeni Soykırımı” yalanını 2 Haziran 2016 günü yapacakları oturumlarında kabul etme çabasında olan SPD, Yeşiller ve Sol Parti üyesi milletvekillerinin amacı ne?

Hatta Türkiye düşmanlığında ve terör örgütü PKK destekçiliğinde en önde gitme konusunda oldukça hırslı olduğunu bildiğimiz Sol Parti ve son yıllarda PKK terör örgütü destekçisi HDP ile çok sıkı ilişkiler kuran Yeşiller de bizi şaşırtmadı. Onlardan Türkiye’ye yönelik “objektif” ve “dürüst” bir yaklaşım beklentimiz yok! Ancak federal hükümeti oluşturan koalisyonun ortağı olan SPD hem Almanya’daki hem de Türkiye’deki Türkler için “büyük bir hayal kırıklığı” oldu.

SPD’nin Türkiye düşmanı bu girişime destek veriyor olmasını beklemezdik. Almanya’nın çıkarlarına bu derece aykırı ve yanlış bir kararı onaylamak aslında 150 yılı aşkın bir geçmişe sahip Alman sosyal demokratlarına hiç yakışmamakta.

Acı olan ise aslında “ne Ermenilerin ne de Türklerin bu milletvekillerinin umrunda olmadığı” gerçeği!

Türklerin ve Ermenilerin yaşadıkları Bundestag’ı ilgilendiren bir konu değil. Türkler ve Ermeniler arasında sorunlar varsa bunu yine kendileri diyalog ile çözecekler. Türkiye bu konuda çok uzun zamandır Ermenistan’a çağrılar yaparak “gelin tarihçilerimiz bir araya gelsin ve birbirimize yaşattığımız acılar varsa bunu birlikte ortaya çıkaralım ve adını koyalım” diyen taraf! Yani Türkiye Türklerle Ermeniler arasında geçmişin sorunlarını birlikte çözmeyi ve bundan sonra dost komşular olarak yaşamayı sürekli dile getiren ülke!

Alman milletvekilleri yalan bilgilere ve tek taraflı iddialara dayalı bilgilerle “Ermeni Soykırımı” yalanını oyladıklarında aslında belki de Türklere ve Ermenilere en büyük kötülüğü etmiş olacaklar. Tarihi çarpıtarak “geçmişle hesaplaşılamayacağını” aslında en iyi Almanlar bilirler.

Ama amaç Türkiye’ye zarar vermekse SPD’li, Yeşil ve Sol Partili milletvekillerinin tüm bu çabaları “boşa kürek çekmek”. Nafile çabalar.

Bu çirkin hedefe ulaşmak için yaptıkları ile Almanya’da bir “devi uyandırdılar”. Türkler silkindi ve artık bu “aşağılık oyunlara karşı kayıtsız kalmayacaklar”. Bu nedenle Almanya’da tüm demokratik haklarını kullanarak Türkiye’ye ve Türklere karşı yapılan haksızlıkları protesto ediyorlar. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a en “aşağılık hakaretleri” eden bir şarlatan nedeniyle Alman 2. Televizyonu ZDF Türklerin protestosunun ne nalma geldiğini yaşadı. Bundestag milletvekilleri günlerdir binlerce protesto emaillerine muhatap olmaktalar.

2 Haziran 2016 günkü oylama öncesi onbinlerce Türk 1 Haziran 2016 günü Berlin’de olacak ve “Nefrete ve yalanlara hayır! Dayanışmaya evet!” diyecek. Ve 2 Haziran’da “Ermeni Soykırım Yalanına” evet diyen milletvekillerinin seçim bölgelerinde Almanya’da seçmen olan Türklerin karşısına çıkıp, utanmadan nasıl oy isteyeceklerini de çok merak ediyoruz.

Evet dediğimiz gibi güçlü Yeni Türkiye’den ve bağımsız politikalarını yürütmekte kararlı lideri Recep Tayyip Erdoğan’dan rahatsız olanlar bu Ermeni yalanlarını kullanarak Türkiye’ye zarar verme çabalarında bir kez daha başarısız olacak ve hüsrana uğrayacaklar.

Oysa Türkleri ve Ermenileri rahat bırakıp Avrupa’da kendilerinin sahip olduğu sorunlarını çözmeye kalksalar kendi vatandaşları için hayırlı bir iş yapmış olurlardı!

TARİH : ESKİ TÜRKLERDE SOSYAL VE EKONOMİK HAYAT


ESK TRKLERDE SOSYAL VE EKONOMK HAYAT.pdf

TARİH : TÜRKMENİSTAN’IN BAĞIMSIZLIK GİRİŞİMLERİ VE RUSYA


SSCB’nin dağılma sürecinde, çoğu cumhuriyetten farklı olarak Türkmenistan, SSCB’nin dağılmaması gerektiğine inanmakta ve son ana kadar bu kurumun bir şekilde korunmasını savunmaktaydı. Saparmurad Niyazov’un (Türkmenbaşı), Gorbaçov’un ortaya attığı yeni birlik anlaşmasını destekleyen az sayıda devlet liderlerinden biri olması ve ülke içinde ciddî bir muhalefetle karşılaşmaması bu açıdan dikkat çekmektedir.[1] Beş temel aşiretten oluşan ve başta Niyazov olmak üzere, dönemin yöneticileri açısından, ulus devlet yapısına geçerken ciddî sorunlarla karşılaşan Türkmenistan’ın desteksiz kalması hiçbir şekilde arzulanmamaktaydı. Ekonomik açıdan, hammadde (pamuk ve doğalgaz) üreticisi olarak Rusya’ya ilişiği bulunan ve yaşam standartları SSCB genelinde nispeten düşük durumunda bulunan Türkmenistan, seyrek nüfusu ve muazzam coğrafyasıyla kendisini çevreleyen güçlü ve istikrarsız devletler ortamında güvenlik sorunları karşısında müteredditti. Devlet geleneğinin zayıflığı, tüm bu söylenenler açısından, durumu daha da ciddileştirmekteydi.

SSCB’nin dağılma süreciyle acil ve etkili reformlar peşinde olan Rusya Federasyonu ise, eski birlik cumhuriyetleriyle ilişkilerini ikinci plâna itmişti.[2] Rusya’ya kurumsal ve yapısal olarak bağımlı bulunan devletlerin, isteseler de Moskova ile bu bağları koparamayacakları düşünülmekteydi. Bu durum, özellikle, Orta Asya cumhuriyetleri için geçerliydi. Rusya bütçesi üzerinde en büyük yük olan (sübvansiyonlar nedeniyle) ve böylece bu ülkeyi bırakma ihtimalleri en zayıf olarak görülen Orta Asya cumhuriyetleri, pahalı reformlar döneminde elden çıkarılması gereken ilk bölge özelliği taşımaktaydı. Hatta daha sonraları, eski SSCB cumhuriyetleriyle ilgili genel kanı değiştikten sonra bile, bazı önemli Rus analizcileri Türkmenistan’ı, kendileri istemeseler bile, Rusya’nın bırakması gereken dört cumhuriyetten biri olarak nitelendirmekteydiler.[3]

Ama çok geçmeden her iki tarafın da algılamalarında önemli değişimler baş göstermeye başladı. 1993’ten itibaren, Batı’yla olan hızlı entegrasyon çabalarının bir sonuca ulaşmadığını ve bu yüzden eski SSCB alanına gösterilen ilgisizliğin sadece kendilerine zarar verdiğini düşünmeye başlayan Rus siyasî eliti, ortaya attığı “yakın çevre” politikasıyla ve BDT’nin yapısını güçlendirme girişimiyle yeni bir dönem başlatıyordu. Putin’in iktidara gelişiyle eski SSCB alanında hâkimiyetini yeniden canlandırmak için özel çaba sarf etmeye başlayan Rusya, dış politikasında ve ekonomik hayatında enerji unsurunun da önem kazanmasıyla,[4] Türkmenistan’la yakınlaşma zorunluluğunu daha çok hissetmiştir. Özellikle, Gazprom’un Batı Avrupa devletleri ve Türkiye ile önemli gaz anlaşmaları ve Rusya’nın kendi gaz yataklarının bu talebi karşılayamaz duruma düşmesi, Rusya’yı kısa ve orta vadede Türkmenistan’a doğru iten en önemli neden olarak değerlendirilebilir.

