Günlük arşivler: 3 Eylül 2016

SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ DOSYASI : Hükümet Dışı Uluslararası Örgüt ler ve İnsan Hakları


Hükümet Dışı Uluslararası Örgütler ve İnsan Hakları

Uluslararası ilişkilerde devletlerden sonra ikinci önemli rolü uluslararası örgütler oynamaktadır. Küreselleşme uluslararası örgütlerin yerini sağlamlaştırmış ve varlıklarına olan ihtiyacı da arttırmıştır. Uluslararası konjonktür kapsamında vazgeçilmez hale gelen uluslararası örgütler amaç, yöntem, kuruluş ve oluşumlarına göre farklılık göstermektedirler. Bu yazıda, devletler tarafından kurulan ve desteklenen uluslararası örgütlerin yanı sıra, sivil toplum kuruluşları niteliğinde çalışan hükümet dışı uluslararası örgütlerin son yıllarda insan haklarının korunması ve korunmasının teşvik edilmesiyle ilgili olan ilişkisi analiz edilecektir.

Uluslararası Örgüt Nedir?

Uluslararası örgütler zaman içinde devletlerle benzer rolleri paylaşır konuma gelmiş olsalar da uygulamada devletler kadar geniş yetkileri ve katı yaptırımları yoktur. Örgütler ve devletler arasında bazı farklılıklar vardır. Öncelikle örgütlerin devletler gibi kendilerine ait toprak parçaları ya da kendilerine bağlı olan bir nüfusu ve vatandaşları yoktur. Bir başka fark ise örgütlerin devletler gibi yaptırım güçleri veya buyruk niteliğinde etkileri bulunmamaktadır. Son olarak, devletlerin örgütlerden daha kısıtlı bir alana sahip olduklarını söyleyebiliriz; çünkü örgütler amaçları doğrultusunda hareket edip küresel boyutta faaliyete geçebilirken, devletler sadece kendi uyruğundaki vatandaşlarıyla ilgili kararlar almaya yetkilidirler. Bu açıklamalardan yola çıkılarak “XIX. yüzyıl başlarından itibaren ortaya çıkmaya başlayan ve birden çok devlet ya da devlet vatandaşları arasında kurulan örgütler”[1] ifadesiyle dar kapsamda uluslararası örgütler tanımı yapılabilmektedir.

Uluslararası Örgütlerin Sınıflandırılması

Uluslararası örgütler için detaylı bir tanım yapmamız gerekirse; bağımsız ve egemen devletlerin veya hükümetler -dışı kuruluşların kültürel ya da bölgesel ölçekte, genel ya da özel amaçlara ulaşma doğrultusunda işbirliğini sağlamak için kuruldukları yapılar, mekanizmalar ve süreçler”[2] şeklinde ifade edebiliriz.

Uluslararası örgütler sınıflandırılırken genellikle ikili bir ayrıma tabii tutulur. Hükümetler arası ve hükümetler -dışı olarak sınıflandırılan uluslararası örgütler, amaçlarına yönelik olarak ise siyasal, sosyal ve ekonomik olarak ayrılmaktadır. Yukarıdaki gruplandırmalara ek olarak, örgütlerin değerlendirilmesinde uluslararası hukuk çerçevesinde de üç ölçüt karşımıza çıkmaktadır:

1. evrensel ya da bölgesel olma,

2. genel kapsamlı ya da belirli bir konu ile ilgili olma,

3. eşgüdüm (koordinasyon) sağlayıcı ya da ulus üstü nitelikte olma.[3]

Bu çalışmanın inceleme konusu kapsamında temel alacağımız ölçütler hükümetler arası ve hükümetler dışı sınıflandırmaları olacaktır. Hükümetler arası uluslararası örgütler, devletlerin aralarında resmi yollara başvurarak belirli bir anlaşma imzalayarak oluşturdukları örgütlenmelerdir. “Hükümetler-arası örgütler yalnızca bir tek amaca yönelik olarak kurulabileceği gibi birden çok amacı da kapsayabilmekte, bunun dışında küresel-bölgesel, yeni üyeliklere açık-yeni üyeliklere kapalı, ekonomik nitelikli- ekonomik nitelikli olmayan gibi birçok farklı ayrımlara tabi tutulabilir.”[4] Ayrıca hükümetler arası uluslararası örgütler uluslararası hukukun bir süjesidir ve uluslararası yetkiye de sahiptirler.[5] Hükümetler arası örgütlerin ilk örneği, 1815 Viyana Kongresi sonrası kurulan Ren Nehri üzerindeki ulaşımı düzenlemek için oluşturulan Ren Nehri Komisyonu’dur.[6] Bu örgütten sonra günümüze kadar kurulan hükümetler arası uluslararası örgütlerin sayısı ise yaklaşık olarak 450’ye ulaşmaktadır. Bu şekilde kurulan örgütlerin sayısı giderek artmaktadır.

Hükümet-Dışı Uluslararası Örgüt Nedir?

Hükümet dışı uluslararası örgütler, uluslararası sistem içinde giderek önemli bir yere sahip olmuşlardır. “Günümüz dünyasında devletlerin çok fazla etkisi altında kalmadan kurulan ve faaliyette bulunan on binlerce örgütün varlığından söz etmek mümkündür.”[7] Hükümet-dışı uluslararası örgüt denildiğinde genellikle bir devletle doğrudan ya da onun kuruluşu şeklinde bağlantısı olmayan ve kâr amacı gütmeden çalışan örgütler anlaşılmaktadır. Herhangi bir uluslararası kuruluşun hükümetler-dışı özelliğe sahip olabilmesi için, taraflardan en az birisi ülkesinin yönetiminin temsilcisi durumunda olmamalıdır.”[8]

Özetle siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve dini alanlarda kâr amacı gütmeden, gönüllülük esasına dayanan bağımsız oluşumlara hükümet dışı uluslararası örgütler denilmektedir.[9]

Hükümet-dışı örgütler kendi aralarında üç kategoriye ayrılmaktadırlar:

a) hakiki hükümetler -dışı örgütler (ki bunlar Dünya Kiliseler Konseyi gibi yalnızca hükümetler -dışı aktörlerden oluşmaktadırlar)

b) melez hükümetler dışı örgütler (ki bunlar Uluslararası Bilimsel Birlikler Konseyi gibi hem hükümetsel hem de hükümetler-dışı temsil söz konusudur),

c) hükümetler arası örgütler (ki bunlar Interpol, Parlamenterler arası Birlik gibi örgütler hükümetler arasında bir anlaşma ile kurulmakla birlikte hükümetlerin merkezi dış politika organlarınca kontrol edilememektedirler) bulunmaktadır.[10]

“Hükümet-dışı örgütlerle ilgili olarak, uluslararası meşruiyetten söz etmek doğru olmayacaktır; çünkü bu meşruiyet hiçbir zaman nihai olarak kazanılmış değildir.”[11] Buna rağmen hükümet dışı örgütler zamanla profesyonel yapılar ve kuruluşlar haline gelerek devletler arasında söz sahibi olmuşlardır. Bu şekilde tam bir meşruiyet olmasa da kendilerine uluslararası sistem içerisinde sağlam bir yer elde etmişlerdir.

Hükümet dışı uluslararası örgütler pek çok amaçla kurulup faaliyet gösterirlerken bu yazıda sadece insan hakları alanında çalışan hükümet dışı uluslararası örgütler incelenecektir.

İnsan Hakları ve Tarihsel Arka Plan

İnsan haklarının hükümet dışı uluslararası örgütlerle ilişkisinden söz etmeden önce insan haklarının nasıl geliştiğini ve uluslararası sistemde nasıl algılandığını incelemek yararlı olacaktır.

“İnsan hakları deyimi ile kimi kez tüm insanlara tanınması gereken haklar anlatılmak istenir. Buna “soyut anlamda insan hakları” da denir. Bu anlamda insan hakları “olanı” değil, “olması gerekeni” gösterir. Soyut anlamdaki insan haklarının bir bölümünün, hukuksal güvenceye kavuşturulması, pozitif hukukun bir parçasını oluşturması durumunda ise “somut insan hakları”ndan söz edilir .”[12]

İnsan hakları konusunda en önemli belgelerden birisi, Fransız İhtilali’ nden sonra ilan edilen İnsan ve Yurttaşlık Hakları Beyannamesi’dir. Ek olarak birlikte dünya savaşlarından sonra kalıcı barışın sağlanması hedefi doğrultusunda insan hakları teması en önemli alan haline gelmeye başlamıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler (BM), 10 Aralık 1948’de BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni, BM Genel Kurulu’nda kabul etmiştir. Bildirgenin ilanından sonra ise öncelikli hedefler olarak devletlerin bu bildirgenin hukuken bağlayıcılığı konusunda sözleşmeler yapmaları ve bu hakların hukuki kabulüyle birlikte fiili korumasının da sağlanabilmesi için gerekli mekanizmaların oluşturmaları gerektiği belirlendi.

BM Antlaşması’nın ilk maddeleriyle* insan haklarının uluslararası hukukun temeli olarak kabul edildiği ortaya konulmuştur. BM Antlaşması’na göre insan hakları üç aşamalı bir planla koruma altına alınacaktır. Öncelikle insan haklarının çerçevesi belirlenip, bir bildiriyle yayınlanacaktır. Daha sonra ise BM taraflarına bu bildiri sözleşme olarak imzalatılacaktır. Son olarak da bu sözleşmenin korunmasını fiilen gerçekleştirecek bir mekanizma oluşturulacaktır.[13]

1952 yılında ise Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi yürürlüğe girerek, insan haklarının uluslararası düzeyde korunması alanında yeni bir anlayış getirmiştir. . İç hukuk birincil güvenlik sağlayıcı konumda olmasına rağmen, sözleşmeye göre bireyler de uluslararası hukukta söz sahibi konuma getirilmiştir. Vatandaşların bireysel başvuru hakkının devletlerin güvencesi altına alınması zorunlu hale getirilmiştir. Bu sözleşme kapsamında ve Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak 1959 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kurulmuştur.[14]

Uluslararası sistemde insan haklarının temeli bu önemli adımlarla atılmıştır. Bu adımları atanlar hükümet dışı örgütler olmasalar da, günümüz sistemi içerisinde insan haklarının gelişiminin devam etmesi ve korunmasının sağlanabilmesi için büyük çabalar harcamaktadırlar. “Bu örgütlerin konuya yaklaşımları kapsayıcıdır. Hükümet-dışı örgütler genellikle kendilerini bu hakların bölünemeyeceği ve bunların iç içe girmiş bulundukları düşüncesine dayandırırlar.”[15]

Hükümet-Dışı Uluslararası Örgütler ve İnsan Hakları

Hükümet dışı örgütler uluslararası sistemin pek çok noktasında önemli bir yer elde etmiştir. Bu noktalardan en önemlisi insan haklarının geliştirilmesi ve korunması olmuştur. Hükümet dışı örgütler insan hakları konusunda etkin bir şekilde faaliyet göstermektedir. Uluslararası sistemde kabul edilen önemli belgelerle insan haklarının korunması adına önemli mekanizmalar oluşturulmuş olsa da bu konudaki ihlallerin önüne tam olarak hiçbir yerde geçilememiştir. Bu ihlaller özellikle iç savaş veya askeri darbelerin olduğu dönemlerde daha da yaygınlaşmaktadır.[16]

Hükümet dışı örgütler, BM ve Avrupa Konseyi gibi örgütlerin meydana getirdiği temel insan hakları belgelerine ek olarak bu hakların kadınlar ve çocuklarla ilgili ek bildirgelerin kabul edilmesinde önemli rol oynamışlardır. İnsan haklarının ihlallerinin engellenmesi için hükümet dışı uluslararası örgütlere önemli bir görev düşmektedir. Kamuoyunu harekete geçirerek, kampanyalar yürüterek ve bu durumlarda yetkili ve ilgili kurumların dikkatini çekerek uluslararası düzeyde baskı yoluyla insan hakları korumak ve geliştirmek için mücadelelerini sürdürmektedirler. Aynı zamanda devletleri imzaladıkları insan hakları anlaşmalarına uyum sağlayıp sağlamadıklarını inceleyerek takip etmektedirler.

