Günlük arşivler: 9 Eylül 2016

AK PARTİ DOSYASI /// VİDEO : İŞTE AKP’NİN BAŞÖRTÜLÜLERE ZULMÜ


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=dJyxGlPhNC4

ÖZEL BÜRO NOTU : ÖZEL BÜRO GRUBU OLARAK HANGİ PARTİ OLURSA OLSUN HERHANGİ BİR OLUMSUZLUK GÖRDÜĞÜMÜZDE VATANDAŞIN BİLGİ ALMA ÖZGÜRLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE PAYLAŞIYORUZ. DERDİMİZ SADECE GERÇEKLERİ İLETMEKTİR. HERHANGİ BİR PARTİYE DÜŞMANLIĞIMIZ OLMADIĞI GİBİ YAKINLIĞIMIZ DA YOKTUR. BUNU DA DİPNOT OLARAK SÖYLEYELİM.

FETÖ ÖRGÜTÜ DOSYASI : Dünyada Arındırma Politikaları ve Devletin FETÖ’den Arındırılması


Edirne'de, Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) darbe girişimine ilişkin soruşturma kapsamında düzenlenen operasyonda gözaltına alınan 11 polis adliyeye getirildi. ( Cihan Demirci   Anadolu Ajansı )

dunyada-arindirma-politikalari-ve-devletin-fetoden-arindirilmasi

GÖÇMEN DOSYASI : Alman Vatandaşlık Rejimi ve Almanya’da Yabancı Hakları


image00345

alman-vatandaslik-rejimi-ve-almanyada-yabanci-haklari

SU & ENERJİ & DOĞALGAZ DOSYASI : Türkiye, Enerji Merkezi Olma Hedefine Adım Adım İlerliyor


Türkiye, Enerji Merkezi Olma Hedefine Adım Adım İlerliyor

Türkiye enerji arz eden ve talep eden ülkeler arasında jeostratejik konumundan dolayı, AB ülkeleri nezdinde önemli ve stratejik ülke konumunda.

Türkiye son yıllarda büyük enerji projeleriyle beraber anılıyor. Bu projeler yalnızca Türkiye için önemli değil. Hem enerji kaynaklarına sahip olan ülkeler için hem de enerjiyi talep eden ülkeler için hayati ve stratejik öneme sahip.

Türkiye coğrafi konumunun kendisine sağladığı avantajı kullanarak, enerjide merkez ülke olma yolunda başlattığı projeleri somutlaştırıyor. Hal böyle olunca da, enerji arz eden ülkeler Türkiye’ye yönelmeye başladı. Neden mi?

Çünkü Türkiye, enerjinin güvenilir ve sürdürülebilir bir şekilde sağlanmasında ve transferinde, enerji arz ve talep eden ülkeler arasındaki köprü ülke konumunda.

Bölgenin ve dünyanın doğal gaz rezervlerine sahip önemli aktörlerinden Rusya’nın, Azerbaycan’ın, İran’ın, IKBY’nin ve hatta İsrail’in enerjideki hedeflerinden başlıcası, Türkiye pazarına girmek ve Türkiye üzerinden uluslararası pazarlara ulaşmak.

Azerbaycan’ın TANAP aracılığıyla doğal gazı Türkiye’ye, TAP aracılığıyla da Avrupa’ya taşıma projesi hızla ilerlerken, bu yarıştan geri kalmak istemeyen Rusya da Türk Akımı projesini gündeme getirmişti.

Diğer yandan, İran’ın enerji potansiyelini kullanmak için ne kadar istekli olduğu unutulmamalı. Yaptırımların kalkmasından sonra, uluslararası pazarlara ulaşmak için ciddi bir arayış görüyoruz İran tarafında. Tabii bir de, IKBY var, IKBY dünya petrol rezervlerinde en ön sıralarda yer alıyor ve küresel pazara açılımını sağlayan tek kapı Türkiye.

İsrail ise enerji denklemine dâhil olmak istiyor. Doğu Akdeniz doğal gazının Avrupa’ya taşınmasında kilidi açacak olan ülke Türkiye. İki ülke arasında uzun süredir devam eden siyasi anlaşmazlık, şimdilik olumlu bir sürece girdi. Tam da bu sebeple, İsrail de Türkiye ile yaptığı yeni anlaşmayla aralarındaki siyasi anlaşmazlığı bitirerek, Türkiye aracılığıyla Avrupa pazarına ulaşmayı amaçlıyor.

Enerji denkleminde bağımlı değişken, hatta değişmeyen tek bağımlı değişken ise Avrupa ülkeleri. Avrupa’daki birçok ülkenin enerji tüketiminde yüksek oranda dışa bağımlılığı var. Türkiye ise enerji arz eden ve talep eden ülkeler arasında jeostratejik konumundan dolayı, AB ülkeleri nezdinde önemli ve stratejik ülke konumunda.

AB ülkeleri bu durumdan pek de hazzetmiyor haklı olarak.

Tüm bu koşullar dikkate alındığında görünen o ki, enerji satrancında hamlelere yön verecek olan motivasyon, alınacak-satılacak enerji miktarı değil artık. Asıl belirleyici olan, enerjinin güvenli ve daha az maliyetli taşınmasına imkân veren, enerji projeleri.

RUSYA, TÜRKİYE’DEN VAZGEÇEMEZ

Rusya ise, enerji denkleminde asıl aktörlerden birisi. Türkiye’nin de en fazla doğal gaz aldığı Rusya, doğal gaz kaynakları bakımından ciddi bir güce sahip. Ancak, içinde bulunduğumuz dönem enerji kaynaklarına sahip olmanın tek başına yeterli olmadığı bir dönem. Rusya da bunun farkında ki, Türk Akımı projesini gündemde tutuyor.

Uçak krizi sonrasında rafa kaldırılan proje, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Rusya devlet başkanı Putin’in görüşmesinde öncelikli konu olarak masada yerini tekrar aldı.

Rusya yeni dönemde Türkiye ile çok daha yakın işbirliği içerisinde olacaktır. Büyük olasılıkla, AB ülkelerine ve pazarlarına ulaşma konusunda Rusya’nın daha da hırslanacağı bir dönem yaşanacak. Rusya,Türk Akımı’nı hayata geçirerek, doğalgaz arz eden tüm aktörlerden önce Türkiye pazarına ulaşma ve Türkiye üzerinden doğalgazı Avrupa’ya taşıma çabasında.

Avrupa ülkelerinin Türk Akımı’na en baştan beri karşı çıkmalarının sebebi ise, Türkiye-Rusya yakınlaşmasını istememeleri ve bu yakınlaşma sonrasında Türkiye’nin enerji denkleminde kilit değişken konumuna yükselmesinden duydukları memnuniyetsizlik.

Avrupa ülkelerinin bu memnuniyetsizliğinin haklılık payı da oldukça yüksek. Çünkü Türkiye, içerdeki ve dışardaki tüm şoklara ve müdahalelere rağmen, siyasi ve ekonomik istikrarını koruyarak enerji merkezi olma hedefine adım adım ilerliyor.

Üstelik, Türkiye’nin enerji merkezi olarak kendini konumlandırması sadece Türkiye’yle ilgili değil. Rus doğalgaz şirketi Gazprom’un Başkanı Aleksey Miller de, Türkiye’nin belirlediği enerji merkezi rolünü benimsemişe benziyor.

Miller, Güney Avrupa ülkelerinin gaz talebinde bulunmaları halinde Türkiye’ye başvurmaları gerektiğini söyledi. Bu, tam da bizim açıkça ifade ettiğimiz, ama birçok ülkenin kabul etmediği veya edemediği bir gerçeğin, enerji gücünü elinde bulunduran Rusya tarafından tasdik edilmesi anlamına geliyor.

Bu yüzden tüm aktörler, enerji açısından Türkiye’nin bölgedeki konumunun vazgeçilmezliğini er geç kabul etmek zorunda kalacaklar.

[Yeni Şafak, 8 Eylül 2016]

PKK ÖRGÜTÜ DOSYASI : PKK ve HDP’nin Öcalan Aşkı Depreşti


PKK ve HDP’nin Öcalan Aşkı Depreşti

Silah bırakmayla ilgili karar bize aittir, Öcalan’ın çağrısı ile silah bırakmayız diyen KCK’nın aradan geçen 1,5 yıllık sürede tekrar Öcalan aşkı depreşmiş gözüküyor.

