Günlük arşivler: 14 Temmuz 2016

TARİH : TÜRK KÜLTÜR TARİHİ ÇERÇEVESİNDE YASA, YASAK VE YATGAK TABİRLERİ ÜZERİNE


Osmanlı Devleti, hakim olduğu yerlerdeki coğrafi, siyasi ve sosyal durumu, halkın yapısını ve özel şartları dikkate almak suretiyle oldukça farklı bir yapılanmaya imkan sağlamıştır. Devletlerin sağlam esaslara dayanması, o devletlerde yaşayan insanların hür ve mutlu bir hayat düzeyine ulaşmasını sağlayan en önemli unsurdur. Osmanlı devlet teşkilatı ve müesseselerinden pek çoğunun kendinden önceki Türk devletlerinde ve geleneklerinde temellerini bulduğu ise muhakkaktır. Burada ele almaya çalışacağımız yasa, yasak, yasakname, yasavul, yasakçı, yasaklu gibi idarî ve hukukî tabirler, Türk devletlerinde ve Moğollarda mühim bir mevkiye ve uzun bir maziye sahip olduğu gibi, Osmanlı döneminde de önemli bir yere sahiptir.

Yasa veya yasak tabirinin ilk defa XIII. yüzyıl ortalarından itibaren Türk lehçelerine girdiği, Moğollar ile birlikte tarih sahnesine çıktığı ve Moğolca bir kelime olduğu, bir mütearife şeklinde yıllardır kabul edilegelmekte, hatta “düzen” demek olan yasa-yasak tabiriyle Moğolların hukuk ve askerlik işlerini düzenleyen kanunlar olup, 1206’da Moğol İmparatorluğunun kurucusu ve ilk hükümdarı Cengiz Han (1155-1227) zamanında Uygurca yazılarak Yasaname-i Büzürk adıyla ilan edilen ve daha çok Cengiz Han Yasası olarak meşhur Cengiz yasaları kastedilmektedir.[1] Daha sonra Müslüman halefleri tarafından çıkarılan kanunlarla tamamlanan bu yasanın menşeini, bozkırdaki Türk- Moğol uruklarının örf ve âdetleri, eski devlet prensipleri ve Cengiz’in bir araya getirilen kararları teşkil etmektedir.[2] “Yasağ-ı Cengiz” tabiri Şeyh Süleyman Efendi’nin Lugati’nde “devlet-i Tatar ve Moğol nizâmât-ı esâsiyyesi, siyâset kânûnnâmesi” olarak tanımlanır.[3] Bu yasa Cengiz’in buluşu olmayıp eski Türk gelenek hukukunun kuşaktan kuşağa geçerek kurallarını toplamaktan ibaret bir millî hukuktur. Hükümdarın sırf kendi iradesi ile koyduğu kanunlar İlhanlılardan sonra gerek Osmanlılar ve gerekse Doğu Anadolu ve İran’da kurulmuş olan Türkmen devletlerinde yasa veya yasakname adı altında toplanmaktadır.[4] Cengiz Han zamanında meydana getirilen kanun ve nizamnameler “casah”, “casak”, “jasag” adlarıyla anılır. Ne var ki bu yasag bizlere intikal etmemiş olup, yabancı devletlere karşı ne suretle davranılacağı, harp usulleri, ordu teşkilatı, posta işlerinin tertibi, vergi düzeni, aile hukuku, aile fertlerinin karşılıklı münasebetleri ve miras işleri gibi birtakım ahkamı ihtiva ediyordu.[5] Cengiz’in, ülkedeki hırsızları cezalandırıp, yalanı ortadan kaldırmak, ölüm cezasını hak edenleri öldürtmek, para cezasına müstahak olanların cezasını almak üzere bir yüksek mahkeme reisliği teşkil edip bunların “koko debter” yani mavi deftere yazılıp nesilden nesile intikal etmesini emrettiğini[6], keza, âmirler ile memurların, prenslerin İlhan’a karşı bir isyana sebebiyet verdikleri taktirde devlet mahkemesine çağrıldıklarını, dolayısıyla Cengiz yasasının yargı ve muhakematı da düzenlediğini biliyoruz.[7]

İlhanlIlardan Hülagu ve Abaka’ya göre yasa yahut yasak, mukaddes kanundu. Hatta, “yasaktır” denildiğinde, herkesin boyun eğmesi icap eden “en şiddetli kanun” manasıyla bütün Ön Asya ve Mısır’da bile tanınmıştı.[8] Moğollar ve Timurlular Devri’nde, milli devlet teşkilatı ve kanunu olan “yasa”, dinî hukuktan ve İslam devlet nizamlarından ve belki de cihanın herhangi bir nizamından üstün tutulduğundan, bu durum Müslüman Arap ve Türk müellifleri tarafından, Moğolların İslam düşmanı olarak gösterilmesinde başlıca delil olarak ileri sürülmüştür.[9] Ne var ki, yine bir Moğol Hükümdarı olan Timurleng, hoca ve şeyhlerin manevi nüfuzlarından faydalanmak maksadıyla, hayatı boyunca İslâmî bir siyaset takip ettiği gibi, atası Cengiz’in “yasa”sını ve “yargu”yu kaldırarak yeni bir teşkilat kurmuş; bu çerçevede bütün ülkede dinî hukuk ahkamınca emr-i bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münkerle amel ettirmişti.[10] İbn Arabşah’a göre ise, Timur “yasa”yı ihmal etmemiş, hatta onu dinî hukuka tercih dahi etmişti. Oğlu Şahruh, dine bağlı olduğundan, zamanında dinî hukuk yasaya üstünlük kazanmış, yargı kaldırılmış, yasa da tamamen bırakılmamıştı.[11] Netice itibarıyla, Cengiz yasasının Türk ve İslam devletlerine tesiri söz konusu olmakla birlikte, bu yasaların, İslam hukukuna aykırı düşecek şekilde, daha sonraki bütün Türk-İslam devletlerinde ve özellikle Osmanlı kanunnamelerinde etkisi kabul olunmamaktadır.[12] Yasanın Türkçe mi Moğolca mı olduğu tartışmaları ile Moğollarda bu tabirin gelişim seyri ve yasaların nasıl çıkarıldığı hususlarını ise etimolojisi içerisinde ele alacağız.

A. Yasa

Osmanlı Türkçesinde y’den sonra elif’in olup olmamasına göre iki şekilde yazılabilmektedir. İlk Türk dili sözlüğü olup yazımı 1074’te tamamlanan Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lûgati’t-Türk adlı eserinde geçmeyen yasa[13] tabiri, Ebu’l-kâsım Cârullah ez-Zemahşerî’nin (ö. 1144) Mukaddimetü’l- edeb’inde ise, “kakıdı anga yasadı çerigni”[14] yani “ona sinirlendi, ordusunu hazırladı” örneğinde olduğu gibi, “hazırlamak” anlamında birkaç yerde kullanılmıştır.[15]

Lugatlerde Türkçe bir isim olduğu belirtilen “yasa” kelimesi; resm yani tertip, âdet, tarz, alay, vergi; âyîn, kâide, kanun, hüküm, padişah emri ve mücâzât gibi anlamlar taşımakla birlikte, “yasak” veya “yasag” şeklinde kullanımı daha yaygındır.[16] Mastar olarak, “yasamak”, yapmak, imal etmek, ibdâ, inşâ, tasnî, binâ, inşâd ve tezyin etmek[17]; düzenlemek, kararlaştırmak, kurmak, hazırlamak, yığmak, yere sermek ve yaymak; “yasatmak” ise, yaptırmak, kurdurmak, düzenlettirmek anlamlarına gelmektedir.[18] J. A. Pelliot tarafından da “casak” veya “casa”nın Moğolca, “yasak” veya “yasa”nın Türkçe olup düzenlemek, tespit etmek anlamına geldiği vurgulanmıştır.[19]

Yasa kelimesinin Türkçe mi yoksa Moğolca mı olduğu saha elemanları arasında bir tartışma konusudur. Ancak ağırlıklı temayül, yasa ve yasak terimlerinin ilk defa Moğol istilasından sonra görülmeye başladığı yolundadır. Bu hususta A. İnan, yasanın Eski Türkçede “kanun” manasına gelip, Moğol istilasından sonra İslam tarih ve etnografya edebiyatına girmiş ve çok yayılmış olduğunu, Göktürk, Karahanlı ve Selçuklu çağlarında kanun ve nizam karşılığı söylenen “törü” ve “türe” teriminin yerini tuttuğunu belirtir.[20] B. Ögel ise, Cengiz Han ve Moğollara karşı olan kırıklık duygularımızın, Cengiz Han çevresinde Türk kültürünün hak ve izlerini aramamıza engel olmaması gerektiğini belirterek, yasa ve yasamak sözlerini kökten Moğollara mal etme teorileri üzerinde dikkatle durmamız icap ettiğini vurguladıktan sonra, yasa’yı, kök bakımından şüphesiz Türkçe bir söz olarak gösterir. Ögel buna delil olarak, Kültegin (Köl-tigin) kitabesindeki “öd Tengri yasar” ibaresindeki “yasar”ın yasadan geldiğini belirtir.[21] Kültegin’in mezar kitabesinde geçen ve “zamanı Tanrı takdir eder” olarak çevrilen bu ibaredeki “yasar” kelimesinin fiil olarak tanzim etmek, yapmak, tayin etmek, karar vermek anlamında kaydedildiğini görmekteyiz.[22] Ancak, aynı metinler M. Ergin ve T. Tekin gibi yine bu konunun uzmanları tarafından farklı şekilde değerlendirilmekte ve burada geçen “yasar”, kelimesi “yaşar” biçiminde ve yaşamak karşılığı olarak ifade edilmektedir.[23] İ. Kafesoğlu ise, konuyla ilgili olarak tereddütlü ve değişken mütalaalar belirtmekle birlikte; tayin etmek, karar vermek, tanzim etmek, düzenlemek, kurala bağlamak anlamlarına gelen “yasa” kelimesine temel teşkil eden “yasamak” fiilinin, eski Türk kitabe ve kayıtlarında yalnız bir defa geçip V. Thomsen’den beri “düzenlemek, icra etmek” diye manalandırıldığını, ancak okunuş bakımından bunun hatalı görüldüğünü belirttikten sonra, Türkçede mevcut olmayan yasa kelimesinin XIII. asır ortalarından itibaren Türk lehçelerine girmiş aslen Moğolca ve kanun manasında bir tabir olduğunu kaydeder.[24]

Ne var ki, VIII. yüzyılda egemenlik süren Uygur Hakanı Bögü Han zamanında yazılmış bir Uygur yazısında düzen ve kanun anlamına gelen “yasa” tabirinin geçmesi,[25] ayrıca Cüveyni’nin, Cengiz Han’ın emri üzerine Uygurların, Moğol çocuklarına yazı öğretip, “Büyük Yasa-nâme” denilen yasa ile hükümlerini tomarlara tespit ettikleri, bu yasanamenin büyük prenslerin hazinelerinde bulunup, ülke ve devlet işleri görülürken o tomarları getirip işlerini yaptıkları şeklindeki kayıtları dikkate alındığında, yasa tabirini ilk kez Moğolların ortaya koyduğu görüşü değerini kaybeder görünmektedir.[26] Bunlara ilaveten, yasa tabirinin Moğollarla birlikte ortaya çıktığı iddiasına esas olan en mühim eserlerden olup 1240’ta yazılan, ancak yazarı belli olmayan Moğolların Gizli Tarihi’nde, yasa ve yasak kelimesine temel teşkil ettiği belirtilen “casah”, “casahtan”, “casahlacu” ve yine bu kelimeyle alakalı olan “casa’ul” sadece birkaç yerde geçmektedir.[27] Cengiz Han’ın, devlet tesislerini vücuda getirirken bilerek yabancı örneklere istinat edip boyun eğdirdiği devletlerin memurlarından, hassaten Uygurlardan yazı ve dil yönünden faydalandığı; mesela, Nayman Hanlığı’nı ele geçirdikten sonra bu devletin sistemini kabul ederek Naymanlar hizmetinde mühürdar ve vezirlik hizmetlerinde bulunmuş olan Taşatun’u 1206’da devlet makamlarının tesisine memur ettiğini, bu kişinin de Moğollara Uygur yazısını kabul ettirdiği[28] hususunu gözden ırak tutmamak gerekir. Keza Cengiz, Çinli müşavirler de kullanarak devlet daireleri teşkil etmişti.[29]

Bununla birlikte, Moğolların Gizli Tarihi’nden hareketle, yasa-yasama ve yasak tabirlerinin Moğollardaki gelişiminin birkaç aşamada gerçekleştiği tespit edebilmekte, bu gelişim, Moğol Devleti’nin aşiret anlayışından büyük devlet anlayış ve yapısına geçişi ile de doğru orantılı görülmektedir. İlk aşamada yasa anlayışı dağınık olup, Cengiz’in annesi Hoelun Ucin’in çocuklarını “casahtan” (kanunlu, intizamlı, disiplinli, adil)[30] yasaya bağlı olarak yetiştirdiğinden hareketle “terbiyeli, yasağa bağlı çocuk” manasıyla başlamış, annesinin Cengiz’i yasayıp yani donatıp kuşandırmasıyla “at ve silahla donanma” olarak devam etmiştir. Bu safhada yasa ve yasak yüce bir devlet anlayışı olarak görülmüyordu.[31] İkinci aşamada yasanın, ordu ve savaş düzeni ile ilgili olarak, askerleri savaş düzenine koymayı ifade ettiği, burada “yasak”ın savaş taktiği koyma, savaş hilesi anlamında kullanıldığı görülmektedir.[32] Üçüncü aşamada bu tabir, Cengiz’in güçlenmesiyle ortaya çıkmış; önce “ordu kanunu” diye yorumlanıp, akabinde ordu düzeninin kanunu, ordunun talim, terbiye ve disiplini, ordu düzenine uymama, kanuna ve emre karşı gelme noktasında kullanılmış[33] hatta, yasağa karşı gelenlerin yakalanıp gönderilmesi veya hemen orada idam edilmesi emredilmiştir.[34] Dördüncü olarak, yargıladı, soruşturma açılmasını istedi anlamında kullanılıp, daha sonra da yasak koyma deyişinin başladığı anlaşılmaktadır.[35] Beşinci aşamada, Cengiz’in büyük han ilan edilmesiyle, yasanın ordu düzeni, tayinler ve nöbetçilerin vazifeleri üzerinde yoğunlaştığı, son aşamada ise, Ögeday’ın tahta çıkışı ve yasanın öncekine ilaveten vergi ve posta gibi devlet işlerini de kapsadığı görülür.[36] Moğolların dini inanış ve sosyal hayata ilişkin muhtelif yasakları da vardı.[37] Burada netice olarak Cengiz yasasının yazılı biçimde ortaya çıkışı, geniş hudutlu bir devletin kurulmasından sonra oluşan ihtiyaçtan kaynaklanmıştır diyebiliriz.