Hükümet-dışı uluslararası örgütler insan hakları standartlarını geliştirmeye çalışırken dünyanın pek çok yerindeki uygulamaları takip etmektedir. Sivil örgütlenmenin bu yeni şekli insan hakları konusunda önemli roller üstlenmeye günümüzde olduğu gibi gelecekte de devam edecektir.

İnsan Hakları ile İlgili Çalışan Hükümet-Dışı Uluslararası Örgütler

İnsan Hakları ile İlgili Çalışan Hükümet-Dışı Uluslararası Örgütler

Bu alanda pek çok hükümet dışı uluslararası örgüt faaliyet göstermektedir. Buradaki amacımız belli başlı örgütlerden söz ederek çalışmalarının geliştirici ve koruyucu yanlarını analiz etmektir.

a. Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International)

“1961 yılında kurulan örgütün amacı, tüm dünyada düşüncelerinden dolayı mahkum edilmiş olanların serbest bırakılmasını, tüm siyasal tutukluların açık ve adil bir biçimde yargılanmasını, işkence ve ölüm cezasının kaldırılmasını sağlamaktadır.”[17] Örgüt kâr amacı gütmeden veya herhangi bir dini inancın ya da siyasi görüşün taraftarlığını yapmamaktadır. Örgüt, insan hakları ihlallerine karşı toplumların farkındalığını arttırmak adına birçok kampanya başlatmıştır. Darfur’daki ihlallere dikkat çekmek için John Lennon şarkılarından bir albüm hazırlamış ve satıştan 2.5 milyon USD gelir elde etmiştir. 2007 yılında Guantanamo’da yaklaşık 5 yıldır süren hukuka aykırı gözaltılar için eylemler başlatmıştır. 2008 Pekin Olimpiyatları Çin’deki insan hakları uygulamalarının

gözlenmesi için iyi bir fırsat olmuştur. Mülteci hakları, inanca dayalı ayrımcılık, işçi hakları ve silah ticareti anlaşmaları konularında çeşitli kampanya metodları ve sosyal medya kanalları sayesinde önemli çalışmalar gerçekleştirmektedir.[18]

b. İnsan Hakları Eylem Merkezi (Human Rights Action Center)

İnsan Hakları Eylem Merkezi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki konular üzerine çalışır. Amacı ise insan hakları ihlallerini durdurmaktır. Bu konudaki faaliyetlerinde sanat ve teknolojiyi kullanarak yeni stratejiler oluşturup geliştirir. Ayrıca diğer insan hakları gruplarının gelişimlerini ve büyümelerini de destekleyerek ihlallerin önüne geçmek için sağlam adımların atılmasına yardımcı olmaktadır.[19]

c. İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch)

İnsan Hakları İzleme Örgütü dünyanın her yerindeki insanların haklarını korumak üzere kurulmuştur. Örgüt, ihlalleri araştırıp ortaya çıkararak bu olaylardan sorumlu kişileri veya kurumları ihlallerden sorumlu tutar. İhlallere sebep olan devletlere karşı durarak kötü niyetli uygulamaları sona erdirmeye çalışmaktadırlar. İnsan Hakları İzleme Örgütü daha ayrıntılı ve titiz olarak kampanyalarını yürütmektedir. Genel olarak çocukların cinsel istismarı ve küçük yaşta evlilik konusunda kamuoyunun bilinçlendirilmesi yolunda adımlar atmaktadırlar. Bununla birlikte, göçmenler ve mülteciler üzerine yapılan çalışmaları yönlendirmektedir ve ülkelerdeki kültür farklılıkları sebebiyle ortaya çıkan ihlaller alanında yoğunlaşmaktadır. Bölgesel katliamlar da örgütün dikkatini çeken ayrı bir konudur.[20]

d. Sınırları Olmayan İnsan Hakları Örgütü (Human Rights Without Frontiers)

Sınırları Olmayan İnsan Hakları Örgütü, insan hakları alanında analiz, izleme ve araştırma yapmaktadır. Ulusal ve uluslararası düzeylerde hukukun üstünlüğünü ve demokrasiyi teşvik etmeyi amaç edinmiştir. Pek çok insan hakları savunucusu örgüt gibi, yaptığı faaliyetlerle insan haklarının temel alınarak tüm dünya insanları için güvenilir adil ve eşit bir yaşam sağlamaktır.[21]

SONUÇ

Hükümet dışı uluslararası örgütler insan haklarının geliştirilmesi ve korunması adına faaliyetler yürütmektedirler göstermektedirler. Bu örgütlerin genel olarak temel amacı dünyanın her yerindeki insan hakları ihlallerinin engellenmesi ve insan haklarının korunmasının teşvik edilmesidir.

Örgütler insan haklarının korunması ve yapılan ihlallerin karşısında durulması için önemli kampanyalar ve projeler yürütmektedirler. Genellikle kamuoyunu harekete geçirren imza kampanyaları, toplu gösteriler ya da uluslararası eylemler gibi yöntemler kullanırlar.

Her örgüt kendi çalışma sistemi içinde farklı yollar kullanarak etkinlik göstermektedir. Bu etkinlikler için örgütler şubelerini kullanırlar ve dünya üzerinde bölge ayırmaksızın etkili bir şekilde çalışmalarını devam ettirirler. Bölge ayrımı yapılmaması insan haklarının evrensel ve objektif olmasıyla ilişkilendirilmektedir. Örgütler, dünya üzerindeki her insanın eşit haklara sahip olduğunu ve hak ihlallerinden doğacak olan yaptırımların herkese eşit şekilde uygulanması gerektiğini vurgularlar.

Hükümet dışı uluslararası örgütlerin ilgilendiği temel konuların başında insan haklarının güvenliğinin sağlanması ve bu hakların genişletilmesi, idam cezasının kaldırılması, ifade ve düşünce özgürlüğünün korunması, silahlanmanın kontrol edilmesi ve insan haklarının devletler ve hükümetler tarafından nasıl uygulandığını gözlemek ve raporlamak gelmektedir.

Hükümet dışı uluslararası örgütler, insan haklarının ihlali sonrasında devlet, kurum ya da kuruluş ayrımı yapmadan, kamuoyunun dikkatini çekerek ve gerekli girişimleri başlatıp yönlendirerek insan haklarının korunması ve teşvik edilmesi konusunda başarılı sonuçlar elde etmişler ve böylelikle engelleyici bir faktör haline gelmişlerdir.

Ümran Güneş

1. Faruk Sönmezoğlu (der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, İstanbul 2005, sf.673.

2. Mehmet Hasgüler, Mehmet B. Uludağ, Devletlerarası ve Hükümetler Dışı Uluslararası Örgütler, Alfa Yayınları, İstanbul 2012, sf.1.

3. http://www.belgeler.com/blg/6gt/uluslararasi-rgtler, Erişim Tarihi: 01.05.2013, sf.2.

4. Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkilere Giriş, Der Yayınları, İstanbul 2005, sf.141.

5. http://web.hitit.edu.tr/dosyalar/materyaller/mehmetkanatli@hititedutr190320145K2V4F5H.pptx, Erişim Tarihi: 06.07.2016.

6. http://docplayer.biz.tr/1044024-Uluslararasi-orgutler.html, Erişim Tarihi: 24.7.2016.

7. Abdülkadir Baharçiçek, Hükümet-dışı Örgütler(NGO’s) ve Demokratikleşme, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:18, Sayı:2, 2008, sf.298.

8. Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkilere…, sf.142.

9. http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-81-2015010947hukumet-disi-uluslararasi-orgutler.pptx, Erişim Tarihi: 06.06.2016.

10.Faruk Sönmezoğlu(der.), Uluslararası İlişkiler…, sf.673-674.

11. http://www.belgeler.com/blg/d4/hkmet-dii-rgtler-nedir, Erişim Tarihi: 01.05.2013, sf.1

12. A. Şeref Gözübüyük, Feyyaz Gölcüklü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Turhan Yayınevi, 11. Ek Protokola Göre Hazırlanıp Genişletilmiş 8. Bası, Ankara 2009, sf.3.

13.A. Şeref Gözübüyük, Feyyaz Gölcüklü, a.g.e., s.4-6.

14.A. Şeref Gözübüyük, Feyyaz Gölcüklü, a.g.e., s.13-15.

15. Abdülkadir Baharçiçek, a.g.m., sf. 302.

16. Aynı yerde.

17.Faruk Sönmezoğlu(der.), Uluslararası İlişkiler…, sf.664.

18. www.amnesty.org, Erişim Tarihi: 06.07.2016.

19. www.humanrightsactioncenter.org, Erişim Tarihi: 06.07.2016.

20. www.hrw.org, Erişim Tarihi: 06.07.2016.

21. www.hrwf.net, Erişim Tarihi: 06.07.2016.

22.Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkilere Giriş, Der Yayınları, İstanbul 2005.

23.Faruk Sönmezoğlu (der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, İstanbul 2005.

24.Mehmet Hasgüler, Mehmet B. Uludağ, Devletlerarası ve Hükümetler Dışı Uluslararası Örgütler, Alfa Yayınları, İstanbul 2012.

25.Şeref Gözübüyük, Feyyaz Gölcüklü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, 11. Ek Protokola Göre Hazırlanıp Genişletilmiş 8. Bası, Ankara 2009.

26.Abdülkadir Baharçiçek, Hükümet-dışı Örgütler(NGO’s) ve Demokratikleşme, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:18, Sayı:2, 2008.

27.www.amnesty.org

28.www.humanrightsactioncenter.org

29.www.hrw.org

30.www.hrwf.net

31.http://web.hitit.edu.tr/dosyalar/materyaller/mehmetkanatli@hititedutr190320145K2V4F5H.pptx

32.http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-81-2015010947hukumet-disi-uluslararasi-orgutler.pptx

33.http://docplayer.biz.tr/1044024-Uluslararasi-orgutler.html.

34.*http://www.ombudsman.gov.tr/contents/files/6535501-Birlesmis-Milletler-Antlasmasi.pdf. Erişim Tarihi: 12.08.2016, s.5

Hükümet Dışı Uluslararası Örgütler ve İnsan Hakları yazısı ilk önce TUİÇ Akademi üzerinde ortaya çıktı.

BALKANLAR DOSYASI : Karadağ’ın NATO Üyelik Süreci ve Güvenlik Ek senli Dış Politikası


Karadağ

Karadağ’ın NATO Üyelik Süreci ve Güvenlik Eksenli Dış Politikası

Katiline aşık olmak gibi, 1999 yılında NATO bombaları Balkanların en küçük ülkesi Karadağ üzerine düşerken Karadağ, Sırbistan ile beraber Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin parçasıydı. Aradan yıllar geçtikten sonra görünen o ki; Karadağ’ın NATO üyeliğine adım adım yaklaştığı şu günlerde her şey değişmiş bulunuyor. Son zamanlarda NATO birimleri ve Podgorica yönetimi arasında gerçekleşen üst düzey ziyaretler, NATO donanmasının Karadağ limanlarına yaptığı seferler ve İttifakın önde gelen ülke liderlerinin açıklamaları Karadağ’ın 02 Aralık 2015’de Brüksel’de yapılan NATO Dışişleri Bakanları toplantısında NATO üyeliğine daveti alması, bunun sonucudur. Mayıs 2016 itibariyle müzakereler sona ermiş olup, üye ülkelerin ve Karadağ parlamentosunun onaylarından sonra, katılımın 2017’nin bahar aylarında gerçekleşmesi beklenmektedir.

Karadağ’ın 2006 yılında Sırbistan’dan bağımsızlığını kazanmasının ardından Karadağ Hükümeti NATO üyeliğini, öncelikli dış politika hedeflerinden biri olarak belirlemiştir. Araştırma yazımızın konusu olan Karadağ’ın NATO üyelik süreci ve Karadağ’ın NATO’ya bakışı; NATO’nun Karadağ’ı ittifak içerisinde görmek istemesinin nedenleri ve Karadağ’ın NATO üyeliği sürecine verilen tepkiler, Karadağ’ın bağımsızlığından sonraki siyasi atmosferi çerçevesinde incelenecektir.

