Günlük arşivler: 21 Eylül 2016

SOYKIRIMLAR VE KATLİAMLAR DOSYASI /// Sefa M. Yürükel : BATI TARİHİNDE İNSANLIK SUÇLARI


"İspanyollar bir gün, Las Casas önlerinde, 3,000 kişiyi, parçaladılar, başlarını kestiler veya ırzlarına geçtiler. Hiçbir devirde benzeri görülmemiş insanlık dışı olaylar ve barbarlıklar gözlerimin önünde cereyan etti. İspanyollar kendilerinden kaçan çocukların bacaklarını kestiler. İnsanları kaynayan sabun dolu kazanlara attılar. Kim bir kılıç darbesiyle insanları iki parçaya ayırabilecek diye bahse girdiler. Yerlilerin üzerine, onları görür görmez, bir anda yiyip yutan köpekler saldılar. Bebekleri köpeklere yem olarak kullandılar. "

Misyoner Bartelemo de Las Casas (e-kitap )

"biz onların (yerlilerin) topraklarını (vatanlarını) ellerinden aldık, yiyeceklerini tahrip ettik. Kendi gelenek ve göreneklerine ters düşen yasalarımızı uyguladık. Onları, nefret ettikleri zevklerimize uydurmağa çalıştık. Kendilerini veya mallarını kendi bildikleri şekillerde savunmak istedikleri zaman da onları katlettik… Sert savaş yollarıyla efendileri olduğumuzu kabul etmeyi öğrettik."

(Tanınmış İngiliz romancı Anthony Trollope)

"Aralık 1963’te, çok iyi hazırlanmış bir planın sonucu olan soykırımın patlak vermesinden birkaç saat önce Kıbrıs’a vardım. Planın amacı Kıbrıslı Türklerden kurtularak adayı hep Rum yapmaktı. 1962’de Yemen’de olduğu gibi, yapılan katliamlara göz şahidi oldum. Bu, birbirinden çok farklı iki soykırım savaşının bir ortak yanı, ezilenlerin savunucusu olması gereken Birleşmiş Milletlerin soykırım yapıldığını görmezlikten gelinmeleriydi. Soykırım yapıldığını kabul etseler önlemek için harekete geçmeleri gerekecekti. Halbuki görmezlikten gelmek kolay, çok daha kolaydı… "

Harry Scott Gibbons

Tüm dünyada yapılmış soykırımlar göz önüne seren yazarı gösterdiği cesaret için kutlarım."

Harry Scott Gibbons, Kıbrıs’ta Soykırım (The Genocide Files) Kitabının yazarı

İşte Batılıların katliamlar -Türklerin tarihinde batılılarda olduğu gibi insanlık dışı suçların hiç bir zaman olmadığının belgelerle açıklandığı konferansta dünyadaki katliamlar anlatıldı.

1992’de Azerbaycan’daki Hocalı Katliamı için oradaki Ermeni gazeteci şöyle diyor : "2 Mart günü 100 Türk’ü katlettiler. Başından yaralı bir kız çocuğu gördüm, ağır yarılı idi. Kızı alıp cesetlerin üzerine attılar ve hepsini yaktılar"

-Kıbrıs katliamını James Rine anlatıyor : "Kıbrıs’lı Rumlar barbarlığı temsil ettiler. Türkleri diri diri toprağa gömdüklerini gördüm."

-Fransız bir gazeteci İspanyolların işkence yöntemlerini anlatıyor: "Misyoner İspanyollar genelde çocuklara işkenceler uygulardı. En meşhur olanı ise şişe çocuk geçirme"

-Norveçte ise başka etnik grupta yaşayan çocuklar zorla ailelerinden alınıyor. Beyinleri yıkanıyor, cinsel tacizler yapılıyor. Fransa’da Avusturalya’da da bu olay belgelenmiştir. 300 bin çocuk dava açmıştır.

– Ve günümüzde ABD’nin Irak’lı Türkmenlere uyguladığı tecavüz ve sapıklıkların yapıldığı Telafer katliamları.

STOCKHOLM daki KONFERANSın videosu:

Avrupa tarihinin kökeninde soykırımlar tarihi yatar

“Batının İnsanlık Suçları ve Ermeni İddiaları” üzerine bir konferans vermek amacıyla İsveç Türk Düşünce ve Kültür derneğinin davetlisi olarak Stockholm’a gelen Sefa Yürükel; “Batının kökeninde soykırımlar yatar” dedi.

Konferansın açılışını yapan dernek başkanı Abdullah Gürgün; “Şimdiye kadar Ermeni iddiaları üzerine konferanslar düzenledik. Bu akşam farklı bir yaklaşım sergileyerek, Batının insanlık suçları üzerinde duracağız. Böylece ‘Vahşi Batı’nın halkları nasıl birbirlerine düşman ederek kırdırdığına tanık olacağız” diyerek sözü Sefa Yürükel’e bıraktı.

Sefa Yürükel konuşmasını üç bölüm altında ele alarak anlatmaya çalışacağını belirterek; “Herşeyden önce soykırım kavramını iyi bilinmesi gerekir . Dolaysıyla bu kavram çok özeldir ve herşey soykırım kavramı altında incelenemez. İnsanlar katliamlar ve facialarla bu kavramı karıştırıyorlar. İkinci bölümde 1946 taslağından 1948 Birleşmiş Milletler sözleşmeleri ve bu sözleşmelere bağlı olarak çeşitli karşılaştırmalar yaparak Ermeni sorunu üzerinde duracağım. Son bölümde de neler yapabiliriz konusunu ele alacağım” diyerek sözlerine başladı.

Soykırım suçlarıyla ilgili çalışmaların 1930’lu yıllardan itibaren gündeme gelmeye başladığına değinerek;”Tarihteki itilaflar ve özellikle savaşlarda yaşanan olaylarda ortaya çıkan belirsizlikler nedeniyle savaş suçları kavramına tam bir açıklık getirilemiyordu. Savaşlarda sivil halka yönelik yapılan öldürme eylemlerini cezalandırmakta zorluklar yaşanıyordu. Bu konu üzerinde uluslararası hukukta kesin bir tanım yoktu. Polanya kökenli ve uluslararası hukuk uzmanı Rafael Lemkin bir ölçüde de geçmişte Yahudilere uygulanan durumlardan yola çıkarak soykırım (Genocide) kavramını ortaya attı. Yunanca Geno(soy) ve Latince cide(kırım) sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur. Lemkin ilki 1932 yılında Madrid’de ve sonuncusu 1938 yılında Amsterdam’da yapılan hukuk konferanslarında bu kavramı dile getirdi. II.Dünya Savaşı sonrası Rafael Lemkin’e bu konu somut bir çalışma yapılması için görev verildi. Çünkü o tarihte soykırım kavramı ve hukuku olmadığı için Hitler Nürnberg mahkemesinde, ‘İnsanlığa karşı işlenen suçlar’dan yargılandı. Nürnberg Mahkemesi soykırım mahkemesi değildir. Bu yanlış bilinir. Dolaysıyla soykırım hukuk yoksa, cezası da olmaz. Yasalar yürürlüğe girdikten sonra suç işlenmişse, yasa geçerlidir. Bu bir hukuk kuralıdır. Soykırım suçu 1948 yılında yapılan sözleşmeden sonra oluşacak suçlar için geçerlidir ve bu tür suçlarda zaman aşımı yoktur. Örneğin Ermenilerin Azerbaycan Karabağ bölgesinde yaptıkları bir soykırımdır ama hem Azeri hem de Türkiye bunu zaman zaman katliam ya facia diye dillendiriyor. Katliam ve facia farklıdır, soykırım farklıdır. Bu kavramlar gelişigüzel kullanılamazlar” dedi.

SÖZLEŞMEYE GİRMEYEN İKİ SOYKIRIM TÜRÜ

Sefa Yürükel, bir olayın soykırım olabilmesi için dört ana maddesinin var olması gerektiği ifade ederek; “bu maddelere geçmeden önce Lemkinler’in 1946 yılında hazırladığı soykırım taslağı vardır. Bu taslak daha sonra 1948 Birleşmiş Milletler Soykırımları Önleme Sözleşmesi’nin özünü oluşturmuştur. Fakat bu taslağın iki önemli maddesi sözleşmeye konmamıştır. Bunlar kültürel soykırımlar ve siyasal soykırımlar. Bunun nedeni Birleşmiş Milletlerde beş daimi üye devlet (ABD, İngiltere, Rusya, Fransa, Çin) ve bunların veto hakkı olmasıdır. Rusya Stalin döneminde insanları yerlerinden yurtlarından etmiş binlercesini öldürmüştür. Bu siyasal soykırıma örnektir. Ruslar bu kavrama karşı çıkıyorlar, Diğer veto hakkına sahip olan devletlerse, kültürel soykırıma karşı çıkıyorlar. Bu bağlamda kültürel soykırım ne demektir: Bir ülkenin yaşantı, giyiniş, düşünce şekline, folklorüne, müziğine, diline, dinine müdahale ederek değiştirme ve yok etmedir. Kendi gelenek ve görenekleri bunun üstüne kurmadır. İngiltere, Fransa, ABD bunları dünyanın her yerinde yaptıkları için bu maddeyi sözleşmeye konulmasına karşı çıkıyorlar. Bu şu demektir, biz gelecekte de kültürel soykırımlar yapacağız demektir. Bugün böyle değil mi? Böylece bir uzlaşma sağlıyorlar; Rusya siyasal soykırımları ve diğerleri de kültürel soykırımları koydurtmuyorlar. ABD 1948 sözleşmesinin 2. Maddesine şerh koyuyor. Onlara göre, bir olayın soykırım sayılabilmesi için bir ulusun ya da etnik grubun kısmen değil, toptan ortadan kaldırılması gerekir. Çünkü gelecekte yapacaklarını garanti altına almak istiyorlar” sözleriyle ifade etti.

SOYKIRIMIN DÖRT ANA MADDESİ

Soykırım suçunun oluşabilmesi için dört aşamadan geçmesi gerkiyor. Bu aşamaları Yürükel,

I. Bir grubun bilinçli olarak başka bir grubu hedef seçilmesi (bu grubun ulusal, etniksel ya da dinsel olması)
II. Bu işin planlı, proğramlı olması
III. Bunun sistemli olarak uygulanması
IV. Bu konuda deliller yani ölüler olması gerekiyor.

Bu tanıma uymayan olaylar soykırım olarak kabul edilmiyor. Günümüzde Birleşmiş Milletlere bağlı Güvenlik Kurulu’nun bir olayı soykırım mı, değil mi diye araştırırıken raportörler kullanır. Bu raportörler sadece hukukçulardan oluşmaz çok yönlü bir araştırma grubu vardır. Ama beş daimi üye ülkeden herhangi birinin veto etmemesi gerekir. Bugün İsrail en soykırımcı tipik bir devlettir ve Filistinlilere günlük soykırım yapmaktadır ama İsrail bu suçtaan yargılanamamaktadır. Arkasında veto hakkına sahip olan ABD vardır” diyerek soykırım gerçeğine parmak bastı.

Soykırım tanımın arkasından Sefa Yürükel, ABD başta olmak üzere Batılıların 1500’lu yıllardan itibaren dünyanın çeşitli bölgelerinde yaptıkları soykırımları ele alarak açıklamalarda bulundu. Sömürgecilik dönemlerinde uygulanan soykırımların bugün unutturulmaya çalışıldığına dikkat çekti. Günümüzde sürdürülmekte olan soykırımların bir tür kamuflaj hareketleriyle göz ardı ettirilmeye çalışıldığını söyledi. İspanyolların Güney Amerika’da, ABD’nin Kuzey Amerika’da yerli halkları nasıl yok ettiklerini dile getirerek, Fransa ve İngiltere’nin sömürgecilik dönemlerindeki uygulamalarını örnekler vererek, kıyaslamalar yaparak uzun uzun anlattı. Norveç ve İsveç’in Laponlara (Samerler) ve engellilere 1979 yılına kadar uyguladıkları kısırlaştırma işlemlerini de bir soykırım olarak niteledi. Bir halkın ve grubun çoğalmasını engellendiğini söyledi. Avusturalya’da Aborjinler’e uygulanan soykırımları hatırlattı. Bu açıklamalarından yola çıkarak; “Bugünkü Avrupa’nın tarihi soykırımlar tarihi üzerine kurulmuştur” dedi.

Bir başka açıdan soykırım tanımının emperyalizmden soyutlanamayacağını dile getirerek; ”Bir ülke başka bir ülkenin kendi çıkarı için yeraltı ya da yerüstü kaynaklarını ele geçirmek için o yöredeki halk üzerinde baskı uygulayarak terk zorlanıyorsa bu da bir soykırımdır. Bugün Amerika’nın Irak’ta, Afganistan’da ve geçmişte uzakdoğu’da yaptıkları birer örnektir” dedi.

Sefa Yürükel, Ermenilerin Karabağ dağlık bölgesinde 1988 – 89’dan itibaren sistemli bir soykırımın uygulandığını ve Hocaali’nin son yer olduğunu belirterek;” bugün sanki soykırım sadece Hocaali’de yapılmış demek yanlıştır” dedi. Ermeni askerleri ve çeteleriyle birlikte olayın içinde yer almış kişilerin yaptıkları vahşeti kendi yazdıklarından örnekler vererek anlattı. Dünyanın bu olayı soykırım olarak görmediğini anlamakta güçlük çektiğini söyledi. Aynı şeyin Kıbrıs’taki Türkler içinde geçerli olduğunu vurguladı.

ERMENİ İDDİALARI

Emperyalistlerin Osmanlı toprağı üzerindeki emelleri ve kendi aralarındaki paylaşım sorunları bilinen bir gerçektir. Batı misyonerleriyle birlikte 1800’lu yıllardan itibaren girmeye başlamıştır. Amaçları bu topraklarda yaşayan Hıristiyan ahaliyi kendilerine bağlamak ve gerektiğinde kendi devletine karşı kullanmak. Ermeniler Osmanlı’nın kendilerine soykırım uyguladığını ısrarla bugünde savunmaktadırlar.

Misyonerler yaptıkları başarılı çalışmalar neticesinde Anadolu toprakları içerisinde yaşayan Ermenileri üçe böldüler:

a) Gregorjan
b) Katolik
c) Protestan

ve bunlar üzerinden oyunlar sergilemeye başladılar. 1860’lardan itibaren çıkarılmaya başlanan isyanlar bunların marifetleridir. 1878 Berlin Antlaşmasıyla Ermenilerin yaşadıkları bölgelerde reform yapılması için verilen kararlar, bu süreci hızlandırmıştır. Akabinde ilk olarak yurtdışında ve arkasından birbiri ardına Anadolu’da kurulan Ermeni Çete örgütleri Anadolu’da kargaşanın fitilini ateşlemiştir. İsyanlar peşpeşe çıkmaya başlamıştır. Amaç, Batının Osmanlıya müdahale hakkını yaratmaktır. Bu tür çalışmalar Ermenilerce, batılı elçiler ve konsoloslarla görüşmelerde sık sık dillendirilmiştir. Bu konu üzerinde günümüz olaylarıyla paralellikler kurarak bir değerlendirme yapan Yürükel; ”Osmanlı tehcir konusunda haklıydı ve yaptığı doğruydu” dedi.

I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle kendilerine vaad edilen bağımsız Ermenistan sözüne kanan Ermeniler, Rus, Fransız ve İngilizlerin yanında kendi devleti olan Osmanlı’ya başkaldırdılar. 120 bin Ermeni genci eğitilerek Rus ordularıyla birlikte Osmanlı’ya karşı savaştı. Ermenler paramiliter birlikler kurdular. Çukurova’da (Kilikya) aynı şekilde Fransız askeri elbiseleri giyerek Müslüman köylerini basarak binlercesini vahşice öldürdüler. Ermeni çeteleri Osmanlı ordusunun stratejik ve lojistik bölgelerine ve alanlarına saldırılar düzenlediler, onları arkalarından vurdular. Köylerine akıl almaz saldırılar yaparak halkı öldürdüler. Bütün bunları kendi yazdıkları kitaplarda okumak olanaklıdır diyen Yürükel;”Osmanlı tehcir kararını çok ani olarak aldı ve uyguladı. Bunu yaparken göç ettirilen insanların malları kayıt altına alındı (geri döndüklerinde verilmek üzere), önemli ve değerli mallarını yanlarına almalarına izin verildi. Gidecekleri yerler tespit edilerek gerekli hazırlıklar yapıldı. Ortada bir savaş var. Elbette arzu edilmeyen olaylar meydana gelebiliyor. Bütün bunlara rağmen tehcir esnasında hataları ya da kasıtları bulunan görevliler yargılanarak gerekli cezalara çarptırıldılar. Bu hiçbir biçimde soykırım tanımlarına uymayan bir durumdur. Osmanlı soykırım yapmamıştır. Ermeniler batılı emperyalist güçlerin oyununa gelmiştir. Batı bu oyunu hâlâ sürdürmektedir” biçiminde geniş açıklamalar yaptı.

Bu arada Kurtuluş Savaşı’na da değinen Yürükel; “Eğer Ermeni tehciri yaşanmasaydı; Mustafa Kemal, Havza, Erzurum ve Sıvas toplantılarını yapamazdı. Çünkü o bölgeler ayrılıkçı güçlerden arındırılarak güvenlikli bölgeler haline dönüştürülmüştü. O dönemin İçişleri Bakanı olan Talat Paşa yurtsever bir insandı. Ona haksızlık yapılıyor. Atatürk onun yurtseverliğini zaman zaman dile getirdi” tezini savundu.

Konferansın sonunda sorulan soruları yanıtlayarak konuşmasını bitirdi.

Kaynak adreste ayrıca konferansın videosu vardır:

TARİH : GİZEMLİ MAYALAR İLE MAYALAR VE TÜRKLÜK


GİZEMLİ MAYALAR İLE MAYALAR VE TÜRKLÜK

Orta Amerika’nın balta girmemiş ormanlarında kaybolup gitmiş bir uygarlık… Tarihte en çok merak edilen insanların soyu: Mayalar…

Kimdi bu insanlar?…

Nereden gelmişlerdi ve çağımıza hangi mesajları bırakmışlardı?

İşte bu sorular; 1773 de şu meşhur şehir Palanque’nin kalıntıları bulununcaya kadar; yazarların, kaşiflerin, bilim adamlarının iki yüz yıl boyunca kafa yordukları sorulardan sadece birkaçıydı…

Hala bile tamamen ortaya çıkarılamamış ve gün geçtikçe vahşi ormanın tehdidini üzerinde hisseden bu muazzam kent, yeni dünyanın en çok merak ettiği sırrıydı… Göz alıcı beyaz kireç taşıyla, Rönesans Masonları’nın bile kusur bulamayacağı mükemmellikte inşa edilmiş o piramitler, tapınaklar ve saraylar görenleri dehşet içinde bırakıyor… Ne yazık ki kentin en önemli binalarının duvarları üzerindeki şifrelerin çözülmesi ancak 20. Yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşebilmiş, bu hazinenin değeri ancak bu şekilde anlaşılabilmiştir.

Bulgular bizden oldukça farklı bit toplumu gün ışığına çıkarıyor. Mayalar sadece Yeni Dünya Uygarlıkları’ndan değil, kendi dönemleri içinde yaşamış Eski Uygarlıklar’dan da çok farklıydılar.

Yaşamsal gereçler haricinde pek fazla kişisel mala sahip değillerdi. Mısır ve diğer mahsulleri yetiştirmek için basit tarım araçları kullanırlar, bununla beraber toprağın verimliliğini sağlamak amacıyla, tuhaf ve acı verici majik ayinler düzenlenmesi gerektiğine inanırlardı. Bu majik nitelikli ayinler, doğayla barış yapmak adına harikulade süslü ve gösterişli giysileriyle rahipler ve kabile liderleri tarafından yürütülürdü. Maya kabilesi hiyerarşik bir toplumdu. Kanun adamları da köylüler de yerlerini bilirlerdi. Mayalar’ın, Avrupa’da aynı çağda yaşamış diğer karanlık çağ toplumlarından önemli bir farkları vardır:

Mayalar Astronomi uzmanıdırlar...

"Güneş’in 5. Çağı"nda yaşadıklarına, bizim devrenin insanına gelinceye kadar yeryüzünde "Dört Çağ" ve "Dört Irk"ın gelip geçtiğine inanırlardı. Onlara göre u dört ırk, büyük afetlerle yok olmuş, her çağdan geriye kalabilenler bu olup bitenleri anlatabilmişlerdir.

MAYA GÖZLEMEVİ

M.Ö. 12 AĞUSTOS 3114’den,
M.S 22 ARALIK 2012’ye...

Maya Kronolojisi’ne göre, yaşadığımız "5. Çağ" M.Ö. 12 Ağustos 3114 tarihinde başlar ve M.S. 22 Aralık 2012 tarihinde biter. Mayalar 2012’de dünyanın katostrofik (ağı hasarlı) depremlerle karşılaşarak, büyük bir "Tufan"a sahne olacağına inanırlar.

Bu güne kadar Mayalar hakkında birçok kitap yayınlanmış fakat, hiç biri bu tuhaf ama dikkate değer takvimi incelemeye, bu kesin tarihleri neye dayandırarak ortaya koyduklarını araştırmaya cesaret edememiştir. Takvimlerin mekaniği hakkında pek çok şey yazılmasına rağmen, onları bu tarz komplike zaman sistemleri oluşturmaya iten sebepler hala karanlıktaydı.

Artık kurdukları saatin alarmı çaldı çalacak… !?!

Ve biz nihayet onların sadece kendi zamanları için değil, tüm insanlık için hayati önem taşıyan bu bilgilere sahip olduklarını görüyoruz.

MAYA TAKVİMİ

Uygarlıkları bizim standartlarımıza göre ilkeldi belki… Çağlayan nehirlerinden başka su sistemleri, yolları, arabaları, elektronik bilgisayarları yoktu… Ama diğer konularda engin bilgi ve altyapıya sahiptiler. Son araştırmaların gösterdiğine göre Mayalar, bizim düşünemeyeceğimiz, hatta tahmin bile edemeyeceğimiz tarzda fizik ötesi bilgi ve pratiği kullanabiliyorlardı.

Bu esrarengiz insanlar, Avusturalya Yerlileri gibi rüyayı, geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman hakkında yorum ve kehanetler yapabilmek için kullanmışlar, gezegenleri ve yıldızları da modern araçlar olmamasına rağmen tuhaf bir biçimde doğru olarak takip edebilmişlerdir.

Mayalar, kendi dinlerine çok sıkı bağlı olan bir toplumdu. Sırlarla dolu dinleri dıştan bakışta hiçbir şey anlaşılamayacak kadar şifreliydi. Ona ancak inisiye olanlar nüfuz edebilmekteydi. Dinlerindeki sırlar mitolojik anlatımlarında üstü örtülü bir şekilde dile getirilmiş durumdaydı. Ama mitolojilerindeki sembolik anlatom üzlubu da çözülemeden, bu bilgilere ulaşmak hiçbir zaman mümkün olamamıştır. Mayalar kelimenin tam anlamıyla gizemli bir toplumdu…

İlk zamanlarından son zamanlarına kadar (M.S. 600 – 800 yılları arasındaki Post-Klasik dönem ve sonraki birkaç yüzyıl) dünyadaki en önemli sanat eserlerinden bazılarını üretmişlerdir. Fakat hala tam olarak anlaşılamayan bazı sebeplerden dolayı, Maya Uygarlığı çökmüş ve kabile, kentlerini terk etmek zorunda kalmıştır. Bir zamanlar muazzam piramitler inşa edip, yıldızlar ve gezegenler üzerine çalışma yaptıkları bölgenin büyük bir kısmı şu anda ormanın ve toprağın derinliklerinde yatmaktadır.

Maya Uygarlığı’nın üzerinde yükselen Toltek ve Aztek kabileleri, bugünkü Mexico City’nin daha kuzey bölümlerine yerleşmişlerdir. Bununla beraber Maya Uygarlığı’nın en son temsilcileri güneydeki tepelere ve kuzeydeki Yucatan Yarımadası’ndaki düzlüklere dağılmışlar, asıl yerleşim merkezi olan orta kısım ise tamamen terk edilmiştir.

"MAYA KEHANETLERİ"; A. G. Gilbert, M. M. Cotterell kitabından…

VİDEO LİNK : https://youtu.be/nzSQDly0p4A


NASA’DAN 21 ARALIK 2012 İLE İLGİLİ AÇIKLAMA

Yani, Dünya’nın sonu değil, sadece çağ atlayacağız…. ve MAYALAR VE TÜRKLÜK …… Araştırmasına gelelim.

Yrd. Doç. Dr. İsmail DOĞAN, Mayalarla ilgili araştırmaları için Meksika’da, başta Meksico City olmak üzere Ohaka, Merida, Çepaz, Tuhla Gutti, Palenque, Kankum, Tulum, Çetamalar şehirleri ve çevreleriyle beraber bütün Yukatan bölgesini tarayıp, Maya Antik şehirlerinde bulundu. Buralarda konuyla ilgili çalışmalar yapan Üniversite ve Araştırma Enstitüleri ile görüştü. Meksika içerisinde Palanque, Bonampak ve Merida’da yerli ahaliyle bizzat görüşmeler yaptı, soruşturma ve derleme metotlarıyla bilgi topladı ve ortaya bilimsel bir eser çıkardı.

İsmail Doğan, ayrıca Belize’de bulunan 12 Maya Antik şehrinin tamamını görüp, müzelerde incelemelerde bulundu. Guatemala’da Tikal Antik Maya şehri başta olmak üzere, Yaşha, Flores, Peten bölgesinin tamamı, Atitlan ve Guatemala City ile Antik Guatemala şehirlerini gezdi, müzelerinde incelemelerde bulunup, özellikle Peten bölgesi Mayaları ile birebir görüşmeler yaptı. Araştırması süresince yaklaşık 10.000 resim çekti, 8.000 km yol katetti. Bu çalışmaların sonunda ise Türk bilim hayatına büyük katkı sağlayacağına inandığımız bu muhteşem eser ortay açıktı.

Doğan, kitabın ‘söz başı’nda özetle şunları söylemektedir;

“…Türklüğün Asya ve Avrupa kıtalarındaki izleri hakkında az ya da çok yazılı kaynaklar vardı. Üstelik bu coğrafyayı bildiğimizden, saha araştırmalarında nelerle karşılaşabileceğimizi, nerelerden yardım alabileceğimizi biliyorduk. Bu kez, Türk bilim adamı sıfatıyla Yeni Kıta’da da Türklüğün izlerini arayacaktık.