Cengiz Han Dönemi’nde yasa-yasak konulmasının değişik şekillerini görmekteyiz. Bunların ilki doğrudan hükümdarın teklifi ve bunun kabulü şeklindedir. Cengiz Han’ın 1202 yılında “düşman bizi geri çekilmeye mecbur ederse, hücuma başladığımız yere kadar ricat ederek mevzi alalım, bu yerde mevzi almayanları idam edelim”[38] diye sunduğu teklif kabul edilip uyulmasıyla güçlü Tatarları yendikleri şeklindeki ibarelerden, “yasak”ın hükümdarın gerekçeli teklifi ve kabul görmesi şeklinde gerçekleştiğini görüyoruz. Yasak koymanın ikinci şekli, ilgili komutan veya bürokrat teklifinin hükümdar tarafından uygun bulunarak emir çıkarılmasıdır. Dödey Çerbi’nin Cengiz’e savaş taktiği, hilesi ve baskını hususundaki teklifinin uygun bulunup yarlık (emir) çıkarmasıyla ortaya çıkan savaş taktiği yani yasağı böyledir.[39]

Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, Moğol Devleti’nde casah yani yasa/yasak belirli bir gelişim içerisinde genişleyen bir yapı arz etmekle birlikte, bununla alakalı olarak görevli “yasacı” veya “yasakçı” gibi tabirlerin kullanımına rastlanılmamaktadır. Cengiz’in bir ifadesinde yasaya (jasag) ilk defa muhalif hareket eden kabile mensubuna nasihat edilmesi, ikinci kez muhalif olursa tatlı ve belagatli sözlerle tesirde bulunulması, üçüncü defa muhalefet durumunda ise uzaklaştırılması (nefy), bununla da uslanmazsa zincire vurulup zindana atılması, böyle yapmak da kâr etmezse akraba meclisince icapının yapılmasını tavsiye ettiğini görüyoruz[40] ki bu ifadeler, Cengiz’in yasayı tedrici şekilde uygulanan bir örfi hukuk olarak tarifi demektir.

Yasa-yasak kelimesinin, Orhun Âbidelerinde “yasamak” köküyle geçtiğini kabul etmeyenlerin görüşünü benimseme durumunda dahi, Mukaddimetü’l-edeb’de, hazırlamak, düzenlemek, tertip ve tanzim etmek anlamlarına gelebilen “yasa”, “yasadı” kelimelerinin birkaç yerde geçmesinden hareketle, Türk dilinde Moğollardan önce de kullanıldığını inkar etmemiz imkansız görülmektedir. N. Yüce’nin Mukaddimetü’l-edeb’de geçen 3506 kelimeden 2908’inin Türkçe, 598’inin yabancı dillerden, bunların ancak beş tanesinin Harezm Türkçesine geçen Moğolca kelimelerden olarak tespit etmesini,[41] “yasa” ve “yasadı” kelimelerinin bunlar arasında bulunmamasını dikkate aldığımızda yasa ve yasamak isim ve fiilinin Türkçe olduğu konusunda önemli bir delil daha elde etmiş olmaktayız. Türk dilinin Moğol diline nazaran daha ileri bir gelişme seviyesi gösterdiği, hatta Moğol dünyasının herhangi bir yerindeki Moğolcanın, bilinen en eski Türk dilinden bile daha geri bulunduğu[42] şeklindeki tespitleri de gözönünde bulundurmak durumundayız. Keza, Türkçeden Moğolcaya geçmiş çok sayıda medeniyet ve askerlikle ilgili kelimeler Türklerin Moğollara nazaran kültür üstünlüğünü ortaya koymaktadır.[43]

Bu çerçevede, Büyük Selçuklu saray teşkilatında ise “yasacı” adlı bir görevliyle karşılaşmaktayız. Saray kapılarını muhafaza, hükümdar-hükümet arasındaki evrak ve defterlerin teatisini sağlamak üzere yetiştirilerek tayin edilen, “hâcib”[44] ismiyle bir hayli memuru bulunan Ağacı’dan “hâcibü’l-hüccâb” sonra, sarayda en büyük vazife sahibi olarak “yasacı” adlı memuru görmekteyiz. Yasacı’nın maiyyetinde yirmisi altın ve yirmisi gümüş asalı hademelerin bulunması, elbise ve eşyalarının mutlak surette muhteşem olması icap etmekte, aksi takdirde değiştirilmesi gerekmekteydi.[45] Yasadan müştak “yasamişi” tabiri ise, yapmış, derdest etmiş, hüner sarf Etmiş, icat eylemiş; nazm, tertip, tanzim ve idare etmek, nizama koymak manalarına gelmektedir.[46]

Ögel’e göre “yasa ve yasak” Anadolu’ya İlhanlı çağında Doğu Türklerinin kültür çevresinden intikal etmiş, Osmanlılarda çok rastlanan “yasak tutma, han yasağı, hak yasağı” ile idam için kullanılan “yasak değdürme, yasak yetürme” sözleri, Oğuzlaşmış ve Oğuz geleneklerine göre söylenegelmiştir.[47] Fâtih’in Uzun Hasan’a karşı muvaffakiyeti üzerine 1473’te Karahisar’da Uygur alfabesiyle yazdırmış olduğu yarlığda geçen “yasap” ifadelerinden yasa kelimesinin tertip etmek, yapmak anlamında kullanıldığı görülmektedir.[48] Yasa ve ilgili kelime ve tabirlerin İlhanlı menşeli olarak gösterilmesi,[49] netice itibarıyla, bunların temelde Türkçe ve Türk kültürünün birer unsuru olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

B. Yasak

Lugat ve tarihi metinlere nazaran, yazılışı umumiyetle “sin” ile, “yasak” veya sondaki kaf’ın gayın’a tebdili suretiyle “yasağ” şeklindedir.[50] Evliya Çelebi (ö. 1684) Seyahatnamesi’nin müellif nüshasında, bu tabirin bir kez “sin”, altı kez de “sad” ile yazılmış olduğunu görüyoruz.[51] Ebû İshakzâde Esad Efendi’nin (ö. 1753) Lehcetü’l-lugât adlı eserinde yasak, Evliya Çelebi’de olduğu gibi “sad” ile yazılmıştır.[52] Meninski’nin de yasak tabirinin gerek sin gerekse sad ile şeddesiz ve şeddeli olarak gelişiminden söz ettiği bilinmektedir. Yasa; usûl, kaide, nizam, kanun, tanzimat, siyaset, kısas, men, nehy, zecr, memnuniyet, memnu, kanun ve nizamla men olunmuş, nehy zımnında tenbih,[53] ferman, buyruk, töre, kural; memnuiyet, tertibat, tabiye, ödev olarak verilen iş[54] anlamlarına gelmektedir. B. Ögel, Osmanlıların, Harezm Türkçesinden geldiğini söyleyerek yargu sözünü yasak karşılığı olarak tuttuklarını iddia ederse de bunu tevsik edecek herhangi bir belgeye dayandırmaz.[55] Ş. Sâmî, bu kelimenin yasag şeklini, Türkçe “yasak”ın Farsçaya geçmiş hali olarak nitelendirir.

1437 yılında derlenmiş olan Ömer b. Mezîd’in Mecmû’atü’n-nezâ’ir adlı eserinde yasak kelimesinin “yerine yetse gerek han yasağı” ve “erişelden berü yazun yasağı” örneklerinde olduğu üzere iki kez yasa, düzen anlamında geçmekte olduğu görülmektedir.[56] Fâtih’in Uygur alfabesiyle yazılı 1473 tarihli bir yarlığında geçen “yasak-ka tegürdük” ibaresinde geçen yasak tabiri cezasını vermek anlamındadır.[57] Yine aynı dönemde kullanıldığı görülen “yasağ-ı padişahî”[58] tabiri ise, Tursun Bey tarafından “siyâset-i sultanî ve yasağ-ı padişahî dirler ki, örfümüzde ana örf dirler”[59] şeklinde ifade olunmaktadır. Buna göre örf ile yasağ-ı padişahi eş anlamlıdır.[60] “Eski akçe ve gümüş yasağı”, “yasâğ nişân-ı hümâyûnu”[61] şeklinde vesikalarda gördüğümüz ibareler de bu mealde ele alınmaktadır.

B. Ögel, “yasak”ın aynı zamanda eski Türklerden Osmanlılara geçen vergilerden biri olup, “yasak vergisi” adıyla onda bir alınan öşür olduğunu belirtir.[62] “Yasak”ın bir vergi adı olarak kullanımına XIV. yüzyıl ortalarında (1347-1365) zamanın hükümdarı Tokluğ Temür’e yazıldığı anlaşılan bir Uygurca metinde de rastlıyoruz.[63]

Mesâlihi’l-Müslimîn adlı eserde geçen yasak ve yasağ tabirlerinin umumiyetle günlük yaşama ve giyim-kuşama ilişkin konularda kullanıldığı görülmektedir. Ayrıca, “öte yaka Türklerine yarak lâzım degildür anlara yasak gerekdür meger İznikmid Türklerine yasag olmaya” ibaresinden yarak tabirinin, silah bulundurma serbestiyeti, yasak tabirinin ise silah bulundurmama olarak algılandığı anlaşılmaktadır.[64] Yine bu eserde yasak-yasağ tabirleri aşağıda belirtilen konularda defaatle geçmektedir: Koyun eti satılan yerde keçi eti bulundurulmaması gereği hususunda muhtesibin “muhkem yasak” eylemesinin lüzumu; seferde yeniçeriler Müslümanların beygirlerini alarak onların geçimlerini engelleyip beddualarına muhatap olduklarından, maişetleri hayvanlarına bağlı olan saka ve hamalların beygirlerinin yeniçeriler tarafından alınmasının yasag olması, ihtiyacı olanların beygir satın almaları, halkın ise bu konuda maişetleri dışındaki beygirlerini satmaları hususunda yasağa tabi tutulmaları;[65] “evvel zamanda dilenciler her gün dilencilik iderlermiş ekâbir âciz kalmışlar sonra yasağ itmişler ki dilencileri bir dûşenbe güni bir pencşenbe güni sâyillik itsünler deyü yasağ itmişler dahı ol yasakdır… mülâzimîn dahi sonra bu yasakdan gâyetle hazz iderler”; “muhtesib yasağ idicek her kişi furunun müslimana virür”; “yasağ eylemek gerekdür ki yaraksız olan hizmetkâra siyâset gerekdür”; “ve dahi rencber gemileri ham yemiş taşımakdansa yasağ olsa ki meyva tamam kemâliyle olmayınca koparup şehre getürmeseler, muttasıl şehre odun taşısalar odunun çekisi dörder akçeye olırdu”.[66]

Hasan b. Mahmud Bayatî’nin Câm-ı Cem-Âyîn adlı eserinde Hz. Nuh’un oğlu ve Türklerin atası olarak gösterilen Yâfes’ten sonra sıralanan Osmanoğullarının soy kütüğü arasında Çemendür’den sonra Yasak adlı bir beyden söz edilmektedir. Bu beye bu adın verilmesi, haraç veren ahaliden birtakım tarikatlere mensup olanlara zulmedenlere “Yasak olsun” diye buyurulurken dünyaya geldiğindendir.[67] Bayatî’ye göre bu kişi bey olunca, adaletli ve yiğit olduğundan asla gazadan geri kalmamış, Abbasi Halifesi Mansur’a armağan yollamış, ondan gelen teşrifat kaftanı ile itibarı yükselmiş, kırk yılı aşkın süre beylik edip yetmiş yıl yaşadıktan sonra hicretin 751 yılında ölmüştür.

C. Yasakname

Yasakname tabirinin talimat, yönerge, yönetmelik gibi anlamlara geldiği anlaşılmaktadır. Şöyle ki, Kânûnî Dönemi’ne ait bir kanunnamede “ve ümerâya verilen yasaknâmelerden ve re’âyâ içün yazılan kânûnnâmelerden ve mu’âfnâmelerden yüz yirmişer akçe alına”[68] şeklinde geçen ibarede ümera için yazılan yasakname onların yönetim alanlarında dikkat edip uygulayacakları kanuni hüküm ve kuralları ifade etmektedir.

D. Yasaklu

Belirtmemiz gereken önemli bir terim de “yasaklu”dur. F. Giese tarafından neşredilmiş olan Anonim Tevârîh-i Âlî Osman’da h. 797 yılında geçtiği belirtilen bir konudan, bu tabirin adaletli, adaleti gözeten, uygulayan

ve sağlayan, kamu düzenini sağlayan gibi anlamlar ifade ettiği anlaşılmaktadır. Eserde, Yıldırım Bayezid Han’ın “gâyet yasaklu” yani adaletli bir padişah ve “kimesneyi kimesnenün bir habbesine yoklatmaz” yani el dokundurtmaz[69] olduğu belirtildikten sonra konu bir olayla açıklanır.[70]

Çağatay ve Cucilerde (Çoçi) “yasaklı” tabir olunan askerlere gelince, bunları bütün işi askerlikten ibaret olan kimseler olarak gösteren Togan, bu sistemin askeri timar usulü ile bütün hususiyetleriyle Osmanlılara geçtiğini belirtmektedir.[71] Ali Şir Nevaî’nin, “yasağlıg denilen kara cerig” dediği yağmacı ve hayvanlık yönü ağır basan, insani tarafları az olarak gösterdiği bu askerlerin, Doğu Türk ve Moğol ordularının esas kitlesini oluşturmakta olup, beğlerin hizmetinde görev yaptıklarını görüyoruz. Togan bu zümreyi Osmanlılardaki yörükler mukabili olarak gösterir.[72]

E. Yasakçı

Yasak kelimesine isimden isim yapma eki olan -cı ekinin ilavesiyle ortaya çıkmış olup, resmi görevlilerin önünden geçip herkesin ona yaklaşmasını ve geçiş yolu üzerinde durmasını yasak eden kimse, yaver; sefir ve konsolos ve saire muhafızı, kavas[73] anlamında kullanıldığı gibi; yalın olarak muhafız, bekçi, koruyucu, zabıta memuru[74] anlamlarını da ifade etmektedir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin müellif nüshasında yasakçı tabiri bir kez sin ile altı kez de sad ile yazılmış idi. Meninski ise bu tabirin şeddeli olarak sad ile “yassakçı” şeklinde yazılışını da kaydeder.[75] Yasakçı yerine “yasak kulı” tabiri de kullanılmıştır. “Bir konsolosun yanında yasakçılık ediyor”, örneğinde olduğu gibi, “yasakçılık” yasakçı sıfat ve hizmetidir.[76] Yasakçıbaşı ise, baş muhafız, zabıta amiridir.[77] Mesâlihi’l-Müslimîn müellifi, XVII. yüzyıl ortalarında yasakçılar ile ilgili olarak, kendisine fukaraya tevzi edilmek üzere verilen akçeler dolayısıyla, ihtiyaç sahipleri ve yasakçılarla bir araya geldiğini, yasakçılara ayak altında kalmasınlar diye önce âmâ ve yaşlıları getirtip onlara akçe verdiğini kaydeder.[78]

Bu çerçevede; Yasağ itmek: Buyurmak, emretmek, ferman çıkarmak; Yasağa degürmek veya yetürmek: Cezaya çarptırmak; Yasama: Salma vergi; Yasamak: Düzenlemek, kararlaştırmak, kurmak, hazırlamak, yığmak, tahşid etmek, yamyassı yatırmak, yere sermek, yaymak; Yasandırmak: Kurulu yayı açtırmak; Yasanmak: Meyletmek, dayanmak, niyetlenmek, tasarlamak, karargah edinmek; Yasatmak: Yaptırmak, kurdurmak, düzenlettirmek[79] anlamlarına gelmektedir. Bunların dışında yasa ve yasak ile birleşik olarak kullanılan tabirler de tarih boyunca karşımıza çıkmaktadır. Bunlara örnek olarak; Tanrı yasağı, han yasağı, muhkem yasak, yasadı halkını, yasadı leşkeri, kale yasadup, yasağa yetme, yasağa yetürme, yasağa değdirme gibi tabirleri gösterebiliriz. Yasmak ise, yayı çileden boşandırma anlamında kullanılan bir tabirdir.[80] Belirttiklerimizin dışında “yasama defterleri” tabirinden de söz edilmektedir ki bunlar; has, timar ve zeametlerin mahal ve mevkilerinin tayin edilip, alınacak öşrün belirlenmesi ve tahsili ile bunun gibi vergilerin çeşit miktar ve istifa tarzıyla ilgili bilgilerin kaydedildiği nizam defterleridir.[81]