Karadağ’ın Güvenlik İhtiyacı ve NATO

Karadağ’ın 2006 yılında elde ettiği bağımsızlıktan sonra hükümetin alması gereken kararlar arasında bir silahlı kuvvetlerin kurulup kurulmayacağı konusu da vardı. Henüz emekleyen ama giderek gelişen bir ekonomisi olan ve herhangi bir dış tehditle karşı karşıya olmayan bu küçük ülkenin silahlı kuvvetlere ne kadar ihtiyaç duyacağı ve bunun maliyeti konusunda haklı endişeler söz konusuydu. Öte yandan, bölgesinde güvenlik ve istikrarın bir hayli hassas olduğu, ancak bu unsurları sağlamanın mümkün olduğu konusunda da bir fikir birliği oluşmuştu.

Bu konu başlı başına soru işaretleri barındırmasına rağmen Karadağ için en olası seçenek NATO’ydu. Gerek Karadağ Hükümeti üyeleri, gerekse hükümet dışındakiler, Karadağ’ın güvenlik konusunda sadece alıcı konumunda olmasının doğru olmayacağını, bir ülkenin kendi bölgesi içinde ve dışında güvenlik ve istikrara katkıda bulunmasının gerekli olduğuna inanmaktaydılar. (Eğer toplu savunmadan yararlanıyorsanız, buna katkıda bulunmanız gereklidir. Kira veya bakım masraflarını ödemeden bir evde oturamazsınız da denilebilir…) Neticede Karadağ’ın savunma kuruluşunun sadece ulusal savunma ve kriz durumlarının mukabele alanına değil; bölgedeki (ve bölge dışındaki) savunma işbirliğine de katkıda bulunacağına yönünde bir karara varıldı.

İlk adım olarak Karadağ Silahlı Kuvvetleri’nin oluşturulma sürecine girildi. Mütevazı bir savunma kuruluşu (ortalama 2,400 kişilik bir silahlı kuvvetler) kurma kararı alındı. Bu çaptaki bir güç ile güvenlik ve istikrarın korunmasının zor olduğunun bilincinde olan Karadağ, NATO’ya üyelik seçeneğini temel dış politika hedeflerinden biri haline getirdi. NATO’ya üye ülkelerde ekonomik kalkınma için gereken platformun oluşması, dış ve iç yatırımların artması ve toplumsal refah düzeyinin devam etmesi için gereken ortamın sağlandığının görülmesi, Karadağ için de bunun önemli bir seçenek olduğunu gösterdi. Bu süreç, Karadağ’ın toplu savunmasını, güvenliğini ve aynı zamanda gelecekte uygulanacak dış politikasının güvenlik ekseninin oluşturulmasının temel taşıdır.[1]

Karadağlıların NATO Üyeliğine Bakışı

Bugün itibariyle üyeliğe kabul sürecinde olan Karadağ’ın, NATO üyeliği ülke içerisinde çok sert şekilde tartışılmaya devam ediyor. Çoğunluğu, ülke nüfusunun neredeyse yüzde 30’unu oluşturan Sırpları temsil eden partilerden olmak üzere, pek çok muhalefet mensubu siyasi NATO üyeliğine keskin bir dille karşı çıkıyor. Bu karşı çıkışta, şüphesiz ki en büyük nedenler NATO’nun 1990’lı yıllarda Sırbistan’ın Kosova’dan çekilmesini sağlaması ve hâlâ acısı ve öfkesi taze tutulan NATO bombardımanları…

En son gerçekleşen NATO ziyareti sırasında muhalefet mensubu siyasiler NATO karşıtı düzenlenen protestolara geniş bir katılım gösterdiler. NATO karşıtı kalabalık hep birlikte meşhur Rus şarkılarını söyleyip üzerinde “Kosova Sırbistan’ın kalbidir” yazılı dövizler taşıdı. Protesto sonunda ise Sırp yanlısı siyasiler, hükümete NATO bombardımanları sırasında hayatını kaybeden masumları unutmamaları yönünde çağrıda bulundu ve NATO üyeliğinden vazgeçilmesini talep etti. Bu karşı çıkışın varlığına rağmen ülkenin Sırp toplumu dışındaki diğer kesimleri NATO üyeliğini destekliyor ve ülkenin geleceğini Avro-Atlantik entegrasyonunda görmeye devam ediyor. Milo Djukanovic hükümeti de NATO üyeliği için gerekli olan birçok reformu şu zamana kadar başarıyla gerçekleştirmiş bulunuyor. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in başkent Podgorica’da dile getirdiği “Karadağ, gerekli reformları başarıyla uygulamaya devam ederse yılsonunda hak ettiği nihai sonuca varacaktır.” açıklaması da bunu doğrular niteliktedir.[2]

Karadağ’ın NATO Üyelik Süreci

Karadağ, bağımsızlığını kazanmadan önce her ne kadar Sırbistan-Karadağ adıyla 2003 yılında NATO’nun “Barış İçin Ortaklık” programına dahil olduysa da; Karadağ’ın NATO macerasının başlangıcı Sırbistan ile olan devlet birliğinin bozulmasının hemen ertesine denk geliyor. Bağımsızlığın 2006 yılının Temmuz ayında kazanılması sonrasında, aynı yılın Aralık ayında Karadağ bağımsız olarak Riga Zirvesi ertesi “Barış İçin Ortaklık” (BİO) programına başladı.

Bunun akabinde, 2007 yılında NATO birliklerinin ülkeden serbestçe geçmelerine olanak veren transit geçiş antlaşması imzalandı. Nihayetinde, 2009 yılında ise Karadağ, “NATO Üye Eylem Planı”na davet edildi. Olumlu devam eden müzakere sürecinde 2014 yılına geldiğimizde ise, Karadağlı liderler NATO’nun Galler Zirvesi’nde üyelik daveti alma beklentisi içindeydiler. Ancak NATO, Ukrayna’daki savaşın ve Rusya’ya uygulanan yaptırımların oluşturduğu gergin ortamda bu daveti yapamadı. Bunun yerine İttifak, Karadağ ile işbirliğini artırmayı ve derinleştirmeyi tercih etti. Üyelik için davet kararını ise 2 Aralık 2015’de Brüksel’de yapılan NATO Dışişleri Bakanları toplantısında verdi.[3] Karadağ, Galler Zirvesi’nde bugüne kadar İttifak’a katılmak için gösterdiği çaba ve NATO önderliğinde 2010-2014 yılları arasında devam eden operasyona sağladığı destek için de övüldü. Sürecin sağlıklı bir şekilde ilerlediğini söylemek mümkün; zira Karadağ askerleri halen NATO misyonu kapsamında Afgan güvenlik güçlerine eğitim, ekipman ve danışmanlık hizmeti vermeye devam ediyor.[4]

Rusya’nın Karadağ’ın NATO Üyeliğine Bakışı

Tarihi Ortodoks-Slav bağlantısı nedeniyle Karadağ ile yakın kültürel ve ekonomik bağları bulunan, 2006 sonrasındaki özelleştirmelerle emlak sektörüne önemli finansman aktaran ve Karadağ’ın turizm geliri itibarı ile de birinci kaynak ülkesi olan Rusya’nın, NATO’nun davetini Avrupa güvenliğine ve Rusya-NATO ilişkilerine bir darbe olarak görmesi ve provokasyon olarak niteleyerek buna misillemede bulunacağı tehdidinde bulunması da, önümüzdeki zaman içinde Rusya’nın karşı hamleleri konusunda ipucu vermektedir.[5] Rusya’nın Podgorica’nın üyelik kararı sonrası kendini ihanete uğramış hissetmesi beklenebilir bir durum. Zira Moskova, NATO’nun ve de AB’nin herhangi bir doğu genişlemesini agresif bir tutum olarak kabul edeceğini açıklamıştı.[6]

Bu süreçte özellikle ABD, NATO genişlemesi kartını Karadağ vakasında çok açık şekilde oynuyor denilebilir. Bu kararın ardında ise Rusya karşısında Ukrayna ve Suriye’de Batı’nın uğradığı imaj kaybının olduğu söylenebilir. Tüm bunlara ek olarak, Washington diğer Doğu Avrupa genişlemelerinin sonucunda vuku bulan açıklamalarının aksine, muhtemel Karadağ genişlemesinin Moskova’ya karşı alınmış bir hamle olmadığı yönünde herhangi bir açıklama yapmış değil. Bu iddiaların yanı sıra, önemli bir kısım araştırmacı ise Karadağ’ın muhtemel NATO üyeliğinin Rusya karşısında bir zafer ya da Batı’nın Ukrayna’da Rusya karşısında uğradığı imaj kaybını düzeltici bir motif olarak görülmemesi gerektiğini savunuyor. Bu görüşlere göre Rusya, Karadağ ile müttefik olmaktan vazgeçeli çok uzun zaman oldu ve Karadağ’ın NATO üyeliği Rusya’nın dış politika ajandasında önemli bir yer tutmuyor.[7]

Bugün Karadağ’ı yöneten siyasal kadrolar yaklaşık 25 yıldır iktidardalar… Yugoslavya’nın kanlı parçalanma sürecini yakından yaşayan ve Milosevic’in milliyetçi-yayılmacı politikalarının ağır sonuçlarını gören bu yönetici elit; zaman içinde, çatışmaya meydan vermeden Sırbistan ile barışçı bir şekilde yollarını ayırmayı ve akabinde ülkeyi bağımsızlığa taşımayı başarmıştı. Karadağ’ın NATO’ya üyelik davetini de bu yönetici elitin uzun erimli mücadelesinde önemli bir aşamanın geçilmesi olarak görmek doğru olacaktır. Bu anlayış dış politikaya da tüm komşuları ile barışçı ve dostane ilişkiler içinde olma şeklinde yansımıştır. Henüz hafızalarda taze olan Yugoslavya’nın kanlı parçalanma sürecinin de yansıttığı bölgenin etnik ve dini çatışma potansiyelini dikkate aldığımızda, NATO üyeliğinin Karadağ açısından yaşamsal önemini daha iyi anlayabiliriz. Bu bağlamda üyeliğin sadece Karadağ’ın değil bölgenin de güvenlik ve istikrarı açısından büyük önem taşıdığı görülmektedir.[8]

Sonuç olarak, Balkanlarda barış ve istikrarın kalıcı hale gelmesi açısından, Karadağ’ın NATO üyesi olmakla politik-stratejik hedeflerinden birine ulaşma konusunda önemli bir başarıyı yakalamak üzere olduğu söylenebilir. Karadağ yönetiminin -ve NATO destekçilerinin- Sırbistan ile birleşme umudunda olan ülke içindeki Sırp milliyetçisi kesimi devre dışı bırakmış olduğu, etnik ve dini kimlik temelli bölgesel çatışma risklerine karşı da kendisine güçlü bir güvenlik şemsiyesi sağlamış olduğu söylenebilir. Bunun yanında, kuvvetle olası üyelik ile NATO, Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna krizinden sonra Rusya’ya karşı önemli bir hamle gerçekleştirerek açık kapı politikasına devam edeceği ve çıkarları gerektirdikçe genişlemekte engel tanımayacağı mesajını vermiştir.

Sezer BOZACI

TUİÇ Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyeri

KAYNAKÇA

[1]http://www.nato.int/docu/review/2008/08/MONTENEGRO_STATE_SECURITY/TR/index.htm

[2]http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/12/karadag-in-yaklasan-nato-uyeligi-bati-ve-rusya-arasinda-yeni-bir-gerilim

[3]http://www.aljazeera.com.tr/gorus/nato-neden-karadagi-uyelige-davet-etti

[4]http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/12/karadag-in-yaklasan-nato-uyeligi-bati-ve-rusya-arasinda-yeni-bir-gerilim

[5]http://www.aljazeera.com.tr/gorus/nato-neden-karadagi-uyelige-davet-etti

[6]http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/12/karadag-in-yaklasan-nato-uyeligi-bati-ve-rusya-arasinda-yeni-bir-gerilim

[7]http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/12/karadag-in-yaklasan-nato-uyeligi-bati-ve-rusya-arasinda-yeni-bir-gerilim

[8]http://www.aljazeera.com.tr/gorus/nato-neden-karadagi-uyelige-davet-etti

Karadağ’ın NATO Üyelik Süreci ve Güvenlik Eksenli Dış Politikası yazısı ilk önce TUİÇ Akademi üzerinde ortaya çıktı.