Hatırlar mısınız, PKK Suriye’deki iç savaşı Türkiye’ye taşıyıp, Türkiye’de de Suriye’de olduğu gibi özerk bölgeler kurabileceği hayali ile terör eylemlerine tekrar başlamadan önce bir ‘Çözüm Süreci’miz vardı. Üstelik bayağı da mesafe katetmiştik. Neredeyse terör örgütü silah bırakma aşamasına gelmişti. İmralı’daki PKK elebaşı Abdullah Öcalan birbiri ardına ‘silahlı mücadele’nin bittiği, artık ne yapılacaksa siyaset alanında yapılması gerektiği şeklinde açıklamalar yapıyordu. Hatta KCK’ya silahları bırakmayı görüşmek üzere kongre toplaması çağrısı bile yapmıştı.

Öcalan’ın çağrısına karşılık PKK liderleri ayak sürüme yolunu seçtiler. Silah bırakma kararını ‘önderlik’in değil ancak savaşan teröristlerin verebileceğini söylediler. Yani Öcalan’a açık açık ‘seni ve silah bırakma çağrını tanımıyoruz’ dediler. Sonrası ise malum; özerklik ilanları, hendekler, barikatlar, PKK’nın şehirleri istila etme çabası ve verdiği ağır kayıplar.

Bu gelişmeler üzerine Cumhurbaşkanı ve hükûmet kanadından ‘Çözüm Süreci’nin kaderine dair açıklamalar geldi. ‘Çözüm Süreci’nin beklemeye alındığı, artık herhangi bir şekilde PKK silah bırakmadan diyalog ortamının oluşmayacağı kaydedildi. Bu görüşü, 20 Ağustos 2016 tarihinde Başbakan Yıldırım bir kez daha teyit etti ve “Yeni bir barış süreci olmayacak. Terör örgütüyle diyaloğa girmeyiz” dedi. Yıldırım’ın açıklamaları üzerine KCK ve bağlı örgütlerinden peş peşe Öcalan açıklamaları geldi:

KCK: “Öcalan’a yönelik tecrit kaldırılırsa üzerimize düşeni yaparız.”

HDP İmralı Heyeti: “Bir yeden başlanacaksa Öcalan’a tecrit kaldırılmalıdır.”

Cemil Bayık: “PKK lideri Abdullah Öcalan’ın durumu hakkında bilgi almak için yapılacak her türlü eylem meşrudur ve daha büyük eylemlerin yapılması gerekir.”

Selahattin Demirtaş: “İmralı’dan haber alamazsak gerginlik daha da tırmanır.”

Bu açıklamaların yanında Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Diyarbakır İl Örgütü binasındaki konferans salonunda 50 kişi, süresiz ve dönüşümsüz –su, çay ve sigara serbest olarak- açlık grevine başladı. Salona ‘Önderliğimizin özgürlüğü özgürlüğümüzdür’ ve ‘Öcalan’ın sağlığı ve güvenliği için endişeliyiz, görüşme derhâl sağlansın’ yazılı iki pankart da asıldı.

Figen Yüksekdağ da, Abdullah Öcalan için açlık grevine başlayanları ziyaret etti. Ziyaretinde Öcalan’a hitaben ‘Garibim’ adlı aşk şarkısını söyledi ve şu açıklamalarda bulundu: “Bugün kendisini asıl tecrit eden ve toplumdan, demokrasi güçlerinden, haklardan, haklılıklardan tecrit olmuş durumda olan siyasi iktidardır; AKP hükûmetidir. Kendisini haklar ve özgürlükler alanından tecrit etmiş durumda. Başta iktidar partisi olmak üzere Türkiye, toplumda hiç kimse yarını göremiyor. Yarının ne olacağını bilemiyor… Bir sabah darbeyle uyanabilirsiniz. Darbeyi püskürttük derken, başka bir darbe başınıza bela olabilir. Bir gün savaşın çok daha büyüdüğünü ve tırmandığıyla, bölgesel bir savaşın içerisinde olduğunuz gerçeğiyle karşı karşıya kalabilirsiniz. Bir gün o çok güvendiğiniz iktidarınız, koltuklarınız, ayrıcalıklarınız ellerinizden altınızdan kayıp gidebilir.”

Silah bırakmayla ilgili karar bize aittir, Öcalan’ın çağrısı ile silah bırakmayız diyen KCK’nın aradan geçen 1,5 yıllık sürede tekrar Öcalan aşkı depreşmiş gözüküyor. Hem de öyle bir aşk ki, kimisine yanık yanık türkü söylettiriyor, kimisini ise yemeden içmeden kesiyor. Çok da şaşılacak bir şey yok aslında. KCK ve HDP dâhil tüm bileşenleri aynı terör yapısının parçaları. Terörün ise ahlakı, ilkesi olmaz. Dün Suriye’deki savaşı Türkiye’ye taşımak için adam yerine koymadığı ‘Önder Apo’ya bugün Suriye’de mevzi kaybetmeye başlayınca aşk şarkıları okur.

Hadi bunu anladık da bütün bunlar olup biterken terör örgütü PKK’ya karşı operasyonların tüm hızıyla devam ettiği bir dönemde yayınladıkları bildiriyle devletin katliam yaptığını iddia eden ve 672 sayılı KHK ile görevden uzaklaştırılan, ihraç edilen akademisyenleri ziyaret eden, dayanışma mesajları veren Kemal Kılıçdaroğlu’na ne oluyor?

[Türkiye, 8 Eylül 2016]

SURİYE DOSYASI : ‘Güvenli Bölge İçin Münbic ve El Bab Önem Arz Ediyor’


‘Güvenli Bölge İçin Münbic ve El Bab Önem Arz Ediyor’

"Güvenli bölgenin oluşturulabilmesi için güneye doğru inilerek bir derinlik oluşturulması gerekiyor. Bunun için de El Bab ve Münbic kentleri önem arz ediyor."

SETA Dış Politika Araştırmacısı Can Acun, Türkiye’nin Suriye’de oluşturulmasını istediği güvenli bölge için terör örgütleri DAEŞ ve YPG’den temizlenen alanların tahkimatının sağlanmasının ardından güneye doğru bir derinlik oluşturulması gerektiğini, bu kapsamda Münbic ve El Bab kentlerinin büyük önem arz ettiğini belirtti.

Acun, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Fırat Kalkanı Harekatı’nda gelinen aşamada Türkiye’nin çok kısa bir sürede tüm beklentilerin ötesinde bir başarı sağladığını vurguladı.

Cerablus ve kırsalının DAEŞ’ten arındırıldığını, Azez-Çobanbey-Cerablus arasındaki 90 kilometrelik sınır hattının da terörden tamamen temizlendiğini anlatan Acun, şöyle devam etti:

"Türkiye’nin çok uzun bir süredir savunduğu güvenli bölgenin oluşturulabilmesi için DAEŞ ve PKK/YPG’den temizlenen alanlarda tahkimatın sağlanması, ardından ise güneye doğru inilerek bir derinlik oluşturulması gerekiyor. Bunun içinde El Bab ve Münbic kentleri önem arz ediyor. Türkiye, sınır hattından 30-40 kilometre kadar güneyde kalan bu iki kentin DAEŞ ve PKK unsurlarından tamamen temizlenerek kontrol altına alınması, sonrasında 90 kilometre boyunda 40 kilometre eninde güvenli bölgenin en azından karadan tesisi sağlanmış olacaktır."

Acun, güvenli bölgenin tesisinin öncelikle bu bölgede yaşayan siviller için büyük önem taşıdığını aktararak, terör örgütleri tarafından evlerinden tehcir edilen insanların bu sayede yeniden ikametlerine dönebileceğini ifade etti.

Suriye’de yaşayan insanların olası bir yerinden edilme durumunda bu kişilerin güvenliği sağlanmış bu bölgede yeni yerleşkeler kurabileceklerini vurgulayan Acun, "Güvenli bölgenin oluşturulması Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından da olumlu sonuçlar doğuracak. Bu hat üzerinden Türkiye’ye terör ihraç edilmesinin ve PKK’nın elindeki kantonları birleştirerek sürdürülebilir bir ‘hayat alanı’ inşa etmesinin önüne geçilecektir." dedi.