Yeni Kıta’da Türklük dediğimizde, hemen karşımızda Kızılderililer ile ilgili bilen bilmeyen birçok kimsenin yorumlarda bulunduğunu, bu konuda müthiş bir bilgi kirliliği olduğunu gördük. Mayalar ile ilgili bilgiler ise daha çok işin mistik yönleri, bilinmezlikleri üzerine kurgulanan hayali ve uydurma bilgilerdi.


İşe, konu hakkında daha önce yapılmış olan çalışmaları tespitle başladık. Bu çalışmalar içerisinde, bilim temeline dayanmayan uydurma havadisleri ve kaynakları elemeye çalıştık.


Karşımıza çıkan tablonun çözülmesi oldukça zordu. Yurt dışında yayımlanan eserlerin çoğu, İngilizce ve İspanyolca idi. Bu eserlerde sömürgeci-istilacı güçler, Mayaları kendi ölçülerine göre ilkellik ve neredeyse yamyamlıkla tasvir etmekte, ancak, karşılarındaki medeniyet seviyesinin yüksekliği karşısında da zaman zaman samimi itiraflarda bulunmakta; sağlam bilgiler de vermekteydiler. Bu bilgileri elemek gerekiyordu.


Konu hakkında Türkiye’de Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün dil ve tarih çalışmaları sırasında yaptığı bir görevlendirme sonucu gelen, açık olmayan bilgilere dayalı görüşler bulunmaktaydı. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, Meksika’ya 1932’de Büyükelçi olarak görevlendirdiği Tahsin Mayatepek’in raporları ve bu raporlarda bahsettiği James Churchward’ın 1931-1934 arası yayımladığı ‘Mu Kıtası’ ile ilgili teorilerinin yer aldığı kitaplardır.


ATATÜRK, bahsi geçen bu eserleri Türkçe’ye çevirtip okumuş ve bir daha da ilgilenmemiştir. Buna rağmen bu konu, zaman zaman Türkiye’de, özellikle magazin haberleri arasında abartılıp, bilinmezlikler ardına atılan bir konu olmuştur.

….
Konu hakkında Türkiye’de bilinen, özellikle ATATÜRK ve Tahsin Mapatepek’in çalışmalarının esaslarını, bilim görüşü çerçevesinde kısaca ele aldık.

Yaptığımız çalışma, özellikle bir Maya Tarihi, Etnografyası, Kültürü çalışması değildi. Dolayısıyla Mayaların tarihleriyle ilgili teferruatlı anlatımlara girmediğimiz gibi, Mayaların etnik yapısı, bilimlik araştırmalarındaki ayrıntılar, inanış sistemlerinin incelikleri gibi konular üzerinde de fazla durma ihtiyacını hissetmedik. Çalışmamızın temel amacı; Mayalar ile Türklük arasında bağlantı olup-olmadığına yönelikti. Bu sebeple Maya tarihi hakkında geniş bilgi vermek yerine, okuyucuya Mayalar hakkında fikir verebilecek ölçüde Mayaların tarihi, coğrafyası ve Mayalar hakkında verilen yanıltıcı bilgileri düzeltecek bilgileri sunmaya gayret ettik. Yine Maya bilim ve sanatı hakkında, Türklükle bağlantılar kurabileceğimiz konuları ele almaya çalıştık.


Meksika’da bulunan Türkçe kaynaklı yerleşim birimlerinin adları hakkında kısaca bilgi verip, listesini de ekledik. Çalışmamıza, kendi hazırladığımız yaklaşık 2800 maddelik Mayaca-Türkçe bir sözlük de ilave ettik.


Bibliyografya bölümünde, görüp kullandığımız eserler dışında, haberdar olduğumuz ya da konu ile ilgilenenlere hazır kaynak olması açısından 800′ü aşkın eser listelenerek okuyucunun hizmetine sunulmuştur.


Albüm bölümünde ise Mayaların Kağıda Yazılı Eserleri, Heykel ve Abideleri, Seramik ve Altın İşleme Sanatlarının Örnekleri ile Maya çalgı aletlerini gösteren bölümler ilave edilmiş. Yine Albüm bölümünde, Maya Antik şehirlerinden görüntüler ile günümüz Mayaları hakkında bilgi verebilecek resimler eklenmiştir.

Çok farklı dillerden oluşan kaynakça başta olmak üzere, sahanın zorluğu dikkate alındığında yaptığımız yanlışlıklar ve eksiklerin hoşgörüyle karşılanacağını umuyorum…”

Yrd. Doç. Dr. İsmail DOĞAN

Ahmet Yesevi Üniversitesi -Araştırma Görevlisi
Kazakistan

MAYALAR VE TÜRKLÜK … E-KİTAP

İYİ OKUMALAR,

SB

MK ULTRA PROJESİ : KÜRESEL SERMAYENİN TAPINAĞI – BOHEMİAN CLUB VE BAYKUŞ İMPARATORLUĞU


KÜRESEL SERMAYENİN TAPINAĞI – BOHEMİAN CLUB VE BAYKUŞ İMPARATORLUĞU

CIA’in 1953’te başlattığı meşhur MK-ULTRA zihin kontrolü projesinin alt kolu olan Monarch (Hükümdar) programı çerçevesinde küçücük kızıyla beraber sayısız tecavüze, hem fiziki hem de psikolojik barbarlık, taciz ve işkenceye uğratılan Cathy O’Brien’ın (kurtarıcısı Mark Phillips’le birlikte) 1995’te yazdığı ve Türkçeye “Baykuş İmparatorluğu” şeklinde tercüme edilen “Trance-Formation of America” adlı eserden öğreniyoruz ki, Telegramcı “Yeni Dünya Düzeni”nin yolu fuhuş ve pornodan geçiyor.

Uzaktan elektromanyetik zihin-beden kontrolü ve yönlendirmesi olarak nitelendirebileceğimiz Telegram’ın ABD’deki bir önceki teknik, teknolojik ve metodolojik seviyesine tekabül eden MK-ULTRA-Monarch programı çerçevesinde zihnen kontrol edilip yönlendirilecek kurbanlar, çoğu daha bebekken seçiliyor, ilk çocukluklarından başlayarak ensest ve pedofili saldırılarına, akıl almaz bedenî ve psikolojik işkencelere, elektrik şoklarına, zorla ilaç ve uyuşturucu kullanımına maruz bırakılıyor.

Kendilerine her vesileyle “travma” yaşatılıp, daimi bir HİPNOZ ile de desteklenerek, bu kurbanlarda “çoklu şahsiyet bozukluğu” veya “bölünmüş kimlik bozukluğu” denilen bir rahatsızlık kökleştiriliyor. Travma doğurucu işkenceler belli bir dönemle de sınırlı kalmıyor, bu süreçte ölenlerin veya kasten öldürülenlerin arasından sıyrılıp da sağ kalmayı başaran kurbanlara hayatları boyunca tatbik ediliyor.

Sonuçta kendi iradelerini neredeyse tamamen yitirip bir “Mankurt”a dönüşen bu zavallılar, biri diğerinden habersiz sayısız “şahsiyet” halinde kendi içinde bölünüyor, aynı insanda toplu tüm bu farklı “şahsiyet”lere Batılı-Batıcı Yeni Dünya Düzeni’nin casusluğu, fahişeliği, tetikçiliği, kaçakçılığı, ayakçılığı, hizmetçiliği yaptırtılıyor. Hipnotik bir metodla programlandıkları için de kendi normal (!) zamanlarında tüm bu yaptıklarını hatırlamıyorlar. (özellikle bazı politikacıların, aydınların ,sanatçıların söylediklerini, yaptıklarını inkar etmesi !)

“Köle”lerinin hafızasızlığına, devlet ve dünya iktidarlarına sonsuzca güvenen “efendi”ler ise, bu zavallılar üzerinde tüm sapıkça, hayvanca ve sadistçe arzularını tatmin ediyorlar. Dilediklerine diledikleri gibi tecavüz ediyor, dilediklerini öldürüyor, yaralıyor veya sakat bırakıyorlar. Yine de işi şansa bırakmamak için, 30 yaşını geçen “zihin kontrolü köleleri”ni çoğu ortadan kaldırmayı tercih ediyorlar. (kazayla,intihar süsü…)

Ne var ki “program”da umulmadık aksamalar yaşandığı da oluyor ve Cathy O’Brien, Brice Taylor, Kathleen Sullivan gibi kurbanlar bu cendereden bir şekilde kurtulup, yıllar süren ve çok masraflı psikolojik tedavilerden sonra “hafıza”larını geri kazanıyor, “bölünmüş şahsiyet”lerinin derinliklerinde yatan sırları gün yüzüne çıkarabilecek imkanı buluyor. Bununla da kalmayıp, her biri bu yaşadıklarını kitaplaştırıyor.

“Yeni Dünya Düzeni”nin Amerikalı mimar, idareci ve icracılarının akla hayale gelmedik barbarlık, fuhuş ve sapkınlıkları yer yer delilli ispatlı şahitliklerle tek tek ifşa ediliyor. “Zihin kontrolü köleleri”nin zorla fahişelik yaptığı Gerald Ford’tan Ronald Reagan’a, George W. Bush’tan Bill Clinton’a, Dick Cheney’den Hillary Clinton’a, en üst seviyeden en alt memura kadar, kimi pedofil, kimi nekrofil, kimi homoseksüel, kimi lezbiyen, kimi sadist, artık “Lut kavmine parmak ısırtır” hatırınıza ne gelebiliyorsa hepsi olanca çirkefliğiyle ortalığa saçılıyor. Bir diğer ifadeyle, “tetikçi fahişe” olarak programlanan Kathleen Sullivan, şu sözleriyle kesinlikle abartmıyor:

– “Sullivan, Lücifercilerin [Satanist Elit’in], alt sınıfları hayvan olarak gördüğüne, aşağı ırktan olduklarını düşündüklerini safha safha yok etmeyi tasarladıklarına inanıyor. Onlar Lucifer’in [Şeytani arzuların] açıkça uygulanabileceği, pedofili ve hayvanlarla cinsi ilişki gibi bazı aktivitelerin kanunileştirileceği yeni bir dünya düzeni yaratmak istiyorlar.”

[Jim Keith, Amerikan Derin Devleti ve Beyin Yıkama Operasyonları, Trc: Sibel San, Nokta Yayınları, İstanbul 2006]

Amerikan başkanlarının zorunlu fahişesi” Cathy O’Brien’ın söyledikleri “bile” bizce yeter:

– “Zihin kontrolü gerçektir. MK-Ultra Hükümdar Projesi travmaya dayalı zihin kontrolü altında, kendi hür irademi, düşüncelerimi kontrol etme kabiliyetimi kaybettim. Ne soru sormayı, ne muhakeme yapmayı, ne de şuurlu olarak kavramayı becerebiliyordum ; sadece bana söylenilenleri yapıyordum. Zihnimi ve sonuç olarak tüm davranışlarımı kontrol edenler, kendilerinin “uzaylı”, “şeytan” ve “tanrı” olduklarını iddia ediyorlardı. Ama Yeni Dünya Düzeni peşinde koşan hainlerin terör amaçlı iddialarına ve hayâllerine rağmen, dünyaya ait insanlar olduklarını kendi tecrübelerimden biliyorum. Gerçekten de bizim için geçerli olan tabiat kanunları onlar için de geçerli. Beni dini, annelik içgüdülerimi ve insanlara art niyetsiz yaklaşımımı kullanarak manipüle ettiler ama iç varlığıma asla “sahip olamadılar”. Beni kendilerinden biri yapamadılar. İnsan ruhunun gücünün ne kadar büyük olacağını hesaplamamışlardı. Hatta bunun varlığından bile haberleri olmamıştı. İşte bu yüzden üzerimde başarılı olamadılar.”

BAYKUŞ İMPARATORLUĞU ve ANGELİNA JOLİE !

[Mark Philips – Cathy O’Brien, Baykuş İmparatorluğu -Bir CIA Zihin Kontrolü Kölesinin Gerçek Yaşam Öyküsü-, Trc: Uğur Alkapar, Aykırı Yayınları, İstanbul 2002]

– "Global Çete’nin gizli örgütleri içinde en esrarlısı olan ve bugüne kadar hakkında örgütün yapısı ve işleyişine dair ülkemizde hiçbir kitap yazılmayan, Bohemian Club’dır. Anılan örgütte genellikle Temmuz ayında iki Cumartesi-Pazar’ı da kapsayacak bir süre içinde ABD’nin global elitleri(!), global seçkinleri, yani tüm dünyaya büyük adam diye yutturulan ABD’li örgüt üyesi kodamanlar, bir yandan global dünyayı yönetmek için kararlar alırken, öte yandan da nekrofili (ölüye tecavüz) dahil her türlü cinsi sapıklık ve sapkınlıklarını tatmin ediyorlar. Bununla da kalmayıp, modern insanın çoktan terk ettiği, pagan dinlerinden kalma dev bir baykuş (Moloch) heykeli altında gam yakma töreni diye adlandırdıkları sözümona sembolik insan yakma törenine de katılıyorlar. Üstelik işledikleri bu alçakça suçları kendi çıkarttıkları kanun ile suç kapsamı dışına alarak Amerikan adaletinin içyüzünü sergilemiş oluyorlar. George W. Bush başta olmak üzere birçok ünlü Amerikan Başkanı ve devlet adamı bu gizli örgütün üyesidir.”

[Talat Turhan – Faik Kurtulan, Küresel Sermayenin Tapınağı Bohemian Club, İleri Yayınları, İstanbul 2006]

(Radikal dincilerin arzuları Arap Baharından sonra birbir ortaya çıktı, Mısır’da mesela, Nekrofillik için yasa talep ettiler….Solhaber)

“Baykuş İmparatorluğu”

Cathy O’Brien’ın anıları olarak "Bir CIA Zihin Kontrolü Kölesinin Gerçek Yaşam Öyküsü" alt başlığı ile yayınlanan “Baykuş İmparatorluğu” kitabında Holywood yıldızları ile Amerikan yönetimin en üst düzeyden yetkilileri arasındaki ilişkiye dair pek çok ipucu yer almaktadır. Dünyanın egemen gücü olarak dünyanın her ülkesine müdahale etmeyi kendilerinin bir hakkı olarak gören ABD elitlerinin sapkın tercihlerini konu alan bu kitabı, dünyada olan biteni anlamak isteyen herkes okumalıdır. Kendisi de bir seks kölesi olarak programlanan yazarın, küçük kızının da daha çocuk yaşta seks kölesi haline getirilme sürecine sokulduğunu anlayan bir annenin, annelik fıtratının koruma içgüdüsü ile harekete geçerek ABD’yi yöneten elitin mahrem hayatının pisliklerini ortaya seren bu itirafları bir yönüyle tiksindirici unsurlar içerse de hayra hizmet açısından takdir edilmelidir.

Bu anıları psikanalitik bir okumaya tabi tutarsak ABD’nin dünyaya yön vermek iddiasındaki isimlerinin; George W. Bush’dan Dick Cheney’e, Madeleine Albright’tan Hillary Clinton’a rezilane tablolar sergiledikleri görülür.

İslam Ülkeleri Liderlerine Cinsel Tuzaklar

Kitabın bir bölümünde ,Suudi Arabistan’ın ABD büyükelçisi olan Suud Kraliyet Ailesi’nden bir prensin (Bender bin Sultan bin Abdulaziz) cinsel ihtiyaçlarının resmi yönetimin bilgisi altında, bazı görevliler tarafından karşılanması hakkındaki bilgiler ile İslam ülkeleri yöneticilerinin cinsel içerikli şantajlara muhatap kalmasında, haklarında oluşturulan bu cinsel eğilim dosyalarının -ve muhtemel ki görüntü arşivlerinin- bir yeri olduğu kesindir.

Ülkesinin Washington’daki elçilik görevini üslendiğinde orada tam 22 yıl kaldı, bu süre zarfında Amerika’daki diplomasi ağının generali, Cumhuriyetçi partinin siyasilerinin özellikle de Baba ve oğul Bush’un yakın dostu oldu. Yazar Bob Woodward kitabında, Irak savaşının ayrıntılarına dönemin Savunma Bakanı Powell ve diğer bakanlar sahip olmadan önce Bender bin Sultan’ın bunları bildiğini yazmıştır. Sırada Suudi Arabistan vardır. Birinci sınıf prenslerin hayata gözlerini yumması ve geride kalıp tahta aday olanların önemli bir bölümünün yaşlanmasıyla birlikte Suudi Arabistan’da yönetim meselesi son derece rahatsız edici bir konu haline gelmiş durumda. Özellikle de Abdülaziz’in torunlarının sayısının bu kadar çok olduğu göz önüne alındığında. Bu net tablo içerisinde Prens Bender’in yükselişinin, Suudi Arabistan’ın etrafında ciddi siyasi dalgalanmalar yaşarken işin sonuna gelindiğini ya da bu yolda önemli adımlar atıldığını mı gösteriyor? Ve son olarak Prens Bender’in yeni görevine atanması, yavaş yavaş davulları çalınmaya başlanan savaşın göstergesi sayılabilir mi? Her halükarda durum oldukça ciddi! (basından Temmuz 2012)

(Son seçim sürecinde MHP’nin maruz kaldığı şantaja, hattâ CHP Genel Başkanlığı görevini terk etmek zorunda bırakılan Deniz Baykal’ın başına gelenlere bu açıdan bakılırsa net anlaşılabilecektir.!)

Marilyn Monroe’dan Angelina Jolie’ye…

“Baykuş İmparatorluğu” kitabında O’Brien, Marilyn Monroe’yu Zihin Kontrolü operasyonuna tabi tutularak ABD başkanları için hizmete sunulmuş ‘seks kölelerinin ilk örneği’ olarak takdim etmektedir. Gerçekten de ölüm sebebi resmi evraklarda aşırı dozda yatıştırıcı ilaç alımı sonucu intihar olarak kayıtlara geçen Marilyn Monroe’nun ölümündeki sır hala gizemini korumaktadır. Zamanın ABD başkanı John F. Kennedy (ölümü ve sözde katili hala şüpheli !) ve başkanın erkek kardeşi Bobby Kennedy (ölümü şüpheli) ile sürdürdüğü eş zamanlı ilişkinin yol açtığı psikolojik ve siyasi sorunların CIA’yi harekete geçirerek Marilyn Monroe’nun 5 Ağustos 1962 tarihinde henüz 36 yaşında ölümü ile sonuçlanan sürecin düğmesine basıldığı yaygın bir kanaattir.

Kendisi de ABD elitlerinin ‘hayvani’ zevklerinin tatmini için kullanılan Cathy O’Brien’ın anıları; Marilyn Monroe’dan sonra da devam ettiği anlaşılan ‘seks kölesi üretimi’ yanı sıra pek çok Holywood ve müzik sektörü yıldızının CIA operasyonlarında kullanıldığını göstermektedir. Bazı müzik yıldızlarının ülke içi turnelerinin eroin ve kokain sevkiyatı için önemli bir kanal haline getirildiği anlaşılmaktadır.

Daha sonra ABD başkanı olacak Bill Clinton’un daha Arkansas eyaleti valiliği sırasında bir kokain bağımlısı olduğunu dile getiren satırların arka planında CIA’nin ABD içerisinde kokain trafiğinin tam ortasında olduğu da ima edilmektedir. Cathy O’Brien’ın Bill Clinton ile ilgili anılarını içeren bölümde halen ABD Dışişleri Bakanı olan Hillary Clinton’un özel cinsel tercihleri ile ilgili satırlar da okunabilir.

Angelina Jolie’nin bir süredir ABD’nin operasyon bölgelerinde aktif olarak “faaliyet” göstermesi konusuna bu itiraflar ışığında bakıldığında konunun ABD yönetimine uzanan ayaklarını görebiliriz. Afganistan’dan Etyopya’ya, Libya’dan Hatay’a her ‘üretilmiş kriz’ bölgesinde ‘bir halkla ilişkiler kahramanı’ olarak boy gösterip fotoğraf veren Angelina Jolie’nin bu çalışmalarını “bir iyi niyet meleği”nin naif çabaları olarak görmek için oldukça saf olmak gerek. Cinsel yöneliminin biseksüel olduğunu itiraf eden Jolie’nin aktif olarak sürdürdüğü bu faaliyetlerinden bir hayır ummak imkânsızdır.

VE İNANÇ YÖNÜ

Kendilerini ,hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, "dini imanı bir" olarak tanıtarak ta tüm dünyayı kandırmaktadırlar. Ayrıca 3 semavi dinin tek bir ilah’a inanması , tek bir yerden çıkması onları hiç ama hiç ilgilendirmiyor, aksine ayrıştırmaya çalışıyorlar. Bağnaz, fanatik ve gönderilen öğretilerle hiç alakası olmayan bu dincilerin finansal olarak desteklenmesiyle de " MUSEVİLİK,HIRİSTİYANLIK VE MÜSLÜMANLIK" , yani KISACA 3 dinin bütünün olan İSLAM "BARIŞ" DİNİ çok farklı bir şekillerde anlatılıp, insanların üzerinde bir antipati yaratma gayreti içindedirler. Çünkü onların yegane hedefi GÜÇ’tür, nereden ve nasıl geldiği önemli değildir. Kendileri hiçbir şekilde bu üç büyük dinden hiçbirine mensup değildirler. Gerçek dindar insanların (hangi dine mensup olursa olsun) buna kanmadığını da belirtmek gerek.

Orta Doğu’da estirilen "Arap Baharları" nın birçok senaryoları mevcuttur. A planı tutmaz ise B planı, o da tutmaz ise C ve D planları ortaya sürülür.Bunlardan biri de Youtube ‘da yayınlanan ve müslümanları galyana getiren , islamı karalayıcı, propaganda filmin nelere kadir olduğu görülmüştür. Bunu gören diğer dinlere mensup dindar olanlar da "Müslüman" olan herkesi barbar ve vahşi olarak algılar. Yani bu bohemci, illuminatici, yeni dünya düzenciler ,hedeflerine bu şekilde ulaşmaktadır..!

Bu yüzden dikkatli olmalıyız. Tüm duyularımızı açık tutacak ve arkasında ne olduğunu düşünerek hareket edeceğiz.
Hatta gördüğümüz, duyduğumuz ve okuduğumuz herşeye sorgusuz sualsiz inanmayacağız.

Çünkü "yöneticiler", bildiğimiz "varlıklardan" değiller.

*Cathy O’Brien’ın “Trance-Formation of America” (Baykuş İmparatorluğu)… E-KİTAP İngilizce indirebilir/okuyabilirsiniz:

*BOHEMİAN CLUB – E-KİTAP Türkçe olarak indirebilirsiniz.

Talat Turhan – Faik Kurtulan

* Kathleen Sullivan-Unshackled a Survivors Story of Mind Control E-Kitap İngilizce olarak okuyabilir/indirebilirsiniz.

*ABD’nin Cesur Gazetecisi ALEX JONES ile BOHEMİAN GROVE (6 DK.)

VİDEO LİNK : https://youtu.be/F2E_HP97Rzc

*ABD’nin Cesur Gazetecisi ALEX JONES ile BOHEMİAN GROVE (1:31 DK.)

VİDEO LİNK : https://youtu.be/FpKdSvwYsrE

*MİCHAEL JACKSON uyanın diyor ! Medya’nın yalan söylediğini anlatıyor.

(Büyük bir ihtimalle öldürüldü !)

VİDEO LİNK : https://youtu.be/FpKdSvwYsrE

*Bu konuyla ilgili bir film:

MANÇURYALI ADAY / The Manchurian Candidate

DENZEL WASHİNGTON – 2004 ABD

VİDEO LİNK : https://www.youtube.com/watch?v=pFtiaquxmdA

Körfez Savaşı’nda esir düşen bir Amerikan askerinin beyni yıkanarak ülkesi aleyhine kışkırtılır. Artık Ben Marco, ülkesine karşı bir görev üstlenmiştir. Burada bilincini kaybeden Marco, başkan adayı olan Raymond Shaw’ın bir kahraman olup olmadığı konusundaki soruları zamanla çözmeye başlar.

THE MANCHURIAN CANDIDATE/CASUSLARA KARŞI (1962) /// Frank Sinatra , Angela Lansbury , John Frankenheimer

VİDEO LİNK : https://www.youtube.com/watch?v=4LDfx_bsVJU

Soğuk Savaş döneminde anti-komünizm filmleri bilimkurgu filmleri olarak tasarlanırdı. Genelde dünyayı ele geçiren uzaylılar metaforuyla ABD’yi ele geçirmesi muhtemel "yabancı"lar ve elbette ki Amerikan yaşam tarzını ve düşünce sistemini kökten değiştirecek Kominizm "bela"sı işlenirdi.

Tam anlamıyla bir anti-komünizm filmi değil, film boyunca özdeşleşme yaşadığımız kişilerin arasında kominüzme pek de soğuk bakmayan insanlar da var. Öte yandan senaryonun izleyicinin nefretini ele geçirmeyi planladığı en önemli karakterler de anti-komünistler. Ama filmin ana teması komünistlerin Kore’de Amerikan askerlerinin beyinlerini yıkamaları sonucu gelişen olası felaketler olunca filmin dengesi de sağa doğru kayıyor ister istemez.!

BİR DOLARIN ÜZERİNDEKİ BAYKUŞ !

Bu “sapkın dünya düzeni” heveslilerinin çirkin yüzlerini görelim.

DEMOKRASİ BİR YALANDIR… VE TÜRKİYE’DE UZANTILARI VARDIR..! GÖRENE ve ANLAYANA TABİİ…

"Amerikalılar dünyayı filmleri gibi sanıyorlar, kendi çektikleri filmlerde hep kendileri kazanıyorlar. Zannediyorlar ki her yerde öyle olacak."

Attila İlhan

KÜRT SORUNU DOSYASI : KÜRTÇÜLÜK VE TARİHSEL GELİŞİMİ


KÜRTLER VE TÜRKLÜK – ALİ RIZA ÖZDEMİR

2009 / Kripto Yayıncılık

Kürt kimdir ve Kürtlerin etnik kimliği nedir?

Bütün devletleşememiş sınır toplumlarında olduğu gibi Kürtlerde de bu sorunun cevabını vermek zordur. Bu zorluğun bir kaç boyutu vardır. Bu zorluklardan birisi, sınır toplumlarında diğer etnik gruplarla karışma ve örtüşmenin etnik kimliğin sınırlarını belirsiz hale getirmesidir. İkinci zorluk, devletsiz toplumların kimlik tespit etmede sıkıntı çekmeleridir. Kürtlerin etnik kimliğinin belirlenmesinde bir üçüncü zorluk daha vardır. Kürtlerin tarihi ve etnik kimliği sosyal bilimlerin konusu olmaktan çok uluslararası çıkar çatışmalarının ve ideolojilerin konusu olmuştur.