GÜNDEM ANALİZİ /// TIBBİYELİ HİKMET : Atatürk’ün İzinde Olma Zam anı


1

Tarihte bazı kanlı olaylar vardır ki sonuçlarına bakıldığında ülkeyi ileriye taşımıştır.

Örneğin Fransız ihtilalında çok kan dökülmüştür ama bugün Avrupa demokrasisini Fransız ihtilalına borçludur.

Avrupalı sahip olduklarını Fransız İhtilaline borçlu olduğunun farkında olduğu için ‘’Hadi Fransız ihtilalıyla yüzleşelim’’ demez. Çünkü böyle bir tartışmanın kimseye faydası olmaz.

Bizim tarihimizde de Cumhuriyet devrimi gerçekleşirken Fransız devrimi kadar olmasa da kan dökülmüştür.

Cumhuriyet’e karşı çıkan sahte hoca şeyh takımı idam edildi.

Devleti yıkmak için isyan eden isyancılar sert şekilde cezalandırıldı.

Peki ya sonuca bakalım. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Atatürk yumuşak davransaydı neler olurdu?

İstiklal mahkemelerinde Cumhuriyet’e karşı çıkan dinciler idam edilmeseydi bugün laik bir Türkiye olmazdı.

Dersim isyanı bastırılıp Seyit Rıza idam edilmeseydi bugün Tunceli Türkiye’nin en okumuş şehri olmazdı.

Sarıklı, sahte hocaların idam edilmesi laikliğin önünü açtı. Ümmetten ulus devlete dönüşümün önündeki engel kaldırıldı.

Seyit Rıza ve onun gibi toprak ağalarının idam edilmesiyle de ezilmiş köylü, ağa zulmünden kurtarıldı (Tam başarılamadı ama gerekliydi)

Kısacası bugün her şeye rağmen diğer İslam devletlerinden öndeysek bunu Cumhuriyet’in ilk yıllarında dökülen kanlara borçluyuz.

Bu insanlar idam edilmeseydi onlar bugün bizleri idam edeceklerdi.

Tarihi olaylara bakarken ters açıdan değerlendirmek her zaman faydalıdır.

Bu yüzden bu olayları sürekli kaşımak, hadi yüzleşelim demek boşunadır.

Yüzleşip ne yapacaksınız?

Öldürülmeselerdi Cumhuriyeti yıkacak olan Şeyh Said ve onun gibilerin ailelerinden mi özür dileyeceksiniz?

Yoksa öldürülmeseydi doğuyu ele geçirecek olan Seyit Rıza’nın ailesinden mi özür dileyeceksiniz?

Bu, devletin kendisini inkâr etmesidir. Devlet, kendisine silah çekeni öldürdüğü için özür dilemez.

Ha bu ölümler içinde suçsuz yere ölenler olmuş mudur? Elbette vardır.

Hiçbir devrimde nokta atışı suçlular öldürülmez. Her isyanda suçlunun yanında masumlar da öldürülmüştür.

Ancak bu ölümler, sonuca bakıldığında tartışılması gereksizdir.

Sonuçta bu isyanlar öyle ya da böyle bastırıldığı için bugün hala Cumhuriyet var.

Sonuçta devleti yıkmak isteyen şeriatçı sahte hocalar idam edildiği için laiklik var.

Bu nedenle bazen kan dökmek, gelecek kuşakların daha rahat yaşaması için hayırlıdır. Tarihi bu açıdan değerlendirmek lazım

Bugün yaşadıklarımıza baktığımızda da Atatürk’ün sert davranmakta ne kadar haklı olduğu net şekilde görülüyor.

İyi ki sert davranmışsın Büyük Atatürk!

Eğer tarihle kavga etmek yerine ders çıkarmasını bilseydik, olayların görünen yüzüne değil özüne bakmış olsaydık…

Şu an PKK her gün gencecik evlatlarımızı şehit edemezdi

Şu an Türkiye, terör örgütlerinin cirit attığı bir ülke olmazdı

Şu an Türkiye, bir Ortadoğu bataklığına saplanmak yerine gelişmiş, batıyla uyumlu çağdaş bir ülke olurdu.

Atatürkle kavga etmeyi bırakın. Ne yapmış ona bakın!

TIBBIYELİ HİKMET

KARİKATÜR : AZRAİL’İN KÖPEĞİ :))))))))))


KARİKATÜR : CANİ PROFESÖR :))))))))


KARİKATÜR : ÜNLÜ KADIN AYSEL :))))))))


KARİKATÜR : CEMİL ABİNİN TERCİHLERİ :)))))))))))


KARİKATÜR : BOZUK PARA :)))))))))))


KARİKATÜR : KRAL ADAM :)))))))))))


KARİKATÜR : BAYANDAN SATILIK ARAÇ :))))))))


KARİKATÜR : ISSIZ ADA :)))))))))))


KARİKATÜR : ESPRİ ADAMI SALİH :))))))))


KARİKATÜR : SAKAR YATIRIMCI FARUK :)))))))))))


GÜNDEM ANALİZİ /// TIBBİYELİ HİKMET : Her Kurtuluş Yeniden Diril iştir


1

Yeni bir sayfa açılsın diyoruz… Uzlaşalım diyoruz… Hatalardan ders çıkarılsın diyoruz… Atatürk ve Cumhuriyet ile kavga bırakılsın diyoruz…

Biz ne dersek diyelim yok arkadaş! Bazı şeyler hiç değişmiyor.

Her açıklamasıyla Atatürk’e ve laikliğe dil uzatmayı gelenek haline getiren Meclis başkanı İsmail Kahraman’a göre kurtuluşlar değil fetihler kutlanırmış.

Kısacası diyor ki milli bayramları kutlamayalım, sadece İstanbul’un fethini kutlayalım,

Cumhuriyet’i yok sayıp Osmanlı’yı kutsayalım… Gelecek kuşaklar kurtuluş savaşını önemsiz bir dönem olarak görsün, Atatürk’ü bilmesin Osmanlı ile övünsün.

Adamın zihniyeti, tarihe bakışı bu… Hayalinde kurtuluş savaşının yok sayıldığı Osmanlıcı bir Türkiye var.

Bu tüm Osmanlıcılara özgü bir durum… Sözde biz Osmanlı torunuyuz derler, vıcık vıcık ecdat sömürücülüğü yaparlar ama Kanuni’nin oğlunu boğdurttuğunu 450 yıl sonra bir TV dizisinden öğrendiler.

Bizim Osmanlıcıların bilmediği sadece Osmanlı değil… Kelime bilgileri de zayıf. Konuşurken kullandıkları kelimelerin anlamını bile bilmiyorlar.

Fetih nedir? Ne anlama gelir?

Kurtuluş nedir? Neye kurtuluş denir?

Bu soruları sorsanız net ve doğru cevap verebilecek tek bir ecdat sömürücülüğü yapan Osmanlıcı bulamazsınız.

Anca ben Osmanlı torunuyum… Benim atalarım şöyle kahramandı böyle evliyaydı içi boş laflar. Başka bir şey bildikleri yok.

Fetih nedir diye sorsanız ‘’Atalarım fetihlerle İslamı yaymış’’ derler. İsmail Kahraman’ın fetihleri kurtuluştan daha önemli görmesinin nedeni de bu…

Adına ne derseniz deyin hiçbir fetih, bir milletin kurtuluş savaşından daha kutsal değildir.

Çünkü fetih, emperyalist bir eylemdir. Başkasının toprağını ele geçirmektir. Senin olmayan bir yeri silah zoruyla sahiplenmektir.

Kurtuluş ise vatanını işgal etmek isteyenlere karşı toprağını, bayrağını, dinini, namusunu savunmaktır. Antiemperyalist bir eylemdir.

Şimdi sormak lazım. İnsani değerler açısından değerlendirirsek hangisi kutsal?

Senin olmayan bir toprağı silah zoruyla ele geçirmek mi? Yoksa vatanını işgal edenlere karşı vatanını, namusunu savunmak mı?

Fetihler anılır, kurtuluşlar ‘’ben esirdim kurtuldum’’ demektir acziyet ifadesidir diyen İsmail Kahraman’a bir hatırlatma yapmak istiyorum.

Eğer acziyet ifadesidir dediğiniz kurtuluş savaşı olmasaydı bugün siz Türkiye Cumhuriyeti’ nin meclis başkanı olarak o koltukta oturamazdınız.

En iyi ihtimalle bir sömürge valisi olurdunuz. O makamda da ne kadar kalabilirdiniz Allah bilir!

Ha şunu da hatırlatmakta fayda var.

Söylediğiniz gibi kurtuluş esaretten kurtulmak ise ki bu doğrudur. Bu millete esareti yaşatan kişi Atatürk değil yüzyıllar boyunca yanlış politikalarla devleti yöneten Osmanlı padişahlarıdır

Bir zamanlar 3 kıtaya hükmeden imparatorluk, basiretsiz, devlet yönetiminden anlamayan padişahların yanlışları sonucunda esareti yaşamıştır.

Türk milleti esareti yaşamışsa bunun nedeni Osmanlı’nın akıldan bilimden uzaklaşarak çağı yakalayamamasıdır. Bu gaflet sonucunda son padişah İngilizlere esir olup sonunda bir İngiliz gemisiyle Malta’ya kaçmak zorunda kalmıştır.

Gerçek acziyet işte budur! Bir Osmanlı padişahının vatanını işgal edenlere sığınıp kaçmasıdır.

Dua edin ki Türk milleti bir Atatürk yetiştirmişte bu utanç verici duruma son vermiş.

Sıfırı tüketmiş bir halkla, yokluk içinde, askerin çorabını bile Anadolu köylüsünden istemek zorunda kalarak bir zafere imza atmış. Bundan daha kutsal bir zafer olabilir mi?

Hangi fetih, Sakarya savaşından daha kutsal olabilir?

Hangi fetih, Dumlupınar’dan daha kutsal olabilir?

Hangi fetih, Çanakkale’den daha kutsal olabilir? Biz Çanakkale’de fetih yapmadık vatanımızı savunduk

Hangi fetih, Maraş halkının Fransızlara karşı müthiş kahramanlığından daha kutsal olabilir?

Her kurtuluş bir acziyet değil diriliştir. Türk milleti de kurtuluş savaşında Atatürk önderliğinde yeniden dirilmiştir

TIBBIYELİ HİKMET

ARAŞTIRMA DOSYASI : 15 Temmuz Sonrası Ortadoğu ve Afrika İçin Ye ni Yol Haritası Nasıl Olmalı ?


Türkiye içinden geçmekte olduğu süreci sadece gündelik problemlere yoğunlaşarak aşması mümkün değildir. Yükselen bir Türkiye ve sözünü dinleten bir güç olabilmenin yolu mevcut problemler ile birlikte Türkiye geleceğini ve özellikle de dışardaki mevcudiyetini yeniden kurgulamak zorundadır.

15 Temmuz darbe girişiminin iki temel amacı vardı. Darbeyi başarıp, Türkiye’yi karanlık bir zihniyetin kıskacına terk etmek ve bu zihniyetin kendi meşruiyetlerini sağlayabilmesi için Türkiye’yi dış dünyadan soyutlaştırıp yalnızlaştırmak; kaynaklarını, enerji geçiş güzergahlarını ve Türkiye’nin geleceğini peşkeş çekmek. Bu hain girişimin B planının olmadığını varsaymak mümkün değildir. Zaten içeride özellikle işbirliği yaptıkları terör ile yaratılmak istenen kaos B planının hayata geçirildiğinin açıkça işaretidir. Milletimizin sağduyusu, devlet refleksinin hızlı bir şekilde normale dönmesi, icra erkinin ve muhalefetin dayanışması ile bu süreç atlatılacaktır. Elbette bu süreçte milletimizin her ferdi ve her kesimimin özveri göstermesi gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi birikiminin bunu yapabilecek kudrete malik olduğu açıktır.