Önemli bir muhalefetle karşılaşmayan Niyazov ise, ilk anı geçtikten sonra, bağımsızlığın kendisine yarar sağlayabileceğini ve bunun Rusyasız da gerçekleşebileceğini görüyordu. Türkiye ve İran ile ilişkilerini geliştiren ve bu ülkelerden önemli yardımlar (ve çok daha fazla vaat) alan Türkmenistan, elindeki çok zengin enerji kaynaklarıyla[5] daha zengin ve bağımsız olabileceğini anlamaya başlıyordu. Ama daha sonra, (Türkmenistan’ın geleceği ile ilgili tüm hesaplamaların temelinde yatan) doğalgazın dünya pazarına çıkarılması sorununun, ilk başlarda yapılan tahminlerden çok daha ciddî engellerle karşı karşıya olduğu anlaşılmıştır. Saparmurad Niyazov, dış ve iç güvenlik meselelerini kendi gücüyle çözmeyi (veya ertelemeyi) başarsa da, geriye kalan ama en önemli sorununu (gazın dünya pazarına çıkarılması), en azından şimdilik, Rusyasız çözemediğini görmüş ve bu ülkeye geri dönmeye zorlanmıştır. Hatta, iki ülke arasında doğalgazdan sonra en önemli ilişki unsuru olan Türkmenistan’daki Rus azınlık sorunu bile, Aşkabat açısından, daha çok, bu insanların Türkmen GSMH’nın temelini oluşturan enerji sanayiindeki uzman grubun esasını oluşturmasından kaynaklanmaktadır.

Böylece, her iki devlet, tereddütlü geçen birkaç yıldan sonra, birbirlerinin önemini ve bunun temelindeki faktörün doğalgaz olduğunu anlamış bulunmaktadırlar. Ama geleneksel olarak Rus siyasî elitî tarafından fazla jeopolitik ve jeokültürel önemi anlaşılmayan Türkmenistan, Rusya’nın ciddî ve direk müdahalelerinin hedefi olmayacağa benziyor. Diğer taraftan, Aşkabat yönetiminin daha çok eski Sovyet alanından uzaklaşma anlamına gelen tarafsızlık politikası ve Türkmen toplumsal yapısının Rus etkisine fazla açık olmayışı, yukarıdaki faktörlerle de birleşince, bu ülkeyi Rusya’nın politikalarına daha kayıtsız bir duruma sokmaktadır. doğalgaz, işbirliğini geliştirme açısından önemli bir faktör olsa da, özellikle geleneksel anlamda “yakın” Türkmen-Rus ilişkilerine temel oluşturmak için yeterli değil. Türkmenistan’ın Rusya tarafından “ikincil” olarak algılanan önemi, iki ülkenin birbiri üzerinde doğalgaz dışında fazla baskı aracına sahip olmayışı ve son durumda da bazı çıkar çatışmalarının ihtimâlini haber vermemektedir. Rusya’nın, Türkmenistan üzerindeki etkinliğini isteksiz bir şekilde koruma çabaları, Rus ulaşım hatlarından memnun olmayan Türkmenistan’ı dış pazara alternatif yollar arayışını sürdürmekten ve Rusya’yı hem bu yollar hem de çevredeki diğer ülkelerle uzun vadede dengelemeye çalışmaktan alıkoyamayacaktır.

Türkmenistan’ın dış politikası temelde, ülkenin önemli petrol ve çok zengin doğalgaz kaynaklarının varlığı düşüncesiyle şekillenmektedir. Aşkabat’ın tarafsızlık politikası, iç muhalefetin ve genel olarak halkın siyasî özgürlüklerinin kısıtlanması, enerji kaynaklarına dayanılarak oluşturulmaktadır. Batı yatırımının bölgenin diğer enerji zengini ülkelerindeki miktara kıyasla kısıtlılığı da Türkmenbaşı’nın ülke ekonomisinin kontrolünü tekelinde tutma plânlarından kaynaklanmaktadır.[6] Özellikle stratejik doğalgaz ve petrol işletmelerinin hemen hemen %100’ünü elinde bulundurmakla övünen Türkmen iktidar, bu şekilde ülkeye onarılamaz zararlar vermektedir. Ama, yapısal engellerin zaten Türkmenistan’a yapılacak yatırımları baştan kısıtladığı dikkate alındığında, Türkmenistan’ın bu adımları her ne kadar mevcut iktidarı korumaya yönelikse de, ülkenin bağımsızlığı açısından en büyük engel olma özelliği taşıyan Rusya’yla ilişkileri zayıflatarak, uzun vadede, Türkmenistan’ın bağımsızlığı açısından olumlu sonuçlara götürebilir.

BDT ve Orta Asya Çerçevesinde İlişkiler

Bağımsız Devletler Topluluğu’na karşı çıkan ve buradaki kurumsallaşmanın işlemeyeceğini savunan Türkmenistan’ın tutumu, aslında, bu kurumu Moskova’nın eski hegemonyasını yeniden oluşturma çabası olarak görmesinden kaynaklanmaktadır. BDT’yi, eski SSCB’yi uygar bir şekilde “parçalama” forumu olarak görme arzusunu dile getiren Türkmenistan (veya Türkmenbaşı), 22 Ocak 1993’teki Minsk zirvesinde, ortak politika oluşturmayı öngören anlaşmayı imzalamayan tek Orta Asya cumhuriyeti olmuştur.[7]

En büyük ticarî ortaklarını barındıran bu kuruma karşı kayıtsız kalan Aşkabat’ın en büyük korkusu, potansiyel zenginliğini bu fakir ülkelerle bölüşmeye zorlanmak ve Türkmenbaşı iktidarını zayıflatacak kadar “dışarıya açık” duruma getirilmektir. Türkmenbaşı, “BDT’nin entegrasyon sürecinde yer almanın Türkmenistan’ın amaçlarına uygun olmadığı” ve ülkesinin “finans varlıklarını uluslarüstü bir kuruma bırakarak, karşılıksız enerji vericisi durumuna düşmek istemediği” yolundaki açıklamaları sık sık dile getirmektedir.[8] BDT toplantılarına hep daha düşük sayılı delegasyonlarla katılmasıyla tanınan Türkmenistan, son dönemlerde, bu kuruma olan isteksizliğini en yüksek düzeyde “ima etmektedir”. 1-3 Ağustos 2001 tarihleri arasında BDT ülkeleri liderleri arasında yapılacak zirveye katılmayan tek devlet başkanı olan Türkmenbaşı, bu tutumunu ikinci kez sergilemekteydi.[9]

Bu davranışın nedeni, zirvede tartışılacak en önemli iki konunun, Türkmenistan’ın katılmada en isteksiz göründüğü, “serbest ticaret bölgesi ve anti-terör merkezi oluşturulmasıyla” ilgili oluşundan kaynaklanmaktaydı. Zira bu konuların, daha önce de belirttiğimiz gibi, Türkmenistan’ın tüm geleceğini üzerine kurmayı plânladığı doğalgaz unsuruyla doğrudan bağlantısı bulunmaktadır. BDT kapsamındaki serbest ticaret anlaşmasına[10] Türkmenistan’ın neden karşı olduğunu ortaya koyan açıklama, bu ülkenin güvenlik konularındaki isteksizliğine de açıklık getirmektedir; enerji ihracından gelecek zenginliği engelleyecek her şeye karşı çıkılmaktadır.

“Türkmenistansız güvenlik kurumları”na, 15 Mayıs 1992’de imzalanan BDT Kolektif Güvenlik Anlaşması, ulusal yasaların terörle mücadele etme açısından koordinesini sağlayacak 21 Haziran 2000 anlaşması ve Nisan 1996’da oluşturulan Şangay Formu[11] örnek olarak verilebilir. Türkmenistan dışındaki dört Orta Asya devletini bir araya getiren Orta Asya Ekonomik Formu’nun 21 Nisan 2000’de oluşturduğu anti-terörist “Dörtler Grubu” da bu tür güvenlik anlaşmalarındandır.

Günümüzde, Afganistan’ın istikrara kavuşması konusunda, Aşkabat Moskova’yla beraber diğer devletlerin yanında yer alacaksa da, eskiden olduğu gibi, bu politika da dışarıda kalınarak yürütülecektir. Çünkü, belirtileceği gibi, Türkmenistan’ın tarafsızlık politikası, ülkenin toplumsal yapısının, doğal zenginliklerinin ve Türkmenbaşı’nın amaçlarının beslediği karmaşık bir dinamik üzerine bina edilmiştir. Kültürel ve jeopolitik açılardan bazı bölgesel sorunlardan ve Rusya’nın baskılarından bir ölçüde yapısal olarak uzak duran Türkmenistan, tarafsızlık politikasıyla bu durumu pekiştirmekte ve tüm enerjisini ekonomik gelişmeye yönlendirmektedir. Mevcut bölgesel güvenlik kurumlarının, Orta Asya’daki sorunları kendi açısından yeteri ölçüde çözeceğine inanan Türkmenbaşı, fazladan malî yük altına girmek istememektedir.

