Günlük arşivler: 15 Eylül 2016

TARİH : İzmir İktisat Kongresi ve Bilinmeyenleri


Bu Cumhuriyet işte böyle yola koyulmuştu..

İzmir İktisat Kongresi

3 Nisan 1920 de Ankara’da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2 Mayıs 1920’de 11 bakandan oluşacak hükümetin kurulması ile ilgili 3 numaralı kanunu kabul etmişti. Bu hükümette bir de İktisat Bakanlığı bulunmaktaydı.

Hükümetin programında mali ve ekonomik meseleler üzerinde önemle durulacağı da belirtilmişti. Ancak 1920-1922 yıllarında Türkiye, Kurtuluş Savaşı içinde bulunduğundan, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin bu dönemdeki başlıca amacı yurdu istiladan kurtarmaktı.

Savaşın gerektirdiği nedenlerle de, hükümet o sıralarda üretim ve endüstriye yatırım yapacak durumda değildi. Ancak yönetici kadro zaferden sonra prensip olarak siyasi ve ekonomik bağımsızlığı öngörmüştü.

Lozan Konferansına ara verildiği sırada, İzmir İktisat Kongresi 1135 delege ile 17 Şubat – 4 Mart 1923’de toplandı. İzmir Kongresinin Lozan görüşmeleri sırasında toplanması, kapitülasyonların kabul edilmeyeceği yönünde mesaj verdiği şeklinde yorumlanmaktadır.

Türkiye, ekonomide ithal ikameci sanayileşme yani dışa karşı korunarak kendi sanayisini geliştirme stratejisini benimsemiştir. Geçmişle olan bağımlılık ilişkilerini 1923’te koparan Türkiye, ekonomik ilişkilerini İthal ikameci politika sayesinde kopararak bağımsızlığını sağlamıştır.

Özellikle uluslararası veya ulusal kriz sırasında ve döviz yokluğu nedeniyle gündeme getirilen, kimi zaman da yarı-sömürgeleşmeye tepki olarak yürürlüğe sokulan ithal ikamenin temel çizgisi, ithalatı sınırlamak ve hatta derece derece yasaklamak, bu sayede içeride üretimi özendirmektir.

17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihlerinde İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresinin en önemli kararlarını şöyle sıralamak mümkündür

· Hammaddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurulması gerekmektedir.

· El işçiliğinden ve küçük imalattan süratle fabrikaya veya büyük işletmeye geçilmelidir.

· Devlet yavaş yavaş iktisadi görüşleri de olan bir organ haline gelmeli ve özel sektörler tarafından kurulamayan teşebbüsler devletçe ele alınmalıdır.

· Özel teşebbüslere kredi sağlayacak bir Devlet Bankası kurulmalıdır.

· Dış rekabete dayanabilmek için sanayinin toplu ve bütün olarak kurulması gerekir.

· Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır.

· Sanayinin teşviki ve milli bankaların kurulması sağlanmalıdır.

· Demiryolu inşaat programına bağlanmalıdır.

· İş erbabına amele değil, işçi denmelidir.

· Sendika hakkı tanınmalıdır.

Saat 10’da başlayıp, 11.15’te kapanan ilk oturumda alınan aşağıdaki genel kararlar, şöyledir;

Madde-1: Türkiye, milli hudutları dahilinde, lekesiz bir istiklal ile, dünyanın sulh ve terakki unsurlarından biridir.

Madde-2: Türkiye halkı hakimiyetine, kanı ve canı pahasına elde ettiğinden, hiçbir şeye feda etmez;ve milli hakimiyete müstenit olan meclis ve hükümetine daima zahirdir.

Madde-3: Türkiye halkı, tahribat yapmaz; imar eder. Bütün mesai iktisaden memleketi yükseltmek gayesine matuftur.

Madde-4: Türkiye halkı, sarf ettiği eşyayı mümkün mertebe kendi yetiştirir. Çok çalışır, vakitte, servette ve ithalatta israftan kaçar. Milli istihsali temin için icabında geceli gündüzlü çalışmak şiardır.

Madde-5: Türkiye halkı, servet itibari ile bir altın hazinesi üzerinde oturduğuna vakıftır. Ormanlarını evladı gibi sever, bunun için ağaç bayramları yapar ; yeniden orman yetiştirir. Madenleri kendi milli, istihsali için işletir ve servetlerini herkesten fazla tanımaya çalışır.

Madde-6: Hırsızlık, yalancılık, riya ve tembellik en büyük düşmanımız; taasubdan uzak dindarene bir selabet her şeyde esasımızdır. Her zaman fa ideli yenilikleri severek alırız. Türkiye halkı mukaddesatına, topraklarına, şahıslarına ve mallarına karşı yapılan düşman fesat propagandalarından nefret eder ve daima bunlarla mücadeleyi bir vazife bilir.

Madde-7: Türkler, irfan ve marifet aşığıdır. Türk, her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir; fakat her şeyden evvel memleketinin malıdır. Maarife verdiği kutsiyet dolayısıyla ( Mevlûdu şerif) Kandil günü, aynı zamanda bir kitap bayramı olarak tes’id eder.

Madde-8: Birçok harpler ve zaruretten dolayı eksilen nüfusumuzun fazlalaşması ile beraber sıhhatlerimizin, hayatlarımızın korunması en birinci emelimizdir. Türk mikroptan, pis havadan, salgından ve pislikten çekinir, bol ve saf hava, bol güneş ve temizliği sever. Ecdat mirası olan binicilik, nişancılık, avcılık, denizcilik gibi bedeni terbiyenin yayılmasına çalışır. Hayvanlarına da aynı dikkat ve himmeti göstermekle beraber cinslerini düzeltir ve miktarlarını çoğaltır.

Madde-9: Türk, dinine, milliyetine, toprağına, hayatına ve müessesatına düşman olamayan milletlere daima dosttur; ecnebi sermayesine aleyhtar değildir. Ancak kendi yurduna kendi lisanına ve kanununa uymayan müesseselerle münasebette bulunmaz. Türk, ilim ve sanat yeniliklerini nerede olursa olsun doğrudan doğruya alır ve her türlü münasebette fazla mutavassıt istemez.

Madde-10: Türk, açık alın ile serbestçe çalışmayı sever; işlerde inhisar istemez.

Madde-11: Türkler, hangi sınıf ve meslekte olurlarsa olsunlar, candan sevişirler. Meslek, zümre itibarile el ele vererek birlikler, memleketini ve birbirlerini tanımak, anlaşmak için seyahatler ve birleşmeler yaparlar.

Madde-12: Türk kadını ve kocası, çocuklarını iktisadi misaka göre yetiştirir.

TARİH : Muavenet Zırhlısını ABD NEDEN VURDU ????


O günden bu günlere…

Muavenet Gemimizin Batırılması

Muavenet; ABD Deniz Kuvvetleri’nden Türk Deniz Kuvvetleri’ne devredilen Allen M. Sumner sınıfı muhribinden tadil edilen mayın döşeme muhripleri (savaş gemisi) dir.

1942 yılında inşa edilmiş ve 1972’de Türkiye’ye verilmiş ve Muavenet olarak adlandırılmıştır. Muavenet muhribi aynı adı taşıyan üçüncü gemidir. İlki I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya yaptırılır. İkincisi ise II. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’de inşa edilir. İkincisi 1960 yılında hurdaya ayrılan geminin adı 15 Ağustos 1971’de ABD’den alınan USS Gwin (DD-33) muhribine verilmiştir. 1974’te Kıbrıs Harekâtı’na katılmıştır.

Ege Denizi’nde gerçekleştirilen NATO Kararlılık Gösterisi-92 Tatbikatı sırasında 1 Ekim 1992’de USS Saratoga (CV-60) uçak gemisinden atılan 2 Sea Sparrow füzesiyle vurulmuştur.

Bu olayda gemi komutanı Kurmay Yarbay Levent Kudret Güngör, Uçaksavar Yardımcı Subayı Teğmen Alper Tunga Akan, Telsiz Astsubayı Serkan Aktepe, İkmal Çavuşu Mustafa Kılıç ve Er Recep Atak hayatını kaybetti ve 22 asker de yaralandı.

Dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Lawrence Eagleburger haberi Washington Büyükelçisi Nüzhet Kandemir’e "Geminizi batırdık özür dileriz" diye iletti.

ABD bu olayın kaza olduğunu açıkladı. Ancak kaza açıklaması "Saratoga mürettebatının iki atışının da tam isabet kaydetmesi; "Sea Sparrow" füzelerinin ateşlenebilmesi için 6 ayrı karara ihtiyaç olması, ayrıca bu işlemlerin ayrı ayrı odalarda bulunan personel tarafından yapılmakta olması" nedeniyle füzelerin peş peşe kazayla ateşlenmesi kamuoyu tarafından inandırıcı bulunmadı ve olayın kasten yapıldığı düşünüldü.

Bu elim olaydan sonra ABD Türkiye’ye 8 adet Knox sınıfı fırkateyn sattı. Muavenet için Türkiye’ye tazminat ödendi.

Bu vakada en önemli nokta şudur; Muavenet zırhlısının vurulmasıyla Orgeneral Eşref Bitlis’in Kuzey Irak’taki PKK’ya karşı başlattığı büyük karar harekatı aynı tarihte ve aynı süreçtedir.

Anlaşılan o ki, ABD bu kara harekatını Muavenet sırhsını vurarak önlemeye çalışmış ancak Eşref Bitlis’in kara harekatını durduramamıştır.

Bu vakadan dört ay sonra Eşref Bitlis uçağı düşücek ve yaşamını yitirecektir ve başlattığı kara harekatı da son bulacaktır…

İşte durum bu…

TARİH : Mondros Mütarekesi Nasıl İmzalandı ?


İşte Mondros’un kısa tarihi.

Mondros Mütarekesi

Mondros Mütarekesi, I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan bırakışma belgesidir. Osmanlı İmparatorluğu adına Bahriye Nazırı Rauf Bey tarafından, Limni adasının Mondros Limanı’nda demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalanmıştır. Bu antlaşma ile beraber Osmanlı İmparatorluğu fiilen sona ermiştir.

30 Ekim 1918 yılında imzalanan ve barış antlaşması görüşmeleriyle ilgili hiçbir koşul ileri sürülmediği için Osmanlı imparatorluğunun kayıtsız şartsız teslimi anlamına gelen bu belgenin müzakeresi konusunda İngiltere, Ege’deki İngiliz komutan Amiral Calthrope’a, Fransız meslektaşı Amiral Amet’yi devre dışı bırakarak görüşmeleri tek başına sürdürmesi emrini vermişti. Bu nedenle Mondros görüşmeleri, tamamen İngiltere ile Osmanlı İmparatorluğu arasında geçti ve İngilizler nihai belgede, önceden saptanmış olandan sapan değişiklikler yaptılar. Bu değişiklikler nedeniyle Müttefikler arasında çıkar çatışmaları doğmuştur.

Mondros Anlaşmasının maddeleri şöyledir:

1- Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması, Karadeniz’e serbestçe geçişin temini ve Çanakkale ve Karadeniz istihkamlarının İtilaf Devletleri tarafından işgali sağlanacaktır.

2- Osmanlı sularındaki bütün torpil tarlaları ile torpido ve kovan mevzilerinin yerleri gösterilecek ve bunları taramak ve kaldırmak için yardım edilecektir.

3- Karadeniz’deki torpiller hakkında bilgi verilecektir.

4- İtilaf Devletlerinin bütün esirleri ile Ermeni esirleri kayıtsız şartsız İstanbul’da teslim olunacaktır.

5- Hudutların korunması ve iç asayişin temini dışında, Osmanlı ordusu derhal terhis edilecektir.

6- Osmanlı harp gemileri teslim olup, gösterilecek Osmanlı limanlarında gözaltında bulundurulacaktır.

7- İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır.

8- Osmanlı demiryollarından İtilaf Devletleri istifade edecekler ve Osmanlı ticaret gemileri onların hizmetinde bulundurulacaktır.

9- İtilaf Devletleri, Osmanlı tersane ve limanlarındaki vasıtalardan istifade sağlayacaktır.

10-Toros Tünelleri, İtilaf Devletleri tarafından işgal olunacaktır.

11- İran içlerinde ve Kafkasya’da bulunan Osmanlı kuvvetleri, işgal ettikleri yerlerden geri çekilecekler.

12- Hükümet haberleşmesi dışında, telsiz, telgraf ve kabloların denetimi, İtilaf Devletlerine geçecektir.

13- Askeri, ticari ve denizle ilgili madde ve malzemelerin tahribi önlenecektir.

14- İtilaf Devletleri kömür, mazot ve yağ maddelerini Türkiye’den temin edeceklerdir. (Bu maddelerden hiç biri ihraç olunmayacaktır.)

15- Bütün demiryolları, İtilaf Devletlerin zabıtası tarafından kontrol altına alınacaktır.

16- Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak’taki kuvvetler en yakın İtilaf Devletlerinin kumandanlarına teslim olunacaktır.