"TÜRKİYE BÖLGE TERÖRDEN ARINDIRILINCAYA KADAR KALACAK"

Türkiye’nin terörden arındırılmış güvenli bölge oluşturmadan bölgeden ayrılmayacağı öngörüsünde bulunan Acun, temizlik harekatının başarıya ulaşmasının ardından konvansiyonel güçlerin geri çekileceğini bildirdi.

Acun, şu değerlendirmelerde bulundu:

"Ancak Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve diğer Suriyeli muhalif unsurları bölgede desteklemek amacıyla, özel kuvvetlerin unsurlarıyla bölgede kalmaya devam etmesi muhtemel. Nihayetinde YPG’nin ABD hava desteği olmadan sahada etkili bir güç olmadıkları, Cerablus’ta yaşanan çatışmalarda TSK ve ÖSO’ya karşı direnç gösteremedikleri görüldü. DAEŞ’in ise Bab kentini de kaybetmesiyle bu bölgede tehdit unsuru olmaktan çıkacağını öngörebiliriz."

UÇUŞA YASAK BÖLGE

Azez-Cerablus-El Bab-Münbic hattında oluşturulmak istenen güvenli bölgenin tesisi için uçuşa yasak bölgenin "olmazsa olmaz" unsurların başında geldiğine dikkati çeken Acun, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın G20 Liderler Zirvesi’nde konuyla ilgili Putin ve Obama ile görüşme yaptığını belirtti.

Acun, "Sayın Erdoğan, bu konuda görüşmeler gerçekleştirerek sonuç almaya çalışıyor. Özellikle Rusya’nın bu konudaki tavrı belirleyici olacaktır. Rejim güçlerinin bu bölgeyi hedef alması Rusya üzerinden engellenebilirse de-facto olarak uçuşa yasak bölge ve dolayısıyla güvenli bölge oluşturulabilir." ifadesini kullandı.

TÜRKİYE VE RUSYA İLİŞKİLERİNDEKİ NORMALLEŞME

Can Acun, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin yeniden normalleşmeye başlamasının ardından bu gelişmenin Suriye’ye de yansımalarının olduğunu bildirdi.

İki ülkenin Suriye’nin toprak bütünlüğünün temini noktasında anlayış birliğine vardıklarına işaret eden Acun, şunları kaydetti:

"Bu çok önemli bir gelişme çünkü Türkiye’nin PYD/YPG’ye yönelik operasyonlarının da bir şekilde önünü açan bir gelişme oldu. Nihayetinde Rusya’da PYD’nin ABD eliyle bölgede bir terör kuşağı-koridoru oluşturmasını kendi bölgesel stratejisine bir tehdit olarak okuyor. Ancak iki ülkenin genel Suriye vizyonlarının tamamen örtüştüğünü söyleyebilmek ise çok zor, Rusya hala sahada aktif olarak Esed rejimini desteklerken, muhaliflerin de büyük kısmını terörist olarak görüyor ancak Rusya’nın artık Esed’siz bir çözüm noktasında eskisi kadar rezervi olmadığına yönelik de bazı işaretler var."

[Röportaj, Eşber Ayaydın]
[Anadolu Ajansı, 7 Eylül 2016]

TARİH : Vahdettin’in İslam Dinine İhanetleri (BÖLÜM 1-2)


Vahdettin’in İslam Dinine İhanetleri -1-

Vahdettin’in sattığı kiraya verdiği camiler ve mezarlıklar

Tarihimizin en “acımasız” cami satışı son padişah Vahdettin tarafından gerçekleştirilmiştir. İşgal yıllarında saray ve hükümet, para ihtiyacı için İstanbul’daki ecdad mirasını; tarihi camileri, tarihi hamamları, medreseleri, hatta mezarlıkları bile işgalcilere satmıştır.

Bu konudaki belgeleri ortaya çıkaran Atilla Oral’ın ifadeleriyle; “Vahdettin, atalarının emanetine sahip çıkmak isteyen bir padişah değildi. Eğer böyle biri olsaydı, ilk önce kültür miraslarına, ata yadigârlarına sahip çıkması gerekirdi. Oysa, bunlara sahip çıkmak amacıyla hiçbir çaba göstermedi. Aksine hayırsız mirasyediler gibi ne var ne yoksa satıp savurdu. Camileri, türbeleri, mezarları dahi sattırdı.

Mimar Sinan eserlerini yıktırdı. İşgal yıllarında Vahdettin’in hissizliği ve acımasızlığı sonucu kültür ve sanat varlıklarımız büyük zarar gördü.”

Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı yıllarında para bulabilmek için ülke içindeki kaynaklara yönelmiş, askeri doyurabilmek için İstanbul’daki bazı gayrimenkulleri satışa çıkarmıştır. Taksim Kışlası ve Talimhane Meydanı da satışa çıkarılanlar arasındadır. Talimhane ve Kışla, 500.000 liraya Fransız sermayeli “İstanbul Emlak Şirket-i Osmaniyesi”ne satılmıştır (7/20 Şubat 1913). Ancak o Taksim Kışlası içinde Mehmetçiğin ibadeti için bir de camii şerif vardır. 1913 yılındaki satış sözleşmesine kışlanın içindeki “bu caminin korunması” hükmü koydurulmuştu. Ancak Fransız şirket 1920’lerde kışla içindeki Taksim Mehmetçik Camii’ni de satın almak istemiştir. Daha önceki hükümetlerin ve Padişah Mehmet Reşat’ın özellikle satmadığı Taksim Camii’ni Padişah Vahdettin, İstanbul Hükümeti’nin Maliye Nazareti Vekili Tevfik Bey imzasıyla Fransız şirkete satmıştır. (23 Ağustos 1922). Dönemin Maliye Nazırı Vekili Tevfik Bey anılarında Taksim Camisi satış sözleşmesine de yer vermiştir.

Sonuçta Taksim Camii, Padişah Vahdettin’in emriyle ve 7000 lira bedelle Fransız sermayeli “İstanbul Emlak Şirket-i Osmaniyesi”ne satılmıştır. Cami satışına halkın tepki duyacağı düşüncesiyle ahalisinin tamamı Müslüman olan Safraköy’de bir cami inşasına karar verilmiştir. Ancak o dönemde böyle bir cami yapılmamıştır. Bakırköy’deki Safraköy Camii bölge halkının topladığı paralarla ancak 1957 yılında yapılmıştır. Ayrıca Vahdettin’in bu onur kırıcı satış sözleşmesi dönemin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi’de de yayımlanmayarak adeta halktan gizlenmiştir.

İşgal yıllarında İstanbul hükümeti ve Padişah Vahdettin, Beyoğlu’nun göbeğindeki tarihi Ağa Camii’ni de satmaya kalkmıştır.

Bu apaçık gerçeğe rağmen saltanat sevicisi Cumhuriyet düşmanları “Taksim Camisi’ni İsmet İnönü yıktı!” yalanını söylemişlerdir.

Örneğin, Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Taksim Camisi’ni, 1940 yılında İsmet İnönü’nün yıktırdığını iddia etmiştir.

İşgal yıllarında İstanbul hükümeti ve Padişah Vahdettin, Beyoğlu’nun göbeğindeki tarihi Ağa Camii’ni de satmaya kalkmıştır. Taksim Camii’nin satışında olduğu gibi, “Camii şerifi başka bir yere nakledeceğiz!” taktiğiyle tarihi Ağa Camii de satılmak istenmiş, fakat cami mütevellisinin muhalefeti yüzünden satış gerçekleşmemiştir. İleri gazetesi, Ağa Camii’nin satışı için yapılan girişimleri öğrenip “Cami Satılır mı? Ağa Camii Etrafında Dönen Dolaplar” başlıklı bir haber yapmıştır.

İstiklal Caddesi üzerindeki tek cami olan Ağa Camii’ni satılmaktan, yıkılmaktan kurtaran da Atatürk Cumhuriyeti’dir.