İlginç olan başka bir nokta, Rusya’nın, Türkmen “uzaklaşmasına” diğer cumhuriyetlerdeki gibi tepki vermemesidir. İran, Türkiye ve Pakistan’ın, Türkmenistan üzerinde henüz Rusya’yı korkutacak kadar önemli bir etki oluşturmasının söz konusu olmadığı ve Türkmenistan’ın 1995’ten itibaren uyguladığı resmî tarafsızlık politikası bu durumu açıklığa kavuşturmada yardımcı olabilir. Rusya’nın, Türkmenistan’ın kendisine alternatif bulamayacağını düşünmesinin ve tarihsel olarak da bu ülkenin jeopolitik değerini düşük görmesinin yanında, Aşkabat’ın “izolasyon politikası” da Moskova’nın fazla olmayan endişelerini hafifletmektedir. Ama Rusya’nın endişelerini hafifletici bu nedenlerin, bazen, Moskova’nın Aşkabat üzerindeki etkilerini zayıflatan aynı faktörler olduğu da unutulmamalıdır.

BDT kurumlarına hep şüpheyle yaklaşan ve bu şüphesinde haksız olmadığı anlaşılan Türkmenistan, hep ikili ve eşit çerçevedeki ilişkileri savunmaktadır. 1995’ten itibaren ilân ettiği ve BM’de kabul gören “pozitif tarafsızlık” tutumlarına dikkat çeken Türkmenbaşı, taraf olacak iki ülke çıkarlarının öncelik verildiği dolaysız ilişkilerin değerini yorulmadan vurgulamaktadır.[12] Son dönemlerde, Moskova üst düzey yetkililerinin de aynı ifadeleri kullanması, Moskova’nın sonunda Aşkabat’ın daha önce kavradığı “gerçekliği anlamasından” ziyade, Rusya’nın gücünün ve bölgedeki mevcut jeopolitik durumun ortaya koyduğu bazı sınırların belirginleşmesine işaret etmektedir.

Rusya ile İkili İlişkiler

BDT çerçevesindeki ilişkilere karşı olsa da, Türkmenistan’ın, Rusya ile ikili çerçevede önemli anlaşmalar imzaladığı bir gerçektir. Ağustos 1992’de imzalanan dostluk ve işbirliği anlaşması ve ülkelerin politik, ekonomik ve askerî ilişkilerini düzenleyen ek maddeler ileriye yönelik ciddi bir adımdı. Bu anlaşmanın ikili ilişkiler açısından konumu, Batılı analizciler tarafından, “Rusya’nın bir BDT devletiyle imzaladığı en önemli anlaşma” olarak nitelendirilmişti.[13] 1993’te çifte vatandaşlık, göç ve göçmen haklarının korunması konusundaki anlaşma şimdiye kadar Rusya’nın başka hiçbir BDT devletiyle imzalamayı başaramadığı niteliktedir ve türünün tek örneğidir. Ama daha sonra da değineceğimiz gibi, bu anlaşmaların uygulanması, kâğıt üzerindeki maddeler kadar çarpıcı olmamıştır. Bir anlamda, Türkmenistan’ın çok akıllıca davranıp, Rusya’yı kızdırmamak için bu ülkenin çıkarlarını daha çok gözeten anlaşmalar imzalayarak, bunların zaten işleyemez olacağını düşündüğünü ve haklı çıktığını söyleyebiliriz.

1991’den günümüze iki ülke arasındaki en önemli sorun, Türkmen gazının Rusya üzerinden dünya pazarına çıkarılması konusundaki anlaşmazlıklar olmuştur. SSCB dağıldığında doğalgaz için dünya pazarına tek çıkış yolu Rusya’dan geçen (Orta Asya-Merkez Boru Hattı) Türkmenistan, sırf Rusya’nın kotayı azaltması sonucu doğalgaz satışlarında ve dolayısıyla da bütçesinde ciddî düşüşlerle karşılaşmıştır. 1989 yılında üretilen 85 milyar m3’e karşılık bu rakam 1993 yılında 64,7 milyar m3’e, 1998’de ise Rusya’yla fiyat konusundaki bir anlaşmazlık sonucu 13,2 milyar m3’e kadar inmiştir. Ön yargılarımız, Rusya’nın bu şekilde davranmasının nedenlerini jeopolitik faktörlerde aramaya meyilli olsa da, asıl ve en önemli neden ekonomiktir. Bunun, Rusya’nın bilinçli Türkmenistan politikasının sonucu olmayıp, tamamen farklı girişimlerinin yan ürünü olarak ortaya çıktığı söylenebilir.

Moskova’nın Aşkabat’a yönelik tutumundan ziyade, ülkedeki iç politik ve ekonomik sorunların Türkmenistan’ı unutturacak türden oluşundan kaynaklanmaktadır.

Döviz kazancının hemen hemen yarısını petrol ve doğalgaz ihracından elde eden Rusya, Türkmenistan’ın direkt rakibi konumundadır. Diğer taraftan, Aşkabat’ın, ürünlerini dış pazara taşımak için Rus ulaşım hatlarına ihtiyaç duyması, Rusya için kendi ürünlerinin ihracının azalması anlamına gelmektedir. Neredeyse ihraç ettiği enerji ürünlerinin sağladığı gelirle ayakta duran Rusya, böylece, Türkmenistan’ı uzaklaştırmak pahasına olsa da kısa vadede kendisi için daha hayatî olan yolu seçmeye zorlanmaktadır. Gazprom’un eski başkanı Rem Vyahirev’in Türkmenistan doğalgazının Rus boru hatlarıyla dış pazara açılması konusunda, “kapasite eksikliği söz konusuyken kendi pazarımızdan vazgeçmemiz ülkeye ihanetten başka bir şey değildir” ifadesi durumu gözler önüne sermektedir.[14] Hal böyleyken, Türkmenistan’ın alternatif yollar arama dışında bir seçeneğinin kalmadığı açıktır.

Baskı Araçları Olarak Askerî İlişkiler ve Rus Azınlık

Rusya’nın Türkmenistan’daki askerî varlığının, bu ülke üzerinde ciddî baskı oluşturacak güçte olmadığına değinmiştik. SSCB’nin dağılmasından sonra ordu kurumuna sahip olmayan Türkmenistan, Rusya ile Haziran 1992’de ulusal ordu oluşturulması konusunda anlaşma imzalamıştı; Moskova, Aşkabat’a silâh, eğitim ve para sağlayacaktı.[15] Hatta bir ara ortak ordu oluşturma fikrini de ortaya atan Türkmenistan, sadece, bunun uluslararası hukuk açısından imkansız olduğunu anlayınca tutumundan vazgeçmişti. Ama daha sonra tarafsızlığın ilân edilmesi herhangi bir ülke ordusu veya üssünün Türkmenistan’da bulunmasını engelleyince, askerî ilişkiler farklı bir şekil almaya başlamıştır. Rus ordusunun Türkmenistan’dan geri çekilmesiyle, askerî işbirliği hava savunması ve sınır güvenliğiyle sınırlandırılmıştı.[16] Türkmenistan 1999 yılında bu alandaki işbirliğine de son verme kararı almış ve bu kararını aşamalı olarak yerine getirmeye başlamıştır.[17] Bu durumu değerlendiren, Türkmenistan sınır güvenlik güçlerinin Rus biriminin komutanı General Vladimir Konuvalov’un, “Türkmenistan güçlerinin artık Rusya’nın yardımı olmadan kendi sınırlarını koruyacak kapasiteye sahip oldukları” yönündeki açıklamaları dikkat çekmektedir.[18] Buradaki çarpıcı nokta, bu olayın iki ülke ilişkilerini iyi bir şekilde sembolize etmesidir. Böylece, Rusya başka cumhuriyetler üzerinde ciddî bir baskı unsuru olarak kullandığı askerî varlığını bu durumda fazla kullanamamaktadır.