17- Trablus ve Bingazi’deki Osmanlı subayları en yakın İtalyan garnizonuna teslim olacaktır.

18- Trablus ve Bingazi’de Osmanlı işgali altında bulunan limanlar İtalyanlara teslim olunacaktır.

19- Asker ve sivil Alman ve Avusturya uyruğu, bir ay zarfında Osmanlı topraklarını terk edeceklerdir.

20- Gerek askeri teçhizatın teslimine, gerek Osmanlı Ordusunun terhisine ve gerekse nakil vasıtalarının İtilaf Devletlerine teslimine dair verilecek herhangi bir emir, derhal yerine getirilecektir.

21- İtilaf Devletleri adına bir üye, iaşe nezaretinde çalışacak bu devletlerin ihtiyaçlarını temin edecek ve isteyeceği her bilgi kendisine verilecektir.

22- Osmanlı harp esirleri, İtilaf Devletlerinin nezdinde kalacaktır.

23- Osmanlı Hükümeti, merkezi devletlerle bütün ilişkilerini kesecektir.

24- Altı vilayet adı verilen yerlerde bir kargaşalık olursa, vilayetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkını İtilaf Devletleri haiz bulunacaktır.

25- Müttefiklerle Osmanlı Devleti arasındaki savaş, 1918 yılı Ekim ayının 31 günü mahalli saat ile öğle zamanı sona erecektir.

Müttefik devletler, bu anlaşmanın bir silah bırakışması olmasını hiçe sayarak madde 7.yi gerekçe alıp işgallerine devam etmişlerdir.

TARİH : Batının Hayali Sevr Anlaşması


10 Ağustos 1920 Sevr Anlaşması.. Unutma, unutturma..

Sevr (Sevres) Barış Anlaşması

Sevr Anlaşması, Avrupa tarafından uzun yıllar boyunca tehdit olarak görülmüş Osmanlı imparatorluğunu haritadan silen bir anlaşmadır.

I. Dünya Savaşı sonrasında İtilâf Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu hükümeti arasında 10 Ağustos 1920’de Fransa’nın başkenti Paris’in 3 km batısındaki Sevr (Sèvres) banliyösünde bulunan Seramik Müzesi’nde imzalanmış antlaşmadır. Antlaşma imzalandığı dönemde devam eden Türk Kurtuluş Savaşı’nın sonucunda Türklerin galibiyetiyle, bu antlaşma yerine 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanıp, uygulamaya konduğundan Sevr Antlaşması geçerliliğini kaybetmiştir.

Sevr anlaşmasının imzalandığı döneme bakıldığında; yeni topraklar fethetme üzerine kurulu olan Osmanlı toprak kaybına uğradığı, dolayısıyla gerilediği bir dönemdeydi. Avrupa ise dünyayı emperyalizm denetimine almaya başlamıştı. Yine Avrupa’da ulus-devlet süreci başlamıştı, bu toprakların önemli bir kısmını Osmanlı toprakları oluşturmaktaydı, dolayısıyla yeni kurulan ulus-devletler Osmanlı’nın düşmanıydı.

I. Dünya Savaşı sonrasında İtilâf Devletleri ile Avusturya arasında Saint-Germain Antlaşması, Macaristan arasında Trianon Antlaşması ve Bulgaristan arasında Neuilly Antlaşması imzalanmasına rağmen Osmanlı Devleti ile 1919 Mayıs’ında hâlâ bir barış antlaşması imzalanamamış ve görüşmeler belirsiz bir geleceğe ertelenmişti. Bunun nedenleri İtilaf Devletleri’nin Osmanlı Devleti’ni paylaşmadaki anlaşmazlığıdır.

İtilaf Devletleri Yüksek Konseyi’nin 7 Mayıs’ta aldığı karar uyarınca 15 Mayıs’ta İzmir Yunanlar tarafından işgal edildi. Bu olay tüm Türkiye’de güçlü bir ulusal tepkiye yol açtı. 4 Eylül’de toplanan Sivas Kongresi’nden sonra İstanbul’daki Osmanlı hükümeti, ülke üzerindeki idari ve askeri denetimini kaybetti. Sivas ve daha sonra Ankara’da, Mustafa Kemal Paşa yönetiminde bir ulusal direniş hükümeti kuruldu. Anadolu hükümeti, olumsuz şartlarda bir barış antlaşmasını kabul etmeyeceğini bildirdi ve mücadele hazırlıklarına girişti.

İtilâf Devletleri 18 Nisan 1920’de San Remo Konferansı’nda Osmanlı İmparatorluğu’na uygulanacak barış antlaşmasının şartlarını hazırladılar. 22 Nisan’da Osmanlı hükümetini Paris’te toplanacak barış konferansına davet ettiler. Padişah, eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’nın başkanlığında bir heyeti Paris’e gönderdi. Ertesi günü Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi, 30 Nisan günü taraf devletlerin dışişleri bakanlıklarına gönderdiği bir yazıyla İstanbul’dan ayrı bir hükümetin kurulduğunu bildirdi.

Paris’te barış şartlarını öğrenen Ahmet Tevfik Paşa, İstanbul’a gönderdiği telgrafta barış şartlarının "devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını" (devlet kavramı ile bağdaşmadığını) bildirerek görüşmelerden çekildi. Bunun üzerine 21 Haziran’da İtilaf Devletleri Türk milletinin direnişini kırmak için, İzmir’de bulunan Yunan kuvvetlerini Anadolu içlerine sürmeye karar verdi. Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya kısa sürede Yunan ordusu tarafından işgal edildi.

Ege’deki işgaller üzerine 22 Temmuz’da İstanbul’da toplanan Saltanat Şurası,[2] Paris’e Sadrazam Damat Ferit Paşa başkanlığında ikinci bir heyet göndermeye karar verdi. Şura’da yaşananlar günümüzde hâlâ tartışılmaktadır. Nutuk’ta bu toplantıda Vahdettin’le ilgili “Sevr Muahedesi’ni bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” denmektedir.

Kimi tarihçiler bu olayı, şurada oy hakkı olmayan padişahın oylama yapılması çağrısı yapılınca dışarı çıkması, fakat Damat Ferit’in olayı oldubittiye getirmesi olarak yorumlamaktadır. Kimileri toplantının Sevr’i onaylatmak üzere taraflı bir tarzda yürütülmesini protesto mahiyetinde, belki de biraz öfkeli bir şekilde ayağa kalktığını ve çıkıp yan odaya geçmiş olduğunu iddia etmektedir. Kimi tarihçiler ise bunun, padişah ile Damat Ferit Paşa’nın antlaşmayı kabul ettirebilmek için birlikte hazırladıkları bir plan olduğunu iddia etmektedirler.

Antlaşma hükümleri belirlenen ve taraflar tarafından imzalanan Sevr Barış’ı tıpkı Ayestefanos (Yeşilköy) antlaşması gibi uygulanmamıştır. Sevr barışında imzası olan devletler şunlardır; Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika, Ermenistan, Yunanistan, Polonya, Hicaz, Romanya, Çekoslovakya, Sırp-Hırvat Sloven Devleti. Birçok devletin onayını alan Sevr antlaşması ölü doğan bir antlaşmadır ve uygulanamamıştır.

Sevr antlaşması maddeleri, Türk milletinin tarihten silinmesini amaçlayan, şartları ağır, milli mücadele sayesinde uygulanmamış bir anlaşmadır. Sevr antlaşmasının hükümlerine göre İstanbul, aynı şekilde Osmanlı devletinin başkenti olarak kalacak; ancak antlaşma hükümleri sağlanamazsa İstanbul Osmanlı devletinden alınacaktır. Osmanlı devletinin kontrolünde olan Boğazlar, itilaf devletleri tarafından kurulan bir boğazlar komisyonu tarafından yönetilecek, ayrıca bu komisyon ayrı bir devlet ve bayrakla yönetilecektir. Savaş sırasında dahi boğazlar bütün devletlere açık olacak ve kurulan komisyonda da Osmanlı devleti bulunmayacaktır. Anadolu’nun doğusunda iki devlet (Kürdistan ve Ermenistan) kurulması planlanırken; Ege bölgesinin bir kısmı, İzmir ve Midye- Büyükçekmece çizgisinin batısında kalan Trakya bölgesi de Yunanlıların kontrolüne bırakılacaktır.

Osmanlı toprağı olan Arabistan ve Irak İngiltere’ye verilecektir. Urfa, Antep, Mardin ve Suriye Fransızlara verilecek, Adana’dan Kayseri’ye kadar uzanan çizginin güneyinde kalan topraklar ise İtalyanların kontrolüne bırakılacaktır. Özellikle Osmanlı devletinin askeri yönden kendisini savunmasını engellemek için Osmanlı asker sayısı 50.700 kişi olarak belirlenmiş, ayrıca donanma gücü olarak da sadece 13 savaş gemisi bulundurmasına izin verilmiştir. Subayların % 15’ini Müttefik veya tarafsız devletler subayları oluşturacak, zorunlu askerlik hizmeti olmayacaktır. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Japonlardan oluşan bir komisyonla, gerek ticari rotalarda ve gerekse gümrüklerde itilaf devletlerine geniş kapitülasyonlar sağlanacak ve Osmanlı tebaasın da bulunan azınlıklara geniş haklar tanınacaktır. İngiliz, Fransız, İtalya ve Osmanlıdan kurulacak bir komisyon, Türkiye’nin servetini düzenleyecek, bütçe üzerinde son sözü söyleyecek, Türk parasının cins ve miktarını belirleyecek ve bu komisyonun onayı olmadıkça Osmanlı devleti iç ve dış borç alamayacaktır.

Yıllık gelir, bu komisyon tarafından, komisyonun ve işgal kuvvetlerinin masrafları, savaş sırasında zarar görmüş olan Müttefik Uyruklarının zararları için ayrıldıktan sonra, geri kalan Osmanlılar için harcanacak danışman olarak bulunacak. Van, Erzurum, Bitlis ve Trabzon illerinin bulunduğu alanda, bir Ermenistan Devleti kurulacak, sınırlarının tayinin Amerika Birleşik Devletleri Başkanının hakemliğine bırakılacaktır. Oniki Ada İtalyanlara, Akdeniz’deki diğer adalarda da Yunanlılara bırakılacaktır.

Sevr Barış’ı, padişah ve hükümet tarafından kabul edilse de Anadolu insanı tarafından asla kabul edilmemiştir. Aksine Anadolu insanı daha da hırslanmış ve mücadele aşkıyla birleşmiştir. İtilaf Devletleri, işledikleri tarihi yanılgıyı bir süre sonra görmüşlerdir. TBMM, bu antlaşmayı hiç dikkate almadan Türk Ulusunun bağımsızlığını ve Misak-ı Milli sınırlarını kurulan yerel direniş grupları olan Kuvayi Milliye ile savunmuşlardır. Ayrıca Anayasa gereği Mebusan Meclisi’nde oylanması gereken Sevr antlaşmasının sadece padişah ve çevresindekiler tarafından imzalanması nedeniyle bu antlaşmanın bir hükmü yoktur. 19 Ağustos 1920 yılında toplanan birinci TBMM Sevr Barışı’nı imzalayanların ve onaylayanların vatan haini sayılmalarını kabul etmiştir.

TBMM, Sevr antlaşmasını kabul etmediğini açıkça belirtmiştir. Ayrıca Sevr antlaşması Osmanlı devletinin imzaladığı son antlaşmadır. Büyük Millet Meclisi hükümeti bu antlaşmayı tanımadı. Meclis “Misak-ı Milli” ye yemin ederek, Türk topraklarının parçalanmasına müsaade etmeyeceğini dünyaya ilan etti. Bu sebeple Mustafa Kemal, idamımıza hükmeden düşmanlarımıza karşı daha azimli ve daha kuvvetli karşı koyma çarelerini düşünmek gerektiğini söyleyerek, bu antlaşmayı tanımadığını belirtti. Bu antlaşma, Misak-ı Milli sınırlarını işgal etme planı olduğu ve Türk milletinin bağımsızlığını tehlikeye düşürdüğü için TBMM tarafından kabul edilmemiştir.

Sevr Antlaşması Türk halkının verdiği kurtuluş mücadelesi sonucunda uygulanamamış, bu yüzden Türk halkı adına TBMM ile itilaf devletleri arasında І. Dünya Savaşı’nı bitiren antlaşma olarak “Lozan Barış Antlaşması” imzalanmıştır.

Türk milleti için hiçbir zaman geçerliliği olmayan ve ölü doğan bir anlaşma olarak tarihe geçen Sevr Anlaşması’nın amacı bugün de devam etmektedir. Ermenistan’ın kurulması ve sözde Kürdistan hayalinin temelleri bu anlaşmada mevcuttur. Türkiye aleyhinde yapılan hesaplarda Ermenistan’ın o dönemde henüz saptanmamış güney sınırının Osmanlı aleyhine genişletilmesi halinde, Türklerin Ermenistan içinde çoğunluk meydana getirecekleri müttefiklere anımsatılmış, en ince ayrıntılar hesaplanmıştır.