Ancak bu birikimin önünde durmak isteyenlerin birebir ilişki içerisinde olduğu medya grupları da derhal harekete geçerek büyük bir algı operasyonu başlatmıştır. Nitekim son bir buçuk aydır Türkiye bu bağlamda da büyük bir saldırı ile karşı karşıyadır. Türkiye’nin yükselen bir güç olmasına tahammülü olmayan aleyhtarları; aslında para ile her yöne döndürülmesi mümkün olan ama Türkiye aleyhtarlığında daima gönüllü olan uluslararası lobiler; Türkiye’nin değerlerini koruyup geliştiren ama aynı zamanda demokrasiyi de benimseyen bir ülke olmasından hoşlanmayan sözde müttefikler veya en azından onların içindeki kimi kesimler harekete geçti/geçirildi ve büyük bir algı operasyonu başlatıldı. Müdahaleler ile Dünyayı kendi keyiflerine göre şekillendirmeyi amaçlayan Şahinler; onlara yol açan yumuşak güç unsurları ve özellikle FETÖ ile işbirliği içinde olan çeşitli coğrafyalardaki yerel unsurlar harekete geçti. Bütün bunlar az çok bilinmekte ve zaten geçmişte de benzeri durumlar yaşanmaktaydı.

Türkiye’deki olumsuz her gelişmeden en çok etkilenen ve etkilenecek olan İslam dünyasının; Ortadoğu ve Afrika coğrafyasının ve hatta Orta Asya ülkelerinin darbe girişimi sonrası beklenen tepkiyi ver(e)memesi ise daha vahim ve üzerinde düşünülmesi gereken bir vakadır. Bu çerçevede Türkiye’nin Ortadoğu ve İslam Dünyasına karşı kurguladığı politikaları eleştirilebilir ancak unutulmamalıdır ki Türkiye 15 Temmuz öncesi net bir şekilde bu politikalarını gözden geçireceğini ilan etmiş ve ilk girişimlerini de bu doğrultuda başlatmıştı. Hatta biz de 3 Temmuz’da “Dış Politikada Bilgi ve Esneklik İhtiyacı” yazımızla bu yeni tavrı desteklemiş idik. Türkiye’nin özel olarak Arap Baharı ile birlikte ama tedrici olarak 2012’den sonra özellikle bazı Ortadoğu ülkelerinde gerileyen imajı şekil değiştirmeye ve olumlu yönde yükseliş göstermeye başlamıştı. Dolayısıyla darbe girişiminin önemli bir boyutu da kuşkusuz Türkiye’nin İslam ülkeleri, Ortadoğu ve Afrika’da yeniden yükselmeye başlayan imajına da zarar vermek ile ilgilidir.

Buradan hareketle bugün Türkiye’nin Ortadoğu, Afrika ve genel olarak İslam Dünyasına karşı politikalarının her zamankinden daha fazla önem arz etmeye başladığı gerçeğini hatırlatmakta yarar vardır. Ancak artık geçmişteki enstrümanlar ile yetinmemiz mümkün değildir. İşe yarayan eski araçları ve imkanları kullanırken bu konuda yeni yaklaşımlar, daha yaratıcı politikalar geliştirmek zorundayız.

Arap dünyasında özellikle Körfez ülkelerinde halkın Türkiye’yi anlamasına çalışılmalı fakat daha da önemlisi krallar, emirler, idareciler nezdinde ciddi girişimlerde bulunulmalıdır. Aslında bu kişilerin gözlerinin Türkiye’den ziyade ABD ve kısmen Avrupa’da olmasına rağmen, sık sık yapılacak diplomatik ziyaretler ile bakışları Türkiye’ye çevrilmelidir. Körfez sermayesine eskisinden daha fazla kapı aralamalı ve bu ülkelere Türkiye’de kendilerinin stratejik ürünlerini üretmelerine imkan sağlanmalıdır. Müşterek AR-GE çalışmaları yapılmalı bu maksatla TÜBİTAK görev üstlenmelidir. Kısa, orta ve uzun vadeli politikalar ile ilgilerinin sürekliliği sağlanmalıdır. Kısa vadede mutlaka Türk-Arap Üniversitesi fikri hayata geçirilmelidir.

Afrika’nın FETÖ’nun cirit attığı bir coğrafya olmaktan çıkarılması için Türkiye kıtanın her noktasında görünürlülüğünü artırmalıdır. THY bu konuda 15 Temmuz öncesi önemli bir misyon üstlenmişti ve Afrika’nın pek çok yerine uçarak Türkiye’yi görünür kılmıştı. Ancak şimdi yeni bir yaklaşımla, sunacağı promosyonlar ile Türkiye’yi Afrika için vazgeçilmez bir destinasyon yapmalıdır. Tabi ki dış temsilciliklerimiz ve vize politikalarımız da buna göre revize edilmelidir. Özellikle İstanbul’daki 3. havaalanının hizmete geçeceği süreçte Afrika’da da büyük kampanyalara imza atılmalıdır. Belki diğer sosyal projelere ayrılan paylar bir süreliğine promosyonlarda kullanılmalıdır.

Şer odağının geçmişte Türkiye’nin ismini kullanarak elde ettiği avantajlar ile kurdukları eğitim kurumlarının birden yok edilmesi mümkün değildir, ancak bu durum büyütülecek bir mesele de değildir. Afrika’daki eğitim faaliyetlerinin bulundukları ülkelerin nüfusuna oranla binde birlik bir oranı teşkil ettiği ortadadır. Fakat burada önemli olan husus ise eğitiminde odak aldıkları kesimlerdir. Genel olarak elit ve idareci kesimin çocukları eğitilirken, onlar aracı kılınarak veya ortak edilerek meydana getirilen ticari hacmin büyüklüğü bilinmemektedir. Bu yüzden ticaretin yaygınlaştırılması için de teşvikler, serbest ticaret anlaşmaları, vergi muafiyetleri ve kredilendirme imkanları geliştirilmelidir.

Eğitim noktasında bu boşluğu doldurmak adına kurulan Maarif Vakfı, sosyal mühendislikten ziyade bölge ihtiyaçlarını dikkate alan, özellikle ara ve teknik eleman yetiştiren meslek okulları açarak Afrika’da yaygın büyük bir hizmet sunacağı gibi Türkiye’nin imajının yükselmesine de katkı sağlayabilir. Maarif Vakfı’nın öncülük edeceği bu eğitim kurumlarının doğrudan Türkiye’nin sermayesi ile değil, aksine mutlaka yerli girişimciler tarafından yaptırılmasına özen gösterilmelidir. Kısa vadede Türkiye Üniversiteleri ile Afrika Üniversiteleri müşterek programlar açarak, Afrikalı bilim adamı ve öğretim üyelerini de ülkemize getirip Türk Üniversiteleri Afrikalılar için cazip hale dönüştürülmelidir. Uzun vadede mutlaka Türkiye-Afrika üniversiteleri de kurulmalıdır. Özellikle diasporadaki Afrikalılardan istifade yolları aranmalıdır. Böylece hem Afrika’da ve hem de Afrika dışında Türkiye’nin imajının yükselmesine imkan sağlanmış olacaktır.

Ortadoğu’da ve Afrika’da yapılacak faaliyetlerde mutlaka Türk markaları yaratılmalıdır. Hizmet ve müteahhitlik ya da Türkiye’de üretilen bir ürünün pazarlanması mümkündür. Fakat bu sürdürülebilir bir politika değildir ve kolay unutulur. Diğer taraftan her zaman sunduğunuz ürün ve hizmette rekabetin olacağı düşünüldüğünde, ilgili ülkelerde markalar oluşturulmadan rekabette avantaj sağlanması mümkün değildir. Kısa ve uzun vadede, iğneden ipliğe, hafif sanayiden ağır sanayiye kadar her alanda özellikle Afrika ülkelerinde Afro-Türk veya Türk-Afrika markaları yaratılmalıdır ki Türkiye’nin adı ve politikaları süreklilik kazanabilsin.

Önemli bir dönemece giren ve hayati önemi haiz sorunlar ile boğuşan Türkiye için bu saydıklarımızın ikincil önemde olduğu iddia edilebilir. Fakat unutulmasın ki Türkiye’nin başına gelenler zaten Türkiye’yi sınırları içinde tutma girişiminden başka bir şey değildir. Bu yüzden bu saydıklarımız bugün yaşanan sorunun özünde yatmaktadır ve öncelikli konular arasında yer almaktadır. Büyük ülke olabilmek her halükarda çok yönlü ve büyük düşünmekten geçer.

The post 15 Temmuz Sonrası Ortadoğu ve Afrika İçin Yeni Yol Haritası Nasıl Olmalı? appeared first on ORDAF.

ARAŞTIRMA DOSYASI /// DOD/IG Report : DoD Freedom of Information Act Policies Need Improvement, August 16, 2016


2016-08-30_16-32-24

Objective

The Chairman of the Senate Committee on Homeland Security and Governmental Affairs requested that the DoD Office of Inspector General (DoD OIG) determine whether noncareer officials (political appointees or persons nominated by the President and confirmed by the U.S. Senate) were adversely affecting the Freedom of Information Act (FOIA) process at the DoD between January 2007 and July 2015.

In response, we determined whether DoD noncareer officials unduly influenced the FOIA response process through unnecessary delays or withholding of information that would have otherwise been released absent the noncareer official’s involvement.

Finding

Our evaluation did not disclose any instances of DoD noncareer officials unduly influencing t he F OIA r esponse p rocess. On November 9, 2015, we advised the Chairman of the Senate Committee on Homeland Security and Governmental Affairs of our evaluation results (see Appendix D). During the course of this evaluation, however, we determined that DoD FOIA policies a re outdated.

The DoD Deputy Chief Management Officer (DCMO) had not updated DoD FOIA policies, as required by DoD Instruction 5025.01, “DoD Issuance Program,” to ensure currency and accuracy. The DoD FOIA policies did not include requirements established in Executive Order 13392, “Improving Agency Disclosure of Information,” and the “OPEN Government Act of 2007.”

According to the Executive Order and the Act, agencies must review their FOIA processing operations, report on their FOIA improvement plan implementation, and strengthen procedures related to FOIA administration. Additionally, the DCMO did not incorporate guidance being used for “significant” FOIA releases into DoD Regulation 5400.7-R, “DoD Freedom of Information Act Program.”

A “significant” FOIA request is defined as any FOIA request in which the subject matter of the released documents may be of interest to DoD senior leadership, the public, the media, or Congress.

Full Report

pdf.gifDOD/IG Report: DoD Freedom of Information Act Policies Need Improvement, August 16, 2016 [34 Pages, 3.1MB]

ARAŞTIRMA DOSYASI : DEA Bulletin BUL-089-14 – Cannabis Toxicity Death, March 2014


2016-08-31_13-46-27

Event

In late October 2013, a 31-year-old British national woman reportedly died as a result of cannabis toxicity.

Although a recent review confirmed the coroner’s findings. the exact cause of death remains unclear and several outside organizations dispute claims that the woman’s death was caused by cannabis toxicity.

Significance

Death from cannabis toxicity is highly unusual and this is only the second documented case of this kind to occur in the United Kingdom (UK). In 2004, a 36-year-old man from Wales also is believed to have died as a result of cannabis toxicity. While the woman’s official cause of death is disputed by several marijuana advocacy groups and other medical experts, the coroner found no evidence of any serious medical condition or natural cause of death and, therefore, concluded that cannabis toxicity was the most likely cause.

Although very few deaths have been attributed to cannabis toxicity, marijuana has a wide range of toxic health effects and is potentially fatal, even when
used in small doses.