Aynı durumun, diğer önemli bir baskı unsuru olan Rus azınlığı açısından da geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Yaygın bir görüşe göre, Türkmenistan Rus azınlık konusunda Rusya’yla en yakın işbirliğine giren ülke olmuştur. Aralık 1993’te imzalanan çifte vatandaşlık antlaşması, Mayıs 1995’te, Rus vatandaşı olup Türkmenistan’da kalıcı olarak oturan insanların hakları konusundaki diğer bir antlaşmayla pekiştirilmiştir. Rus azınlığın kendi dilinde eğitim alma hakkının yanında, bu antlaşmalar, yürütme ve yargıda görev alma ve oy hakkı dışında hemen hemen tüm fırsatları sunmaktadır; bu haklara özelleştirmede yer alma bile dahildir.[19] BDT ülkelerindeki Rus azınlık konusunda Rusya’nın arzuladığı türden bir emsal yaratan bu gelişmeler, bazıları tarafından Türkmenistan’daki Rusların kendilerini bu ülke dışında yabancı hissetmeleri yönündeki değerlendirmelere kadar götürüyordu.[20] 1994 yılında oluşturulan Din İşleri Komitesi’nin başkan yardımcılığına Türkmenistan’daki Rus Ortodoks Kilisesi Başkanı Andrey Sapunov’un getirilmesi de bu tezi doğrulamaktaydı.[21]

Buna rağmen, Rus azınlık hakları Anayasaya yansımamaktadır. 1992 yılında Rus Topluluğu’nu oluşturma çabaları da Niyazov tarafından Anayasaya aykırılığı gerekçe gösterilerek durdurulmuştu.[22] TV’de yayımlanan Rusça programların süresi azaltılmakta ve sadece %5’i Türkmenceyi bilen Rus azınlık, 2000’de uygulanmaya başlayan vize rejimi ve yakın gelecekte uygulanması düşünülen Latin alfabesine geçiş nedenleriyle toplumdan soyutlanmaktadır. Şu anda Türkmenistan’da bir tek Rusça eğitim veren okul bulunmaktadır.[23] Sadece 1997-1999 yılları arasında 150 bin kişi Rusya’ya “yerleşebilirlik statüsü” için başvurmuş ve bunu elde etmiştir.[24]

Türkmenistan’daki Rusların neredeyse yarısının bu adımı, aslında bu ülkeden Rusya’ya potansiyel olarak taşınmak isteyen insanların sayısını göstermektedir. Yerel halkın nüfus artış oranının Ruslardan çok daha fazla olması, mevcut göçlerle de birleşince, Ruslar kendilerini daha çok marjinalleşmiş ve yabancılaşmış olarak görmektedirler. Bazı medya organlarında dile getirilmesine rağmen, Türkmenistan’daki Rus azınlık sorunu, Rus resmî çevrelerinde ciddî olarak dile getirilmemektedir. Rusya, hızla azalmakta olan nüfusunu korumak için eski BDT ülkelerindeki Rusları ülkeye döndürme çabalarını uygulamak için hazırlıklar yaparken bundan sonra da bunun gerçekleşme ihtimalinin zayıf olacağı anlaşılmaktadır. Aslında, Türkmenler ve Rus azınlık arasındaki sorunların fazla olmayışının nedeni, ülkenin bilinçli politikalarından ziyade buradaki aşiret bilincinin etnik bilinçten daha fazla olmasında aranmalıdır. Tam olarak oluşmamış Türkmen etnik bilinci, Rus azınlığı “öteki” olarak algılamamaktadır. Türkmenistan’ın Ruslar konusundaki ihtiyatlı tutumu da daha çok, sanayi sektöründeki Türkmen çalışan oranının sadece %6 civarında ve ülke bütçesinin hemen hemen %75’ini oluşturan gaz sektöründe Rusların ezici çoğunlukta olmasından kaynaklanmaktadır.[25] Konumuz açısından daha önemli nokta, azalan (ve azalmasına “izin” verilen) Rus azınlık olayının, Rusya’yı Türkmenistan üzerinde bir başka baskı aracından mahrum bırakmasıdır.

Türkmenistan, BDT ülkeleri içinde 9 Haziran 1999’dan itibaren bu kurum vatandaşları için vize zorunluluğu getiren ilk devlet olmuştur. Amacını daha çok, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi yasa dışı hareketlilikleri engellemek olarak açıklayan Aşkabat’ın bu davranışı,[26] yakından incelendiğinde, Türkmenbaşı rejiminin temel felsefesi ile daha iyi bir şekilde açıklanabilir. Çok geçmeden ülkeye akacağını hayal ettiği ama şimdi bile insanların açlıktan ölmelerini engelleyecek kadar yeterli olan enerji ürünlerinin sağladığı gelir,

Türkmenbaşı’na ülke vatandaşlarının dışarıya gitmesini (öncelikli olarak Rusya’da mevsimlik olarak çalışarak daha iyi para kazanma şansını) engelleme imkanı vermektedir. Böylece, dış kaynak olmadan kendi içinden muhalif güçler yetiştirme kapasitesinin zayıf olduğu anlaşılan toplum izole edilmekte ve rejime yönelecek olası tehditler önemli ölçüde kontrol altına alınmaktadır. Hatta, Rus basın organlarında ısmarlama yoluyla olumlu makaleler yazdırtmasıyla tanınan Türkmen yönetimi, vize kartını gerektiğinde “söz dinlemez” Rus gazetecilere karşı kullanmaktadır.[27]

Bu durum, Rusya için ilk önce Rus azınlık açısından önem taşıyormuş gibi görünse de, daha az önemli olmayan boyut, Moskova’nın, bu şekilde, Aşkabat üzerindeki en önemli baskı araçlarının birinden mahrum olmasıdır. Diğer BDT ülkelerinin büyük bölümünün iş gücünün önemli bir kısmı Rusya’da bulunmakta ve geçimlerini bu şekilde sağlamaktadır. Bir hesaplamaya göre erkek iş gücünün 1/3’ü Rusya’da bulunan Azerbaycan gibi devletler,[28] bu yolla, kendilerinin sağlayabildiklerinden daha iyi yaşam koşullarına ulaşmış toplumlarını, Rus piyasası elden çıkarsa kontrol etmekte güçlük çekmektedirler. Durumun farkında olan Rusya, bu aracı başarılı olarak kullanmaktadır. Sınırını dışarıya kapatan Türkmenistan ise, pahalı olsa da Rusya’yı bu araçtan mahrum etmektedir.

Böylece, Türkmenistan Rusya’nın tam istediği şartlarda anlaşmalar imzalasa da, bu anlaşmaların ne derecede uygulandığı tartışmalıdır. Şartların ve kendi politikasının başka yönlere götürdüğü bir ortamda, Türkmenbaşı sadece, Rusya ile resmî sorun yaşamaktan kaçınmış ve bu noktada da haklı olduğunu ortaya koymuştur. Rusya başka BDT ülkelerinde baskı aracı olarak kullandığı askerî varlık ve azınlık unsurlarıyla da Türkmenistan’ı fazla etkileyememektedir. Daha önce belirtildiği gibi, bu, Türkmenistan’ın jeopolitik ve jeoekonomik konumu ve Türkmenbaşı faktörleriyle de birleşince, iki ülke arasında karşılıklı etkileşim durumunu bazı açılardan önemli sayılmayacak boyutlara indirmektedir. Rusya’nın en büyük baskı aracı da (boru hatları) pasif özellik taşımakta, yani Türkmenistan’a sadece işbirliği eksikliği durumunda zarar vermektedir. Ekonomik ilişkilerde Rusya’nın kendisine dayattığı şartlardan memnun olmayan Türkmenistan ise alternatif yollar arayışını sürdürmektedir. Sonuç olarak, Türkmenistan üzerinde egemenlik konusunda fazla çaba göstermeyen Rusya ve Rusya’yı ilk fırsatta dengelemeye çalışan Türkmenistan ilişkilerinin, uzun vadede ve son 1,5 asırlık dönem dikkate alındığında, emsalsiz bir nitelik kazanacağı anlaşılmaktadır.