İngiltere mandasındaki Irak topraklarına yakın konumda bulunan ve Osmanlı sınırında yaşayan Kürtlere özerklik verilmesi yine Sevr anlaşmasında kararlaştırılmıştır. Kürtlere özerklik vermenin yolunu arayan bu anlaşmada sözde Kürdistan’ın sınırları ise belirsizdir, çünkü aynı bölgede kurulması amaçlanan Ermenistan’ın sınırlarıyla çakışmakta ve anlaşmaya varılamamaktadır. Bir diğer husus da Osmanlı’da yaşayan Kürtlere olanaklar sağladığı düşünülen maddelerin net olmamasıdır. Osmanlı sınırındaki Kürtlerin bağımsız olabilmeleri için koşul ileri sürülmüştür. Buna göre; Kürtlerin Osmanlı’dan bağımsız olmak istediklerini kanıtlayıp Milletler Cemiyetine başvurması gerekmekteydi. Bu kanıtlamanın nasıl olacağı bilinmemekle birlikte uluslararası hukukta böyle bir kanıtlamanın kim tarafından onaylanacağı ise net değildi.

Diğer maddede ise Milletler Cemiyeti konseyinin bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğuna karar vermesidir. Bir kere böyle bir kararın hangi ölçütlere dayanacağı belirsizdi. Bununla birlikte ABD’nin MC’ye girmeyi kabul etmediği ve MC’nin hakimiyetinin İngiltere’de olduğu göz önüne alındığında Kürtlerin kaderinin İngiltere’de olduğu görülmektedir. İngiltere’nin bu bağımsızlığı nasıl değerlendireceği söz konusuydu. İngiltere; güneyde kendi mandası Irak’ta yaşayan Kürtlerle birleşecek güçlü bir Kürdistan yaratmaktansa, zayıf bir Osmanlı’yı tercih edebilirdi. İleride Kuzeyde petrol çıkması halinde buraya sahip çıkılması bağımsız bir Kürdistan’la mümkün olmazdı. Bu nedenle İngiltere planlarını bu düşünce üzerine kurmuştur.

Ancak Türk Millî Mücadelesi bütün bu plânları, projeleri, prensipleri, oyunları, açık ve gizli anlaşmaları yırtıp attı. Bütün mücadelelerine rağmen yıllar boyu Türkiye’yi parçalayıp bölmek ve etkisiz hale getirmek isteyen emperyalist güçler yeni bir Türk devletinin kurulmasına engel olamadılar.

TARİH : Anafartalar Zaferi


Anafartalar zaferinin 101.yılında gurur dolu tarihimizi bir kez daha hatırlayalım.

Anafartalar Zaferi

İtilaf Devletleri’nin Gelibolu Harekâtı, Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’a donanma ile ulaşarak Osmanlı Devletini savaş dışı bırakmaktı. Ancak 1915 yılının Mart ayında, bu görev için organize edilen Birleşik Donanma’nın, Osmanlı kıyı topçusu tarafından püskürtülmesi üzerine Gelibolu Yarımadası’nın bir kara harekâtıyla işgal edilmesi, bu yolla Osmanlı topçu bataryalarının etkisiz hale getirilerek donanmaya yol açılmasını amaçlayan bir işgal planı uygulamaya konulmuştur. 25 Nisan 1915 tarihinde Gelibolu Yarımada’sının güney ve güney batı sahillerine yapılan çıkarmalarla Müttefik kara harekâtı başlatılmıştı. 1915 yılının Mayıs ayı sonlarına kadar Müttefik kuvvetlerin giriştiği taarruzlar boyunca Osmanlı savunma hatları, birkaç yüz metre gerilemişse de direnmeyi başarmış, Müttefik ileri harekâtını ağır kayıplara uğratarak durdurmayı başarmıştı.

Gelibolu Yarımadasının işgaliyle görevli Müttefik kuvvetler komutanı General Sır Ian Hamilton, kilitlenen cepheleri açmak için takviye gönderilen birliklerin bir bölümüyle Suvla Koyu’nda bir çıkarma yapmak, bir kısmıyla takviye ettiği Anzak 2 Tümeni ile taarruz etmeyi planlamıştır. Her iki harekâtın da 6 Ağustos 1915 gecesi yapılması planlanmıştı.

Suvla Koyu’na çıkan İngiliz birlikleri ise 8 Ağustos akşamına kadar kayda değer bir ilerleme yapmamışlardır.

Anzak 2. Tümeni’ne verilen görev, Kocaçimen Tepesi – Besim Tepe – Conk Bayırı – Düztepe hattının işgal edilmesidir. Tümen, bu sırtlara iki kola ayrılarak taarruz edecektir. 6 Ağustos akşamı ilerleyen Anzak kolları, Osmanlı gözcü postaları tarafından yer yer ateş altına alınmıştı. Bu silah sesleri Osmanlı karargahlarını harekete geçirmiştir. Hızla bölgeye akan takviye birlikleri gün doğarken, zaten gece boyu Osmanlı direnişi karşısında yıpranan Anzak ileri hareketini bütün bütün durdurmuştur. 8 Ağustos 1915 akşamına kadar özellikle Conk Bayırı sırtlarında sert ve kanlı çatışmalar olmuş, Osmanlı savunması bu sırtları elde tutmayı başarmıştır.

Her iki cephedeki kanlı çatışmalar ardından 1915 yılının Temmuz ayı sonlarında cepheler kilitlenmiş, çatışmalar mevzi harbine dönüşmüştü. Gelibolu Yarımadasında bir sonuç elde edebilmek için İngiliz General Sir Ian Hamilton, daha kuzeyde üçüncü bir cephe açmak gereği duymuştur. Burada amaç, sert direnme gösteren her iki cephedeki Türk kuvvetlerinin geri hattına çıkarak kuşatmaktır. Hamilton, üçüncü cepheyi küçük ve büyük Kemikli burunları arasındaki Suvla kumsalına, takviye olarak gelen İngiliz 9. Kolordusu’nu çıkartarak açmıştır. 6 Ağustos 1915 tarihinde Suvla Koyu’na yapılan çıkartmayla Çanakkale Savaşı bu bölgeye kaymış, Arıburnu’ndaki Anzak Kolordusu ile Suvla çıkartma kuvvetleri, dolayısıyla bu iki cephe birleşmiştir. Gelibolu Yarımadası’nın Müttefik kuvvetlerce tahliyesine kadar asıl çatışmalar bu bölgede olmuş, Seddülbahir Cephesi, kayda değer bir çatışmaya sahne olmamıştır.

5-6 Ağustos gecesi başlayan çıkartma gün boyu sürmüştür. Suvla Ovası’na hakim ilk kademe sırtlardaki üç Türk taburu, çıkartma birliklerinin ileri harekatını durdurmayı başarmıştır.

İngiliz 9. Kolordusu’nun genel bir taarruz için düzen alması, 8 Ağustos tarihini bulmuştur. Ertesi gün, 9 Ağustos 1915 günü şafakta iki İngiliz tümeni taarruz için ilerlemeye başladığı sırada Kurmay Albay Mustafa Kemal Bey’in de taarruzu başlamıştı. Türk taarruzu, önlerindeki İngiliz kollarını atarak ilerlemiş, öğleden hemen sonra İngiliz 9. Kolordusu komutanı General Stopford, ihtiyatta tuttuğu tümeni ateş hattına sürerek sahilde tutunmayı ancak başarabilmiştir.

Birinci Anafartalar Savaşı’nın hemen ertesi günü, 10 Ağustos 1915 sabahı Mustafa Kemal, Kocaçimen Tepesi – Conk Bayırı hattında yeni bir taarruz yapmıştır. Albay Ali Rıza Bey komutasındaki 8. tümen ve 9. Tümen komutanı Yarbay Cemil Bey komutasındaki 9. Tümen’in taarruzlarıyla müttefik cephesi 500-1.000 metre geri atılmıştır.

Bu bölgedeki Türk taarruzunun başladığı saatlerde daha kuzeyde, İngiliz 53. Tümen’i Yusufçuk Tepe ve daha kuzeydeki Küçük Anafartalar Tepesi yönünde taarruza geçmişti. Yoğun topçu ateşleri ardından dört kez yenilenen taarruzlar gün boyu sürmüş olup iki Türk taburunun savunması, mevzileri korumayı başarmıştır.

Anafartalar Cephesi

Son muharebeler sonunda Arıburnu Cephesi’nde Anzak kuvvetleri eski hatlarına çekilmiş, Anafartalar Cephesi’nde ise Suvla Ovası’nın sahil bandından kalmışlardı. Özellikle bu bölgede, hakim sırtlardaki Türk mevzilerinin ateşi altında kalmakta idiler. Müttefik kuvvetler üst komutanı General Sır Ian Hamilton, bu sırtların en azından kuzey kesimini oluşturan Tekketepe yükseltilerinin bir an önce ele geçirilmesinin gerekliliğini bilmektedir. Bu amaçla sahile yeni çıkartılmış olan 54. Tümen ile bu sırtlara taarruz kararı vermiştir. Bu tümenin bir taburunca 12 Ağustos 1915 tarihinde girişilen, Tekketepe Muharebesi olarak bilinen taarruz, Türk savunması önünde ağır kayba uğrayarak geri çekilmiştir.

Bu taarruzun başarısızlığı üzerine General Hamilton, taarruzu daha kuzeye kaydırarak 12. Tümen’i sağ yandan çevirmeyi amaçlayan bir taarruz planlamıştır. Bu taarruz Kireçtepe ve Kireçtepe sırtlarının işgal edilmesini amaçlamaktadır. Böylece 12. Tümen kanat kırarak Tekketepe’den çekilmek zorunda kalacak, savaşarak alınamayan bu yükselti, İngiliz kuvvetlerinin eline düşecektir.

Kireçtepe sırtları, Suvla Koyu’na çıkartma yapıldığı 6 Ağustos 1915 tarihinden itibaren Yüzbaşı Kadri Bey komutasındaki Gelibolu Jandarma Taburu tarafından tutulmaktadır. Üç tugaydan oluşan İngiliz birlikleri 15 Ağustos 1915 günü taarruza geçmiştir. Ağır kayıplara Yüzbaşı Kadri Bey’in ağır şekilde yaralanması da eklenince tabur geri çekilmiş, Kanlıtepe – Havantepe hattında yeniden mevzi almıştır. Akşam saatleri bölgeye ulaşan bir taburluk takviye ile karşı Türk kuvvetleri karşı taarruza geçmiştir. Çatışmalar gece boyu sürmüş, 16 Ağustos sabahı bölgeye gelen Mustafa Kemal, taarruzu kendisi yönetmiştir. Kısa süre sonra İngiliz birlikleri eski hatlarına geri çekilmişlerdir.

Aynı gün, başarısız bulunan İngiliz 9. Kolordusu komutanı General Stopford ve iki tabur komutanı, General Hamilton tarafından görevden alınmıştır.

Hemen ardından Seddülbahir Cephesi’ndeki İngiliz 29. Tümeni Anafartalar Cephesi’ne aktarıldı. Mısır’da bulunan 5.000 kişilik bir tümen de aynı cepheye getirildi. Bu şekilde içerden ve dışardan takviye edilen Anafartalar Cephesi’ndeki kuvvetlerle genel bir taarruz planlandı. Müttefik taarruzu, Anafartalar Grup Komutanı Kurmay Albay Mustafa Kemal’in sorumluluk bölgesinde, 12. ve 7. Tümenlerin mevzilerine yönelmiştir.

Bu kuvvetler 21 Ağustos 1915 sabahı İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepelerine genel bir taarruza geçtiler. Aynı anda Anzak Kolordusu’na bağlı bir tugay da Bomba Tepe’ye taarruz etmiştir. İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepeleri’ne yönelik taarruz aynı gün, kesin bir başarısızlıkla son bulmuştur. Bomba Tepe’deki çatışmalar ise 29 Ağustos tarihine kadar sürmüş tepe, Türk savunmasının elinde kalmıştır.

Bomba Tepe taarruzu, Çanakkale Savaşı’nın, tahliyeye kadar ufak çaplı çatışmalar yaşanmış olsa da, son muharebesidir.

SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ DOSYASI /// Bölgeselleşme ve Bölgeselleşm e Örneği : NAFTA


Uluslararası politikada bölgeyi tanımlamada 2 farklı ölçüt vardır. Birincisi, coğrafi anlamda yani kara parçası ya da denizdeki belli bir alana ilişkindir. İkincisi ise normatif tanımdır.1 Aynı bölgede yer alan devletlerarasında ekonomi, ticaret, güvenlik alanlarında sürekli ve benzer ilişkiler bulunmasıdır. Bunların yanında etnik, dini ve kültürel unsurlarda bölge tanımının yapılmasında yardımcı konumdadır. Bölgeler, devletlerin kendilerine yakın sınırları olan ülkelerle ilişki kurma çabalarından ortaya çıkar. Kurulan ilişkiler bölgesel politikaları, bölgesel politikaların sentezi olarak da uluslararası politikaları oluşturur. Uluslararası politikada bölgelerin kesin bir sınıra sahip olup olmaması tartışmaya açık bir konudur. Örnek olarak Fas’ın Avrupa Ekonomik Topluluğuna üyelik başvurusunun Avrupa dışında kalması sebebiyle reddedilmesi gösterilebilir.