F. Yasavul[82]

Yasavur[83] olarak da kullanılır.[84] Karakol[85] yani gece askeri, nöbetçi asker; nigehban yani bakan, muhafaza eden, muhafız, bekçi,[86] yolun muhafazasına memur alay çavuşu, yol hasekisi[87] ve koruyucu, muhafız[88] kavramlarını ifade eder. Ş. Süleyman Efendi’nin Lugat’inde yasakçı; yasak memuru, muhafaza memuru, kavas mukabili olarak gösterilmekte ve Orta Asya’da “yatak ve değnek ile hidmet-i mîrîde gezerler” şeklinde tavsif edilmektedir.[89]

Hive hanlığında yasavul, jandarma demek olup ellerinde ucu bakır kaplı değnek taşırdı. Türkistan’da hassa yani maiyyet askeri kumandanıydı. İlhanlı askeri teşkilatında, kurultayda, toylarda vazife sahibi olan ve asker sınıflarını tanzim ve mevkilerini tayin eden, harp zamanı askerin konak yerlerine konmasını temin eden hizmetlidir. Yasavulların ellerinde “çop-ı yasak” denilen birer sopa bulunurdu. Nitekim Olcaytu tarafından Anadolu’ya gönderilen Emir Çoban, muharebede tekasül gösteren emirlere çop-ı yasak vurdurmuştu. Yine Olcaytu zamanında yasavul, harpte ordu erkanının, toylarda ise davetlilerin mevkilerini tayin eden, töreye vâkıf, ordu müfettiş ve teşrifatçısı olup, yasavulların başında ise Emir Yasavul bulunmaktadır.[90] Saray görevlilerinden olan Emir Yasavul’un, vergi tahsilatı yaptığı, vergilerin gelmemesi üzerine durumu yerinde öğrenmek ve tahkik etmekle görevlendirildiği de görülmektedir.[91] Bu görevlinin Olcaytu’nun öldüğü 1316’da görüldüğü üzere haddi aşan miktarda cebren vergi tahsil etmesi de mümkün olabilmekteydi.[92] Moğollar zamanında, “yasavulîler” adlı bir sosyal grubun mevcudiyeti de bilinen bir husustur. Yasavul vazifesini “re’s-i nevbe” yani askeri kıta, garnizon, bölük kumandanı ismiyle ilk defa Memlûklerde tatbik eden Melik Zahir Baybars olmuştur.[93]

Akkoyunluların da yasavul yani teşrifatçı, yasakçı, muhafaza memuru vazifesini gören saray görevlisi mevcuttu.[94] Yasavul adlı görevliler, han sarayının ve saray kapılarının koruyucuları olarak Kırım’da da görülmekte, bunlar hanlık hazinesinin gelir kaynaklarından birini dolaylı olarak oluşturmaktaydı. Bu gelirler, Moskova Knezliği elçilerinden aldıkları saban gümrüğü adı altındaki vergiler idi.[95] Yasavul, Türkmencede ise “arçın” yani han-hükümdarın fermanlarını halka uygulayan kimseyi karşılamaktadır.

Yasavul tabirinin Osmanlı askeri teşkilatı içerisinde de mevcut olduğu görülmektedir. Otlukbeli Savaşı dolayısıyla İbn Kemâl tarafından kaydedilen “serhengler her tarafa âheng idüb leşkere ceng tertîbini virdiler, atluya ve yayaya yasağ oldı, dirildiler ve yarağa girdiler; yasavullar sağda ve solda yürüyüb asker kulı ve nökeri kol kol yasadılar… atlu ve yayak, pür-yarağ u yasak bir yere hâzır olub cidâl u kıtâle ikbâl idub âheng-i cenge nâzır oldılar”[96] ibareleri ile, XVII. yüzyılın başında yazılmış olan Zafer-nâme’de, sefere çıkan ordudan bahsedilirken geçen “sokaklara dolub çârsû-yı şehr-i İstanbul cûs u hurûşile pür olub önce giden çavuş ve yasavullarun, durma yürü ya savulları âvâzesi”[97] ibaresi bu zümrenin varlığına işaret etmektedir. Hoca Sadeddin Efendi’nin eserinde de yasavul tabirinin kullanıldığını görmekteyiz. Gedik Ahmed Paşa 1471-1472’de Alâiye’ye yürüdüğünde karşı tarafa, savaşırlarsa topraklarının çiğneneceğini bildirir ve ekler: “Aklı varsa sözü dinler, devletli sultanın kapısında kul ve yüce otağın eteğinde “yasavul” olur.”[98] Burada yasavulun, otağ-ı hümayun çevresinde görev yapan padişaha yakın görevliyi ifade ettiği görülmektedir. B. Ögel, buraya kadar belirttiğimiz yasakçı, yasavul ve yasak kulu, yol yasakçısı gibi tabirlerin İlhanlı çağında Anadolu’ya gelmiş olabileceğini kaydeder.[99] Eski Türkçe ve Orta Türkçe sözlüklerde görülmeyip ilk defa XII. yüzyılda, Mukaddimetü’l-edeb’de gördüğümüz şu kelimeleri de konumuzla ilgileri olabileceği kanaatiyle burada belirtiyoruz. Bunlardan biri olan “yasuksuz”[100] kelimesi “geçitsiz” anlamında, “yığaklu” ve “yığaksuz” kelimeleri ise haram, yasak ve helal, mübah anlamlarında bir çok yerde kullanılmaktadır.[101]

G. Yezek-Yazuk

Yezek, ilk kez “yizek” şeklinde askerin önde giden bölüğü, öncül anlamında Dîvânu Lugati’t- Türk’te geçmektedir.[102] Bu kelimenin yine, “yezek” şeklinde, öteki Türk-İslam devletlerine ve Araplara geçerek geniş ölçüde kullanılmış olduğunu da biliyoruz.[103] Yezek, “mukaddimetü’l-ceyş” yani ordunun öncü birliği manasında olup, daima askerlerin ilerisinde giden süvarileri ifade eder. Türkistan’da bunlara “karavul” denilmiştir. Osmanlı ıstılahında çarha ve çarhacı, çarkacı mukabilidir. Bekçi ve pasbana da yezek adı verilmiştir, bu kelime casus manasına da gelir. Yezek ayrıca, İlhanlılarda pişdar kumandanı ile ordudan ayrılarak düşman ahvalini keşf için ileri gönderilen pişdar, muhafız ve casusa verilen ad olup Moğollardan alınma olarak gösterilir.[104] Ne var ki bu kelimenin Dîvânu Lugati’t-Türk’te geçmesi, bu görüşü çürütmektedir. Bu noktada, Karahanlı Türkçesinde gördüğümüz “t-d” ve “k-g” dalgalanmaları gibi “z-s” dalgalanmasını[105] ve Divanu Lugati’t-Türk’te yezek kelimesinin geçişini dikkate aldığımızda, “yezek”in önce yesek daha sonra da yasak şekline dönüşerek kullanıldığını ve bu haliyle Moğolcaya ve İlhanlılara, daha sonra da onlardan bize, yasa- yasak şeklinde intikal etmiş olduğunu da düşünebiliriz. Karavul tabirinin yukarıda yezek karşılığı olarak, Türkistan’da kullanıldığını belirttiğimiz haliyle; ileri gözcü kuvveti anlamında Osmanlılar tarafından da kullanıldığını görüyoruz.[106] İlhanlılar Devri idari teşkilatına dair Nasirüddin Tusi’nin bir eserinde de geçmekte olan “yezek” tabiri, padişahın askerlere karşı dikkat etmesi gereken dört şartın birincisini teşkil etmekte, bu ise askerlerin elbise, silah ve hayvanlarının temin edilerek “yezek”te tutulmasıdır.[107]

Türkçemizde kusur, hata etmek ve ihmal etmek anlamına gelen “yaz”[108] ile suç, günah anlayışının en eski karşılığı olan “yazuk”[109] veya “yazık”, “yazuksuz” tabirleri, yine bununla irtibatlı olarak suçlu, günahkâr anlamına gelen “yazuklıg”, “yazıklı”, yine bu çerçevede “yazık kılma” gibi tabirlerin, “yezek” ve “yasak” ile olan münasebeti de ayrıca incelenebilecek bir husustur. Nitekim, “yazuk”un “yasok” şeklinde de geçmesi,[110] bu münasebetin varlığına bir işaret sayılabilir.

Yakutlarda mükâfât tanrıları arasındaki ilahe olan ve ismet yani iffet, namus, günahsızlığın en büyük müeyyidelerinden biri olarak gösterilen Ayzıt için yapılan yaz bayramında, yaz ayinini icraya memur olan Ak Şaman’ın kopuzuyla gelerek günahsız, ismetinde kusur olmayan dokuzar genç kız ve delikanlıyı seçip sağlı sollu dizerek önlerine geçip, kopuz çalıp ilahiler okuyarak bunları Ayzıt’ın üçüncü kat gökteki sarayına götürmesi, kapıya geldiklerinde burada kendilerini ellerinde gümüş kırbaçları bulunan Ayzıt’ın “yasakçılarının karşılaması, bu yasakçıların ismete dair günah işlemiş olanlar varsa onları geri çevirmeye ve Ayzıt’ın sarayına yaklaştırmamaya memur kimseler oldukları şeklindeki bilgiler de belirttiğimiz hususu destekleyici mahiyette görülmektedir.[111]

Hukuk ve idare tarihi açısından son derece önemli olan yasa ve yasak gibi tabirlerin, Türk ve Moğol devlet geleneği ile Türk kültür ve medeniyeti tarihi içerisindeki yerini, ayrıca Müslüman-Türk devletlerindeki konumu ve önemini bilmenin ne derece lüzumlu olduğu hususu izahtan vârestedir. Yukarıda belirtilen tabirler ile doğrudan ve dolaylı olarak alakası olan yat, yat yarag, yarağlığ, yatak, yatgak, yatakçı; sak, sakçı ve sak sak; savmak, savul, savur kelime ve tabirlerinin de incelenmesinden ortaya çıkan sonuçları mütalaa ettiğimizde şunların ön plana çıktığını görürüz:

Yasa ve yasak tabirlerinin tarih sahnesine ilk defa Cengiz Han ve Moğollarla birlikte ortaya çıkmış olup XIII. asrın ortalarından itibaren Türkçeye girdiği şeklindeki mütearife reddolunarak; Kültegin kitabesindeki “öd Tengri yasar” ibaresini doğru okunmuş kabul ettiğimiz taktirde, yasa-yasak tabirinin, ilk kez Orhun Âbidelerinde görüldüğü, eskiden beri kullanıldığı ve “yasamak” kökünden geldiği vurgulanmıştır. Orhun Âbidelerindeki ifadenin “yaşar” olduğu kabul edilse dahi, “yasa”nın, ilk kez VIII. yüzyılda egemenlik süren Uygur Hakanı Bögü Han zamanında yazılmış bir Uygur yazısında düzen ve kanun, Zemahşerî’nin Mukaddimetü’l-edebi’nde ise hazırlama, düzenleme anlamında geçmesi dikkate alındığında Moğolca ve Cengiz Han’dan itibaren çıktığı düşünülemez. Yasak kelimesi Türkçeden Moğolcaya “casak” şeklinde geçmiştir. Makalemizde, “casak”ın Türkçede y ile başlayan ve Moğolcaya c ile geçen diğer bazı tabirlerde olduğu gibi Türkçeden Moğolcaya geçerek oradan teammüm etmiş olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Moğolcadaki “carlık” da aynı şekilde Türkçe “yarlığ”dan gelmektedir. Kuman ve Kıpçakça gibi Türk şivelerinde de “y” sesinin “c” ve “j” ile yer değiştirebildiği dikkate alındığında yukarıdaki izahın geçerliliği anlaşılacaktır. Moğolların Gizli Tarihi’nde “casak”, “casaul”, “casaktan” ve “casahlacu” tabirleri c’li olarak ve yalnızca birkaç yerde geçmektedir. Türk dilinin Moğol diline nazaran daha ileri bir gelişme seviyesi gösterdiği gerçeği ile Türkçeden Moğolcaya geçen çok sayıda medeniyet ve askerlikle ilgili kelimelerin bulunması, Türklerin Moğollara nazaran kültürel üstünlüğünü ortaya koymaktadır. Ayrıca, Cengiz’in, hakimiyeti altına almış olduğu Uygurların Moğollara yazı öğretmelerini isteyip, büyük yasasını Uygurlara hazırlattığı yönündeki bilgiler dikkate alındığında yasa ve Moğollar arasında doğrudan bir eşleme yapılması doğru olmamaktadır.

Cengiz ile birlikte ortaya çıktığı iddia edilen yasa kavramının Moğollarda tedrici bir şekilde birkaç aşamada teşekkül etmiş olduğu görülmekte, bu ise, Moğolların “yasa”yı ortaya çıkarmalarının mümkün olmadığını, aşiret anlayışından büyük devlet anlayışına geçerken doğru orantılı olarak Türklerden aldıkları yasak “casak” kelimesine artan ve genişleyen biçimde anlamlar yüklediklerini göstermektedir. Cengiz yasasının yazılı olarak ortaya çıkışı da geniş hudutlu bir devletin kurulmasından sonra oluşan ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Büyük Selçuklu saray teşkilatında “yasacı” adlı bir görevlinin bulunması, Nizamülmülk’ün Siyâsetnâmesi’nde bu kişinin elbisesi, eşyaları ve maiyetindekilere ilişkin olarak verilen bilgiler, yine Moğollardan önce bu tabirin varlığının göstergesidir. Ayrıca, “yasacı”nın, Karahanlılarda “yatgak” adı verilen saray muhafızlarına mümasil görevlerde bulunduğu anlaşılmıştır. Keza Moğolcadaki “casaul” yani “yasavul” tabirinin de hizmet itibarıyla Karahanlılarda karşımıza çıkan muhafızlar ile Selçuklulardaki “yasacı”nın fonksiyonlarını icra ettiği görülmüştür. Yasa-yasak, Osmanlılar zamanında da kullanılmış kavramlar olup, Türkçe kelimeleri esas alan ilk Türkçe sözlük olan Ebu İshakzâde Esad Efendi’nin Lehcetü’l-lugât adlı eserde de geçmekte, Osmanlılarda daha çok yasak tabirinin kullanıldığı görülmektedir. Bu çerçevede “yasağ-ı padişahî”, Osmanlı idare ve hukuk literatüründe “örf” veya “örfî hukuk” demek olup, ayrıca yasakname, yasaklu, yasakçı, yasavul, yasama defteri gibi tabirler de kullanılmıştır. Moğollarda görülen “jasagul”, “yasavul”un, Büyük Selçuklulardaki “yasacı” gibi muhafaza görevinde bulunduğu; ancak, altın ve gümüş asalı yasacıya mukabil, bakır uçlu değnek yani çöp-ı yasak taşıdığı görülmektedir. Akkoyunlularda da teşrifatçılık, yasakçılık ve muhafızlık yapan yasavullar mevcuttu. Kırım’da ise yasavulların Büyük Selçuklularda olduğu gibi saray muhafızlığı yaptığını görmekteyiz. Osmanlılardaki yasavullar, savaşta askeri tertibatı ve düzeni sağlayan, askerleri “yasa”yan yani hazırlayıp düzenleyen görevliler olup, sefer yürüyüşü esnasında ordunun önünde öncü kuvvet olarak talimat verdikleri de görülür. Sultanın otağı çevresinde görevli olan Osmanlı yasavullarının, bu açıdan bakıldığında, İlhanlılar zamanındaki yasavul ile aynı vazifeyi yürüttükleri anlaşılmaktadır. Ancak, yasak ile irtibatlı olduğu ve sonradan değiştiği anlaşılan yezek- yizek tabiri, askerin önde giden bölüğü anlamında Divanu Lugâti’t-Türk’te geçmektedir. Yezek ile yasavulun fonksiyon itibarıyla aynı kimse olmaları münasebetiyle yasavulun da Türk kültürü temelli olduğu anlaşılır. Diğer Türk-İslam devletleriyle Araplara da geçmiş olan yezek tabirinin Karahanlılar Dönemi’ndeki yatgak, Selçuklular Dönemi’ndeki yasacı ve yasak tabiriyle ilintili olduğu görülmekte, “yizek”in önce yezek, sonra da yasak şekline dönüşmüş, hatta yazuk ve yazık tabirleri ile ilgisinin olabileceği anlaşılmaktadır. Sak, sak sak ve sakçı gibi Türkçe kelimelerin, yasak ve yasakçı, savul ve savur gibi kelimelerin ise yasavul ve yasavur ile ilgisi olabileceği düşünülmektedir.