Boru Hatları

Rusya’yla 1995-1997 yılları arasında gerçekleşen geçici ve göreceli yakınlaşma sona erince, Türkmenistan daha önce başlatmış olduğu alternatif yollar arama girişimlerine hız kazandırmıştır. 29 Ekim 1998’de Aşkabat ve Ankara hükümetler arası bir anlaşma imzalayarak Türkmenistan-Türkiye- Avrupa-Trans-Hazar Gaz Boru Hattı girişimini başlatmışlardır. Hazar Denizi’nin yatağından geçecek boru hatlarını da içeren projenin maliyeti yaklaşık 3 milyar dolar olarak hesaplanmaktaydı.[29] Ama Rusya ve İran’ı bir araya getiren bu proje, Hazar’ın statüsü konusunun yeniden ortaya atılmasına neden olmuştur. Bu projenin Hazar’ın ekolojisine zarar vereceğini iddia eden bölgenin iki önemli devleti, şimdilik dengelenemeyen ortak siyasî iradelerini ortaya koymuşlardı. Bunun yanında, projenin maliyeti ve verimliliği konusundaki tereddütler, Türkmenistan ve Azerbaycan arasındaki sorunlar, bu alternatifin yavaş yavaş unutulmasına neden olmuştur. Öte yandan, 1994 yılında Türkmenistan, Türkiye ve İran arasında, Türkmen gazının İran ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasını öngören bir anlaşma imzalanmıştı. Ama 8 milyar dolarlık yüksek maliyet ve İran’a uygulanan ABD ambargosu, bu plânın da gerçekleştirilme olasılığını azaltmıştır.[30]

Görüldüğü gibi, Rusya’nın, Türkmenistan’ın kendi başına ve Rusyasız fazla bir şeyler yapamayacağıyla ilgili hesaplamaları pek de yanlış çıkmamış ve Moskova’nın aktif bir müdahalesi olmadan bile, Türkmenistan bu ülkeye alternatif arama konusunda başarısız olmuştur. Türkmenistan’ın Rusyasız zaten bir şey yapamayacağı yönündeki inanç, 1997’de gerçekleşen “ayrılık” zamanı Rus Gazpromu’nun o zamanki Başkanı Rem Vyahirev’in sözleriyle çok çarpıcı bir şekilde ortaya konulmaktaydı. Vyahirev, “Türkmenlerin hiçbir yere gidemeyeceklerini, diz çökerek Rusya’ya doğru sürüneceklerini” ve Rusyasız kalınca “kum yemeye” mahkum olacaklarını açık açık dile getirmekteydi.[31] Buna rağmen, Türkmenistan’ın çabalarına son verdiği ve sonuç alamadığı yönündeki bir değerlendirme de yanlış olurdu. 1997 yılında Türkmenistan ve İran arasında yapılan Körpece-Kurt Kui hattına, 2000’in sonlarına doğru Artık-Lutfabad hattı da eklenmiştir. Böylece, Türkmenistan her ne kadar Rusya dışında bir alternatif bulmada zorlanmışsa da, Rusya’nın, Putin’in iktidara gelişinden sonra Türkmenistan’la köklü ilişkiler kurma çabası ve bu ilişkilerin önemli miktarlardaki gaz alımları üzerine kurulması gerçekleşmeseydi, daha radikal adımlar Türkmenistan için daha başarılı veya Rusya için daha zararlı sonuçlara götürebilirdi.

Sıcak İlişkiler

Vyahirev’in Moskova’nın üstünlük durumunu ne kadar abarttığı çok geçmeden ortaya çıkacaktı. 1999’da başbakanlığa getirilmesiyle, Rus dış politikasında yeni atılımlar gerçekleştiren Putin, BDT ülkeleriyle ilgili olarak yapılan bazı yanlışlıkların farkındaydı. Aynı Vyahirev, 1999’un sonunda, “Gazprom’da bazı kadro değişikliklerine gidebileceğini”[32] söyledikten sonra Türkmenistan’a gönderen ve Gazprom Başkanı’nın daha önce sarf ettiği “aptallıklar” için defalarca özür dilettiren Putin, Türkmenistan’la ilişkileri iyileştirmek için taviz sayılabilecek bazı adımlar atmıştır.

2000 yılı için gaz alımı konusunda Türkmenbaşı ve Vyahirev arasında gergin bir pazarlık sürmüştür. Gazprom başlangıçta, 1000 m3’ü 30-32 dolara alabileceklerini, bunun %30’unu döviz ve %70’ini takas yöntemiyle karşılayabileceklerini belirtmişti. Türkmenistan’ın istediği ise, 1000 m3 başına 40-42 dolar ve bunun yarısının dövizle ödenmesiydi. Türkmenistan’ın taviz vermemekte ısrarlı tutumu karşısında çıkmaza giren bu tartışma sadece Putin’in telefon açması ve Rusya’nın daha yüksek fiyat önermesi sonucu çözüme kavuşturulabilmişti. Rusya Türkmen gazının 1000 m3’ne 36 dolar verecek ve bunun %40’ını dövizle ödeyecekti. Telefon görüşmeleri sırasında, Putin’in Rusya’nın daha önce takındığı söylem tarzını değiştirmesi de dikkat çekmekteydi. İlişkilerini “eşit iki devlet” arasında ve “ikili çıkar” çerçevesinde sürmesi gerektiği yönünde Türkmenbaşı’yla tamamen aynı düşünceyi paylaştığını ifade eden Rusya Başbakanı, Aşkabat’ın uyguladığı tarafsızlık politikasını da “kesinlikle tanıdığını ve buna saygı duyduğunu” belirtmiştir.[33]

Bu gelişmeleri pekiştiren olay, Putin’in Rusya Devlet Başkanı seçildikten sonra Orta Asya cumhuriyetlerine ilk resmî ziyaretini Özbekistan’la beraber Türkmenistan’a yapmasıydı. Rem Vyahirev 1999 sonunda Türkmenistan’a gittiğinde, Putin’in müdahalesiyle Türkmenbaşı’na bir jest olarak, Rusya Başbakanı, eğer devlet başkanı seçilirse Türkmenistan’ı ilk fırsatta ziyaret edeceğini söylemişti;[34] Cumhurbaşkanı Vladimir Putin sözünü tutacaktı. Bu olay Türkmenistan’ın istediği türden olup Rusya’nın bu ülkeye daha özel önem verdiğini simgeleyen ve hep Türkmenbaşı’nın arzuladığı ikili, “ülkesine göre” ilkesine dayalı “seçici” bir politikanın sonucuydu.[35] Bir ölçüde, yanlış bir şekilde kenara itilen önemli bir ülkeden imalı özür dileme niteliği de taşıyan bu görüşme, eskinin yanlışlarını düzeltmeye yönelikti.[36] Türkmenistan’la ilişkilerin soğuması, daha önce de belirtilen nedenlerle, başka ülkelerin faaliyetlerine hız kazandırmışsa da, hiçbir ülkenin burada Rusya’yı dengeleyecek boyutta söz sahibi olduğu söylenemezdi. Ama uzun vadede ilişkilerde yaşanan bu soğumanın zararlı olacağı hesaplamasının yanında, Rusya’nın yeni ve kısa vadede daha önemli nedenleri bulunmaktaydı.

Putin ziyaretiyle başlayan görüşmenin normal resmî görüşme çerçevesine oturtulamayacak kadar samimî olacağı başından ortaya çıkmaya başlamıştı. Kültürel konulardaki bir sıra anlaşmalara rağmen görüşmelere damgasını vuran, Putin’in de belirttiği gibi, “ticarî alanda işbirliği” konusuydu. Aslında, Putin’in görüşmelerdeki temel amacı (daha sonra da bir çok kaynağı oldu bittiye getirdiği gibi), Aralık 1999’dan sonra, Türkmenistan’dan alınmakta olan yıllık 20 milyar m3 gaz miktarının her sene 10 milyar m3 arttırılarak 50-60 m3 çıkarılması ve bu durumun 30 senelik bir anlaşmaya bağlanmasıydı.[37] Ortaya somut bir anlaşmanın çıkmamasına rağmen, Putin, her iki ülkenin birbirine gerekli olduğunu anladıklarını ve Niyazov’la beraber görüşmelerin tüm hızıyla devam edip bir sonuca bağlanacağına inandığını ifade etmiştir. Putin-Niyazov görüşmesinin önemi ve detaylı bir şekilde anlatılmasının temel nedeni, bugün de iki ülke arasındaki ilişkilerin hemen hemen aynı çıkar algılamaları doğrultusunda sürdüğü ve Ocak 2002’de gerçekleşmesi beklenen liderler zirvesinin benzeri şekilde gelişeceğidir.