Bölgeselleşme girişimleri 2 aşamada değerlendirilebilir: İlk aşama 1950-1980 yılları arasındaki dönemi kapsar.2 Bu dönemde bölgeselleşme girişimleri sonraki yıllara göre daha çekimserdir, çünkü devlet egemenliği ve karşıtlığı daha ön plandadır. Bu dönemde Soğuk Savaş gibi etkenlerden dolayı devletlerin birinci önceliği güvenliktir. Bu öncelik yerini zamanla ekonomik bütünleşme hareketlerine bırakmıştır. İkinci aşama 1980 yılının sonundan günümüze gelen süreçtir. Bu aşamada Soğuk Savaş’ın güvenlik odaklı bakış açısı ortadan kalkmış uluslararası ticarette rekabet artmıştır. Bölgeselleşme ve küreselleşme birbirini tamamlayan ve destekleyen bir yapbozun parçaları gibidir.

Bölgeselleşme zamanla bölgesel örgütlere kapı açar. Bölgesel örgütler 3 farklı şekilde sınıflandırılır; Siyasal, Güvenlik ve Ekonomi Örgütleri. Bölgesel ekonomik örgütlere örnek olarak NAFTA’yı ele alacağız:

Kuzey Amerika Serbest Ticari Antlaşmasının(NAFTA) yapılmasını iki farklı şekilde yorumlayabiliriz. Geçmişe göre yorumladığımızda Amerika’nın bölgesel örgütlenme geleneği devletin kuruluşuna dayanmaktadır. Bildiğimiz üzere Amerika koloniler tarafından kurulmuştur, koordinasyon amaçlı bir araya gelen koloniler kıtadaki ilk bölgesel örgütlenmeyi başlatmışlardır. Geçmişe dayalı ikinci ana sebep ise Amerika halklarını bir araya getirmeyi hedefleyen, Monroe Doktrini ile temellerini sağlamlaştıran Pan-Amerikanizm ülküsüdür.3 Bu bölgesel örgütlenmeler geçmişten günümüze etkisini sürdürerek bölgesel ticari antlaşmaları tetiklemiştir. Günümüze göre yorumladığımızda bu ekonomik örgütün asıl kurulma sebebi ise dış borçları azaltma ve ihracatı arttırma isteğiydi.

Belirttiğim sebeplerden ötürü ortak amaçlar doğrultusunda Amerika, Kanada ve Meksika bir araya gelerek 4 yıl süren müzakereler sonucunda NAFTA’yı imzaladı. 4 Ülkeler arasında ikili antlaşmaların kökeni geçmişe dayanmaktadır: ABD-Kanada 1989 yılında serbest ticaret antlaşması imzalamıştır. Meksika ve ABD arasında 1985-1989 yılları arasında 3 antlaşma imzalanmıştır ve son olarak Kanada ve Meksika arasında 1990 yılında 10 antlaşma imzalanmıştır.

NAFTA’nın amaçlarını şöyle sıralayabiliriz;

  • Tarım ürünlerinin antlaşma tarafı ülkeler tarafından gümrük vergisi olmadan alınması
  • Ekonomik uçurumların kapatılarak ülkelerin iç ve dış ilişkilerinde toplumsal ve ekonomik istikrar sağlanmasıdır.5

NAFTA günümüzde dünyanın en büyük ticaret bloğunu temsil etmektedir. AB’nin ekonomik büyüklüğü 8,4 trilyon dolar iken 11,4 trilyon dolarlık büyüklüğüyle NAFTA’nın bir hayli gerisindedir. NAFTA üyesi bir ülkenin hükümetinin gerçekleştir­diği politika değişikliğinin çalışma ve karlılık koşullarını kapsamlı ve olumsuz bir şekilde etkilemesi halinde, yatırımcılara ilgili hükümeti mahkemeye verme hakkı tanımaktadır. Bu nedenle, firmalar yasal olarak kendilerini güvende hissetmektedir. 6 Kanada’nın özellikle zengin doğal kaynakları da ülkeyi yatırımcı­lar açısından cazip kılmaktadır. Zengin petrol, doğal gaz, kömür, altın ve elmas madenleri gibi kaynaklara özellikle ABD firmaları ilgi göster­mekte ve bu çerçevede, Kanada’da firma almak yoluyla yatırıma yö­nelmektedir. 2000-2001 yılında Kanada’ya yapılan yabancı yatırımların önemli bir kısmı enerji sektörüne yapılmıştır. Ayrıca, zengin doğal kaynaklar girdi maliyetini azaltarak, ciddi bir avantaj sağlamaktadır.

NAFTA ‘yı imzalayan ülkelerin gelişme oranlarına bakarsak;

NAFTA sayesinde Kanada’nın 1994-1998 yılları arasında ABD ve Meksika’ya yaptığı ihracat sırasıyla %80 ve %65 oranında artarak, 271,5 milyar ve 1,4 milyar Dolara ulaşmıştır.

NAFTA’nın ilk on yılında ABD’nin Kanada ve Meksika’ya yönelik ihracatı 142 milyar Dolardan 263 milyar Dolara çıkmıştır. Meksika’nın sadece ABD’ye yönelik ihracatı %242 artmıştır.

Meksika, NAFTA ortaklarına 2000 yılında yaklaşık 151 milyar Dolarlık ihracat yapmıştır. Bu rakam, 1993’deki duruma göre % 240’lık bir artış anlamına gelmektedir. Bu artış aynı zamanda Meksika’nın diğer ülkelerle yaptığı ihracattaki artışın iki katıdır. 1993-2001 yıllarında Meksika’nın ihracatındaki bu artış, Meksika milli gelirindeki artışın yarısından fazlasını oluşturmuştur. Nitekim Meksika’da işgücünün 1/5’i ihracat için üretim yapmaktadır. 1995 – 2000 yılları arasında yaratılan 3,5 milyon dolarlık istihdamın yarısı NAFTA sayesinde ortaya çıkmıştır.

NAFTA hakkında olumsuz düşünceler;

  • NAFTA’nın en çok işçileri olumsuz etkilediği düşünülüyor sebebi ise işçi ücretlerinin gerçekte %13;5 oranında azalması ve yatırımcılara tanınan mahkeme hakkının tanınmaması
  • ABD ve Kanada’nın Meksika’dan işçi alarak ucuz iş gücü yaratması kendi ülke vatandaşlarının tepkilerine yol açmıştır.7
  • Meksika’nın tarım konusundaki yanlış politikaları yoksulluk seviyesinin artmasına sebep olmuştur.

Sonuç olarak; NAFTA ticari açıdan değerlendirildiğinde üye ülkelerin ekonomik gelişmelerine ve dolayısıyla ulusal güç unsurlarına8 belirgin şekilde katkıda bulunmuştur.

1993 yılında 306 milyar dolar olan NAFTA üyeleri arasındaki ticaret hacminin 2002 yılında iki kat artarak 621 milyar dolara yükseldiği gözlenmiştir.9 NAFTA ile 140.000’in üzerinde küçük ve orta-ölçekli işletme desteklenmiştir10 Kanada’nın Meksika’ya yaptığı yatırım NAFTA yürürlüğe girdiğinden beri çarpıcı biçimde artmıştır. 1993 yılında 530 milyon dolar iken 2015 yılında bu sayı 14.8 milyar dolara kadar çıkmıştır.11

Gümrük vergilerinin azaltılması ABD ve Kanada gibi ülkelere göre daha küçük ticaret hacmine sahip Meksika’nın gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Özellikle Meksika’nın gelişimi diğer küçük çaplı ülkelerin gelişimine örnek teşkil edebilir.

Gizem DAŞ

1. Uluslararası Örgütler- Devletlerin Örgütlenme Mantığı Davut Ateş/ Dora Basın Yayın Dağıtım 2014

2. Uluslararası Örgütler- Devletlerin Örgütlenme Mantığı’ Davut Ateş/ Dora Basın Yayın Dağıtım 2014

3. Devletlerarası ve Hükümetler-Dışı Uluslararası Örgütler Mehmet Hasgüler- Mehmet B. Uludağ/Paradigma Kitabevi/Ekim 2014 s.241

4. Gary Cylde Hufbauer and Jeffry J. Schott, Institute for International Economics, “North American Free Trade : Issues and Recommendations”, (Washington D.C. March 1992), s.3

5. http://www.ekodialog.com/ekonomi_kurumlari/kuzey_amerika_serbest_ticaret_nafta.html

6. http://www.ekodialog.com/ekonomi_kurumlari/kuzey_amerika_serbest_ticaret_nafta.html

7. yunus.hacettepe.edu.tr/~uras02/Hacettepe/4.sinif/…/Nafta.doc

8. Noam Chomsky, “Profit over People, Neoliberalism and Global Order”, (Seven Stories Press, NY, Toronto, London, 1999), s. 125.

9. http://www.mfa.gov.tr/amerika-birlesik-devletleri_nin-dis-ticaret-politikasinda-serbest-ticaret-anlasmalarinin-yeri-___.tr.mfa/ VII. ABD’nin taraf olduğu veya oluşturmaya çalıştığı Bölgesel Serbest Ticaret Anlaşmaları

10.https://ustr.gov/trade-agreements/free-trade-agreements/north-american-free-trade-agreement-nafta

11.http://www.international.gc.ca/trade-agreements-accords-commerciaux/agr-acc/nafta-alena/facts.aspx?lang=eng

12.Uluslar arası Örgütler Devletlerin Örgütlenme Mantığı Dora Basın Yayın Dağıtım/2014

13. Devletlerarası ve Hükümetler-Dışı Uluslar arası Örgütler’ Mehmet Hasgüler- Mehmet B. Uludağ/Paradigma Kitabevi/Ekim 2014

14.http://www.mfa.gov.tr/Amerika Birleşik Devletleri’nin Dış Ticaret Politikasında Serbest Ticaret Anlaşmalarının Yeri

15.https://ustr.gov/trade-agreements/free-trade-agreements/north-american-free-trade-agreement-nafta

16.http://www.international.gc.ca/trade-agreements-accords-commerciaux/agr-acc/nafta-alena/facts.aspx?lang=eng

Bölgeselleşme ve Bölgeselleşme Örneği: NAFTA yazısı ilk önce TUİÇ Akademi üzerinde ortaya çıktı.

TARİH /// Bağımsızlığımızın Zafer Tacı : İzmir’in Kurtuluşu


untitled_1_78

Bugün sadece İzmir’in kurtuluşu değil bağımsızlık savaşımızın zaferle taçlandırıldığı gündür.

15 Mayıs 1919 da emperyalizmin maşası olarak İzmir’i işgal eden Yunan ordusu 3,5 yıl gibi kısa bir süre sonra Anadolu topraklarından temizlendi.

Büyük gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi : ”GELDİKLERİ GİBİ GİTTİLER”

Tarih boyunca hiçbir zaman esir yaşamayan Türk milleti

Tüm yokluklara, sıkıntılara rağmen vatanını, namusunu düşmana çiğnetmedin

Paran yoktu, malın yoktu, evin yoktu ama kocaman bir yüreğin vardı

O kadar büyük bir yüreğin vardı ki ayağındaki çorabını bile orduna verdin.

Vatan için çoluğundan, çocuğundan, kocandan vazgeçtin.

Sırtında yüzlerce kiloluk top mermilerini cepheye taşıdın.

Evladım olmadan yaşarım ama vatansız yaşayamam dedin.

Susuz, ekmeksiz, evsiz yaşarım ama bağımsız olmadan yaşayamam dedin

Evin yakıldı, kızın, eşin, çocuğun yakıldı ama bir an bile bağımsızlığa olan inancından vazgeçmedin

Bir Mayıs sabahı vatanını işgal eden düşmanı bir Eylül günü vatanından kovdun.

Yunan ordusunun işlediği tüm zalimliklerin hesabını İzmir’de sordun.

3 yıl önce düşman postalları altında çiğnenen güzel İzmir’e başkomutan Gazi Mustafa Kemal önderliğinde muzaffer olarak girdin.

Yunan ordusu bayrağını çiğnedi ama sen Yunan bayrağını çiğneyerek onursuzca davranmadın

Bayrak bir milletin şerefidir çiğnenemez dedin

İşte bu yüzden tarihinle ne kadar övünsen azdır.

Bu şanlı tarih İzmir’de Yunan ordusuna ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsinin eseridir.

Bu şanlı tarih cepheye mermi taşıyan kahraman Türk kadınının eseridir.

Bu şanlı tarih, İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da şehit olan binlerce kahraman Mehmetçiğin eseridir.

