Günlük arşivler: 22 Temmuz 2016

İRAN DOSYASI /// VİDEO : Banu Avar – AKP KK – Gülen – BOP – Yeni Dünya Düzeni – İranlı Kürdün sis tematikce Türkiye istilası


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=qQ_Qu0-FFQg&feature=youtu.be

UFO FILES /// VİDEO : UFOs Strange Chemtrails ! Real Alien Photo ? /// UFOs Invade Cork Ireland ? /// 7/12/2016


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=WCg4j0Owwws&feature=youtu.be

TARİH : İnsan Irkının Saklı Tarihi


İnsanlığın geçmişindeki gizemli olaylarla ilgilenen Avusturyalı tarihi eser araştırmacısı Klaus Dona ile Şubat 2010’da yapılan bir söyleşi ve bu söyleşi sırasında yapılan slayt (saydam) gösterisi bir metin haline getirilmiştir ve aşağıda sunulmaktadır.

Not : Orijinal metinde köşeli parantez içinde resimlerin slayt ekranındaki konumlarını belirten sağ, sol, yukarı ve aşağı gibi yön ifadeleri, metnin çevirisinden sonra resimlerin bu notta konumlandığı şekilde değiştirilmiştir.

BILL RYAN (BR) : Camelot Projesi ve Avalon Projesi’nden Bill Ryan işte karşınızda. Bugün 20 Şubat 2010 ve tekrar Klaus Dona ile bir araya gelmek büyük bir ayrıcalık. Bu video gösteriminde farklı bir söyleşi olacak; çünkü esasında çok az konuşmam gerekecek, belki de hiç gerekmeyecek!

Klaus, tüm dünyada, mantıken “İnsan Irkının Saklı Tarihi” diye adlandıracağınızı düşündüğüm konulara ilişkin olmak üzere kişisel olarak araştırdığı, keşfettiği, incelediği eserler ve olağanüstü olaylar hakkında hazırladığı çok özel, olağandışı ve büyüleyici slayt gösterileri üzerinde işitsel açıklamalar yapacak. Ne dersin, iyi bir özet oldu mu, Klaus?

KLAUS DONA (KD) : Çok iyi bir özetti, evet.

BR : Öyleyse, bu noktada geri çekiliyorum ve şimdi yapacağınız şey, sadece keyfinize bakın ve slayt gösteriminin tadını çıkarın. Klaus, sizi kendisiyle birlikte bir yolculuğa çıkaracak… Yolculuğunda, kendisine ait keşifler boyunca ona yoldaşlık edebilirsiniz. Ve şimdi sıra senin Klaus.

Burada neye bakıyoruz? Bir dizi piramit görüyorum. Anlamı nedir?

KD : Anlamı şu : piramitleri dünyanın her yerinde her kıtada görebilirsiniz. Soru şu ki, bunları ne zaman ve kim yaptı? Neden dünyanın her yerindeki piramitler çok fazla benzer görünüyorlar?

Diğer bir soru : gerçekten küresel bir uygarlık var mıydı? Sanırım araştırmacılarımızın çoğu, küresel bir uygarlığın çok uzun zaman önce var olduğunu anlatıyorlar; ama kaç bin yıl önceydi, işte onu bilmiyoruz.

Camelot Projesi izleyici kitlesinin çoğu, Japonya’nın en güneyindeki adada, yani Ryukyu Takım Adalarına bağlı Yonaguni adasında deniz seviyesinin 25 metre altında 1984’te bulunan bir taş piramidin hikayesini bileceklerdir.

Bu anıtların Doğa tarafından oluşturulduğunu söyleyen birtakım uluslararası arkeologların kavgası hâlâ devam ediyor. Ancak bir arkadaşım, Profesör Masaaki Kimura, o zamandan beri sadece bu anıt üzerinde değil, ayrıca yakınındaki diğer birkaçı üzerinde yıllarca inceleme yaptı. Yukarıda Yonaguni’nin bir modeli görülüyor.

Ve Doğa’nın kesinlikle yapmadığı bir şey… bu anıtın iki adet platformunun üzerinde, dev bir taş kaplumbağa ve dev bir taş kuş (tıpkı kartal gibi) var. Doğa çok şey yapar, ama böyle hassasiyette kusursuz bir anıt yapmaz.

Ve soru şu : tüm bu taşlar nerede? Eğer bunları doğa yapmışsa… bozmuşsa… nerede bu taşlar? Ayrıca sokaklar var ve bir de taştan yapılmış oturma sıraları ve taş merdivenleriyle Romalıların Kolozyumuna benzeyen bir taş stadyum var. Doğa harikadır, çok çok harika şeyler yapar; ama böyle kusursuz yapılar değil.

Burada, dev bir taş kaplumbağa var ve bu anıtın yanındaki dalgıcın ne kadar ufak kaldığını görebiliyorsunuz [aşağıda solda].

Burada, yukarıya çıkan merdivenleriyle bir sokak görülüyor.

Ve tekrar, sadece bu dev anıtın büyüklüğünü farkedebilmek için çok yakından çekilmiş bir resim.

Antik Dünya Haritaları

Burada bazı dünya haritaları görüyorsunuz. En üstte, Kristof Kolomb Amerika’ya gelmeden önce uzun süre kullanılan Piri Reis haritasını görüyorsunuz; 16’ncı yüzyılın başlarında Avrupa’nın bir kısmını, İspanya’nın, Portekiz’in, Batı Afrika’nın ve ayrıca Güney Amerika’nın bir bölümünü önceden gösteren bu haritanın ne kadar kusursuz olduğunu görebilirsiniz.

Şimdiye kadar yüzyıllar öncesinde böyle mükemmel bir haritayı kimin yapabildiğini bilmiyoruz.

Piri Reis haritasının geri kalanında, ki bu resimde göstermiyoruz, Antarktika’yı buzsuz halde görebilirsiniz. 1956’da araştırmacılar, Antarktika’da buz kütlesi altında Yeryüzü’nün aynen Piri Reis haritasının gösterdiği gibi olduğunu keşfettiler; dolayısıyla bu Piri Reis haritası en az 10,000 ila 12,000 yıldan daha eski olmalıdır. Fakat sonraki soru şu olacaktır: bu harika dünya haritasını yapabilen kişi kimdi?

Aşağıda, üstte, Althanasius Kircher tarafından yapılmış Atlantis’i görüyorsunuz; harita ise, tam tersidir. Kircher, ters şekilde yapmıştır; Avrupa, Afrika ve ayrıca Amerika’yı görebilirsiniz.

Ve aşağıda kocaman bir dünya haritası taşını görüyorsunuz. Bu taş harita, 1984’te Ekvador’da bir yeraltı tünel sistemindeki altın kazıları sırasında başka 350 adet eserle birlikte bulundu; harita, Kolomb öncesine ait bilinen herhangi bir kültürle ya da mevcut Güney Amerikan kültürleriyle uyuşmamaktadır.

Bu taş haritadaki beyaz çizgi [aşağıda], doğal bir kuartz hattıdır. Burası, dünya taş haritasının ön tarafıdır; yaklaşık olarak Yakın Doğu’da Suudi Arabistan’da bulunan kısmı görüyorsunuz. Göz biçimindeki kakılmış işlemeyi, bu gözden sağ ve sola doğru giden doğal bir kuartz hattını, sağa giden hattın Hindistan ve Tayland üzerinden geçişini görebilirsiniz. Ayrıca sağ tarafta Profesör Kimura’nın araştırmalarının, kendisinde, en kuzeydeki Japon adasından başlayarak Tayvan’dan sonra uzak aşağılara kadar uzanan yerde bir zamanlar dev bir kıta bulunduğu düşüncesini uyandıran uzun bir ada var… fakat o zaman bu dünya haritasının en az 10,000 ila 12,000 yıldan daha eski olması gerekir.

Burası [aşağıda], arka taraftır; sağ tarafta kuartz hattının gelişini, Atlantik’te artık günümüzde var olmayan bir kıtadan, yani Atlantis’ten geçişini görebilirsiniz. Hat, daha sonra Güney Amerika’nın bir bölgesinden geçmektedir.

Burada yakın çekim bir fotoğraf var; kuzeye giden bir kakmayı, Guayaquil Körfezini ve bu eserlerin bulunduğu yeri tam olarak gösteren yuvarlak bir kakmayı görebilirsiniz.

Ekvador

Ekvador’da aynı yerde bulunan başka bir eser ise, Gözlü Piramit denen nesnedir. Göz, bir kakma işçiliğidir. Taş, gri ve beyaz renkte olup üzerinde 13 adet basamak bulunmaktadır. Nesne, 1 Amerikan Dolarının üzerindeki Parlayan Gözlü Piramide tıpatıp benzemektedir.

Eğer bu piramidi siyah ışık altına koyarsanız, göz çok kuvvetli şekilde parlamaktadır; gerçekten bir göze benzemektedir; ama resmen insan gözüne değil. İşte, gözün bir yakın çekimini, kakmanın renklerini görüyorsunuz.

Bu piramidin altında, küçük altın plakalardan yapılmış noktalar halinde Orion takımyıldızının dizilişini gösteren bir işleme ve bir de bilinmeyen bir yazı var. Alman Dilbilim Derneği’nin başkanlığını yapan ve kırktan fazla dilde kusursuz olan Profesör Kurt Schildmann’ın çevirisi… O, bu yazıyı tercüme edebilmiştir. Schildmann, yazıyı, en eski yazıdan daha eski olduğu için Ön-Sanskritçe diye adlandırmaktadır. Bu dört harfin çevirisini burada görebilirsiniz, çevirisi şöyledir : “Yaratıcının oğlu geliyor”.

Aynı yazıyı çeşitli ülkelerde, örneğin Ekvador’da, Kolombiya’da, İllinois’de (Birleşik Devletler), Fransa Glozel’da, Akdeniz’in Malta Adası’nda, Türkmenistan’da, Avustralya’da, İtalya’nın Güney Calabria’sında sadece birkaç yıl önce taşların üzerinde bulmuştuk. Daima üzerine aynı yazı ile yazılmış taşlar ve seramikler (terracotta denilen pişmiş toprak kap ve çömlekler) bulunmaktadır.

Bu da demektir ki, bu yazı bir zamanlar tüm dünyada mevcuttu ve Sanskritlerden daha eski bir zamanda, 6,000 yıldan daha öncesinde kurulmuş küresel bir uygarlık olmalıdır. Profesör Schildmann ayrıca bana bu yazının Indus yazısıyla ve Paskalya Adası yazısıyla az da olsa bir benzerliğe sahip olduğunu söyledi. Schildmann’ın da belirttiği üzere Sanskrit yazısından daha eskiydi. O, bu yazıyı Ön-Sanskritçe diye adlandırmıştır.

Bu taşın [aşağıda] üst tarafında iki göz görüyorsunuz, onun yanı sıra piramidi tutan sağ el ile piramidin tepesine konan sol eli görüyorsunuz. Bu, Gözlü Piramidin nasıl kullanılacağını gösteriyor anlamındadır.

Bu taşın [aşağıda] üzerinde bir oyma çizim görüyorsunuz : bir taşın üzerindeki adam, oturur vaziyette, daha önceki nesnede gösterildiği biçimde piramidi tutmaktadır. Gözlerinden ışınlar çıkmaktadır ve sağ tarafta selam verir gibi eğilmiş iki kişi görüyorsunuz. Kafasında küçük bir miğfere benzeyen bir şey var ve bu miğferden adamın üzerindeki garip bir nesneye doğru çıkan anten gibi bir şey var.

Burada ise, keşfedilmiş bir miğferin fotoğrafı var. Henüz üzerinde bir metal araştırması ya da ne tür bir metal kullanılmış olduğuna dair bir kontrol yapamadık; ancak miğferin merkezinde bir şeyin eksik olduğunu ve o şeyin bir önceki fotoğrafta gösterilen türden anten olabileceğini görebilirsiniz.

Aynı yerden bir başka ilginç buluntu [aşağıda], hepsi yeşim taşından yapılmış büyük bir kupa ve on iki adet küçük kupa. Küçük kupalar, insan yapımı oldukları ve her biri büyüklükçe biraz farklı olduğu için, eğer bunları tam olarak suyla doldurur ve 12 kupalık suyu büyük kupanın içersine koyarsanız, büyük kupa tamamen dolmaktadır.

Bir başka ilginç şey ise, küçük kupaların üzerinde Maya sayılarına benzeyen sayıları görebilirsiniz; ancak bunları Maya sayıları ile karşılaştırırsanız, birtakım küçük farklılıklar bulursunuz.

Büyük kupada mükemmel işlenmiş bir takımyıldızını görüyorsunuz, ayrıca Orion ve diğer yıldızlar da gösterilmektedir. Büyük kupanın içersi oldukça manyetiktir, dışarısında ise hemen hemen hiçbir şey yoktur. Profesyonel jeologlar, bunun imkansız olduğunu söylemektedir; çünkü eğer bir taş, içersinde metal parçacıklara sahipse, her iki taraftan da aynı manyetikliğe sahip olmak zorundadır.

Burada, büyük kupanın yakından çekim bir görüntüsü var; takımyıldızların kusursuz işlenişini ve kupanın üzerine siyah ışık tutulduğunda bunların parlak bir biçimde ışıldamalarını görüyorsunuz.

Bu fotoğraflarda siyah ışık altında parlayan garip bir metal ile işlenmiş sayıların tarzını açıkça anlayabileceğiniz birtakım küçük kupalar var.

Başka bir parça, [aşağıda] tıpkı büyük kupada olduğu gibi, aynı takımyıldız işlemeli bir yeşim plaka ve gökyüzüne dönük iki kişi. Ve bir sonraki resimde bu iki heykelin siyah ışık altında çok güçlü bir biçimde parlayan gözlerini ve takımyıldızını görebilirsiniz.

Bu, bir zamanlar sert şekillendirilmiş kahverengi bir taşmış; taşın ortasında renk siyaha dönüşmüş, ki doğada genelde böyle olmaz. Yakından bakarsanız, gözleri kapalı, ağzı ve burnu olan, uzun sakallı ve uzun saçlı bir surat görebilirsiniz. Sol tarafta ise, surat ve ayrıca taş kırık durumdadır.

Burası, taşın ters tarafıdır. Bir spiral ve bir üçgen görüyorsunuz. Üçgenin merkezi oldukça manyetiktir, bu da siyah ışık altında parlamaktadır.

Burada bir kobraya ait arka taraf fotoğrafı var. Güney Amerika’da kobra asla var olmamıştır; ancak bu da aynı yerde bulunmuştur.