Gerçi, Rusya’nın hassas olduğu bölgesel güvenlik, uluslararası terör, yasadışı silâh ve uyuşturucu ticareti konularına da değinilmiş ve hatta ortak bildiride bu kabilden bazı maddeler yer almıştır.[38] Ama Türkmen lider Afganistan söz konusuyken, Türkmenistan açısından kökten dincilik gibi bir sorunun kesinlikle bulunmadığını da sözlerine eklemekteydi. Anlaşmanın bu boyutu, bir anlamda, Rusya’yı kırmamak için yapılmıştı ve Rusya da bu konularda fazla ileri gitmeyerek, diplomasi ahlâkının gerektirdiği boyuttaki bir anlayışla yetinmiştir. Rusya Devlet Başkanı’nın, Türkmenistan’ın tarafsızlığına duydukları saygıyı dile getirirken de, tarafsızlığın Türkmenistan için daha çok Afganistan olaylarında serbest hareket hakkı anlamına geldiğini bilmediğini söyleyemeyiz.[39]

Rusya’nın bu tavizkâr tutumu, daha önce belirtilen nedenlerin yanı sıra, yeni ve bu ülke çıkarları açısından hayatî bir gelişmenin sonucuydu. Vyahirev’in Aralık 1999 ziyaretiyle başlayan bu süreçte, Türkmenistan’dan alınması planlanan gazın miktarı 20-50 milyar m3 olarak belirtilmişti. Buradaki asgarî 20 milyar m3’lük miktar, aslında, Rusya’nın gaz sektöründe oluşan ve 20 milyar m3 olacağı hesaplanan üretimdeki düşüş veya Rus basınının sık sık dile getirdiği gibi “deliklerle” ilgiliydi.[40] Gazprom’un en önemli yataklarının %40-80 oranında tüketildiğini[41] ve 2000 yılında gaz üretiminin %5 oranında azalacağını iyi anlayan Rus yönetimi, özellikle 1998 krizinden sonra canlanan sanayi sektöründe aşırı ihtiyaç duyulan enerji ürünlerini bulmak için daha çok taviz vermeye bile hazırdı.[42]

Rusya’nın kendi imkanlarıyla iç pazar talebini karşılayacak durumda olduğu bir sır değildi, ama asıl sorun bu halde kıyaslanamayacak kadar pahalı fiyatlarla Batı pazarlarına ihraç edilen gazın getirdiği gelirde ortaya çıkacak ciddî düşüşlerdi. Bunun yanında, Mavi Akım projesi de dahil olmakla, Batılı devletlerle yapılan yeni anlaşmalar Rusya’yı, altından kalkamayacağı yükümlülükler altına sokmaktaydı.[43]

Böylece, Rusya’nın Türkmenistan politikasının doğalgaz faktörüne önemli ölçüde endekslendiği söylenebilir. Hatta, başka, jeopolitik çıkarlar söz konusuyken bile, bunlar da “gaz aracı” kullanılarak çözülmeye çalışılmaktadır. Türkmenistan’dan büyük miktarlarda gaz alma sözü veren Rusya, bu ülkenin alternatif yollar aramasını önemli ölçüde engellemiş olmaktadır. Bu gelişmenin, Trans-Hazar ve Bakû-Ceyhan boru hatlarına da etkisi büyüktür. Trans-Hazar’ın gerçekleşmesi durumunda, Bakû- Ceyhan’ın da maliyeti düşecek ve yapımında en ciddî engel olarak görülen sorun çözüldükten sonra, bu proje daha olumlu bir aşamaya girecektir. Putin’in isabetli adımının gerçek değeri burada ortaya çıkmaktadır. Bir açıdan da Mavi Akım projesi için yeterince gaz bulamayan Rusya, Türkmen gazını daha ucuz fiyatlara alarak, iç piyasasında veya ödeme sorunları bulunan ülkelere satacak, serbest kalan kendi gazını ise dünya fiyatlarıyla Türkiye’ye ihraç edecekti. Bunu yaparken de, Türkiye ve ABD’nin hep arkasında olduklarını vurguladıkları Bakû-Ceyhan’a darbe indirmiş olacaktı. Türkiye’ye gaz satmanın hem bağımsızlığını geliştirme hem de çok daha fazla para kazanma açısından önemini anlayan Türkmenistan, aynı gazı Rusya’ya daha ucuz fiyatlarla, Moskova’nın kendi gazını Türkiye’ye daha pahalıya satması için vermek zorunda kalmaktadır.

İran ve Afganistan’la her ne kadar iyi ilişkilere sahip olsa da Türkmenistan, bir gün bu ülkelerin tehdit kaynağına dönüşebileceğini iyi anlamaktadır.[44] Bu olmasa bile, bu ülkeleri hem politik hem de ekonomik açıdan dengeleyecek bir Rusya her zaman istenen bir durum olacaktır. Ama bu tür girişimler de, doğalgaz gölgesinde yapılmaktadır. Türkmenistan’ın bu açıdan değerlendirmeleri, Afganistan’da durumun 1998’den sonra değişmesi (11 Eylül’den sonra bile Afganistan’daki belirsizlik devam etmektedir), İran’a uygulanan ABD ambargoları ve Trans-Hazar konusunda yaşanan sorunlar (bu gelişmeleri Rusya’ya alternatif boru hatlarının yapımını engelleyecek türdendir) dikkate alınarak yapılmaktadır.

Aslında, burada Türkmenistan’ın görüş değiştirdiğinden bahsetmek yanlış olacaktır. Zira kaydettiğimiz gibi, ikili ilişkilerin soğumasındaki temel faktör Rusya’nın Türkmenistan’ı bırakması ve Aşkabat’ın, Moskova’yı işbirliğine zorlayacak araçlara sahip olmamasından kaynaklanmaktaydı. Yani Türkmenistan’ın Rusya’nın ilk olumlu çağırısına yanıt vereceği zaten kuvvetle muhtemeldi. Sonuçta, alternatif boru hatları bu kadar sorunluyken, geçici olarak Rusya’yla işbirliğine gitmek Türkmenistan için, yaşamını sürdürme açısından hayatîdir. Rusya’nın uzun süre boyunca Türkmenistan için tek ve en ciddî ve bu anlamda da hayatî bir transit ülke olacağı görüşü Türkmenistan’da yaygın olarak paylaşılmaktadır.

Engeller

Türkmenistan-Rusya ilişkilerini uzun vadede engelleyici faktörler de az değildir. Rusya ile ilişkiler Türkmenistan için şimdilik hayatîdir. Ama, sırf hayatîliği yüzünden Aşkabat durumun bu boyutlarda devamını istememektedir. Türkmenistan’a bu açıdan alternatif sağlayacak en önemli devletlerden biri İran’dır. Rusya ile stratejik ortaklığından sık sık bahsedilse de, İran-Rus ilişkileri de önemli yapısal sorunlarla sınırlanmaktadır.[45] Türkmenistan’ın İran’a ihraç ettiği 8 milyar m3 gaz miktarının çok geçmeden 13 milyar m3’e yükseltileceği yönündeki iddialar,[46] yakın gelecekte Rusya’nın daha uzaklaşmış bir Türkmenistan’la karşılaşabileceğini haber vermektedir; mevcut boru kapasitesi buna imkan tanımaktadır.[47] İran’a uygulanan ve Türkmenistan’ı en ucuz ulaşım yollarından mahrum eden ABD ambargosunun da ebedî olmayacağı açıktır. Sonuçta, doğalgaz rezervleri açısından dünya birincisi olan Rusya da kendi Kuzey Okyanusu rezervlerini kullanmayı, Türkmenistan rezervlerine ilk fırsatta tercih edecek[48] ve rakibi olduğu Türkmenistan’ı safdışı bırakmak isteyecektir. Türkmenbaşı, iki ülke ilişkilerinin ekonomi ağırlıklı olduğunu ve bu alanda da Rusların önemli kısıtlamalarının bulunduğunu iyi bir şekilde ortaya koymaktadır.[49] Aynı şeyleri, doğalgaz rezervleri açısından dünya ikincisi İran için söylemek mümkün olsa da, burada asıl vurgulanması istenen, Rusya’ya bağımlılığın ve bunun yarattığı zararların azaltılması çabalarının başarıya ulaşması için bazı temellerin bulunmasıdır.

Hazar Denizi’nin hukukî statüsü konusunda İran ve Türkmenistan’ın gösterdiği işbirliği bu açıdan dikkate değerdir. Örtüşmese de, diğer Hazar devletlerinin görüşlerine (özellikle Azerbaycan’ın) karşı olmaları dolayısıyla bir araya gelen Türkmenistan ve İran, ilişkilerinin pekişmesi için fazla bir nedenle karşı karşıyıdırlar. Rusya ve Türkmenistan’ın Hazar konusundaki görüşleri çelişse de, Aşkabat’ın esas sorunu Bakû’yledir. Ama bu noktada da, Rus siyasî karar alma mekanizmasında önemli paylara sahip olan bazı Rus şirketlerinin Azerbaycan’daki yatırımlarda önemli paylara sahip olmaları, Türkmenistan’ı Rusya ile karşı karşıya getirmektedir. İran ve Azerbaycan arasında yaşanan gerginlik sırasında, Türkmenistan da İran’a taraf çıkınca, Rusya’nın Hazar Meseleleri Üzere Özel Temsilcisi Viktor Kalyujnı, Aşkabat’ın yaptıklarını beğenmemiştir. Bunun arkasındaki en önemli nedenlerden biri de, bu şahsın çok yakın ilişkileri bulunan Lukoil’in Azerbaycan’da sahip olduğu hisselerdir.[50] Ama tabii ki bu açıdan daha önemli konu, Rusya ve Türkmenistan’ın Hazar’da sahip oldukları enerji kaynaklarının miktarı ve koordinatlarıdır. Bu konudaki farklılıklar, iki devletin sonuna kadar (eğer yeni ve önemli keşifler söz konusu olmazsa) farklı görüşleri savunacağı anlamına gelmektedir. Türkmenistan’ın petrol kaynaklarının hemen hemen yarısı, gaz kaynaklarının ise 1/4’ü Hazar Denizi’nde bulunmaktadır. Rusya’nın elinde, Hazar kaynaklarının %10-15’i bulunuyor.[51] Rusya için bu oran Türkmenistan’a kıyasla daha önemsizse de, Hazar’daki payı, önemli çıkar alanındaki bu bölgedeki etkinlik açısından, Moskova için büyük önem taşımaktadır. Bu açıdan, Hazar’ın belirli bir hukukî ilke bazında bölüştürülmesi iki ülkenin çıkarlarının ortak bir noktada buluşmasını engellemektedir.