Kürtleri, kendi millî çıkarları doğrultusunda istismar etmeyi hedefleyen devletler ve çıkar odakları, Kürt kimliğine bilimsel ölçütler içinde yaklaşmaya çalışan araştırmalara karşı çok sert ve etkili bir psikolojik savaş yürütmüşlerdir. Böylece, Kürt kimliğinin bilimsel araştırmasının önünü keserken, kendi konjonktürel tezlerinin etkinlik kazanmasını sağlamışlardır. Örneğin, Encyclopedia Britannica’nın 1875 ile 1911 yılları arasındaki bütün baskılarında Kürtler, Turanî bir toplulukken 1911 yılından sonraki baskılarında birdenbire Mezopotamyalı bir kavme dönüşmüşlerdir.

Elinizdeki kitap, sosyal bilimlerde “Kürt” meselesi kadar siyasallaşmış bir konuda yazılabilecek en objektif çalışmalardan birisidir. Çalışmayı objektif yapan husus Kürtleri bir şey yapmaya çalışmamasından ve sadece durumu tespit etme gayreti içinde olmasından kaynaklanmaktadır. Okuması kolay, anlaşılır ve akıcı günlük bir dille yazılmış olması da çalışmanın bir diğer üstünlüğüdür.

PKK Terörü Neden Bitmedi, Nasıl Biter ?

Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ

2008 / Kripto Yayıncılık

1984’ten bu yana devam eden PKK terörüne karşı sürdürülen mücadelenin uzun ve zor bir mücadele olacağı Türkiye’de yaşayan herkesin aklına bir şekilde kazındı. Fakat, gelinen noktada, bu durumdan fazlasıyla mağdur olan Türk milleti, artık şu soruyu ülkeyi yönetenlere çok şiddetli bir şekilde sormaya başladığı görülüyor; “Bunca mücadeleye rağmen, PKK NEDEN BİTMİYOR?”

Uzun soluklu ve zor mücadelenin bugün geldiği noktanın konuşulması, tartışılması çok tehlikeli ve akıl almaz çözüm önerilerinin gazete manşetlerine kadar taşınması, çözümün olmadığına dair düşünce ifade edenlerin ise sayılarının her geçen gün artması, milletin sorduğu bu sorunun şiddetini giderek daha da artıyor. Durum böyle iken, PKK TERÖRÜ NASIL BİTECEK?

Türkiye’de güvenlik alanında yaptığı çalışmalarla otorite olan, Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın yıllar içinde uzun soluklu bir çalışma neticesinde hazırladığı rapor tarzındaki bu kitap, sadece öneride kalmamakta, daha önce bahsedilmemiş ve de denenmemiş çözümün stratejisini de ortaya koymaktadır.

Sonuç olarak, bu çalışma, güvenlik, istihbarat ve terör konularına meraklı olan uzmanların yanı sıra, ülkemizin sorunlarına duyarsız kalamayan bütün okuyucularında ilgisini çekecek çok iddialı bir eser olarak kamuoyuna sunulmuştur.

• PKK terörü Türkiye’de mağdur çoğunluğu ilgilendiren bir ‘TÜRK SORUNU’ yarattı mı?

• Türkiye etnik bir cehenneme doğru mu gidiyor?

• PKK ve DTP’nin Üst düzey yöneticilerinin etnik kimlikleri neden açıklanmalı?

• Mozaik nedir, neden bilimsel değildir?

• Türkiye, PKK’ya karşı Irak sınırına tampon bölgeyi ABD, Irak ve Peşmergelerle pazarlık yapmadan nasıl kurabilir?

• Genelkurmay’ın internet sitesinden PKK’yla yapılan mücadeleyle ilgili haberler neden kaldırılmalı?

• Türkiye tarafından Kuzey Irak askeri müdahale durumunun nedenleri, hedefleri ve sonuçları ne olmalı?

• Teröre karşı, askeri, hukuki, istihbarati önlemlerin yanı sıra, siyasi, ekonomik, psikolojik ve kültürel önlemler nasıl alınmalıdır?

PKK NASIL BİTER?

Bu ve benzer soruların cevaplarını, Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın ilginç tespit ve çözüm önerilerini “PKK NEDEN BİTMEDİ? NASIL BİTER?” isimli bu kitapta bulacaksınız…

101 SORUDA KÜRTLER – ALİ RIZA ÖZDEMİR

2009 / Kripto

"Kürt” kelimesinin anlamını; Kürtlerin etnik kökenlerini, tarihini, coğrafyasını, dilini, kültürünü ve dinini belgelere göre anlatan bilimsel bir çalışma…

Kimimizin az bildiği, kimimizin hiç bilmediği, kimilerinin de çok bildiğini sanıp aslında hiçbir şey bilmediği “Kürt”, “Kurmanç” ve “Kürtçülük” konularına ışık tutan bir yapıt…

Tarih boyunca Türklük dışında başka bir kimlikle ifade edilmeyen Kürtlerden, son birkaç yüzyılda ayrı bir ulus inşa etmek için yapılan sistemli çalışmalara izah getiren tamamlayıcı bir kitap…

Açık, akıcı ve kolay anlaşılır bir üslûp, akılda kalan etkili bir anlatım, soru ve cevaplarla okuru yormayan net cevaplar…

KÜRTÇÜLÜK I – BİLAL ŞİMŞİR

Bilgi Yayınevi

Osmanlı Devleti, yakın çağlara bunalımlar içinde girmişti. Kürtler bu bunalımlar sırasında Avrupa tarafından "keşfedildi" ve Kürtçülük , bu bunalımlı yıllarda uç verdi. 1787’den Cumhuriyet dönemine kadar araştırma

Kitap Önsöz ve Giriş’ten sonra şu dört ana bölümden oluşmaktadır:

I-Kürtçülüğün tarihsel kökenleri. Avrupa Kürtleri ve "Kürdistan"ı keşfediyor (1787-1826),

II-Tanzimat sürecinde Kürtçülük: Avrupa, Kürtçülüğün teorik altyapısını oluşturuyor (1827-1877),

III-Sevr sürecinde Kürtçülük: Rumeli tamamdır; Avrupa, Anadolu’ya odaklanıyor,

IV-Mondros’tan Lozan’a Kürtçülük: Avrupa’nın Anadolu’da "Kürdistan" operasyonu (1918-1923),

Ekler, 1787-1923 dönemini kapsayan kronoloji,

Kaynaklar ve Dizin.(2. basım Ağustos 2007).

(Not: Bu kitap, 2007’de Sosyal Bilimler dalında yılın kitabı seçilmiş ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ‘nin Sedat Simavi Ödülünü kazanmıştır).

KÜRTÇÜLÜK II. BİLAL ŞİMŞİR

Bigi yayınevi

1924 ile 1999 arasını kapsıyor.

Kitap şu dört ana bölümden oluşmaktadır:

I-Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı Avrupa ve ABD’de bölücülük hareketleri: Cumhuriyete dışarıdan düşmanca saldırılar (1924-1999);

II-Cumhuriyetin ilk çeyreğinde Türkiye’de ayrılıkçı-bölücü hareketler: Cumhuriyete İçeriden dış destekli saldırılar ve karşı önlemler (1924-1950);

III–Cumhuriyetin ikinci çeyreğinde Türkiye’de ayrılıkçı-bölücü hareketler: Cumhuriyete içeriden dış destekli saldırılar ve bunlara karşı alınan önlemler (1950-1975);

IV-Cumhuriyetin üçüncü çeyreğinde Türkiye’ye karşı dış destekli bölücü terör: ASALA ve PKK’nın Eş Zamanlı Olarak Sahneye Çıkışı (1975-2000).

ZAZALAR VE TÜRKLÜK – ALİ RIZA ÖZDEMİR

KRİPTO YAYINLARI

“101 Soruda Kürtler” ve onun ardından yayımlanan “Zazalar ve Türklük” kitaplarımda “Alevî Kürtler” ve “Alevî Zazalar” kavramları etrafında bazı açıklamalarda bulunmuş, ardından bugün Zazaca ve Kurmançca konuşan aşiretlerin, bu dilleri sonradan öğrendiklerini ve köken olarak Türkmen oldukları kanaatine vardığımı ifade etmiştim.

Bu kanaatime delil olarak da başta Şeref Han ile Evliya Çelebi’nin eserleri olmak üzere diğer Osmanlı kayıtlarını göstermiştim.

Okuyanların anımsayacağı üzere, Kürtlerin tarihini en küçük detaylarına kadar yazan Bitlisli Şeref Han, 1592 yılında bitirdiği kitabında, (16. yüzyıl) Yezidî olan küçük bir kısmı hariç, Kürtlerin tamamının Şafi mezhebinden olduğunu ifade etmişti.

Bundan yaklaşık bir asır sonra (17. yüzyıl) bölgeyi gezip çok detaylı bilgiler veren Evliya Çelebi de, Kürtlerin Şafi mezhebine mensup olduğunu kayıt altına almıştı.

Yani bölgede 16. ile 17. yüzyıla kadar Kürtçe konuşan bir tek Alevî (ve Hanefî) aşireti bile yoktu.

Bu durumda iki seçenekle karşı karşıya kaldığımızı ifade etmiş; ya Kurmanç ve Zaza aşiretlerinden bazılarının Alevî olduğunu yahut da bazı Alevî aşiretlerinin, Kurmançca ve Zazaca konuşmaya başladıklarını ifade etmiştim.

Bu ihtimallerden hangisinin gerçekleştiğini çözebilmek için, Zazaca ve Kurmançca konuşan Alevî aşiretlerin, kendi soy kütüklerini nasıl ifade ettiklerine bakmamız gerektiğini söylemiştim. Çünkü tarihi kayıtlardan, bölgede sayısız Türkmen aşireti olduğunu biliyorduk. Ayrıca toplumların ekâbir takımının soy kütükleri hakkında, atalarından duyup sonraki nesle aktardığı bilgiler, tarih araştırmalarında kullanılan kaynaklar arasındaydı.

İlginç şekilde, Zazaca ve Kurmançca konuşan Alevî aşiretlerin ileri gelenleri de, Zazacayı ya da Kurmançcayı sonradan öğrendiklerini ve ‘Öz Türk’ olduklarını atalarından gelen bir bilgi olarak ifade ediyorlardı. Hala da bu tezi savunmakta, bilhassa ‘Horasan’dan gelen Türkler’ olduklarını iddia etmektedirler.

Bu köken iddiası, inkâr edilemez ve reddedilemez şekilde, neredeyse tamamına yakın bütün kaynaklar tarafından ifade edilmiştir. Halen de söz konusu edilen toplum içinde diri şekilde yaşamaktadır.
Güneydoğu Anadolu’nun tarihi seyrini dikkate aldığımızda, bölgede (ve genel olarak bütün toplumlarda) din/mezhep değiştirmenin, dil değiştirmeden daha zor olduğu gerçeğini ve Kurmançcanın pazar dili oluşunu da ayrıca dikkate almak gerekiyor.

Zaten “Zazalar ve Türklük” kitabımızda da söz konusu aşiretlerden birçoğunun Osmanlı kayıtlarında “Türkmen” olarak geçtiklerini ve bunların dip kültürünün Türk kültürü ile aynı olduğunu delilleri ile ortaya koymuştuk.

Dünyanın hızla yeni bir savaşa sürüklendiği ,Hatay’da çatışmaların başladığı 1937’de; Tunceli (Dersim) bölgesinde başlatılan ama kökü 1920’deki Koçkırı ayaklanmasına kadar uzanan isyanın sebebi neydi?

O projenin arkasında hangi Kürtçü/Kürdistancı örgütler vardı?

Seyit Rıza kimdi; isyanların Alevilikle ilgisi bulunuyor muydu?

Tunceli’nin kültürel kimliği neydi?

Dersim ayaklanmalarını; bu ayaklanmayı çıkartanların ve yürütenlerin belgelerini temel alarak ve Tunceli bölgesini de inceleyerek yazdık.

“Dersimliler, beni dinleyin; başınızda bir felaketin dolaştığını görüyorum.” 1916- Hacı Bektaş postnişini, Çelebi Cemalettin Efendi

"Tunceli’de Alevilik eğitimi de veren okullar açalım.” ,

1926 – Mustafa Kemal ATATÜRK

“İngiltere Hükümeti’ne, Türk hükümeti; Dersim bölgesine girmeye kalkışmıştır. (…) Kürtler, bu olay karşısında silaha sarıldılar. Ben ve yurttaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık.”

1937- Dersim Generali Seyit Rıza

“Ben Türk ordusuna tek kurşun atmadım” ,

Seyit Rıza (Yakalandıktan sonra)

“İntikam!.. Kürdistan denilen yıkık anayurdun kurtarılması için. İntikam!… Kürt diyarında uluyan sırtlan ve çakallar ırkının (Türk’ün) pis vücutlarından Kürt vatanını temizlemek için.” Dersimli Baytar Nuri (Seyit Rıza’nın akıl hocası)

“Ankara hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Bugün Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden, kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişi ile karşı karşıya bulunuyoruz.”

29 Temmuz 1937 tarihli Komüntern’in yayın organı Rundschau.

***

Rıza Zelyut, “Dersim İsyanları ve Seyit Rıza Gerçeği” adlı eserinde bölgedeki aşiret reisleri ve ağalarının o dönemde yaptıkları PROPAGANDALARDAN bazılarını şöyle ifade eder:

“-Dersim’deki kadınlar gündüz kocalarının, gece askerin olacak,

-Elazığ halkevinde yaptıkları gibi, kadınlarla erkekleri birlikte toplayacaklar; sonra da mumları söndürecekler,

-Evlerin bir giriş bir de çıkış kapısı olacak, iki kapıda da polis bekleyecek; sizlerin bütün kazandıklarınız elinizden alınacak.

-Ekmek, odun, hatta keçilere toplayacağınız meşe yaprakları bile izin kağıdına (vesika) bağlanacak, bunların vergisini vereceksiniz ” .

***

İngiliz Devlet Arşivlerinden Gizli Belgelerle Kanıtlıyoruz: Dersim’de Zehirli Gaz Kullanılmadı :

Türkiye’ye yöneltilen suçlama; özetle şöyledir:

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1937 yılında, "Seyit Rıza" nın başını çektiği Dersim isyanını kanla bastırmış; yöre halkını kundaktaki bebeklerine, hamile ka dınlarına, yaşlılarına varıncaya dek meydan lara toplayıp üzerlerine ağır makinalı tüfeklerle kurşun yağdırarak ve de zehirli gaz kullanarak soykırıma uğratmış; bir bölümünü de maden ocakları vs. çalış tırmak amacıyla sağ bırakıp çalışma alanlarına sürmüş, buralardan ayrılmalarını yasaklamıştır. Bu işgal, ilhak ve soykırım; 1937-1938 yıllarında Cumhurbaşkanı Atatürk’ün, Başbakan İnö nünün, Başbakan Ce lalBayar’ın, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın, General Abdullah Alpdoğan’ın buyruklarıyla, şun yağdırarak Türk Ordusu tarafından gerçekleştirilmiştir.

İhsan Sabri Çağlayangil

(Cumhurbaşkanı Yardımcısı), Muhsin Batur (Genelkurmay Başkanı) gibi Türkiye Cumhuriyeti devlet adamları, uygulanan soykırımın tanıkları olup, yıllar sonra yayınlanan anılarında "Dersim’de zehirli gaz kullanılarak 7’den 70’e soykırım yapıldığı"nı ikrar ve itiraf etmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, soykırım suçundan dolayı uluslararası yargı organlarınca yargılanmalı; o tarihteki devlet yöneticileri soykırım suçlusu olarak damgalanmalı, adı "Tunceli’ye dönüştürülen beldenin "Dersim" olan önceki adı geri verilmeli; geçmişte yapılan bu soykırım için özür dilenmeli, topraklar kendilerine geri verilip tazminat ödenmeli; "Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı" (özerklik, bağımsızlık, vs.) tanınmalı, "Dersim"in 1937-1938 öncesi özgür, bağımsız, demokratik yönetim yapısına yeniden kavuşmalıdır…

Bu suçlamaların gerçeğe aykırılığını, Bütün Dünya dergisinin, Ocak 2010, Ocak 2012 ve Şubat 2012 sayılarında yayımlanan "Dersim Dersi" başlıklı yazılarımla kanıtlayarak göstermiştim.

İngiliz Devlet Arşivlerinin gizli belgelerinden, gizliliği kaldırılarak internet üzerinden araştırmaya ve telif hakkı ödenerek yayınlanmaya açılan belgelerde yaptığım araştırmada; "Dersim’de Zihirli Gaz Kullanıldı" suçlamasının gerçeğe aykırı ve iftiradan ibaret olduğunu kanıtlayan belgelere ulaştım; bunların telif ücretini ödeyerek satın aldım; ve işte şimdi yayımlıyorum:

BELGE 1: (adresten bakınız)
24 Mayıs 1938 – Türkiye, İngiltere’ den zehirli gaz savaşı konusunda uzman istiyor.

BELGE 2: (adresten bakınız)
9-11 Ocak 1939 – İngiltere, Türkiye’ nin 24 Mayıs 1938’de istediği Zehirli Gaz Savaşı uzmanını, en erken 1939 Nisan ayından sonra Türkiye’ye gönderebileceğini bildiriyor

Dünyada ve Türkiye’de ilk kez şimdi yayımladığımız bu belgeler, 1937-1938 yıllarında Türkiye’de, zehirli gaz ve de zehirli gazın silah olarak nasıl kullanılacağı konusunda uzman kimsenin bulunmadığını; Türkiye’nin ilk kez 1938 yılı ortalarında İngiltere’ye başvurararak zehirli gaz savaşı konusunda İngiliz uzman isteminde bulunduğunu; İngiltere’nin Türkiye’yi 1939 yılı ortalarına dek oyaladıktan sonra, bu istemi 1939 yılı ortalarında kabul ettiğini göstermektedir.

Sonuç:

"Dersim’de zehirli gaz kullanılarak soykırım yapıldığı" ileri sürülen 1937-938 yıllarında, Türkiye’nin elinde zehirli gaz olmadığı gibi, zehirli gazın silah olarak nasıl kullanılacağını bilen uzman da yoktur. "Dersim Harekâtı"nda zehirli gaz kullanıldığı suçlaması; uydurmadır.

Bu belgelerden sonra bir daha Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, Atatürk’ü, İsmet İnönü’yü, Celal Bayar’ı, Fevzi Çakmak’ı, Abdullah Alpdoğan’ı, "Dersim"de zehirli gaz kullanmakla suçlayacak olanlar; iftira suçunu işlemiş olacaklardır.

Atatürk, kendisini suçlayanlara Abraham Lincoln’e atfedilen şu sözle yanıt vermiştir:

"Herkesi bir defa, bazılarını her zaman aldatabilirsiniz. Ama herkesi her zaman aldatamazsınız."

(You can fool all the people some of the time and some of the people all the time but you cannot fool all the people all the time.)


Bir de atasözümüz vardır: "Yalancının mumu, yatsıya kadar yanar."

Cengiz Özakıncı/Bütün dünya

(Belgelere bu adresten bakabilirsiniz.)

***

Dersim’i Hıristiyanlaştırmak üzere çalışmalar yürüten ve bu doğrultuda 1911 yılında "Dersim Kürtlerinin Dini" başlıklı bir rapor yayınlayan Henry H. Riggs, Amerika’lı misyoner bir ailenin çocuğu olarak 1875 yılında Sivas’ta doğdu. Dedesi, Türkiye’ye gelen ilk misyonerlerdendir.

Henry H. Riggs’in, aşağıda tam metnini okuyacağınız “Dersim Kürtlerinin Dini” başlıklı raporunda, bir takım ırkçı, etnik ayırımcı yargılar bulunduğu görülüyor. Yazar, Ermenilerle Kürtlerin ırkdaş olduklarını savunuyor.

Rapor, Dersimlilerin 1908 Devrimi’nden sonra İttihad ve Terakki yönetimine bağlılık gösterdiklerini ortaya koyması bakımından ilginç olduğu gibi, Dersim’deki yaşama ilişkin doğrudan gözlemler içermesi bakımından da önemlidir. Riggs’in kimi yanlış saptamalarını irdelemeyi yazının sonuna bıraktım.

işte raporun tam metni: (adreste : )

Henry H. Riggs’in Ocak 1911’de yayınlanan Dersim raporunu yukarıda aktardım. Burada özetin özeti olarak şunları söyleyebilirim:

Riggs, kendilerini "Zaza" olarak tanımlayan Dersim’lileri Ermenilerin ırkdaşı "Kürt" ler olarak gösteriyor ve Türklere karşı ırksal ve dinsel nefret aşılıyor. 1908 Devrimi konusunda "bütün ırklara yeni bir gün doğuyor" sözleriyle, Osmanlının ırksal, dinsel, etnik ayrışmayla parçalanmasını istediğini açığa vuruyor. "Hıristiyan atalar" nitelemesiyle, soy ve din harmanı yaparak, bin yıl önce dedesi ninesi Hıristiyan olanın yeniden Hıristiyanlığa döndürülmesi gerektiğine inandığını gösteriyor. Dersim’de koyun, koç biçimli mezar taşlarını, İsa’nın lakabının "Kuzu" (İng. The Lamb)olmasıyla bağlantı kurarak, halkın geçmişte Hıristiyan olduğuna kanıt gösteriyor.

Oysa, Orta Asya’da, İsa’nın doğumundan önce yapılmış koyun, koç biçiminde mezar taşları vardır; bunun eski Türk gömü geleneğinde yeri olduğunu, Akkoyunlular ve Karakoyunlular ile Dersim bölgesine getirildiğini bilmiyor.

İsa’nın doğum yeri olan Nasıra’nın, M.Ö. 600’lerden başlayarak bir İskit Türk yerleşim bölgesi olduğunu; İsa’nın ve annesi Meryem’in Sami olmayıp, İskitlerden olduğunu; İsa’nın "Son Yemek"te; "bu şarabı içiniz o benim kanımdır, şu lokmayı yiyiniz o benim etimdir" sözlerinin, tamı tamına İskit kan kardeşliği andından ibaret olduğunu; bozulmadan önceki ilk Hıristiyanlığın, İskit Türk damgalı gelenek ve görenekler içerdiğini bilmiyor. Bildiği tek şey, Ermeni ve Kürtleri, Türklere düşman etmek ve Osmanlı topraklarını parçalamak. Misyoner Henry H. Riggs’in 1911 Dersim Raporu, bu bakımdan önemli ve anlamlı…

CENGİZ ÖZAKINCI – pdf olarak DERSİM RAPORU 3

CENGİZ ÖZAKINCI – DERSİM DERSİ I ve II :

Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey, 3 Ekim 1921 günü Büyük Millet Meclisi gizli oturumunda yaptığı konuşmada, Koçgiri Ayaklanması’nı kışkırtanların Dersim aşiretlerine giydirmeye çalıştıkları etnik kimliği reddederek, bu aşiretlerin çoğunun yüzyıllar önce Horasan’dan gelmiş, süreç içerisinde çeşitli nedenlerle komşu aşiretlerin etkisinde kalarak Kürtçe konuşmaya başlayan Alevi-Kızılbaş Türkmenler olduğunu söylemişti.

Dersim aşiretlerinden Hasan Hayri Bey’in 1921 yılında Meclis’ te yaptığı bu açıklama, Atatürk karşıtlarının sıkça dile getirdikleri: "Kemalistler, 1924’ten sonra, Kürtleri asimile etmek için ‘Kürtlerin bir Türk boyu olduğu’ yalanını uydurdular" savını geçersiz kılıyordu; çünkü ayrılıkçıların "Te-Ce’ nin resmi tarih tezi" diyerek yalan saydıkları bu tarihsel olgu; 1924’te değil, 1921’de; Atatürk tarafından değil, bir Dersim aşiret reisince dile getirilmişti.

DERSİM DERSİ I : (pdf olarak indirebilirsiniz)

…1938 Harekatında çok sayıda yurttaşımızı yitirdiğimiz doğrudur. Fakat bunların çoğu, düzenli birliklerce değil, aralarında kan davaları bulunduğu için askerle birleşip isyancı aşiretlerle kurşun sıkan Dersim aşiretlerince öldürülmüşlerdir. Sözü edilen toplu intiharlar, kadınların, çocukların öldürülmesi; düzenli birliklerin değil, ilkel “kan hukuku”na uygun davranan aşiretlerin eylemleridir. Kan Hukuku, suçlu sayılan aşiretlerin, diğer aşiretlerce kadın çocuk ayırmaksızın toptan katledilmelerini buyurduğu gibi; kuşatılan bir aşirette erkekler önce kendi kadınlarını ve çocuklarını öldürüp sonra düşmanla savaşa tutuşmakta; yenileceğini anlayan aşiret üyeleri,topluca intihara yönelmektedir…

DERSİM DERSİ II : (pdf olarak indirebilirsiniz)

DERSİM YALANLARI VE GERÇEKLER

SİNAN MEYDAN

En kanıksanmış Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri “Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün liderliğindeki genç Cumhuriyetin, 1937-1938 yıllar›nda Dersim’de Kürtleri katlettiği !” biçimindedir. Ülkemizde bugün, tarihçisinden gazetecisine, eğitimcisinden siyasetçisine kadar neredeyse herkes, Türkiye Cumhuriyeti’nin Dersim’de bir kıyım ve katliam yaptığını peşinen kabul etmiş gibidir.

Örneğin, İsmail Beşikçi’nin bir kitabının adı, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi’ dir. Hasan Cemal’in bir yazısının adı da, Dersim Katliamını Mazur Göstermeye Çalışmanın Ahmaklığı Üzerine’dir.

Dersim yalanı” Türkiye’de son zamanlarda sıkça siyasete alet edilmeye de başlanmıştır. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Meclis kürsüsünden defalarca “Tek Parti döneminde Dersim’de katliam yapıldı!” demiştir.

“Dersim’de katliam yapıldı !” iddiaları, bugün bazı iç ve dış Cumhuriyet düşmanlarınca, Türkiye’yi soykırımla suçlamak için kullanılmak istenmektedir. Örneğin, 13 Kasım 2008’de Avrupa Parlamentosu himayesinde Dersim Soykırımı Konferansı düzenlenmiştir. Düzenleyenler, bu konferansın amacını, Ermeni, Süryani, Pontus Rumlarına karşı soykırım suçu işleyen Türkiye’nin suçlar listesine yeni bir insanlık suçu daha ekleniyor: “Dersim soykırımı” biçiminde açıklanmıştır. Prof. Dr. Ronald Mönch, Dersim’de yaşananların insanlık suçu olduğunu savunarak Atatürk ve dönemin Bakanlar Kurulu üyeleri ile üst düzey askeri yetkililer için, “Yaşasalardı savaş suçlusu olarak yargılanmaları gerekirdi!” demiştir.