Bu şanlı tarihin altında Sakarya savaşında Gazi Mustafa Kemal’e verdiği sözü tutamayıp Çiğiltepeyi zamanında alamadığı için intihar eden Reşat Çiğiltepe’nin onuru vardır.

Bu şanlı tarihin altında evladını kaybeden binlerce ananın gözyaşı vardır.

Bu şanlı tarihin altında en zor anlarda bile kararlılığını koruyan Gazi Mustafa Kemal’in cesareti vardır.

Bu şanlı tarihin altında başta başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Türk milletinin imzası vardır.

Bağımsızlığımızın zafer tacı olan İzmir’in kurtuluşunun 94. yıl dönümü kutlu olsun

TANRI TÜRK MİLLETİNİ VE TÜRKLÜĞÜ KORUSUN VE YÜCELTSİN

TIBBIYELİ HİKMET

KUZEY KORE DOSYASI : 2000’li Yıllarda Kuzey Kore ve Rusya İlişki leri


2000’li Yıllarda Kuzey Kore ve Rusya İlişkilerine Bir Bakış

Kısaca Kuzey Kore Rejimi

Günümüzde Kuzey Kore, 1980’li yıllardan beri egemen olan “Juche” düşüncesiyle yönetilmeye devam etmektedir. Bu düşüncenin üç temel prensibi vardır: siyasette bağımsız olmak, meşru müdafaa, ekonomide kendi kendine yetebilme. Çin ile ekonomik ilişkiler yürütülmeye devam edildiğinde son prensip tam anlamıyla yerine getirilememektedir. Çin’in ekonomik partner olarak kabul edilmesi ise her iki devletin komünist rejim söyleminin paralelliğiyle bağlantılıdır. Meşru müdafaada ise 2011’de devlet başkanlığı görevine gelen Kim Jong-Un ’un liderliğini yürüttüğü ordu ile ön plana çıkmaktadır. Komünist bir rejime sahip olunmasına rağmen Songun*[1] anlayışının temelinde ‘’silahın orak ve çekiçten önce gelmesi’’ düşüncesi yatmaktadır.[2] Bu bağlamda Kuzey Kore, ülke sınırlarına herhangi bir dış tehdit algıladığı takdirde meşru müdafaa prensibini kullanacağını belirtmekten hiç çekinmemektedir. Tüm bunların dışında Kuzey Kore’nin ilk lideri ve kurucusu olarak kabul edilen Kim İl-Sung, “ebedi lider” olarak kabul edilmektedir.

Kuzey Kore’de Yer Alan Dış Temsilcilikler

Bilindiği üzere Kuzey Kore dünyaya kapalı bir ülkedir. İnternet erişiminin bile liderleri ve etrafındakiler haricinde yasak olduğu bu ülkede açılan büyükelçilik sayısı da oldukça sınırlıdır. Kuzey Kore’de dış temsilcilik bulundurabilen ülkeler arasında Çin Halk Cumhuriyeti, İran, Vietnam, İsveç, Birleşik Krallık gibileri yer alırken Rusya da bunlardan bir tanesidir. Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Kanada’nın elçilikleri bulunmamakta, ilişkilerini İsveç temsilciliği aracılığıyla yürütmektedirler. Buradan anlaşıldığı üzere Kuzey Kore’nin Rusya ile ABD’ye kıyasla daha ılımlı ilişkileri vardır. Asya Pasifik bölgesinde söz sahibi olmak isteyen ABD’nin Kuzey Kore ile diplomatik ilişki kuramayıp Rusya’nın kurabilmesi, Rusya açısından bölgede bir nevi nüfuza sahip olabilmesi anlamına gelmektedir.

Kuzey Kore ve Rusya İlişkileri

Putin Rusya’sının Kuzey Kore ile Diplomatik İlişki Çabaları

Her ne kadar Rusya Kuzey Kore’de elçilik bulundurabilse de iki ülke arasında tam anlamıyla istikrarlı bir ilişkiden bahsetmek oldukça zordur. SSCB döneminde komünizm rejiminden ötürü iyi olan ilişkiler, Rusya Fedarasyonu’nun kurulup Yeltsin’in devlet başkanlığına gelmesi ve Batı ile( özellikle de Güney Kore ile) ilişkilere başlaması iki devlet arasındaki ilişkileri kopma noktasına getirmiştir. Buna rağmen Putin Rusya’sı, Kuzey Kore’ye oranla daha yapıcı olmuş ve ilişkilerin sürdürülmesi için önemli çabalar göstermiştir.

Rusya’nın İkinci Dünya Savaşı’nın 70.yılında Moskova’da yapılacak anma törenlerine Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Xi Jinping’in yanı sıra Kuzey Kore lideri Kim Jong-Un’un da davet edilmesi bu çabalardan bir tanesidir. Bu ziyaretin bir sonucu olarak Rusya ve Kuzey Kore, 2015 yılını her iki ülke için dostluk yılı[3] ilan etmiştir. Bu ziyaretin bir başka göz önünde bulundurulması gereken noktası ise Kuzey Kore lideri Kim Jong-Un’un ilk dış ülke ziyareti olmasıdır. Ukrayna’daki çatışmalardan ve Kırım’ın ilhakından sonra uluslararası yaptırımlara maruz kalan Moskova yüzünü doğuya dönüp, Çin ile ilişkilerini güçlendirirken Kuzey Kore’nin stratejik önemini bölgesel dengeler bağlamında (Amerikan, Çin, Güney Kore ve Japonya çıkarları odaklı) yeniden keşfetmiştir.[4]

İlişkilerin Gerilmesi, Nükleer Silah ve Hidrojen Bombası

Oluşan bu iyimser hava, Kuzey Kore’nin saldırgan tutumlarıyla çok çabuk bozulmuştur. 2015’teki ilk gerilim Aralık ayında kültürel bir alanda, Rusya’dan dolayı olmuştur. Bir Rus film yapımcısının Kuzey Kore halkının yaşamıyla ilgili bir belgesel (Under the Sun) çekmesi ve burada Kuzey Kore devletinin dünya kamuoyuna ifşa etmek istemediği bazı gerçeklere yer vermesi iki ülkenin arasına soğukluk girmesine neden olmuştur. Filmin yapımcısı Vitaly Mansky bir gazeteye verdiği demeçte “Kuzey Kore’de yaşananların gerçek yüzünü vermek istiyorum. Yetkililer, gerçek yaşamın çarpıtılmış bir versiyonunu bize sunuyor. Dolayısıyla Kuzey Kore’ye dair gerçekleri ifşa etmek istedik”[5] ifadelerini kullanmıştır. Bu demeç iki ülke arasındaki gerilimi tırmandırdığından ötürü Rus Hükümeti bu belgesele verdiği desteği çekmek istemiştir.

Film konusu her ne kadar kısa süre de kapansa da 2016’da iki ülke arasındaki gerilim tırmanarak devam etmiştir. Fakat bu sefer gerilimin kaynağı Rusya değil Kuzey Kore olmuştur. Kuzey Kore’nin nükleer silah edinmedeki uluslararası hukuku (NPT-Treaty of the Non-Proliferation of Nuclear Weapons) ihlal eden politikaları ve buna ek olarak da hidrojen bombası edinip test etmesi Rusya’da güvensizliğe ve tepkilere yol açmıştır. Nitekim bu gerilimin sadece 2016 yılının başında Kuzey Kore’nin yaptığı hidrojen bombası denemesinden kaynaklandığını söylemek doğru olmayacaktır.

Dolayısıyla bu gerilimin temeline inmekte fayda vardır. Aralık 2002’de nükleer programını başlattığını ve Ocak 2003’te Nükleer Silahlarının Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan (NPT) çekildiğini duyuran Kuzey Kore’yi Nisan 2003’teki Birlemiş Milletler toplantısında Çin’le beraber Rusya korumuştur. Buna rağmen Kuzey Kore, 2006’da ilk denemesini gerçekleştirmiştir. 2 Eylül 2007’de ise nükleer tesislerini yok etmeyi kabul etmiştir.[6] Bunu kabul etmesi de 2009 ve 2013 yıllarında nükleer deneme yapmasının önüne geçmemiş üstüne üstlük Ocak 2016’da nükleer silahlardan da tehlikeli olarak nitelendirilen hidrojen bombasının ilk testini yaptığını ve başarılı olduğunu uluslararası topluma duyurmakta hiçbir sakınca görmemiştir.

Bahsi geçen üç nükleer denemede büyük bir tepki vermeyen Rusya, hidrojen bombası için oldukça sert tepkiler vermiştir ki bunlar Rusya Hükümetinin önemli isimleri ve kurumları tarafından dile getirilmiştir. Rusya Dışişleri Bakanlığı, Kuzey Kore’nin bu denemesini uluslararası hukukun net bir şekilde ihlali olarak tanımlamıştır. Rusya Federasyon Konseyi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Konstantin Kosaçev de bir önceki tepkiyle paralel olarak hidrojen bombası üretiminin ve denemesinin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun onayladığı Kapsamlı Nükleer Deneme Yasağı Anlaşması’nı (CTBT) ihlal ettiğini belirterek tepkisini dile getirmiştir. Buna ilave olarak da iki ülkenin sınır komşusu olduğunu hatırlatmıştır. Bunu da şu sözlerle Kuzey Kore hükümetine hatırlatmıştır: “Pyonyang ile Vladivostok kenti arasındaki mesafe 700 kilometreden az.

Bu sebeple Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin bu bölgedeki faaliyetleri Rusya’nın ulusal güvenliğini doğrudan etkiler.”[7] Nitekim iki ülke arasındaki gerilim Mayıs ayında Kuzey Kore’nin 5 Rus atletinin bulunduğu yatı alıkoymasıyla devam etmiştir. Rusya, Kuzey Kore’ye bu olaydan ve bilgi alabilmek istediğinden ötürü nota göndermiştir. Nota gönderilmesi aslında ilk kez değildir. Çünkü Haziran 2006’da da Rusya, Kuzey Kore’nin uzun menzilli balistik füzeleri denemeyi hazırlandığını bildirmesinden ötürü nota göndermiştir.

Sonuç

Kuzey Kore’nin nükleer silah ve hidrojen bombası edinmede meşru müdafaa hakkını iddia ederek kararlı bir tutum gösterdiğinden ötürü gerilimler olsa da iki ülkenin ilişkilerinin tam anlamıyla kopması mümkün değildir. Bunun en temel nedeni olarak da Asya-Pasifik bölgesinde ABD hegemonyasının iki ülke tarafından engellenmek istenmesi olarak gösterilebilir. Bununla beraber Güney Kore’nin Soğuk Savaş’tan beri ABD’nin müttefiki olması ve Çin’in gittikçe dünya piyasalarına entegre olması her iki tarafı da rahatsız etmekte ve birbirine yaklaştırmaktadır. Yine de Çin, hem Rusya hem de Kuzey Kore için uluslararası arenada müttefik olmaya devam etmekte ve üç devlet özellikle Uzakdoğu’da ABD’nin yanında yer alan Güney Kore ve Japonya karşısında işbirliği yapmaya özen göstermektedir.

NOT: Songun: Kore Halk Ordusu’nu Kuzey Kore içerisinde kurum ve devlet organı olarak yükselterek ülkedeki sistem ve toplum nezdinde en önemli konuma yükseltmektedir. Ordu, iç siyasette ve uluslararası ilişkilerde belirleyicidir. Hükümetin yapısını tayin etmekte ve iktidarın şekillendiği yer olarak orduya vurgu yapılmaktadır. Kuzey Kore Hükümeti orduya ekonomik alanda en yüksek önemi vermekte, kaynak kullanımında öncelik tanımakta ve topluma örnek bir hiyerarşi olarak gösterilmektedir. Songun, 1994 yılından itibaren askeri yapılanmaya kamusal ve toplumsal alanda verilen önemin ideolojik olarak teorileştirilmiş halidir.

Gözde ÖNEŞ

30 Temmuz 2016

1. https://tr.wikipedia.org/wiki/Songun

2. Mustafa Güven, “Kuzey Kore ve Dünya”, 5 Mayıs 2013, http://akademikperspektif.com/2013/05/05/kuzey-kore-ve-dunya/

3. “Bu ay, Kuzey Kore ve Rusya 2015’i iki ülke arasında dostluk yılı ilan etti.” , Kuzey Kore lideri Moskova’ya gidiyor, 18 Mart 2015, http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/03/150318_rusya_kore_cin

4. « Contré à l’ouest par les sanctions internationales à la suite du conflit en Ukraine et de l’annexion de la Crimée, Moscou se tourne vers l’est, renforce ses relations avec la Chine et redécouvre le poids stratégique de la RPDC dans les équilibres régionaux (point de convergence des intérêts américains, chinois, sud-coréens et japonais) », La Russie appelée à la rescousse, Mars 2015, pages 10 et 11, http://www.monde-diplomatique.fr/2015/03/PONS/52700

5. “Rusya ile Kuzey Kore’nin arası açıldı”, 12.03.2015, http://m.sabah.com.tr/dunya/2015/12/03/rusya-ile-kuzey-korenin-arasi-acildi

6. « 2 septembre 2007 : la Corée du Nord accepte de détruire ses installations nucléaires », Les dates clés du programme nucléaire nord-coréen, 06.01.2016, http://mobile.lemonde.fr/asie-pasifique/article/2016/01/06/un-seisme-en-coree-du-nord-fait-craindre-un-nouvel-essai-nucleaire_4842201_3216.html

7. “Rusya’dan Kuzey Kore’ye Sert Tepki”, 6 Ocak 2016, http://m.haber7.com/haberDetay.php?id=1739626

2000’li Yıllarda Kuzey Kore ve Rusya İlişkileri yazısı ilk önce TUİÇ Akademi üzerinde ortaya çıktı.