Bunun üzerine hükümet, cami arsasının bazı bölümlerini gayrimüslim bir şirkete kiraya vermiştir. Dönemin gazetelerinden öğrendiğimize göre, cami arsasına apartman inşa edilmesine çalışılmış, bu iş için yapılan ihaleyi Lefter adlı bir Rum almış. Bu sırada Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı kazanması, İstanbul’un, işbirlikçi İstanbul hükümetinden ve işgalcilerden temizlenmesi sayesinde Ağa Camii de satılıp yok edilmekten kurtulmuştur. Ağa Camii, satılmaktan ve yıkılmaktan son anda kurtulmuştur ama işgal yıllarının ihanetlerini, kirini, pasını taşımaktadır. Bir hayli yıpranmış, kırık dökük haldedir.

Şair Nazım Hikmet, 1921’de yazdığı “Ağa Camii” adlı şiirinin sonunda “Ey bu caminin ruhu bize mucize göster” diye yazmıştır. Ve çok değil bir yıl kadar sonra o mucize gerçekleşmiş, Kurtuluş Savaşı kazanılmış ve işgalciler geldikleri gibi çekilip gitmişlerdir.

İstiklal Caddesi üzerindeki tek cami olan Ağa Camii’ni satılmaktan yıkılmaktan kurtaran da Atatürk Cumhuriyeti’dir. Cami, 1937 yılında Vakıflar idaresi tarafından restore edilmiştir. Vakıflar idaresi bu yenileme için tam 22.432,30 lira para harcamıştır.

1937’de Ağa Camii tamir edildikten sonra caminin önüne, “Yurttaş dününü unutma bugünü iyi anlarsın” diye yazılmıştır.

Görüldüğü gibi Vahdettin, sadece işgalcilerle işbirliği yaparak vatana ihanet etmemiş, ayrıca tarihi camileri yabancılara satarak, satmak isteyerek veya satılmasını engellemeyerek de kendi tarihine, kültürüne ihanet etmiştir. Vahdettin’in “satış” girişimleri sadece İstanbul Taksim Camii ve Beyoğlu Ağa Camii ile sınırlı değildir.

İşte Vahdettin’in sattığı eserlerin kısa bir bilançosu:

1. Taksim Müslüman Mezarlığı’nın 17.000 liraya gayrimüslim sermayeli bir elektrik şirketine satılması.

2. Ayasofya Camii Şerifi’ndeki mahzenin satılması.

3. Laleli’de Sultan Mustafa Han Medresesi’nin önce satılması, sonra yıkılması ve yerine Laleli apartmanlarının yapılması.

4. Mustafa Ağa Camii Şerifi’nin 1300 liraya Harunaçi Efendi’ye satılması.

5. Sultan Mahmut Türbesi karşısındaki iki caminin satılması.

6. Üsküdar’da Acıbadem Dergâhı’nın yıkılıp yerine Tramvay Fabrikası’nın yapılması.

7. Bahçekapı’da Hamidiye Medresesi ile Eyüpsultan’da Mihrişah İmareti’nin ardiye olmak üzere kiraya verilmesi.

8. Bereketzade Camii Şerifi’nin satılmasına çalışılması (cami son anda kurtuldu).

9. Kasımpaşa-Beyoğlu Müslüman mezarlığının Vahdettin’in kararnamesiyle satılması.

10. Mimar Sinan’ın Haseki Sultan Hamamı’nın yıkılması.

11. Üsküdar Tahir Efendi Camisi’nin depo olarak kullanılmak üzere Amerikalılara kiraya verilmesi.

12. Vakıf çeşmeleri, sebillerin parayı bastırana kiraya verilmesi.

13. Yol yapıyoruz diye tarihi Yedikule Surlarının yıkılmaya başlanması.

14. Alemdağ ormanlarının satılığa çıkarılması.

15. General Harrington’un Taksim Ermeni Mezarlığı’nı futbol sahasına çevirmesi.

16. Bakımsız ve sahipsiz bırakılan camilerin soyulup soğana çevrilmesi. (Sürecek)

Ayrıntılar için bkz: Atilla Oral, Charles Harrington, “Sömürge Valisi’nin Himayesinde Vahdettin’in İhanetleri ve İşgal İstanbul’u”, İstanbul, 2013.

Vahdettin’in İslam Dinine İhanetleri -2-

Vahdettin’in Kuran ve Hadis Meallerini Yasaklaması

Padişah Vahdettin, işgal yıllarında sadece İstanbul’daki bazı tarihi camileri ve mezarlıkları işgalcilere satmakla kalmamış, Kuran ve hadis meallerini de yasaklamıştır.

Mustafa Kemal’in komutasındaki Türk ordularının 13 Eylül 1921’de Sakarya Meydan Savaşı’nı kazanmasından yaklaşık bir buçuk ay sonra işbirlikçi Padişah Vahdettin bir kararname yayınlayarak ayet ve hadislerin meallerinin gazetelerde yayımlanmasını yasaklamıştır. 23 Ekim 1921 tarihli kararnameyle yasak bildirilmiştir. Kararname 19 Ekim 1921’de imzalanmıştır.

Kuran ve hadis meallerinin yayımlanmasını yasaklayan kararname 23 Ekim 1921 tarihli Takvim-i Vekayi gazetesinde yayınlanmıştır. Kararnamede bu yasağa uymayanların cezalandırılacağı belirtilmiştir. Vahdettin’in ve İstanbul Hükümeti’nin nazırlarının (bakanlarının) imzasıyla yayımlanan, gazetelerde Kuran ve hadis meallerinin yayınlamasını yasaklayan kararname şudur:

“11 Recep 1327 tarihli Matbuat Kanunu’na Müzey-yel Kararname:

Madde 1: Resail-i mevkuteden maada (Belli aralıklarla çıkan küçük kitaplardan başka) ceraidde (gazetelerde) Ayet-i Kuraniye ve Ehadis-i Şerife’nin meallerinden bahis olunabilirse de aynen ve tamamen derci memnudur, (yasaklanmıştır.) İşbu memnuiyete (yasağa) muhalif hareket eden gazetenin müdür-i mesulü ile makaleyi yazan, onar liradan yirmişer liraya kadar cezay-i nakdi ya, yirmi dört saatten bir haftaya kadar hapis ile yahud her iki ceza ile birden mücazat olunurlar.

Madde 2: İşbu kararname tarihi neşrinden muteberdir, (geçerlidir).

Madde 3: İşbu karar namenin icrasına Harbiye, Dâhiliye ve Adliye Nazırları memurdur.

Meclis-i Umumi’nin içtimaında kanun iye ti teklif edilmek üzere işbu kararnamenin mevki mer’iyyete vaz’ını irade eylerim.

17 Sefer 1340-19 Teşrinievvel 1337

İmza: Mehmed Vahideddin. Dâhiliye Nazırı ve Nafia Nazır Vekili: Ali Rıza, Hariciye Nazırı: Ahmet İzzet, Şeyhülislam: Nuri, Sadrazam: Tevfik, Şura’yı Devler Reisi: Tevfik, Harbiye Nazırı ve Bahriye Nazır Vekili: Ziyaeddin, Ticaret ve Ziraat Nazırı: Safa, Adliye Nazırı: Kazım, Maliye Nazırı: Faik Nuzhet, Maarif Nazırı ve Efkafı Hümayun Nazır Vekili: Said

Vahdettin, Kuran ve hadis meallerinin sadece gazetelerde değil kitaplarda da yayınlanmasını yasaklamıştır. 19 Nisan 1920’de kitaplarda da Kuran ve hadis meallerinin yayınlanması yasaklanmıştır.

Peki ama Padişah Vahdettin, Kuran ve hadis meallerini neden yasaklamıştır?

Bu soruya doğru cevap verebilmek için yasakların zamanlamasına bakmak gerekir. Vahdettin’in kitaplarda Kuran ve hadis meallerinin yasak tarihi 19 Nisan 1920’dir. Yani kurnaz işbirlikçi Vahdettin, TBMM’nin açılmasından dört gün önce böyle bir yasak getirerek Atatürk’ün ve Kuvayi Milliye hareketinin “dine aykırı hareket ettikleri” propagandasının zarar görmesini engellemek istemiştir.

Vahdettin, Kuran ve hadis meallerinin sadece gazetelerde değil kitaplarda da yayınlanmasını yasaklamıştır. 19 Nisan 1920’de kitaplarda da Kuran ve hadis meallerinin yayınlanması yasaklanmıştır.