19 Kasım 2009’da Dersim Soykırımı Konferansı’nın ikincisi yine Brüksel’de yapılmıştır. Bu toplantılardan sonra, Dersim harekatının ’soykırım’ olarak tanımlanmasını isteyen bir heyet, bu olayları Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne götürmek için harekete geçmiştir. Aralarında ABD’li avukat Prof. Dr. Barry Fisher ile Dink davası avukatı Erdal Doğan’ın da bulunduğu heyet, 12 Nisan 2011’de Tunceli’de incelemelerde bulunmuştur.

Dersim yalanı, kartopu misali büyüdükçe büyümüş ve sonunda 1937-1938 Dersim isyanını bastıran CHP içinden bazıları bile bugün “Evet! Dersim’de katliam yapıldı !” deme noktasına gelmiştir.

Peki ama gerçekte Dersim’de ne olmuştur?

Bütün dünya dergisinden pdf olarak indirebilirsiniz.

DERSİM 1 :

DERSİM 2 :

DERSİM 3 :

DERSİM 4 :

DERSİM 5 :

ATATÜRK ÖZERKLİK VERDİ YALANINA CEVAP I :

ATATÜRK ÖZERKLİK VERDİ YALANINA CEVAP II :

ATATÜRK ÖZERKLİK VERDİ YALANINA CEVAP III :

* SİNAN MEYDAN – SAKLI TARİH İLE DERSİM/TUNÇELİ

Uğur Mumcu’nun yazılarında Dersim

AZINLIK ŞOVENİZMİ!..

İngiliz gizli belgeleri üzerinde yapılan araştırma, Kurtuluş Savaşı günlerinde İngilizlerin Ermeni ve Kürt azınlıkları kışkırtmak için yoğun çalışmalar yaptıklarını kanıtlamaktadır. Bu belgelerden iki tanesini aktaralım:

Amiral Sir F. Derobeck’ten Lord Curzon’a gönderilen rapor (Sayfa no:108, belge 103, tarih: 28 Temmuz 1920)

– Kürt meselesi hakkında sizin fikrinizi bilmiyorum, daha kesin bir karara varmanız için bunu yazıyorum. Damat Ferit bana geldi, sulh anlaşmasına göre Kürtler ayrı bir devlet olacaklar. Kürt liderleri Mustafa Kemal’i sevmezler, çünkü o bolşevikliği getirmek istiyor. Siz Mustafa Kemal’den nefret ediyorsunuz. Çünkü o sizin yaptığınız anlaşmayı kabul etmiyor. O halde Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı birlikte kullanalım, dedi… (İngiliz Belgelerinde Türkiye, Erol Ulubelen, Çağdaş Yay. s:264)

Aynı İngiliz Amiralinden Lord Curzon’a gönderilen bir başka raporda “Kürdistan, Türkiye’den tamamen ayrılıp özerk olmalıdır. Ermenilerle Kürtlerin çıkarlarını bağdaştırabiliriz. İstanbul’daki Kürt Kulübü Başkanı Said Abdülkadir ve Paris’teki Kürt delegesi Şerif Paşa emrimizdedir…” denilmektedir. (Sayfa no:49, belge no:33, tarih 26 Mart 1920)

Ermeni ve Kürtleri Ankara hükümetine karşı ayaklandırma çabalarının arkasında, o zaman, ABD ve İngiliz hükümetlerinin olduğu bugün artık belgelerle kanıtlamıştır. Bu konuda bugün için hiçbir kuşku yoktur.

Cumhuriyetin kurulmasından hemen kısa bir süre sonra Doğu’da başlatılan “Kürt İsyanı” da yine İngiliz desteği ile sahneleniyordu. “Şeyh Sait ayaklanması” olarak bilinen bu ayaklanma, 1925 yılının şubat ayında dinsel görüntülerle ortaya çıkmış, daha sonra “Bağımsız Kürt Devleti” kurmaya yönelmişti. (İngiliz Belgeleriyle Türkiye’de “Kürt Sorunu” (1924-1938) Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim Ayaklanmaları, Dışişleri Bakanlığı Yay. Evi., s:21, Türk-İngiliz İlişkileri. 1919-1926, Doç. Dr. Ömer Kürkçüoğlu, SBF Yay., s.309)

İngilizlerin, Kurtuluş Savaşı döneminde Ermenilere nasıl destek oldukları. Prof. Gotthard Jaeschke’nin, Tarih Kurumu tarafından basılan “Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri” adlı kitabında da yeterince anlatılmıştır. (s:40-47)

Bugün, 1925 yılında sahnelenen dinsel görüntülü bir bölücü ayaklanmaya bakarken, Şeyh Sait’in İngiliz silah fabrikalarına silah siparişi verdiği, İngiliz silah fabrikalarının da o tarihte İngiliz “Intelligence Service” ile iç içe çalışan silah tüccarı Vasil Zaharoff ile eşgüdüm halinde olduklarını bilmek gerekir. Muğlalı bir Rum olan Zaharoff’un İngiliz Başbakan, Lloyd George’un yakın dostu olduğunu ve İngiliz hükümetince silah ticaretindeki başarılarından ötürü “sir” unvanı ile ödüllendirildiğini anımsarsak, Şeyh Sait ile İngiliz silah fabrikaları arasında kurulan köprülerin siyasetten arınmış “masum bir ticaret” olmadığı sonucuna ulaşırız.

Kaldı ki o günlerde genç Türkiye ile İngiltere arasında henüz çözüme bağlanmamış “Musul sorunu” bulunmaktaydı. Lozan anlaşmasında kesin bir çözüme bağlanmayan Musul sorunu, 1923 yılında İngilizlerin başvurusu ile yeniden gündeme gelmiş ve sorunun çözümü için 1924 yılında İstanbul’da “Haliç Konferansı” düzenlenmişti. Haliç konferansında İngilizler, Musul dışında ayrıca, “Nasturi Hıristiyanları” için Hakkari ilini de istemişlerdi. Sorunun bir çözüme bağlanamaması üzerine konu İngiliz hükümetince “Milletler Cemiyeti”ne götürülmüştü.

Milletler Cemiyeti, sorunun çözümü için biri Macar, biri Belçikalı biri de İsviçreli olan üç kişilik bir komisyon görevlendirmişti. Musul’daki Türk egemenliğini kaldıran komisyon kararı, Türkiye tarafından reddedildi. Bunun üzerine sorun Milletlerarası Daimi Adalet Divanına götürüldü.

Türkiye Divana temsilci göndermedi. Milletler Cemiyeti, 16 Aralık 1925 tarihinde, Musul’daki Türk egemenliğini kaldıran kararı benimsedi. Musul üzerinde Türk-İngiliz diplomasi savaşı yapılırken, Şeyh Sait isyanı da başlatılmış ve Türkiye, Kurtuluş Savaşı günlerinde İngiliz istihbarat servislerinin kışkırttığı etnik kökenli ayaklanma ile uğraşmak zorunda kalmıştı. İsyan bastırıldı. Ancak Türkiye 5 Haziran 1926 tarihinde İngilizlerle anlaşarak, Musul üzerindeki haklarından vazgeçmiş oldu. İsyanın doğurduğu sonuçlardan biri buydu.

Musul sorunu ile Şeyh Sait ayaklanmasının aynı günlere rastlaması herhalde “kaderin bir cilvesi” değildi: Bu rastlantının temelinde bir kısmı kanıtlanan bir kısmı da henüz yeterince kanıtlanmamış dış ilişkiler yatmaktaydı.

31 Mart gerici ayaklanmasında da İngiltere’nin parmak izleri yok muydu? Araştırmacılar, bu kuşkuyu dile getirmişlerdir. İngiltere’nin o günlerdeki İstanbul Büyükelçisi’nin İttihatçılara karşı takındığı soğuk tavır, buna karşılık muhalefetteki “Ahrar Fırkası” ile kurulan ilişkiler ve ayaklanmadan sonra isyancılara sağladıkları destekler, şeriatçılar ile İngiliz “Intelligence Service” ile dirsek teması içinde oldukları kuşkusunu vermekteydi. (İttihat ve Terakki, 1908-1914, Feruz Ahmet, Sander Yay., s: 66; 31 Mart Olayı, Sina Akşin, SBF Yay., s: 261 v.d.; 31 Mart’ta Yabancı Parmağı, Doğan Avcıoğlu, Bilgi Yay., s: 61 v.d.)

Bugün yine birtakım ayrımcı güçlerin doğu yörelerimizde terörist eylemlerine tanık olunmaktadır. Yakın tarihimizden verdiğimiz bu örneklerden sonra “bu olayları da İngilizler kışkırtıyor” gibi bir yargı sahibi değiliz. Anlatmak istediğimiz, yakın tarihimizde “azınlık şovenizmi”nin ardında yabancı devletlerin bulunduğudur.

Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrasında İngilizlerin Türkiye’deki ayrımcı güçleri kışkırtmalarının nedeni Ortadoğu’daki İngiliz çıkarlarıydı. Hiç kuşkusuz bugün de bu bölücü ayrımcı azınlık şovenizminden kaynaklanan terörist eylemlerin arkasında tıpkı dün olduğu gibi bugün de yabancı parmakları bulunmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti, bütün sorunlarını “ulusal bütünlük, demokratikleşme ve çağdaşlaşma” yoluyla çözecektir. 1975 yılından bu yana Kıbrıs sorununun yarattığı gerilim süreci içinde başta Ermeni terörü olmak üzere ulusça uğradığımız terör saldırısının temelinde, Ortadoğu’daki yeni dengelerin kurulma planları var mıdır? Bugün için sorulacak soru budur.

Türkiye’ye bunca silahı gönderenler kimlerdi? Kimlerdi bunların destekçileri olan yabancı devletler ve istihbarat servisleri?

Bu gibi konuları, bugünden “mahkeme kanıtı” niteliğinde belgelerle ortaya koymak belki olanaksızdır. Fakat zaman geçtikçe, olaylar üzerindeki sis bulutları dağılır ve ortaya çıkan İngiliz belgelerinde olduğu gibi, “azınlık şovenizmi”nin hangi oyunların ve tuzakların aracı olduğu elbette gün gelir anlaşılır.

(Cumhuriyet, 2 Eylül 1984)

UĞUR MUMCU

KÜRT İSLAM AYAKLANMASI 1919-1925

[Bu yazı dizisi 2-22 Haziran 1991 günleri arasında Cumhuriyet Gazetesi’nde «Öncesi ve Sonrası ile Şeyh Sait Ayaklanması» adıyla yayınlanmıştır.]

Irak savaşı kaybedince, durumu fırsat bilen Irak’lı Kürt ve Şii gruplarının ayaklanması neticesinde Irak kuvvetleri tekrar toparlanarak ayaklanmayı bastırmak için saldırıya geçer. Bu saldırıdan kaçan binlerce sığınmacı Türkiye ve İran sınırlarına yığıldı. Türkiye sınırına 450.000 Iraklı (TBMM , 2007) sığınmacının yığılması o dönemde hem ekonomik hem de siyasi yönde sıkıntı yaşayan Türkiye için büyük bir sorun teşkil eder. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yoğun diplomasisi sonucu Türkiye sınırında yığılan ve yaşam mücadelesi veren binlerce sığınmacının barındırılması ve güvenliği Türkiye tarafından sağlanmıştır. Irak’ın bu bölgedeki Kürtlere saldırılarının önlenmesi maksadıyla Türkiye’nin de girişimleri sonucu Çekiç Güç oluşturulmuştur. O gün içinTürkiye açısından olumlu kabul edilen Çekiç Güç ilerleyen zamanlarda Türkiye için büyük sorun teşkil etmiştir.

Bu sığınmacıların bir çoğu TC vatandaşlığına geçmiş ve Türkiye topraklarına yerleşmiştir.

Güneydoğuya devlet elinin geç gitmesi, ağalık sisteminin devam etmesi, Atatürk’ün toprak reformunun rafa kaldırılması, ekonomik zorluklar ve tabii ki pkk nın saldırıları yüzünden Batıya göçler başlamış ve güneydoğu boşaltılmıştır.

Tıpkı Kurtuluş Savaşı öncesi gibi ; çoğunlukta olan Türkmenler, Türkler Doğudan göç etmek durumunda kalmış ve bölge, emperyalistlerin arzuları doğrultusunda ,Ermeniler ile Kürtlere yaşam yeri olmuştur.

Bugün (Ekim 2012) yaşadığımız sorunda aynıdır. Suriye’den kaçıp gelen "sözde göçmenler" kamplarda kaldıkları halde , yavaş yavaş Türkiye sınırları içersinde yerleşik düzeye geçmektedir. Ayrıca üniversitelere belgesiz,sınavsız kaydını yaptıran Suriyeli "sözde göçmen gençler"i basın yoluyla da öğrenmiş bulunuyoruz.

Bu arada oradaki karmaşayı yaşamak istemeyen vatandaşlarımız da başka bölgelere göç ederek, sınır boyunca Güneydoğuyu boşaltmaktadır.

Plan nasıl işliyor ama ?

SB.

PSİKOLOJİK SAVAŞ DOSYASI : Beynimizi Kimler ve Nasıl Yönetiyorlar (Küresel Güçlerin Psikolojik S avaş Yöntemleri)


Beynimizi Kimler ve Nasıl Yönetiyorlar (Küresel Güçlerin Psikolojik Savaş Yöntemleri)

Türkiye’nin, dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yapılandırmaya çalışan küresel güçlerin doğrudan hedefi olduğunu ve çok yönlü psikolojik savaş tehdidi ile karşı karşıya bulunduğunu biliyor musunuz?

-MGK Toplumla İlişkiler Başkanlığı, 21 yıl boyunca ne tür iç psikolojik harekatlar yaptı?

-Psikolojik harekat olarak kene, kuş gribi ve Metal Fırtına ve Kurtlar Vadisi ne anlam taşıyor?

– Halen 24 ülkenin planlı psikolojik savaş tehdidi altındaki Türkiye’nin bu saldırıları karşılayacak teşkilatının bulunmadığını ve küresel psikolojik tehditlere karşı toplumumuzun tamamen savunmasız olduğunu biliyor musunuz?

– Baş döndüren hızla gelişen kitle iletişim teknolojilerini kullanan küresel psikolojik savaş uzmanlarının beyninizi 24 saat kontrol altında tuttuğunu biliyor musunuz?

– Küresel odakların televizyon, bilgisayar, sinema ve basın vasıtasıyla evinizin en mahrem noktalarına kadar ulaşıp fikir ve düşüncelerinizi yönlendirdiğini ve sizi her istenileni yapacak birer robot haline dönüştürdüklerini biliyor musunuz?

– Günümüzde küresel güçlerin kendi tank, top ve askerlerini kullanmadan ülkemiz üzerindeki milli çıkarlarını sizi kullanarak kolaylıkla elde ettiklerini biliyor musunuz?

– Anadolu da bin yıldır bir arada yaşayarak et-tırnak misali kaynaşmış milletimizin birbiri ile çatışmasının ve dökülen kardeş kanlarının arkasında küresel psikolojik savaş güçlerinin bulunduğunu biliyor musunuz?

– Küresel güçlerin Türk halkı üzerinde uyguladıkları psikolojik savaş yöntemlerini ve kullandıkları teknikleri biliyor musunuz?

– Psikolojik savaş tehditlerine karşı koymanın aslında çok kolay olduğunu, bunun en güzel örneğini milli mücadelede Atatürk’ün verdiğini, istenildiği takdirde halkımız bilgili ve bilinçli kılınarak bütün saldırılara karşı koyabileceğimizi biliyor musunuz?

Ve siz; sahip olduğu milli güç potansiyeli dolayısıyla oyun kurucu ve yönlendirici dünya devleti konumunda bulunan Türkiye’nin, kendi içinde kurgulanan ve çevresinde oynanan oyunlarda bugün sadece seyirci durumunda bulunduğunun ve küresel merkezlerden aldığı ödevleri yerine getirmekten başka bir işlevi olmadığının farkında mısınız?

Eğer bütün bu gelişmelerin farkında iseniz, kafanızda oluşan neden ve nasıl sorularının cevabını psikolojik harekat uzmanı Dr.Tahir Tamer Kumkale’nin hazırladığı "Beynimizi kimler ve nasıl Yönetiyorlar" kitabında bulacaksınız. Basım tarihi 2006 !

Tarihten süzülüp gelen Türk seciye ve ahlakının yaşatılarak gelecek nesillere aktarılmasında çok önemli bir müracaat kitabı olabilecek bir kitap; Dr.Tahir Kumkale’nin ustalık eseri olarak değerlendirebilinir. Birçok kitabın yazarı olan, değerli asker ve fikir adamı olan Kumkale alışılmış ve sık rastlanan diğer "Toplum Mühendisleri"nden farklı olarak, konulara akademik gözlükle tarafsız bakabilecek bilgi ve tecrübededir. Bu bakımdan da çalışmanın muhtevası ilgililerce ayrıca dikkatele incelenmelidir.

Günümüz dünyasındaki mücadeleler istisnaları da olsa; sıcak savaş konseptinden uzaklaşma eğilimi sergilenmektedir. Artık ülke ve toplumlara fiziki zararlar vermek yerine daha ziyade zihni (mental) zararlar hedeflenmektedir. Rakip fert ve toplumların inanç sistemleri, duygu ve düşünceleri hedef alınarak, milli güç ve mücadele azimleri törpülenerek tahrip edilmektedir.

Dünya ve bölge güçleri hedef ve çıkarlarını gerçekleştirebilmek maksadıyla artık riski sıfır, başarı ihtimali yüksek ve maliyeti düşük olan savaşlara yönelmektedir.
Sadece bir tek "karikatür" örneği bile bu mücadele tarzının ne ölçüde başarılı olabileceğinin bir göstergesidir. Fransa’da yayımlanan bir karikatür;bütün İslam Dünyasını ayağa kaldırırken, totaliter bir yapı sergileyen İran’da yayımlanan diğer bir karikatür de bu ülkenin sosyal yapısı ve istikrarını altüst etmeye yeterli olmuştur.

Yaygın ve özgün örneklerini bu çalışmada göreceğiniz psikolojik savaş uygulamaları, artık senenin 365 günü ve günün 24 saati en mahrem özel alanlarımıza kadar sızmıştır.

Hepimizi ciddi bir tehdit altında bırakan bu mücadelede "beynimize" sahip olabilmek için; yeterli ve doğru bilgilerle donanmış, sadece maddeyi değil, beraberinde milli şuuru da özümsemiş nesiller yetiştirmek mecburiyetindeyiz.
Aksi halde eski de olsa gelişen teknoloji ile sınırsız güce ulaşan psikolojik savaş ve onun en güçlü silahı oalrak bilinen propagandanın hedefi ve mağduru olmaktan kurtulamayız.

Dr. Veysel GANİ

*(Eylül 2012 de sosyal paylaşıma düşen ve İslamı karalayan film gibi -SB)

KOMPLO TEORİLERİ /// VİDEO : ALEX JONES – III. Dünya Savaşı Geldi Çattı


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=KOKyciPC_ns&feature=player_embedded

KOMPLO TEORİLERİ /// VİDEO : 2011 – 2012 AMERİKAN GİZLİ PLANI


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=xxQq1wfAzEc

YENİ DÜNYA DÜZENİ DOSYASI /// ARSLAN BULUT : YENİ DÜNYA DÜZENİ – (BÖLÜM 1 VE 2)


Ahtapotun Ana kolları

Hepsinin temelinde eski Mısır dini var!

Gizlilik eski Mısır dininin temel ilkesidir. Öyle ki eski Mısır dininde törenler, halka açık değildi.. Tapınaklarda bir Tanrı odası bulunur, buraya yalnız ruhani rahipler girebilirdi. Tapınağın avlusundaki sütunların derecesine göre her katılımcı kendi derecesine kadar ilerleyebilirdi..

Hıristiyanlıkla birlikte aynı örgütlenmeler bu yeni dinin içinde de kendisini yeniledi ve Gnostizm denilen bir hal aldı. Hıristiyanlık dininin gizli sırları ve ilkeleri olduğundan hareketle, geniş kitleler üzerinde egemenlik kurmak mümkün oldu. Bu hal, İslami tarikatlarda da aynıdır.

Değerli okurlar.. Moon tarikatı lideri Güney Koreli Sun Myung Moon 92 yaşında ölünce Türkiye’de de bu tarikat veya din yeniden gündeme geldi. Yine İlluminati, Mormonlar, Moon, Opus Dei hatta bütün bunların alt yapısında bulunan Cizvitler gibi tarikatların kurucuları kimdir, ana felsefeleri, uluslar arası ilişkilerdeki rolleri ve örgütlenme modelleri nedir, yaygınlaşırken hangi yöntemleri kullanmışlardır? Bu dizi yazı, yukarıdaki sorulara cevap veren bir inceleme yazısıdır. İngiliz araştırmacı Michael Walsh, “Opus Dei”, yani “Tanrı’nın Eseri” denilen örgüte “Actopus Dei” yani “Tanrı’nın Ahtapotu” adını vermişti. Bazıları dünyayı ahtapotun kolları veya örümcek ağı gibi saran bu dini görünümlü yapılanmaların tamamını çok geniş olarak incelemek mümkünse de biz daha çok Türkiye’nin de gündemine giren örgütleri dikkatinize sunmak istiyoruz. Konu ile ilgili yorumu ve Türkiye için dersler çıkarmayı ise bütünüyle size bırakacağız.. İlk bölümde, eski Mısır, Hıristiyanlık ve Yahudilikten esinlenilerek kurulan irili ufaklı gizli cemiyetleri ve bunların dayandıkları temelleri kıcaca hatırlattıktan sonra, dünyanın gündeminde olan büyük örgütleri daha genişçe ve ayrı ayrı inceleyeceğiz.

Milattan önce beşinci yüzyılda yaşamış ve bugünkü Türkiye, Balkanlar, Kafkaslar, Karadeniz’in kuzeyi, Suriye, Mısır, Libya ve İtalya coğrafyasında geziler yapan ve notlar alan Heredot, yüzyıllardır tarih kitabı olarak kabul edilen seyahatnamesinde Yunan tanrılarından söz ederken, aslında hepsinin Mısır’dan esinlenilerek isim değişikliği ile Yunan halkına kabul ettirildiğini, gerçekte kendisini Tanrı gibi gösteren insanların, bunu diğer insanlar üzerinde hakimiyet kurmak için yaptığını, bunun için taraftar toplayabildiğini anlatır.

Tıpkı bunun gibi Batı kültüründe, hatta İslam dünyasında bile kurulan gizli-açık bütün tarikatlarda, cemiyetlerde eski Mısır etkilerini görmek mümkündür. Tabii eski Mısır’ın da İran’ın, Hindistan’ın veya Uzak Doğu’nun etkisinde kaldığına dair tespitler vardır ama Mısır etkisi somut verilerle de ispatlanabilir durumdadır. Bir küçük örnek vermek gerekirse, günümüzde Fener Rum Patriği Bartholomeos, elinde, başlığı “Çift başlı yılan” olan bir asa taşımaktadır. Çift başlı yılan, eski Yunan heykellerinde Zeus’un oğlu Hermes’in elinde de bulunur! Hatta bazı eski kiliselerin giriş kapılarında da çift başlı yılan sembolüne rastlanır.

Tanrı odası ve Gnostizm

Konu ile ilgili, Türkçe’ye 1965 yılında “Gizli Cemiyetler” adıyla tercüme edilen Serge Hutin’in araştırması da eski Mısır, eski Yunan ve Roma ile başlar.. Hutin’e göre gizlilik eski Mısır dininin temel ilkesidir. Öyle ki eski Mısır dininde törenler, halka açık değildi.. Tapınaklarda bir Tanrı odası bulunur, buraya yalnız ruhani rahipler girebilirdi. Tapınağın avlusundaki sütunların sıralanışına göre her katılımcı kendi derecesine kadar ilerleyebilirdi.. Bu törenler Osiris efsanesine dayanırdı. Osiris, kardeşi tarafından öldürülür ve İris’in sihriyle yeniden dirilir. Törenlerin teması bu yeniden diriliş idi.. Veya yeniden doğmak için ölmek.. Bu olay temsilen de anlatılırdı. Bu efsane, eski Yunan dinine de Dionisos-Demeter çifti olarak yansımıştır. Roma döneminde de bu gizli örgütler gelişmeye devam etti. Hıristiyanlıkla birlikte aynı örgütlenmeler bu yeni dinin içinde de kendisini yeniledi ve Gnostizm denilen bir hal aldı. Hıristiyanlık dininin gizli sırları ve ilkeleri olduğundan hareketle, geniş kitleler üzerinde egemenlik kurmak mümkün oldu. Bu hal, İslamiyetin doğuşundan sonra kurulan tarikatlara da yansıdı. Her tarikatın kendisine göre gizli sırları ve ilkeleri oluştu. Öyle ki Mevlana gibi sufiler de bilimsel değerlendirmelerde, gnostik olarak kabul edilir.. Bu durum günümüzde de devam etmektedir. Bugünkü Doğu Türkistan’a kadar yayılan Suriye kökenli Manihizm dininin kaynağı da gnostizmdir. Gnostiklerin gizli sırları, sembolleri, özellikle Masonluğun kuruluşundan itibaren bütün gizli cemiyetlere değişerek, dönüşerek yansımıştır. Cemiyete kabul şartları veya üyelerin birbirini tanımak için kullandığı sembollere varıncaya kadar.. İslamiyetten sonra doğan İsmaililer, onun bir kolu olan Dürziler, Ansariehler, Yezidiler, Nusayriler de böyledir.

Kutsal kase ve ölümsüzlük suyu!

Orta Çağ’da kurulan esnaf cemiyetlerinde de benzer sırlar vardı. Mesela Ghildes’lerin en bilgilileri saray ve kiliselerde inşaat işçiliği yapan masonlar idi. Onlar, Pythagore geometrisini biliyor, bunları mimaride kullanarak 18’inci yüzyıla kadar usta-çırak ilişkisiyle ve sır olarak taşıyordu. Masonluk, Frankmasonluk veya farmasonluk işte bu mimarların veya ustaların örgütlenmesinden doğmuştur. Graal, İsa Peygamberin son yemeğinde kullanılan kutsal kase veya kupadır. Efsaneye göre bunun içine İsa’nın karnından akan kan ve su toplanarak İngiltere’ye götürülmüştür. Bu kupadaki suyun ölümsüzlük suyu olduğu iddia edilir..