For example, studies have shown that marijuana increases the heart rate and blood pressure shortly after use, which can result in cardiac arrest, stroke, and other acute pulmonary or cardiovascular reactions, especially in individuals with pre-existing conditions.

Although increasing cannabis consumption and the introduction of more potent varieties of the drug could result in other health issues, fatal overdoses will likely remain rare.

A greater concern is that users will combine marijuana with other substances and/or drive a vehicle while under the influence of the drug.

DEA Bulletin BUL-089-14 – Cannabis Toxicity Death, March 2014

pdf.gifDEA Bulletin BUL-089-14 – Cannabis Toxicity Death, March 2014 [4 Pages, 1.1MB]

ARAŞTIRMA DOSYASI : Defense Intelligence Summary Archive


2016-08-31_14-20-54

Background

The Defense Intelligence Summary is produced by the Director of the Defense Intelligence Agency (DIA).

These are classified documents, published by the DIA, and utilized by those with proper clearances within the Department of Defense (DOD). Issues detail intelligence issues throughout the globe and most remain classified to this day.

Below are some that have been released under the Freedom of Information Act (FOIA).

Declassified Defense Intelligence Summaries

(From the most recent to the oldest)

pdf.gifDefense Intelligence Summary #10-66, 13 January 1966 [33 Pages, 18.9MB]

pdf.gifDefense Intelligence Summary #1-66, 3 January 1966 [45 Pages, 33.9MB]

pdf.gifDefense Intelligence Summary #273-65, 19 November 1965 [46 Pages, 25.1MB]

pdf.gifDefense Intelligence Summary #271-85, 17 November 1965 [14 Pages, 7.4MB]

pdf.gifDefense Intelligence Summary #1, 9 November 1961 [6 Pages, 1.6MB] – One missing page, and 3 pages fully exempt from release. That is the determination after waiting more than 7 YEARS for this document to be declassified.

SUÇ DOSYASI : BU SEFER DE ATA’MIZA “HORTLAK” DİYEREK HAKARET ETTİLER /// İŞTE BUYRUN


AŞAĞIDAKİ YAZI : http://www.siyasethane.com/derin-konular/19897-darbeci-binbasi-utanmadan-itiraf-ediyor-quotmustafa-kemal-askerleriyizquot.html SİTESİNDEN ALINTILANDI.

ATATÜRK’ÜMÜZE “HORTLAK” DİYEREK ALENEN HAKARET EDİYORLAR. YASAL İŞLEMLER BİR YANA BU SİTEYİ SİZE DE BİLDİRELİM İSTEDİK.

YAZI ŞÖYLE :

Buna ne demek gerek? Ben su yoruma variyorum, Bu sahisin Tarihi gercegi ortaya atilmadigi sürece her yeni nesilde yeni darbeciler yaratilacaktir.

quw1i3lt_400x400.jpeg

kemal_ataturk_civ340.jpg

renkli13.jpg

Allah hala bu hortlaga tapanlarin belasini tez verir insallah!

ÖZEL DOSYA : 17.05.2006 DANIŞTAY SALDIRISININ (ALPASLAN ARSLAN) FAİLİ FETÖ ÖRGÜTÜ’DÜR /// İŞTE DELİLLERİ


DANIŞTAY DAVASI : Danıştay saldırganı Alpaslan Arslan’ın Gülen Bağlantısı

Hatırlayalım, Danıştay saldırganı Alpaslan Arslan, Ergenekon Ana Davası’ndaki çapraz sorgusunda Fethullah Gülen tarikatıyla olan irtibatını anlattı. Duruşmayı takip edenler hatırlarlar. Alpaslan Arslan saldırı öncesinde Danıştay Başkanı Mustafa Birden’in adresini ve telefon numarasını Fethullah Gülen’in yeğeni Kemalettin Gülen’den aldığını söyledi. Arslan, Elazığ’da yaşadığı dönemde sık sık Işık Evleri’ne gittiğini ve Fethullah Gülen’e bağlı olduğunu ifade etti.

Danıştay İkinci Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’i öldüren ve Danıştay Başkanı Mustafa Birden ile birlikte 4 kişiyi silahla yaralayan Alparslan Arslan, Fethullah Gülen Tarikatıyla olan bağlantısını Ergenekon duruşmasında çok net bir şekilde anlattı. Ancak mahkeme üyeleri de aynı cemaatten olunca sümen altı edilmesi, üstünün kapatılması normal. Geçtiğimiz günlerde FETÖ ÖRGÜTÜ’ne yönelik operasyonlarda Ergenekon davasına bakan 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin heyet üyeleri Hakim Sedat Sami Haşıloğlu, Hasan Hüseyin Özese ve Hüsnü Çalmuk tutuklandı. Savcılardan Zekeriya Öz verdiği gizli bilgiler sayesinde firar etti ve şu an Alman istihbaratının kontrolünde yaşıyor. Savcı Osman Şanal’da 1 hafta önce tutuklandı. Diğer savcılarında akıbeti aynı.

17 Mayıs 2006 tarihinde Alparaslan Arslan’ın arabasından 13 Şubat 2006 tarihli Vakit Gazetesi’nin bir kopyası bulunmuştu. “İşte o üyeler” manşetiyle çıkan gazete, türban kararının altında imzası bulunan Danıştay üyelerini hedef gösteriyordu.

Alpaslan Arslan, Ergenekon Davası’nın 2010 yılındaki duruşmasında kendisine o gazeteyi gösteren kişiyi açıkladı. Bunu da hatırlıyorsunuz değil mi yada medyadan takip etmişsinizdir. Alparslan Arslan, Vakit gazetesinin Danıştay hakimlerini hedef gösteren haberini kendisine gösteren kişinin Fethullah Gülen’in yeğeni Kemalettin Gülen olduğunu açık açık söyledi. Alpaslan Arslan, Danıştay saldırısından bir hafta önce Kemalettin Gülen’in bürosuna gitti. Kemalettin Gülen burada Alpaslan Arslan’a, Danıştay hakimi Mustafa Birden’in adresini ve telefon numarasını da verdi.

Alpaslan Arslan’ın Fethullah Gülen’in yeğeni Kemalettin Gülen hakkında söyledikleri benim 116. duruşmada söylediklerimi hatırlattı. İsteyenler duruşma tutanaklarından ilgili bölümü okuyabilirler. Ben, Alpaslan Aslan’a “neden bu saldırıyı yaptın” diye sordum; Aslan da “Beni Fethullahçılar yönlendirdi, pişmanım” demişti. Bu açıklamanın az öncesine gidip Alpaslan’a bu soruyu nasıl ve ne şekilde sorduğumu anlatayım. Böylece kapalı kapılar ardında ne dolaplar döndüğünü gözünüzde canlandırabilirsiniz. Benim FETÖ ÖRGÜTÜ ile tek yönlü muhabbetim 2001 yılının Şubat ayında başlıyor. Nasıl ve ne şekilde başladığını kısaca özetliyorum.

Fetullahçı İstihbaratçıların ilgi alanına 2001 Şubat ayında girdim. Bana kendileri için çalışmam şifai olarak telkin edildi öncelikle. Tam tarihini hatırlamıyorum ama telefon kayıtları hala saklanıyorsa tam tarih buradan çıkarılabilir. Şubat 2001 tarihinde (15 Şubat olabilir) tanımadığım bir numaradan arandım ve bana istihbarat servisi için çalıştığını söyleyen Yılmaz adlı birisi (Soyadını bilmiyorum ama 0543-533-1769 no’lu telefonumun kayıtları incelenirse kimin üzerine kayıtlı olduğu bulunabilir) benimle yüz yüze görüşmek istediklerini söyledi ve bir ofis adresi verdi. Ben de akabinde İstanbul Mecidiyeköy’de bulunan bu ofise gittim. Burada eğer görürsem hatırlayacağım 3 kişi bulunuyordu. Şık bir ofisti. Bana önce çay ikram ettiler, halimi hatırımı sordular. Daha sonra istihbari faaliyetlerim hakkında bilgi sahibi olduklarını ve kendileri için çalışmak isteyip istemeyeceğimi sordular. Ben kibarca reddettim. Bunun üzerine eğer tekliflerini reddedersem devlet için yapmış olduğum istihbari faaliyetlerimin engelleneceğini ve ileride çok sıkıntılar yaşayacağımı söylediler. Üstü kapalı olarak tehdit ettiler. Ben yine red edince konuşma sona erdi ve ofisten ayrıldım.

Bu konuşmadan aşağı yukarı 1 hafta kadar sonra bir akşam oturduğum apartmanın otoparkına arabamı park ederken yanımda koyu renk ve camları filmle kaplı bir minivan (Hatırladığım kadarıyla) durdu. Yan kapısı açılınca yüzleri koyu renk maskeli 2 kişi direnmeme rağmen kollarımdan tutarak zorla araç içine aldılar. Bana ses çıkarmamamı yoksa önce beni sonra da ailemi öldüreceklerini söylediler. Gideceğimiz yere varınca yine kollarımdan tutarak aşağı indirip bir süre yürüttüler ve bir sandalyeye oturttular. Burada bana devletin bir birimi için çalıştıklarını ve beni de bazı operasyonlarda kullanmak istediklerini söylediler. Ben itiraz edince de işkence yaptılar. Ancak seslerinden çıkarabildiğim kadarıyla 1 hafta kadar önce Mecidiyeköy’deki ofiste benimle konuşan kişiler değillerdi. Bu kişiler muhtemelen farklı bir gruptu. Geçmiş zaman olduğu için bazı önemli detayları hatırlamakta zorluk çekiyorum, bu yüzden beni bağışlayın.

İşkence 2 gün kadar sürdü. Ben istedikleri gibi bir cevap vermedim. Daha sonra sanıyorum devam ettirmenin gereksiz olduğunu düşündüler ki beni tekrar yüzümü kapatarak bir araca bindirdiler ve gece yarısı Fikirtepe civarında evime yakın bir yerde indirdiler. Ben bu olaydan sonra konuyu aydınlatırlar düşüncesiyle MİT’in Beşiktaş’ta bulunan Bölge Müdürlüğü’ne giderek yazılı başvuru yaptım. Elimdeki dilekçeyi bina dışına çıkarak benimle görüşen yetkiliye verdim. İlgileneceklerini söyledi. Savcılığa da gitmeyi düşündüm uzun süre ancak aileme zarar verebileceklerini düşününce korktum ve vazgeçtim. Benim can endişem yok korkmuyorum ama aileme önem veririm. Bundan dolayı çekimser kaldığımı söyleyebilirim.

Bu olaydan sonra uzun bir süre farklı farklı araçların beni her yerde takip ettiğini fark ettim. Fark ettim diyorum çünkü tesadüf olamayacak şekilde ve adeta kendilerini gösterir tarzda bir takip idi. Açıkçası saklanmıyorlar ve kendilerini belli ediyorlardı. Ben bu araçların plaka numaralarını ve içindeki şahısların eşgallerini ve diğer ayrıntıları hemen Ajandama not ettim. Bu arada şunu da özellikle belirteyim. Kaçırılma olayından sonra ailem ne olup bittiğini tahmin ettiği için (Ben aileme hiçbir zaman işkence gördüğümü söylemedim, arkadaşlarımda kaldım, kavga ettim gibi farklı şeyler anlattım) Feneryolu Kadıköy’deki evimizi satarak Maltepe Kadıköy’de başka bir eve taşındık. Benim bu araç plakalarını ve şahısların eşgallerini ayrıntılı olarak kaydettiğim ajandam bu Maltepe’de taşındığımız eve girilerek gizlice alındı. Ev’den bu ajandam dışında bilgisayarımın hard diski de beraberce götürüldü. O zaman bunun basit bir hırsızlık olmadığını çok net bir şekilde anladım. Bunu MİT BÖLGE MÜDÜRLÜĞÜ’ne telefon ile bildirdim. Eğer Maltepe’deki evimizin telefon numarasının o dönemki telefon kayıtları arşivden bulunursa BÖLGE MÜDÜRLÜĞÜ ile yaptığım tüm görüşmeler görülecektir.