Çünkü bilindiği gibi 11 Nisan 1920 tarihli bir fetvayla (Şeyhülislam Mustafa Sabri ve İstanbul Müftüsü Dürrizade’nin hazırladığı) Kuvayi Milliye’nin “din dışı” olduğu ve “Kuvayi Milliyecilerin faaliyetlerinin Allah’ın buyruklarına ve şeriata aykırı olduğu” ilan edilmişti. İşte Vahdettin, bu propagandanın etkili olması için, halkın Allah’ın buyruklarını okuyup anlamasına engel olmak istemiş, bu amaçla 19 Nisan 1920’de Kuran ve hadis meallerinin kitaplarda yayımlanmasını yasaklamıştır. Atatürk ise bu propagandaya karşı bir karşı fetva yayınlatmış ve TBMM’yi tekbir ve dualarla açtırmıştır.

Vahdettin Hristiyan işgalcilere karşı kazanılan bu zaferinin aynı zamanda Kuran’a ve hadislere uygun bir mücadelenin sonucu olduğu gerçeğini halktan saklamak istemiştir.

Ayrıca Vahdettin, bu yasak kararından bir gün önce, 18 Nisan 1920’de Kuvayı Milliye’ye karşı “paralı ordu” Kuvayı İnzibatiye’yi kurmuştur. İşte Vahdettin bu süreçte halkın Kuran’daki gerçekleri öğrenmemesi için Kuran ve hadis meallerine yasak getirmiştir. Vahdettin’in gazete ve dergilerdeki Kuran ve hadis meallerinin yasak tarihi ise 23 Ekim 1921’dir. İşbirlikçi Vahdettin, Türk’ün ölüm kalım savaşı olan Sakarya Zaferi’nden bir buçuk ay sonra Kuran ve hadis meallerini yasaklayarak halkın milli coşkusunun Kuran’la dini bir coşkuya dönüşmesini önlemek; Hristiyan işgalcilere karşı kazanılan bu zaferin aynı zamanda Kuran’a ve hadislere uygun bir mücadelenin sonucu olduğu gerçeğini halktan saklamak istemiştir, işgal yıllarında İstanbul’da işgalcilere cami ve mezarlık satması ve Kuran, hadis meallerinin gazetelerde, dergilerde ve kitaplarda yayımlanmasını yasaklaması, onun sadece vatana değil aynı zamanda İslam dinine ve Müslüman Türk milletine ihanet ettiğinin de kanıtlarıdır.

“Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” diye adlandırılan Halife Vahdettin, Kuran’ın ve Hadislerin anlaşılmasını engellemek için mealleri yasaklarken; kimilerince “dinsiz. İslam düşmanı” diye adlandırılan Mustafa Kemal Atatürk, Kuran ve Hadislerin anlaşılması için mücadele etmiştir. Kim gerçek Müslüman, kim gerçekten İslama hizmet etmiş, elinizi vicdanınıza koyup siz karar verin!.

Ayrıntı ve belgeler için: Atilla Oral, İşgalden Kurtuluşa İstanbul, İstanbul, 2013, s. 561,56

SURİYE DOSYASI : ‘Suriye’de yaşananların IŞİD’le ilgisi yok, bu bir enerji savaşı’


Suriye’deki en şiddetli çatışmaların ana boru hatları ya da gelecekte enerji hattı için kullanılması planlanan bölgelerde yaşandığına dikkat çeken Alman dijital gazetesi Deutsche Wirtschafts Nachrichten, ülkede yaşananın IŞİD’le mücadeleden çok ‘enerji savaşı’ olduğunu savundu.

Suriye’de bulunan en önemli petrol pazarlarından iki tanesinin Menbiç ve El Bab’ta bulunduğunu hatırlatan gazete, bu iki kentin Irak’tan Suriye’ye gelen ve İdlip bölgesine devam eden ana boru hatlarına ev sahipliği yaptığını kaydetti. Irak askerleri El-Kayyara petrol rafinerisini, IŞİD’den kurtardı.

‘MENBİÇ’İ ALAN PETROL TAŞIMACILIĞINI DA KONTROL ALTINA ALIR’

“Kim Menbiç’i alırsa, Suriye’deki petrol taşımacılığını da kontrol altına alır” ifadelerine yer verilen analizde, bu durumun batıda Halep, İdlip ve El Bab; doğuda ise Rakka ve Deyr Ez-Zor için de geçerli olduğu ifade edildi. Türkiye’nin şimdiye kadar petrol hatlarına doğrudan ulaşımının bulunmadığını ancak Menbiç’in alınmasıyla birlikte bunun değişeceğini kaydeden Deutsche Wirtschafts Nachrichten haberi şöyle devam etti: “Halep’teki mevcut savaş, devam eden çatışmanın en belirleyici öğesi olarak görülüyor. Halep, ülkenin ana petrol hatlarının geçtiği son büyük şehir. Onu alan, boru hatlarının anahtarını da elinde tutacak.” IŞİD militanları © REUTERS/ IŞİD petrol ve doğalgaz tesisine saldırdı: 9 ölü

ŞİDDETLİ ÇATIŞMALARIN OLDUĞU YERLER, TÜRKİYE-KATAR HATTI ÜZERİNDE

En şiddetli çatışmaların Rakka, Deyr Ez-Zor, Halep, İdlib, Haseke, El Bukemal ve El Bab’ta yaşandığına dikkat çeken gazete, Hama ve Humus’ta da çatışmaların sürdürdüğünü, öncesinde ise Palmira’nın hedefte olduğunu belirterek, tüm bu yerleşimlerin Türkiye’den Katar’a uzanması planlanan boru hattının rotası üzerinde olduğunu vurguladı. ‘ABD DOĞUYU, RUSYA BATIYI İSTİYOR’ Rusya’nın da İran’dan Irak ve Suriye’den geçen bir boru hattı projesini desteklediğini savunan gazete, Moskova’nın bu sebeple Humus’un cihatçıların eline geçmesini istemediğini aktardı. Suriye’deki hava operasyonlarında ABD’nin çoğunlukla doğuya, Rusya’nın da batıya odaklandığını belirten Deutsche Wirtschafts Nachrichten, iki ülkenin de buralarda bir diğeri tarafından petrol boru hattı inşa edilmesini önlemeyi planladığı yorumunda bulundu. 6.9.2016

tr.sputniknews.com

MK ULTRA PROJESİ /// REHA SÜVARİ /// Türkiye ve Dünya Cezaevleri nde Zihin Kontrolü : HZİ VAKFI”NIN SABIKALARI


Türkiye ve Dünya Cezaevlerinde Zihin Kontrolü : HZİ VAKFI`NIN SABIKALARI

Reha Suvari

22 Haziran 1990 tarihli gazetelerden akseden bir haberde, Dev-Sol’a mensub dört militanın Gayrettepe Yıldız Posta Caddesi Akın Sitesi’nde bulunan Prof. Doktor Turan M. İtil’e ait HZİ VAKFI’na sabahın erken saatlerinde gelerek, içerideki çalışanları alt katta etkisiz hale getirdikten sonra üst kattaki büroları harabeye çeviren bombalama olayını gerçekleştirdikleri, olay yerini terketmeden önce de duvarlara bildiriler bıraktıkları ifade ediliyordu. Devrimci Sol-Silahlı Devrim Birlikleri imzalı bildirilerde “Amerikan ilaç tekellerinin hizmetinde çalışan ve CIA tarafından finanse edilen HZİ Vakfı, örgütümüz tarafından basıldı ve tahrip edildi.” deniyordu. [1]

Peki neydi bu HZİ Vakfı ve bildiride bahsedilen cezalandırmayı hakedecek daha büyük çapta bir sürü başka kurum ve kuruluş varken, adı sanı duyulmamış bu vakfı neden Dev-Sol hedef almıştı?

HZİ, Hatice Zahit İtil’in baş harfleriydi. Profesör Dr. Turan İtil’in ve bugün ismi ulusalcılarla sıklıkla anılan ve "Başörtüsünü Sümerlerde fahişeler takardı" şeklinde bilimsel(!) açıklamalarıyla meşhur Sümerolog(!) Muazzez İlmiye Çığ’ın annesinin ismi idi ve Çığ vakfın yönetim kurulu başkanlığını üstlenmişti.