Kobra kafasının bu tarafında, [aşağı solda] boyca 33 tane çizgi bulunmaktadır; dolayısıyla 33 sayısı, çok uzun zamandan beri oldukça mistik bir sayıdır. Sol ve sağ taraflarda 7’şer nokta var, belki bunlar çakra noktalarıdır. Ve siyah ışık tutarsanız, bu kobra kafası da parlamaktadır [aşağı sağda].

Bir başka nesne. Fotoğrafta kusursuz işlenmiş bir yunus kafası var ve bu eser de siyah ışık altında parlamaktadır.

Bu resimde bir çeşit miğfer var. Bu granitten yapılma miğferi omuzlarınıza ya da kafanıza koyabilirsiniz. Bu miğferde gördüğünüz işleme noktaları için bazı uzmanlar bana bunların tamı tamına insan kafası üzerindeki akupunktur noktaları olduğunu söylediler.

Birkaç ay önce, aynı yerde bitirilmemiş bir taş miğfer buldular [aşağıda solda]. Bu da demektir ki, bu eserlerden bazıları doğrudan doğruya Ekvador’da, ama çok uzun yıllar önce yapılmıştı. Ve bu nesnedeki işleme de siyah ışık altında parlamaktadır [aşağıda sağda].

Bu resimdeki, yeşim taşından yapılmış fantastik bir yılandır. Ve işleme noktaları da siyah ışık altında parlamaktadır.

Burada [aşağıda] arka tarafı çok kusursuz kazınmış bir eser var, bu da demektir ki bu parça alnınızın üzerine koymak için kullanılmış olabilir. İşlenmiş iki gözü görebilirsiniz. Ters tarafta [sonraki fotoğrafta] üçüncü göz diye tabir edilen bir işleme var. Belki de bu eser, meditasyon veya birtakım dini törenler için kullanılıyordu.

Bu resimlerde [aşağıdaki gurubun üstteki sağ ve solda olanları] bir spiral işlenmiş ve gene siyah ışık altında parlayan bir yeşim plaka bulunmaktadır. Bir tane daha [bir sonrakinde sağda ve solda]. Yeşim plakaya işlenmiş ve siyah ışık altında parlayan yedi halkayı görebilirsiniz. Belki bu da yedi çakranın bir gösterimi olabilir.

Bu resimde, orada bulunan keramiklerden biri yer almaktadır. Parça, harika bir usta işidir, sorun şu ki bu eseri tek bir keramik parçasından nasıl yapabilirsiniz?

Burada yine Ekvador’da bulunmuş piramit biçimli bir başka taş var. Tepede tek gözlü piramidi, aşağıda ise yedi tane spirali ve simgeyi görüyorsunuz. Bunlardan bazıları, Churchward’ın 1880 yılında Hindistan’da bulduğu ve batık Mu kıtasından bahseden Naacal tabletlerine çok benzemektedir.

Bu resimde siyah ışıkta parlayan bir başka spiral işlemeli mermer bulunmaktadır.

İnsan gözü işlemeli piramid formunda başka bir taş [aşağıda solda]. Burada [aşağıda sağda], yine gözlü bir piramit görüyorsunuz ve aşağısında Orion takımyıldızı, bizi Mısır’daki üç piramide odaklaması mümkün olan üç adet Orion yıldızı görülmektedir.

Bu resimde [aşağıda, solda] keramikten yapılmış bir heykel var. Kolomb-öncesi tarzında olmayan oturma şeklini görebilirsiniz. Bu oturuş şekli, Asya’daki Lotus oturuşuna benzemektedir. Heykelin tepesinde üzerinde birtakım noktalar bulunan bir başlık var ve Buda gösterimlerinin çoğuna oldukça benzemektedir. Adam ağzında bir yılan tutmaktadır. Yılan, oldukça mistiktir ve çok sıklıkla temsilde kullanılan bir nesnedir, bu da demektir ki bu heykel günümüzde var olan ya da Kolomb-öncesi’nde bilinen herhangi bir kültürden kalmış değildir. Bir sonrakinde bile [aşağıda, sağda], heykelin nasıl bir oturuş biçiminde olduğunu görebilirsiniz. Heykel, daha çok Asya’dan gelmiş gibi görünmektedir. Kafasının üstünde gene garip bir başlık. Ve ortasında kurbağa kafasına benzer bir şey görebilirsiniz. Kurbağa da Kolomb-öncesi Güney Amerika’sında çok mistik bir hayvandı; fakat Afrika ve Asya’da da mistik bir hayvan sayılıyordu.

Bu resimde [aşağıda, solda], sol elinde bir tür levha tutan bir başka keramik heykel bulunmaktadır ve esasında bu heykel Kolomb-öncesi bir kültüre aitmiş gibi durmamaktadır. Bu da [aşağıda, sağda] yılanlı bir sopa tutan çok garip bir eser. Gene burada yılan var, soru şu : heykeli yapılan bu insan kim?

Bolivya

Bu fotoğraf, Bolivya’daki Altiplano Platosu’nda çekilmiştir. Arkeologlar ve araştırmacılar en az 4000 yıl önce Arjantin’de çok büyük bir çarpmanın meydana geldiğini ve bu çarpmadan kaynaklanan şok dalgasının Bolivya’daki Altiplano’da bulunan birçok taş yapıyı yıktığını tespit ettiler.

Burada Bolivya’da Tiahuanaco yakınlarında çok garip bir yer olan Puma Punku’nun resmi var ve üzerlerindeki kusursuz işçilikle birlikte yıkılmış, tonlarca ağırlıktaki taş plakaları görüyorsunuz. Belki de bu yıkım, Arjantin’deki büyük çarpmadan kaynaklanan bir tepkimedir.

Bu fotoğraflarda Bolivya’da Tiahuanaco’da bulunan ve Güneş Kapısı diye adlandırılan yapının ortasındaki İtalyan araştırmacı arkadaşım Giancarlo Bonfanti’yi görüyorsunuz. Bazı araştırmacılar Güneş Kapısı’nın bu tarafında [aşağıda ikinci fotoğraf] üstte bulunan heykelciklerin Venüs takvimini gösterdiğini yazmışlardır.

Burada ise, Puma Punku’daki büyük taş plakalardan biri var; taş işçiliğinin ne kadar mükemmel yapıldığını görebilirsiniz. Soru : böyle kusursuz bir işi basit aletlerle yapabilir misiniz?

Bu bölgenin yakınlarında 2.6 metre boyunda iskeletler bulundu. Üstteki resim [aşağıdaki fotoğraflardan üstte solda olan], bu iskeletlerden birine ait kafatasını gösteriyor; kafatası deforme olmuş gibi görünüyor. Ancak kesinlikle bu kafatasları deforme olmuş değildir, doğal biçimde oluşup yumurtaya benzemişler.

Bu fotoğrafta [üstte, sağda], bu kafataslarının çenelerinin ne kadar güçlü olduğunu görüyorsunuz. Bu da önden görünüş [aşağıda, sağda].

—————————————————————————————

Ve en ilginç olan fotoğraf, işte budur; çünkü kafatasının üst kısmında, Homo sapiens (modern insan) kafataslarında gördüğümüz üç adet plakanın bulunmadığını görüyoruz. Bu da bize bu iskeletlerin Homo sapiens olmadıklarını gösterir. Bu iskeletler üzerinde bir DNA testi ve yaş tespiti yapmamız mümkündür; çünkü uzun zaman önce ne tür insanların yaşadığını ve ne kadar zaman önce yaşadıklarını çok merak ediyoruz.

Sonraki resimlerde size gerçek devlerin yakınlarında bulunan birtakım eserler göstereceğim. Bu maskeyi [aşağıda] ilk defa elime aldığımda, gözlerinden bakmaya çalıştım. O sıralarda bunların 2.6 metrelik iskeletlere ait olduklarını bilmiyordum; sadece tek gözünden bakabildiğiniz bu maskeleri niye yaptıklarını merak ediyordum. Ancak bu insanların 2.5 metrenin üzerinde bir boya sahip olduklarını öğrendikten sonradır ki, kafataslarının elbette bizim kafataslarımızdan büyük olduğunu ve maskelerinin bu yüzden fazla büyük olduğunu anlayabildim.

Bu da Bolivya’dan bir başka maske [aşağıdaki fotoğraflarda altta solda]. Çok güzel oymalı, daha başka birçok kültürde de bulduğumuz, bir sürü spiralli ve simgeli bir başka maske daha [altta sağda].

Bu, çok ağır bir taş heykelciktir ve üstte yine bu arka taraftan aşağıya inen bir yılan kafasını görebilirsiniz.

Bu da ters taraf. Yılanı gene görüyorsunuz; bu da demektir ki tarihimizin geçmişinde yılan çok çok önemli bir hayvan sayılmış olmalıdır.

Bu resimde bir taş flüt görüyorsunuz. Garip olan ise, bu taş flütlerin çıkardığı seslerin titreşiminin beyin dalgalarımızla aynı olmasıdır. Bu da demektir ki belki bu flütler meditasyon veya başka türden iyileştirme amaçlarıyla kullanıldılar. Ve her iki delik birbiriyle kusursuz şekilde bağlanmıştır. Bunun anlamı, fazlasıyla sert bu taşa kusursuz delikler açabilmenizdir; fakat basit aletlerle dipteki iki deliği nasıl bağlarsınız? Günümüzde bu işi yapmak çok zor olacaktır.

BR : “U” şeklinde olduğu için taşın içersinde dairesel bir biçimde kıvrılıyor olmasın sakın?

KD : Doğrudur ve basit aletlerle kesinlikle böyle bir işi yapamazsınız; delikler bile çok hassastır.

Bu, bir gemi şeklidir ve en sonunda üç adet flüt borusu var. Fotoğraflarda bunların ne kadar mükemmel yapılmış olduklarını görebilirsiniz.

Bu da başka bir flüt, çok ufak. Bunu yalnızca çok yumuşak üfleyerek kullanabilirsiniz, sesi yunuslarınki gibidir.

Bu eser hakkında ne maksatla yapıldığına dair bir fikrimiz yoktur.

Kolombiya

Şimdi Kolombiya’dayız. Sonraki birkaç fotoğrafta, size Güney Amerika’da Kolombiya’da bulunan çok garip parçalar göstereceğim.

Kolombiya’nın en ünlü endüstriyel tasarımcısı ve mimarı olan Profesör Jaime Gutierrez, ülkesinde halihazırda yüzlerce yıllık olan garip eserler topluyor. En önemli parçası, Genetik Disk diye isimlendirilendir. Burada Lidit denilen çok sert bir taş türünden yapılmış bir disk görüyorsunuz. Hemen hemen granit ile aynı sertliğe sahiptir; ancak liditin yapısı yapraklardan oluşur; bu nedenle günümüzde aynı malzemeden aynı diski üretmek bütünüyle imkansızdır.

Bu diskin çapı 27 santimetredir. Diskin üzerinde normalde mikroskopla görebileceğiniz birkaç şey gösterilmektedir.

Örneğin aşağıda solda, saat 11 yönünde spermlenmiş ve spermsiz birer insan yumurtası görüyorsunuz. Aşağıda sağ tarafta ise, yaklaşık saat 1 yönünde birtakım spemler görüyorsunuz. Sonrasında ise açıklayamadığımız çok garip temsiller bulunmaktadır.

Ancak burada aşağı tarafta İsveçli bir fotoğrafçı tarafından bir kadının içersinden çekilmiş mikroskopik bir fotoğraf vardır ve spermsiz ve spermli yumurtanın bu Genetik Diskteki gibi göründüklerini fark edebilirsiniz.

Ters tarafta üstte çeşitli büyüklük ve yaşta olup en sonunda küçük bir çocuk gibi görünen birkaç cenin temsili bulunmaktadır. Ayrıca levhanın en sonunda yaklaşık saat 6 yönünde kadın ve erkek görüyorsunuz. Bir de sağ tarafta yaklaşık saat 9 yönünde kadın, erkek ve çocuk temsili görüyorsunuz. Fakat tuhaf olan şey, bunların o insan gibi kafaları nasıl temsil ettiğidir.

Bu fotoğrafta aynı malzemeden, yani liditten yapılmış bir bıçak görüyorsunuz. Bıçağın üstünde sap kısmında bir çocuk kafası ve çocuğun boynunun etrafından dolaşan bir göbek kordonu var. Bu da demektir ki, bu bıçak, göbek kordonunu kesip çocuğun hayatını kurtarmak için kullanılmış olmalıdır.

Yakın çekim bir fotoğraf : anne, çocuk ve göbek kordonu.

Bu bir alettir [aşağıdaki fotoğraflar]. Birtakım komplikasyonlar olduğunda çocuğun anneyi terk edip dışarı çıkmasını sağlamak için kullanılmış olabilir. O da aynı malzemeden, liditten yapılmıştır.

Bu resimde [aşağıda ortada] rahim ve dışarı çıkmakta olan çocuk görülmektedir. Ters tarafta ise [aşağıda], içeriye sadece başparmağınızı koyabilirsiniz. Bu demektir ki bu aleti parmaklarınızla kullanabilirsiniz; yani güç sarfedemezsiniz. Bu da çocuğun annesini terk etmesine yardım edilmesinin, bugünlerde kullandığımız aletlerden daha güvenli olabildiği anlamına gelmektedir; çünkü modern aletler kullanım sırasında bebeğin kafasına zarar verebilmektedir.

———————————————————————————————————

Bu, bizce tıbbî bir alettir [aşağıda, solda]. Bu da liditten yapılmıştır ve kusursuz bir formu vardır. Başka bir tane daha [sağda] ve bunlar da diğerleridir [ortada]. Bu fotoğrafta gösterilenden daha ufaktırlar. Viyana’da malzeme kontrolü yaptığımızda, bu parçaları dünya çapında en uzman kişi kontrol etti. İlk olarak, malzeme : her biri liditten yapılmış.

Ve biçimin kendisi, uzman bunları kontrol etti ve sonunda dedi ki : bunların nasıl yapıldığını ve kimlerin yaptığını size söyleyemem; ama kesinlikle söyleyebileceğim tek şey … günümüzde aynı malzemeden aynı aletleri yapamıyoruz.

Dolayısıyla, ne kadar eskiler, işte bunu bilmiyoruz. Bu aletler Kolombiya’da bulundukları ve Kolomb-öncesi var olan herhangi bir kültürle uyuşmadıkları için, bu buluntuların en az 6,000 yıldan daha eski olduklarını göz önüne almak zorundayız; ancak liditten böyle aletler ve enstrümanlar yapabilmek için ne tür bir teknoloji kullandıklarını açıklayamayız.

Görüyorsunuz, her parça, büyüklüğü her ne olursa olsun, her tür ele aynen uyabilmektedir. Her enstrüman, her alet bunları kullanan ellere aynen uymaktadır.