Yrd. Doç. Dr. Mehmet CANATAR

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 2 Sayfa: 929-937

TARİH : Türk Dünyasında Hazarlar


Tarihte Museviliği kabul etmiş ilk ve tek Türk devleti…

Hazar İmparatorluğu

Hazarların Batı Hun Devletinin yıkıntıları üzerine devlet kurdukları ve Göktürk İmparatorluğu’nun batı kolu olarak gelişme gösterdikleri düşünülmektedir.

Hazar ismi ilk defa 558’de Sasani-Sabar savaşlarında geçmekte, 586 yılındaki Bizans kaynağında ise artık iyice tanınırken aynı zamanda Türk adı ile de anılmaktaydı. Sasanilerle sürekli savaş halinde olan Hazarlar, Bizans’la daha olumlu ilişki halindeydi.

Hazar İmparatorluğu’nun en önemli özelliklerinden biri tamamen siyasal nedenlerle Museviliği din olarak benimsemeleridir. Halka din konusunda baskı yapmadıkları için İslam ve Hıristiyanlık da yayılmıştır.

Hazarların yaşadıkları bölge canlı bir ticaret merkezi konumundaydı. Hazar ülkesi önceleri Terek nehri boylarında iken sonra ağırlık merkezi Aşağı İtil boyuna kaydı. Burası İtil, Yayık, Don ve Kuban gibi dört büyük nehrin havzasını teşkil ediyor aynı zamanda devrin en önemli ticaret yolları üzerinde bulunuyordu. Bu yollardan en önemlisi İtil (Volga) nehrinin kendisi idi; İslam dünyası (Suriye, Irak, İran ve Türkistan) ile Çin ve İskandinavya arasındaki ticaret faaliyeti buradan geçiyordu. Aynı şekilde Harezm’den Aşağı İtil boyuna ve oradan da Karadeniz sahillerine giden Kervan yolu da gidiyordu.

Hazarlar, 5.yüzyılda, Attila’nın 434 yılında Hun imparatoru olması üzerine bir süre Hunlara tâbi olmak zorunda kalmışlardır. Ancak Attila’nın ölümünden sonra dağılan Hun İmparatorluğu’ndan ayrılan Hazarlar, yeniden Sasani topraklarına saldırmaya başlamışlardır. Bu durum karşısında Sasani imparatoru, Bizans’tan yardım istemek zorunda kalmıştır. Bundan sonra Hazarlar ile Sasaniler arasındaki savaşlar 558 yılından itibaren sürekli olarak devam etmiş ve Sasani hükümdârı Derbent ve Kafkasya’daki geçitlerde bir dizi kaleler inşa ettirmiştir. 5. yüzyılda ortaya çıkan Avarlar da bir süre Hazarları hâkimiyetleri altına almışlardır. Sasani hükümdârı Anuşirvan, Hazarlara karşı Derbend (Bâb el-Ebvâb) kalesini yaptırmıştır.

İyice kuvvetlenen Hazarları yenemeyeceğini anlayan Anuşirvan onlarla dost olma yoluna giderek, onlardan gelecek tehlikeleri önlemeye çalışmıştır. Hazarlar, 626-627 yıllarına doğru Bizans imparatoru Herakleios’la anlaşmaya varıp kumandan Çorpan Tarhan önderliğinde, Aras Nehri’ne kadar bütün Kuzey Azerbaycan’ı ele geçirerek bazı Ermeni kitlelerini egemenliği altına almışlardır. 628 yılında kış mevsiminin başlaması yüzünden o yıl alınamayan Tiflis, ancak 629 yılında Hazar kumandanı Çorpan Tarhan’ın başarıyla yürüttüğü harekat neticesinde Hazar Yabgusu tarafından zapt edilmiştir. Böylece Sasaniler artık büyük bir devlet olmaktan çıkarılmış ve Hazar Hakanlığı, İran karşısında Bizans’ın en iyi müttefiki haline gelmiştir. Hazar devletinin yükselme döneminde sınırları Batı Göktürk İmpartorluğu’nun batıda en uçta kalan noktalarıydı: Kırım, Kafkasya, Dinyeper, Don Nehri ve Volga arası ile Hazar Denizi çevresidir.

Hazar tarihinde Araplarla mücadele büyük bir yer tutmaktadır. Arap ilerleyişi Kafkaslarda durdurulmuştur. İslam İmparatorluğu’nun en kuvvetli devrinde Hazarlar’ın Araplar’a karşı gösterdiği mukavemet, bu Türk devletinin gerçekten güçlü bir oluşumda olduğunu gösterir. Zira, İslam kaynaklarından anlaşıldığına göre söz konusu bu devlet Çin ve Bizans ile aynı ayarda ve Doğu Avrupa’nın en büyük siyasi kuruluşu teşekkülüdür.

Hazar Devleti’nde iç düzenin bozulması, devletin asker millet yapısından zaman zaman çıkması ve doğudan gelen Peçenek hücumları devletin zayıflamasına neden olmuştur. 865’te Rus Prensi Svyatoslav Don boyu ve Kuban bölgesini, Tamatarhan şehrini işgal etmiş, arkasından da Kuman-Kıpçaklar, Hazarlar’ın Harezm ve Türkistan ile bağlantılarını kesmiş ve ticaret faaliyetlerini tamamen durdurmuştur.

Sonuç olarak Kuman-Kıpçak baskısı altında Hazarlar XI. Yüzyıl içinde kaybolup, gittiler. Bugün Avrupa’da Yahudi dinine mensup olan Karaim Türkleri ve Kafkaslar’da yaşayan Karaçaylar’ın Hazar kalıntıları olduğu sanılmaktadır.

Kaynakça
Hazarlar, Prof. Dr. Ahmet Taşagil,
https://ahmettasagil.files.wordpress.com/2010/10/hazarlar.pdf,
16 Türk Devleti, Sinan Yağmur, Hayy Kitap
Türk Tarihi ve Kültürü, Dr. Yılmaz Gülcan, Alfa

BİLGETÜRK

TARİH : Türk Dünyasında Harzemşahlar


Hazar Denizi’nin Kıyısından Türk Devleti Harzemşahların Hikayesi…

Harzemşahlar

Ceyhun ırmağının Aral gölüne döküldüğü yerin güney kesimleri Harzem adıyla anılmaktadır. Yıllardan beri burada hüküm sürenlere Harzemşah denilmiştir.

Harzemşahlar devletini kuranlar Anuş Tekinin soyundan gelmektedirler.

Harezm bölgesinde Büyük Selçuklu Devletine bağlı olarak merkezden atanan valilerle yönetilen bu eyalet Anuş Tekin zamanında serbest yaşamaya başlamışlardır. 1128’de Harezm valisi olarak atanan Atsız döneminde yarı bağımsızlık kazanmıştır. Anuş Tekin’in oğlu Kutbeddin Muhammed, Selçuklulara bağlı kalarak, "Harezmşah" unvanı ile bu bölgenin valiliğini üstlenmiştir.

Atsız 1141’de Büyük Selçuklular sultanı Ahmed Sencer’in Katvan Savaşında Karahitaylar tarafından bozguna uğratılmasından istifade ederek Selçuklulara karşı isyan etmiş ve 1142’de Horasan’a saldırarak Merv ve Nişabur’u işgal etmiştir. Ancak 1143 ve 1147’de Ahmed Sencer Atsız’a karşı cezalandırıcı seferini düzenlemiş ve ikinci seferde Atsız yönetim merkezi olan Urgenç’i kaybederek teslim etmiştir. Atsız ve İl Arslan devirlerinde hem Irak Selçukluları hem de Kara Hıtay ila mücadele edilmiştir. Nitekim İl Arslan, Sultan Sencer’in ölümü üzerine bağımsızlığını ilân etmiştir.

Harzemşahların en parlak devri İl Arslan’ın oğlu Aleaddin Tekiş zamanına denk gelir. Harzemşahların en büyük hükümdarı olan Tekiş, önce Karahitayları sonra Selçuklu hükümdarı II. Tuğrul’u yenmiştir. Harzemşahlr sınırlarını kısa sürede Doğu Anadolu’dan Maveraünnehir’e genişletmişlerdir.

Selçuklu devletinin varisi haline gelen Harzemşahlar, Karahanlı ve Karahıtay devletlerine son vermişlerdir. Ancak bu parlak dönem 1220’de Moğolların istilasıyla bitmiştir. Hükümdar Celaleddin uzun süre Moğolları İran’dan uzak tutmaya çalışmıştır. Bu da Anadolu’nun uğrayacağı felaketi geciktirmiştir.

Moğol baskısına dayanamayıp Anadolu’ya yönelen Celaleddin, Aleaddin Keykubat’şa yaptığı Yassı Çemen savaşını kaybederek iyice zayıflamıştır. Celaleddin’in ölümü üzerine 1231 yılında Harzemşahlar tamamen ortadan kalkmıştır.

Kaynakça
16 Türk Devleti, Sinan Yağmur, Hayy Kitap
Türk Tarihi ve Kültürü, Dr. Yılmaz Gülcan, Alfa

BİLGETÜRK

TARİH : Türk Dünyasında Gazneliler


Türk dünyasının önemli devletlerinden Gaznelilerin tarihi…

Gazneliler

Karahanlılardan sonra Orta Asya ile Hint Okyanusu arasında kurulan ikinci büyük Türk devleti Gaznelilerdir. Samanoğulları hizmetinde çalışan ve Herat valiliğine atanan Alp Tekin, bir süre sonra hükümdarına karşı gelerek Gazne’yi almış ve kurduğu devlete Gazneliler denmiştir.

Sebük Tigin ‘in başa geçmesiyle Gazneliler bağımsız devlet hâline geldi. Sebük Tigin bu nedenle asıl kurucu kabul edilir. Bu dönemde hükümdarlığın babadan oğula geçtiği bir hanedanın idaresine girildi. Sebük Tigin’in ölümüyle birlikte tahta oğlu Mahmut geçti. Gazneli Mahmut zamanında, devlet en parlak devrini yaşamıştır.

Gazneli Mahmut, devletin sınırlarını hızla genişletmiştir. Samanoğullarına karşı Karahanlılarla ittifak oluşturarak bu devletin topraklarını paylaştılar. Gazneli Mahmut, Samanoğullarının elinde kalmış olan Buhara, Horasan, Herat, Belh ve Kâbil’i zaptetti. Gazneli Mahmut İran’da bulunan Şii Büveyhoğulları üzerine sefer düzenleyerek Abbasi halifesini Şii tehlikesine karşı korudu. Bu hizmetine karşılık Abbasi halifesinden “Sultan” unvanını aldı. Sultan unvanını kullanan ilk Türk hükümdarı olan Sultan Mahmut, Abbasi halifeleri adına para bastırarak hutbe okuttu. Böylece Selçuklular ve Osmanlılar dönemlerinde de sürdürülecek olan İslam dünyasının lideri ve koruyuculuğu politikasının temelini atmış oldu.

Sultan Mahmut’un yerine geçen I.Mesut, babasının politikalarını devam ettirirken, Horasan’da Gazneliler büyük sorunlarla uğraşıyordu. Bu sorunun başında Selçuklular geliyordu. I. Mesut dönemi bu sorunla uğraşarak geçmiştir.

Gazneliler 1040 yılında Dandanakan Savaşından sonra Gazne şehrinden çekilmişler ve Selçuklular bağımsızlığını ilan etmişlerdir. Dandanakan yenilgisinden sonra toparlanamayan Gazneliler bir süre sonra yıkılmışlardır.

Kaynakça
16 Türk Devleti, Sinan Yağmur, Hayy Kitap
Türk Tarihi ve Kültürü, Dr. Yılmaz Gülcan, Alfa

BİLGETÜRK

TARİH : Türk Tarihinde Avarlar


Avrupa’yı sarsan Türk kavmi Avarlar’ın hikayesi…

Avar İmparatorluğu

Orta Asya’da Juan-Juan olarak bilinen Avarlar Hunlar’dan sonra Avrupa’yı en çok sarsan kavim olmuştur. Arkeolojik bulgu ve kazılar, Avarların Türk soyundan geldiğini ispatlamıştır.

Avarlar, 552 yılında Göktürk Devleti’nin kurulması üzerine, İç Asya’daki yurtlarını terk ederek batıya doğru kaçmışlardı. Önce Kafkasya’da görülen Avarları Bizanslılar Avar-Hun diye adlandırmışlardı. Bizans’la anlaşıp Sabar Devleti’ne son vererek Volga (İdil) Irmağından Tuna’ya kadar olan sahada hakimiyet kurmuşlardır. Göktürklerin baskısı sonucu Onogur (Bulgar) gibi Türk asıllı kavimleriyle birlikte Karadeniz’in kuzeyinden Tuna nehri boylarına kadar ilerlemişlerdir.567 yılında Macar ovasına tek başlarına hakim olmuşlardır. Bu sırada Avarların başında Bayan Han bulunmaktaydı. Avarların bu başarısından sonra Macaristan’ın tamamı tarihte ilk defa olarak tek bir siyasi güç etrafında toplanıyordu. Bu tarihten sonra Avarlar Bizans’a doğru yönelmişler, Selanik’e kadar ilerlemişler ve şehri kuşatmışlardır.626 yılında ise İstanbul’u kuşatarak Bizans’a korku vermişlerdir.

Bu dönemden sonra Avarların zayıflamaya başladığı görülmektedir. 679 yılında Tuna Bulgar Devleti’nin kurulması da Avar devletini sarsmıştır. Batılıların Avarlara karşı yaptıkları din savaşları da zayıflamalarına etkendir.

776-803 yılları arasında bir yandan Frank Kralı Büyük Şarl, bir yandan da Bulgar Hükümdarı Kurum Han’ın Avarlara karşı giriştikleri saldırılar Avar devletinin sonu olmuştur.

Avrupa kavimleri ve özellikle Slavlar devlet yönetimi ve askerlik konusunda Avarlardan çok şey öğrenmişlerdir. Üzengiyi Avrupa’ya ilk defa getirenler de Avarlardır.