12 Eylül sonrası Mamak, Metris, Erzurum gibi siyasi tutuklu ve mahkumların konulduğu cezaevlerinden gelen haberlere göre, ağırlıklı olarak devrimci sol mahkumlarlar üzerinde farmakolojik deneyler yapılıyordu. Deneyler sadece cezaevleri ile sınırlı kalmıyor, seçilen bazı mahkumlar mezkur vakfa getiriliyor, burada da ilmî(!) çalışmalara devam ediliyordu.

Daha sonra bu deneylerin sadece farmakoloji değil; hipnoz, beyin fizyolojisi, elektromanyetizma gibi Zihin Kontrolü ile alakalı unsurları da içine alacak çapta olduğu anlaşılacaktı. Hatta vakfa yakın site sakinleri defalarca kafalarında tuhaf başlıklar ve kablolar olan insanları gördüklerini söyleyeceklerdi.

İnsan haklarına aykırı bir şekilde zorla kobay edildikleri bu çalışmalar içinde, devrimciler dışında ülkücü tutuklu ve mahkumlar da bulunuyordu. Yanısıra, bu yasadışı, hukukdışı, ancak devletin en üst organı (Milli Güvenlik Konseyi) emriyle yürütülen çalışmaların faili olarak başka akademisyenlerin ismi de geçmekteydi. Bunlardan en tanınmışı da artık hayatta olmayan Prof. Ayhan Songar’dı ve o da hem müstakil olarak Cerrahpaşa’da ve hem de HZİ Vakfı bünyesinde Prof. Turan İtil başkanlığında yapılan çalışmalara katılıyordu.

Prof. Turan İtil, bu bombalama eylemi ve akabindeki gelişmelerden sonra vakfın kapısına kilidi vurup ABD’ye gitti.

Buraya kadarki tuhaf hikayeden pofesör İtil’i tam mânâsıyla tanımamız yeterli olmayacaktır. İtil, sıradan bir farmakolog, alelade bir akademisyen degildi. Öyle olmadığını anlamak için biyografisine kısaca bir göz atmak dahi yeterli olacak sanırız. Biyografisini okudukça görüleceği gibi, dünya çapında araştırmalara, buluşlara, patentlere imza atmış; ABD’de yabancıların ulaşamayacağı haklar elde etmiş; Nobel sahibi statüsündekilere has muamele goren bir bilim adamıydi İtil.

İtil’in biyografisinden öne çıkan birkaç kesit verelim ve onu biraz daha yakından tanımaya çalışalım o halde:

– “Profesör İtil, 1962’de Almanya’da Erlangen-Nürnberg Üniversitesi’nde doçent ve Noro-psikiyatri Bölümü Başhekimliği görevini yürüttü. Bir yıl sonra St. Louis Missouri Üniversitesi’ne davet edildi. 1974’e kadar profesör ve yardımcı başkan sıfatıyla araştırmalarını sürdürdü. 1975 senesinde yine davet üzerine gittiği New York Tıb Koleji’nde Biyolojik Psikiyatri Başkanı olarak 15 yıl görev yaptı. Prof. İtil, bu dönemde Amerikan Hava Kuvvetleri ve Missouri Üniversitesi Psikiyatri Enstitüsü bünyesinde LSD üzerine laboratuvar çalışmaları yapılan ünitedeki araştırma biriminde lider kadroda olarak görev aldı.” [2]

2005-2012 yılları arasında Amerikan Hava Kuvvetleri Araştırma Merkezi’nde NÖROFİZYOLOJİ ve PSİKOFARMAKOLOJİ Araştırmaları Ünitesi 2. Başkanı. (Co-Principal) olarak Amerikan Ordusu’na hizmet etti. İtil`in, bunun dışında, NATO ile de sıkı işbirliği vardı. Mamak, Metris, Erzurum gibi cezaevlerinde yaptığı zihnî, nörolojik ve farmakolojik deneylerin sonuçlarını hiçbir zaman detaylarıyla kamuoyu ile paylaşmamasına karşılık, sonradan deney sonuçlarının bir kısmı 1983’te İstanbul’da yapılan bir seminerde “özel davetliler”le paylaşılmıştı.

Bunun dışında, New York Medical College’da yine kapalı seminer verdi İtil. Bu seminerin bazı notları 21 Mart 1984 tarihli Medical Tribune’de yayımlandı. Yazıdaki yorumlar, İtil’in tutukluları “kobay” olarak kullandığını açıkça göstermekteydi. İtil’in yürüttüğü beyin, noroloji ve farmakoloji temelli çalışmaları sadece ABD Ordusu değil, bunun dışında NATO da takib etmekte, destek vermekteydi. Kamuoyundan saklanan deneylere dair sonuçları NATO’nun 23 Ocak 1985 tarihinde yapılan toplantısında yetkililere sunacaktı.

Kamuoyuna sızan araştırma sonuçları ve tavsiyeler olarak, cezaevlerinde koğuş sisteminden hücre sistemine dönüşümün sağlanması, Atatürk ilke ve inkılapları ekseninde sert disiplin kuralları ile eğitim verilmesi gibi maddeler yer almakta idi. [3]

Sabah Gazetesi’nde Prof. İtil’in 12 Eylül dönemi hapishanelerinde yaptığı yasadışı çalışmalarla ilgili olarak Prof. Nevzat Tarhan’ın şöyle bir açıklaması yer alacaktı:

– “Psikiyatrist Prof. Nevzat Tarhan, 1980 darbesinin ardından cezaevlerine konan solcu ve sağcı hükümlüler üzerinde Prof. Turan İtil ile Prof. Ayhan Songar’ın gizli bir araştırma yaptıklarını açıkladı. Prof. Tarhan, sonuçları kamuoyundan gizlenen bu araştırmayla ilgili olarak Prof. Songar’ın dost sohbetlerinde “Araştırmanın sonuçlarına göre sağcılar gerizekalı, solcularsa antisosyal ve psikopat çıktı” dediğini aktardı. 12 Eylül döneminde Milli Güvenlik Konseyi’nin, hükümlülerin neden suç işlediğinin belirlenmesi amacıyla bir araştırma yaptırdığını belirten Prof. Tarhan, projede Prof. İtil ve Prof. Songar’ın yer aldığını söyledi. Araştırma sonuçlarının Harbiye Orduevi’nde sunulduğunu anlatan Prof. Tarhan, “Prof. Songar, araştırmayla ilgili birtakım sonuçlara Bursa’da yapılan bir kongrede meydana gelen tartışmalarda gayri resmi olarak değindi. Fakat gizli bir devlet projesi olarak yürütülen bu çalışma resmi olarak ancak devlet tarafından yayınlayabilir” dedi. Kendisinin de bu çalışmanın sonuçlarını görmediğini belirten Prof. Tarhan, “Ama Prof. Songar bazı sohbetlerinde bu araştırmadan elde ettikleri bazı sonuçları söylemiş. Hatta araştırmayla ilgili olarak ‘Sağcılar geri zekâlı, solcular antisosyal ve psikopat çıktı’ diye yorum yapmış” dedi.” [4]

Medyada dönem dönem yer alan bu türden haberlerde Mengele ile kıyaslanan Profesör İtil’in biyografisinde 13 ilacın patentli mucidi olduğunu görüyoruz. Sadece farmakolojik çalışmaları değil, BEYİN ve ELEKTROMANYETİZMA konularında da uzman olan İtil, 25’in üzerinde ülkede 100’den fazla Beyin Fonksiyon Laboratuvarının kurucusu olmuş.

Profesör Turan M. İtil, buluşları ile de dünya çapında bir bilim adamı. Bunlar arasında patentli 13 ilaç ve patent almayı bekleyen daha başka birçok ilaç var.

İtil, aynı zamanda, beyin ve nöroloji sahasında sayısız birçok METOD’un, yine beyindeki ELEKTROMANYETİK DALGA alanlarının ölçüm ve haritalanmasında kullanılan gelişmiş bilgisayar destekli CİHAZ ve SİSTEMLER’in de kaşifi. Nöroloji alanında çığır açan ve EEG’nin (Electroencephalography) gelişmiş versiyonu olan CEEG’yi (Computer Analized EEG) bulan kişidir. EEG: Beyin hücreleri arasında bulunan elektrikî potansiyellerin elektroensefalograf cihazıyla kaydedilmesi işlemi.