Rusya ve Türkmenistan arasında 2001 yılında da tekrarlanan gaz sorununun, bir ülkeye ağırlıklı olarak bağımlı olmanın beraberinde getirdiği ve bu şartlar ortadan kalkmayınca bitmeyeceği anlaşılmaktadır. Ukrayna’ya 1000 m3‘ü 40 dolara (yarısı döviz yarısı barter) satmayı başaran Türkmenistan, Rusya’dan da aynı şartları talep edince geri çevrilmiş ve görüşmeler bir daha tıkanmıştı.[52] Sonunda, 16 Şubat 2001’de ITERA Türkmenistan’dan aynı fiyata gaz almaya razı olsa da, 40 dolara alınacak bu gazın Avrupa pazarlarında 100-110 dolardan alıcı bulması Türkmenistan’ın kendisini iyi hissetmesine neden olmamaktadır.

Sonuç

Türkmenistan’ın ekonomik açıdan bazı gelişmeler kaydettiği bilinmektedir. Son 10 sene içinde ülkedeki buğday üretimi 20 kat artmış ve önceleri ekmek ithal eden Türkmenistan şimdi bunu ihraç edebilecek düzeylere gelmiştir. Öte yandan Rusya’nın Türkmen doğalgazına kendi toprağını transit olarak kullandırtmamasıyla tekstil sektörüne yönelen Türkmenistan, bir iddiaya göre, kendi pamuğundan ürettiği tekstil ürünleri ihraç ederek yılda 400 milyon dolar kazanmaktadır.[53] Son on yılda Türkmenistan’a yapılan toplam yatırım miktarı 19 milyar doları buluyorken, 2000 yılında kişi başına düşen yatırım açısından Aşkabat’ın BDT ülkeleri içinde birinci geldiği belirtilmektedir.[54] Aynı yıl GSYİH’sindeki %17,6’lık artışla dünya birincisi olan Türkmenistan’dan dışarıya para çıkarılmasının engellenmesi de bu gelişmelerin arkasındaki önemli nedenlerden biri olarak anılmaktadır.[55]

1998’de üretimi 13,2 milyar m3’e kadar düşen Türkmenistan, 1999’da 22 milyar, 2000’de ise 47 milyar m3 doğalgaz üretmiştir. 2001’de 70-75 milyar m3’lük plânlara rağmen, üretim 51,7 milyar m3 olarak gerçekleşmiştir. Niyazov’un belirttiği rakamların altında olsa da, geçen yıla göre gaz üretimi %9, petrol üretimiyse %12 oranında artış göstermiştir.[56]

Ama 1999’da %12, 2000’de %17, 2001’de ise %20,5 büyüme gösteren Türkmen ekonomisi bu gelişmeyi petrol ve gaz fiyatlarının dünya piyasalarında yükselmesine ve Rusya’yla “iyi” ilişkilere borçluydu. 2001’deki gelişmelerin de büyük ölçüde, ödemelerinin sadece yarısını nakitle ödeyen ve bunu da güçlükle yerine getiren Ukrayna’ya gaz satışı sonucu gerçekleştiği bilinmektedir.[57] Şaşırtıcı göstergeleri genel bir iyileşmeden ziyade bir tek ülkenin (Rusya) niyetleri ve dünya piyasasının cömertliği sayesinde elde eden Aşkabat’ın, 1997’de Gazprom’la anlaşmazlık yüzünden ekonomisinde %25,9’luk bir düşüş yaşadığı da unutulmamalıdır ve tekrarlanmaması için fazla neden bulunmamaktadır. Dönemde Rusya, Türkmenistan için dünya pazarına tek çıkış ülkesi olsa da, günümüzde temelli değişim kesinlikle söz konusu değildir.

Türkmenbaşı, Ocak’ta İran’ın 8 milyar m3 gaz talebinde bulunmasına rağmen bu ülkeye sadece 5-6 milyar m3 ihraç edebileceklerini belirtmiştir. 2000’de İran’ın 13 milyar, Rusya’nın ise 50 milyar gaz alma plânlarına rağmen, İran’ın 2001’in ilk 10 ayındaki ithalat miktarı sadece 3,5 milyar m3’le sınırlı olmuştur.[58] Bunun en önemli nedenlerinden biri, Türkmenistan’ın coğrafî konumu ve gereken altyapı yetersizliğiyse de, diğer neden “muhalefetsiz lider” Niyazov’la anlaşmanın aşırı zorluğudur.

Çoğunluğu kısa vadeli olmak üzere 2,1 milyar dolarlık dış borcunu ödeme zorlukları çeken ama buna rağmen IMF desteğini geri çeviren Türkmenbaşı’nın ekonomik alandaki faaliyetlerinin ciddî olumsuzlukları bulunmaktadır. Niyazov petrol ve doğalgaz işletmelerinin özelleştirilmesini en azından 2015’e kadar ertelemiştir. %90’ı gaz ve petrol sektörlerine yapılan yabancı yatırımlar da çok sayıdaki kısıtlamalar sonucu özellikle son yıllarda azalmaktadır.

Bu durumda, dış politikası ekonomi ağırlıklı olan Aşkabat, kısa vadede Moskova ile iyi ilişkiler kurmaya zorlanmaktadır. Rusya’ya 2000’de 30 milyar m , 2001’de ise sadece 10 milyar m3 doğalgaz gönderebilen Türkmenistan, Rusya gibi bu miktarı artırmaya çalışmaktadır.[59] Bir iddiaya göre Kremlin Türkmenistan’la 10 senelik bir anlaşma peşindedir.[60] 2002 Ocak’ta plânlanan Niyazov-Putin zirvesinde iki ülke arasında ekonomik alanda çok önemli bir anlaşma olasılığı tartışmaları, Putin’in Türkmenistan ziyareti sırasında ortaya çıkan durumu çağrıştırmaktadır. Her iki taraf için aynı nedenler şimdi de geçerli olmaktadır. Putin, bu şekilde Rusya’nın tekelci transit konumunu kullanarak hem ekonomik kazanç hem de karmaşıklaşan Orta Asya’da siyasî etkinlik kazanmaya çalışacaktır. Türkmen lider de, her ne kadar trans-Afgan borusunu unutmayacaksa da, kısa vadede Ruslarla işbirliği olmadan ülkesini en önemli gelir kaynağından mahrum etmeyi göze almak istememektedir. Alman ve ABD isteklerine rağmen, Türkmenistan’ın, askerî amaçlarla toprağını koalisyon güçlerine açmamaktadır.[61] Aşkabat’ın tarafsızlık politikası, temelde, ülkenin başından beri güvenlik konusundaki göreceli güvenliği, bu işin onsuz da yapılabileceği inancı ve kendisini maliyetli güvenlik konularından kenarda tutma isteğinden kaynaklanmaktadır.[62] Ama daha az önemli olmayan konu, Aşkabat’ın bu şekilde, diğer Orta Asya devletlerindeki Batı askerî varlığı Rusya’da önemli tepkilere neden olmaktayken, Rusya’dan hem Hazar Denizi’nin hukukî statüsü konusunda hem de doğalgaz kota ve satışları konusunda önemli tavizler koparma isteği olabilir.