Kaynakça
16 Türk Devleti, Sinan Yağmur, Hayy Kitap
Türk Tarihi ve Kültürü, Dr. Yılmaz Gülcan, Alfa
Avarlar, Prof. Dr. Ahmet Taşağıl MSGSÜ Tarih Bölümü,
https://ahmettasagil.files.wordpress.com/2010/10/avarlar1.pdf

BİLGETÜRK

PKK ÖRGÜTÜ DOSYASI : PKK’nın Yurtdışındaki Kuruluşları /// http://www.ozelburoistihbarat.com/teror -dosyalari-13


PKK’nn yurtdndaki kurulular.pdf

AK PARTİ DOSYASI : Meğer Erdoğan Bakınız Hangi Üniversiteyi Bitirmiş.


Şimdi ayıklayın pirincin taşını…

DİPLOMA İŞİ HEPTEN KARIŞTI

Halkın Kurtuluş Partisi’nin (HKP), Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın üniversite diplomasının sahte olduğu iddiasıyla yaptığı başvuruya, savcılıktan tartışma yaratacak bir yanıt geldi.

“Dilekçeyi İşleme Koymama” kararı veren Ankara Cumhuriyet Savcılığı, kararda Erdoğan’ın İstanbul Üniversitesi’nden mezun olduğunu iddia etti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Marmara Üniversitesi’nden mezun olup olmadığı tartışması devam ediyor.

Oda Tv’nin haberine göre, Cumhurbaşkanı seçilme yeterliliği için üniversite mezunu olma şartının ihlal edildiğini öne süren HKP, Erdoğan’ın üniversite diplomasının sahte olduğu gerekçesiyle Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na dilekçe ile başvurdu.

Savcılığın başvuru hakkında “İşleme Koymama Kararı” vermesinin ardından HKP, Anayasa Mahkemesi’ne konuyla ilgili bireysel başvuruda bulundu. HKP başvurusunun avukatlığını YARSAV ve YARGI-SEN’in kurucuları arasında olan eski hakim, Avukat Ömer Faruk Eminağaoğlu üstlendi.

Ancak Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın HKP başvurusu verdiği ret kararındaki bir ifade dikkat çekti.

Savcılık, “Dilekçeyi İşleme Koymama” kararında Erdoğan’ın İstanbul Üniversitesi mezunu olduğunu yazdı.

İşte Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın verdiği o karar:

İRAN DOSYASI : İRAN’DA FAHİŞELİĞE TEKNOLOJİK KILIF /// Telegram ile geçici nikah !


Mobil tanışma sitelerinin revaçta olduğu günlerde İran’da bu uygulamalar üzerinden kurulan gruplarda belli bir ücret karşılığında geçici nikah gerçekleştiriliyor.

İran’da Telegram adlı mobil mesajlaşma uygulamasında kurulan gruplar üzerinden geçici nikah (muta nikahı) yapıldığı belirtildi.

İran’da reformistlere yakınlığıyla bilinen İbtikar gazetesinin haberine göre, söz konusu gruplara üye olanlar, geçici nikah yapmak istediği kişiyi özelliklerine göre kategorilendirilen listeden seçiyor.

Ardından seçilen kişiye "mihr" adı altında, grubun yöneticilerine de "danışman" hizmeti karşılığı belli bir ücret ödenerek 1 saatten 99 yıla kadar nikah yapılabiliyor.

Geçici nikah için 180 TL -1200 TL ödemek gerekiyor

Söz konusu grup üzerinden geçici nikah kıymak isteyen erkeklerin 2 milyon riyal (yaklaşık 180 TL) ila 15 milyon riyal (yaklaşık 1200 TL) ücret ödemesi gerekiyor. Gruba üye olan erkekler için yaş dahil hiçbir şart bulunmuyor. Geçici nikah kıymak isteyen kadınlar ise gruba üye olmak için kimlik bilgilerini ve özelliklerini belirten bir form doldurmak zorunda.

İbtikar gazetesine konuşan bir kullanıcı "Kadınların onurunu korumak için kimlik bilgileri sadece merkezde saklı tutuluyor ve başka hiçbir yerde kayıt altına alınmıyor. Bunun yanı sıra grupta hiçbir kadının fotoğrafları da paylaşılmıyor." ifadelerini kullandı.

7 bin kişiye ulaştı

Haberde, Telegram’daki grubun kurucusunun yaptıkları işi ülkedeki medeni kanuna uygun olarak nitelediği ve kısa süre önce oluşturulan grubun şimdiye kadar 7 bin kişiye ulaştığı da aktarıldı.

Şiiliğin temel öğretilerinden olmakla birlikte Şiilerin bir kısmının tercih ettiği muta nikahı, kadın ve erkeğin belirli bir süre ve ücret (mihr) karşılığında anlaşarak başlattıkları bir evlilik çeşidi olarak İran’daki medeni kanuna göre yasal olarak uygulanıyor.

ARAŞTIRMA DOSYASI /// PROF. DR. MUHARREM KILIÇ : Dünya İnsani Zirvesi : Merhamet Ahlakı İnşa Etmek


Prof. Dr. MUHARREM KILIÇ

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un girişimi ile ilk kez ‘Dünya İnsani Zirvesi’ 23-24 Mayıs 2016 tarihleri arasında Türkiye’nin ev sahipliğinde İstanbul’da gerçekleşti. 173 ülkeden yaklaşık 9 bin katılımcının iştirak etmiş olduğu bu zirve, dünya liderleri ile yaşanmakta olan insani krizlerin mağdurlarını bir araya getirmiştir. Zirve bazı BM üyesi ülke liderleri ve temsilcileri, uluslararası ve bölgesel örgüt yetkilileri, parlamenterler, sivil toplum örgütleri mensupları ve özel sektör temsilcilerine kadar geniş bir katılım profili ile gerçekleştirilmiştir. Bu geniş katılımlı zirve, küresel insani sistemin yüzleşmekte olduğu krizlere yönelik etkin mücadele yöntemlerinin geliştirilmesi, insani yardım çabalarının geleceğine ilişkin gündemin oluşturulması gibi amaçları hedeflemiştir.

Böyle bir zirvenin Türkiye’de gerçekleşmiş olması oldukça anlamlıdır. Zira bu medeniyet coğrafyası, tarihi derinliğinde bütün sömürge güçlerinin kolonyalist emellerine karşı tarihin belirli kırılma evrelerinde hep bir direnç kalesi olmuştur. Yine bu coğrafya, etnik, dini ve kültürel çatışmaların, savaşların ve soykırımların ortaya çıkarmış olduğu sürgünlükler karşısında bir insani sığınak olmuştur. Bu coğrafyanın kalbi olan Türkiye, tevarüs ettiği medeniyet paradigmasının bir gereği olarak tezahür eden tarihsel misyonunu bugün yeniden icra etmektedir. Türkiye, büyük yıkımlarla gelen bütün değer sürgünlüklerinin iltica kapısı/dergâhı olmaya devam etmektedir.

Türkiye, savaş, şiddet ve terör mağduru olan yaklaşık 12 milyon insanın yurtlarını terk etmek durumunda kaldığı bir coğrafyada merhamet ahlakını temsil ediyor. Türkiye, uluslararası toplumda etnik, kültürel ve dinsel seçkinciliği şiar edinen ülke politikalarına karşı gür bir sadâ ile insani duyarlılığı haykırıyor. Türkiye, küresel ölçekte insani krizlere yol açan bu çatışma ve savaş halini sonlandırma iradesini cesaretle ortaya koyan bir siyasi liderlik ortaya koyuyor. Türkiye, dış siyasette temel güdüsü sömürü düzenini idame ettirmeyi mümkün kılacak bir müdahalecilik olan küresel güçlerin politik vurdumduymazlıkları karşısında asil bir duruş sergiliyor.

Bu anlayışın bir neticesi olarak Türkiye, insani yardımları ile dünyanın en büyük bağışçı/donör ülkeleri arasında yer alıyor. Türkiye, 1,6 milyar Amerikan doları (2014 yılı) tutarındaki yardım ile dünyanın millî gelirine oranla en cömert ülkesi olmuştur. Yine Türkiye’nin yapmış olduğu kalkınma yardımlarının miktarı 3,6 milyar dolara ulaşmıştır. Bütün bu göstergeleri ile Türkiye, bizatihi insanı ve insaniliği unutan küresel sistemin vicdanı ve sesi olmuştur.

Bütün bu insanilik kapasitesi ile dünyaya örneklik teşkil eden Türkiye, bu zirve vesilesi ile insani krizleri yönetme tecrübesini ve duyarlılığını paylaşma imkanını bulmuştur. Masum yaşamların yitimi, yurtlardan sürgünlük gibi derin insani krizlere yol açan yıkıcı küresel insani sistemin çağ gerçekliğine uygun biçimde yeniden organize edilmesi icap ediyor. Ancak her şeyden önce küresel bir merhamet ahlakının inşa edilmesi gerekiyor. Temel saiki ‘insanı yaşatmak’ olan küresel siyaset normlarının ve pratiğinin üretilmesi icap ediyor. Duyarlılık kaybına yol açan sömürgeci emperyal güdülere kurban edilen masum yaşamlar, küresel bir değer ve inanç yıkımına yol açıyor. Ağır insani krizlere maruz kalan Müslüman coğrafyanın terörize edilmek suretiyle örselenen algısal kimliği üzerinden, batıda ötekileştirici bir politik söylem üretilerek toplumsal sağduyu boğuluyor.

Artık tekinsizleşen küresel dünyada insani krizlerin heryerdeliği söz konusudur. Yalıtık mekan tahayyülünü imkansız kılan bu küresel çağda sınırlar ve mesafeler buharlaşmıştır. Artık ‘masun değiliz hiç birimiz!’ Sayın Cumhurbaşkanımızın ifadesiyle, “sınırlar, mesafeler, yükseltilmiş duvarlar ve tel örgüler bizi bu sorunlardan uzak tutamaz. Dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım artık hiçbirimiz kendimizi insani krizlerin etkilerinin dışında tutamayız.”
Çatışmaları önleme ve sonlandırma, insani krizlerin giderilmesi gibi amaçları gerçekleştirmek ancak gerçek anlamda insaniliğe yapılacak olan yatırımla mümkün olabilecektir. Sonuç olarak zirvenin ‘önümüzdeki üç yılda somut bir ilerleme sağlaması yönündeki çağrısının’ gerçeklik bulabilmesi için küresel sistemin insani duyarlılık kapasitesinin artırılması gerekmektedir.

ARAŞTIRMA DOSYASI /// DOÇ. DR. BENGÜL GÜNGÖRMEZ : Seçkinlerin Dolaşımı ve Yeni Seçkinler


Doç. Dr. BENGÜL GÜNGÖRMEZ

İtalyan iktisatçı ve sosyolog Vilfredo Pareto sosyolojinin ve siyaset teorisinin en meşhur teorilerinden birisini, “seçkin dolaşımı teorisi”ni yıllar önce ortaya koydu. Bu teori büyük ölçüde hala geçerliliğini koruyor. Pareto realisttir ve olması gerekeni değil, olanı ortaya koymuş ve onu kavramlaştırmıştır. Pareto’nun teorisine göre “tarih aristokrasilerin mezarlığıdır.” Aristokrasinin değil, Aristokrasilerin diyor çünkü sözünü ettiği “aristokrasiler” sadece soylu sınıfını ifade eden bir kavramlaştırma değil, tarihin akışında ortaya çıkıp kaybolan seçkin sınıfları ifade eden bir kavramlaştırma. Pareto’ya göre “insan toplumlarının tarihi büyük ölçüde aristokrasilerin birbirini izlemesinin tarihidir.”

Pareto’nun ifade ettiği bu tespiti kabul edersek ünlü düşünür Marx’ın temel iddialarından birisini reddetmek zorunda kalırız çünkü Marx teorisinde emekçi sınıfın, kavga veya çatışma ile mevcut seçkinlerin, yani azınlıkta kalan ayrıcalıklı bir grup olan burjuvazinin egemenliğine son vereceğini bunun yerine çoğunluğun egemenliğini getireceğini ileri sürmüştü. Pareto’ya göre Marx yanılıyordu çünkü emekçi sınıfının iktidarı da olsa devrimle gelecek olan çoğunluğun değil, yine çoğunluk adına konuşacak ayrıcalıklı bir azınlığın, yani yeni bir aristokrasinin iktidarıdır. Bir aristokrasinin yerini yenisi alır çünkü her toplumda seçkin olmaya aday kişiler muhakkak olacaktır.

Türkiye’de sol, Pareto’ya kulak asmaz, onu hiç de ciddiye almaz. Zaten onlara göre Pareto sadece İtalyan faşizmine destek vermiş faşist entellektüellerden birisidir. Daha ötede Pareto’nun sözlerine kulak verirse kendi durumunu, toplumsal konumunu ve statüsünü sorgulamak zorunda kalacaktır. Türkiye’de mevcut entellektüel, seçkin sınıfın bütün kavgası Pareto’nun sözünü ettiği aristokrasiyi korumak üzerine kurulmuştur bu yüzden devrim beklentisi sadece laftadır. Elitler elde ettikleri konumları kaybetmek istemezler ve bu yüzden çevreden merkeze doğru gelen her tür tehdite karşı ideolojik bir kenetlenme içine girerler. Ancak Türkiye’deki toplumsal ve siyasal gelişmeler tam da çevrenin merkeze doğru taşınmaya başladığını, yeni seçkinlerin de bu merkeze doğru hareket eden çevreden geleceğini gösteriyor. Zaman içinde ister istemez mevcut seçkinler yerlerini diğerlerine bırakmak zorunda kalacak gibi görünüyor.

Pareto’ya göre, yine tarihe baktığımızda ılımlı aristokrasilerin yerini onları devrimle yıkan şiddetsever seçkinler almıştır. Ilımlı aristokrasiler entellektüelleştikçe şiddetten uzaklaşır ve zayıflarlar. Bu seçkinler halk için daha katlanılır türde seçkinlerdir. Onlar entellektüel hazlar ve sanatla ilgilendikçe toplumsal mücadele işlevlerini yitirirler ve daha liberal fikirleri desteklerler. Bu durum onları kitleden yükselen yeni seçkinlerin saldırısına karşı güçsüz kılar.

Pareto’nun ifade ettiği üzere, Ilımlı aristokrasilerin devrimle devrilmesinin neticesinde yerine gelen seçkinler ılımlı olmaktan uzak şiddetsever seçkinlerdir ve toplumu ideallerine göre dizayn etmeye çalışmaktan geri durmazlar. Gerçekten Türkiye’de de Pareto’yu doğrular şekilde ılımlı aristokrasiyi yıkan cumhuriyetçi seçkinler hem şiddetsever olmuşlardır hem de Batılı ölçülere göre toplumu baştan aşağı dizayn etmek istemişlerdir. Sözünü ettiğimiz seçkinler Türkiye’de hala varlığını egemen seçkinler olarak sürdürmekteler ve bugün mevcut konumlarını korumak üzere uluslararası kirli yapılarla, derin yapılarla dahi ilişkiye girmekte tereddüt etmiyorlar. Uzun süre şiddetsever oldukları için darbeci askerleri, ordu içindeki derin yapıları desteklediler.

Bugün Ordu’dan ümidi kesip uluslararası kirli yapılarla ilişkiye girmelerinin temel nedeni çevreden gelen seçkin adaylarının kendi konumlarını tehdit eder hale gelmeleridir. Türkiye’de bağımsız entellektüelden söz etmek son derece güçtür. Cumhuriyet aynı zamanda rejimin garantörü kendi seçkinlerini de yaratmıştır. Bununla birlikte aynı seçkinler ebediyen aynı konumda kalamaz. Tarihin akışı mukadderdir. Ne yaparlarsa yapsınlar tarihin döngüsüne çomak sokamayacaklar ve Pareto’nun dediği gibi seçkin dolaşımı sürecektir.