Ben bunu şaka yollu olarak Dişçi Koltuğu diye adlandırıyorum… kusursuz yapılmış, ama gene aynı malzeme : lidit. Ve garip soru şu : eğer bu çok zor malzemeden böyle mükemmel heykelcikler yapabildilerse, neden insan yüzünü büyük yuvarlak gözlerle, küçük bir burunla ve kocaman bir ağızla gösteriyorlardı? Bunun için olası gerçek bir açıklama yoktur.

Bu yüz [aşağıda solda], biraz Paskalya Adası’ndaki büyük taş heykeller, yani Moai’ler gibi gözükmektedir. Burada ise [aşağıda sağda], yakın çekim bir görüntü var.

Bu da Kolombiya’dan yine liditten yapılmış bir parçadır. Ön tarafta bebeğini tutan anneyi, arka tarafta ise muhtemelen avcılık için zırhını kuşanmış adamı görüyorsunuz.

Bu taş heykelcik Kolombiya’da keşfedildi. Tamamen Paskalya Adası’ndaki Moai heykellerine benzemektedir; ancak sadece yaklaşık 30 santimetre büyüklüğündedir.

Bu, bir başka taş yapım ustalığıdır. Her iki tarafında bir kuş gösterilmektedir; fakat ön taraftan bakarsanız, bu iki kuşun bir yüz oluşturduğunu görürsünüz. Sol tarafta [bir sonraki fotoğrafta], kuşun kafası ile kanatları arasında dünyanın her tarafındaki taşlarda bulduğumuz bilinmeyen yazıyı gene görüyorsunuz.

Bu, bir çocuğu tutan annedir, çok garip bir yüzü var, malzemesi bir tür yeşimdir.

Kolombiya’dan bir armadilloyu gösteren başka bir taş. Armadillonun üstünde uzun kulaklı ve tepesinde iki boynuz olan tuhaf bir suratı görebilirsiniz.

Bu parçada üstte gülümseyen bir yüz görüyorsunuz. Bu tarafta [aşağıda ilk fotoğraf] iki tane üçgen var, sağ tarafta ise [bir sonraki], bir yüz var. Gene sağda hayvan yüzü ve birtakım bilinmeyen simgeler.

Ve bu nesnenin altında bir hayvan görüyorsunuz… Krokodile benziyor.

Gine, Batı Afrika

Şimdi Batı Afrika’ya, Mali’nin çok yakın sınır komşusu olan Gine’ye hareket ediyoruz.

Kocaman bir granit dağında, bir kadının granit taşından yapılmış yarı portresini buldular. Bu heykelin başının üstünden gövdesinin ortasına kadar olan uzunluk tam olarak 150 metredir. Dolayısıyla büyük soru şudur : en az 10,000 ila 12,000 yıl önce bir dağda granitten böylesine dev bir yarı portreyi yapabilenler kimlerdi? Günümüzde bile bu imkansızdır ya da o kadar çok parasal masrafa yol açar ki hiç yapılmaz.

Yüzün yakın çekim resmine bakarsanız, bazı uzmanlar yüzün kesinlikle Avrupalı olmadığını ve elbette kara Afrikalı da olmadığını söylediler. Portre ya Güney Amerika, ya da Asya kültüründen olmalıdır. Ama o zaman gene 10,000 ila 12,000 yıl önceki noktadayız demektir. Bu bir uygarlık olabilir, Atlantis’ten gelen bir uygarlık.

Bu bölgeye yakın bir yerde Sierra Leone’de, Profesör Pitoni elmas kazılarının sorumluluğunu yürütüyordu. Pitoni, bu bölgede bir efsane işitti : Allah, meleklerine kızmış ve onları bir taşın içine koyup Dünya’ya atmıştı. Gökyüzünü de yaratmış ve bir taşın içine koyup Dünya’ya atmıştı. Ve yıldızları koyup Dünya’ya atmıştı.

Efsane der ki, gökyüzünü bu taşta görebilirsiniz; bu taşlara Göğün Taşları derler, gök mavisi taşlar toprak altında bu bölgede bulunur. Viyana’da bir araştırma yaptık… Bu kesinlikle yapay bir taştır, doğal değildir ve içinde başka malzeme bulunmaktadır. Bize hakkında bilgi veremedikleri tek şey, bu gerçek gök mavisi rengi elde etmek için ne tür bir renk kullandıklarıdır.

20 metreden 50 metreye kadar değişen mesafelerde aşağılarda bulunan taş heykelcikler. Profesör Pitoni daima bulgu yerinden birtakım organik malzemeler alıyordu; yaş belirleme testleri, bu taş eserlerin 2,500 yıl öncesinden 17,000 yıl öncesine kadar değişen yaşlarda olduklarını ortaya çıkardı. Burada [alt sağda], Nomoli denilen çok hoş kazınmış bir taş görülmektedir.

Burada bir filin üstünde oturan bir adam var, tıpkı tüm Afrika’da devlere ait efsanelerde olduğu gibi. Bir filin ne kadar büyük olduğunu bilirsiniz! Parça, harika bir taş işçiliğidir. Çok sert ve çok ağırdır.

Bir de elinde bir çeşit kap tutan bir yarı-insanı ya da sürüngen kafalı insanı gösteren birtakım parçalar vardır; bu kabın içine bir şeyler koyuyorlardı. Ayrıca birkaç Nomoli’nin tepesinde içine bir şeyler koymak için delik bulunduğu görülmektedir ve büyük olasılıkla bunlar dinsel törenlerde kullanılıyordu.

Burada bir tür hayvan bulunmaktadır… sanki, dinozora benziyor. Profesör Pitoni onu bulduğunda, heykel garip bir ses çıkarıyordu, o yüzden Profesör heykeli açtı ve içinde ufak kara bir küre buldu. Heykelin aşağısında görebilirsiniz [aşağıda sağda]; bu küre demir malzemeden yapılmıştı.

Biz bu eserde ve özellikle bu metal küre üzerinde araştırma yaptığımızda Profesör beni aradı ve birilerinin ona kötü bir şaka yapmış olması gerektiğini söyledi. “Niye?” diye sordum. Çünkü araştırmanın sonunda metalin malzemesi krom çeliği çıkmıştı ve krom çeliği ilk kez 20’nci yüzyılın başlarında Avusturya’da bulunmuştu. Bu demektir ki yaklaşık 17,000 yaşındaki bir heykelin içinde bu malzemenin bulunması imkansızdı.

Ancak hemen Profesörü aradığımda, Pitoni kahkaha atıyordu ve şöyle dedi : Ben bir jeoloğum. Eğer bir heykel garip bir ses çıkarıyorsa, onu hemen açmam, fakat birkaç defa röntgenini çekerim.

Burada sağ resimde [aşağıda], röntgen fotoğraflarından birini görebilirsiniz; kapalı heykelin içindeki yusyuvarlak küreyi, krom çeliğinden yapılmış bir kürenin durduğunu görüyorsunuz.

Bu röntgen filminin fotoğrafında tam olarak görebilirsiniz. Ve ayrıca Profesör Pitoni, bu taş heykelin daha önceki günlerde açıldığını ve sonra kusursuz bir şekilde kapatıldığını görmüştü. İçerdeki deliği kapatan ufak taş küreye ait bu fotoğraf çekildiğinde heykeli açan uzmanı Profesör aramıştı; fotoğraftan metal kürenin zaten hep orda olduğunu görebilirsiniz.

Devler

Bazılarınız devlerin internetinde Hindistan, Çin ve diğer yerlerde çölde bulunmuş dev iskeletlerin bazı resimlerini ve fotoğraflarını görmüş olabilir. Bu fotoğrafların çoğu Photoshop yazılımını göstermek için yapılmış yarışmacı fotoğraflardır. Ben de ilk kez bu fotoğraflardan biri bana geldiğinde epey etkilenmiştim.

Ama şimdi size göstereceğim şu fotoğraflar kesinlikle bir Photoshop rekabetinden gelmemiştir. Bu fotoğraflar gerçek kafataslarına ve iskeletlere aittirler.

Bu kafatası Kolombiya’da yeraltında bir tünel sisteminde bulundu. Kafatası 11,000 yıl öncesine tarihlendirilmektedir. Normal bir kafatasından daha büyüktür ve çenenin ön dişleri, bizim dişlerimize göre farklı bir şekilde sıralanmıştır.

BR : çok kuvvetli sert bir çene yapısı olgusuna ben de rastladım. Çok belirgin bir alt-çene hattıdır, çok bilinen ünlü bir çene yapısıdır.

Ve işte, Camelot Projesinde yer alanlardan biri tarafından bize gösterilen bir fotoğraf görüyorsunuz. Şimdi, bu gerçek bir fotoğraf değil, eski bir Arnold Schwarzenegger filmi olan Barbar Conan’dan alınmış bir sahne bu. Burada gördüğünüz, aktör James Earl Jones’un üzerinde yapılan özel bir efekttir. Kritik nokta ise, alt-çene hattının biçimidir.

Günümüzde gerçel zamanda Annunaki ile vakit geçirmiş olan şahidimiz, onları büyüklüklerinin yanı sıra karakterize eden şeylerden birinin de sekiz veya dokuz ayak (2,50 veya 2,75 metre) uzunluğunda olduklarını söylüyordu. Onların çok büyük, çok güçlü ve söylenen boydan daha büyük olduklarını belirtiyordu. Ama bu onların boylarına yakın olarak yuvarlatılmış bir rakam, ki Klaus’un bahsettiği 2.6 metre ile tamamen uyuşuyor. Klaus, çok belirgin bir alt-çene hattından söz etti; bu da şimdi bakmakta olduğumuz bu kafatasları ve iskeletleri hakkında beni müthiş etkiledi.

KD : Ben bunu bilmiyordum…

BR : Hayır, bunu bilmeniz gerekiyordu… Tekrar Klaus’a dönüyoruz.

KD : Öyleyse bir kez daha anlatalım, burada Malta’daki La Valetta’da bir müzede çekilen eski bir fotoğraf görüyorsunuz. Fotoğraf, birkaç tane uzun kafatasını gösteriyor ve açıklaması ise, “deforme olmuş kafatasları”; ancak bunlar çok gerilere uzanıyor.

Çok fazla tuhaf kafataslarından biri de budur.

Bunlar, Peru’nun Ica kentindeki küçük bir müzede sergileniyor. Ica kenti, ünlü Nazca Çizgilerinin yakınlarında yer alır ve müze, tüm hayatını Nazca Çizgilerini araştırmaya adamış olan Alman kadın arkeolog Maria Reiche’in adıyla Museo Maria Reiche diye isimlendirilmiştir. Tümü bu Nazca Çizgilerine yakın bölgede bulunmuş ve benim şimdiye kadar gördüklerim içinde en tuhafları olan kafataslarını bu müzede görebilirsiniz. Öyleyse soru şudur : orada ne tür insanlar yaşıyordu ve bu kafatası biçimini nasıl edindiler?

Ve işte içlerinden özel biri. Doktorlar ve uzmanlar bana, böyle türden bir kafatası yaratmanın mümkün olmadığını; çünkü deformasyon boyunca kafatası üzerinde çifte kemik malzemesi elde edilmediğini kesin bir dille anlattılar. Ve bu kafatasında deri ve saç bile mevcuttur; sanırım, kafatasında bir tarihlendirme testi ve özellikle de bir DNA analizi yapmak zor olmasa gerek.

Bu resimde sizlere devlere ait bazı efsanevî iskelet formları gösteriyorum. 1964 yılında, Ekvador’un güneyinde Loja eyaletinde bir dağ platformunun bir kısmı yıkıldı ve hastanelerde rahip olarak çalışan Peder Carlos Vaca bu bölgeye çağrıldı; o da bir devin kırık kemiklerini buldu.

BR : Güzel! Evet, Klaus, bizi birlikte bir yolculuğa çıkarmanı rica etmiştim ve sen, sanırım nerdeyse son 1 saattir, bizi sadece dünyanın etrafında değil, aynı zamanda 17,000 yıl kadar uzun bir zaman öncesine büyüleyici bir yolculuğa çıkardın!

Tarihimizin ne olduğu hakkında ne kadar az bildiğimizin gerçek bir hatırasıdır bu. Önemli bir bulmacanın önemli parçalarıdır bunlar ve sen, bizlere müzelerde gösterilmeyenlerin neler olduğu, antropolojiyle ilgili ders kitaplarında okumadıklarımızın neler olduğu ve bir sürü üniversite profesörünün hala tanımayı reddettiklerinin neler olduğu hakkında insanların farkındalığını yükseltmek için inanılmaz büyüklükte işler yapıyorsun.

Dünya gezegenindeki kendi tarih anlayışımızı yükseltmedeki yardımlarda oynadığın rol için çok teşekkürler. Klaus, teşekkür ederim.

Kaynakça :

http://projectavalon.net/lang/en/klaus_dona_2_interview_transcript_en.html

Çeviri : Gürol Bıçakçı

https://insanveevren.wordpress.com/

CONSPIRACY THEORY /// VİDEO : Max Spiers RIP Exposes the Hidden Controllers FULL VIDEO


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=6ohxoe2jo-M&feature=em-subs_digest

GÜNDEM ANALİZİ /// VİDEO : Ekopolitik /// 22.07.2016 /// Uğur Civelek – Çetin Ünsalan – Ulusal Kanal


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=o20dCWs7A4c&list=TLzsL351hCwNcyMjA3MjAxNg

TSK DOSYASI /// VİDEO : İlber Ortaylı : ÇAĞDAŞLAMADA ORDU ÖNCÜ ROLE SAHİPTİR


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=-Zl5KiaboMM&feature=em-subs_digest

FETÖ ÖRGÜTÜ DOSYASI /// VİDEO : GÜLEN’İN SON BEDDUASININ ŞİFRELERİ


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=h0OaEUiJyxU&list=TLTSHrdTLM3TIyMjA3MjAxNg

TARİH : Atatürk bu günleri nasıl da görmüş !!!