Tapınak Şövalyeleri

Türkiye’de Sadettin Tantan’ın bir ara gündeme getirdiği Tapınak Şövalyeleri 1117’de, Suriye’de Saint Bernard tarafından kuruldu. Müslümanların Suriye’ye hakim olması üzerine önce Filistin’e, sonra Avrupa’ya kaçtılar. Her ülkede kilit noktalara yerleştiler ve büyük servetlere kavuştular. Papa 5. Clement 1312’de onları aforoz etti. Birçoğu Paris’te diri diri yakıldı. Tapınak Şövalyeleri de eski Mısır sembollerini kullanırdı. Dante, İlahi Komedi eserinde ölümsüzlüge nasıl erişileceğini anlatır. Dante de bir gizli cemiyetin lideriydi. Simyacılar, eski Yahudi geleneklerini Tevrat’la birlikte yorumlayan Kabbalaistler de gizlilik perdesi oluşturan örgatlenmelerdir.

Rose Croix (Güllü Haç) örgütü

Haluk Hepkon’un araştırmalarına göre Rosenkreutz adlı bir Alman, Suriye’ye yaptığı bir geziden dönüşünde 1600 yılına doğru Güllü Haç örgütünü kurdu. Hedefi büyük bir reform ile dünyayı değiştirmekti. Kısa zamanda Avrupa’ya yayıldı. Sembolü kırmızı bir haçın ortasına yerleştirilmiş kırmızı güldür. İsa’nın kanını temsil eder. Frank-Masonluk bu örgütten esinlenmiştir. Sembolleri arasında İsrail’in 12 kabilesini temsil, 12 çeşit meyvası bulunan ağaç da vardır. Vahyin devam ettiğini iddia ederler.

Bohemian Kulübü

1872 de kurulmuş bir örgüttür. ABD’nin batı yakasındaki elitleri bu topluluğun üyesidir. Cumhuriyetçi başkan ve başkan adaylarının tümü bu topluluğun üyesidir. Faliyetleri son derece gizli olan topluluğun özel vadisine giriş ABD devlet güçleri tarafından engellenmektedir. Sembolleri baykuştur. Ritüellerde baykuşa hitap edilir ve bir simge olarak baykuş motifi kullanılır.

Kuru kafa ve kemikler tarikatı

Bu tarikat, New Haven’deki Yale Üniversitesi’nde 1832 yılında William H.Russel’in öncülüğünde bir grup Yale’li öğrenci tarafından kuruldu. Kuru Kafa ve Kemikler Tarikatı, Yale’nin diğer gizli örgütleri (Ferman ve Anahtar, Kitap ve Yılan, Kurt Başı, Eliyahu ve Berzelius) arasında en eski ve en itibarlı olanıdır. Bu üniversitenin son sınıf öğrencilerinden, her dönem sadece 15 kişi seçen bu örgüte girebiliyor. En büyük hedefi, Yeni Dünya Düzeni’nin gerçekleştirilmesidir. Tarikata katılanlar, “Yeni Dünya Düzeni” ana hedefi esas alınarak eğitilirler. 1898 yılına kadar ABD yönetimi üzerinde sadece kısmi bir etkisi olan Kuru Kafa ve Kemik Tarikatının, dünyanın en zengin ve en saygın insanlarını dünyanın en önemli mevkilerine yerleştirme çabası içinde olduğu bilinmektedir.

İlluminati

1774 yılında Mason olan Weishaupt, Almanya’daki kilise/cizvit egemenliğini sona erdirmek istemesinden ötürü, bu doğrultuda bir topluluk kurmaya karar verdi ve kendisi gibi düşünen 11 arkadaşıyla beraber 1776 yılında Illuminati’yi kurdu. Her ne kadar asıl amaç, aydınlanarak dinsel dogmalardan uzak, hür düşünceyi ve Newtoncu pozitif bilimin önünü açmak idiyse de daha sonraları gizli siyasi amaçları olduğu anlaşıldı. Galileo Galilei de bir topluluk kurarak bu dogmalarla mücadele etmek ve parlak gençleri ve aşırı derecede zeki insanları bünyesinde toplayarak onlara özgürlüğün, hür düşüncenin ve aydınlanmanın faziletlerini aşılamak istiyordu. İluminati’nin dağıtıldığı söylense de ABD’nin kuruluşunda yeniden ortaya çıkacaktır.

Ahtapotun Ana kolları!

Moon tarikatının hedef kitlesi gençler

Moon tarikatı iş dünyasında ve medyada imparatorluğa dönüştü. Ünlü Washington Post gazetesi ve UPI Ajansı Moon tarikatına ait.. “Birleşik Kilise”ye katılanlar, genellikle iyi tahsil görmüş, yirmi yaşını geçmiş orta sınıf gençleridir.

Türkiye’de birçok ilahiyatçı, gazeteci ve siyaset adamının da tarikatın “dini araştırma”, “hoşgörü”, “diyalog” başlıklı toplantılarına katıldığı biliniyor. Tarikat, Türkiye’de iki büyük toplantı da gerçekleştirdi.

MOON tarikatı, Güney Kore’de Hıristiyanlığı yayan bir tarikat olarak bilinir. Binlerce çifti toplu törenlerde evlendirmesiyle de ünlenen Moon tarikatı lideri Güney Koreli Sun Myung Moon 92 yaşında ölünce Türkiye’de de haber oldu.. Sun Myung Moon, 1950’li yıllarda Güney Kore’nin başkenti Seul’de tarikatını kurduktan sonra kendini mesih ilan etti. Sun Myung Moon yerleştiği ABD’de etki alanını genişletti ve etrafına milyonlarca mürit topladı.

Ancak Amerikan basınında Moon, insanların beynini yıkamak ve inananlardan parasal çıkar sağlamakla suçlanıyor.

“Hoşgörü” ve “Diyalog” toplantıları

Moon tarikatı iş dünyasında ve medyada imparatorluğa dönüştü. Ünlü Washington Post gazetesi ve UPI Ajansı Moon tarikatına ait.. Gazeteler, silah fabrikaları, ilahiyat üniversiteleri, balıkçılık ve yiyecek dağıtım şirketleri bulunan tarikat liderinin yardımcısı Bo Hi Pak, Moon hakkında, “O bizim babamız ve Tanrı’nın mesihiydi. Vücudu Tanrı tarafından özel olarak yapılmıştı bu itibarla 100 yaşına kadar yaşayacağına inanıyorduk” dedi. Moon’un en küçük oğlu Hyung-jin Moon, 2008 yılında tarikatın en üst düzey yetkilisi yapılmıştı. Diğer 13 çocuğundan bazıları da tarikatta önemli görevlerde bulunuyor.

1989’a kadar antikomünist mesajlar veren Moon, komünizmin çöküşünden sonra tehlike olarak gördüğü İslamiyete yöneldi.

Müslümanlar da hedef kitle!

Türkiye’de birçok ilahiyatçı, gazeteci ve siyaset adamının da tarikatın “dini araştırma” , “hoşgörü” , “diyalog” başlıklı toplantılarına katıldığı biliniyor. Tarikat, Türkiye’de iki büyük toplantı da gerçekleştirdi.

Moon Tarikatı, Türk kamuoyunda, Dini Araştırmalar Konferansları ile tanınmaya başlandı. Tarikat, Hıristiyanları birleştirmenin yanısıra, Müslümanlarla Hıristiyanları da birleştirmeği gaye edindiği için İslami kesimi de hedef kitle seçti. Yani dinler arası diyalog toplantılarını Türkiye’de ilk başlatan, Moon tarikatı oldu. Amerika’daki toplantılara, Diyenet İşleri Başkanlığı’nın teşvikiyle Türkiye’den 40 kadar ilahiyatçı katıldı. Nokta dergisinde çıkan bir inceleme yazısına göre tarikatın Türkiye’deki en önemli etkinliklerinden biri, 1991 yılında İstanbul’da President Otel’de düzenlendi. Hıristiyan ve Müslüman din adamları, basına kapalı üç günlük bir seminere katıldı. Üç yıl sonra İstanbul The Marmara Oteli’nde yine basına kapalı olarak başka bir toplantı yapıldı.

Müritleri, Moon evlendiriyordu!

“Birleşik Kilise” ye katılanlar, genellikle iyi tahsil görmüş, yirmi yaşını geçmiş orta sınıf gençleridir. Japonya’da ve Batı’da bütün vaktini bu dini harekete ayıranlar, topluluğun merkezlerinde kalmakta, Kore’dekiler ise bu işi kendi evlerinde yürütmektedirler. “Fultaym üyeler” in hayat tarzı, hareketin teolojisinin gerektirdiği “yenileştirme” yi sağlamak için, çok çalışma ve fedakarlığa dayanır. Hareketin mal varlığını artırmak ya da yeni katılmalar sağlamak için çok zaman harcanır. Üyelerden evlilik öncesi ve hatta sonrasında hizmet için bekar kalmaları beklenir. İki üç sene hizmet etmiş üyeler Moon tarafından eşlendirilir; yüzlerce, hatta binlerce çift aynı anda bir evlendirme töreniyle takdis edilir. Takdis,önemli bir ayindir. Ayrıca ayın ve yılın ilk gününde, ya da hareketin kutsal günlerinde and içilir.

Zihin kontrolü yapıyorlar!

Birleşik Kilisenin telkinleri her tarafta muhalefetle karşılaşmıştır. Bu hareketin beyin yıkama yoluyla veya zihin kontrolü teknikleriyle üyelerini celbettiği ve alıkoyduğu, aileleri böldüğü, liderleri lüks içinde yaşarken üyelerinin istismar edildiği, teşkilat baskısıyla yürütüldüğü, Güney Kore haber alma teşkilatıyla ilgili bulunduğu, silah imalatıyla uğraştığı, dünyaya hakim olup Moon’la bir teokrasi kurmak istediği, fitneci bir teşkilat olduğu,vergi ve muhaceret kurallarını bozduğu gibi suçlamalar yapılmıştır.

1982’de, Amerikan federal mahkemesi, vergi yolsuzluğu suçuyla, Moon’u onsekiz ay hapse mahkûm etmiştir. Bu olay sonrasında Moon, faaliyet alanını Güney Amerika, Avrupa ve Ortadoğu’ya yöneltmiştir. Amerika’daki Protestan çevreler Moon’u ve taraftarlarını kabullenememiştir.

Türkiye’den de katılanlar var

Moonculuğun günümüzde en büyük faaliyetlerinden birisi her yıl ayrı ülkede düzenledikleri gençlik kamplarıdır. Değişik dinlerden ve ülkelerden gençler, masrafları Moonlar tarafından karşılanarak kamplara davet edilmekte ve kamptaki gençler arasında dinler arası diyalog kurulmaya çalışılmaktadır. Türkiye’den de bu kamplara katılımlar olmaktadır.

MOON KİMDİR?

Allah ile konuştuğunu iddia ediyor!

Sun Myung Moon, 1920 yılında Kuzey Kore’nin Pyongan bölgesinde doğdu. Tarikat lideri 15 yaşında dua ederken İsa’nın kendisine göründüğünü ve Tanrı’nın krallığını dünyada kurmasını talep ettiğini iddia ediyordu. Yani kendisine vahiy geldiğini söylüyordu..

Moon bu talebi iki defa reddettiğini ancak İsa’nın ısrarı sonucu üçüncü teklifi kabul etmek zorunda kaldığını söylüyordu.

Moon daha sonra bu iddiaları sebebiyle Presbiteryan Kilisesi’nden atıldı ve Güney Kore’ye kaçmadan önce kuzeyin komünist yönetimi tarafından hapse atıldı.

Tarikat lideri Dünya Barışı için Aile Federasyonu ve Birlik adını verdiği kiliseyi 1954 yılında kurdu.

Moon, önceleri Budist, sonra Presbiteryen Kilisesine girmiş daha sonra da Yehova Şahitleri dinini benimsemiştir. 1936’da İsa’nın kendisine görünerek “Tanrının Krallığını” kurmasını teklif ettiğini açıklayınca Yehova Şahitleri dininden kovulmuştur. Güney Kore’ye geçen Moon burada da yaklaşık 20 yıl boyunca Allah ile Budha ile Musa ile konuştuğunu yaymıştır. Moon 1954 yılında Güney Kore’nin başkenti Seul’de, bütün dinleri birleştirmeyi amaçlayan, uzlaştımacı (sinkretik) Birleşik Kilise’yi kurmuştur.

Tarikat dünyada binlerce çiftin bir arada evlendirildiği toplu düğün törenleriyle tanındı.

Dünyada barışın anahtarının evlilik olduğuna inanan Moon ve eşi bazen evlenecek gençleri kendileri seçiyordu.

Evlendirilen çiftlerden bir çoğu düğüne kadar birbirlerini tanımıyordu. 60 ve 70’li yıllarda kilise, müritlerinin beynini yıkamakla ve aileleri parçalamakla suçlandı.

Ayrıca Moon’un kiliseyi maddi çıkar sağlamak için kullandığı iddia ediliyordu.

Moon bu iddiaları daima reddetti ancak ABD’de 1982 yılında vergi kaçakçılığı nedeniyle hapis yattı.

Moon hayatının ilerleyen yıllarında Kuzey Kore ile ilişkilerini de güçlendirdi. 1991 yılında Kuzey Kore lideri Kim il Sung ile bir araya geldi.

Moon ilerleyen yıllarda da tartışma yaratmaya devam etti.

Tarikat lideri 2006 yılında Güney Kore’ye geri döndü ve Amerika’daki işlerinin idaresini 14 çocuğundan bazılarına bıraktı.

Moon son olarak Mart 2012’de toplu bir düğün töreninde 2 bin 500 müridini evlendirmişti.

ARSLAN BULUT

14.09.2012

KIBRIS DOSYASI : Kıbrıslı Türkler güneye geçince arabaları ırkçı Rumlar tarafından taşlandı


15 Kıbrıslı Türkler güneye geçince arabaları ırkçı Rumlar tarafından taşlanırken, bir Kıbrıslı Rum tüccar, Türk patatesi ihraç ediyor diye işyeri kuşatılıp tehdit edilirken KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, KKTC’yi vermeye kararlı görünüyor Erdoğan, BM toplantısı için New York’ta. Varlığını adeta Irak’ın bölünmesi ve Kıbrıs’ın Rumlara teslimine adamış olan ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden Erdoğan’ı kaldığı otelde ziyaret edecek. Biden, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve Rum Lider Nikos Anastasiadis’le de görüşecek. Özetle, Erdoğan’ın ABD gezisinin asıl gündem maddesinin Suriye, IŞİD’le mücadele, PYD konularından önce Kıbrıs olacağını vurgulamak istiyorum. BM Zirvesi’ndeki bu diplomatik temaslardan sonra 25 Eylül’de BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, Akıncı ve Anastasiadis arasında üçlü görüşme yapılacak. Buradaki gelişmelere göre ardından da 5’li – KKTC, Rum kesimi, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere – görüşmelere geçilecek. Emperyalizmin Kıbrıs’taki emellerini ve gelinen noktayı tekrarlamayacağım. Ancak bir kez daha Obama’nın görevi bırakmadan önce Kıbrıs konusunu halletmeye kararlı olduğunu, aylar öncesinden “toprak mülkiyeti” sorununun halli adı altında “Kıbrıs’ın satışı” için IMF ve Dünya Bankası’ndan kaynak bulmak için harekete geçtiklerini hatırlatmam gerekiyor. Ki, KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı da ABD’ye hareketinden önce, Kıbrıs’ta toprak ve mülkiyet gibi konularda uluslararası mali destek ihtiyacı ortaya çıkacağını ve New York’ta bu yönde temaslarda bulunacağını belirtip, “Makul bir toprak düzenlemesi olacak, yer değiştirecek yurttaşımızın mağdur olmayacağı bir çözüm arıyoruz. İş sonunda finansmana gelip dayanacak” dedi. Akıncı’nın, “kırmızı çizgi edebiyatı” ifadesini, “Hedefimiz 2017’ye sarkan, ucu açık bir müzakere değildir.

Konu 2017’ye sarkarsa iş biter” şeklindeki aceleciliğini ve “ABD’de şu anda ilgi gösteren yönetim var, örneğin Başkan Yardımcısı Joe Biden Ankara’ya gitmeden beni arıyor, dönüşünde de beni arıyor. Kıbrıs’ta çözüm 2017’ye kalırsa, ABD’de yeni yönetimde kimler olacak, ilgileri ne kadar olacak belli değil” endişesini geçip, bir kez daha emperyalizmin “garantörlük” sisteminin kaldırılması, yani Türk askerinin Ada’dan çıkarılması niyeti üzerinde duralım. Kıbrıs’ın diğer garantörleri Yunanistan ve İngiltere’nin bu sistemin kaldırılmasına “evet” dediğini ve Türkiye’nin bu konuda yalnız kaldığını biliyoruz. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın bu konudaki tavrı da ilginç. Bir yandan, “Kıbrıslı Türklerin güneye geçtiklerinde araba plakalarından ayırt edilerek ELAM’cılar tarafından taşlandığını, bir Kıbrıslı Rum tüccarın Kıbrıs Türk patatesi ihraç ediyor diye işyerinin kuşatılıp tehdit edildiğini” anlatıyor, öte yandan şunları söylüyor: “Elbette 1960’ların Kıbrıs’ında değiliz. Aradan neredeyse 60 yıl geçti. Bu geçen zamanda Kıbrıs da değişti. 1960’taki garanti ve güvenlik sistemi o dönemin gerçekliği dikkate alınarak kurgulanan bir modeldi. Şimdi gerçeklik değiştiğine göre, bu model yeni gerçekliğe göre yeniden kurgulanmalı… Eğer 1960’taki garanti sisteminin noktasına virgülüne dokundurmayız dersek, bu da başlangıç noktası değil. Biz bunun bilincinde olarak ‘1960 koşulları başka, 2016 başka’ diyoruz… Peki Türkiye tek taraflı müdahale edebilsin mi? Bu konular da tartışılabilir, çünkü yine 1960’lardan farklı bir noktadayız. Bugün tek taraflı müdahalenin Kıbrıs Türk halkının iradesiyle olabileceğini değerlendiriyorum. Kıbrıs Türk halkı kendini tehdit altında hissederse onun parlamentosu Türkiye’nin yardımını talep edebilir. Türkiye ya da Yunanistan ya da bir başkası çıkıp da ‘Ben geliyorum, buraya müdahale ediyorum’ demez.” -Günaydın Türk Medyası- Süreç böylesine hızlanmışken, Yunan-Rum ikilisinin BM’ye teklifiyle “uyanan” medyamız, nihayet Kıbrıs gibi önemli bir konumuz olduğunu farketti. “Rumlardan BM’ye skandal Türkiye teklifi” başlığıyla verilen haberleri görmüşsünüzdür.

Yunanistan ve Rumlar, Türkiye’nin “garantörlüğünün” “danışmanlık” statüsüne indirilmesini ve Kıbrıs’ta BM himayesinde 2 bin 500 kişilik bir AB polis gücünün görev yapmasını istiyormuş. Yine bu teklife göre, çözümün ilk günü Türk askerinin yüzde 75’i Ada’dan ayrılacak, kalan yüzde 25’i belirli süre bir kışlada toplu bekleyecekmiş. BM ve AB kurallarına göre hareket edecek AB polis gücünde Türkiye, Yunanistan ve İngiltere yer almayacakmış vs. Bu arada BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un Kıbrıs Özel Temsilcisi Espen Barth Eide de Rumların, Türk askerinin adadaki varlığının tamamen sonlandırılması için verdiği 18 aylık bir takvimi Ankara’ya iletmiş… Bir iddiaya göre, hem KKTC, hem Ankara bu teklifi reddetmiş, bir diğer iddiaya göre ise Ankara Eide’ye, “Türkiye’nin Ada’da kalıcı bir askeri üs istediğini” söylemiş. -Menderes ve Kıbrıs- 3 gün önce merhum Başbakan Adnan Menderes ile bakanları Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edilişinin 55’inci yıldönümüydü. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “ Millet 27 Temmuz’da açılan parantezi 15 Temmuz’da kapattı” dedi. İktidar medyası da, “Bir daha asla… Menderes’i ABD ve uşakları asmıştı… Ya Rabbi! Bizi intikamına memur et” başlıkları attı. Şuraya geleceğim; Kıbrıs, Menderes ve Zorlu’nun hayatında önemli bir yer tutmuştur. Türkiye’nin Kıbrıs’ta garantörlüğünü sağlayan 1960 Londra-Zürih Antlaşmalarının mimarı da onlardır. Onlara dair birkaç notu hatırlatayım: Menderes, 1954 Haziran’ında ABD ziyaretinden dönüşünde Atina’ya uğrayacaktır. Yunan Başbakanı Papagos’un Kıbrıs sorusundan söz edeceğini öğrenince, “Kıbrıs konusunu Yunan hükümetinin bana açmasına izin veremem. Bu niyette iseler Atina ziyaretimi iptal ederek, derhal Türkiye’ye dönerim” diye tepki gösterir. Bunun üzerine Yunanlılar resmi görüşmelerde bu konuya değinmez. Menderes’in Londra’ya gidecek heyetimize talimatı da şu olur: “Kıbrıs’taki ırkdaşlarımıza karşı bir katliam yapılacağı etrafta duyulmaktadır. Oradaki halkımız silahsız ve hareketsiz olabilir. Ancak bu durum hiçbir zaman onların bir an için dahi savunmasız kalacakları anlamına gelmez…

Türkiye’nin Kıbrıs statükosunda bugün için ve hatta yarın için bu memleket aleyhine olabilecek bir değişikliğe katiyen tahammülü yoktur… Şu noktayı da Yunanlıların gözleri önüne sermek gerekir. Çoğunluk ilkesine dayanarak mı daha dün denilecek kadar yakın geçmişte Ankara önlerine kadar gelmişlerdir?.. Kıbrıs Anadolu’nun devamından ibarettir ve güvenliğinin esaslı noktalarından biridir. Kıbrıs’ın bugünkü durumunda bir değişiklik sözkonusu olursa, uygun bir çözüm bulunması gerekecektir. Bu da Kıbrıs’ın Türkiye’ye iadesinden başka bir şey değildir… İster resmi, ister gayrı resmi, ister esasa, ister prosedüre ait bulunsun, Kıbrıs konusunda hiçbir tavize yanaşmayacağımızı her fırsatta muhataplarımıza anlatın.” Londra Konferansı’na katılan Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da Lozan Antlaşması’na atıfla, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki egemenlik hakkını sadece İngiltere’ye devrettiğini, İngiltere Kıbrıs’taki egemenlik hakkından vazgeçerse Kıbrıs’ın asıl sahibine dönmesi gerektiğini belirterek, şunları söyler: “Kıbrıs Adası’nın Türkiye’nin savunması ve güvenliği açısından büyük önemi vardır. Bir savaş halinde Kıbrıs hesaba katılmazsa, Türkiye’nin kuvvet ve kudretinin sürekliliği sağlanamaz… Lozan Antlaşması, Kıbrıs’ın geleceğinin ilgili taraflar arasında tayin edilmesini öngörür. Taraflar ise Türkiye ve İngiltere’dir… İngiltere isterse Ada’dan ayrılabilir, ama Türkiye ayrılmayacaktır.” -Parantez Kıbrıs’a Sahip Çıkılarak Kapatılır- Daha önce söz ettim; Obama’nın Türkiye politikasında yol haritası niteliğinde olan bir kitap var. Danışmanlarından Philip H. Gordon’un yazdığı, “Türkiye’yi Kazanmak-Türkiye Batı İçin Neden Vazgeçilmez” isimli kitapta “Kıbrıs’ta çözüm” de öngörülüyor. Kitapta, Menderes’le ilgili ise şu satırlar var: “1960 yılında Türk ordusu seçilmiş Menderes hükümetini devirdiğinde ABD bunu görmezden geldi. Bilhassa Menderes’in ayağının kaydırılmasının arifesinde Moskova’ya göz kırpması göz önünde bulundurulduğunda anti-Sovyet bir müttefikle mevcut stratejik ilişkilerin sürdürülmesi, demokrasiden daha önemliydi.” Menderes’in devrilmesi ve idamında Kıbrıs politikasının etkisi var mıydı bilinmez, ama ABD’nin hiç değişmediği gün gibi ortada. Yıllardır PKK-FETÖ-IŞİD sopasıyla almadıkları bir şey kalmadı neredeyse. Dileğim; Menderes’in davasını güttüklerini söyleyenler, Kıbrıs’ta taviz vermesin, Biden’le görüşmelerde onu hatırlayıp, onun gibi direnebilsin bari!..

Müyesser YILDIZ

20 Eylül 2016

YENİ DÜNYA DÜZENİ DOYASI : KÜRESELLEŞMENİN GÖLGESİNDE YENİ DÜNYA DÜZENİ (1)


Karl Marks’a göre, küreselleşme, insanların ihtiyaçlarını görmezlikten gelen ve onları ekonomik bakımdan sömürerek şahsiyetlerini ezen bir insanlık sorunudur. Bugünkü mevcut manzara dikkatle tahlil edildiği ve özellikle de 1.5 milyar insanın günlük 1 dolardan az bir gelirle hayatta kalmaya çalıştığı gerçeği dikkate alındığı takdirde Karl Marks’ın haklı olduğu görülecektir. Küreselleşme açık bir ekonomik sömürü düzenidir, ancak etkileri ve gerçek hedefleri bakımından bundan çok daha öte bir şeydir. Zira küreselleşme, aynı zamanda, ‘küresel’ siyasi ve kültürel hedefleri olan bir sürecin adıdır.

Küreselleşme; şirketler, hükümetler, farklı uluslar ve toplumlar arasında ulus-ötesi ticaret ve yatırım hedefleri güden bir süreç olarak tanımlanır. Buna göre, küreselleşmenin çevre, kültür, siyasi sistemler, ekonomik gelişme ve refah üzerinde ciddi tesirler icra ettiği açıktır. Bu çerçevede, küreselleşmenin bireysel ve toplumsal ilişkiler üzerinde de olumsuz ve hatta tamiri ‘imkânsız’ sonuçlara sebep olduğunu tahmin etmek zor değildir.

Küreselleşmeyi ulus-ötesi ticaret ve yatırım hedeflerine yönelik bir ‘süreç’ kabul edenler, bu olgunun yeni bir durum olmadığını, binlerce yıllık bir geçmişinin bulunduğunu söylerler ve tarihteki ‘ipek yolu’nu buna örnek gösterirler. Onlara göre, günümüz küreselleşmesi ile tarihteki ipek yolu arasındaki fark, birincinin dünyanın her bölgesini içine alması, daha hızlı, ucuz ve köklü olmasıdır.

Bu anlatıma bakarak, küreselleşmeyi masum bir gelişme veya süreç olarak görmek pekâlâ mümkündür. “Canım ne var bunda? Dünya artık küçük bir köy! Serbest rekabet var, isteyen istediğini üretir, istediği yerde de satar. Güçlü olan ayakta kalır” diyenlerin sayısı giderek çoğalıyor. İşte yapılmak istenen, verilmek istenen algı, tam da bu!