SU & ENERJİ & DOĞALGAZ DOSYASI /// OECD Su İlkelerinin Yeniden Değerlendirilmesi : Ortadoğu Sularının Yönetimi için Önemli Bir Kılavuz


Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından yapılan bir çalışma, Ortadoğu ülkelerine su ve iklim değişikliği konularında önemli bir rehber olabilecek, daha iyi bir su yönetimi için kapsamlı bir temel ilkeler listesi oluşturmaktadır. Fakat bu ilkelerin hayata geçirilebilmesi için öncelikle bölgedeki istikrar ve iyi yönetişim gibi bağlamsal faktörlerin iyileştirilmesi gerekmektedir.

1961’de kurulan OECD tüm dünyadaki insanların ekonomik ve sosyal refahını artıracak politikaları desteklemeyi hedefler. Örgütün şu an 34 üyesi bulunmaktadır. OECD tarafından üretilen kapsamlı bir yazın bulunmaktadır. İnsanlığın önündeki ortak ve ciddi bir sorun olan su sorunu OECD çalışmalarının temel odaklarından birini oluşturmaktadır. “OECD Su Yönetişimi İlkeleri”, bu konuda hazırlanmış güncel bir çalışmadır.

Öncelikle bağlama yönelik çözümler bulmak ve uygulamak çok önemlidir. Başarı ve başarısızlık öykülerini içeren kanıtları baz alarak OECD uzmanları su sorunlarıyla mücadele ederken dünya çapında uygulanabilecek, her soruna uygun tek bir çözüm olmadığını, ülkelerin kendi içinde ve ülkeler arasında büyük farklılıklar olduğunu belirtmektedir. Yönetişim bu yüzden bölgesel özellikleri göz önünde bulundurmalı ve yönetişimin büyük ölçüde bağlama özel olduğu ve su politikalarının mekanla uyumlu olması gerektiği kabul edilmelidir.

Çalışmaya göre su yönetişiminin birbirlerini tamamlayan ve güçlendiren üç boyutu bulunmaktadır: Etkililik, verimlilik, ve güven ve bağlılık. Etkililik, “tüm yönetim kademelerinde sürdürülebilir su politikaları hedef ve amaçlarının net bir şekilde tanımlanarak, politik amaçların uygulanması ve arzulanan hedeflere ulaşılması için yönetişimin sağlayacağı katkı” olarak tanımlanırken verimlilik, “sürdürülebilir su yönetimi ve refahın, toplum için en az bedelle en üst seviyeye çıkarılması için yönetişimin sağladığı katkıyı ifade eder”. Son olarak, güven ve bağlılık, “yönetişimin demokratik meşruiyet ve adalet yoluyla kamusal güvenin inşası ve paydaş katılımının güvence altına alınmasına sağladığı katkı” olarak tanımlanmıştır.

Ortadoğu için uygunluğu ve uygulanma şansını kısaca tartışmadan önce OECD su yönetişimi ilkelerine göz atmak faydalı olacaktır: İlke 1. Su politikalarının oluşturulması, uygulanması, operasyonel yönetimi ve düzenlenmesi için roller ve sorumlulukların açık bir şekilde tanımlanarak paylaştırılması ve yetkili idareler arasında koordinasyonun teşvik edilmesi. İlke 2. Yerel şartları yansıtmak ve farklı ölçekler arasında koordinasyonu sağlamak için suyun bütünleşik havza yönetişimi sistemleri içinde uygun ölçekte(lerde) yönetilmesi. İlke 3. Sektörler arası etkili koordinasyon sağlayarak, özellikle su ile çevre, sağlık, enerji, tarım, sanayi, alan planlaması ve kullanımı politikalarının birbiriyle uyumunun teşvik edilmesi. İlke 4. Sorumlu idarelerin su tehditlerinin karmaşıklığına cevap verme ve görevlerini yerine getirme yetkinliğine sahip olmalarının sağlanması. İlke 5. Tutarlı, kıyaslanabilir ve politikalarla uyumlu su ve su ile ilgili veri ve bilgilerin üretilmesi, güncellenmesi, paylaşılması ve su politikasını yönlendirmek, değerlendirmek ve geliştirmek için kullanılması. İlke 6. Yönetişim düzenlemelerinin su finansmanının etkinleştirilmesi ve mali kaynakların etkin, şeffaf ve vakitlice dağıtılması. İlke 7. Uygun su yönetimi mevzuatının kamu yararı gözetilerek etkili bir şekilde uygulanmasının sağlanması. İlke 8. Yenilikçi su yönetişimi uygulamalarının sorumlu idareler, yönetim düzeyleri ve ilgili paydaşlarca benimsenmesi ve uygulanmasının teşvik edilmesi. İlke 9. Karar verme sürecinde daha geniş güven ve izlenebilirlik için şu politikaları, kurumlar ve su yönetişimi çerçeveleri genelinde doğruluk ve şeffaflık uygulamalarının yaygınlaştırılması. İlke 10. Su politikası tasarlanması ve uygulanması süreçlerine bilinçli ve sonuç odaklı katkı sağlanması için paydaş katılımının teşvik edilmesi. İlke 11. Su kullanıcıları, kırsal ve kentsel bölgeler ve nesiller arasındaki ödün ve tavizlerin (tradeoff) yönetilmesine yardımcı olacak su yönetişimi çerçevelerinin teşvik edilmesi. İlke 12. Uygun biçimde, su politikalarının ve yönetişiminin düzenli izleme ve değerlendirmesinin teşvik edilmesi, sonuçların kamuoyu ile paylaşılması ve ihtiyaç duyulduğunda yeniden düzenlenmesi.

OECD’nin su yönetişimi ilkeleri yönetişim meselelerine ilişkin su problemlerine kapsamlı bir çerçeve sunmaktadır. OECD çalışması, ilkelerin temellerinin meşruluk, şeffaflık, hesap verebilirlik, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve katılımcılık olarak adlandırılan daha geniş iyi yönetişim ilkeleri üzerine kurulduğunu vurgulamıştır. Bu nokta Ortadoğu ile son derece ilgilidir çünkü bölge iyi yönetişim uygulamalarının yoksunluğundan muzdariptir ve bu durum iyi su yönetişimi hedefine ulaşılmasını oldukça zor hale getirmektedir. Birçok hükümetin meşruiyeti azınlıklara yapılan ayırımcı uygulamalar, yaygın insan hakları ihlalleri, hukukun üstünlüğünü göz ardı etme ve lekelenmiş seçimler nedeniyle zayıflamaktadır.

OECD çalışması tarafından düzenlenen su yönetişim ilkelerinin bu tür on koşulları göz önüne alındığında Ortadoğu için önemli dersler çıkarılabilir fakat bağlamsal faktörler ülkeler arasında, hatta ülkelerin kendi bölgeleri arasında, önemli değişimler gösterdiğinden bir ölçüde genelleme riski bulunmaktadır. Yine de benzerlikler, tüm Ortadoğu’da yukarıda listelenen kriterlerle ilgili farklı derecelerde problemler olduğu sonucuna ulaşmamıza imkan tanımaktadır. Son olarak, Ortadoğu’nun önemli bir bölümünde bulunmayan -etkili devlet kontrolü biçiminde- “istikrar” kriteri, yönetişimin esaslı bir ölçütü olarak eklenmelidir.

ERMENİ SORUNU DOSYASI : “ERMENİ SOYKIRIMI” İDDİALARININ MİLLİ, SİYASİ VE DİNİ BOYUTU


“ERMENİ SOYKIRIMI” İDDİALARI

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Ermeni Meselesi Türkiye Ve Azerbaycan’ın ortak sorunudur ve adından da anlaşılacağı üzere hep iddialar üzerine kuruludur. İddialar ise aksi ispat edilmedikçe asılsızdır. İddiaların öne sürülmesinde asıl amaç “Büyük Ermenistan” düşüncesini gerçekleştirmektir, bunun için önce Türkiye’ye soykırım iddialarını kabul ettirmek, sonra ise tazminat ve toprak iddialarını meşrulaştırmaktır.

Azerbaycan topraklarının işgal edilmesini de bu iddialar kap­samında değerlendirmek gerekir. Ermeniler 24 Nisan 1915 yılında Türkler tarafından soykırıma uğradıkla­rını iddia etmekte ve her yıl bu mesele­yi tüm dünya ülkelerinin parlamento­larının gündemine getirmekte ve mü­zakerelerine sunmaktadırlar. Gerçekte ise Ermenilerin iddia ettikleri soykırım Osmanlı devletinin kendi güvenliği­ni korumak için Ermeni isyanlarının ve Türklerin katledilmelerini önlemek amacıyla hazırlamış olduğu bir savun­ma tedbiri idi. Peki neden 24 Nisan tarihi? Çünkü bu tarihte Osmanlı ordu­sunu arkadan tehdit eden ve Osmanlı devleti aleyhine her türlü faaliyetin içinde yer alan bütün Ermeni komite merkezleri ve siyasal örgütler kapatıl­mış, komiteciler dağıtılmış, İstanbul’da 2345 Ermeni teröristi tutuklanmıştır.[1] Yani burada hiçbir cinayet ve katliam sözkonusu olamaz. Eğer konu Osman­lılar tarafından Ermenilerin tehciri ise, çatışma bölgeleri ile çatışma tehdidi altındaki bölgelerde yaşayan Ermenilerin yerlerinin değiştirilmesine karar verilen Tehcir Kanunu 27 Mayıs 1915 senesinde çıkarılmıştır.[2]

Bu kanunda “Ermeni” kelimesinin olmaması, ya­sanın yalnız isyan çıkaranlara ve düş­manla işbirliği yaparak casusluk ve hainlik edenlere yönelik çıkarıldığı 3 maddelik kararda yer almaktadır.[3] Bu olayların Ermeniler tarafından soykırım olarak dünya kamuoyunun bilinçaltı­na yerleştirilmeye çalışılması onların tarihi gerçekleri çarpıtması açısından son derece önemlidir. Onlar soykırım iddialarını gündeme getirirken din faktöründen büyük ölçüde yararlan­maktadırlar. Ünlü Amerikalı araştırmacı Samuel Weems bu konuda yazıyor: “… Ermeniler Hıristiyan dünyası içerisinde sık sık masallar anlatarak kendilerinin lisus yolunda ıstırap çeken millet olduk­larını iddia etmektedirler. Onlar Hıristi­yan olmayan her kesin ve her şeyin Hı­ristiyanlığa karşı zararlı, korku ve nefret olması düşüncesini oluşturmaktadırlar. Bu günlerde Ermenilerin bahsettiği en büyük masal ise güya onların 1,5 mil­yonluk atalarının 1915 senesinde Türkler tarafından katledilmeleridir ki, bu, 20. yüzyılın ilk genosit masalıdır…”[4]

Yazarın öfke dolu yazılarında şu ifadelere de rastlamak mümkündür: “Ermeniler 1,5 milyon kişinin önce öl­dürüldüğünü sonra ise çok iyi Hıristiyan olduklarından dolayı lisus gibi zuhur et­tiğini iddia etmektedirler. Her şey bir ta­rafa, Ermeniler sözde soykırımı “çarmıha gerilme”, yeni diktatör ülkenin kurulma­sını ise lisus gibi “zuhur etmek”le kıyasla­maktadırlar. Bu sahtekarlıktır!”[5]

“Ermeni Soykırımı” iddiaları devam etmektedir. “Uluslararası hukuk dalında Rus araştırmacısı” olarak tanıtılan ermeni kökenli siyaset bilimci Y.G.Barsegov’un kitabında yer verilmiş haritada görülün Ermenistan iddiaları

I – Ermenilerin Soykırım İddiaları ile Holokost Arasında Benzerlik Kur­ma Stratejisi

Özellikle son zamanlarda 1915 Tehciri ile Yahudilerin İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından tabi tutuldukları holokost arasında bağlantı kurma yöntemiyle Ermeniler kendi iddialarını yayma ve dolayısı ile bunların kabulü yönünde propagan­da yapma yöntemini benimsemiş­lerdir. Bu amaçla Batı’da Holokost’u anma günleri etkinliklerinde ”20. yüz­yılın ilk soykırımının kurbanları” olarak katılma teşebbüslerinde bulunmakta­dırlar. Bu çevreler çabalarının bir par­çası olarak Hitler’e atfedilen “kim artık Ermeni soykırımını hatırlıyor ki?” sözü­nü hemen her fırsatta kullanmakta[6] ve Hitler’in bile soykırım fikrini Türklerden aldığını ileri sürmekte, dolayısı ile 20. yüzyılda işlenen ve bundan sonra işlenecek tüm soykırımların suçlu­su olarak Türkleri ilan etmektedirler. Ayrıca Nazilerin yaptıkları soykırıma benzerlik sağlamak amacıyla Türklerin gizli yazışmaları adı altında Ermenile­rin vahşice öldürülmesini emreden belgeler sunmaktadırlar.[7]

Dikkat edilirse, burada Ermenilerin kendi iddiaları ile hep Yahudi felsefesi arasında bir bağlantı kurma içerisinde oldukları görülebilir. Bu strateji sadece soykırımla sınırlı değil­dir. Yahudi felsefesine ve kutsal kitap­larına göre, güya Tanrı tarafından se­çilmiş millet İsrailoğulları’dır ve Tanrı Hz. İbrahim’e rüyasında görünerek, “… Mısır nehrinden (Nil) ta … büyük nehir olan Fırat’a kadar Kenaniler, Keniziler … ve Yebusilerin memleketini senin evlatlarına verdim”, söyleyerek Nil’den Fırat’a kadar tüm toprakları İsrailoğulları’na hediye etmiştir.[8] Sonradan politik Siyonizm felsefesi doğunca, Yahudilerde bir cihan hakimiyeti mefkuresi meydana gelmiştir.

Aynı politika Ermeni ideolojisinin de bir parçası olarak şekillenmiş ve kendilerinin Tanrı tarafından seçilmiş bir millet olduklarını dünya kamuoyu­nun bilinçaltına yerleştirmek istemiş­lerdir. Yahudilerdeki cihan hakimiyeti mefkuresinin aksine, kendilerinde böyle bir mefkurenin gerçekleşe­meyeceğini anlayarak sadece Doğu Anadolu ve Kafkasya ile yetinmeyi amaçlayan Ermeniler iddia edilen bu toprakların Hz. Nuh’un torununun to­runu olan Hay’a vaat edildiğini öne sür­mektedirler. Ermeni ideolojisi işte bu iddialar üzerinde pekişmiştir.

Taşnaksutyun Partisinin kurucuları: R. Zoryan, H. Mikaelyan, S. Zavaryan

Halbuki konuya farklı bir açıdan yaklaşan Ermeni bilim adamı Keğam Kerovpyan “Mitolojik Ermeni Tarihi” isimli kitabında, Hayk ve haleflerini tarihsel simalar olarak değil, Ermeni halkıyla kaynaşan değişik ırkların kişi­leştirmeleri veya adlandırmaları olarak tanımlamıştır.[9] Böyle bir durumda, Hay tarihsel bir sima olmadığına göre onun Hz. Nuh’un torununun torunu olması da asılsızdır.