‘Efendiler, biz tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil, bilakis bu gibi yapılar din ve devlet düşmanı oldukları, Selçuklu ve Osmanlı’yı bu yüzden batırdığı için yasakladık. Çok değil yüz yıla kalmadan eğer bu sözlerime dikkat etmezseniz göreceksiniz ki, bazı kişiler bazı cemaatlerle bir araya gelerek bizlerin din düşmanı olduğunu öne sürecek, sizlerin oyunu alarak başa geçecek, ama sıra devleti bölüşmeye geldiğinde birbirlerine düşeceklerdir. Ayrıca unutmayın ki, o gün geldiğinde her taraf bir diğerini dinsizlikle ve vatan hainliği ile suçlamaktan geri kalmayacaktır.” 7 Aralık 1927/Ankara

TARİH : Osmanlı Devleti 1600-1908 Kolektif


DARBEDEN NOTLAR : FETULLAH GÜLEN + ABD + İSRAİL TEMSİLİ RESİM


https://i0.wp.com/pbs.twimg.com/media/Cn-4cX5WgAA19fa.jpg:small

DARBEDEN NOTLAR /// Şamil Tayyar : Darbe teşebbüsünde MİT Müsteş arı, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının davranışları ş üpheli


Beyaz TV’deki bir programda konuşan Şâmil Tayyar:

+ "MİT darbeyi 16.00’da haber almış, ama Cumhurbaşkanına haber vermemiştir. Cumhurbaşkanı darbeyi, başladıktan sonra eniştesinden öğrenmiştir. Öğrendikten sonra MİT Müsteşarını aramış, kendisine ulaşamamıştır. Telefonla televizyon kanallarına bağlanıp halkı darbeye direnmek için sokaklara çıkmaya çağırıp, halkın bu çağrıya koşmasından, darbenin çuvallamaya başlamasından sonra MİT Müsteşarına ulaşabilmiştir. Cumhurbaşkanı Müsteşarla görüşmesinde Marmaris’teki otelinden ayrılıp İstanbul’a gideceğini söylediğinde MİT Müsteşarı bunun çok tehlikeli olduğunu, bulunduğu yeri terk etmemesinin daha uygun olacağını söylemiştir. Cumhurbaşkanı bu tavsiyeyi dinlemeyip oteli terk ettikten 15 dakika sonra 40 kişilik suikast timi helikopterlerle oteli basmıştır. MİT’in bu davranışları çok şüphelidir. Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarlığı koltuğunda oturmaya devam etmesi artık uygun değildir."

+ "Darbenin başlamasından itibaren Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları ortadan kaybolmuştur. Genelkurmay Başkanı kendisinin ve Kuvvet Komutanlarının rehin alındığını, darbenin önü halk, polis ve vatansever subaylar tarafından kesildikten sonra, sabah bir operasyonla kurtarıldığını söylüyor. Ortada onları kurtarmaya yönelik bir operasyon kaydı yok. Sabah 08.00’da kurtarıldığını söylüyor, ama 12.30’da Başbakanlık Kriz merkezinde zuhur ediyor. Bu saate kadar neden TSK’yı darbeyi durdurmaya çağıran bir açıklama yapmamıştır. Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının rehin tutulması bir mizansen gibi görünüyor. İyi niyetimizi koruyup böyle olmadığını düşünsek bile çevresinin darbeciler tarafından sarıldığını fark edemeyen, Cumhurbaşkanı İstanbul’a sağ salim indikten sonra, yani öldürülemediği ortaya çıktıktan, dolayısıyla darbenin başarısız olduğu ortaya çıktıktan sonra ortaya çıkıp "biz de darbe mağduruyuz" diyen komutanların behemahal istifa etmesi gerekmez mi?"

+ "Bütün bunlar, darbenin bir B ekibi tarafından icra edildiğini -darbenin bizzat önünde duran vatansever subayları hariç tutuyorum- darbenin karşısında veya dışında imiş gibi görünen A ekibinin şu an görev başında olduğu şüphesini akla getiriyor. Bence bu darbe NATO tarafından planlandı. Evet, FETÖ unsurları etkin bir şekilde kullanıldı. Ama TSK içindeki cuntacılar tarafından icra edildi. Şimdi ABD, bu başarısız darbeyi çantasına koyup hükümetle pazarlık masasına oturacak, bunun son ikaz olduğunu îmâ edeceklerdir. Türkiye’nin, onların ortadoğuda çizecekleri yeni sınırlarla ilgili şartlarını kabul etmemesi halinde, 15 Temmuz darbe teşebbüsünde vuku bulan direnç hareketlerinden çıkaracakları derslerle komuta kontrol zinciri içinde yeni bir darbe daha yapacaklardır. Hükümet onların şartlarını kabul etmek istemiyorsa yarın değil, bugünden itibaren sivil-askeri bütün bürokrasiyi yenilemek, arkasını sağlama almak zorundadır."

MİZAH : ERGENEKON DAVASININ ÖZETİ BUDUR :)))))


MK ULTRA PROJECT /// VDEO : ADAM LANZA AND JAMES HOLMES CONNECTED BY MK ULTRA AND THE LIBOR SCANDAL ?


VİDEO LİNK :

MK ULTRA PROJESİ /// VİDEO : Prof.Dr. Nevzat Tarhan : Zihin Kontrolü /// Akıl Oyunları Programı


VİDEO LİNK :

DARBEDEN NOTLAR : Genelkurmay’dan ‘MİT istihbaratı’ ve ardından yaşanlara dair açıklama


Genelkurmay, kamuoyunda sıklıkla gündeme gelen ‘MİT’ten 15 Temmuz günü, darbe girişimi olacağına yönelik sağlanan istihbarat’ ve sonrasında alınan önlemler ve yaşananlarla ilgili resmi sitesinden bir açıklama yayınladı.

Genelkurmay’dan yapılan açıklama şöyle:

“Daha önce açıklandığı üzere; 15 Temmuz 2016 Cuma günü saat 16:00 sularında Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından verilen bilgi, Genelkurmay Karargâhında; Genelkurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı ve Gnkur. II’nci Başkanı’nın katılımıyla değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeye bağlı olarak;

Genelkurmay Başkanı tarafından;
(1) Silahlı Kuvvetler Komuta Harekât Merkezi telefonla aranarak, Türk hava sahasında ikinci bir emre kadar hiçbir askeri hava aracının (uçak, helikopter vb.) havalanmaması, havada bulunanların derhal üslerine dönmesi,

(2) Kara Havacılık Komutanlığına gidilerek orada bulunan personel konuları ve hava araçlarının uçmaması dahil gereken her türlü tedbirin alınması,

(3) Etimesgut’taki Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğt.Tüm. Komutanlığına gidilerek tank ve zırhlı araçlar başta olmak üzere tüm araçların hareketlerinin durdurulması ve hiçbir şekilde dışarı çıkmamaları yönünde gereken tedbirlerin alınması emirleri ilgili personele verilmiştir.

Gnkur.II’nci Başkanı tarafından da; Gnkur.Bşk.nın emriyle Hava Kuvvetleri Komutanlığı Harekat Merkezi aranmış ve Türk Hava Kuvvetlerine ait tüm hava araçlarının uçuşlarının durdurulması talimatı verilmiştir.

Bu kapsamda;
Türk Silahlı Kuvvetlerinin ayrılmaz bir parçası olan ve milleti için var olan Hava Kuvvetlerine sızmış olan illegal çete mensubu terörist hainlerin (FETÖ) girişimlerine yönelik olarak Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi AKAR’ın talimatları doğrultusunda büyük çoğunluktaki mensupları ile mücadele edilmiş ve durum kontrol altına alınmıştır.

Genelkurmay Başkanlığının, uçuşların durdurulması ve havadaki görevli uçakların indirilmesine ilişkin talimatı Hava Kuvvetleri Harekat Merkezine iletilmiş, bu direktif Eskişehir’deki Hava Harekât Merkezi tarafından tüm birliklere tebliğ edilmiş, uçuşların durdurulmasına ilişkin işlemler saat 19:26 itibariyle tamamlanmıştır. Direktif, 19:56 ve 20:31 itibariyle tüm birliklere teyyiden tekrar iletilmiştir.

Hava Kuvvetleri Harekât Merkezi ve Eskişehir’deki Hava Harekât Merkezinde görevli ekiplerce direktifin gereği yakından takip edilmiştir. Tüm bu ikaz ve uyarılara rağmen 21:45’ten itibaren bir kısım meydanlardan değişik tanıtıcı kodlar ve çağrı isimleri kullanılarak kalkış yapıldığı tespit edilmiştir.

İllegal çete mensubu hain teröristlerce (FETÖ) öncelikle Hava Kuvvetleri Harekât Merkezinin kontrol altına alınmasının istenmesi üzerine İstanbul’da bulunan Hv.K.Komutanı Org.Abidin ÜNAL tarafından Ankara’da Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanı Vekiline Hava Kuvvetleri Harekat Merkezinin teröristlerden temizlenmesi ve tüm bağlantıların kesilmesi talimatı verilmiştir. Talimatın gereği yapılarak Hava Kuvvetleri Harekât Merkezi işlevsiz hale getirilmiştir. Aynı anda tüm yetkilerin Eskişehir’deki Hava Harekât Merkezinde olduğu, Hava Kuvvetleri Harekât Merkezinin hiçbir talimatının yerine getirilmemesi, Hv.K.Komutanı talimatı olmadan hiçbir uçuşa izin verilmemesine ilişkin direktif, mesaj ile tüm birliklere yayımlanmıştır.

“Hava Kuvvetleri Komutanı, Akıncı Üssü’ndeki Orgeneral Akın Öztürk’ü arayarak darbecileri ikna etmesini istedi”

Ayrıca Hv.K.Komutanı Ankara’da AKINCI Üssü lojmanları bölgesinde bulunan Orgeneral Akın ÖZTÜRK’ü arayarak kendisine 4’üncü Ana Jet Üssü AKINCI’dan kalkan uçakların yasa dışı olduğunu, ivedilikle AKINCI’ya giderek oradaki kalkışmada bulunanları ikna etmesini istemiştir.

Üs Komutanlarına verilen doğrudan direktifler sonucu, kalkışmanın 3 meydan ile sınırlı olduğu belirlenmiştir. Eskişehir Hava Harekât Merkezinde bulunan personeli takviye amacıyla üst rütbeli generaller görevlendirilmiştir. Bu işlemlerden sonra İstanbul’da Karargah dışında bulunan Hv.K.Komutanı Org. Abidin ÜNAL ve beraberindeki Muh.Hv.Kv.Komutanı Korg. Mehmet ŞANVER illegal çete mensubu terörist hainler (FETÖ) tarafından gözaltına alınmıştır.

Bilahare Sn.Başbakan ve Milli Savunma Bakanı’nın bilgisi ve direktifleri doğrultusunda planlamalar yapılmış, öncelikle illegal kalkışlara reaksiyon olarak, değişik meydanlardan F-16 alarm reaksiyon uçakları kaldırılarak havadaki uçaklar inişe zorlanmış; talimatlara uymamaları durumunda vurulacağı bildirilmiştir.

Müteakiben uçakların kalkış yapmalarını engellemek amacıyla meydan üzerinde baskı kurulmuş, AKINCI meydanındaki uçuş pistleri F-4 uçakları ile bombalanarak kapatılmıştır. Ayrıca aynı meydandan kalkış yapmak isteyen helikopterler taciz ateşiyle engellenerek, AKINCI meydanı kontrol altına alınmıştır. Tüm bunlara ilave olarak illegal çete mensubu terörist hainlerin (FETÖ) teslim olmalarını sağlamak maksadıyla, üs içindeki bazı noktalar bomba ile vurularak baskı devam ettirilmiş ve eylemin kırılması sağlanmıştır.

Bu zilleti ve rezaleti, Türkiye Cumhuriyeti Devletine, mazisi şan ve şerefle dolu Türk Silahlı Kuvvetlerine ve asil milletimize yaşatan alçaklar en ağır şekilde cezalandırılacaklardır.

Türk Silahlı Kuvvetleri en genç erinden en yüksek rütbeli general/amiraline kadar tüm personeliyle demokratik hukuk sistemi içerisinde Devletimizin ve yüce Milletimizin emrinde, görevinin başındadır.” (ZETE)

DARBEDEN NOTLAR /// İran’dan flaş iddia : Darbe istihbaratını Ruslar verdi


MİT’in Genelkurmay Başkanlığı’nı saat 16.00’da haberdar ettiği 15 Temmuz darbe girişimi konusunda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a “neden saatlerce bilgi verilmediği” ya da “ilk kimin haber verdiği” konusundaki tartışma sürüyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dün katıldığı bir televizyon programında, “darbeyi ilk eniştemden öğrendim” dedi ve ekledi; “Bana eniştem söyledi. Başta inanmak istemedim. Sonrasında istihbarat teşkilatı ve farklı kaynaklardan doğrulandıktan sonra orada ben ve enerji bakanı (Berat Albayrak) gerekli adımları atarak Dalaman’a hareket ettik.”

ERDOĞAN’IN “FARKLI KAYNAKLAR” DEDİĞİ, ÖZEL KALEM MÜDÜRÜNE GELEN BİR TELEFON

Erdoğan’ın “farklı kaynaklardan öğrendik” dediğinin ise, eniştesinden gelen telefonun ardından, kendisine Marmaris’te eşlik etmekte olan Özel Kalem Müdürü Hasan Doğan’a yine gelen telefonla gelen bir bilgi olduğu öğrenildi.

Ankara kulislerine yansıyanlara göre, Doğan’a telefonla gelen telefonla, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı’na ait araçların askerler tarafından durdurulduğu, Başbakanlık’a alınmadığına, izin vermeyen askerlerin “yönetim bizde” dediğine ilişkin bilgiler aktarıldı. Böylece Marmaris’te bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibi, Ankara’da olağanüstü birşeyler yaşandığından emin oldu.

İRANLILAR DA “DARBE BİLGİSİ RUSLARDAN” İDDİASINI ORTAYA ATTI

Bu arada, İran’ın yarı resmi Fars Haber Ajansı’nın geçtiği bir haber, darbe istihbaratı konusunda kafaları iyice karıştırdı. Fars haber ajansının haberinde, Rusya Savunma Bakanlığı’nın “bazı askeri görüşmeler” tespit ettiklerini, bunları da deşifre ederek, Milli İstihbarat Teşkilatı’na bildirdikleri öne sürüldü. Ancak İran haber ajansının bu haberi başka kaynaklarca doğrulanmadı.

RUSYA HABERİ DOĞRULAMADI

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Türkiye’de darbe girişiminin başlamasından saatler önce Moskova’nın Ankara’yı uyardığı şeklindeki haberleri doğrulamadı.

Peskov’a düzenlediği basın toplantısında İran’ın yarı resmi haber ajansı Fars’ın ‘darbe girişimden saatler önce Rusya’nın Türkiye’yi uyardığı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı kurtaranın da bu uyarı olduğu’ yönündeki haberinin doğru olup olmadığı soruldu.

Peskov da “Bu yönde bir bilgim yok, ajansın (Fars) haberini hangi kaynaklara dayandırdığını bilmiyorum” yanıtını verdi.