Yerküremizde süregiden adaletsizliklere, zulümlere, haksızlıklara, sömürülere rıza gösterenlerin safında değilse bile, sessiz kalanların, göz yumanların safında buluveriyorsunuz kendinizi. Birilerinin hadsiz hudutsuz ekonomik kâr ve kazanımlarının, birilerinin ezilmesi ve sömürülmesi demek olduğu gerçeğine sırt dönmüş oluyorsunuz. Yeryüzü coğrafyasının bir kısım bölgelerinde planlı bir şekilde yıllardır sürdürülen yıkma, yakma, tahrip etme, yok etme eylemlerine gözünüzü kapatıyorsunuz. Zulümleri kanıksar hale geliyor, nemelazımcı bir tavır bütün benliğinizi kaplayıveriyor. Körlük, sağırlık, dilsizlik karakteriniz oluveriyor.

Gerçekte dünyanın mevcut manzarası hiç de iç açıcı değil. Bunda küreselleşmenin payı büyük; görebildiklerimiz, şahit olduklarımız buzdağının yalnızca görünen kısmı… Ne kastettiğimizi açıklamaya çalışalım.

İlk olarak, küreselleşme, dünyanın herhangi bir yerindeki ham maddeye ne pahasına olursa olsun ulaşmak, onu en kolay ve en ucuz yöntemlerle elde etmek, daha sonra bu ham maddeden mamul ürünleri dünyanın her bir köşesindeki pazarlarda istediği fiyata satmaktır. Bunu yapan güç, “Kâr hep kâr; her ne pahasına olursa olsun kâr; her zaman her yerde kâr” düsturunu fütursuzca uygulayan küresel tekelci sermayenin, yani küresel tekelci kapitalizmin, yani tekelci oligarşik finans ve sermayenin bir avuç patronudur.

Hammaddenin kolay yollardan ve yok pahasına elde edilmesine engel olmaya çalışanlar, bu patronların şirketlerince üretilen mamullerin kendi pazarlarında engelsiz, gümrüksüz, keyfi fiyatlarla satılmasına muhalefet edenler bir şekilde ortadan kaldırılır. Güney Amerika ülkelerindeki darbeleri bu açıdan mercek altına almanızı tavsiye ederim.

Kendilerini ‘seçkin / seçilmiş’ kabul eden bu patronlar için dünya topyekûn bir pazardır; yeryüzünün verimli her metrekaresi tecavüz edilmesi ve sömürülmesi gereken bir alandır. Küreselleşme onların gücüne güç katmaktadır. Kurallarını kendilerinin belirledikleri kapitalist ekonomi, ‘sonsuz’ kazanç iştahlarını sürekli kabartmaktadır. Ne kadar çok kazanırlarsa, kendileri ile ‘öteki/ler’ arasındaki farkın her anlamda o kadar çok büyüyeceğini düşünürler. Kazandıkları ölçüde ölümden uzaklaşacaklarını zannederler. Güya servetleri onları ölümsüz kılacak, her türlü belâ ve musibete karşı kalkan vazifesi görecektir.

Hâlbuki bir zamanlar Hz. Musa’nın kavminden olan Karun da dillere destan zenginliği ile böbürlenen bir zalimdi. Zenginliği ile büyüklük taslar, halkına zulmederdi. “Bu serveti bilgim ve becerimle ben kazandım, ben biriktirdim, ben çalıştım” diyen zorba Karun’u helâk olmaktan, ölüm gerçeği ile yüzleşmekten o sınırsız serveti kurtaramamıştı (28/Kasas, 76-81). Karun’un hikâyesi, küreselleşmenin mimarları olan ve servetleri dudak uçuklatan bir avuç günümüz sermayedarının hikâyesi arasında büyük benzerlik vardır.

Neticede, fakirler ile zenginler arasındaki uçurum sürekli artmaktadır. Aynı şekilde fakir ülkeler daha da fakirleşmekte, zengin ülkeler daha da zenginleşmektedir. Bu işin bir boyutudur.

Diğer taraftan, isim, amblem ve logolarını dünyanın nereye gidersek gidelim gördüğümüz ulus-ötesi şirketlerin sahipleri olan bu patronlar, dünya siyasetini ve ekonomisini belirleyen ve gidişatını tayin eden güçlerdir. Devletler, hükümetler üzerinde büyük güç ve nüfuz sahibidirler. Gücü tekeline alan kuruluşlar, organizasyonlar kurarlar, karar mekanizmalarına doğrudan veya dolaylı (hükümetler eliyle) müdahale ederler.

Sözünü ettiğimiz patronlar, dünyanın en zengin ailelerinin fertlerinden oluşur. Bu zengin ailelerin sayısı kimilerine göre sayıları on üç, kimilerine göre on beş, kimilerine göre yirmi, kimilerine göre de çok daha fazladır. Onların kim olduğunu merak edenler, Forbes dergisinin her yıl yayınladığı “Dünyanın En Zenginleri” listesine bakabilirler. Buna göre, 19. yüzyıldan bu yana hızla büyüyen ve bankerlik yoluyla zenginliğine zenginlik katan Rotschild ailesinin sahip olduğu maddi servetin toplamının 300-400 milyar dolar civarında olduğu tahmin edilmektedir. Gerçi siz, en zenginler listesinde ne Rotschild ne de Rockefeller ailesini görürsünüz. Onlar hep perde arkasındadırlar…

Ulus-ötesi bu devasa şirketler, yeryüzü ticaretinin asıl ve büyük oyuncularıdır. Onların olduğu yerde küçüklere ve bilhassa “milli”, “yerel”, “yerli” olanlara hayat hakkı yoktur. Ticaretin ahlâki düsturları geçersizdir; ‘acımasız’ rekabetin kuralları geçerlidir. Ezmek, sömürmek ve yok etmek için her şey mubahtır. Zayıfın yok olduğu, güçlünün ayakta kaldığı ‘doğal seleksiyon’ söz konusudur.

Gerçekte oyun, ‘liberal kapitalizm’in kurallarına göre oynanır. Kapitalist toplum anlayışının bir gereği olarak, mağdurlara, fakirlere el uzatmaz onlar. Zayıf ve güçsüz yok olmalı; güçlü ayakta kalmalıdır, zira zayıflık ve güçsüzlük onun beceriksizliğinden, akılsızlığından kaynaklanmaktadır.

Bu oyunun kurallarını belirleyenler, denetleme mekanizmalarını kurmayı da ihmal etmemişlerdir. Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Ticaret Örgütü vb. kuruluşlar bu denetleme mekanizmalarının başlıcalarıdır. Rahmetli Aytunç Altundal’a göre, Avrupa Birliği (AB) de bu amaçla kurulmuştur. Dünyanın önde gelen merkez bankaları, özel bankalar, kredi derecelendirme kuruluşları da ya onlarındır ya da denetimleri altındadır.

İkinci olarak, küreselleşmenin ardında yatan gerçeklik, bir ‘yeni dünya düzeni’ inşasıdır. Yeni dünya düzeni’ kavramı ile ne kastedildiğini anlamak önemlidir. Bu kavramın ardında kendini iyi kamufle eden bir güç eliti var. İsterseniz buna son zamanlarda sıkça duyduğumuz Üst Akıl / Varlık diyelim. Yukarıda sözünü ettiğimiz dünyanın en zengin ailelerinin üyelerinden oluşan bu Üst Akıl’ın peşinde olduğu şey ise, tarihin zirve noktasını ifade eden bir ‘otoriter’ dünya hükümeti kurmaktır.

Bunun için öncelikle, tek tip insan, tek tip toplum, tek tip kültür, tek tip tüketim kültürü, tek tip düşünce, tek tip hayat tarzı dayatılır. Farklılıklar törpülenir, insanlar robotlaştırılır. Onlar için ideolojiler, sloganlar, üretilir. Ahlâki duyguları, inançları, kültürel değerleri, milli hisleri zayıflatılır.

Yeni Dünya Düzeni mimarları, sürekli bir hedef düşman üretirler. Burada amaç, farklı olan ‘öteki’yi bertaraf etmektir. ‘Otoriter’ dünya hükümetinin tekerine taş koyabilecek, kapitalist sömürünün çarklarına çomak sokabilecek muhalifleri ortadan kaldırmaktır. Onun üzerinden korkuları, endişeleri beslerler. Bu çerçevede bir zamanlar düşman ‘komünizm’ idi.

Komünizmi bir tehdit unsuru olmaktan çıkarmak için ‘Yeşil Kuşak Projesi’ üretilir. Bu projenin amacı, ‘Kızıl’ tehlike olan Sovyetlerin ilerlemesini ve yayılmasını durdurmak, bilhassa petrol bölgelerini ele geçirmesini önlemektir. Bu amaçla, doğal yeraltı zenginliklerine sahip tüm İslam ülkelerinde İslamcı gruplar desteklenir; var olanlarına yenileri eklenir. Komünist ‘düşman’a karşı ‘radikal’ İslam kartı sürülür. İlk defa Afganistan’da denenir bu kart ve başarılı olur. Şunu da ifade edelim ki, NATO’nun kurulması da bu projeyle mutlak surette bağlantılıdır. Nato’ya katılır katılmaz, Amerikan menfaatlerini savunmak için 1950-60 yılları arasında binlerce kilometre ötede Kore’de savaşan ‘Kore Türk Tugayı’na mensup şehit ve gazi askerlerimizi bu vesile ile minnetle anmış olalım.

Yeşil Kuşak Projesi henüz bitmiş değildir. Radikal örgütlerin kurulması ve tam teşekküllü bir biçimde muharebe meydanlarına salınması işi devam etmektedir. Somali, Nijerya, Irak, Suriye, Libya, Afganistan gibi ülkelerde bu işlem devam etmektedir. DAEŞ bunun en son örneğidir. Ne var ki, masa başındaki planlar arazide tutmamıştır. Bu üretilen, desteklenen, ellerine silah verilen örgütler Amerikan menfaatlerini zedelemeye başladığı ve tamiri güç bir takım siyasi sonuçlar doğurmaya, ekonomik zararlar vermeye başladığı andan itibaren yeni bir proje üretme ihtiyacı doğmuştur.

Ancak bu örgütlerin faydası yok da değildir. Faaliyet gösterdikleri ülkelerin istikrarsızlaşmasına, göçlere sebep olmakta, şehirlerin, kasabaların köylerin birer harabeye dönmesine vesile olmaktadırlar. Bu durum, söz konusu bölgelere Amerikan müdahalesini gerektiren, o bölgelerde üsler kurarak çöreklenmesini meşru kılan bir gerekçe işlevi görmektedir.

Her ne hikmetse, Berlin duvarının yıkılması ve Sovyetler Birliğinin çözülmesiyle birlikte komünizm tehlikesinin bittiğine kanaat getirilir. Hemen piyasaya yeni bir düşman üretilir: İslam ve Müslümanlar.

Düşmanı ‘öcü’ göstermek esas olduğuna göre, İslam öcüdür. İslam’ın Batılı ilkelerle ve insani değerlerle çatıştığı, özünde şiddet barındırdığı propagandası yapılır. Müslümanlar radikal, köktenci ve şiddet yanlısıdır. Dünyadaki terörü üretenler de onlardır. İslamofobi kavramı üzerinden hayali ‘medeniyetler çatışması’ senaryoları kurgulanır. İslamofobi kavramı etrafında, yukarıda dediğimiz gibi, İslam’ı ve Müslümanları ‘ıslah’ projeleri tasarlanır.

‘Ilımlı İslam’ projesi sahneye konulur. Bu proje bir anlamda Yeşil Kuşak Projesi’nin yeni baştan tashihi anlamı taşımaktadır. Buna göre, zararlı radikal gruplar değil, ‘ılımlı’ gruplar desteklenecektir. Amaç, rayından çıkan, hırçınlaşan İslam dünyasının ehlileştirilmesi; Batılı norm ve değerlerle uyumlu çizgiye getirilmesidir. İslam dünyası ile çatışmak yüklü bir maliyet getirmektedir. Dolayısıyla, köktenci İslamcılara karşı ılımlı İslam’ın demokratik unsurları desteklenmeli ve bütün İslam ülkelerinde hâkim konuma gelmeleri sağlanmalıdır.

İslam dünyasının kilit ülkesi Türkiye’dir. Ilımlı İslam projesinin merkez üssü de Türkiye olmalıdır. Ancak Türkiye üzerinden yürüyecek bir projenin İslam ülkelerinde başarılı olma ihtimali vardır ve bu ihtimal hiç de yabana atılır bir seçenek değildir.

Bunu yaparken yol haritası son derece sağlam belirlenmeli, bu iş için seçilecek yapı, grup, örgüt, cemaat, hareket –adını ne koyarsanız koyun– iyi tespit edilmeli ve mutlaka ‘içerden’ biri olmalıdır. Herkesin rahatlıkla yanaşabileceği, kabul edebileceği özelliklere sahip olmalıdır: sıradan, doğal, masum, sevecen, sıcakkanlı, güler yüzlü, ılımlı, modern, medeni, donanımlı… Bir dolgu malzemesinde bulunması gereken müspet unsurlar fazlasıyla bulunmalıdır. Neticede, her türlü kaynak, destek ve kolaylık esirgenmeyeceğine ve maddi-manevi hiçbir fedakârlıktan kaçınılmayacağına göre, emek ve yatırımlar heba olmamalıdır. Bu amaçla harekete geçer Üst Akıl…

Acaba Üst Akıl, figüran olarak kullanmak için kimi seçti dersiniz?

İsterseniz şimdilik burada keselim, zira yazımız çok uzadı… Devamını bir sonraki yazımıza saklayalım…

Hepinize sağlık, mutluluk ve afiyet dilerken, mübarek Kurban bayramınızı şimdiden tebrik ediyor, sizleri Allah’a emanet ediyorum.

SURİYE DOSYASI : Türkiye Suriye’de Nereye Kadar İlerler ?


Türkiye Suriye’de Nereye Kadar İlerler?

Fırat Kalkanı’nın askeri boyutu tahminlerin ötesinde hızlı ve başarılı biçimde ilerliyor. Asıl zorluk ABD, Rusya ve AB’yi güvenli bölgeye ikna etmek için yapılacak diplomaside.

Fırat Kalkanı operasyonu ile Suriye’deki iç savaş yeni bir döneme girdi. Suriye masasındaki belli başlı güçlerden en sonuncusu olarak Türkiye sahaya fiilen müdahil oldu. Uzun süre, sınırındaki güvenlik tehditlerini savunma halinde karşılayan Ankara "güvenli bölge" fikrini hayata geçirmek için pro- aktif bir tutum sergiledi.

Azez- Cerablus- El Bab koordinatlarında 98 km uzunluğunda 48 km genişliğinde bir bölge için ÖSO güçleri el Bab’ın köylerini ele geçiriyor.

Nitekim BM Genel Kurulu’na katılmak üzere New York’a giden Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin Suriye’de artık "kendi planı" olduğunu şu cümlelerle vurguladı: "Bize ‘Daha fazla ilerlemeyin’ diyorlar. İlerleyeceğiz. Nereye gitmemiz gerekiyorsa gideceğiz. Buraları bize tehdit unsuru olmaktan çıkarmamız gerekiyor."

Bu cümleler aslında Suriye’de nereye kadar gidilebileceği sorusuna da bir cevap. Türkiye’nin güvenlik önceliklerinin gerektirdiği yere ve ölçeğe kadar… Bu kararlılığı endişe ile karşılayarak "Pakistan gibi ABD tarafından yarı yolda bırakılmaktan" bahsedenler mevcut. Kuşkusuz Suriye denkleminin ciddi riskleri bulunuyor, bunların yönetilmesi gerekir. Ancak Ankara’nın kendi terörle mücadele gündemi çerçevesinde aktif olması bu risklerin yönetilmesi için daha uygun bir konum.

Rusya ile uçak krizi ve ABD’nin PYD’yi Fırat’ın batısına geçirmeme sözünü tutmaması Ankara nezdinde pasif yaklaşım ihtimalinin bittiğini gösteren olaylardı. 3 milyonluk mülteci yükü ile Türkiye şimdilik "soğutulmuş" bir PYD ateş çemberine sıkıştırılacaktı. Gaziantep saldırısı da DAİŞ’in yapacaklarının sınırına geldiğini göstermişti. Sahanın pasif oyuncusu olarak terörle boğuşmak yerine ABD ve Rusya ile güç oyununu da içeren bir politikayı tercih etti.

Bu yeni politikanın iki kritik boyutu var:

1. Fırat Kalkanı’nın Suriye’deki süreci hızlandırdığını daha önce söylemiştim. Bu tespite Türkiye’nin DAİŞ’le mücadele kartını ele almasıyla sahadaki aktörlerin ilişkilerinin de gerilimli bir dönüşüme uğradığı gözlemini eklemeliyim. ABD ve Rusya’nın uzlaştığı ateşkese rağmen ABD uçaklarının Deyr ez-Zor’da Esed güçlerini bombalaması ile oluşan kriz, ÖSO gruplarından bazılarının ABD özel kuvvetlerine tepkisi ve YPG güçlerinin ABD bayrağı altına sığınması yeni duruma sadece birkaç örnek.
Daha fazlası da beklenmeli. DAİŞ’in geriletilmesinin her aşamasında bütün aktörler arasındaki ilişkiler zorlanacak ve yeni gerilimler ortaya çıkacak. İki örnek vereyim. DAİŞ dışındaki Selefi eğilimli unsurların tasfiyesi ya da ılımlı muhaliflere entegrasyonu süreci ABD, Rusya ve Türkiye arasında tansiyonlar üretebilir. Hizbullah ve diğer Şii milislerin durumu ABD, Rusya, İran ve İsrail arasında ciddi gerilim konusu olabilir. Ne yazık ki Suriye masasında Sünni Arapların nitelikli bir şekilde temsil edilmediği durumda barış olamayacağını gören tek aktör Türkiye. Bu da bizi Ankara’nın bugünlerdeki en önemli diplomatik gündemine getiriyor: ÖSO kontrolünde güvenli bölgenin kurulması.

2. Fırat Kalkanı’nın askeri boyutu tahminlerin ötesinde hızlı ve başarılı biçimde ilerliyor. Asıl zorluk ABD, Rusya ve AB’yi güvenli bölgeye ikna etmek için yapılacak diplomaside. Son G-20 zirvesindeki gibi New York’taki BM toplantısında da Erdoğan’ın ana gündemi liderleri DAİŞ’ten temizlediği güvenli bölgeye uluslararası statü kazandırmaya ikna etmek. Türkiye’nin başarılı DAİŞ mücadelesinin Washington’daki Türkiye algısını değiştirdiğini söylemek yanlış olmaz. Zira bu defa ordusu Suriye’de etkili olan Erdoğan ile görüşmeler yapıyorlar.

Yine önceliği DAİŞ olan güvenlik bürokrasisinin görüşlerinin Obama’yı olmasa da yeni başkanı etkileme ihtimali yüksek. Kanaatimce bir tür güvenli bölgenin uluslararası koruma altına alınması sağlanmadıkça ve Halep üzerinde uzlaşmaya varılmadıkça Suriye’de hiçbir barış toplantısı başarılı olamayacak.

Bakalım aktörler bu gerçeği ne zaman kabul etmeyi seçecek.

[Sabah, 20 Eylül 2016]

EĞİTİM DOSYASI : Bir Bakışta Eğitim


Bir Bakışta Eğitim

2014 verilerine göre OECD genelinde 1 öğretmene ilkokulda 15, ortaokulda ve lisede ise 13 öğrenci düşerken, Türkiye’de bu oranlar sırasıyla 19, 18 ve 15 gözüküyor.

Yeni bir eğitim-öğretim yılına daha merhaba dedik. Bu vesileyle, OECD tarafından geçtiğimiz hafta yayınlanan “Education at a Glance 2016” Raporu’nu bir takım göstergeler dâhilinde bugün dikkatinize sunmak istedim. Rapor “Bir Bakışta Eğitim” ismini alırken, çok sayıda indikatör çerçevesinde binlerce veri içeriyor. Benim seçtiklerim ise, “yükseköğretim altı” düzeydeki eğitime odaklanıyor.

Malumunuz, PISA gibi değerlendirmelerin de ortaya koyduğu üzere, sözel ve sayısal manada ülkemizin karnesi nispeten zayıf kalıyor. O halde ilköğretimden liseye uzanan sistemimize dair birkaç ayrıntıya değinerek, OECD geneliyle kıyaslamalar yapmak faydalı olacak.

6251 SAAT

Eğitimin teşekkülü, hiç şüphesiz mevzunun anahtarlarından… Bu doğrultuda rapor, ders saatleri ile ilgili bol veri sunuyor ve ülkelerdeki ilköğretim yıllarına dair bilgiler veriyor.

  • Bizim 8 yıl biçtiğimiz ilkokul ve ortaokul süresinin OECD içinde farklı karşılıkları var. Örneğin bizde bu ayrım 4-4 iken, Avustralya’da 7-4, Şili’de 6-2. Grup ortalamasına bakıldığında ise, ilk iki kademede geçirilen toplam sürenin, bizden 1 fazla ile 9 yıl olduğunu görüyoruz.

Peki, bu yıllar süresince öğrenciler ne kadar eğitime maruz kalıyor?

  • Bizde ilk 4 senede “yıllık” ortalama 720 saat, +4’te ise 843 saatlik zorunlu eğitim var. OECD ortalaması, sırasıyla 799 ve 915.
  • Tüm ilk ve ortaokul boyunca harcanan “toplam” saatlere bakarsanız da, bizim öğrenciler 8 yılda 6.251 saat eğitim görürken, ortalama bir OECD öğrencisi için bu rakam 9 yıl yekûnunda 7.540… Bizden daha az saat eğitimi veren ülkeler olarak ise, Macaristan, Letonya ve Polonya öne çıkıyor.
HANGİ DERSTEN NE KADAR?

Şimdi bir de, şu saatlerin içeriğine bir göz atalım. Bakalım içini nasıl dolduruyoruz? Bununla ilgili olarak raporda dikkat çeken bir tablo, ilkokul ve ortaokul eğitiminde her bir derse ayrılan süreyle ilgili…

  • Bu bağlamda, bizim ilk 4 senede toplam programın %30’unu okuma yazmaya, %17’sini ise matematiğe ayırdığımız anlaşılıyor. Bu derslerde OECD yüzdeleri sırasıyla %22 ve %15.
  • Hayat bilgisi ve beden eğitimi saatlerimiz, sırasıyla %13 ve %14 ile gruptaki genel durumun hayli üzerinde göze batıyor. OECD ortalaması %7 olan doğa/fen bilimlerine ise, biz 100 saatimizin 5’ini ayırıyoruz. Sanat ve teknolojide de geriden geliyor gibiyiz.
  • İkinci 4 yıla geçtiğimizde ise, yer yer daha parlak olmak üzere, OECD’nin ortaokul ortalamalarıyla uyumlu sayılabilecek bir görünümümüz var. Ana dil, matematik ve fen alanlarında en az grup ortalamaları kadar iyi “yüzdelere” sahibiz.
  • Dolayısıyla bu kompozisyonlara eğilmekte fayda var. Tabii şunu da vurgulayayım: İlkokul kısmında oran olarak çeşitli derslerde ortalama üstü gözüküyor olsak bile, toplam saat sayısına vurduğumuzda çoğunda geride kalıyoruz. Sonrasında ise ortaokulda genel durumu toparlasak da, toplam “ilk ve ortaokul süresince” özellikle matematik ve fen saatlerimiz ortalamanın altında kalıyor.
HARCAMADA SONLARDAYIZ

Raporda göze çarpan göstergelerden biri de, eğitime yatırım… 2013 verileriyle yapılan karşılaştırmalar, ülkemizin bu konuda ortalamanın oldukça altında kaldığını gösteriyor.

  • Nitekim eğitim kurumlarımızın öğrenci başına yaptığı “yıllık” harcama, ilkokul seviyesinde 2.894 dolar iken, OECD genelinde bu rakam 8.477 dolar olarak karşımıza çıkıyor. Ortaokul için ise bizde yıllık 3.337 dolar olan harcama, grup ortalamasında 9.980 dolar… Lise dönemi için sarf ettiğimiz 3.914 dolarla da, 9.990 dolarlık ortalamanın altında eziliyoruz.
  • 1. sınıftan lise mezuniyetine kadar bakarsak da, ülkemizde bir öğrenci için yapılan toplam ortalama harcama 42.553 dolar. OECD ortalaması 121.899 dolar iken, sondaki Meksika’dan 1 önceyiz.
  • Öte yandan, 2008-2013 döneminde yapılan harcamalardaki değişimi gösteren grafikte ise, nispeten hızlı gelişimimizle 1 numarayız.
1 ÖĞRETMENE KAÇ ÖĞRENCİ?

Tüm bunlara ek olarak, öğrenme ortamının da kritik bir dinamik olduğuna şüphe yok. Bununla ilgili olarak ise, öğrenci-öğretmen oranları raporda anlamlı bir gösterge olarak karşımıza çıkıyor.

  • 2014 verilerine göre OECD genelinde 1 öğretmene ilkokulda 15, ortaokulda ve lisede ise 13 öğrenci düşerken, Türkiye’de bu oranlar sırasıyla 19, 18 ve 15 gözüküyor. Raporu bir yana koyup TÜİK verilerini açtığımda ise, 2015-2016 döneminde rasyolarımızda iyileşme fark ettim. Buna göre, Türkiye’de öğrenci-öğretmen oranı, düzeylere göre sırasıyla 18, 15 ve 13’e gerilemiş görünüyor.
  • Yalnız mesela rapordaki orta ve lise eğitimine dair öğrenci-öğretmen oranlarında, Türkiye’nin devlet ve özel okullar arasındaki ciddi uçurumuyla “dikkat çektiği” gerçeğini de bitirmeden ekleyeyim.

OECD Raporu, uçsuz bucaksız analizler içeriyor ancak bana ayrılan sınırlar dâhilinde ancak bu kadarını öne çıkarabildim. İlk, orta ve lise kriterleri, kıyaslamalı yerimizi görmemiz açısından hakikaten önemli. Sonuçta bu basamaklardaki adım adım yoğrulmalar, hayatın geri kalanındaki performansı belirliyor. Gerek öğrenciler, gerek eğitimciler, gerekse neticede ülke açısından çok değerli dönemler bunlar… Umalım herkes üzerine düşenin en iyisini hakkıyla yapsın.

[Yeni Şafak, 20 Eylül 2016]

TARİH /// EMİN ÇÖLAŞAN /// Bir zavallı adam : Abdülhamit


​Sevgili okuyucularım, Sultan Abdülhamit Osmanlı’nın 34. padişahı. 1876 yılında tahta çıktı, 1909’da 31 Mart irtica ayaklanması sonrasında indirilip Selanik’e sürgün edildi.