Maltepe’deki eve taşındıktan sonra da aynı takip devam etti. İstihbari çeşitli yöntemler kullanılarak bana zaman zaman kontrol altında tutulduğum mesajı verildi. Bazen arabamı tehlikeli şekilde sıkıştırma, bazen silah gösterme, bazen isimsiz tehdit telefonları gibi tacizler devam etti. Tabi bu taciz takibi sürerken aynı grup kız kardeşimin eşini de yani eniştemi de takip etmeye başladılar. Eniştem o dönem DOĞUŞ OTOMOTİV Firmasında 2. El araçların satışından sorumluydu. Maalesef taciz takibi yüzünden işinden rahatsızlanarak ayrılmak zorunda kaldı. Bu olaylardan sonra vücudumda ve zihnimde anormallikler olmaya başladı. Evde iken vücudumun belirli bölgeleri aşırı ısıya maruz kalıyordu. Aynı zamanda kafamın içinde sesler duymaya başladım. Telsiz sesleri, insan sesleri gibi. Bunlar devam edince bir tanıdığımız vasıtasıyla emekli bir Askeri doktora gittim. Psikiyatriste yaşadıklarımı anlatınca bana HASSAS TAKİP & MK ULTRA TEKNOLOJİSİ’nden bahsetti. Bu tacizin etkilerini azaltmak için bir süre düzenli olarak ilaç kullandım. 2003 yılına kadar çalışmalarıma İstanbul’da devam ettim. 2003 yılında baskıya dayanamayarak Düzce iline yerleştim. Düzce iline yerleşmeden önce Koçbank’ın Kozyatağı semtinde bulunan iş merkezinde Servis Müdürü olarak çalışıyordum. Baskı artınca istifa etmek mecburiyetinde kaldım. Sosyal Sigorta kayıtlarımı arzu etmeniz halinde delil olarak arz edebilirim.

Burada da aynı kontrol ve takip devam etti. Aynı zamanda İstihbari faaliyetlerime devam ettim. 0543-533-1769 nolu telefonumun HTS KAYITLARI 13. AĞIR CEZA MAHKEMESİNDE (Dava şimdi Yargıtay’da olduğu için bu kurumun arşivine de gelmiş olabilir) bulunuyor. Bu istihbari faaliyetlerim devam ederken hangi istihbaratçılarla irtibatta olduğumu o kayıtlardan görebilirsiniz. Halen Düzce İstihbarat Şubesi’nde görevli Nail bey ile zaman zaman görüşüyorum. Evime yakın bir yerde oturuyor. O dönem İstihbarat Şubede görevli Hasan bey ve Nail bey vasıtasıyla elde ettiğim istihbaratı bu kanal üzerinden İstihbarat Şube ile paylaştım. Bu kapsamda yaptığım görüşmeler Yargıtay arşivinde mevcut, oradan alıp tapeleri dinleyebilirsiniz. Hatta bu ekip ile o kadar samimi idim ki evime de gelir giderlerdi. Ama tutuklandığım esnada hiçbir şekilde yardımcı olmadıkları gibi bu tarihten sonra ne telefonlarıma çıktılar (Nail bey hariç) nede beni gördükleri zaman selam verdiler. Bu taciz takibi 22.Ocak.2008 tarihine kadar zaman zaman sürekli zaman zaman aralıklarla devam etti. En sonunda 22.Ocak.2008 tarihinde 3. Dalgada yapılan operasyonla malum Fetullahçı ve Kaçak Savcı Zekeriya ÖZ’ün emri ve ALİ FUAT YILMAZER’in ve grubunun direktifi ile tutuklandım.

Gerisi mâlum. 36 ay 1 hafta tarafıma yönelik şiddet, baskı, taciz takibi ve komployu sayın Hakim heyetine ısrarla anlatmaya çalıştım. Hatta Emniyet İstihbarat eski Başkanı Ramazan Akyürek’e devlet için yapmış olduğum istihbari çalışmalarımı gizledikleri ve ayrıca bilgisayarımda bu kapsamda yapılan yazışmaların olduğu hard diski de mahkemeden gizledikleri için davalar açtım ama o dönem Yargı erkinde Fetullahçıların güçlü olmasından dolayı bir sonuç alamadım. Son mahkemede (Tahliye olduğum gün çıktığım son duruşma) anlattıklarımın hepsinin belgeli ve doğru olduğunu istenirse YALAN MAKİNESİNE dahi girebileceğimi söyleyince o duruşmanın akşamı tahliye oldum.

Tahliyemden sonra 1 sene kadar taciz takibi Düzce’de devam etti. Hakkımda asılsız iddialar ortaya attılar ve yaymaya çalıştılar. Yine bu kapsamda Düzce Cumhuriyet Savcılığı’na resmi suç duyurusunda bulundum. Aynı zamanda TBMM YASADIŞI TELEKULAK KOMİSYONU’na dilekçe gönderdim. Ama maalesef bir sonuç alamadım. Çünkü o dönem henüz PDY (Paralel Devlet Yapılanması) ile AK Parti arasında bir sorun yoktu. FETÖ’cü hakim ve Savcılar görevinin başındaydı ve FETÖ aleyhine verilen tüm suç duyuruları örtbas edildi yada takipsizlik verildi. Halen bu istihbari faaliyetlerime devam ediyorum.

Neyse, ben Danıştay Saldırısında FETÖ ÖRGÜTÜ’nün nasıl bir rolü olduğunu aktarmaya devam edeyim..

Bu açıklamanın az öncesine gidip Alpaslan’a bu soruyu nasıl ve ne şekilde sorduğumu özetleyerek anlatmaya çalışayım. Tutuklandığımızda bir şey dikkatimi çekti. Ben tüm tutuklananların Fetullah Cemaatine anti patisi ve nefreti olduğunu gözlemledim. Hatta bazıları bu örgütün gadrine de uğramışlar, aynen benim gibi. Dolayısıyla bir suçumuz yokken tutuklanınca hepimiz bunun bir operasyon olduğunu net olarak gördük. Özellikle hiş ilişkimiz yokken DANIŞTAY SUİKASTİ, HRANT DİNK CİNAYETİ, RAHİP SANTORO CİNAYETİ, CUMHURİYET GAZETESİNİN BOMBALANMASI gibi olayların üzerimize bırakılması bunun sadece bir operasyon değil dantel gibi işlenmiş ULUSLAR ARASI bir İSTİHBARAT PLANI olduğunu anlamamızı sağladı. Özellikle delillerin hukuki hiçbir geçerliliğinin olmaması, dijital delillerin kurgu ve sahte olması, sanıklar hakkında dava öncesinde illegal izleme ve ortam dinlemeleriyle yasa dışı delil toplanması ve bazılarının yandaş medya organlarında yayınlanması, hukuksuz bir davada her şeyin bu kadar aleni olmasına rağmen 1 hakim dışında (Köksal Şengün) tüm hakimlerin yıllarca tutukluluk halinin devamına karar vermesi ve bu dosyanın çöpe atılması yerine sahici olarak yürütülmesi biz de böyle bir düşünce oluşturdu.

Bunları düşününce ben Danıştay saldırısının kesinlikle FETÖ Örgütü işi olduğuna karar verdim. Ve kilitte Alpaslan Arslan’dı. Duruşmalar devam ederken Alpaslan’da anormallikler başladı. Kimine göre deli taklidi yapıyordu, kimine göre Zihin Kontrolü yapılıyordu. Ben de ceza muafiyeti almak için numara yaptığını düşünüyordum. Tahmin ettiğim de oldu. Mahkeme heyeti Alpaslan’ı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne müşahade için gönderdi. Benim bir şekilde kendisine yakın durmam ve kafamdaki soruları sormam gerekiyordu, çünkü bu cezaevinde mümkün değildi. Farklı koğuşlardaydık. Benim de Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne sevkim gerekiyordu. Bu nedenle ben de bir gece koğuşumda 1 kutu mide ilacı içtim. 10 dakika sonra fenalaşınca koğuşumun İMDAT butonuna basıp Gardiyanları çağırdım. Dilim aşırı şiştiği için konuşamadım ama Gardiyanlar şişliği fark edince intihara teşebbüs ettiğimi anladılar. Ve beni o gece önce Silivri Devlet Hastanesi’ne sonra da Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne sevk ettiler. İlk birkaç gün müşahade altında tutulduğum için Alpaslan’ın odasına yaklaşamadım. 3. Günün sonunda müşahade bitince hastane içinde rahatça dolaşmaya başladım. Ve fırsatını bulunca Alpaslan’ın odasının önüne geldim. Alpaslan sırtüstü yatıyordu. Ellerini başının arkasında birleştirmiş kendi kendine söyleniyordu. Önce dikkatini çekmek için yüksek sesle anne ve babasından selam getirdiğimi söyledim. Bunu birkaç kez tekrarlamak zorunda kaldım ve nihayet dikkatini çektim. Burada neler anlattığımı ve onun neler dediğini uzun uzadıya anlatmayacağım. Ama özetle şunu söyledim.

“Alpaslan bak, seni anlıyorum. Bir halt ettin ve bunun farkında mısın bilmiyorum. Ama farkında olsan iyi olur. Çünkü senin yüzünden uluslar arası FETÖ’cü çete ve CIA bu saldırıyı zıplama taşı yaparak ülkenin önde gelen yurtseverlerine operasyon yaptı. İleride de yapacakları ve ülkeyi kendi istedikleri gibi dizayn etmeye çalışacakları gün gibi aşikar. Sana çok net bir soru soracağım. Kendin mahkeme sorgusunda Fetullahçılarla aranın çok iyi olduğunu söyledin. Bu saldırıya seni onlar mı yönlendirdi ? yoksa kendi kararın mıydı ? diye sordum. O da evet beni Fetullahçılar yönlendirdi pişmanım ! diye cevap verdi. O an bulunduğu şartlar ve özel durumu nedeniyle yalan söyleyecek bir nedeni ve imkanı yoktu. Söylediğine bugün de samimiyetle inanıyorum. O cevabı aldıktan birkaç gün sonra Hastane yönetimi benim akıl sağlığım da bir sorun görmediği için cezaevine geri gönderdi. O da cezaevine geldiğinde ilk duruşmada ona bu soruyu sordum ancak sanıyorum Cemaatin gücünden çekindiği için “HATIRLAMIYORUM” diye cevap verdi. Hakimler de rahat bir nefes aldılar.

Duruşmalar devam ederken Kemalettin Gülen’i cemaatten tanıdığını söyleyen Arslan’a Fetullahçı hakim Hasan Hüseyin Özese, “cemaatten başka kimleri tanıyorsunuz?” diye sordu. İsimleri sayamayacağını belirten Arslan bu soruya şöyle yanıt verdi:

“ELAZIĞ KOVANCILAR’DA 10 YIL YAŞADIM. ÜNİVERSİTEYE ORADA HAZIRLANDIM. ORADA FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ İLE HAŞIR NEŞİRDİM. DERS ÇALIŞIYORUZ DİYE EVLERE GİDER, FETHULLAH GÜLEN’İN KASETLERİNİ İZLERDİK. FETHULLAH GÜLEN’E BAĞLIYIM, KENDİSİNİ ÇOK SEVİYORUM.”

2010 yılındaki duruşmada Arslan’a Ergenekon belgelerini nereden aldığı sorulmuştu. Aslan, bu soruya da yanıt verdi. Aslan, Fehmi Koru’nun Taha Kıvanç adıyla yazdığı yazıları düzenli takip ettiğini söyledi.

Sayın Yurtseverler, bugün geldiğimiz nokta da gizemli FETÖ ÖRGÜTÜ’nün tüm istihbarat operasyonları gün yüzüne çıkıyor. Şimdi sıra Hrant Dink cinayetinde. Bu cinayetin planlayıcısı, azmettiricisi ve uygulayıcısı olan sivil, asker ve polis tayfası şu anda hakim önünde terliyorlar. Ardından sıra Danıştay saldırısına gelecek.

Arkasından kim bilir belki bu dosya açılacak.