AVRUPA BİRLİĞİ DOSYASI /// OZAN CEYHUN : AB, Türkiye’yi Karalamak Yerine Anlamaya Çalışm alı


OZAN CEYHUN
Avrupa Parlamentosu 4. ve 5. Dönem Milletvekili

Geçtiğimiz hafta AP’de “yeşil hafta” olduğundan milletvekilleri Brüksel’de değildi. Seçim bölgeleri için sunulan bu “yeşil haftaları” nasıl kullandıklarını bilmiyorum ama ben özellikle 19 milletvekili ve asistanına teşekkür etmek istiyorum. 19 milletvekiline, asistanlarının bir Türkiye gezisi yapmasına izin verdikleri için özellikle teşekkür ediyorum. 19 asistana da Türkiye hakkında bir çok kafadan önyargılı ve haksız yorumun yapıldığı bir dönemde Türkiye’de beş gün kalıp ülkemizi anlamaya ve tanımaya çalıştıkları için yürekten teşekkür ediyorum.

AP’de milletvekilleri asistanları patronları milletvekilleri kadar konularla yakınen ilgilenen ve yükümlü oldukları alanlarda ciddi sorumluluk taşıyan genç politikacılar. Kendim de AP milletvekilliği yapmış olduğumdan milletvekili asistanlarının ne derece yoğun çalıştıklarını iyi bilenlerdenim. İşte işlerinin yoğunluğuna ve Türkiye ziyaretleri başlamadan Türkiye’den gelen terör saldırıları haberlerine rağmen bu geziye katılmaları benim gözümde çok anlamlı. Kendisi Almanya’nın Siegen kentinde doğan ve eğitimini Almanya ile İngiltere’de gerçekleştiren Türkiye’nin Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç’ın konuğu olarak Türkiye’ye neredeyse hepsi ilk defa gelen AP milletvekili asistanları Ankara, Gaziantep ve İstanbul’da sadece Türkiye’nin havasını solumadılar aynı zamanda insanlarımızı tanıdılar. Günlük yaşam akışını ve teröre rağmen ülkemizde normal akan yaşamı bizzat yerinde yaşadılar.

Ankara’da hem kendileri için mesleki açıdan çok ilginç olan TBMM’ni ziyaret etmelerinin yanı sıra bazı bakanlıklar ve cumhurbaşkanlığı gibi kurumlarda her konuda dobra, dobra konuşma ve kafalarındaki sorulara cevap arama olanağı buldular. Gaziantep’te sadece Anadolu mozainin o eşsiz rengarenk yapısını yansıtan farklı tarihi eserleri değil aynı zamanda AP’de en çok konuşulan sığınmacıları bizzat kaldıkları kampta gördüler. Türkiye’nin sığınmacılar için nasıl özveri ile çalıştığına şahit oldular ve sığınmacıların memnuniyetini onların ağzından dinlediler.

İstanbul’da hem bir yandan bu muhteşem metropolün güzelliklerini keşfederken diğer yandan tarihini de inceleme olanağına sahip oldular.

Kısacası belki beş gün çok kısa idi ama bugüne kadar Türkiye’yi görmemiş olan AP milletvekilleri asistanlarının biraz olsun ülkemizi tanımaları mümkün oldu ve eminim şimdi bizi çok daha iyi anlıyorlar. Bir asistanın bana “bunca terör tehdidine rağmen yollarda tek bir eli tüfekli asker görmüyoruz” izlenimi bunun çok güzel bir örneğiydi. Oysa Türkiye’ye gelmeden belki de kafalarında sokaklarının askerlerle dolu bir ülke olduğunu sanmaktaydılar. Türkiye insanının teröre karşı normal yaşamından ödün vermediğini gördüklerinde bunu takdir ettiklerinden eminim.

Keşke AB’de be özellikle AP’de tüm muhataplarımız aynı bu 19 AP milletvekili asistanı gibi “tanımaya ve anlamaya” açık olarak gelseler ülkemize. Maalesef bunu çok az yaşamaktayız. Kimi AP milletvekili ülkemize gelip sadece PKK terör örgütünü destekleyen HDP’nin konuğu olmakla yetinip sadece HDP’lilerin anlattıklarından yola çıkarak Türkiye analizi yapmakta. Bu nedenle bu analizler de yanlış sonuçlar doğurmakta.

Oysa AB’de bazı kesimler ve AP’de milletvekilleri sürekli Türkiye’yi karalamaya odaklanmak yerine anlamaya çalışsa belki de AB ve Türkiye arasındaki bir çok sorunun ortadan kalkması da mümkün olacak.

Türkiye insanını anlayan ülkemizde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın niçin bu kadar çok sevildiğini de kavrayabilir. Türkiye insanını tanıyan ülkemizde insanlarımızın terör ve özellikle PKK terör örgütü konusundaki haklı hassasiyetini de anlayabilir.
Uzaktan ahkam kesenler doğru diyalog ortamlarını değerlendirdiklerinde Türkiye’de bir devlet başkanlığı sisteminin ülke için niçin en doğru yönetim biçimi olduğunu da fark edebilirler. Bu sayede Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a “diktatör” diyerek karalamanın aslında ne kadar yanlış olduğunu bizzat Türkiye vatandaşlarının ağzından dinleyebilirler.

Türkiye insanı haklı olarak “yahu bu AP milletvekilleri bizim için neyin iyi olup, olmadığını bizden daha iyi bildiklerini mi sanıyorlar” diye sitem ediyorsa çok haklı.

İşte son örnek bunu belgelemekte.

TBMM Cuma günü yaptığı oylama sonucu özellikle terör alanında suç işledikleri iddiası ile haklarında soruşturma açılan milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırdı. Doğrudur bu milletvekillerinin içinde çok sayıda HDP’li var. Çünkü HDP içinde bir çok milletvekili terör örgütü PKK emrinde suç işlerken yakalandılar. Kimi dokunulmazlığa sahip olduğuna güvenerek arabasının bagajında terör örgütü için silah taşıdı, kimi güvenlik güçlerine saldırdığı sırada yaralanan PKK’lı teröristleri arabasıyla gizlice hastanelere götürdü. Bazıları PKK terör örgütünün başındaki savaş baronları ile gizli toplantılara katıldılar. Bu suçlarla ilgili liste üstelik çok daha uzun.

Tüm Türkiye halkı TBMM aldığı dokunulmazlıkların kaldırılması kararından çok memnun. Çünkü terör çok can yakmakta.
Ama Türkiye’de yaşamayan ve PKK terörünün bombalarına ve mermilerine hedef olmayan AP milletvekillerinin ve de AB’de sorumluluk taşıyan bazılarının bu karara verdikleri tepki de tam skandallık.

Soruyorum size: eğer Belçikalı milletvekilleri Brüksel’i ve Paris’i kana bulayan teröristler için arabalarının bagajında silah nakliyatı yapsalardı ya da Brüksel bombacılarının arabalarına alsalardı acaba Belçika halkının tepkisi ne olurdu? Bu Belçikalı milletvekillerinin dokunulmazlığı olduğundan hesap vermezler miydi? Lütfen dürüst olalım!

Terör Belçika ya da Fransa’da nasıl acı veriyorsa Türkiye’de de aynı şekilde can yakmakta. Kendinizden yola çıkarak Türkiye insanını anlamayı deneyin bir kere de!

AP’de Türkiye raportörü olmayı “Türkiye düşmanlığı” haline getirmeyi adet edinmiş olan Dış İlişkiler Komisyonu Üyesi Kati Piri’nin sosyal medyada milletvekili dokunulmazlıkların kaldırılmasına dair Anayasa Değişikliğinin TBMM Genel Kurulunda kabul edilmesi ile ilgili yaptığı açıklamalar tüm Türkiye’de esefle karşılandı. Kati Piri’nin dokunulmazlıkların kaldırılmasının Türkiye’de demokrasi adına geri adım olduğu iddiası aslında Türkiye raportörü olarak Türkiye’yi hiç tanımadığı ve anlamadığının da açık kanıtıdır. Kati Piri aynı diğer bazı AP milletvekilleri gibi bir kez daha Türkiye’yi anlamaktan uzak ve neredeyse PKK terör örgütünün bu tavırdan cesaret alacağı şekilde sakıncalı bir tutumunun örneğini daha sergiledi.

Kati Piri özelinde Türkiye’yi tanımaya ve anlamaya çalışmayanların nasıl önyargılı ve aynı zamanda tek yanlı bilgilendirilme kurbanı bir halde olduklarını da görmüş olduk.

Bu durumu TBMM-AP Karma Parlamenter Komite eş başkanı İstanbul milletvekili Ahmet Berat Çonkar, “Türkiye’nin ve özellikle de bölge insanının PKK teröründen gördüğü zararları görmezden gelmeye devam ederek, terör örgütüyle arasına mesafe koyamayan, o örgütün siyasi uzantısı gibi hareket eden bir partiyi yine ön plana çıkartarak adeta savunuculuğunu yapan bir yaklaşım ortaya koyarak en hafif ifadesiyle yine hakikati ıskalamıştır.” diyerek çok net tanımladı.

Evet durum çok açık. Eğer Türkiye’yi ve insanını anlamak ve de tanımak istemiyorsanız “saçmalamaya” devam edebilirsiniz. Ancak bu ne AB’ye ne de günü geldiğinde Türkiye ile ilişkileri içinden çıkılmaz bir hale getirdikleri için ve seçmenlerini sığınmacılar sorunu ile başbaşa bıraktıkları için seçmen önünde hesap verecek olan AP milletvekillerine bir yarar getirir.

Daha geç olmadan Türkiye’yi karalamak yerine tanımayı ve anlamayı deneyin! Yoksa Türkiye insanı sizin aynı Kati Piri gibi “tanımamak ve anlamamak” için uğraş verdiğiniz kanaatine varacak ve inanın o zaman kaybeden aslında AB olacak.

İSRAİL DOSYASI /// PROF. DR. ÇAĞRI ERHAN : İsrail’le Normalleşmenin Şartları


Prof. Dr. ÇAĞRI ERHAN

Türkiye-İsrail ilişkilerinde normalleşme için hazırlıkların son aşamada olduğu bir süredir dillendiriliyor. Yine de, ilişkilerin 2009 öncesindeki seviyesine birdenbire çıkması mümkün gözükmüyor. Evvela tarihteki örneklere bir göz atalım. Ardından da, Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni bir sayfanın hangi şartlarda açılabileceğini değerlendirelim.

1949’da Türkiye’nin İsrail’i diplomatik olarak tanımasıyla başlayan resmî ilişkiler ilk büyük krizini 1956’daki Süveyş Kanalı krizinde yaşadı. İsrail Mısır’a saldırınca, Türkiye Ankara’daki İsrail elçisinin ülkeyi terk etmesini istedi. Tel Aviv’deki elçisini de geri çekti. Fakat 1958’deki Irak darbesinden sonra İsrail Başbakanı David Ben Gurion ile Başbakan Adnan Menderes arasında -kamuoyunda çok da bilinmeyen- bir mektuplaşma yaşandı. İki ülkenin Arap Dünyasındaki gelişmelere aslında aynı mercekten baktığının ifade edildiği bu yazışmalardan sonra yıllarca gizli kalan çok önemli bir adım atıldı. İsrail Başbakanı Ben Gurion ile Dışişleri Bakanı Golda Meir gizlice Türkiye’ye geldiler. Menderes’le görüştüler. İki ülke arasında istihbarat alanında iş birliği öngören bir anlaşma yapıldı. Ben Gurion, İran ve Etiyopya’yı da kapsayan bu anlaşmaya hatıratında “Çevresel Pakt” adını vermektedir. 27 Mayıs darbesinden sonra yakınlaşmanın devam etmesiyle 1963’te diplomatik ilişkiler tekrar elçilik seviyesine çıkarıldı.

1967’deki “Altı Gün Savaşı”ndan sonra diplomatik ilişkilerde bir dizi kriz daha yaşandı. 1969’da Mescid-i Aksa’nın fanatik bir Hıristiyan tarafından kundaklanması ve 1973 Arap-İsrail Savaşı esnasında ikili ilişkiler giderek gerildi. Ama hiçbir zaman kopma noktasına gelmedi. Hatta 1 Ocak 1980’de diplomatik temsilcilik seviyesi büyükelçiliğe çıkarıldı. Fakat İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhak ettiğini açıklamasının ardından diplomatik ilişkiler Türkiye tarafından İkinci Katiplik seviyesine indirildi. İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali ve 1987’de başlayan İntifada sebebiyle siyasi ilişkilerde herhangi bir iyileşme yaşanmadı. 1990-1991’deki Körfez Savaşı’ndan sonra, ABD’nin öncülüğünde Orta Doğu Barış Süreci başlatılınca, Türkiye Filistin ve İsrail’le diplomatik ilişkilerini eş zamanlı olarak yeniden büyükelçiliğe çıkarttı.

1996’da imzalanan Serbest Ticaret Alanı ve Askerî Eğitim İşbirliği anlaşmalarıyla birlikte Türkiye-İsrail ilişkilerinde 2009’daki Davos Zirvesi’ne kadar devam eden bir çeşitlenme ve gelişim süreci yaşandı. Turizmden eğitime, savunma sanayiinden ticarete kadar birçok alanda ikili ilişkilerin tarihinde hiç olmadığı kadar ileri noktalara gelindi.

31 Mayıs 2010’daki Mavi Marmara hadisesine kadar Türkiye-İsrail ilişkilerinin formülü -iki ülkede kimin iktidarda olduğundan bağımsız olarak- aşağıdaki gibiydi:

-İsrail’in, Filistinlilerle ve Arap komşularıyla ilişkilerinde gerilim veya çatışma yaşanırsa, Türkiye-İsrail ilişkileri kötüleşir;
-Türkiye ve İsrail Orta Doğu’da ortak tehditler algılarlarsa, ikili ilişkilerde yakınlaşma yaşanır;
-Ortak tehdit algısına, ortak çıkar algısı da eklenirse, ilişkiler ivme kazanır.

Bu formül tek bir cümleye indirgenerek, “Mavi Marmara hadisesi öncesinde, İsrail’in ve Türkiye’nin Arap dünyasıyla ilişkilerinin niteliği, ikili ilişkilerin seviyesini belirlemiştir” şeklinde özetlenebilir. Şayet Hafız Esad döneminde Suriye PKK’ya açık destek vermemiş olsaydı, Askerî Eğitim İşbirliği Anlaşması imzalanmazdı. İsrail 2008-2009 kışındaki Gazze operasyonunu yapmasaydı, Davos yaşanmazdı.

Fakat Mavi Marmara Hadisesi, Türkiye-İsrail ilişkilerinin bu formülünü geçersiz kıldı. Çünkü ilişkiler ilk defa İsrail Araplara saldırdığı için değil, Türk vatandaşlarını öldürdüğü için bozuldu. Hâl böyle olunca da, daha önceki dönemlerde bozulan ilişkilerin yeniden canlanmasında müessir olan faktörlerin bu sefer tek başına geçerli olması mümkün değil. Yani yeniden şekillenen Orta Doğu’daki ortak tehdit algısı veya Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının sağlayabileceği ortak çıkar beklentisi Türkiye-İsrail ilişkilerinde normalleşme için yeterli olmaz.