Soykırım ile Holokost arasındaki benzerlik kurma stratejisi de bu tür­dendir. Ama burada özellikle bir hu­susa dikkat çekmek gerekir. Ortaçağ Avrupası’ndan beri Hz. İsa’nın katilleri olarak görülen Yahudiler Hitler Almanyası döneminde de aşağı ırk olarak nitelenmiş, Yahudi düşmanlığı (anti-semitizm) artarak devam etmiştir. Bu ba­kımdan Holokost’un tarihsel ve ideolo­jik kökenleri vardır. Fakat Batı’daki anti-semitizme benzer bir Hıristiyan veya Ermeni karşıtlığı Osmanlı devletinde görülmemiştir. Dolayısı ile Holokost’ta görülen ideolojik arka plan iddia edilen Ermeni soykırımında mevcut değildir.

II – Soykırım İddialarının Tarihsel ve İdeolojik Kökenleri

Ermenilerin soykırım iddialarının tarihsel ve ideolojik kökenleri olmasa da, Batı Hıristiyan devletlerin Ermeni meselesi konusunda farklı tutum içe­risinde olmalarının tarihsel ve ideolo­jik kökenleri vardır. Küresel seviyede dikkat çeken Ermeni meselesi Batı’nın elinde tuttuğu en önemli araçtır. Batı Hıristiyan devletler soykırım iddiaları­nı daha geniş bağlamda Türk ve İslam karşıtı çerçevede değerlendirerek Hı­ristiyan Ermenistan’ı desteklemektedirler. Bu destek geçmişten miras ka­lan Haçlı zihniyetidir. Meseleye hem ırkçılık, hem de dini yönden bakmak gerekmektedir. Batıda Türkiye ve Türk karşıtı bir düşüncenin yaygın olduğu bir gerçektir ve bu düşünce tarihsel bir gelenek gibidir. Türklerin Batı’yla olan ilişkileri 1600 yıllık çatışmalarla dolu bir geçmişe sahiptir ve sürekli hale getirilen savaşlar üzerinde ku­ruludur. Orta Asya’dan gelen kuzeyli Hun akıncıları Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasına neden olarak kitle egemenliğine dayalı olan İlkçağ’ı sona erdirdiler ve Ortaçağ dönemini başlat­tılar. Fatih Sultan Mehmet Doğu Roma İmparatorluğu’nun varlığına son vere­rek çözülmeye başlayan ve serf ege­menliğine dayanan Ortaçağ’ın çö­küşünü hazırladı, Yeniçağ dönemini başlattı. Türkler Batı’ya karşı Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden 1699 Karlofça anlaşmasına dek tam 1300 yıl kesin bir üstünlük sağladı. Avrupalıla­rın Hıristiyanlığı kullanarak düzenledi­ği Haçlı Seferlerini Türkler göğüsledi ve onları yenilgiye uğrattı. Türkler 1453’te İstanbul’u ele geçirdiler ve 1529’da Viyana’yı kuşattılar.[10] Samuel P. Huntington’un da teşhis ettiği gibi, “neredeyse bin yıl boyunca İspanya’ya ilk Mağribi akınından Türklerin ikinci Viyana kuşatmasına kadar Avrupa sü­rekli bir İslam tehdidi altındaydı”.[11]

Daha sonra Hıristiyan aleminin musibeti Avrupa’nın “hasta adam”ına dönüştü. Birinci Dünya Savaşı’nın so­nunda Batı son darbeyi vurmak üzere harekete geçti ve Osmanlı toprakların­da dolaylı ve dolaysız hakimiyet kur­du. 1920’ye gelindiğinde Türkiye’nin toprak bütünlüğü tamamen tehlikeye girdi. 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaş­ması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Doğu’da Doğubayazit, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan’ı içine alan bir Ermenistan, Irak ve Suriye arasında da Kürdistan kuruluyordu.[12] Belirtmek gerekir ki, İngiltere Güneydoğu Anadolu halkının baş savunucusu rolünü oynarken, Er­menilerle Güneydoğu Anadolu halkı arasında bir anlaşma sağlamayı amaç­lıyordu. İngiltere’ye göre geçmişte Kürtler Ermenileri baskı altında tut­mak için görevlendirilmişlerdi. Fakat Türk yönetiminde onların da sıkıntı çektikleri görüşündeydi. İngilizler Sevr Antlaşması ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Ermeni-Kürt işbirliği oluş­turma çabası içindeydiler.[13] Gerçekten de Sevr Antlaşması yakın tarihte bir ulusa ceza olarak kabul ettirilen en sert barış antlaşmalarından biriydi ve ülkenin savaş ganimeti olarak kasten ve oldukça cüretli biçimde bölüşülmesine yol açıyordu. Tabii ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi bu antlaşmanın uygulanmasını önlemek için savaş­mak yürekliliğini zaten gösterdiler ve Sevr antlaşmasına karşı Misak-i Milli’yi seferber ettiler.[14] Bu konuya temas et­mek niyetinde değiliz, fakat şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Bölgede Er­menistan ve Kürdistan’ın kurulması ile Türkiye’nin hayati mevcudiyetini sön­dürmekte ve haritadan silmekte amaç ne olabilirdi? Yani Ermenilerin ve Kürtlerin kaderi onları bu kadar yakından mı ilgilendirmekteydi? Kanaatimizce, bu sorunun cevabını tarihten miras kalan geçmişin intikamında, yani Haç­lı zihniyetinde aramak gerekir.

Dikkati çeken ikinci bir mesele ise Batı Hıristiyan dünyasının bilin­çaltında saklı bulunan “günahlardan arınma” psikolojisidir. Malum olduğu üzere, Hıristiyan Avrupa ülkeleri Yahudileri Hz. İsa’nın, dolayısıyla Tanrı’nın katilleri (Godkiller) olarak görmüş ve bu cürümden – ilk günah inancında olduğu gibi – bütün Yahudi neslini mesul tutmuştur. Böylece, Tanrı’nın öldürülmesi günahından arınması mümkün olmayan kanı kirli ikinci sı­nıf insanlardan oluşan bir güruh ola­rak görmüşler.[15] Hemen belirtelim ki, Milattan Önce’ki devirlerde de Asur, Babil ve Roma tarafından sürülen Ya­hudi toplumu 1290’da İngiltere’den, 1394’te Fransa’dan, 1492’de de İspanya’dan sürüldüler. Yahudilerin özellikle İspanya’dan sürülmeleri Hıristiyanlar tarafından bu milletin dini sebepler­den dolayı kovulmaları şeklinde karakterize edilmiş ve Hıristiyan dünya­sının en karanlık çağlarından biri gibi tarihe geçmiştir.[16] Sonuçta anti-semitizm ideolojisi ortaya çıkmıştır. Nazilerin yönetimi altında Alman Yahudile­rinin vatandaşlıkları ellerinden alınmış ve çeşitli resmi görevlere getirilmeleri yasaklanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Yahudilerin toplu şekilde öldürülmeleri hükme bağlanmış, böy­lece Musevi Yahudilerin Nazi Almanyası tarafından soykırımı gerçekleşti­rilmiştir.[17] Yahudi soykırımının sorum­luluğu kuşkusuz Almanya’nın omuz­larına yüklense de, Hıristiyan olmaları nedeniyle tüm Batı Hıristiyan dünyası suçluluk duygusuna kapılmıştır. Holokost’un Batı Hıristiyan bilinci üzerin­deki etkileri o kadar derindir ki, onun sebep olduğu derin psikolojik gergin­lik Hıristiyanların hassasiyetine dokun­muş ve bu etki üzerinden yıllar geçse bile kendilerini suçlu hissetmelerine yol açmıştır. Onların Ermeni mesele­sine yaklaşımı daha çok bu şuurun tarihten miras kalan olaylarıyla ala­kalıdır. Bu günahlardan arınmak için güya Türkler tarafından yapılan sözde Ermeni soykırımının Yahudi soykırımı­na öncülük teşkil ettiği iddiası ortaya atılmış, hatta Musevilerin dolduruldu­ğu gaz odalarının Türkler tarafından icat edildiği ve Hitler’in böyle bir adım atmasında Türklerin başlıca rol oy­nadığı da öne sürülmüştür.[18] “Alman Parlamentosu Bilimsel Çalışma Servisi” adlı örgütün 3 Nisan 2000 tarihli ra­porunda yazılmaktadır: “1915 yılındaki soykırımda Alman Nasyonal Sosyalist­lerin 25 yıl sonra gerçekleştirdikleri toplu yok etme metotları önceden uygulandı; çalıştırarak yok etme, kurbanların hay­van vagonlarında taşınması ve insafsız tıbbi deneyler yapıldı. Ermeni askerlere ve sivillere tifo virüsü aşılandı. Trab­zon’da Ermeni çocuklar hamam süsü verilmiş odalarda zehirli gaz ile öldürül­dü. Görünen o ki, Adolf Hitler Türklerin soykırım hakkında çok iyi bilgi sahibi ol­makla kalmamış, bunu bir örnek olarak da almış”.[19]

“Galipler. 1917”. Rusya’nın Odessa şehrinde yayınlanmış karikatür. Rusya’nın şovenist basını Ermeni milliyetçilerini desteklemekteydi.

“Hitler soykırımı Türklerden öğrendi” tezisi gerçekte “aslında biz böyle şeyler yapmayız, ama Türklerden öğrendik ve bu işte Müslüman Türklerin parmağı vardır” mantığı ile işleyen bir meka­nizmayla günahlardan arınma meto­duna başvurulmuştur. Yani burada Yahudilerin düşmanı olarak Hıristiyanlar değil, güya Hıristiyanlara yol gösteren ve onları cinayet yapmaya teşvik eden Müslüman Türkler gösterilmektedir. Halbuki Yahudi asıllı Amerikalı tarihçi Dagobert Runes’in sözleri bu iddia­ları kökünden çürütmektedir. Annesi Naziler tarafından öldürülen Runes büyük katliam konusunda Hıristiyan kilisesini suçlayarak öfke dolu yazı­larından birinde şöyle yazıyordu: “…Hitlerin Musevilere yaptığı her şey, tüm o korkunç, anlatılamaz kötülükler zaten daha önce Hıristiyan kilisesi tarafından insanlara uygulanıyordu, bu ilk darbe değildi… Musevilerin gettolara sıkıştı­rılması, belirleyici işaretler taşıma zo­runluluğu, önce Musevi kitaplarının ve sonunda Musevilerin yakılması… Hitler bunların tamamını kiliseden öğrendi. Yine de kilise çocukları ve kadınları canlı canlı yakarken, Hitler onlara daha hızlı bir ölüm bağışladı, önce gaz odalarında öldürdü ve sonra yaktı”.[20]

“Kutsal dehşet: dinsel cinayetler ta­rihi” kitabının yazarı James A. Haught elde ettiği bilgilere istinaden yazıyor: “…İnsanlık tarihinin en affedilmez le­kelerinden olan Nazi katliamının din­sel bir boyutu vardı. Bu katliam elbette yüzyıllardır Hıristiyanlığın Musevilik hakkındaki öğretilerinin acı meyvesiydi. Eğer Tanrının adına yüzyıllarca Musevilerden nefret etmek öğretilmemiş olsaydı, tüm bunlar olmazdı. Naziler de aynen Hıristiyan geleneğine göre düşü­nüyorlardı. Hitlerin yaptığı katliam Musevilere karşı çok uzun süredir beslenen nefretin ulaştığı doruk noktasıydı. Hıris­tiyanlıktaki Musevi karşıtlığı Nazilerin amaçlarını pek çok yönde besledi. Bu, Nazilerin Museviler üzerine yoğunlaş­masını sağladı ve yok etme politikaları­nı çok az bir dirençle sürdürebilecekleri bir ortam yarattı. Ayrıca, Hıristiyanların Nazi emellerinin gerçekleşmesi yolunda yardımda bulunmaları ve onlara kar­şı çıkmamaları için de somut bir neden oldu. Birçok tarihçiye göre Musevi kat­liamının gerçekleşmesinde Hıristiyanlık­taki Musevi karşıtlığı en büyük suçludur. Nazilerin yaptıkları yeni bir canilik değildi… Sadece zaten bir cani olan 2 bin yıllık Musevi karşıtı Hıristiyan geleneğini devraldılar… Ölüm kamplarının kökleri Hıristiyanlığın tarihsel yapısında aranmalıdır. Musevilerin şeytani rolleriyle ilgili mitler yüzyıllar boyunca Hıristiyan­lığı onlara karşı harekete geçirmiştir.”[21]

Fransa’nın Osmanlı karşıtı basınında “Ermeni soykırımı” her zaman gündemdeydi. Fotolar ve diğer deliller bulunmayınca ressamlar hayal dünyalarına başvurmaktaydılar. “Le Petit” Dergisi, 1909

Geçmişte rahip olan ilahiyatçı bi­lim adamı Peter de Rosa 1988 yılında yayınlanan “Mesihin köy papazları” isimli kitabında “Papanın çıkardığı ya­salarla katliamlar, gaz odaları ve Nazi ölüm kamplarındaki insan fırınları arasındaki trajik bağın inkar edilemez” olduğunu belirtmekteydi.[22]

Yahudilere karşı nefretin belirli an­lamda diğer sebeplerle birlikte dini anti semitizm-anti judaizm, yani Hıristiyan-Yahudi düşmanlığı üzerinde kurulduğunu zaten itiraf eden Adolf Hitler “Kavgam”ında yazıyordu: “Her Yahudi’nin ruhu kendi mezheplerinin kurucusuna ne kadar yabancı ise, Yahu­di ruhu gerçek Hıristiyanlığa da o kadar yabancıdır. İsa Yahudi milleti hakkında beslediği düşüncelerini hiç bir zaman gizlememiştir. Hatta gerektiği zaman insanlığın düşmanı olan bu Yahudileri Allah’ın tapınağından kırbaçla kovmuş­tur”.[23]

Diğer bir yerde de “Yahudiler her zaman Katoliklik ile Protestanlığı birbi­rine düşürmüştür… Katoliklerle Protestanlar birbirileri ile mücadele ederken üstün ırkların ve bütün Hıristiyanların tek ve korkunç düşmanı olan Yahudiler oturdukları yerlerden keyifle gülmekte­dirler. Bu mezheplerin ve mensupların dayandıkları temeller uluslararası Yahudi’nin çıkardığı zehirle yok edilmekte­dir… Her kes kendi mezhebine mensup olanın diğer mezheplerle mücadele et­mesini önlemeli ve diğer mezhep men­supları ile birlikte Hıristiyanlığa karşı kavga etmeyi planlayan sahtekarlarla mücadele etmelidir. Mezheplerin her­hangi birinin bir yanını tenkit etmek, aramızdaki dinsel ayrılığı geliştirmekten başka bir işe yaramaz” diyerek, bütün Hıristiyanları Yahudilere karşı seferber­liğe çağırmıştır.[24]

James A. Haught Hıristiyan rahip­ler ve kilise tarafından insanların kafa­larına Musevi düşmanlığı sokulduğu­nun altını çizerek yazıyor: “Din adam­ları size kimi öldüreceğinizi söylemez, sadece kimden nefret edeceğinizi söyler. Hıristiyan din adamları gençlere en hassas çağlarında Musevilerin Tanrı’nın sevgili nazik çocuğu İsa’yı öldürdüğü­nü, Tanrı’nın kendisinin, yani Baba’nın Musevileri kutsal şehirlerini yakarak cezalandırdığını ve Tanrı’nın Musevileri sonsuza dek lanetlediğini öğretmeye başladılar. 2 bin yıl boyunca Musevilere karşı yapılan bütün savaşlarda kilisenin parmağı vardır. Her nerede Hıristiyan kilisesi varsa, orada Musevi düşmanlığı vardır… Naziler de yönetime geldikle­rinde kendi cinayetlerini işte bu gerçek üzerinde sağlamlaştırmışlardı”.[25]