Gerçi, Taliban sonrası Afganistan’da, Türkmenistan yeniden Güney Asya’ya uzanacak boru hattı girişimlerine hız kazandıracaktır ve uluslararası ortamın daha müsait olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır. ABD’nin Afganistan’daki operasyonları başladıktan sonra çok geçmeden BM liderlerine mektup gönderen Niyazov, boru hattının Afganistan’ın “yeniden yapılmasına yardım edeceğini… ve tüm bölgenin gelişmesini hızlandıracağını” belirtmekteydi.[63] Bunu takiben, Niyazov ve ABD Dış İşleri’nin Hazar Temsilcisi Steven Mann arasında gerçekleşen görüşmede Afganistan ve Pakistan arasında yapılacak gaz boru hattının ele alındığı belirtilmektedir. Bazı iddialara göre, Mann, Amerikalı şirketlerin malî desteği sağlamaya hazır olduklarını belirtmiştir.[64]

Şark Araştırmaları Enstitüsü Afganistan Bölmesi’nin Başkanı Viktor Korgun’a göre Rusya, Türkmen-Afganistan boru hattına fazla karşı çıkmayacaktır. Çünkü, zamanında ortaya atılan trans¬Afganistan boru hattında yer alma konusunda Gazprom kararlıydı ve projeden en geç vazgeçenler arasında olup, sadece 1998’de ABD’nin Taliban’ı hedef almasından sonra geri çekilmiştir.[65] Belirtildiği gibi, Rusya’dan geçen boru hattının Gazprom’un kendi ihtiyaçlarını karşılama açısından bile yetersiz kaldığı ve bu alanda yeni yatırımların pek olası olmadığı bir ortamda, Türkmenistan’ın bir şekilde kendisine alternatif yol bulacağını göstermektedir. Ekonomik nedenlerle hareket eden bir şirketin bu durumda kâr sağlayabileceği bir projeden vazgeçmesi söz konusu olamaz. Öte yandan, parasal ve teknik destekten ziyade, tıpkı LUKoil gibi, projede Rusya’nın nüfusu sayesinde yer alabilecek Gazprom’un bu fırsatı kaçırmak istemeyişi doğaldı. Ayrıca, Bakû-Ceyhan konusunda, Rusya ve Batı’nın işbirliğine gidebileceği doğrultusunda işaretler belirmeye başlamışken,[66] genel Rusya-Batı (veya ABD) ilişkilerinin ısınması, trans-Afgan boru hattının da yeniden gündeme gelmesi durumunda, Rusya’dan çok önemli itirazın gelmeyebileceği ciddiye alınacak bir olasılıktır. ABD’nin Taliban’ın Kabil’e girişine ılımlı tepki vermesinin arkasındaki önemli nedenlerden biri olarak bilinen güçlü Unocal’ın da Taliban’dan sonra bu projesine dönmesi beklenebilir. Öte yandan, hem Rusya hem de ABD, Afganistan’da istikrarlı bir devletin oluşmasını, bölgesel ve küresel teröre karşı mücadele açısından istiyorken, Afganistan’a yıllık 150 milyon dolar sağlayacağı hesaplanan trans- Afgan boru hattı konusunda her iki devlet bir araya gelebilir.[67]

Ama 1997’de maliyeti 1,9 milyar dolar olarak hesaplanan “yeni ipek yolu”ndan[68] fazla bahsedilmemektedir. Cambridge Energy Research Associates’ten Hazar enerji kaynakları uzmanı, Laurent Ruseckas’a göre, Afganistan’dan geçecek boru hattı projeleri “ölüdür ve geri gelmeyecektir”.[69] Bu değerlendirmelere rağmen, ABD ve Rusya’nın Afganistan’ın istikrarında, Türkmenistan’ın ise ekonomik olarak Güney Asya pazarının çekiciliğindeki çıkarı, trans-Afgan olasılığının olabilirliğine işaret etmektedir. Rusya’nın ödediği 38 dolara karşılık, Güney Asya’daki pazarlara doğalgazını ortalama 60 dolara satabilecek Türkmenistan’ın büyük rezervlerinin çekiciliğini bu amaçla kullanmaması için fazla bir neden yoktur.[70] Kısacası, önemli potansiyel zorluklara rağmen trans-Afgan hattının ölü olduğu yargısı gerçekçi değildir.

Türkmenistan’ın enerji kaynaklarının boyutları Aşkabat’ı Moskova’ya bağlı tutmayacak kadar büyüktür. Buna Türkmenistan’ın Rus stratejik algılamasındaki yeri, ülkenin Rus baskı araçlarına göreceli olarak kapalı oluşu da eklenince, uzun vadede iki ülke arasında eski imparatorluk merkezi- eyalet tarzı ilişkilerin ortadan kalkacağı beklenmelidir. Kısa vadede, Türkmenistan’ı yönetmenin en önemli aracı olan ekonomik refah namına Rusya ile ilişkiler kaçınılmaz olsa da, diğer açılardan Rusya’ya mesafeli yaklaşım bağımsız bir gelecek bazı kurumsallaşmalara neden olmaktadır. Gerçi bu tür bir eğilim, sırf Rusya’ya yönelik olmayıp iç politikadaki iktidar mücadelesinin Türkmen dış politikasına genel yansımasının bir boyutudur ve Türkmenistan için fırsat maliyeti fazlasıyla büyük olabilir. Yine de, “uluslararası ekonomi”nin doğalgaz kaynakları açısından dünya dördüncüsü Türkmenistan’ı, Rusya’dan önce unutacağı beklenemez.

Elnur SOLTAN

Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) Rusya-Ukrayna Araştırmaları Masası / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 19 Sayfa: 757- 767

GÜNDEM ANALİZİ /// VİDEO : Ekopolitik /// 08.07.2016 /// Uğur Civelek – Çetin Ünsalan – Ulusal Kanal


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=ErIh9HboYpg&list=TLLTASxrglzU8wODA3MjAxNg

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI /// Atatürk Havalimanı saldırısının ardındaki isim : ‘Tek kollu Ahmed’


Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova, Türkiye’nin Moskova’dan çok daha önce özür dilemesi gerektiğini ifade ederek, "Geç olması hiç olmamasından iyidir. Ankara’yla ilişkilerin yenilenmesi için gereken her şeyi yapıyoruz" dedi.

Kırım’daki Artek yaz kampında haftalık basın toplantısı düzenleyen Zaharova, Türkiye’yle ilişkilerin yenilenmesi için gereken her şeyi yaptıklarını söyledi.

Sputnik Türkiye’nin aktardığı habere göre Zaharova şunları kaydetti: “Bariyerler (ekonomik yaptırımlar) kaldırılıyor çünkü Türkiye özür diledi. Gerçi Türkiye’nin bunu çok daha önce yapması gerekiyordu. Ama geç olması hiç olmamasından daha iyidir. Bu özrü kabul ettik. İlişkilerin yeniden başlaması için gerekenleri yaptık.”

‘TÜRKİYE MİLİTANLARI DESTEKLEMEMESİ GEREKTİĞİNİ İDRAK ETMELİ’

“Ankara’nın, Suriye topraklarındaki militanların Türkiye tarafından desteklenmesinin kabul edilemez olduğunu idrak etmesini umuyoruz ve bunun için her şeyi yapıyoruz” diyen Zaharova, bu meseleyi hem ikili temaslarda hem de uluslararası platformlarda gündeme getirmeye devam edeceklerini belirtti.

Zaharova ayrıca IŞİD’in Türkiye toprakları üzerinden aldığı destek konusunda istihbarat servisleriyle çalışmaya devam ettikleri ekledi. Sözcü, Türkiye’yle ilişkilerin normalleşmesinin, Rusya’nın sorunlu meseleleri ‘halının altına süpüreceği’ yani unutacağı anlamına gelmediğini de vurguladı.

‘HAVAALANI’NDAKİ SALDIRI NEDENİYLE RUS VATANDAŞLARININ GÖZALTINA ALINMASINI TAKİP EDİYORUZ’

Öte yandan Zaharova, İstanbul Atatürk Havalimanı’ndaki terör saldırılarıyla bağlantılı oldukları şüphesiyle gözaltına alınan Rusya vatandaşlarıyla ilgili durumu da takip ettiklerini belirtti.

Zaharova, “Eğer izlediğimiz teröristler Türkiye topraklarında ya da başka bir ülkenin topraklarında bulunuyorsa bizim tarafımızdan izlenmeye devam edilecekler. Onların tarafımıza iade edilmesi için çalışacağız” ifadelerini kullandı.

‘ÇATAYEV HAKKINDA ULUSLARARASI ARAMA KARARI ÇIKARTMIŞTIK’

Çeçen militan Ahmet Çatayev’in İstanbul saldırılarının planlayıcısı olduğuna inanıldığından haberleri olduğunu da ekleyen Zaharova, “Rusya bu kişi hakkında terörle bağlantılı olduğu suçlamasıyla uluslararası arama kararı çıkartmıştı” hatırlatmasını yaptı.

Atatürk Havalimanı saldırısının ardındaki isim: ‘Tek kollu Ahmed’

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.