İsrail yönetimi gerçekten de Türkiye ile yeni bir başlangıç yapmak istiyorsa, Mavi Marmara mağdurlarının ve Türk milletinin kabul edebileceği bir çözüm teklifini sunmalıdır. Muhtemelen Türkiye daha önce ön şart olarak ileri sürdüğü “Gazze ablukasının tamamen kaldırılmasından”, “Gazze ablukasının hafifletilmesi” noktasına gelebilir. Ama katledilen Türk vatandaşları için İsrail’den beklentilerinden katiyen vazgeçmez.

TARİH : TÜRKLERİN TARİH BOYUNCA DERMATOLOJİ VE VENEROLOJİ ALANINDA DÜNYA TIBBINA KATKILARI


I. Giriş

Türklerin eski vatanı Orta Asya’da geliştirdikleri tababetin bilhassa Çin ve Hind tababetinin tesirlerini taşıdığı, ama bu yörelerdeki tababetin gelişmesinde Türklerin büyük rol oynadığı son araştırmalar ışığında ortaya çıkmaya başlamıştır.[1]

Çin, Hint, Orta Asya gibi yörelerde lepra’ya karşı Chaulmoogra yağının geliştirildiği, bugün bunun Antileprol olarak lepraya karşı ilaç olarak kullanıldığı,[2] çiçeğe karşı ilk aşının yine Hind, Çin ve Orta Asya’da geliştirilip Türkler tarafından 17. ve 18. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya kadar yayılması[3] dermatoloji tarihi açısından önemli olup, Türklerin bu gelişmedeki rolünü aydınlığa kavuşturmak da Türk tababet tarihi araştırmalarının öncelikli konularından biridir.

Budistliği kabul eden Türklerin, Batı ve Çin-Türkistanı’nda, Horasan ve Kuzeybatı Hindistan’da kurdukları Vihara denilen Budist manastırları, aynı zamanda diğer ilimlerin yanı sıra tababet tahsilinin de yapıldığı tıp okulları ve hastane niteliği de taşımakta idiler.[4]

Gandara’da Taht-ı Bahai Budist Viharası’nda bulunan ve Hindistan’da Türk asıllı Kuşanlar devrinden beri çocukları, öldürücü ve ciltte çopurluk yapan çiçek hastalığına karşı koruyan tanrıça olarak bilinen Hariti’nin Gandara ekolünün tarzında, biraz da Orta Asya tiplerini andıran heykelleri de Budist Viharalarının tababetle olan ilişkilerini ispatlayıcı niteliktedir.[5]

Bilhassa Hint ve Orta Asya Türk-Budist tababetinin tesirinde kalan Tibet’teki manastırlarda[6] hâlâ diğer bilimlerin yanı sara tababet tahsil edildiği bilinen bir gerçektir.[7] Hatta Tibet’teki manastırlarda çiçek hastalarının tedavisi ile rahiplerin uğraştığı Turner’in 1790’da yayınlanan Seyahatnâmesi’nden bilinmektedir.[8] Lady Mary Montagu’nün 1717 yılında Türkiye’de gördüğü çiçek aşısına benzeyen Hint usulü çiçek aşısını, 1022 yılında Çin’in Tibet’e yakın bölgesinde, bir dağda yaşayan bir münzevi tarafından Çin Veziri Wang-Tan’ın küçük oğluna tatbik ettiği, Çin kaynaklarında[9] belirtildiğine göre, bu bölgede yaşayan Uygur Türklerinin Hint usülü çiçek aşısının yayılmasında rol oynadıkları, onların Hint’le Çin arasındaki sıkı ticaret ilişkilerini yönelttikleri düşünülebilir.

II. Uygurlarda Dermatoloji

Orta Asya’daki Türklerde, tababetin gelişmesine dair ilk yazılı vesika, 1890 yılında İngiliz üsteğmeni Bower’in, M. S. 400 yılında yazılmış, Türkistan’da tıbba dair Budist Türklerin bir yazma eserini bulması ile ortaya çıktı. Bilâhare Le Coq başkanlığında 1902-1914 yılları arasında Çin Türkistanı’nda Almanların yaptığı ilmi araştırmalarda ele geçen Uygur Türklerine ait Uygurca tıbbî yazma eserler, Reşit Rahmeti (Arat)’ın bunları 1930-32 de Almancaya ve sonra Türkiye Türkçesine çevirmesi ile, Orta Asya Türklerinin tababetinin özellikleri daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır.[10]

Reşit Rahmeti Arat’ın Almancaya tercüme ederek Prusya İlimler Akademisi tarafından “Zur Heilkunde der Uiguren I und II” adı altında 1930-32 yıllarında yayınlanan bu Uygur el yazma eserlerde dermatolojiye ait birçok ilaç reçetelerinin yer aldığı görülmektedir.[11]

Bu ilaç reçeteleri Uygurların dermatozları çok iyi gözlemleyerek tasnif ettiklerini de göstermektedir.[12]

III. Selçuklularda Dermatoloji

Selçuklu Türkleri Dönemi’nde, çeşitli dermatolojik hastalıkların er-Râzi, İbn Sina gibi, Türk İslâm hekimlerinin eserlerindeki gibi ya ayakta ya da o devir hastanelerinde ilâçla, bunun yanı sara o devirde Anadolu ve diğer Selçuklu bölgelerindeki çeşitli kaplıcalarda tedavi edildikleri, lepralı olanların ise Miskinler Tekkesi denilen leprosorilerde tecrid edilerek özel yöntemlerle tedavi edildikleri görülmektedir.

Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk’un Konya Şeriyye Sicillerinde yaptığı araştırmalarda bulduğu bir belgeye göre, Selçuklu Dönemi’nde tesis edilen Konya’daki Sıracalılar Sultan Tekkesi denilen leprosorinin şeyhi olan zat, Konya Mahkemesi’ne müracaatla, bu müesseseye girmek isteyen hastanın Sultan Alaeddin-i Selçukî Bimaristanının (Darüşşifasının), birinci, ikinci tabibleri tarafından muayene edilerek lepralı olup olmadığının tesbitini rica ediyor. Bunun üzerine bu Selçuklu hastanesi tabiblerinin, hastayı muayene ettikten sonra bu ekzemadır, lepra değildir teşhisini koyunca, bu hastanın leprosoriye alınmadığı bu belgede belirtilmektedir.[13] Bu belgede adı geçen leprosori ne yazık ki ortadan kalkmıştır. İbrahim Hakkı Konyalı’ya göre Konya’da Selçukluların Miskinler Tekkesi denilen leprosorileri var idi; “Konya’da eski At Pazarı yakınında bir Miskinler Tekkesi, eski Baruthane Mahallesi’nde bir miskinler kabristanı var idi”. Miskinler Tekkesi (denilen leprosoriyi) Selçuklu Devri hayırseverlerinden Sırçalı Mescid’i yaptıran zat yaptırmıştı.[14] Selçuklular Dönemi’nde, Kayseri, Sivas, Kastamonu ve Tokat’ta buna benzer leprosorilerin bulunduğu Başbakanlık Arşivi’ndeki belgelerden anlaşılmaktadır. Anadolu Selçukluları Dönemi’nde, Hz. Mevlâna (Celâleddin-i Rûmî) ve ailesine ait geniş bilgiler veren Eflâkî’nin Menakibül Ârifin isimli eserinde cüzam ve bazı dermatolojik hastalıkların tedavisinde kaplıcalardan faydalanıldığı anlaşılmaktadır. Bu eserin bir bölümünde “Hamam, bütün cüzamlılar ve diğer hastalıklara yakalananlarla yine doldu” diye bahsedilmektedir.[15] Belki de müzmin yaraların da cüzam adı altında zikredilmiş olması mümkündür.

Selçuk Dönemi’nin tanınmış hekim ve astronomlarından Kutbeddin-i Şirâzi’nin lepra ve tedavisi hakkında Risale fil-Baras isimli bir eser yazması[16] ve Sultan Veled’in Kayseri hakkındaki bir şiirinden Kutbeddin-i Şirâzi’nin bir süre Kayseri’deki Gevher Nesibe Hastanesi ve Giyaseddin Keyhüsrev Tıp Okulu’nda çalışmış olabileceğinin anlaşılması,[17] dermatolojinin Selçuklular Dönemi’nde ulaştığı bilimsel düzeyi göstermesi açısından çok önemlidir.

Selçuklular Dönemi’nde Anadolu’da tesis edilerek lepra ve diğer dermatolojik hastalıklar ile, romatizma, nikris, böbrek, kalp hastalıklarının tedavisinde kullanılan kaplıcaların ve içmelerin sayısının 200’e ulaşması, kaplıca tedavisinin Selçuklu tababetinde önemli bir rol oynadığını göstermektedir.

Ilgın’da Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat (1220-1237) tarafından 1236’da tesis edilen ve Gıyaseddin Keyhüsrev II (1237-1266) Dönemi’nde onun veziri Sahip Ata tarafından 1257’de genişletildiği kitabelerinden anlaşılan Ilgın Kaplıcası’nın Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin eserlerinde çok kere ailesi ve çevresi ile ziyaret ettiği belirtilmektedir.[18] Bu Ilgın Kaplıcası’nın, lepra ve dermatolojik hastalıklar ile nikris, böbrek ve kalp hastalıklarının tedavisinde kullanıldığı, demir ve kükürtlü suyunun 38-42°C sıcaklığı ile bu hastalara şifa verdiği bilinmektedir.[19]

IV. Osmanlılarda Dermatoloji

Osmanlı tababeti, Selçuklu tababetinin bir devamıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş döneminde Arapça ve Farsça yerine Türkçe tıbbi eserler yazan o dönemin ünlü Osmanlı-Türk hekimlerinden bilhassa Ahmedî’nin Tarvih al-Ervah’ında (1403-1410), Şerefeddin Sabuncuoğlu’nun Cerrahiyet ül-Haniye’sinde (1465), Nidai’nin Menafiünnas’ında (16. yy. ), Emir Çelebi’nin Enmuzec- i’fit-tıb’ında (1625) lepra ve diğer dermatolojik hastalıkların ünlü İslâm hekimleri er-Razi, İbn Sina ve Abul’kasım Zahravi’nin eserlerinde zikredilen metodlarla yani ilaçla, kan almak, dağlamakla tedavi yöntemlerinin kendi tecrübelerini de ilave ederek anlatıldığı görülmektedir.

Ahmedî’nin Tarvih al-Ervah eseri bilhassa İbn Sina’nın Kanun’u esas alınarak Türkçe şiir şeklinde yazılmış olup, Topkapı Sarayı Revan Kütüphanesi nüshasında 329 ila 354. varaklarda, lepra ve diğer çeşitli dermatolojik hastalıkların tedavisinden bahsedilmektedir.[20] Şerafeddin Sabuncuoğlu’nun Amasya Darüşşifası’nda 14 yıl hekim olarak çalıştıktan sonra, Ebü’l-Kasım Zahravi’nin et-Tasrif eserinden faydalanarak kendi tecrübelerini de ilave ederek 1465’te Türkçe yazdığı Cerrahiyet ül-Haniye eserinde çeşitli dermatolojik hastalıkların ve bilhassa lepranın tedavisinden bahsetmektedir. Bu eserin Millet Kütüphanesi’ndeki müellifin kendi hattı ile olan nüshasının 47. faslında cüzam’ın (lepranın) ilaçla, iyi olmazsa dağlamakla tedavisinden bahsedilmekte olup, bu bahse ait tedaviyi gösterir mühim bir resim de ihtiva etmektedir. Böylece İslâm Tababetinde resimle, cüzam tedavisinden bahseden ilk eser olması bakımından da bu eser dermatoloji tarihinde büyük önem taşımaktadır.[21]

İslam tababetinde ilk defa frengiden bahseden eserlerden birisi Derviş Nidaî’nin Menafîü’n-nas adlı eseri olup, 16. yüzyıl başında yazılan bu eser, Avrupa’da ilk defa frengiden bahseden Girolamo Fracastor’un ünlü La Syphilis eseri gibi şiir şeklinde yazılmıştır.[22] Girolamo Fracastor’un bu eserinde bahsettiği gibi sifilis denen bu hastalık Christophe Columbus’un tayfaları ile yeni keşfedilen Amerika’dan Avrupa’ya getirilmiş, Fransız Kralı VII. Charles’ın 22 Şubat 1495’deki Napoli’yi kuşatması sırasında onun askerleri vasıtasıyla İtalya’da yayılmaya başlaması nedeni ile buna Fransız Hastalığı anlamına Le Mal Française denildiği anlaşılıyor. Bizde de sifilisin frengi adı altında tanınmasına da Fransızlara ve Avrupalılara Osmanlı döneminde frenk denilmesinin rol oynamış olması gerek.[23]

Osmanlı döneminde sifilisten ilk bahseden eserlerden biri olan, Cerrah İbrahim bin Abdullah’ın 1505 (911 H. ) yılında Yunanca Cendar isimli eserden Türkçeye çevirdiği “Alâim-i Cerrahîn” isimli eserinin XXII. bölümünde sifilisin semptomlarından ve civalı dört çeşit merhemle tedavisinden bahsettikten sonra kaynak göstermeden sifilisin Nuh Peygamber zamanından beri mevcut olan bir hastalık olduğunu belirtmesi oldukça garip ve tutarsız bir iddiadır.[24] İbn Sina’nın Kanun’unun IV. kitabının 7. fen, 3. makale, fasl 1’de zikredilen Asaphati (Sahafati, Sahafut) deyimine dayanarak İbn Sina’nın sifilis hastalığını tanıdığı ileri sürüldü ise de,[25] yeni bir hastalık olan sifilisin İbn Sina’dan çok sonra, Amerika kıtasının keşfini takip eden yıllarda oradan Avrupa’ya, 1498’de de Mısır’a ve diğer İslâm ülkelerine yayıldığını gerek Ivan Bloch gerekse Otto Spies’in kanıtlamaya çalıştıklarını burada belirtmekte yarar vardır.[26]