Korkak, vesveseli bir adamdı.

33 yıl süren padişahlığında ülkeyi jurnallerle, muhbirlerin getirdiği yalan yanlış ihbarlarla yönetti.

Korkunç bir baskı rejimi kurmuştu.

Binlerce yurtsever insanı imparatorluğun en ücra köşelerine sürgün etti. O yerlerin başında Yemen ve bugün Libya sınırları içinde kalan Fizan geliyordu. Fizan sürgün açısından en uç ve zorlu yerdi. Büyük Sahra’nın göbeğinde yer alan bu yerlere sürülenlerin bir daha geri gelmesi mucizelere bağlıydı.

Benim tarikat ehli dedem, babamın babası tabip baytar (askeri veteriner hekim) Emin Bey de Fizan’a sürgün edilmiş, sürgün kafilesiyle birlikte Büyük Sahra’yı develerle ve yürüyerek (45 günde) aşmak zorunda kalmıştı. (Soyadımız oradan geliyor.) Çölde susuzluktan kırılmış, develerin idrarını içmek zorunda kalmışlardı.

Fizan’da beş yıl aç susuz yaşadıktan sonra 1908 yılında Meşrutiyet ilan edilince vatana dönmüştü. Uçsuz bucaksız çölü aşarken yanında bulunan Fransızca lügatin kapağına yazdığı yazının orijinali halen evimizin duvarında asılıdır.

Aynen şöyle:

“Şiddetli bir susuzluğa tutulduk. Bu da sevkimize memur olan (sürgünleri Fizan’a götürmekle görevli) Şeyh Ali ile devecilerin suikastı veya cehaletinden ileri geliyor. Baki iman.”

* *
Genç subay Mustafa Kemal de sürgün furyasından nasibini almış, Suriye’ye sürülmüştü.

Büyük yurtsever Mithat Paşa’yı bugün Suudi Arabistan sınırları içinde bulunan TaifKalesi’ne sürgün edip zindanda boğduran da Abdülhamit idi.

*

Vatana millete 33 yıl boyunca kan kusturan, yurtsever insanları baskı ve zulümle ezen, ülkeyi tek adam yöntemi ve sayısı binleri bulan hafiyelerin verdiği jurnallerle yöneten bu adam tahta çıkışının hemen ardından Meclis’i kapatıp sarayına çekildi.
Meclis bir daha açılmadı… Taa ki 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edilene kadar.

*
İstanbul’da Yıldız Sarayı’nda yaşardı. Saraydan dışarıya sadece cuma namazı için çıkar, en yakın camiye gidip namazını kılar ve geri dönerdi. Belki inanmayacaksınız ama 33 yıl boyunca bir kez olsun imparatorluğun İstanbul dışında herhangi bir yerine, ya da Boğaz’ın karşı tarafında gidemedi. 1908 yılında kendisini tahttan indirip yönetime el koyan İttihat Terakki onu Selanik’e sürgün etti. 1912’ye kadar orada haremiyle birlikte Alatini Köşkü’nde yaşadı.

Sonra Balkan Harbi başladı. Selanik’in elimizden çıkacağı belli olmuştu.

Hükümet, eski padişah düşmana esir düşmesin diye Abdülhamit ve haremini İstanbul’a getirip Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirdi.

Osmanlı Devleti bu şahsın padişahlığı döneminde çok büyük toprak kayıplarına uğradı. Tarihimizde 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Türk-Rus Savaşı’nda ne yazık ki ordumuz yenildi.

Rus Ordusu hem Doğu’dan hem Batı’dan topraklarımıza girdi, Erzurum işgal edildi. Ama daha da beteri, Plevne’de Gazi Osman Paşa’yı esir almayı başaran Rus Ordusu Batı’dan İstanbul’a girdi. Yeşilköy’e kadar geldiler…

Ve Abdülhamit’in burnunun dibine koskoca bir zafer anıtı diktiler.

Padişah sıkışmıştı…

İstanbul’daki İngiliz elçisine ricacılar gönderildi… Ve İngiliz Donanması bir süre sonra İstanbul’a gelip Rusları Osmanlı toprağından çekilmeye zorladı…

İşgalci Rus Ordusu yıllar sonra ülkesine döndü…

Abdülhamit bu karambolde kısa bir at pazarlığı yapıp Kıbrıs’ı İngiltere’ye satmayı da başardı! Yapılan anlaşma ile Kıbrıs’ı güya İngiltere’ye geçici bir süre için “Kiralamıştı (!)”

Kıbrıs o günden sonra gitti gider! Gidiş o gidiş!

*
Bu korkak, vehimli adamın bir marifeti daha var ki, akıllara durgunluk verir. Amcası padişah Abdülaziz’in darbeye niyetlenen askerler tarafından öldürüldüğüne, donanma mensuplarının bu işte büyük rolü olduğuna inanırdı.

Tahta çıkınca ilk işi, o günlerin en güçlü deniz kuvvetlerinden biri olan Osmanlı Donanması’nı Haliç’e hapsetmek oldu.

Donanmanın günün birinde Yıldız Sarayı’nı bombalayıp kendisini tahttan indireceğinden korkuyordu.

Osmanlı Donanması orada yıllar boyu çürüyüp elden çıktı.

Bir başka marifeti ise, günün birinde Japon imparatoruna madalya göndermeye heveslendi. Ertuğrul isimli ahşap ve çürük firkateyni 600 denizcimizle birlikte o fırtınalı okyanusları aşıp Japonya’ya gitmesi için törenlerle yola çıkardı.

Gemi dönüşte battı, 500’den fazla denizcimiz Japonya kıyılarında şehit oldu.

*

Bir başka onursuzluğunu anlatayım:

Devlet, İstanbul’da yaşayan Lorando ve Tubini isimli iki Fransız bankerden 500 bin altınborç almış ve bu para ödenmemişti. Faiziyle birlikte borç bir milyon altın olmuştu. Fransız Hükümeti paranın ödenmesi için defalarca istekte bulundu ama ödenmedi… Devlette para kalmamıştı.

1901 yılında Fransız Donanması o zaman Osmanlı toprağı olan Midilli Adası’nı işgal edip gümrük gelirlerine el koydu… Ve para bu işgalden sonra ödendi!

*

Adına Abdülhamit denilen bu adam, bugünkü iktidarın sevgilisi, vazgeçilmezi!..

Onlar için varsa Abdülhamit, yoksa Abdülhamit!

İsmail Kahraman isimli Meclis Başkanı bu hafta İstanbul’da törenler düzenleyecek…

İlki, Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenecek Abdülhamit sempozyumu…

İkincisi Sultan 2. Abdülhamit Han ve dönemi fotoğraf sergisi ve Osmanlı marşları konseri.

Bilmezden gelirler, Osmanlı’nın bir ulusal marşı bile yoktu. Hiçbir zaman olmadı…

*

GATA’nın İstanbul Haydarpaşa hastanesi, ülkemizin en büyüklerinden biri. Son furyada askeriyenin elinden alınıp Sağlık Bakanlığı’na bağlandı, başına örtülü bir kadın getirildi. Peki ismi ne oldu?

“Sultan Abdülhamit Hastanesi.”

Memlekette başka adam kalmamış olsa gerek ki anma törenleri, isim vermeler hep bu korkak, vesveseli adamın çevresinde döndürülüyor.

Ellerinden gelse Abdülhamit’i mezarından çıkarıp başımıza getirecekler.

* *

Sevgili okuyucularım, yarınki yazımda sizlere bir olay anlatıp fotoğrafını da ileteceğim. Bunların sevgilisi Abdülhamit’in kim olduğunu bir kez daha göreceksiniz. Bir utanç belgesidir. Bunların övgü düzdüğü adamı biraz daha tanıma fırsatını bulacaksınız.

Yarınki yazımı okumanızı özellikle isterim.

EMİN ÇÖLAŞAN

MİZAH : Bir Jinekologun (Kadın-Doğum Uzmanı) Not Defterinden :)))))))


Giriş: Mesleğinde yetkin ve ünlü bir jinekolog, hastalarının kendisine sıklıkla sordukları bazı soruları yanıtlamak için not defterine bazı kayıtlar yapmış. Bir dostum ise bu doktorun bir şekilde düşürdüğü not defterini bularak bazı hasta sorularını ve jinekoloğun ilginç yanıtlarını bizler için not almış. Bana da sizlerle paylaşmak düşmüş!

***

“- 35’ten sonra çocuk yapmak doğru mudur?

Yanıt: Hayır, 35 tane yeterli görünüyor.

***

– Bebeğin cinsiyetini öğrenmek için en güvenilir yöntem nedir?

Yanıt: Doğurmak.

***

– Doktorum bana doğum yaparken hissedeceğim şeyin acı değil sadece normal bir baskı olacağını söyledi, bu doğru mu?

Yanıt: Tabii, bakınız meteoroloji uzmanları da kasırgayı normal bir doğa olayı olarak tanımlar.

***

– Bebeğimiz geçen hafta dünyaya geldi. Karım ne zaman kendini yeniden iyi hissetmeye ve normal davranmaya başlayacak?

Yanıt: Çocuklar ayrı eve çıktıkları zaman.

***

– Kocam külot yerine bokser don giyerse hamile kalma olasılığım artar mı?

Yanıt: Evet ama hiç bir şey giymezse daha çok şansınız olur.

***

– Tam olarak ne zaman hamile kaldığımı nasıl bilebilirim?

Yanıt: Yılda bir kere seks yaparak.

***

– Kusmalarımın hamileliğin sabah bulantılarından mı yoksa grip olduğumdan mı kaynaklandığını nasıl bilebilirim?

Yanıt: Eğer gripseniz iyileşirsiniz.

***

– Hamile kaldığımdan beri göğüslerim ve hatta ayaklarım bile büyüdü. Hamilelikte küçülen bir şey var mı?

Yanıt: Evet, idrar torbanız.

***

– Hamileliğim ilerledikçe, yabancılar bana daha çok gülümsemeye başladı. Neden?

Yanıt: Çünkü onlardan daha şişmansınız.

***

– Hamileliğin son zamanlarındaki seks, hangi şartlarda doğumu başlatır?

Yanıt: Eğer bu olay, kocanızla başka bir kadın arasında olursa.

***

– Anne sütünü saklamak için en uygun yer neresidir?

Yanıt: Göğüsleriniz.

***

– Meme pompalarının güvenli bir alternatifi var mı?

Yanıt: Evet, bebek dudakları.

***

– Bebeği sütten ne zaman kesmek gerekir?

Yanıt: Dişleri çıkmaya başladığında.

***

– Bir anne emzirirken hamile kalabilir mi?

Yanıt: Evet ama önce bebeği memeden ayırıp uykuya yatırırsanız işiniz daha kolay olur.”

Erdal Akalın (21.09.2016)

ANMA MESAJI : Cumhuriyetin ilk ressam ve şairlerinden Bedri Rahm i Eyüboğlu’nu vefatının 41. yılında saygı ve rahmetle anıyoru z.


Cumhuriyetin ilk ressam ve şairlerinden Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu vefatının 41. yılında saygı ve rahmetle anıyoruz.

ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU

GÜVENLİK DOSYASI /// AYDIN FINDIKÇI : Resolution ve İncirlik Hava Üssü Bağlantısı


Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) ile Türkiye‘nin ‘müttefik‘ ilişkilerinin geçmişinin çok eskilere dayandığı bilinmektedir. Bu ‘müttefikliğin‘ günümüze kadar taşınan ve bir türlü nihai çözüme kavuşmamış onlarca sorunu var. Bu sorunlardan bir tanesi de, gelinen aşamada birbiri ile iç içe geçmiş iki konudan oluşan ve patlamaya hazır bir el bombası gibi çok tehlikeli bir olgudur. Taraflar arasındaki ilişkiyi zaman zaman geren ve özellikle de Türk kamuoyunu aldatmayı, buna karşın Alman kamuoyunun tüm aktörlerini ise birbirine kenetlenmeyi hedefleyen bir çimento işlevini gören bir konudur. Bunun ne olduğunu, özellikle de Türkiye kamuoyunun dikkatine sunmada ve bu vesile ile bir iki önemli konuya, Bilal oğlanın anlayacağı şekilde yeniden değinmede fayda var

Bilinmesine rağmen yine de Türkiye’de 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan siyasi iktidarların tümü tarafından kamuoyundan gizlenen gerçeklerden bir tanesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri idare bakımından, dönemin Almanyası nezninde bir Alman kasabasından, bir şehrinden ya da bir eyaletinden hiç bir farkı yoktu. Osmanlı Ordusu, bir Alman Ordusu gibi Almanya’nın stratejik çıkarlarına uygun olarak yönetiliyordu. Bu gerçek olgudan dolayı Osmanlı İmparatorluğu, Almanya’nın saflarında 1. Dünya Savaşına sürüklendi. Almanya ile beraber bu savaştan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu, Uluslararası Çete (Emperyalizm)‘nin doğrudan hedefi olmaktan kendini kurtaramadı. Bu Çete’nin başlattığı Birinci Paylaşım Savaşına taraf edilen Osmanlı İmparatorluğu‘nun Silahlı Kuvetlerinin komutası, Alman Generallerin elinde idi. Bu Alman Generallerin Osmanlı Genelkurmay Başkanlığının tepesinde oturarak idare etmesi ve yönetmesi, Osmanlının aldığı ve uyguladığı askeri kararların istisnasız tamamının Alman Generallaerin onayı, bilgisi ve planlaması çerçevesinde olmuştur. Alman Generallerin Osmanlı Genelkurmayı adına aldığı ama Osmanlı İmparatorluğu‘na uygulattırdığı askeri kararlardan en kanlısı ve bugün bile Türkiye´nin uluslararası kamuoyunda hedef olmasına neden olan uygulaması, 27 Mayıs 1915’de çıkarılan ve uygulanan‚Tehcir Kanunu‘dur. ‘Tehcir Kanunu‘ olarak bilinen bu uygulamanın doğurduğu vahim sonuçlardan bir tanesini, FAC hükümetinin büyük koalisyonunu oluşturan Hristiyan Birlik partileri Hrıstıyan Demokratlar Birliği (CDU), Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) ile Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Yeşiller Partisi tarafından hazırlanan bir tasarı (Resolotion) ile "Ermenilere ve diğer Hıristiyan azınlıklara dönük soykırım“ olarak kabül etmesidir.

Federal Meclisin almış olduğu bu kararın Almanca karşılığı olan “Resolution”, bir konu hakkında kamuoyu oluşturmak, kamuoyunun dikkatini o konuya çekmek, dikkat çekilen konuda alınan bir kararı perlamenterlerini oylamasına sunmak, o konuda yayımlanmış bir bildiri ve bir irade ifade etmenin ötesinde her hangi bir hukuksal sonucu, manası ve yaptırımı yoktur.

Yukarda çok özet olarak sunulan ve ikili ilişkilerde çok önemli olan bu ‘Resolution‘, RTE´ın ‘Yeni Türkiyesi‘ ile ilgili bir başka sorun ile iş içe geçmiş durumdadır. Onu da açayım!

Bilindiği üzere RTE, Türkiye‘ de kâğıt üstünde de olsa var olan parlamenter demokrasiye, laik ve sosyal hukuk devletine karşı şeriat’a dayalı faşizmi inşaa etme maksadıyla, Uluslararası Çete’nin oğlanlarından biri olan Fetullan Gülen ile el ele, sırt sırta ve omuz omuza vererek bir sivil darbe gerçekleştirmiş durumdadır. Artık Türkiye bir hukuk devleti değildir. Hukuk devleti olmak RTE‘ın fitratında zaten olmadığı için, FAC gibi hukuk devletinin kurum ve kurallarıyla en iyi şekilde yaşanan ülkelerin parlamentoları tarafından her hangi bir konuda, kendi ulusal çıkarlarını da gözeterek almış olduğu parlamento kararlarını doğru okumak yerine, bu kararları Türkiye´de iç siyasete malzeme yaparak, sivil darbesini, yani şeriata dayalı dinci faşist rejimini daha da pekiştirmenin aracı haline getirmeye çalıştı ama deyim yerindeyse Alman kamuoyunda da rezil oldu, tükürdüğünü yaladı ve zaten yerle bir olan ‘imajı’ yerle bir oldu.

Kamuoyunda "İncirlik Üssü“ olarak bilinen ve Türk devletinin hükümdarlık alanının dışında olan yer, aslında sadece NATO´nun değil, "NATO Üssü“ adı altında, ABD´den FAC´ne kadar bir çok gücün, Ortadoğu ve Asya´da kendi ulusal çıkarları için kullandığı ve her geçen gün Türkiye´nin ulusal güvenliğini daha da tehdit eden bir alanın adıdır. İste bu alanda, 250 kadar Alman Silahlı Kuvvetlerine bağlı Asker, Tornado keşif uçaklarıyla kâğıt üzerinde "IŞİD’la savaş’da, görev yapıyor“.

FAC Parlamentosu’nun 2 Haziran 2016 tarihinde aldığı „Resolution“ ile, 27 Mayıs 1915 tarihli Tehcir Kanunu´nun yarattığı vahim sonucu“ soykırım“ olarak tanımasına karşı güya RTE ve "Yeni Türkiye“´tepki verdi. Gerçeği bilmeyeler, sanki RTE´ın, FAC Parlamentosu tarafından alınan bu karara karşı olduğunu, bu kararı tanımadığını, bu kararın FAC Şanşölyesi sayın Dr. Merkel tarafından da mesafeyle yaklaşıldığına inanacak. Oysa gerçek tam tersidir.

RTE, FAC Parlamentosu’nun aldığı bu karara karşı sayın Dr. Merkel’in mesafeli olduğunu açıklamadığı sürece, Alman parlamenterlerin ‚NATO İncirlik Üssü’de bulunan Alman askerlerini ziyaret edemeyeceklerdir şartı/dayatması , böbürlenmenin, kendi mahallesindeki müritleri tatmin etmenin ve bununla beraber bir bütün olarak Türkiye’ye darbe üstüne darbe indirmenin ötesinde hiç bir manaası olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Şanşölye sayın Dr. Merkel, RTE‘ın bu dayatmasına karşın, 2 Haziran 2016 tarihli meclis kararının arkasında durduğunu, alınan kararda geçen „soykırım“ ifadesini doğru bulduğunu, bu kararın her hangi bir hukuksal sonucu olmadığını defalarca dile getirdi. Sayın Dr. Merkel´in bu ve diğer siyasilerin benzeri açıklamaları, RTE ve müditleri tarafından hep duymazdan gelindi. Haftalar boyu Alman radyo ve televizyon haberlerinin başında RTE’ın bu boş böbürlenmesi ve sayın Dr. Merkel’in açklamaları yer aldı ve böylelikle Almanya´da yaşayan 82 milyon insanın tamamı, RTE’ın bu kof böbürlenmesi sayesinde, Türklerin 27 Mayıs 1915 tarihli ‚Tehcir Kanunu‘ ile FAC Parlamentosu tarafından alınan kararın ifadesi olan ‚Ermeni ve Hıristiyan azınlığa karşı soykırım yaptığı“nı duymuş oldu. Ve bu duyum, RTE tarafından bilerek ve istenerek sahnelenen bir oyunun bir perdesi olarak ikili ilişkiler defterine not olarak düştü.

Ve sahnelenen bu ayak oyunları, laf cambazlığı ve şark kurnazlığı gibi yaklaşımlarla iç siyasette pirim yapayım derken, RTE sonunda sadece tükürdüğünü yalamakla kalmadı, aynı zamanda „NATO İncirlik Üssü“´ünde görev yapan Alman Askerlerini, sadece Federal Meclis milletvekilleri tarafından değil, aynı zamanda Almanya’nın her hangi bir belediye meclisi üyesinden bir eyalet milletvekiline kadar herkesin, istediği zaman bu İncierlik Üssü´ndeki Alman askerlerini ziyaret edebileceğinin kapısını sonuna kadar açmış oldu.

RTE’ın nazarında, Türkiye’deki PKK’nın yan kuruluşu olarak görülen PYD/YPG, FAC’nin ve ABD‘nin müttefiğidir. PYD/YPG, FAC nazarında, islamcı IŞİD’a karşı başarılı mücadele eden bir yapıdır ve bu yapıya karşı FAC’ninTürkiye ile beraber ya da tek başına mücadele etmesi kesinlikle söz konudu değildir. Haliyle insan merak ediyor: ABD ve FAC’nin müttefiği Türkiye’mi?, yoksa Türkiye’ye karşı top yekun savaş ilan eden PKK ve PYD/YPG’e midir?

FAC-Türkiye ilişkilerinde iç içe geçmiş bu iki sorunu toparlayarak makaleye son verelim. RTE’nın hayranlıkla andığı ve örnek gösterdiği Osmanlı İmparatorluğu, kendi Kurmay heyetini Almanlara teslim etmişti ve bu vesile ile ‚Tehcir Kanunu‘ uygulamaya konulmuştur. Sonuç ne olmuştur? Sonuç ; FAC Parlamentosu bu tehcir kanununun vahim sonucunu ‚soykırım‘ olarak tanımış ve RTE sayesinde Türkiye’nin boynuna bir değirmen taşı olarak asmıştır.

Bu ‘soykırım kararı geri alınmadan ya da bu karara Merkel tarafından siyası mesafe konulmadan İncirlik Üssü‘ndeki Alman askerleri ziyaret söz konusu değildir‘ böbürlenmesinini faturası ise, Alman silahlarının her gün onlarca insanımızın katledilmesinde artan şiddete kan kusmaya devam ettiği gerçeğidir.

12 Eylül 2016

Not: 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi yıldönümünde, günümüzde Feto-RTE ikilisi gibi siyasal İslamcıların dinci-şeriatçı darbelerinin önünü açtığını, unutma, unutturma!

MK ULTRA PROJESİ /// ZİHİN KONTROLÜ : GİZLİ ÖRGÜTLER DÜNYAYI YÖNETİYOR


Dr. Ümit Sayın

Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler

Genel durum

Yeni Dünya Düzeni’nin dünyayi yeniden paylasmada Türkiye’nin basina 21. yüzyilda inanilmaz çoraplar örülmek istenmekte ve Türkiye adim adim Sevr kosullarina sürüklenmektedir. Oynanmakta olan bu satranç oyununda Türkiye’de dev bir operasyon yapilmis ve "Sah" köseye sikistirilmistir (Manisali 2002a ve 2002b). Mat olup olmamasi bundan sonra Türk Genelkurmayi’nin atacagi adimlara baglidir. ABD tarafindan planlanan bu operasyon, AB ülkelerinin de yardimiyla simdilik basariyla yürütülerek hedeflenen ekonomik kriz ülkede basariyla yaratildiktan sonra, tüm piyonlar rollerini basariyla oynamislar ve 79 yil önce Hilafeti kaldiran Türk devletinin tepesine Hilafetçi artigi ve ABD kuklasi bir parti usta bir manevra ile -umutsuzluk içindeki halk kandirilarak- geçirilmistir.

Tüm hükümet üyelerinin ve bakanlarinin Naksibendi veya Fethullahci baglantilari Aydinlik dergisinde yayimlandigi halde sadece bir iki bakandan tekzip gelmistir. Hükümet üyelerinin büyük çogunlugu ünlü Abant Toplantilarini düzenleyen Fethullahçi örgütlenmenin odagindaki Birlik Vakfi’nin üyesidir. Bir zamanlar "demokrasi tramvayi"na gerekirse binebilecegini ya da eregine ulasmak amaciyla papaz giysisi bile giyebilecegini söyleyen, camilerin kubbelerini migfer olarak takacak, minareleri de mizrak olarak kullanacak Tayyip Erdogan liderligindeki kadronun yönetiminde Türkiye’yi ileride daha vahim sorunlarin bekledigi açiktir.

Diger yanda ise ABD 80 bin askeriyle Diyarbakir’da konuslanmak ve Türkiye’yi hiç ilgisi olmadigi bir savasa bulastirmak istemektedir. ABD’nin hedefi açiktir. Kafkasya ve Ortadogu petrol ve dogal gaz bölgelerini Naziler gibi isgal etmek ve Asya’nin stratejik bölgelerini kontrol altina almak! Ama rambo çigliklariyla savas naralari atan Türk medyasinda hiç deginilmedigi üzere, ABD’nin asil hedeflerinden birisi de Türkiye’yi parçalamak ve Dogu Anadolu’da ABD kuklasi bir Kürt devleti kurmaktir. Türkiye’yi parçalama ve çökertme operasyonu asikar bir biçimde Kibris üzerindeki Annan Plani ile, NGO’lari ile, Fener Patrikhanesi’ne ve Rum azinliklara verilen haklar ile, Rum Pontus’u ile, Kuzey Irak’taki Kürt Senatosu ile Türkiye’de ajanlik faaliyeti gösteren vakiflariyla basarili bir sekilde sürdürülmektedir. Degerli Necip Hablemitoglu’nun katledilmesi Türkiye’yi istikrarsizlastirma operasyonunun bir parçasidir ve korkarim ki bu cinayetler sürecektir. Cinayetleri ise çok daha büyük bir ekonomik kriz beklemektedir. Ya Türk askeri, kriz durumlarinda ABD’nin müdahele gücü haline getirilecek ya da ekonomisi kisirlastirilmis ve tarimi çökertilmis olan Türkiye açliga mahkum edilecektir. Yani "Sah ve Mat" gerçeklesmesi planlanmistir.

Bu yazida Türkiye’deki durumu irdelemek açisindan dünyayi yöneten gizli güçleri ortaya koymaya çalisacagiz. Simdilerde Globalizasyon adiyla bize yutturulmak istenen Yeni Dünya Düzeni bir günde kurulmus bir strateji degil, kökeni imparatorluklar ve sömürgeler dönemine dayanan bir plandir. Globalizasyon, ulusçulugu ve sinirlari kaldiran bir sistem degil, aksine ezen uluslarin kayitsiz sartsiz hakimiyetine yol açacak acimasiz, emperyalist ve fasist bir yapidir. Yeni Dünya Düzeni’ni sekillenderen iki temel dev güç vardir. Bunlardan birisi Yahudi lobisi ve tekellerinin kurdugu gizli cemiyetler, ötekisi ise WASP adi verilen beyaz, Anglo Sakson, Protestan azinligin kurdugu gizli cemiyetlerdir. ABD’de tüm güç ve medya bu gizli cemiyetler tarafindan sekillendirilmekted ir. Yahudilerin de içinde yer aldiklari CFR (Council on Foreign Relations), Bilderberg gizli örgütü ve Trilateral Komisyon bu cemiyetlerin temelini olusturur. Bir istihbaratçi olan George Orwell’in 1984 isimli kitabinda belirtildigi üzere, medyayi kontrol eden beyinleri kontrol eder. Beyinleri kontrol eden ise, toplumlari kontrol eder (son örnegini 3 Kasim seçimlerinde gördügümüz gibi).