SU & ENERJİ & DOĞALGAZ DOSYASI : Kafkasya’da Etnik Grupların Bor u Hatları Üzerindeki Etkisi


Kafkasya’da Etnik Grupların Boru Hatları Üzerindeki Etkisi

Onlarca etnik grubun yaşadığı Kafkasya bölgesi, kabaca Karadeniz ile Hazar Denizi arasında, İran, Türkiye ve Rusya’nın kesiştiği bir noktada yer almaktadır. Bu bölge Ortadoğu ile Avrupa’nın karadan bağlandığı en önemli geçiş bölgelerinden birisidir. Bölge, enerji kaynaklarını arz-talep eden bölgeler arasında yer alması, bu bölgeler arasında en kısa yoldan geçiş güzergâhı üzerinde bulunması, Kafkas Sıradağları’nın devletler arasında doğal sınır teşkil etmesi ve bu sınırlar arasında geçiş yollarının kısıtlı olmasından dolayı stratejik bir öneme sahiptir.

Aynı coğrafya üzerinde yaşayan Kafkas halkları arasında yüzyıllar boyunca tarihsel ve sosyo-kültürel etkileşimler olmuştur. Bu etkileşimler sonucu Kafkas toplulukları, akraba topluluğu haline gelmiştir.[1] Kafkas Dağları ve Kafkasya coğrafyası, toplumların kaderini belirlemiştir. Kafkas Dağları ve çevresi İbn-i Haldun’un “coğrafya kaderdir” özdeyişinin vücut bulmuş halidir.

Kafkasya Siyasi Haritasi

Kafkasya Siyasi Haritasi

Bölgenin dağlık olması, derin vadilerden ve düzlüklerden meydana gelmesi toplumsal oluşumu belli bir dereceye kadar etkilediyse de bu coğrafi koşullardan dolayı birbirinden ayrılan halklar, birçok etnik grubun ortaya çıkmasına neden olmuştur.[2] Bu durum, bölgeyi dünyanın en fazla etnik grubunu barındıran bölgeler arasına sokmuş, ayrıca bölgeyi diğer bölgelerden soyutlaştırmıştır. Bölgenin coğrafyası bu etnik toplulukların kapalı bir toplum olmalarına da neden olmuştur.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB), dağılmasının ardından gelen bağımsızlık talepleri, bölgedeki etnik gruplar arasında çatışmalara neden olmuştur. Bu etnik çatışmaların yaşanmasının en büyük sebebi, Çarlık Rusya’sı tarafından başlatılan ve SSCB ile Rusya Federasyonu (RF) tarafından devam ettirilen “böl ve yönet” siyasetidir.[3] Etnik gruplar arasında yaşanan gerilimler bazen uluslararası kamuoyunu meşgul etmiş, bazen de devletleri birbirleri ile savaşmaya sevk etmiştir. Örneğin Gürcistan ile Güney Osetya arasında yaşanan gerilime RF müdahale ederek, Güney Osetya’nın Gürcistan’dan ayrılmasına neden olmuştur. Burada kazanan taraf RF olurken, Çeçenler ile Ruslar arasında yaşanan savaşta RF kaybeden taraf olmuştur. Bu gruplar arasında yaşanan gerilimler uluslararası gündemi meşgul eden öneme sahiptir.

Çeçenistan’ın bağımsızlık savaşı sonucu binlerce kişi hayatını kaybederken, binlercesi de yurtlarından kaçmak zorunda kaldı. RF, bu savaşın içerisinde yer alan diğer cumhuriyetlere sıçrama ihtimaliden ötürü çatışmaya tüm askeri unsurlarla müdahale ederek son vermiştir. Bölgedeki ayrılıkçı fraksiyonları şimdilik bastırmıştır. Eğer RF bu ayrılıkçı olaylara müdahale etmeseydi, cumhuriyetler içinde yaşayan Slavlar ile diğer etnik gruplar arasında gelecekte oluşabilecek etnik çatışmaların önüne geçemezdi. RF, bu müdahale ile Çarlık Rusya’sı ve sonrasında ki Sovyetlerin mirasını da korumayı amaçlamıştır.

SSCB dağılmadan önce Hazar Havzası’ndan çıkarılan doğal kaynaklar, SSCB içerisinde kullanılıp bir bölümü Doğu Bloku ülkelerine hibe, yardım ve ihraç yoluyla gönderilmiştir. 1991 yılında SSCB dağıldıktan sonra doğal kaynakların tasarruf hakkı yeni bağımsız olan devletlere geçmiş ve ardından bu doğal kaynaklar, bölgesel ve küresel güçlerin bölgeye girmesi ile dünya piyasasına sunulmuştur.

Hazar Havzası’ndaki doğal kaynakların dünya pazarına sunulurken boru hatlarının geçtiği yer olan Kafkasya bölgesinde karşılaşılan en önemli sorunları, etnik gerilim ve bu gerilimin boru hatlarına olan zararını en aza indirmek için uygulanan enerji güvenliğidir. RF için enerji güvenliği, stratejik kaynaklar üzerinde yeniden kontrol sağlamak[4] ve boru hatlarının geçeceği bölgeleri kendisinin belirlemek istemesi yönündedir.

Hazar Havzası’nda petrol ve doğalgazın çıkarıldığı bölgeler kadar taşınması için yapılan boru hatlarının geçtiği ve geçeceği güzergahlar stratejik bir konum arz etmektedir. Bu nedenle, doğal kaynakları taşıyacak olan boru hatlarının geçeceği güzergah sorunu da gündeme gelmiştir.

Kafkasya bölgesi, Hazar Havzası’ndan çıkarılan petrolün ve doğalgazın taşınmasında büyük bir öneme sahiptir. Özellikle Bakü-Novorossisk Petrol Boru Hattı’nın RF’nin Kafkasya bölgesinde bulunan cumhuriyetlerinden geçmesi Kafkasya’ya büyük önem arz etmektedir. Bu cumhuriyetler içinde etnik bir bütünlüğün olmaması, etnik gerilimlere her an açık olması ve etnik gerilimlerin yaşanması, Bakü-Novorossisk Petrol Boru Hattı’nın geçtiği güzergah için büyük bir sorun teşkil etmektedir. I. Rus-Çeçen Savaşı buna en iyi örnek olarak gösterilebilir.

Aynı şekilde, Türkiye’nin Ermenistan politikası sonucu Ermenistan’ın saf dışı kalması ve ABD’nin İran’a uyguladığı ambargo sonucu İran’ın da saf dışı kalmasıyla BTC Boru Hattı’nın Gürcistan üzerinden geçmesine karar verilmiştir.

Kafkasya Bölgesinden Geçen Boru Hatlari

Kafkasya Bölgesinden Geçen Boru Hatlari

Hazar Havzası’ndan çıkarılan doğalgaz ve petrolün taşınması için yapılacak boru hatları, etnik çatışmaların fazlasıyla yaşandığı Kafkasya bölgesinden geçmesi nedeniyle tehlikeli bir konumda yer almaktadır. Örneğin, Bakü-Novorossisk Boru Hattı Bakü’den kuzeye, Azerbaycan’dan bağımsızlık talebinde bulunan Lezgilerin yaşadıkları bölgeden ve RF toprakları olan Dağıstan’dan geçmektedir. Buradan RF ile savaşmış olan Çeçenistan’a geçip, İnguş Cumhuriyeti topraklarında İnguş-Oset etnik çatışma sahasına girmektedir. Ardından Kabardin-Balkar Cumhuriyeti’nin kuzey bölgesinden geçip, Karaçaylılar ile Çerkesler arasındaki mevcut etnik gerilimin tam ortasında olan Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’ne yönelmektedir.[5]

Bu durumlar sadece Bakü-Novorossisk Boru Hattı ve BTC Boru Hattı için değil bölgeden geçen diğer boru hatları içinde geçerlidir. Kafkasya bölgesinden Bakü-Tiflis Ceyhan (BTC) Boru Hattı, Bakü-Supsa Boru Hattı, Tengiz-Novorossisk Boru Hattı, Güney Kafkasya Boru Hattı etnik çatışmaların yaşandığı veya yaşanma ihtimali yüksek olan bölgelerden geçmektedir. Aslında Kafkasya bölgesinden geçen boru hatları mevcut etnik yapı sebebiyle etnik bir barut fıçısının içinden geçmektedir.

Örneğin, BTC Boru Hattı’nın geçtiği noktalardan biri olan Ahıska bölgesi de Gürcistan sınırları içinde yer almaktadır. Fakat buranın nüfusunun büyük bir kısmının Ermenistan’a bağlanmak isteyen Ermenilerden oluşması, üzerinde durulması gereken başka bir konudur. Ayrıca, bu bölgede RF’nin Gürcistan’daki tek askeri üssü bulunmaktadır. Bu askeri üs de Ermeni yanlısı bir tutum izlemektedir. Türkiye, Ahıska Türkleri’nin 1944 yılında yaptığı zorunlu göçünden sonra nüfus çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu bölgeden BTC Boru Hattı’nın geçmesine göz yummuştur.

Ahıska Bölgesi, çok eski bir Türk yurdudur. 1944 yılında Stalin tarafından yapılan sürgünde buranın yerli halkını oluşturan Ahıska Türkleri zorla Sibirya ve Orta Asya’ya gönderilmiştir. Ahıska Türkeri’nin geride bıraktıkları yerlere Ermeniler yerleşmiştir. Zorla göçe tabi tutulanlar yalnızca Ahıska Türkleri olmayıp SSCB döneminde Kafkasya bölgesinde birçok etnik grup sürgün edilmiştir. Stalin’in ölümünün ardından bazı etnik gruplar geri dönerken, Ahıska ve Kırım Türkleri ile Almanların geri dönüşüne izin verilmemiştir.

Yapılan bu sürgünden sonra ve SSCB’nin diğer yerlerinden buralara yerleştirilen Slav nüfusun etkisiyle Kafkasya bölgesinin demografik yapısında önemli değişmeler yaşanmıştır.[6] Bu değişiklikler neticesinde, ismini cumhuriyete veren etnik gruplardan fazla Slav nüfusunun bu cumhuriyetlerde yaşamasına neden olmuştur. Yaşanan etnik çatışmalarda bu durumun büyük bir etkisi vardır.

Kafkasya Bölgesine yönelik küresel güçler buradaki siyasi duruma göre politikalarını değiştirmişlerdir. Örneğin, ABD SSCB’nin dağılmasından sonra kısa bir dönem için, Moskova merkezli politika izlerken daha sonra ise bağımsız cumhuriyetlere öncelik vermiştir. 11 Eylül’den sonra ise daha aktif bir politika izlemiştir.[7] AB ise, bağımsız olan Kafkasya ülkelerini hemen tanımış, kendilerini yönetebilir hale gelmeleri için ekonomik yardımlarda bulunmuştur. Fakat, AB’nin ortak bir dış politikası olmadığından, üye ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda izledikleri politikaların etkili olduğu söylenemez. Bu da Kafkasya halklarının AB’ye güven duymamalarına neden olmaktadır.[8]

Kafkasya Bölgesinde yaşanan ve yaşanacak her türlü etnik olay, RF, AB, ABD, İran ve Türkiye ilişkilerini etkileyecektir. RF, olası etnik çatışmaları boru hatlarının geçtiği/geçeceği güzergahlar üzerinde kontrolünü arttırmak için kullanmaya çalışacaktır.

Boru hatlarının geçeceği güzergahlardaki avantajlardan yararlanmak isteyen RF bunun boru hatlarının kendi istediği yerlerden geçmesiyle mümkün olacağını görmektedir.[9] Küresel güçlerin kontrolü altındaki bir ülkeden geçecek olan herhangi bir boru hattı ülkeye siyasi ve ekonomik avantajlar sağlayacaktır. Boru hatlarının güzergahları RF’nin istediği yerlerden geçmez ise RF bu avantajlardan mahrum kalacaktır. Fakat RF kendi istediği bölgelerden geçirirse bu sefer yaşanan etnik gerilimler ve çatışmalar RF için büyük bir sorun teşkil edecektir. Özellikle, I. Rus-Çeçen Savaşını, Rus tarafının kaybetmesi RF’nin uluslararası arenada itibarını kaybetmesine neden olmuştur. Bu savaş esnasında Grozni’den geçen boru hattına yapılan saldırıda Rus petrolü bir süre ihraç edilememiş ve RF bir kriz yaşamıştır. RF, boru hattının geçmesi için başka alternatifler üzerinde çalışmış ve bu durum da ek bir maliyet oluşturmuştur.