Ölüm kamplarının korkunç du­rumlarının ortaya çıkmasından 15 yıl sonra Papa XXIII John şu duayı etti: “Tanrım, onların (Yahudilerin – E. Ş.) adına yanlışlıkla atfettiğimiz lanetten dolayı bizi bağışla”.[26]

Görüldüğü gibi, Yahudi soykırı­mında sorumluluğu Almanya yalnız başına taşımamaktadır. Bütün Yahudilerin düşüncesine göre, kilise aşılamış olduğu düşüncelerden dolayı Musevi katliamından mesuldür. Bu bakımdan tüm Batılı Hıristiyan dünyası suçluluk psikolojisi içerisindedir. Ermeni yasa tasarılarının neden hep gündeme geldiğinin açıklanmasında Batılı Hıris­tiyan bilincin suçluluk duygusunun ve mağduriyet psikolojisinin payı büyük­tür. Ama burada sorulması gereken bir soru vardır: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Hıristiyan dünyasında mağ­duriyet psikolojisi atmosferi egemen olmuştur, ama mağdurun kim oldu­ğuna kim(ler) karar verecektir? Doç. Dr. Erol Göka haklı olarak bu konuda yazıyor: “Gerçek anlamda mağduriyet psikolojisinden yararlananlar ve yararlandıranlar bu psikolojinin arkasında saklanan Batı Hıristiyan devletlerdir. Onlar ister I Dünya Savaşı’ndan, isterse de II Dünya Savaşı’ndan ve milyonlarca insanın ölümünden sorumludurlar. Asıl suçlular kendi bilinçlerini temize çıkar­mak için böyle bir mağduriyet oyununu istekle oynamaktadırlar”.[27]

Çok önemli bir meseleyi de özel­likle vurgulamak gerekiyor ki, I Dün­ya Savaşı’nın ortaya çıkmasından hiç bir şekilde sorumlu olmayan halklar arasına nifak salanlar günümüzde hakimlik cüppelerini giyinerek Türkleri itham etmektedirler. Kimse “iki büyük dünya savaşının başlanmasının asıl ne­denleri neydi?” gibi emperyalist emel­leri ve tutumları ortaya çıkaran sorular sormamakta, bunun yerine her kes “Ermeniler Türkler tarafından soykırıma uğradılar” şeklinde ithamlar yağdır­maktadırlar. Mağduriyet psikolojisinin altında işleyen asıl gerçek her iki dün­ya savaşının sorumlularının mazuriyet psikolojisidir. Yahudilere yapılanlardan sorumlu oldukları halde kendi cina­yetlerine hak kazandırmak için Batı Hıristiyan dünyası “aslında bu tür cina­yetler yapmayız, ama bu işin arkasında kesinlikle Müslüman Türklerin parmağı vardır” gibi çocukça bir düzeneğe sa­rılmakta ve böyle komik yolla günah­larından arınmayı ummaktadırlar.

Ortaya çıkan görüş şudur: Batı Hı­ristiyan devletler günahlarından arın­mak ve yaptıklarına hak kazandırmak için tarihte ilk soykırım yapanların Hıristiyanlar değil, aksine Hıristiyan Ermenilere soykırım uygulayan Müs­lüman Türkler olduğunu iddia etmek­tedirler. Bu bakımdan Batı Hıristiyan kamuoyunda kendi dini ve politik çıkarlarına uygun olarak Ermenilere sempati oluşturmak amacıyla “Hıristi­yanlığı resmen kabul eden ilk devlet ve millet Ermenistan ve Ermenilerdir. Tarihte ilk kez Hıristiyan Ermeniler Müslüman Türkler tarafından soykı­rıma maruz kalmışlar” şeklinde pro­pagandalar yaymaktadırlar. Kuşkusuz bu, sözde Ermeni soykırımının her sene uluslararası arenada dünya ülke­lerinin parlamentolarının gündemine getirilmesinin sebeplerinden yalnız biridir.

Sözüm ona Batılıların kökü eskiye giden Türk karşıtlığı bugün de devam etmektedir. Ünlü bilim adamı Prof. Dr. Fritz Neumark Avrupalıların Türklere bakışını açıklarken şunları söyle­mektedir: “İçtenlikle itiraf etmeliyim ki, Avrupalılar Türkleri sevmezler, sevme­leri de mümkün değildir. Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların ve kilisenin asırlardır hücrelerine sinmiştir. Avrupa­lılar Türkleri Müslüman olduğu için sev­mezler, ama laiklik şöyle dursun, Türkler Hıristiyanlığı kabul etseler bile yine de onlara düşman gözüyle bakmaya de­vam ederler”[28]

3 Ocak 2000 tarihinde Katolik ki­lisesine bağlı İtalyan piskoposlarının yayın organı olan “L’Avvanire” gazete­sinde Türk düşmanlığının Batı Hıristi­yan dünyasında hala sürdüğü ile bağlı şu yazılar yer almaktadır: “Unutmamalı ki, “Avrupalı Fikri” başlı başına “Düşman Türklere” ve Türkiye’nin başını çektiği İs­lam dünyasına karşı gelişti”.[29]

İslam’la birlikte Türkiye ve Türklüğe yönelik Haçlı zihniyetinin yarandığı görüldüğü gibi hiç de rastlantı değil­dir. Bu zihniyeti Avrupa Birliği’ne de şamil etmek mümkündür ve Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda Türkiye karşıtı tutum bu denilenleri bir daha ispat etmektedir. Yine de “LAvvanire” gazetesinde yazılanlara dikkat çeke­lim: “Müslüman Türkiye’nin Avrupa Birli­ği’ne üye olması kimliğimize gölge düşü­rebilir. Bu üyelik gittikçe gelişen Hıristiyan gelenekleri ile şekillenen Avrupa medeni­yetlerinin temelindeki birliği sarsıtır”[30]

Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy “İtiraflarım” isimli kitabında belirtmektedir: “Türkiye’nin Avrupa Bir­liği’ne üye olması yönünde yürüttüğü politika ve fedakarlık şahsen bana çok ters gelmektedir. Türkiye eğer Avrupa Birliği’ne üye olmakta kararlı ise mutla­ka ve mutlaka Ermeni soykırımını tanı­mak zorundadır”.[31]

Silahlı Ermeni Çetesi. 1896. Foto “mazlum ve barışcıl Ermenilerin” gerçek yüzlerini göstermektedir

SONUÇ

Genel olarak ele aldığımızda, geti­rilen bu görüşler basit bir gazete ha­berleri veya yorumlar değil, Batı Hıris­tiyan devletlerin başlıca meyarlarıdır. Günümüzde İslam’a ve genel Türklüğe yönelik yürütülen siyaset dünyaya hakim olmak isteyen yeni düzen ideo­lojisinin ve medeniyetlerin çatışması­nın asıl sonuçlarıdır. Dünya devletleri­nin, özellikle de Batı’nın müzakereleri­ne sunulan Ermeni meselesi, soykırım iddiaları, Ermenistan-Türkiye ilişkilerinde, aynı zamanda Ermenistan-Azerbaycan çatışmasında uluslararası kurumların, AGİT’in Minsk Grupu’nun kararsızlığı ve pasifliği, bu çatışmaya Batı’nın çifte standartlar çerçevesinde yaklaşımı ve diğer meseleler bu prizmadan değerlendirilmelidir.

Bu bağlamda Azerbaycan’ın da yüzleştiği Ermeni sorununu gözden geçirirsek eğer, durum Türkiye’ninkinden hiç de farklı değildir. Günümüz­de Ermenistan-Azerbaycan çatışması devam etmektedir. Fakat burada çok önemli bir meseleye dikkat çekmek isterim. Azerbaycanlı bilim adamı ola­rak ben bu çatışmanın yerel Ermenistan-Azerbaycan çatışması olarak değil, global Batı Hıristiyan-Türkiye çatışması olduğu kanaatindeyim. Burada Erme­nistan Batı devletlerinin çıkarlarının icracısı, Azerbaycan ise bu çıkarların gerçekleşmesi yolunda küçük bir en­geldir. Ermenistan’ın Batı dünyasında desteklenmesi ve Hıristiyan kardeşliği gibi önemli konular genel olarak Türk ve İslam karşıtı çerçevesinde değer­lendirilmelidir. Eğer çatışmada Azer­baycan lehine kararlar verilirse veya Ermenistan’a baskı uygulanırsa, o zaman “Ermeni kartı” kısmen de olsa zayıflar, günahlardan arınma psikolojisi ve Haç­lı felsefesi iflas edebilir. Yani din faktörü sırf Hıristiyan Ermenilere duyulan sem­patiden değil, daha çok kendilerinin suçluluk duygularından, ebedi leke­den kurtulma düşüncesinden ve Haçlı intikamından kaynaklanmaktadır.

Dr. Emin ARİF

Tarih Bilimci

Kaynak: http://www.irs-az.com

TARİH : Türk Dünyasında Uygur Devleti


Günümüzde yaşadıkları tüm acılara rağmen benliklerini koruyan Uygurların tarihi…

Uygur Devleti

Uygurların tarihleri Çin kaynaklarına göre Büyük Hum İmparatorluğu ile başlamaktadır. 5.inci yüzyılda Orta Asya’nın büyük bir kısmına yayılmış olan Töleslerin bir boyu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Göktürk Devletinin zayıfladığı dönemde Karluk gibi Türk topluluklarıyla birleşen Uygurlar beylik kurmuşlardır. 745 tarihinde Ötüken’i merkez yapmışlardır.

Kutluk Bilge Kül Kağan Türklerin şehir kuran ilk hükümdarıdır. İlk Türk şehri Ordubalıktır. Kutluk Bilge öldükten sonra yerine oğlu Moyunçur geçmiştir. Moyunçur döneminde Uygurlarda şehirleşme eğilimleri başlamıştır. Moyunçur siyasi nedenlerle Oğuzlar, Kırgızlar üzerine ve de Çin’e seferler düzenlemiştir. Bu dönemde sınırları genişleyen Uygur Devleti güçlü bir konumdadır. Moyunçur’dan sonra yerine geçen Buğu Kağan Çin’e yaptığı sefer dönüşünde yanında dört Mani rahibini getirmiştir. Maniheizm Uygurlar arasında yayılmaya başlamış, en sonunda da Buğu Kağan tarafından resmi din ilan edilmiştir. Maniheizm dini etkisiyle Uygurların idarecilik yerine bilim ve sanat yönünde geliştikleri görülmektedir.

Buğu Kağan’dan sonra bocalama dönemine giren Uygurlar Kırgızların saldırısı sonucu yıkılmıştır. Devletin dağılmasının ardından Uygurların bir bölümü Çin sınırlarına ve İç Asya’ya göçmüşler, Kansu ve Doğu Türkistan’a yerleşmişlerdir. Bu olayla birlikte Uygurların Turfan (Doğu Türkistan) ve Kan-Çou (Sarı) Uygur Devleti olarak ikiye bölündüğü görülmektedir.

Turfan Uygur Devletinin merkezi Turfan şehridir. Ayrıca yazlık başkenti olarak Beşbalık şehrini kullanmışlardır. Turfan devletinde Budizm yayılmış ve Maniheizmin önüne geçmiştir.

Askeri varlık gösteremeyen Turfan devleti önce Karahitaylara daha sonra Moğollara bağlanmışlardır.

Diğer taraftan Kan-Çou bölgesine yerleşen Uygurlar Çin ile ticari ve akrabalık bağı kurarak ilişkilerini geliştirmişlerdir. Sanat, edebiyat ve ticaretle uğraşan Uygurlar, 1226 yılında Moğolların egemenliğine girmişlerdir.

Sayıları 20 milyonu aşan Kan-çou Uygurları bugün Çin Halk Cumhuriyeti Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde yaşamaktadırlar.

Kaynakça
16 Türk Devleti, Sinan Yağmur, Hayy Kitap
Türk Tarihi ve Kültürü, Dr. Yılmaz Gülcan, Alfa

BİLGETÜRK

TARİH /// İlk Müslüman-Türk Devleti : Karahanlılar


İslamiyeti resmi din olarak benimseyen ilk Türk devleti Karahanlıların hikayesi…

Karahanlılar

Karahanlılar, önceki Türk devletlerinden farklı olarak hükümdarları ve halkının büyük bir bölümünün İslamiyet’i benimsediği ilk Müslüman Türk devleti olması nedeniyle farklıdır.

Karluk Yabgusu, bağlı bulunduğu Uygur Devletinin yıkılmasının ardından bağımsızlığını ilan ederek Karahan unvanını almıştır.

Kurucusu Bilge Kül Kadir Han’dır. Bilge Kül öldükten sonra oğulları Bazır ve Oğulçak devletin başına geçtiler. Devletin Batı kısmında hükümdar olan Oğulçak, Samanoğulları Devleti’ndeki karışıklıklardan yararlanarak isyan eden bir Samanî şehzadesinin sığınma talebini kabul etti. Oğulçak’ın yeğeni Satuk Buğra, bu şehzade sayesinde Müslüman oldu ve Abdulkerim adını aldı. Bu olaydan sonra amcası Oğulçak’ı mağlup eden Abdulkerim Satuk Buğra, devletin başına geçti ve Han unvanını alarak İslamiyeti resmen kabul etti.

Karahanlı hükümdarı Ebu Nasr Ahmed zamanında, kardeşi İlig Nasr tarafından Samanoğulları Devleti ortadan kaldırılmıştır. Ebu Nasr Ahmed Abbasi halifesi tarafından İslam hükümdarı olarak tanınmıştır. Sınırları genişleyerek Gaznelilere komşu olan Karahanlılar, Gazneli Mahmut ile akrabalık ilişkisi kurarak sınırı güvence altına almışlardır.

Ebu Nasr’ın yerine geçen Yusuf Kadir Han, Selçuk Bey’in oğlu Arslan Bey’in hapsedilmesinde önemli rol oynamıştır.

İç huzursuzluklar sonucunda devlet Doğu ve Batı Karahanlılar olarak ikiye ayrılmıştır.

Karahanlılar döneminde Türkçe yazılan önemli eserler görülmektedir. Bunlardan biri Yusuf Has Hacip tarafından yazılan Kutadgu Bilig’dir. Saadet veren bilgi anlamına gelen bu eser ideal devlet idaresinin ne olduğundan bahsetmektedir.

Bir diğer önemli eser de Karahanlı hükümdarı Yusuf Kadir Han’ın torunu Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan Divanı Lügatül Türk’tür. Araplara Türk dilini öğretmeyi amaçlayan bu eser ilk Türkçe sözlüktür.

Kaynakça
Karahanlılar ve İslam’ın Yayılmasındaki Katkıları, Dr. Ali b. Salih el-Muheymid Çeviri: Ali AKSU,
http://eskidergi.cumhuriyet.edu.tr/makale/298.pdf,
16 Türk Devleti, Sinan Yağmur, Hayy Kitap
Türk Tarihi ve Kültürü, Dr. Yılmaz Gülcan, Alfa

BİLGETÜRK

KARİKATÜR : MR. BROWN :)))))))


KARİKATÜR : MONOPOLİ :))))))))


KARİKATÜR : BATMAN VE TÜRK POLİSİ :))))


KARİKATÜR : İNGİLİZCE :)))))


KARİKATÜR : AZERİ KIZ :))))))))))


KARİKATÜR : SUPHİ ABİNİN PARANOYAK HALLERİ :)))))))


YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.