Avrupa tababetinin tesirlerinin başladığı 17. yüzyılda Paracelsus’un Paramirum ve Oswald Crollius’un Basilica Chymica’sına dayanarak yazdığı Gayetü’l-İtkan fî Tedbirü’l-bedenü’l İnsan başlıklı eserinde IV. Mehmed’in Hekimbaşı’sı Salih b. Nasrullah b. Sellum (ölümü 3 Tebiülevvel 1080 H. /1669), Avrupa’da yeni ortaya çıkan skorbut, sifilis ve plico polinica hastalıklarından ve tedavisinden bahsetmektedir.[27] Onun halefi olarak sarayda Hekimbaşı olan Hayatîzâde Mustafa Feyzi, dermatoloji ve veneroloji alanında 17. yüzyılda Osmanlı tababetinde öne çıkan diğer bir hekimdir. İbn Sina’nın Kanun’u gibi beş kitaptan oluşan “Hamse-i Hayatîzâde” isimli eserinin, 3. kitabında Sifilisi 25 bölümde incelemekte ve onun civayla tedâvisinden bahsetmektedir. Bu bölümde onun Girolamo Fracastor’u da zikrettiği görülmektedir.[28] 4. kitabında, Polonya’dan o sıralarda Avrupa’ya yayılan plica polinica isimli hastalık ve onun tedâvisinden bahsetmektedir.[29] Hayatâzâde’nin Şaban Şifaî tarafından tamamlanan Tedbir-i Mevlûd isimli eserinde çocuk hastalıklarından kızamık ve çiçek hastalıkları incelenmektedir.[30] Salih b. Nasrullah Gayetü’l-Beyan eserinde lepra tedavisinde ilaçla tedavinin mümkün olup olamayacağının tespitinden şöyle bahsediliyor: “Cüzam marazına müptelâ olan adamdan kan alırlar, kanı su içine akıtırlar, eğer kan suyun dibine inerse ilaç mümkündür. Eğer inmeyip suyun üstüne çıkarsa ilaç olunmaz”.[31] Cüzamın ilaçla tedavisi için de Şarab-ı Aftimon gibi şerbetlerle, çeşitli tiryakların aç karnına ceviz kadar büyüklükte verilmesinden bahseder.[32] 17. yüzyılda yaşayan Evliya Çelebi de Kahire’deki Kalavun Hastahanesi’nde imal edilen “Tiryak-ı Faruk”un lepra tedavisi için üne sahip olduğundan ve bunun Hindistan’a hatta Avrupa ülkelerine ihraç edildiğinden bahsetmektedir. Evliya Çelebi’ye göre içinde diğer maddelerin yanı sara beş vukıyye zeytinyağı ve beş vukıyye yılan eti bulunan Tiryak-ı Faruk, lepra hastalığını iyi edici bir özelliğe sahiptir.[33]

Sultan I. Ahmed Devri’nde, 1608’de (1017 H. ) Muhammed Ağa tarafından kaleme alınmaya başlanan ve 1767’ye (1181 H.) kadar Topkapı Sarayı’nda Helvahane’de yapılan 186 ilacın reçetesinin kaydedildiği Helvahane Defteri isimli reçete kitabında diğer ilaçların yanı sıra Tiryak-ı Faruk’un, uyuz hastalığı için Muğlab denilen ilacın, cüzam için dahi kullanılan Şarab-ı Aftimon’un reçetesi verilmektedir.[34] Tarafımızdan 1992 yılında yayımlanan bu Helvahane Defteri’nde ayrıca Topkapı Sarayı mensuplarının saç ve cild sağlıkları için imal edilen sabun, saç boyaları, saç şampuanlarının reçeteleri de verilmektedir. 17. yüzyılda 40. 000 kişinin yaşadığı Topkapı Sarayı’nda bu saray mensupları için 6 saray hastanesinin bulunması ve bunlara Helvahane’de saray hekimleri nezdinde yapılan ilaçlarla, diğerlerinin yanı sara dermatolojik hastalıklarının tedavisinin o devre göre mükemmel bir şekilde sağlandığı görülmektedir.[35]

Üç kıtaya yayılan Osmanlı İmparatorluğu’nda, Selçuklular ve Memluklar Dönemi’nden beri işletmede olan hastaneler, Kahire’deki Kalavun Hastanesi gibi, her çeşit hastanın bu arada lepralı ve diğer dermatolojik hastalıkların tedavisini o dönemin tıbbi yöntemleri ile üstlendiği gibi, lepralıların tecridi için ayrıca Miskinler Tekkesi denilen leprosoriler tesis etmişlerdir. Bağdat, Sivas, Kayseri, Tokat, Konya, Kastamonu’da Selçuklular Dönemi’nden kalan leprosoriler (cüzamhaneler) işletmede bırakılırken Osmanlılar, Edirne, Bursa, İstanbul gibi yeni fethettikleri şehirlerde hatta Girit, Kıbrıs (Lefkoşe), Sakız gibi adalarda bile leprosoriler tesis etmişlerdir. Carsten Niebuhr[36] gibi seyyahların belirttiğine göre 18. yüzyılda Bağdat’taki leprosoride, sadece lepralılar değil sifilisli hastalar da ayrı pavyonlarda tecrit edilmişlerdi. 18. yüzyılda Avrupa’daki bütün hastaneleri gezerek gören İngiliz hekimi John Howard da Sakız (Chios) adasındaki leprosoriyi, oradaki kadınlı erkekli lepralı hastaların durumunu tarif eder.[37]

Osmanlılar tarafından tesis edildiği bilinen Edirne’deki leprosori, Dr. Rıfat Osman ve Ord. Prof. Süheyl Ünver’in araştırmalarına göre Sultan II. Murad zamanında (1421-1451) Kirişhane Semti’nde tesis edilmişti. Yanında bir mezarlığı da vardı ve 1628 yıllarına kadar işletmede olduğu sonra ortadan kaybolduğu anlaşılıyor.[38]

Bursa Şeriye Sicillerindeki kayıtlara göre Bursa Leprosorisi Yıldırım semtinde, büyük bir ihtimalle Sultan Yıldırım Bayezid’in 1396’da yaptırdığı Darüşşifa’ya yakın bir yerde idi. Bursa’daki leprosorinin ne zaman tesis edildiğine dair şimdiye kadar bir belgeye rastlanamamıştır. Ama Bursa Şeriye Sicillerindeki 5 Muharrem 889/1484 tarihli kayıttan, lepralı (cüzamlı) olduğu zannedilen birinin, Bursa’daki tabiblerce muayene edildikten sonra bu zatın cüzam olmadığının tesbit edildiği anlaşılmaktadır.[39]

Halk arasında Miskinler Tekkesi diye anılan bir leprosori Üsküdar’da Yavuz Sultan Selim (1512-1520) zamanında ahşap olarak inşa edilmiş olup Sultan II. Mahmud’un hazine vekili Ali Ağa tarafından 1225 (1810) tamir ettirilerek bir kitabe konmuştur. Bu hususu bildiren tarihini Enderunlu Vasıf söylemiş olup:

“Oldu dârî meskeni miskinlere inşa cedid” tarih düşürülen mısradır. Önünden geçen yol kenarındaki çeşmesindeki kitabe’de Vasıf’ın düşürdüğü tarihe göre 1226’dir (1811). Çeşme’deki kitabenin yazısı hattat Mustafa Râkım Efendi’nindir. Leprosorinin bugün Türk İslam Eserleri Müzesi’ndeki kitabesinin ise imzasız olmasına rağmen, II. Mahmud’un çok sevdiği hocası hattat Râkım Efendi olsa gerek.[40] Yakın zamana kadar harabe şeklinde Üsküdar’da Karaca Ahmed Mezarlığı yakınında mevcud iken bir yol geçirilirken ortadan kalkan leprosorinin bu asrın başındaki durumunu gösteren resmi 1914 yılında ressam Ali Rıza Bey tarafından yapılmış olup, Ord. Prof. Dr.

Süheyl Ünver ve Prof. Dr. Arslan Terzioğlu tarafından eldeki verilere göre yapılmış planı, şimdiye kadar ulaşan yegane Türk-İslam leprosorisinin mimarisi hakkında bir fikir vermektedir.[41]

19. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’da “Berliner Tageblatt” gibi bazı Berlin gazetelerinin muhabiri olarak yaşayan Bernhard Stern’in yazarak 1903’te Berlin’de iki cilt halinde yayınlanan “Medizin, Aberglaube und Geschlechtsleben in der Türkei” isimli eserde, etraflı olarak tarif edilen Üsküdar’daki bu leprosorinin o zamanki durumu hakkında detaylı bilgiye sahibiz. Buna göre bu leprosori de 20 kadar oda bulunmakta kendi şeyhlerinin başkanlığında orada lepralılar yaşamakta olup, Dr. Zambaco Paşa’nın tıbbî denetimi altında idiler. Berlinli hekim Dr. Max Laehr de 19. yüzyıl sonunda İstanbul’a gelerek burada Lepra nervosa üzerine araştırmalar yaparak 1899’da Berlin’de yayınlamıştı.[42] Bu Üsküdar’daki leprosorinin 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında yerli ve Avrupalı hekimlerin lepra araştırmalarının odak noktası olduğu görülmektedir. Zambaco Paşa’nın, 1907’de Fransızca olarak yayınlanan “La contagion de la lepre en l’etat de la science” eseri bunlardan biri olup o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nda 600.000 lepralı olduğundan bahsedilmektedir.

Bizde lepra, leprosoriler ve genelde dermatoloji ile ilk bilimsel araştırma yapan Dr. Hüseyin Hulki Bey olup, 4 Ağustos 1862’de doğup 19 Mayıs 1894’te 32 yaşında ölen bu değerli Türk hekimi, Mekteb-i Tıbbiye’den 18 Mayıs 1885’te 997 no.lu diploma ile mezun olduktan sonra Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye’ye üye olup, 1889’da Paris’te tıbbi bir kongre’de Türkiye’yi temsil etmiş ve 1887’de Robert Koch’un tüberkülini hakkında incelemeler yapmak üzere bir heyetle birlikte Berlin’e giderek onunla görüşmüştür. Bu görüşmede Koch’a tüberkülin ile lepralılar üzerinde tecrübe yapıp yapmadığını sormuş ve bunun neticelerini öğrenmek istediğini bildirmiştir.[43]

“Hüseyin Hulki Bey, cild ve frengi hastalıklarında mütehassıs olduğundan 29 Mart 1894 de efrenci illetler ikinci muallimi oluyor. Sanayi madalyası alıyor ve mülkî rütbesi büyüyor. Burada mevzuu bahis etmek istediğimiz 29 Ağustos 1894’te Viyana’da Efrenci İlletler Kongresi’ne murahhas olarak gidiyor ve orada çok takdir olunuyor. Kongrede efrenci illetleri tahtelcild tedavi hususunda ibraz ettiği müşahade ve nazariyeler fevkalhat şayan kabul görülerek kendisine Avrupaca büyük bir mansabı ilmi olan profesörlük tavsiye olunuyor. Türkiye’deki cüzamhaneler hakkında Avrupa’ya ilk malûmatı veriyor ve sözleri alâka ile dinleniyordu.

… Avrupa’da ilk evvel cüzamhanenin bizde yapıldığını bahisle Avrupalıların bunu taklit ile müessesenin mevcudiyetinden haberdar olamayan garplılara Türklerin daha çok evvel bu hastalığı sâri telakki ederek, Avrupa’ya numune olmasını büyük bir telâkatle kongreye tebliğ ediyor. Ve fevkalâde takdir olunuyor. Hulki Beyin Türklüğe yaptığı bu hizmet doğrusu çok büyüktür.”[44]

1889’da İstanbul’da Askeri Tıbbiye’de (Tıbbiye-i Şahane) Cildiye ve Efrenciye hocası kehhal İlyas Paşa işlerinin çokluğundan derslerine muntazam gelemiyordu. Bu sebeple ve ayrıca 1879’da Rus orduları tarafından Türkiye’ye bulaştırılan frengi hastalığının önüne geçmek üzere Berlin’deki Osmanlı Elçisi Tevfik Paşa kanalı ile tanınmış Alman dermatoloji Profesörü Dr. Unna’dan uygun bir genç hekim tavsiye etmesi istenmiştir. O da hemen Dr. Ernst von Düring’i tavsiye etmiştir. Böylece 22.4.1889’da Türk Elçiliği’nde Dr. E. von Düring’le üç yıllık mukavele imzalanmıştır. Buna göre aylık 760, ayrıca yolluk gidiş-dönüş parası olarak 400 Frank kendisine Osmanlı Bankası’nca ödenecekti.[45] Hatta Dr. Düring, Tevfik Paşa’nın uyarısı ile Berlin’de Maarif Nazırı Böss’le görüşerek Türkiye’den dönüşünde bir Alman Üniversitesinde doçentlik imtihanı vereceğini bildirmiştir. Böylece Almanya’da devlet hizmetini bekleyenler sırasına girmek hakkını kazanmıştır.

Dr. E. v. Düring İstanbul’da işe başlamadan önce Fransa’daki dermatoloji gelişmelerini incelemek üzere üç ay Paris’te St. Louis Hastanesi’nde çalışmıştır. Daha sonra İstanbul’a gelen Düring 1889’dan 1902’ye kadar Türkiye’de 13 yıl görev yapmıştır. Bu arada Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de Cildiye ve Efrenciye Kliniği Direktörü olarak dersler vermiş, deri ve zührevi hastalıkları polikliniği yapmış ve askeri hekimlerin daha iyi yetişmesinde de büyük rol oynamıştır.

Berlin’de Osmanlı Sefaretinde Dr. E. von Düring’in 1889 Nisanı’nda imzaladığı mukavelesi 21 Haziran 1892’de üç yıl için yeni bir mukavele ile uzatılmış, bu da tekrar üç yıl uzatıldıktan sonra, 17 Eylül 1898’de kendisi ile 6 yıllık bir mukavele yapılmıştı. 1892 ve 1898’deki her iki mukavelenin orijinal nüshaları Prof. Dr. Arslan Terzioğlu’nun özel koleksiyonunda bulunmaktadır. 1898’deki mukavelesinde Prof. Dr. E. von Düring’e Paşa unvanı tevcih edilmişti. Bu mukavelesine göre Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nin başhekim yardımcılığı görevini de yürüten Dr. E. v. Düring’in önemli bir hizmeti de Ankara ve Kastamonu İlleri Sağlık Genel Müfettişliği titri ile yurdumuzda ilk frengi mücadele teşkilatını kurmasıdır.[46]

1896 ilkbaharında bir kafile ile frengi taramasına çıkan Dr. E. v. Düring 1902’ye kadar Türkiye’de 14 seyahat yaparak Kuzeybatı Anadolu’nun büyük bir bölgesini taramış, genç hekimleri bu dalda kurslara tâbi tutmuştur. Ortalama 50. 000 kadar deri, mukoza ve kemik lezyonu gösteren hastayı, çoğunlukla iyodür dö potasyum ile tedavi etmiş ve büyük bir başarı elde etmiştir.[47] Gerçi, 17 Şubat 1839’da Galatasaray’da açılan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de dördüncü yıl öğrencilerinin oskültasyon- perküsyon dersleri, cerrahi ameliye, göz hastalıklarında pratik derslerden başka cilt hastalıkları dersleri de gördükleri ve bunları Dr. Bernard’ın verdiği onun 20 Eylül 1843’te Sultan Abdülmecid’e sunduğu ve 26 Eylül 1843’te yayınlanan raporundan anlaşılmakta[48] ise de ve Bursa kaplıcaları hakkında bir kitap yazarak bu kaplıcaların dermatolojideki öneminden bahsetmiş olmasına rağmen bizde modern dermatolojinin hakiki anlamda kurucusu Prof. Dr. E. von Düring olmuştur. Kastamonu yöresinden getirdiği frengiden burnu düşenlere ilk defa rinoplasti ameliyatının Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde yapılması da Prof. Dr. von Düring’in başlattığı bir yeniliktir.[49]

Bütün bu çalışmaları dolayısı ile 1898’deki mukavelesinde görüldüğü üzere Sultan II. Abdülhamid tarafından kendisine sivil paşalık, mirimiranlık rütbesi tevcih edilmiştir.