Mehmet Ali Açıkgöz

1. Ufuk Tavkul, Etnik Çatışmalar Gölgesinde Kafkasya, İstanbul: Ötüken Yay, 2002, s.12.

2. Ufuk Tavkul, Etnik Çatışmalar Gölgesinde Kafkasya, s.13.

3. Ufuk Tavkul, Etnik Çatışmalar Gölgesinde Kafkasya, s.60.

4. Tamer Çetin, “Orta Asya ve Kafkaslar’da Enerjinin Politik Ekonomisi”, Enerji, Piyasa ve Düzenleme, C.1, S.1, 2010, s.82.

5. Ufuk Tavkul, Etnik Çatışmalar Gölgesinde Kafkasya, s.123-124.

6. Halil Kurt, “Güney Kafkasya’da Değişen Demografik Yapının Siyasi Coğrafya’ya Etkileri”, Yeni Türkiye, Yıl 21, Sayı 75(2015), s.8.

7. http://www.politikadergisi.com/konuk-yazar/abdnin-kafkasya-politikasi Erişim Tarihi 26/07/2016

8. http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-47-201403242128-avrupabirligininkafkasyapolitikasi.pdf Erişim Tarihi 26/07/2016

9. Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Doğu, Şerin Tekeli, Çev., İstanbul: İletişim Yay, 1994, s.491.

Kafkasya’da Etnik Grupların Boru Hatları Üzerindeki Etkisi yazısı ilk önce TUİÇ Akademi üzerinde ortaya çıktı.

KARİKATÜR : TİRYAKİ SEDAT :))))))))


KARİKATÜR : LİBİDO TİPİDO :)))))))))


KARİKATÜR : DUYARSIZ KOCA FUAT :))))))))


KARİKATÜR : MEVLANA :)))))))


KARİKATÜR : ESTETİK AMELİYAT :))))))))


KARİKATÜR : GEYYİK AVI :))))))))


KARİKATÜR : SAPIK ÇIRAK ZÜHTÜ :)))))))))))


KOSOVA DOSYASI : Kosova’nın NATO Süreci ve Ülkenin Güvenlik Ekse nli Dış Politikası


Kosova'nın NATO süreci

Kosova’nın NATO Süreci ve Ülkenin Güvenlik Eksenli Dış Politikası

İnsanlık, tarih boyunca birçok savaşa şahit olmuştur. Baktığımızda iki büyük dünya savaşının başlangıç yeri olarak ise Balkanlar coğrafyasını görmekteyiz. Balkanlar ayrıca kendi içinde de birçok etnik, kültürel ve dinsel farklılıklar barındırması sebebiyle savaşlar yaşamıştır.

Sırp ve Arnavutların yaşamakta olduğu Kosova toprakları da bu savaşların kanlı bir şekilde yaşandığı yerlerden biridir. [1] Yaklaşık 2 milyon nüfusun %92’sini Arnavutlar’ın oluşturduğu Kosova’da Sırplar günümüzde çok az bir Hristiyan kısmı temsil etmektedir.[2] Durum böyle olmasına karşın Arnavutlar ve Sırplar tarih boyunca sürekli karşı karşıya gelmişlerdir. Her ne kadar Kosova’daki gerilimler çok eskiye dayandırılabilse de, 2008’de bağımsızlığı getiren olaylar bütünü Mart 1989’da Sırbistan’ın askeri ve polis gücüyle Kosova’ya girerek özerkliğini elinden almaya çalışmasıyla başlamıştır diyebiliriz.[3] 1989 yılında Kosova’nın özerkliği, Sırbistan’da yapılan bir referandum ile kaldırılmıştır. Arnavutça yasaklanmış, Priştine Üniversitesi’nde de Arnavutça eğitime son verilmiştir. Eğitim sistemi, ekonomi, mahkemeler Sırp Hükümeti tarafından kontrol edilmeye başlanmıştır. Temmuz 1990’da ise Kosova Parlamentosu anayasaya aykırı bir şekilde toplanarak Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmiştir.

Ardından radikal milliyetçi Arnavutlardan oluşan Kosova Kurtuluş Ordusu (KKO) adlı örgüt kurulmuştur. İlk eylemlerine 1993’te başlayan KKO, üç Sırp polisin ölümüne sebep olmuştur. 1990’ların sonuna kadar KKO’nun eylemleri devam etmiş, halktan da destek bulmuştur. [4] Karşılığında Sırplar tarafından Arnavutlara yönelik etnik temizlik başlatılmıştır.[5] Bu olaylar, çatışmaların hat safhaya ulaştığı Haziran 1998’de savaş halini almıştır. Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT)’nın ve bireysel devletlerin çağrılarına rağmen durdurulamayan savaşa Mart 1999’da NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) dahil oldu. [6]

NATO müdahalesi ile fiili olarak Kosova Sırp yönetiminden ayrılmış; Kosova’nın sivil yönetimi UNMIK (UN Misssion in Kosovo) ile BM kontrolüne, güvenliği ise KFOR (Kosova’daki Barışı Koruma Gücü) ile NATO kontrolüne alınmıştı.[7] NATO’nun olaya dahil olması birçok tartışmayı da beraberinde getirmiştir. İnsani gerekçelerle yapıldığı savunulan müdahale, uluslararası toplumun bazı kesimlerince, BMGK (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi) kararı olmadan başlaması nedeniyle hukuki açıdan meşru kabul edilmedi. Ayrıca sivil kayıpların çok olması nedeniyle de insani açıdan başarılı kabul edilmedi.[8] NATO, BM Güvenlik Konseyi’nde BM Antlaşması VII. Bölümü kapsamında askeri güç kullanımına ilişkin bir kararın oylanmasında Konseyin daimi üyelerinin vetosu ile karşılaşma riskini almak istememiştir.

Kosova krizinin, Bosna krizinden sonra NATO için ikinci bir test olduğu belirtilmiştir. Bu bağlamda Bosna krizinde müdahale için geç kalınması ve NATO’nun devreye geç sokulması, bir insani felaketin yaşanmasına sebep olması nedeniyle aynı şeylerin tekrar yaşanmaması için Kosova krizinde NATO, krizin başlangıcından itibaren etkin bir şekilde krizin yönetim sürecinde yer almıştır.[9] 1999’daki NATO müdahalesi ile Sırbistan idaresinden kurtulan Kosova, Sırbistan ve Karadağ’ın 2006’da bağımsızlıklarını ilan etmesinden sonra 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilan etmiş ve ilk etapta Yunanistan, Güney Kıbrıs ve Rusya’nın aksine; Türkiye ve ABD başta olmak üzere birçok ülke tarafından tanınmıştır.[10]

Arnavutlarla Sırplar arasında çatışmaların devam ettiği dönemde Kosova’nın bağımsızlığıyla ilgili temkinli bir tutum takınan Türkiye, Kosova’nın ayrılmasıyla ilgili uluslararası hukuka aykırılık tartışmaları devam etmesine rağmen, bu ülkeyi bağımsızlık ilan etmesinden sadece bir gün sonra tanımıştır.[11] Uluslararası kurumlar ile öncelikle güvenlik esaslı ilişki kuran Kosova, doğal olarak NATO ile daha yakın işbirliği imkanları elde etmiştir. Kosova’da NATO, savaş boyunca ve sonrasında barış ve istikrarı yeniden inşa için önemli aktörlerden biri olmuştur. Kosova’nın bağımsızlığından sonra da NATO, ülkede Kosova Barış Gücü (KFOR) ismiyle varlığını sürdürmüştür. Kosova’nın en önemli dış politika hedeflerinden birinin de NATO üyesi olmak olduğunu belitmiştik. Fakat Kosova, Birleşmiş Milletler üyesi olmaması sebebiyle henüz NATO üyeliğine başvuramamaktadır.

Şu aşamada Kosova’yı tanımayan dört NATO üyesi İspanya, Yunanistan, Romanya ve Slovakya da Kosova’nın NATO üyeliği önünde bir engel olarak durmaktadır.[12] ABD’nin, Kosova’nın NATO üyeliğine tam desteği olmasına rağmen, Kosova şimdiye dek sadece Mayıs 2014’te NATO meclisinde “gözlemci” statüsü alabilmiştir.[13] Yine, AB üyesi 5 ülkenin Kosova’nın bağımsızlığını tanımaması, Kosova’nın AB üyelik hedefini de olumsuz etkilemiştir. Kosova, tanınma sorunundan dolayı vize muafiyetinden yararlanamayan tek Balkan ülkesidir.[14]

AB, Kosova’da varlığını EULEX (AB Kosova Misyonu), AB Özel Temsilcisi ve AB üye devlet temsilcilikleri ile sürdürmektedir. EULEX; BM Genel Kurulu 1244 sayılı kararı şemsiyesi altında, Şubat 2008’de kurulmuş olup, en büyük AB misyonu olma özelliğini taşımaktadır. 2016 yılı itibarıyla görev süresi iki yıl daha uzaltılmıştır. [15] AB ayrıca Kosova ve Sırbistan’ın ilişkilerinin normalleşmesini sağlamak maksadıyla 2012-2013 yılları arasında yürütülen diyalog sürecinde arabuluculuk yaparak çok kritik bir rol oynamıştır. Kosova’nın NATO ile ilişkileri AB’den daha farklı bir düzlemde olmuştur.

NATO destekli bir yöntemle bağımsızlığına kavuşan Kosova’nın dış politikası da batı eksenli şekillenmiş, komşu devletlerle sorunsuz, işbirliğine açık, barışçıl bir anlayış benimsenmişken, batılı devletlerin arasında siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda yer alma hedefi ile ittifaklar sistemine katılarak varlığını sürdürme ile öncelikle BM nezdindeki ülkeler tarafından tanınmayı sağlamak, NATO’ya ve AB’ye katılım temel hedefler olarak belirlenmiştir.[16]

Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyeri

Mahbube Gündoğan

Notlar

Kosova’nın yeni dış politika yol haritası için; http://www.mfa-ks.net/?page=2,98

Kosova’yı tanıyan ülkelerin listesi için; http://www.kosovothanksyou.com/

1. ACAR, Zeynep Selin, Doktrinleşme Sürecindeki İnsani Müdahale: Nato’nun Kosova Müdahalesi ve Koruma Sorumluluğu Kavramı, Ege Stratejik Araştırmalar Dergisi, 2015, s. 113-131

2. ADIYAMAN, Şeyma , KOSOVA’NIN BAĞIMSIZLIK SÜRECİ VE AB İLE İLİŞKİLERİ, www.bilgesam.org , 2011

3. ATASOY, İlknur, Uluslararası Adalet Divanı’nın Kosova Kararı Üzerine Bir Değerlendirme, Orta ve Doğu Avrupa Stratejik Araştırmalar Grubu, 2013

4. AYATA, Ali , “KOSOVA: SONUN BAŞLANGICI”, Akademik Hassasiyetler Dergisi, 2015, s.136

5. COŞKUN, Birgül Demirtaş, Kosova’nın Bağımsızlığı ve Türk Dış Politikası (1990-2008), Uluslararası İlişkiler, 2010, s. 51-86.

6. ÇEVİKBAŞ, Ahmet, Müttefik Güç Harekâtı İnsani Müdahalelerin Bir İstisnası mıdır? NATO’nun Kosova’ya Yönelik Harekâtının Uluslararası Hukuk ve Askeri Bakış AçılarındanDeğerlendirilmesi, Savunma Bilimleri Dergisi, 2011, s. 18-57.