CEEG, esas itibariyle bir EEG cihazı ile 3 adet (biri merkezî, ikisi yardımcı olmak üzere) mikrobilgisayardan oluşuyor. EEG cihazından alınan grafik, otomatik olarak kompüterlere verilip 8 EEG kanalı birlikte analiz ediliyor ve aynı zamanda renkli topografik beyin şemaları da çiziliyor. Bu şemalarda, beynin çeşitli bölgelerindeki dalga değerlerini net olarak görmek mümkün oluyor.

CEEG’nin geliştirilmesi yanında, HİPNOZUN BEYİN FİZYOLOJİSİ, HALÜSİNASYONLARIN BEYİN FİZYOLOJİSİ, RÜYALARIN BEYİN FİZYOLOJİSİ, UYKU DERİNLİĞİNİ OTOMATİK ÖLÇME gibi sahalardaki çalışmalarıyla da tanınıyor.

12 Eylül cezaevlerinde kobay olarak kullanılan tutuklu ve mahkumlar sadece devrimciler değildi demiştik. O dönem Milliyetçi Hareket Davası’ndan iki kez ölüm cezasına çarptırılan ve merhum Muhsin Yazıcıoğlu’na yakın isimlerden Recep Küçükizsiz, yirmi yılı geçen cezaevi ve sürgün döneminden sonra 2011 yılında Türkiye’ye döndüğünde o ana kadar belleğinde sürekli yer bulan ve MAMAK’IN MENGELESİ olarak isimlendirdiği “beyaz önlüklü”yü tevafuken televizyonda görünce, geçen onca yıla rağmen Prof. Dr. Turan M. İtil’i hemen tanıdı ve soluğu mahkemede aldı.

İsmi darbeyle özdeşleşen Prof. İtil böylece ilk kez resmi soruşturmaya girmiş oldu. İlk kez diyoruz, çünkü 1985’te de bu yönde gelişmeler olmuş, İtil ve HZİ VAKFI ilaç ve elektromanyetizma ile yasadışı deneylerle ilgili olarak anılmış, hatta Sağlık Bakanlığı ve TBMM inceleme yapmıştı. Basında çıkan haberlere göre böyle bir suç işlenmişti ancak bunu engellyen, yaptırım getiren, ilgili bir kanun yok denilerek konu kapatıldı.

Mezkur haberde yaşananları destekleyen uzman açıklamalarına da yer verilmiş. Bolu İzzet Baysal Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü’nden Prof. Dr. Mustafa Sercan, iki profesörün ismine temasla yukarıda bahsettiğimiz deneylerin açık edildiği sonuçları ihtiva eden sunumlarla ilgili açıklamasında şunları söylüyor:

– “Prof. İtil ve Prof. Songar’ın araştırmasının sonuçlarına benim tanık olduğum ilk sunum 1984’te Bursa’daki bir kongreydi. Songar konuşmasında araştırma sonuçlarına göre, ‘solcuların genetik olarak suçlu olduğunu’ söyledi. Bir de Erzurum Cezaevi’ndeki tutukluların kendilerine sürekli iğne yapıldığına dair tanıklıkları biliyorum. Bu ilaç 100 kişiye uygulanmış.”

İÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Doğan Şahin’in konuyla ilgili açıklaması da şöyle:

– “Yaptığım bir işkence araştırması sırasında konuştuğum kişiler bana bu araştırmaların bir kısmına Cerrahpaşa Psikiyatri Kliniği’nin de katkıda bulunduğunu, 1983 yılında bazı mahkumların Cerrahpaşa’ya götürülerek üzerlerinde Prof. Dr. Ayhan Songar tarafından araştırma yapıldığı bildirildi. Daha sonra aynı bilgilere çeşitli yerlerde de rastladım.”

Mehmet Bekâroğlu (Psikiyatri uzmanı):

– “Metris’te komutanlar benden mahpusların direncini kırmamı istiyordu. Ben de ‘komünizmin tedavi edilecek bir hastalık’ olmadığını anlatıyordum. Ama Prof. İtil’in araştırmasında siyasi tutukluların sosyopat olduğunun anlaşıldığı iddia edilmişti.”

‘Tedavi için 40 yaşına kadar cezaevinde kalmalılar’

Prof. Turan İtil, araştırmasının sonucunda şu yorumda bulunuyordu:

– “Bunların elinde olmayan bir şey var, içgüdüleri var, bunu anlayabilmek için iki tanesini görmeniz kafi, üç taneye gerek yok. Öyle bir şey ki bunlar, buluttan nem kapan insanlar, kontrol edilemeyen bir kızgınlıkları var. Terörist olmasalardı da katil olurlardı. Bir araştırma yaptık, Türkiye’nin çeşitli hapishanelerindeki teröristlerle görüştük, üstelik bu araştırmanın güvenilir yanı kim terörist kim değil diye bir kuşkunun olmayışı. Bu teröristler için kesinlikle en iyi ilaç yaştır. Kimse 40 yaşından sonra terörist olmaz. O halde kırka kadar beklemek gerek. 40 yaşına kadar içeride hapishanelerde tutulmaları gerekir. Pahalı bir yöntem ama idamdan daha iyi.” [5]

12 Eylül dönemi Mengeleleri’nden olmakla itham edilenlerin kimisi artık hayatta değil. Kimisi izini kaybettirmiş görünüyor. Profesör Dr. Turan M. İtil ise, bildiğimiz kadarıyla sayısız kurum ve kuruluşta etkili bir isim olarak ve hepsinden önemlisi hem NATO ve hem de ABD Ordusu gölgesinde çalışmalarına devam etmekte. 1990 yılından bugüne New York Üniversitesi’nde profesör ve New York Tıbbi Araştırma Enstitüsü’nün başkanlığını yürütüyor. 

Son olarak başında bulunduğu New York’taki Beyin Merkezi’nin bir şubesini de 2009’da İstanbul’un lüks bir semtinde faaliyete geçirdi. [6]

İtil ve Çığ kardeşler bir asıra yaklaşan ömürlerinin son demlerinde de oldukça faaller. Çığ`ın kitabları Perinçek`in Kaynak Yayınevi`den çıkıyor ve yine aynı meşrebteki televizyon programlarında boy gösteriyor. Yine abla kardeş İşçi(!) Partisi öncülüğündeki toplantılara hatta yürüyüşlere katılmalarıyla gündeme gelmekteler artık. Mengeleci olmakla itham edilen bir doktor ve deneylerine sahne olan mekanın -vakfın- başkanı bir Sümerolog(!), 12 Eylül`de rağbet gördükleri günlerin hasretiyle son nefeslerine kadar "salyangoz satmaya" kararlı görünüyorlar.

Artık 12 Eylül gibi karanlık dönemler geride kaldı, cezaevlerinde Mengeneler artık cirit atmıyor diye düşünenler olabilir, ancak gerçek hiç de sanıldığı gibi değil. 12 Eylül sonrasında yaşanan 28 Şubat gibi süreçler düşünüldüğünde, bitmediği, daha da tahkim edildiği anlaşılıyor. Bugün dahi, yargılandıkları söylenen darbe faillerinin daha ilk celselerde salıverildikleri de hepimizin malumu. Yanısıra, sistem için tehlikeli addedilen uslanmaz Devrimci ve Ülkücülerin nesli kesildiği zannıyla cezaevlerindeki Mengeleci tatbikatların artık olmadığını düşünenlere ise Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu ve O`nun 14 yıllık çilesini hatırlatırız.

NATO, AB-D, İsrail ve cümle yerli avanesi nezdinde tehlike arzeden bir fikir ve aksiyon adamı için 14 yıldır saatler durmuş; farmakoloji ve ilkel elektromanyetizma yöntemlerinin çok fevkinde teknolojinin adı olan TELEGRAM’la Bolu’da her gün, günde 24 saat işkence görüyor. O fikir adamının başta Müslüman Anadolu olmak üzere tüm insanlığa sunduğu ve "Külliyat" olmanın ötesinde tatbike, hayata geçirilmeye "kol" bekleyen "Sistem"in yerli-yabancı mevcud "irade"yi, Siyonist Elit ve peşkircilerini korkutmaması mümkün mü? Ve bize, O çıkmadan, sundukları baştacı edilmeden kurtuluş görünüyor mu? Herşeye rağmen ne mutlu ki bize ki, tam mânâsıyla layık olamasak da en azından böyle bir sistemin, fikriyatın ve liderin tarafındayız, o liderin yaktığı ateşin pervanesiyiz.