Prof. Dr. E. von Düring Osmanlı Delegesi olarak iki defa Türkiye’yi Berlin’de temsil etmiştir. Bunlardan birincisi 1890-91’de Berlin’de Uluslararası Tıp Kongresi’nde olup, Osmanlı Devleti adına Tüberkülin aşısı hakkında Prof. Dr. R. Koch’la görüşmüştür. İkincisinde yine Berlin’de 1897’de düzenlenen Uluslararası Lepra Kongresi’nde Türkiye’yi temsil etmiştir.[50] 1902’de Kiel’de yeni tesis edilen Dermatoloji Kürsüsü’ne profesör olarak çağrılan E. v. Düring Osmanlı Hükümetinin her türlü terfi ve taltif vaadlerine rağmen Türkiye’den ayrılarak Kiel’e gitmiştir.[51]

1898 de Rieder Paşa tarafından İstanbul’da tesis edilen Gülhane Seririyat Hastanesi ve Tatbikat Mektebi’ne Osmanlı Hükümetinin davetlisi olarak gelen Dr. Georg Deycke, Gülhane’de Dahiliye ve Cildiye Klinikleri ile Polikliniklerini idare etmiştir. 1899’da Prusya Maarif Nezareti Dr. Deycke’ye profesör unvanını vermiştir. 1904’te de Rieder’in halefi olarak Gülhane’nin direktörlüğüne getirilmiştir.

Prof. Dr. G. Deycke Gülhane’de mikrobiyoloji ve dermatoloji alanında bilhassa lepra, verem ve dizanteri ile yakından ilgilenmiş ve bu alandaki yayınları ile dünya çapında ün kazanmıştır.[52] Alman Dışişleri Bakanlığı Arşivi’nde bulduğumuz 6 Mayıs 1907 tarihini taşıyan Berlin’de Alman Dışişleri Bakanlığı’ndan ve Reichskanzler (İmparatorluk Şansölyesi) adına imzalanmış belgede Gülhane direktörü Prof. Dr. Deycke’nin 4 Şubat 1904’de gönderdiği mektubunda; ekinde sunulan Dr. Deycke ve Dr. Reşad (Rıza) Bey tarafından yazılmış bilimsel makalede belirtildiği üzere, leprayı iyileştirecek Nastin adlı yeni bir ilaç geliştirdiklerinden bahsetmişler ve arzuları üzerine bu hususta Berlin’deki Kaiserliche Gesundheitsamt’ın (İmparatorluk Sağlık Dairesi)’nin Deycke tarafından lepraya karşı geliştirilen bu iyileştirici maddeden bir miktarının denenmek için kendilerine gönderilmesini isteyen Alman İmparatorluk Sağlık Dairesi’nin yazısının sunulduğu belirtilerek bu hususun Prof. Dr. Deycke’ye bildirilmesi Almanya’nın İstanbul’daki Büyükelçisi’nden rica edilmektedir.[53]

Bu yazıya cevaben Prof. Deycke’nin kendi elyazısı ile Almanya’nın İstanbul’daki Büyükelçiliği’ne yazdığı 17 Mayıs 1907 tarihli mektupta, bu konuda kendisine ulaştırılan bu iki yazı gereği, kendisinin bizzat Alman İmparatorluk Sağlık Dairesi ile irtibata geçeceği belirtilmektedir.[54]

Difteri serumunu keşfiyle Nobel ödülü kazanan Prof. Dr. Emil von Behring 1907 yılında İstanbul’u ziyareti esnasında Gülhane’de lepra üzerinde âlaka uyandıran ilmi araştırmalar yapan G. Deycke’yi de görmek istemiştir. Berlin’deki Prusya Gizli Devlet Arşivi’nden Althof’un bıraktığı evraklar arasında, bu hususta E. von Behring’in Deycke’yi neden ziyaret etmek istediğini izah edebilecek şu satırlara tesadüf edilir.

Benim için büyük memnuniyet verici bir durumdur ki, Deycke benimle ilgisi olmadan kendi başına, tüberküloza çok yakın akraba addedilebilecek Lepra’da, benim Paris’te verdiğim konferansımda TC olarak karakterize ettiğim ve yayınlarımın ikinci kitabının son bölümünde etraflıca anlatılan aynı tedavi edici cisimcikler sınıfını keşfetmiştir”…[55]

1907’de kendi arzusu ile yurdumuzdan ayrılmış ve Almanya’ya dönmüş olan Prof. Deycke 1908’den 1909 yılına kadar İngiliz Guyana’sını ziyaret ederek lepra araştırmaları yapmıştır. 1913’te Lübeck Hastanesi başhekimi iken süt çocuklarına “Calmett” usulû ile yapılan kendi tüberküloz aşısı Almanya’da bir hayli ilmi münakaşalara yol açmıştır.[56]

Düring’in 1902’de Almanya’ya dönüşünden sonra Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de “Cildiye ve Efrenciye Kliniği”nin başına getirilen Dr. Celâl Muhtar (Özden), Paris’te Tıp Fakültesi’nin ünlü dermatoloji âlimlerinden Prof. Dr. Fournier yanında çalışırken 1890’da avuç içi ve ayak altında görülen Palmoplanter Trikofisi’yi keşfetmiştir. Mulajları hâlâ Paris’te St. Louis Hastanesi Müzesi’nde (Nr. 1657, 650 ve 1687) bulunmaktadır. Bu buluşuna dair 1892’de Paris’te Fransızca yaptığı yayınları[57] ile Dr. Celal Muhtar dünya literatürüne geçmiştir.

“Bu hastalık daha önce Dyshydrose’a benzetilirdi. Hatta frenginin deri belirtileri ile de karıştırılmıştı. İlk doğru ve ilmî tavsifini Dr. Celâl Muhtar vermiştir. Bunların hiçbiriyle ilişkisi olmadığını ortaya koydu. Bir heyet bu keşfin ona ait olduğunu kabul etmiştir”.[58] 1908 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ile Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye Haydarpaşa’da Darülfünunu Osmanî Tıp Fakültesi’nde birleştirildikten sonra Dr. Celâl Muhtar burdaki Cildiye ve Efrenciye Kürsüsünü 1923’te kendi arzusu ile ayrılıncaya kadar yönetmiştir. Dr. Celâl Muhtar’ın yanında Dr. Hasan Reşad (Sığındım) ve Dr. Hüseyinzâde Ali Bey’ler poliklinik yapıp yetişmişlerdir.[59]

V. Cumhuriyet Dönemi’nde Dermatoloji ve Zührevi Hastalıklar

Prof. Dr. Hasan Reşat Sığındım (1884-1971) Tıbbiye’den 1905 yılında mezun olmuş, aynı yıl Prof. Celâl Muhtar Bey’in asistanı olarak görev almış ve 1909’da Almanya’ya gitmiş, 1913’te yurda döndükten sonra 1916 yılında Tıp Fakültesi’nde deri hastalıkları dersleri vermeye başlayarak 1933 yılında Darülfünu’nun lağvına kadar kürsüde hocalık etmiştir.[60] 1932’de Kâbil’de kurulan Tıp Fakültesi Dekanlığı’nı kabul etmiş ve ilk mezunlara diplomalarını verdikten sonra yurda dönmüştür. 1941 de Haydarpaşa Numune Hastanesi ve 1953’de Denizcilik Bankası Hastanesi Cildiye Servisi Şefliği’nde bulunmuş, 1963 sonunda bu görevden arzusu ile ayrılmıştır. Hasan Reşat Sığındım, monositer lösemi bulgusu ile, adını dünya tıp literatürüne geçirmiş kıymetli bir dermatoloji hocamızdır.

Hasan Reşat, bu buluşunu 1913’de Hamburg St. Georg Hastanesi’nde Victor Schilling ile birlikte çalışırken yapmış ve aynı yıl Münchner Medizinische Wochenschrift’te yayınlamıştır.[61]

1933 yılında Deri Hastalıkları Kürsüsü’nün yönetimi Ord. Prof. Dr. Hulusi Behçet’e verilmiştir. Kürsüye Cevat Kerim İncedayı ve bir müddet sonra da Dr. Cemâl Pektaş öğretim üyesi olmuştur.

Ord. Prof. Dr. Hulusi Behçet (1889-1947) tıp öğrenimini 1910 yılında bitirmiş, 1914’e kadar Gülhane Cildiye Servisi’nde Eşref Ruşen, Talât Çamlı ve bakteriyolog Reşat Rıza hocaların yanında asistan olarak çalışmıştır. 1918’e kadar Edirne Askeri Hastanesi Cildiye Mütehassıslığını yapmıştır. 1923’te Hasköy Zührevi Hastanesi Başhekimliği’ne tâyin olmuş ve buradan da, Gureba Hastanesi Cildiye Mütehassıslığı’na tâyin edilmiştir. 1933’te Üniversite Reformu’nda İstanbul Tıp Fakültesi Deri Hastalıkları ve Frengi Arşivi adındaki dergiyi yayınlamıştır. 1939’da Ord. Profesörlüğe terfi eden Hulusi Behçet “Trisemptom” hastalığını bir antite morbid olarak mütalâa etmiş ve bütün dünya dermatologları ile yaptığı bilimsel tartışma sonucu bu antitenin klasiklere “Morbus Behçet” olarak girmesini sağlamıştır.[62] Bugün bütün dünya dermatologları arasında müstesna bir yeri olan rahmetli hoca, özel hayatında mütevazi ve münzevi bir tarzda yaşardı. Behçet soyadı kendisine bizzat Atatürk tarafından verilmiştir. Buna dair Atatürk’ün kendi el yazısı hocanın kızı Bayan Güler Tunca’da bulunmaktadır. Ömrünü ilmî münakaşalarla, araştırmalarla ve bütün bunları tatbik edebileceği mevzu ve hastaları aramakla geçirmiştir.

Hulusi Behçet’in Türkçe, Almanca, Fransızca ve İngilizce olmak üzere 200’e yakın yayını mevcut olup, bunların içinde en önemlilerinden biri de, “Klinikte ve Pratikte Frengi Teşhisi ve Benzeri Hastalıkları” adlı kitabıdır.[63]

1947 yılında Hulusi Behçet’in ölümü üzerine kürsü yönetimini Ord. Prof. Dr. Cevat Kerim İncedayı ele almıştır. 1950 yılında Dr. Osman Yemni ve 1954’de Dr. Faruk Nemlioğlu kürsüye eylemli doçent olarak atanmışlardır.

1960 yılında Kürsü Profesörlüğüne Prof. Dr. Osman Yemni atanmıştır. 1967 yılında İstanbul Tıp Fakültesi Deri Hastalıkları Kürsüsü’nden yeni kurulan Cerrahpaşa Deri Hastalıkları Kürsüsü’ne Ord. Prof. Dr. Cevat Kerim İncedayı ve Prof. Dr. Faruk Nemlioğlu geçmişlerdir. Prof. Dr. C. K. İncedayı’nın Dr. Berta Ottenstein’le birlikte yaptıkları psoriasisin lipid metabolizması ilgili yayınları yabancı yayınlarda site edilerek takdir toplamıştır.[64]

O zaman İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki kürsünün öğretim kadrosunda, kürsü başkanı Prof. Dr. Osman Yemni’den başka, Prof. Dr. Nevzat Öke, Prof. Dr. Ahmet Murat, Doç. Dr. Oğuz Lav ve Doç. Dr. Türkân Saylan bulunmakta idi.

20. yüzyılda Türkiye’de lepra ile savaşı başlatan Prof. Dr. Mazhar Osman Uzman’dır. Üsküdar’daki Miskinler Tekkesi’nin harap olması ile sahipsiz kalan 30-40 kadar lepralılar Toptaşı Akıl Hastanesi’nin bir koğuşuna yerleştirmiş olan Prof. Mazhar Osman, bu akıl hastanesinin 1919 yılında Bakırköy’e taşınmasından sonra, Bakırköy Akıl Hastanesi’nin bahçesinde barakalarda lepralılar da yerleştirilmişlerdir. Böylece İstanbul’daki Cüzam Hastanesi’nin tesisinde ilk adımları atan Mazhar Osman, lepra tedavisi için bulunan yeni ilacın getirilip bu hastaların tedavisini sağladığı gibi 1941’de Elazığ’da da bir cüzam hastanesinin kurulmasını sağlayarak Türkiye’de cüzamla savaşın öncülüğünü yapmıştır.[65]

1957 yılında idealist hekim Doç. Dr. Ethem Utku Ankara Tıp Fakültesi bahçesinde Dünya Sağlık Teşkilatı ve Sağlık Bakanlığı’nın yardımı ile Cüzam Savaş ve Araştırma Enstitüsü’nü kurmuş ve Cüzamla Savaş ve Araştırma Derneği’nin tesisinde de öncülük etmiştir.

İstanbul’daki Cüzam Hastanesi’nin gelişmesinde büyük rol oynayan ve hayatını lepra araştırmalarına atayan Prof. Dr. Türkan Saylan’a bu çalışmalarından dolayı ünlü lepracı Dr. Dhardmandra ile birlikte 1986’da Hindistan’ın Gandi ödülü verildiğini burada belirtmek gerekmektedir.[66]

Cüzamla Savaş’ın son yıllarda gösterdiği etkinlikler nedeni ile bugün 70 milyonluk Türkiye’de kayıtlı bulunan 3600 lepralı hastanın bulunması varılan olumlu neticenin bir göstergesidir.

Sonuç olarak, tarih boyunca Türklerin, dermatoloji ve veneroloji alanında uyguladıkları tedavi yöntemleri ve yaptıkları bilimsel buluşlarla dünya tababetine büyük çapta katkılarda bulundukları ortaya çıkmıştır.

Prof. Dr. Arslan TERZİOĞLU

İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 11 Sayfa: 348-355

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.