7. Metin AKSOY, Armand POLİSİ, Mehmet BÜYÜKÇİÇEK, ”Kosova: Kimin Barışı?”, BarışıKonuşmak: Teoride ve Pratikte Çatışma Yönetimi, Odtü Yayıncılık, Ocak 2013, s.s. 261-270

8. https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/kv.html

9. http://file.setav.org/Files/Pdf/20141017111147_42_kosova_web.pdf

10. http://www.dunyabulteni.net/haber/294655/kosova-natoda-gozlemci-oldu

11. http://www.aljazeera.com.tr/haber/kosovanin-hedefi-abden-vize-serbestisi

12. http://www.dunyabulteni.net/balkanlar/367667/eulex-iki-yil-daha-kosovada

[1] Ali AYATA, “KOSOVA: SONUN BAŞLANGICI”, Akademik Hassasiyetler Dergisi, 2015, s.136

[2] https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/kv.html

[3] Ali AYATA, “KOSOVA: SONUN BAŞLANGICI”, Akademik Hassasiyetler Dergisi, 2015, s.137

[4] Metin AKSOY, Armand POLİSİ, Mehmet BÜYÜKÇİÇEK, ”Kosova: Kimin Barışı?”, BarışıKonuşmak: Teoride ve Pratikte Çatışma Yönetimi, Odtü Yayıncılık, Ocak 2013, s.s. 261-270

[5] Şeyma ADIYAMAN, KOSOVA’NIN BAĞIMSIZLIK SÜRECİ VE AB İLE İLİŞKİLERİ, www.bilgesam.org , 2011

[6] Zeynep Selin ACAR, Doktrşnleşme Sürecindeki İnsani Müdahale: Nato’nun Kosova Müdahalesi ve Koruma Sorumluluğu Kavramı, Ege Stratejik Araştırmalar Dergisi, 2015, s. 113-131

[7] İlknur ATASOY, Uluslararası Adalet Divanı’nın Kosova Kararı Üzerine Bir Değerlendirme, Orta ve Doğu Avrupa Stratejik Araştırmalar Grubu, 2013

[8] Zeynep Selin ACAR, Doktrinleşme Sürecindeki İnsani Müdahale: Nato’nun Kosova Müdahalesi ve Koruma Sorumluluğu Kavramı, Ege Stratejik Araştırmalar Dergisi, 2015, s. 113-131

[9] Ahmet ÇEVİKBAŞ, Müttefik Güç Harekâtı İnsani Müdahalelerin Bir İstisnası mıdır? NATO’nun Kosova’ya Yönelik Harekâtının Uluslararası Hukuk ve Askeri Bakış Açılarından Değerlendirilmesi, Savunma Bilimleri Dergisi, 2011, s. 18-57.

[10] Şeyma ADIYAMAN, KOSOVA’NIN BAĞIMSIZLIK SÜRECİ VE AB İLE İLİŞKİLERİ, www.bilgesam.org , 2011

[11] Birgül Demirtaş COŞKUN, Kosova’nın Bağımsızlığı ve Türk Dış Politikası (1990-2008), Uluslararası İlişkiler, 2010, s. 51-86.

[12] http://file.setav.org/Files/Pdf/20141017111147_42_kosova_web.pdf

[13] http://www.dunyabulteni.net/haber/294655/kosova-natoda-gozlemci-oldu

[14] http://www.aljazeera.com.tr/haber/kosovanin-hedefi-abden-vize-serbestisi

[15] http://www.dunyabulteni.net/balkanlar/367667/eulex-iki-yil-daha-kosovada

[16] Metin AKSOY, Armand POLİSİ, Mehmet BÜYÜKÇİÇEK, ”Kosova: Kimin Barışı?”, BarışıKonuşmak: Teoride ve Pratikte Çatışma Yönetimi, Odtü Yayıncılık, Ocak 2013, s.s. 261-270

Kosova’nın NATO Süreci ve Ülkenin Güvenlik Eksenli Dış Politikası yazısı ilk önce TUİÇ Akademi üzerinde ortaya çıktı.

ŞEMDİNLİ KİTAPEVİ DOSYASI /// Müyesser Yıldız : Meğer 9,5 yıl önce tespit edilmiş


Kumpasların miladı, 9 Kasım 2005’te Şemdinli’de bir PKK’lıya ait kitapevinin bombalanmasıydı. Ancak Türkiye bunun bir kumpas olduğunu henüz birkaç hafta önce, davanın iddianamesini hazırlayan Savcı Ferhat Sarıkaya’nın itirafları ile öğrendi.

FETÖ soruşturması kapsamında “tanık” sıfatıyla ifade veren Savcı Sarıkaya, Cemaat tarafından korunup kollandığını, meslekten ihracının ardından kendisine bakıldığını anlatmakla yetinmedi, iddianamenin bazı bölümlerini kendisinin yazmadığını şöyle açıkladı:

“O dönemde Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı olan İlhan Kaya (açığa alınan tutuklu Yargıtay üyesi) konuyla ilgilenmeye başladı. Kaya ile ailecek görüşmeye başladık. Görüşmelerde dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt ismini gündeme getirmeye başladı. İlhan Kaya, altımızdan girdi üstümüzden çıktı, ‘Büyükanıt’ın ifadelerini getir iyi olur, iyi olur, darbe yapma imkânı var gibi’ söylemleri oluyordu. ‘Bir kitapevinin bombalanması olayı nasıl Büyükanıt’a bağlanır’ diye kafamda soru işaretleri vardı. Ancak, TBMM’deki komisyona ifade veren Mehmet Ali Altındağ’ın ifadesinin getirilmesinde ısrarcı oldu. İlhan Kaya’nın yönlendirmeleri sırasında basiretim bağlandı. Ben de ifadeyi getirerek, dosyaya koydum. İddianamenin bir kısmını kendim yazdım. İlhan Kaya da birkaç paragraf ekledi. Herkes, ‘Bu iddianameyi bir savcı yazamaz’ diyordu, ben onurumu, gururumu ayaklarım altına alıp ‘ben yazmadım’ diyemiyordum. Terör kısımlarını ben yazmadım.”

YARGITAY’DA ŞEMDİNLİ MARATONU

O dönemde çok az sayıda gazeteci ve siyasetçi, bu iddianameyi bir savcının yazmış olamayacağını söylemeye cesaret edebildi.

Meğer Yargıtay’da da böyle düşünenler ve bunu kayıtlara geçirenler varmış.

Şöyle ki;

Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin sanık astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile Jandarma haber elemanı eski PKK itirafçısı Veysel Ateş’i 19 Haziran 2006’da 39’ar yıl hapis cezasına çarptırmasının ardından dosya Yargıtay’a gelir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı dosyayı Yargıtay 1. Ceza Dairesi’ne gönderir.

1. Ceza Dairesi 1 Şubat 2007’de duruşma yaptığı halde davanın 9. Ceza Dairesi’nin görevi kapsamına girdiğini belirterek, oy çokluğu ile dosyayı Cumhuriyet Başsavcılığı’na iade eder.

Bunun üzerine Başsavcılık 2 Şubat 2007’de, “Gönderilme uygundur. Duruşma gerçekleştirildikten sonra dairenin görevsizlik kararı vermesi yasal yönden mümkün değildir” diyerek, bu karara itiraz eder ve konuyu Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na taşır.

20 Şubat’ta toplanan Ceza Genel Kurulu ise 1. Ceza Dairesi’nin duruşma açtıktan sonra görevsizlik kararı vermesinin isabetli olup, olmadığını dahi tartışmadan “Başsavcılığın itirazını usulen kabul edilemez” bulup, oy çokluğu ile dosyanın 9. Ceza Dairesi’ne gönderilmesini kararlaştırır.

İDDİANAME İHBAR DİLEKÇELERİYLE OLUŞTURULDU

Ceza Genel Kurulu’ndaki görüşmede verilen kararı destekleyen üye sayısı 18’dir. Bunlardan birisi de İstanbul Casusluk, Balyoz ve Hanefi Avcı’yı verilen mahkumiyetleri onayan, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra tutuklanan 9. Ceza Dairesi’nin Başkanı Ekrem Ertuğrul’dur.

10 üye ise çeşitli gerekçelerle bu karara itiraz eder. İşte itiraz eden üyeler arasında özellikle üç ismin gerekçesi çok dikkat çekicidir.

O isimler, halen Yargıtay 18. Ceza Dairesi Başkanı olan Hamdi Yaver Aktan, Ergenekon kararını bozan 16. Ceza Dairesi’nin üyesi Yusuf Kenan Doğan ile 2008’de yaş haddinden emekliye ayrılan Mehmet Hulusi Özek’tir.

Bu üç isim, Van Cumhuriyet Başsavcılığı’nın açtığı davada suç tarihinin 9 Kasım 2005 olarak gösterildiğini, anılan tarihin öncesi olmadığının iddianame başlığında da açıkça belirtildiğini vurgulayarak, öncelikle bu husustaki itirazlarını şöyle dile getirir:

“Suç tarihinin tek bir tarih olarak gösterilmesine, soruşturmanın bu yönde yapılmasına karşın; TBMM’den alınan bir ifade tutanağı ile açık kimliklerinin doğru olup olmadığı değerlendirilmeden/doğrulatılmadan, dilekçe sahiplerinin bilgilerine başvurulmadan, dilekçe içerikleri test edilmeden, araştırılmadan doğrudan doğruya ve bütünüyle hiçbir iddianamede görülemeyecek, iddianame düzenleme sorumluluğuyla bağdaşmayacak ölçüde ihbar dilekçeleri birbirine eklenerek, Şemdinli’deki olayla bağlantısı somut olarak gösterilmeden soruşturma konusu maddi olayın iki katı uzunluğunda bir takım çözümlemeler yapılarak iddianame tamamlanmış ve özel yetkili mahkemeye tevdi edilmiştir. Ancak yasadışı örgüt iddianamelerinde ve doğru olarak yapıldığı halde; Uyarlanması olanağı mevcut olmamasına karşın sanıklar PKK-Kongra-Gel terör örgütü üyesi gibi kabul edilerek örgütün analizi yapıldıktan sonra; ‘Temelde devlet denilen bürokratik aygıt ile seçilerek gelen siyasi hükümetler arasında bir gerilim mevcuttur. Bu gerilim zaman zaman gizli ve açık çatışmaya dönüşebilmektedir’ şeklindeki varsayımdan hareketle bu kez ‘seçilmişler-atanmışlar’ gibi gereksiz ve yapılmaması gereken bir tartışma iddianameye taşınmış, çözümlemeden dolayı olarak ‘seçilmişler’ yanında tavır alınmak suretiyle siyasal kimlik takınılarak iddianame yazım tekniğinden uzaklaşılmıştır. Gerçekten de ‘devletin bekasını korumak ve temsil etmekle görevli olan bürokratik aygıt içerisine sızmalar olması halinde bürokrasinin kendisi devletin bekasını tehdit eder noktaya gelebilir’ değerlendirmesi, yaptığımız yorumu haklı kılmaktadır.”

BU İDDİANAMEYİ ANCAK BİR SOSYOLOG YAZABİLİR

Üç isim karşı oy yazısında, iddianamenin başlangıcındaki şu tarihi ve siyasi analize de dikkat çeker:

“Osmanlı’dan Cumhuriye’te miras kalan ve Cumhuriyet’in ilanında da kabul edilerek devam ettirilen modernlik projesi, Kürt milliyetçiliğinin ve siyasal İslâm’ın devletin temel yaklaşımlarına hakim olmasını temel tehdit unsurları olarak belirlemiştir. Bugün kimi çevrelere göre, siyasetin gizli ajandası bu iki temel tehdidi içermektedir. Ayrıca çevreden gelerek merkezi ele geçirme çabası içinde olan unsurlar, modernlik projesinin sahibi olan sivil/askeri bürokratik etiği oldukça rahatsız etmektedir. O halde devlet içerisinden kimi ideolojik gruplaşmaların çıkar çevreleri ile işbirliği içerisinde temel risk faktörü olarak gördükleri siyasi iktidara karşı tavır geliştirmesi beklenmeyen bir durum olmalıdır.”

Ve ardından şu değerlendirmeyi yapar:

“Bu analiz, doğruluğu tartışmalı olsa da bir sosyoloğun değerlendirmesini anımsatmakta ve toplum bilimsel olarak karşı görüşlerin olabileceği gerçeğini yok saymaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadronun, kuruluştan kaynaklanan ulus ve ulus-devlet yaratma projesinin getirdiği ve iddianamede, ‘siyasetin gizli ajandası’ şeklindeki nitelemeyle adeta suçlama konusu yapılan duyarlılıkların doğruluğunun tartışılacağı yerin iddianame olamayacağı düşünülmediği gibi siyasal İslâm ve etnik milliyetçiliğin tehlike yaratmayacağı üstü örtülü şekilde vurgulanarak, bu hassasiyetlerin yanlış olduğu izlenimi verilmekte ve dahası siyasal söylem yüklü değerlendirme yapılmaktadır. Bu denli yersiz değerlendirmelerle yüklü iddianame öyle anlaşılıyor ki, CMK’nın 174. Maddesi içeriği gözönüne alınmadan mahkemece de kabul edilmiştir.”

Tam 9.5 yıl önce bu tespit yapılmış… Dikkate alınmamış…

9.5 yıl sonra Savcı bizzat itiraf etmiş… Sadece geçici olarak meslekten uzaklaştırılmış…

Ama Astsubay Ali Kaya Muğla, Astubay Özcan İldeniz Aydın, Veysel Ateş de Kandıra Cezaevi’nde bilmem kaç bayramdır yatmaya devam ediyor. Farkında mıyız?..

Müyesser Yıldız

Odatv.com

GÜNDEM ANALİZİ /// VİDEO : Başkent Kulisi /// 13.09.2016 /// Cahit Armağan Dilek – Bülent Esin oğlu – Ünver Sel – Eray Çelebi


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=W7GQsA_j1hg&feature=em-subs_digest

PARAPSİKOLOJİ & GİZEM DOSYASI /// VİDEO : NICOLA TESLA’NIN UFOLARI, SAKLANAN SIRLAR – (REJİ : KÜRŞAD BERKKAN)


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=WccrVGMenlk&list=TLGjMifw2LoWwxNDA5MjAxNg

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.