Prof. Dr. Turan M. İtil ve onun farmakoloji, nöroloji ve gelişmiş bilgisayarlar ekseninde yürüttüğü çalışmaları kısacık bir makaleye sığdırmak mümkün görünmüyor. İsminin, Pentagon güdümünde Cihazlı Zihin Kontrolü’nün ilk temel projelerinden olan MK-ULTRA Projesi ile olan alakasını; 1974-1989 yılları arasında GATA Nöroloji Anabilim Dalı Başkanlığı yapmış olan Prof. Dr. Şevket Akpınar’la birlikte yürüttüğü ve HİPNOTİZMA’yı da içine alan projeleri; PLACEBO (plasebo) Etkisi –Farmakolojik olarak etkisiz bir ilacın “telkin”e dayalı etki ortaya çıkarması- üzerine çalışmaları; MK-ULTRA ve ARTICHOKE projelerinde yeraldığı bilinen ve hayatında ilk “katatoni” hastasını 1962’de Bakırköy’de gördüğünü söyleyen, “ELECTROSHOCK-Restoring The Mind-Healing Mental Illness” yazarı ve psikiyatrinin yaşayan efsane ismi Max Fink’le olan bağlantısını ve daha birçok konuyu da masaya yatırmak gerekiyor.

Bunları da ele alacağız.

DİPNOTLAR

1) http://i.imgur.com/orc42.jpg?4427

2) http://muarchives.missouri.edu/c-rg14-s24.html

3) http://www.radikal.com.tr/turkiye/o_mamakin_mengelesiydi-1069333

4) http://www.nevzattarhan.com/prof-tarhan-sagcilar-geri-zekali-solcular-antisosyal-ve-psikopat-cikti.html

5) http://www.radikal.com.tr/türkiye/o_mamakın_mengelesiydi-1069333

6) http://www.hurriyet.com.tr/cumartesi/11501980_p.asp

KAYNAK: Reha Suvari, “Türkiye ve Dünya Cezaevlerinde Zihin Kontrolü: HZİ VAKFI`NIN SABIKALARI”, Haftalık Baran Dergisi, Sayı 354, 24 Ekim 2013.

MİZAH : AK PARTİ HİZMETTE SINIR TANIMIYOR /// TÜBİTAK’TAN ASRIN PROJESİ :))))))) ))


Artık PAPAZ eriğini gönül rahatlığı ile yiyebileceğiz..

Eriği üstten koyuyorsun, içerde gusül abdesti alıp aşağıdan düşüyor

TERÖR DOSYASI : Terörizmin Entegre Doğası


Terörizmin Entegre Doğası

Türkiye yıllardır hiç olmadığı kadar yoğun bir terör saldırısı altında. Ülkeyi hedef alan bölücü, “köktendinci”, hibrid ve ideolojik küçüklü büyüklü terör örgütlerinin isimlerini sıralamaya bu köşe yetmez. FETÖ, PKK, DAEŞ, DHKP-C listenin en başında yer alıyor. İlk bakışta birbirlerinden çok farklı yapılara sahip olduğu düşünülen birçok terör örgütünün aslında aynı amaç için faaliyette bulunduğu net bir şekilde ortada. Dahası, Türkiye’nin başına bela olan bu örgütlerin çoğunun aynı merkezlerden yönlendirildiğine hiç şüphe yok. Yani Türkiye’ye sistematik biçimde saldıran terör örgütleri birbirleriyle iç içe, entegre bir yapıya sahip.

Terör örgütlerini, görünürdeki hedef, stratejik hedef ve hedefi tayin edenin kimliği açılarından tahlil edersek, bunların nasıl entegre bir karaktere sahip olduklarını net olarak görürüz.
Görünürdeki hedefleri açısından bakıldığında manzara şöyle:

FETÖ Türkiye’de yönetimi ele geçirmek istiyor; PKK Türkiye’yi etnik temelli bölmek istiyor; DAEŞ Türkiye’yi de içine alacak bir “hilafet devleti” kurmak istiyor; DHKP-C Türkiye’de devleti yıkıp, sınıf temelli bir rejimi kurmak istiyor…

Söz konusu örgütlerin stratejik hedeflerine baktığımızda ise bu dört örgütün tümünün “Türkiye’yi güçsüzleştirmek, istikrarsızlaştırmak, etkisizleştirmek ve işgale açık hâle getirmek” için çaba göstermekte olduğunu anlıyoruz.
Yani, görünüşteki hedefleri birbirinden farklı gibi gözükse de aslında bu terör örgütlerinin startejik hedefi Türkiye Cumhuriyeti’ni yok etmek. Zaten terörizmin tanımında, “siyasal bir amaca ulaşmak için… şiddet kullanımı” var. Terörü adi suçtan ayıran “siyasal amaç”. Mensuplarının kimliklerinden bağımsız olarak, bu örgütlerin tümünün siyasal amacı aynı.
Bu ortak stratejik hedefi ve siyasal amacı kimin tespit ve tayin ettiği, terör örgütlerini Türkiye Cumhuriyeti’ni yok etmek için eylemler yapmaya kimin sevk ettiği sorularına net cevaplar vermeden bunlarla etkin mücadele yapılamaz.

Apaçık deliller ortadayken terör örgütlerinin arkasındaki bazı Batılı devlet yapılarını görmezden gelmek, “Efendim, FETÖ’yü, PKK’yı bu kadar çok Batı ile ilişkilendirirsek, Türkiye’de Batı karşıtlığını körükleriz. Bu da demokrasimize zarar verir” gibi naif çözümlemelere girişmek terörle mücadeleyi sulandırır. Sanki Batılı yönetimler Türkiye’de darbecilerin karşısında net bir biçimde durdular da, sanki terör örgütleri bunların ülkelerinde rahatça faaliyet gösteremiyorlar da, sanki bunların basın organlarında sabahtan akşama boy gösteren yorumcular “keşke darbeciler şunları da yapsaydı da, darbe başarılı olsaydı” yahut “darbenin başarılı olmaması Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı daha da güçlendirdi tüh, tüh!” nevinden cümleler kurmuyorlar da, millet olarak durduk yere öküz altında buzağı arıyoruz!

Sırf herkesin yaptığından farklı yorum yapmak ya da sözde Batı karşıtı koronun bir parçası olmamak için, 15 Temmuz darbe teşebbüsü ile ABD arasındaki bağı görmemek, görse bile dile getirmemek, lafı dolandırıp durmak akil bir tutum değildir. Türkiye’de hiç kimse, demokrasisini ortadan kaldırmak ve devletini parçalamak isteyenlere karşı verilen mücadeleye destek olan, bu zor günlerde dostluğunu gösterenlere tepki duymuyor. Milletin haklı isyanı, hep birlikte demokrasimize kastedenlere sessiz kalanlara…

Diğer yandan, şayet bu Batı bağlantısına gözlerinizi kaparsanız, terör örgütlerinin entegre doğasını da algılamakta zorlanırsınız. Algılayamayınca da çözüm üretemezsiniz. İstihbarat zaaflarının, terörle mücadele esnasında bazen geciken, bazen yanlış yapılan müdahalelerin neden öyle yapıldığına anlam veremezsiniz. Bu terör örgütlerinin iplerini tutanları görmezden gelirseniz, terör saldırılarının ne zaman yoğunlaşıp, ne zaman yavaşladığını analiz edemezsiniz. Türkiye’nin bölgesel ve küresel açılımlarıyla, BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi başta olmak üzere bazı devletlerin küresel hegemonyasına karşı sesini yükseltmesiyle birlikte, özellikle 2012’den başlayarak sistematik bir saldırıya maruz kalışının mantıklı değerlendirmesini yapamazsınız.

Prof. Dr. Çağrı Erhan

LİNK : http://akademikperspektif.com/

LİNK : http://www.yenidenergenekon.com/879-2/

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.