FETÖ ÖRGÜTÜ DOSYASI : Yaşar Kutluay’ı Mossad ve Gülen mi şehit etti ? /// http://www.ozelburoistihbarat.com/teror/feto-orgutu-dosyasi-yasar-kutluayi-mossad-ve-gulen-mi-sehit-etti-637

Değerli Yurtseverler,

Biz hep FETÖ ÖRGÜTÜ’nü anarken CIA’nin yetiştirdiği ajan şebekesi diyoruz. Bunu söylememizin bir sebebi var. Aşağıdaki makaleyi okuyunca sanıyorum daha iyi anlayacaksınız.

Kozmik savaşlar ve zihin kontrolü ile yönetilen Suikastçiler

Haşhaşiler’den Jön Masonlara[1] isimli kitapta, Hasan Sabbah (1034-1124)’ın “Haşhaşi” olarak bilinen fedâilerinin tarihçesi anlatılmıştı. Batılılar’ın “Assassins-Suikastçılar, katiller”dedikleri, kendilerinin ise dinin esaslarını “Esasiyunu” koruduklarına ve “Sır Bekçileri” olduklarına inanan bu adamlar, tarihin en eski suikast örgütlerindendi. Derviş, dilenci veya tüccar kılığında cinayet işleyecekleri yere gönderilir, burada halkın arasına karışarak, uzun süre kendilerini farkettirmeden kamufle olurlardı. Bir yandan kurbanlarını izlerken, diğer yandan işlerini bitirinceye kadar dikkat çekmemeye çalışırlardı. Suikast öncesi hazırlıkları çok gizli yürütseler de cinayet sonrasında, herkesin gözü önünde, kalabalıkların ortasında neredeyse törenle işlerini tamamlıyorlardı. Câmiler gibi halkın en fazla bulunduğu yerler onlar için en uygun mekânlardı. Neredeyse gösteriye dönüşen bu kan dökme eyleminde, kurbanın öldürülmesi yetmiyor bir de ibret-i âlem için öldürülenin neden bunu hakettiğine dair ayaküstü vaaz bile veriyorlardı. Amaç yüreklere korku salmak, düşmanları sindirmekti ki, bunu da başarıyorlardı.

Hasan Sabbah’ın fedâilerini afyonla kendine bağladığı, onları uyuşturduğu ve bu köle askerlerden kendisine çok tehlikeli bir ordu kurduğuna inanılıyordu. Tabii bu sadece afyonun etkisi ile olacak iş değildi. “Haşhaşilerin”, Alamut Kalesi’ndeki “Yaşlı Adam”a imânları tamdı, onun “Seçilmiş kişi”olduğuna iknâ olmuşlardı. Cennete gidebilmek için onun kurallarına uyulması ve her dediğine sorgusuz itaat edilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu yüzden onun için gözlerini kırpmadan ölüme gidiyorlardı…

Hasan Sabbah’ın Haşhaşileri’nden günümüze, suikast örgütlerinde kullanılan teknikler kuşkusuz çok değişti. En önemli değişiklik kanımca bu işleyişte kullanılan “fedâilerde” artık gönüllülük esasına bile ihtiyaç duyulmaması. Dünyanın belli başlı güçleri halktan gizledikleri pek çok teknolojiyi sonuna kadar kullanmaktalar. Zihni yönlendirilebilen insanlar, hatta ülkeler kozmik savaşların oyuncağı haline gelebiliyor artık.

*Beyni Yıkanmış Katiller*

Beyin yıkama tekniklerinin 1930’lu yıllarda KGB tarafından Rusya’da, 1949’da Çin’de uygulandığı biliniyor. 1950’li yıllara girilirken Kore’de, savaş esirlerinde beyin yıkama ve zihin yönlendirme çalışmalarının yapıldığının saptanması üzerine CIA (Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı), bu yarışta geri kalmamak adına 1953 yılında MK- Ultra projesini başlattı. CIA, gizli zihin denetim programını, soğuk savaş döneminde ele geçirdikleri Rus casusları sorgulamakta da kullanacaktı.

“Manufacturing Killers Utilizing Lethal Tradecraft Requiring Assasination”, özetle, kitlesel suikastlar düzenleyebilecek ölümcül katil yetiştirme programı diyebileceğimiz “MK-Ultra Projesi”*[2]*, beyni yıkanmış köle katillerin yetiştirilmesini hedefliyordu. Çoğunlukla, cinayet işleyeceklerinin farkında bile olmayan bu insanlar, özel çipler, ilaçlar ve maruz kaldıkları beyin yıkama seansları neticesinde, gözünü bile kırpmadan adam öldüren suikastçilere dönüşüyorlardı.

Peki bu iş nasıl yapılıyordu? Farklı frekanslarla beyin dalgalarına etki etme gayreti Tesla’dan beri deneniyordu. Tesla ses dalgalarını havada ışık hızıyla giden elektromanyetik radyasyona dönüştüren bir aygıt tasarlamıştı. Çok daha geliştirilerek CIA tarafından bu tekniklerin yalnızca savaş esirleri üzerinde değil, yabancı liderlerin zihinlerini kontrol etmek üzere de kullanılmaya çalışılacaktı. (“Project Mkultra, The CIA’s Program of Research in Behavioral Modification” isimli Amerikan Senato belgesinde, Fidel Castro başta olmak üzere pek çok liderin zihninin kontrolünün ele geçirilmeye çalışıldığı rapor edilmiştir. Zamanın CIA Başkanı Proje açığa çıktığında bunu yalanlayamamış ve hükümet yaşayan mağdurlarına yüklü tazminatlar ödemiştir. Anlayacağınız Jacob’s Ladder ve Manchurian Candidate gibi filmler sadece hayal ürünü değil aksine doğrudan bu projeden ilham alınarak senaryolarla çekilmişlerdir.

60’lı yıllara gelindiğinde projenin adı “MKSearch” olmuş ve bu alanda kullanılacak ilaçlar üzerinde çalışılmaya başlanmıştır. New York Times, 1973’de CIA ve Pentagon’un sürdürdüğü bu projeyi kamuoyuna aktardığı zaman yer yerinden oynasa da, zaten Watergate skandalı sırasında, deneye dair pek çok belge hızlıca imha edilmiş, geriye pek bir şey kalmamıştı.Resmi açıklamalar tüm projenin 1974’te dondurulduğunu ifade edecek ancak kitleler üzerinde bunun aksini ispatlayacak değişimler, gözlenecekti. Hiç vakit geçirmeden, aynı alanda çalışmalara devam etmek üzere, 1977’de Amerikan Psikotronik Derneği (USPA) kuruldu. Dernek, Zihin-beden-çevre ilişkileri bilimi; madde-enerji ve bilinç etkileşimleriyle ilgili disiplinler arası çalışmalarla ilgilenmek üzere kurulmuştur. İnsanlarındavranışlar ve hareketlerini etkilemeyi amaçlayan kognitifzihinsel çalışmalar üzerinde çalışmaktaydılar.Bu çalışmalar beyin gücüne etki edebildiğiniz her organizmayı harekete geçirme, hatta kitlesel bir imha silahına bile dönüştürebileceği esasına dayandırılıyordu.

CIA 1970-1995 yılları arasında yine boş durmayacak, Muammer Kaddafi’yi aramak için Blue Bird, Manuel Noriega için ise 1983 yılında Land Broker projesi başlatacaktı. Kuşkusuz “Psikotronik Savaşlar” konusunda sürdürülen çalışmalarda Amerika yalnız değildi; Rusya, Çin, İngiltere İsrail gibi pek çok ülke de bu alanda at koşturmaktadır.

“Teknoloji Büyücüsü” diye tanınan ve yirmiyıldan fazla bir süre ABD Yale Nöropsikoloji Başkanlığı yapan, Prof. Jose Delgado (1915-2011) “Beynin Elektrikle Uyarılması” konusunda 1946’da çalışmalara başlamış, 1952’de ilk sonuçları rapor etmişti. Delgado, beynin ilgili merkezlerine elektrik sinyalleri göndererek “kobay” olarak kullanılan insan ve hayvanlarda davranışları ve duyguları değiştirerek zihinlerini kontrol edebiliyordu.“Zihin Kontrolü Telegram”’ın “babası” diye anılan Prof. Jose Delgado, “niçin Telegram?” sorusuna, Amerikan Kongresi’nde 24 Şubat 1974 tarihinde açık açık şu cevabı verecekti; “Toplumumuzun siyasî kontrolü için bir psikocerrahî programına ihtiyacımız var. Amaç, zihnin fizikî kontrolüdür. Kendisine sunulan normdan sapan ferd, cerrahî olarak kesilip atılabilir. Ferd, en önemli gerçeğin kendi varoluşu olduğunu düşünebilir, fakat bu yalnızca onun bakış açısıdır. Bu bakışta, tarihî yaklaşım eksiktir. Oysa insanoğlunun kendi zihnini geliştirme hakkı yoktur. Bu tarz liberal bir yaklaşım kulağa hoş geliyor tabiî. Ancak, beyni elektrikî olarak kontrol etmeliyiz. Bir gün ordular ve generaller, beynin elektrikî uyarımıyla kontrol edilecektir.” 1975’e gelindiğinde Delgado beyin araştırmalarını, bilgisayara ayarlamayı başarmıştı bile.

Biliyoruz ki günümüzde bu alanda, bilinen elektromanyetik silahlar dan, radyohipnotik sistemlerden, elektronik harp, nöro-elektromanyetik frekans saldırıları, subliminal mesajlar, HAARP, Monarch Projesi gibi pek çok farklı teknik kullanılmaya devam ediyor.

Bütün bunları anlatma niyetim, gerçek dışı komplo teorileri aktararak insanları korkutmak değil. Tam tersine son derece önemli teknolojik gelişmelere dayandırılarak sürdürülen bu modern dünyanın yeni savaş yöntemleri konusunda belge ve bilgilerle insanları uyanık tutmayı hedefliyoruz.

Amacımız, ülke olarak içinden geçtiğimiz bu olağanüstü zor günlerde, beynimizin ayarları ile nasıl oynanmış olabileceğine dikkat çekmek. Uyduların, radyo televizyon vericilerinin, GSM istasyonlarının, hatta Pokemon gibi bilgisayar oyunlarının bile istenildiğinde sıradan beyin kontrol araçları haline geldiği günümüzde, gerek coğrafi, gerek siyasi önemi açısından ülkemizin, “Yeni Dünya Düzeni”ne hizmet eden güçler tarafından savaş üssü olarak görüldüğü de tecrübe ile sabit.. Şimdilik kısmen gizli sürdürülen kozmik savaşların ve elektromanyetik silahların sonuçlarına karşı korumak için ülke olarak önlemimizi almak zorundayız. Kimsenin artık, “görmedim, bilmedim, duymadım” deme lüksü yok. Çalışmalarımızla, konunun ne kadar önemli olduğunu bir kere daha gözler önüne sererek, siper savaşlar ve zihin kontrolü konusunda farkındalıkların arttırılarak, halkı bilinçlendirici kampanyaların başlatılmasını, teknolojik kalkanların konuşulmasını hatta konu ile ilgili bağımsız bir “Bakanlık”ın kurulmasını umuyoruz. Yoksa “Bad’el harab-ül Basara”, yani Basra harap olduktan sonra yapacak bir şey kalmayacak.Sahi, Basra’da zaten harap edildi değil mi?

Son olarak, projeyi yürüten kişiler ve ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU olarak çok tehlikeli sularda yol aldığımızın farkındayız. Okuduğunuz bu birkaç sayfalık not, konu ile ilgili çalışmalarımız devam ederken olağandışı bir durum yaşarsak, bir kenarda bulunsun diye tarihe düştüğümüz küçücük bir nottur da…

1. Nalân YILDIZ, Haşhaşilerden Jön Masonlara, 2. Baskı, Kamer Yay., İst., 2016

2. Alex Constantine, Virtual Government: CIA Mind Control Operations in America, Feral House, CA, USA, 1997

Erkut Ersoy

İstihbarat Uzmanı

ÖZEL BÜRO GRUBU

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.