ABD’de medyayi ve beyinleri kim kontrol eder?

ABD’de her yere yayilan ve en çok seyredilen kanallar yaklasik 15 aile tarafindan ve 24 sirketle yönetilmektedir (Chomsky, 1988, 1991, 1992, 1994). Bu sirketler sunlardir (Chomsky, 1988, 1991): Advance Publications (Newhouse ailesi), Capital Cities (Devlet Kökenli, DK), CBS (DK), Cox Com (Cox ailesi) , Dow-Jones (Bancroft-Cox ailesi), Gannet (DK), GE (General Electric), Hearst (Hearst ailesi), Knight-Ridder ailesi, News Corp (Murdoch ailesi), New York Times (Sulzberger ailesi), Reader’s Digest (Wallace ailesi), Scripps-Howard (Scrips ailesi), Storer Corp (Storer ailesi), Taft (Taft Ailesi), Time Inc. (karisik ve DK), Times Mirror (Chandler ailesi), Triangle (Annenberger ailesi), Tribune Co. (McCormick ailesi), Turner Broadcasting (Turner ailesi), Fox Broadcasting (Fox ailesi).

ABD’de bugün, hem gizli-derin devletten izinsiz, hem de bu ailelerden izinsiz hiç bir gerçegi yayimlayamazsiniz (ABD gizli devleti için bkz. Vankin 1996; Constantine1997; Blum 2000). Belirli bir elit zümrenin kontrolü altinda olan ABD medyasinin, bunun bir sonucu olarak da dünya medyasinin gerçeklerle ilgili fazla bir bilgi yayinlanmasi beklenemez. Zaten tüm Amerikan halki 11 Eylül olayinda oldugu gibi medya tarafindan tamamen uyutulmus ve inanilmaz senaryolar ile sadece Amerikan halki degil, tüm dünya kandirilmistir (Meyssan 2002; Sayin 2002).

Bu sirketlerin pek çogunun yöneticisi özel ve elit bir alt kültürden gelmektedir ve hep ayni söylemi dile getirirler ve Yeni Dünya Düzeni’nin temel bir parçasidirlar. Bu egilim, dünyayi dinlemek ve yönetmek için NSA (National Security Agency) tarafindan kurulmus ECHELON sisteminin diger üyeleri Ingiltere, Kanada, Yeni Zelanda ve Avustralya’da da pek degismemektedir (Sayin 1998; Hager 1997). ABD’de de Washington ve New York merkezli CFR’nin yerini bu ülkelerde Bilderberg ve Trilateral Komisyon almaktadir.

Medyanin basinda da mutlaka bu örgütlerin elemanlari bulunur. Asagida bazi örnekleri siraliyoruz (Kisaltmalar B: Bilderberg üyesi; T: Trilateral Komisyon; C: Council on Foreign Relations, en az iki veya üç gizli cemiyete üye olanlardan örnekler verilmistir, bu örgütler daha sonra tanimlanacaklardir, Kaynak: Ross 2000):

Robert Erburu (C ve T): Times Mirror baskani ,Forester Lynn ( B ve C): Netwave Inc. Haberlesme sistemleri

Paul Gigot (B ve C): Wall Street Journal, Washington yazari…Henry Anatole Grunwald (B ve C): Time dergisi, editör

Jimmie Lee Hoagland (B ve C): Washington Post, editör yardimcisi…Claude Imbert (B ve T): Le Point, Paris.

Dinç Bilgin (B ve T): Sabah Yayincilik ve 1 Numara Yayincilik…Wyatt Thomas Johnson (C ve T): CNN baskani.

Flora Lewis (C ve T): New York Times, Paris, köse yazari …Charles William Maynes (B ve C): Foreign Policy Magazine, Carnegie vakfi (CIA baglantili) Albert J. Wholstetter (B ve C): Wall Street Journal, yazar

Robert Leroy Bartley (B, C ve T): Wall Street Journal, Editör ve baskan. Thomas L. Friedman (B, C ve T): New York Times, köse yazari. David Gergen (B , C ve T): US News and World Report, Baskan ve editör.

Katharine Graham (B, C ve T): Washington Post, direktörlerden James Fulton Hoge (B, C ve T): Foreign Affairs Magazine direktörü (bu dergi CFR’in resmi organidir).

Mortimer Benjamin Zuckerman (B, C ve T): US News ve World Reports, Atlantic Montly, NY Daily News. Bas Editör.

Dünyada hakimiyeti elinde tutan bu Anglo Sakson ve Yahudi medyalarinda tek bir ideolojinin borusu öter: Globalizm. Globalizasyonun ve Yeni Dünya Düzeni’nin temel felsefesini ortaya koyan da ORDO AB CHAO (Kaostan Düzen) mottosu ile ortaya çikmis Illüminati, Skulls and Bones Society (SBS, Kuru Kafa ve Kemik Cemiyeti), Bohemian Grove (veya Bohemian Club) gibi gizli cemiyetlerin ta kendisidir! Daha sonra bu cemiyetlere 20. yüzyilda Council on Foreign Relations (CFR, Dis Iliskiler Konseyi), Bilderberg ve Trilateral Komisyon eklenecek ve diger ülkelere de yayilarak kayitsiz sartsiz bir Yeni Dünya Düzeni veya bir Anglo Sakson Firavunlar devri yaratmak için büyük bir mücadele verilecektir (Sutton 1986; Domhoff 2000; Ross 2000; Marrs 2000).

Dünyadaki pek çok tüketim malzemesini ve diger mallari sistematik gizli örgüt agina sahip bir elitler grubu kontrol etmektedir. Bu elitler grubu tüm dünyaya yayilmislar ve pek çok kilit noktayi bilinçli ve planli bir biçimde isgal etmislerdir. Artik dünyayi yöneten bir Büyük Agabey vardir ve bu Büyük Agabey bahsedilen elitlerin olusturdugu gizli bir agdir; bu agin tarihsel mistik bir geçmisi de vardir! Büyük Agabey örgütünün üye sayisi 8-10 bini asmaz, ama savaslarin çikmasindan dünyadaki para hareketlerine, uyusturucu trafigi ve kara paradan ülkelerin çökertilmesine, hükümetlerin degistirilip, ülkelerin parçalanmasina kadar (Rusya ve Yugoslavya örnegi) bu elitler grubu ve Büyük Agabey etkilidir.

Yeni Dünya Düzeni, arkasinda masonik gizli örgütlenmelerin oldugu bir uluslararasi agin ve Council on Foreign Relations (Dis iliskiler konseyi), Trilateral Komisyon ve Bilderberg isimli örgütlerin planlayip, dünyaya dayattigi kayitsiz sartsiz emperyalist bir sömürü sistemidir.

Yeni Dünya Düzeni ve bu örgütler neden tehlikelidirler?

Yeni Dünya Düzeni’nin amaçlari ve tehlikeleri hakkinda tonlarca kitap yazilmis, globalizasyonun insanliga sunacagi acimasiz gerçekler hakkinda yüzlerce konferans verilmistir. Fakat bahsedilen gizli örgütlerin ve CFR, Bilderberg ve Trilateral Komisyo’nun tehlikeleri hakkinda yazilan kitaplar bir avuçtur. Çünkü bu örgütler hakkinda bilgiye ulasmak çok zordur. Bu örgütlere üye olan kisiler istihbarat örgütlerinin, silahli kuvvetlerin, NATO’nun veya Savunma Bakanliklarinin, bankalarin, dev tröstlerin en tepesindeki insanlardir. Nazilerden pek de farkli olmayan bu insanlarin gerçek yüzlerini daha iyi anlayabilmek, ancak onlarin dünya insanligi üzerinde oynadiklari rolü sergileyerek mümkün olabilir. Bu örgütler niye tehlikelidirler? Çünkü:

Savaslari onlar çikarirlar. Ne kadar sürecegine onlar karar verirler, kimlerin katilacagina ve hangi sinirlarin çizilecegine onlar karar verirler (Su anda içine girmekte oldugumuz savasta oldugu gibi). Birinci Dünya Savasi’nin çikmasinda J. P. Morgan ve Rockefeller’in büyük etkileri oldugu ve savas sonunda da inanilmaz kârlar elde ettikleri bilinmektedir (Marrs 2000). Ayrica 2. Dünya Savasi’nin basinda (Hitler’in yükselisinde de) Rockefeller grubunun Hitler’e yaptigi yardimlar bilinmektedir. Rockefeller’lar, bu Büyük Agabey’in, CFR veya Skulls and Bones Society’nin merkezindedirler.

Parayi kayitsiz sartsiz onlar kontrol ederler. ABD’deki Merkez Bankasi’ndan tutun, diger uluslardaki merkez bankalarina kadar tüm temel bankalarin kilit noktalarini onlar kontrol ederler. Iskonto oranlarini, para teminini, altin stoklarini ve altin fiyatlarini, borsa fiyatlarini onlar ellerinde tutarlar ve kontrol ederler. Dünyada akmakta olan tüm kara para bu örgütlerin kontrolündedir.

Hükümetleri onlar kontrol ederler. Pek çok ülkede kimin basbakan, kimin vali veya kimin yönetici konumuna gelecegini onlar kontrol ederler. Gerekirse hükümetleri yikarlar, yerine yenisini kurarlar, islerine gelmezse onu da yikarlar ve bunu kimsenin ruhu duymadan yaparlar. Medya bu gerçeklerden bahsedemez.

Medya ve bilgiyi onlar kontrol ederler. Temel pek çok medya kuruluslarini onlar kontrol ederler. Beyin yikama yöntemleri ve medyayi yönlendirme yöntemleri korkunçtur. Onlarin izni olmadan büyük medyaya yayin yapmaniz mümkün degildir.

Ücretleri, vergileri maaslari onlar kontrol ederler. Emeginize net olarak hakimdirler. Tüm ücretleri, endüstrilerdeki maaslari, isçi maaslarini onlar kontrol ederler.

Mafyayi onlar kontrol ederler. Detaya girmeye gerek yok, çünkü zaten kendileri mafyadir. Diger mafya örgütlenmelerini onlar kontrol ederler.

Bilimi ve teknolojiyi onlar kontrol ederler. Bilimi ve teknolojiyi çok kilit noktalardaki ögretim görevlileri veya çok kilit noktalardaki sirket görevlileri sayesinde onlar kontrol ederler.

Istihbarat örgütlerini ve ordulari onlar kontrol ederler. ABD’deki hemen her istihbarat örgütünün üst düzey görevlisi veya ileri geleni ya bahsedilen gizli örgütlerin üyesidir, ya da CFR, Trilateral Komisyon veya Bilderberg üyesidir. Avrupa ve Japonya’daki istihbarat örgütlerinde de bu kisiler çok etkilidir. Türkiye’de ise son 50 yildir yönetici konumuna gelmis pek çok kisi ya Trilateral Komisyon veya Bilderberg üyesidir.

Su unutulmamalidir: Bu örgütlerin güçleri, nitelikleri ve üyeleri ortaya çikarildiktan sonra kesinlikle alt edilebilirler. Bu örgütleri böylesine siralamak onlarin yenilmez olduklari vurgulamak amaciyla degil, aksine onlarin iç yapilarini ortaya koymak ve alt edilebileceklerini vurgulamak amaciyla yapilmaktadir.

Asagida her üç örgüte de (Trilateral Komisyon, Bilderberg ve CFR) üye olan kisilerin isimlerini ve bulunduklari konumlari sunuyorum (Ross 2000).

Her üç örgüte de üye olan elitler

Paul Arthur Allaire: Xerox sirketi direktörü, CFR direktörü. Graham T. Allison: Ulusal Politika Merkezi üyesi, eski CFR Direktörü. D. Orville Andreas: Archer Daniels Sirketi Baskani. R. Leroy Bartley: Ünlü Wall Street Journal Editörü. C. Fred Bergsten: Ünlü Brookings Institition Yöneticisi. Robert R. Bowie: Kitalararasi Gelistirme Merkezi üyesi. John Bredemas: Texaco sirketi direktörü, eski senatör. Zbigniew Brzezinski: Ulusal güvenlik danismani, Stratejik ve Uluslararasi Çalismalar Enstitüsü. John H. Chafe: Senatör, Fin. Sel. Intellig. Direktör. Bill Clinton: Eski Baskan , Arkansas Valisi. Richard N. Cooper: Harvard’da Prof. CFR direktörü, Devlet Bakanligi, Ekonomik isler.

Gerald Corrigan: CFR direktörü, Federal Merkez Bankasi. Eski direktörü, Goldman Sachs. Lynn E. Davis: Devlet Bakani, Uluslararasi Güvenlik Sekreteri. John Mark Deutch: CIA direktörü, Savunma Bakanligi. Martin S. Friedman: Prof. (Harvard) Ekonomik Arastirmalar Ulusal Bürosu. Stephan J. Friedman: Goldman Sachs Sirketi.

Thomas L. Friedman: New York Times gazetesi, köse yazari. David. L. Gergen: US News ve World Report Direktör ve Clinton ‘in danismani. Louis Gerstner: IBM Sirketi sahibi ve Baskani. Kathrine Graham: Washington Post gazetesi, köse yazari ve Brookings Inst. Maurice Greenberg: CFR direktörü, Am. Int. Group Inc. Baskan Yardimcisi.

Lee Herbert Hesburgh: Senatör , Indiana uluslararasi iliskiler. W. Alexander Hewitt: Jamaica Büyükelçisi.

James F. Hoge: CFR’nin yayin organi Foreign Affairs’in direktörü. Richard Holbrooke: ABD Büyükelçisi, B. M. üyesi Credit S. First Boston Corp. Vernon E. Jordan : Aikin, Huer and Feld Sirketi, RJR Nabisco yöneticisi.

Henry A. Kissenger: Nixon ve Carter dönemi Devlet Bakanligi, Sekreter. Winston Lord: Devlet Bak. Sekreter yardimcisi, Dogu Pasifik ve Asya Iliskileri. Jessica T. Mathews: Uluslararasi baris için Carnegie Vakfi Baskani (CIA ve DIA). Winston P. McCracken: Michigan Üniversitesi Prof. Robert Strange Mc Namara: Dünya Bankasi Baskani, Eski Savunma Sekreteri, Brookings Inst. (CIA baglantili). Walter F. Mondale: ABD Büyükelçisi, Japonya Devlet Bakanligi.

J. Benjamin Nye: Hazine Bakanligi Sekreteri ve etkin baskani. Joseph S. Nye: Ulusal Istihbarat Konseyi Baskani, Harvard Dekani Rozanne L. Ridgway: Atlantik Konsül, RJR Nab Direktörü. Charles W. Robinson: Kitalararasi Gelistirme Konsülü, Brookings Inst. (CIA baglantili). David Rockefeller: Chase Manhattan Bankasi baskani, Rockefeller Sirketi Baskani, CFR baskani, Trilateral Komisyon baska. Bahsedilen tüm örgütlerin basindaki çekirdegin yöneticisi. Brent Snowcroft: Ulusal Güvenlik Konseyi Baskan yard, CFR eski baskani. Helmut Sonnefeldt: Brookings ve Carnagie Endowment (CIA baglantili). George Soros: Soros Fund Baskani, Open Society Institute.

Laura D. Tyson: Prof, Harvard, Ekonomik danismanlik Komisyonu baskani. Paul A. Volcker: Federal Reserve System (Merkez Bankasi) Baskani. John C. Whitehead: Brookings Institution baskani (CIA yan kurulusu) NYC, AEA investor. Paul D. Wolfowitz: John Hopkins Ünv Dekani, Ileri Uluslararasi Iliskiler (CIA). Robert B. Zoellick: Stratejik ve Uluslararasi Iliskiler Merkezi baskani. M. Benjamin Mortimer: US News, World Reports, NY Daily News, Atlantic Montly Baskani ve yöneticisi, pek çok medyayi kontrol etmekte.

Eski ve Yeni Dünya Düzeni’nde gizli cemiyetlere kisa bir bakis

Dünyanin kurulusundan beri insanlar sosyal sistemler içinde belirli bir güç arayisinda olmuslardir. Belirli sosyal siniflarda ve özellikle 16-18. yüzyildan sonra yönetici sinifi teskil eden üst burjuvazide belirli mevkilerin dagilimi arz-talep dengesine uygun olmamaya baslamistir. Ayrica klise ve din baskisina karsi da, farkli ve daha açik görüslü düsünceye sahip insanlar farkli örgütlenmeler içine girme ihtiyaci duymuslardir. Bu yüzyillarda eski mistik gizli cemiyetlerin de törelerini ve yöntemlerini kullanan yeni yapilanmalar görmekteyiz. Masonluk ve ILLUMINATI bu özellikleri fazlasiyla içermektedir.

Bakınız..(http://ahmetdursun374.blogcu.com/13833/)

Aslinda gizli cemiyetler büyünün ve ayinlerin basladigi çok eski dönemlere kadar gider ve pek çok gizli cemiyetin kurulusu Misirlilar ve Mezopotamyalilar zamanina kadar uzanmakta, Sümer ve Akadlara, 5000 yil önceye gitmektedir. Ama ilk gizli cemiyetlerin temel çikis noktasi din ve Tanri ile bütünlesme çabasidir. Ilk gizli cemiyetleri olusturanlar da zaten samanlar, din adamlari ve ruhban sinifi olmustur. Zoroastrianizm, Mithraism, Pitagorasçilik, Neo-Platonizm, Kabalizm, Sufism, Batiniler (Hasan Sabbah’in gizli cemiyeti), Tapinak ve Malta Sovalyeleri ve Gül Haç örgütü ve daha binlercesi Misir, Mezopotamya ve Ortadoguda kendi inanç, sembolizm ve ritüel sistemleri ile yogrulmuslar ve yillarca birbirlerinden etkilenerek Rönesans dönemine kadar ulasmislardir. Burada söz konusu olan masonik cemiyetlerdir, ama burada hedefimiz tüm masonlari ve masonik aktiviteleri kötülemek degildir. Yüzlerce kola ayrilmis olan masonluk kendi alt kültürü içinde bazi masonik olgulari ve yapilari da beraberinde getirmistir. Masonlugun tarihte insanlara olumlu etkileri de olmustur. Öncelikle 18. yüzyil öncesi Anderson Anayasasi’ndan önceki masonlarin pek çogu aydinlanmaci ve bilimsel kisiligi ön plana çikan kisilerdir.

Varligi halen tartisilan Gül Haç (Rose Croix) örgütünün de masonlugun farkli bir devami oldugu, hatta 1614’lerde kliseye karsi Ingiltere’de manifestolar verdigi de söylenir. Rose Croix’da bulundugu ve büyük üstatlik yaptigi söylenen bazi kisileri son yillarda bulunan parsomenlerdeki kayitlarina ve ‘Holly Blood and Holly Grail’ ( Kutsal Kan , Kutsal Kase) isimli kitaptaki bilgiye göre sayalim isterseniz (Baigent 1983). Leonardo da Vinci (1510-1519); Robert Boyle (1654-1691); Isaac Newton (1691-1727); Charles Radclyffe (1727-1746); Victor Hugo (1844-1885); Claude Debussy (1885-1918). Daha pek çok ünlü isim mevcut bu gizli masonik örgüttedir! Bu örgütün de farkli bir masonik örgüt olarak faaliyetlerini halen dünyanin heryerinde sürdürdügü iddia edilmektedir. ILLUMINATI’ye de bir kol veren grubun Gül Haç teskilati oldugu düsünülmektedir.

Bu gizli cemiyetlerin hepsi tarihte olumsuz etkiler yapmamistir, aksine Hür ve Kabul Edilmis Masonlar Cemiyeti Fransiz Ihtilali ve Amerikan Devriminin örgütlenme yapisini ve temel kardeslik, esitlik felsefesini olusturmus, devrimlere ideolojik bir ag örmüstür. Fransiz Ihtilali’nin pek çok kahramani masondur. Kuzey Amerika’ya masonluk 1730’larda gelmistir. Benjamin Franklin 1731’de mason olmus ve 1734’de Pennsylvania ‘nin Büyük Üstadi olmustur. Rose Croix’larin (Gül Haç) üçlü konsülünde yer almistir. George Washington 1752’de masonluga alinmis 1789’da da Baskan olmustur. Amerikan baskanlarinin büyük çogunlugu masondur. Masonik örgütlerin pek çogu Türkiye’de de adi çok tartisilan Tapinak Sovalyeleri’ne dayanir.

Tapinak sovalyeleri

Tapinak sovalyeleri, Haçli seferleri sirasinda Hugues de Payen isimli soylu bir sovalye tarafindan 8 diger sovalye ile birlikte 1119’da kurulmustur (Baigent 1983; Barret 1999; Draul 1989). Bu dönem Hasan Sabbah’in ve Batinilerin etkisinin bitmek üzere oldugu bir dönemdir. 1099’da Kudüs alininca, Tapinak sovalyeleri buraya giden hacilari ve Avrupalilari korumak için devreye girdiler. Resmi olarak Troya konsülü tarafindan 1129’da Isa’nin Fakir Sovalyeleri ve Süleyman Tapinagi Tarikati olarak kuruldular. Tapinak sovalyelerinin sayisi hizla artti, 1130’da 300 kadar Tapinak sovalyesi Kudüs civarina vardi. Tapinak sovalyesi olabilmek için klise karsisinda fakirlik yemini etmek, bekaret ve kliseye itaat basta geliyordu. Görevleri din adamlarini ve Kudüse gidenleri korumakti. Sayilari artti, Anadolu’da ve Kudüs civarinda kendilerine kaleler insaa ettiler ve kendilerine ait bir alt kültür kurdular. 1139’da basarilarindan dolayi Papa Innocent II onlara tam bagimsizlik tanima hatasinda bulundu. Krallar ve soylular da hoslanmamalarina ragmen mecburen Tapinak Sovalyeleri’ne toprak ve toprak kirasi alma hakki tanidi. Böylece sayilari binleri asti ve hem Anadolu’da hem de deniz kenarindaki diger bölgelerde kaleler insaa ettiler ve duvarci ustasi anlamina gelen ilk ‘masonik’ aktivitelerine baslamis oldular. Zamanla soyulmaktan korkan hacilara yardimci olmak için onlarin degerli esyalarini muhafaza etmeye, ilk seyahat çeklerini ortaya çikarmaya basladilar. Tabii gizli bazi isaretler tasimasi gereken bu yazili kagitlardaki semboller yüzyillardir bölgedeki mistik akimlardan etkilendi ve onlarin alt kültürleriyle bütünlesti.

Tapinak Sovalyeleri’ne üye özel olarak seçilir, tarikata kabul edilirler ve çok farkli bir egitimden geçirilirlerdi. Bu sirada Arapça ögrenip, eski Yunan eserlerini okumaya basladilar. Bankerlikle ve ticaretle de çok zenginlestiler. Papalik ve Fransiz krali onlarin gücünün azaltilmasi gerektigini sonunda anladilar, çünkü hermetizm, alkemi (simya) ve bilimle de ugrasan bir alt kültür yaratmislardi. 1307’de Papa Clement V’in emri ile bazi Tapinak Sovalyeleri geri çagrildilar, büyücülükle suçlandilar, iskence gördüler ve yakildilar. 1314’de Tapinak Sovalyeleri’nin büyük üstadi Jacques de Molay Paris’te bir kaziga çakilarak yakildi. Bunun üzerine geri çagrilan Tapinak Sovalyeleri Iskoçyaya kaçtilar ve orada operatif masonlugu kurdular ve Anadolu’daki, Kudüs’teki kaleleri ve merkezleri ile haberlesmeyi sürdürdüler. 36’sinin haricindeki Tapinak Sovalyelerini yakalayamadilar. Özellikle suçlama büyü, hermetizmle (ilk kaynaklari astroloji, astrolojiye dayali hekimlik ve büyü olan, I.S. II ve III yüzyilda ise Stoaciligin ve Platonculugun, Zerdüst dininin de da damgasini tasiyan, Hristiyanligini Mesih anlayisini reddeden, Bati mistisizminin esasini olusturan bir felsefe ve din) ve alkemi ile ugrasmalari, maddi güçlerini Papaligin hizmetine sunmamalari ve Papaliga garip gelen sembolik ve allegorik ritüelleriydi. Bu ritüellerde söylenen sözler ezberleniyordu ve yazili degildi ve ne yaptiklari belirsizdi, kliseye karsi ayaklaniyor olabilirlerdi. Avrupa’da büyük bir olasilikla Tapinak Sovalyeleri daha sonraki yüzyillarda farkli örgütler olarak devam ettiler, bunlarin en önemlisi asagida açiklayacagimiz Rose Croix (GÜL HAÇ) örgütüdür.

Rose Croix (Gül Haç örgütü)

1188’de Prieree De Sion MS 46 yilinda kurulan ORMUS (inisiye edilenler tarikati veya tekris edilenler tarikati) isimli tarikatin bir adinin da l’Ordre de la Rose-Croix Veritax oldugu, bir rivayete göre de Isa’nin çarmihtan inip bu tarikati kurdugu söylense de, Dames Frances Yates’e göre ilk ismine 1614’de yayimlanan Fama Fraternatis’de, Confessio Fraternatis ve The Chemical Wedding of of Christian RosenKreuz’ da rastlanir. Bu devirde yazilan ve Rosy Cross Manifestolari olarak bilinen üç eser bir Hiristiyan olan Rossy Cross’dan ve allegorik bir efsaneden ve bir manifestodan bahseder. Almanya’da 1378’de dogan Rosy Cross Anadolu’ya ve kutsal topraklara gitmis 106 yasinda 1484’de ölmüstür. Bu eserler simya ile, gizli bilimle ve tipla ugrasan kliseye karsi olan gizli bir toplulugun varligindan dem vurur. Eserlerde masonik sembolizm ve dolayli anlatim kullanilir. Bu yazilarda belirttigimiz gibi Boyle ve Leonardo da Vinci’den, Isaac Newton’a kadar pek çok bilim insani bu gizli örgüte üye olmus ve bu örgüt sayesinde kendini gelistirmistir. Örgütün tüm özellikleri masoniktir ve Tapinak Sovalyeleri ile iliskileri olduguna kesin gözüyle bakilmaktadir. Daha sonra ABD’ye masonlugu getiren kisiler ve Benjamin Franklin’in kendisi bile Gül Haç örgütünün iç çekirdegindendir. Manifestolar insanlik için çalisan kardeslik ve iyiligi yayma motiflerini isler, Fransiz Ihtilali ve Amerikan ihtilalinde de gelisen devrimci masonik örgütlenme Rose Croix ile içiçedir. Gül Haç isminin de çok sembolik bir anlami vardir (detaylar için Baigent 1983 ve Barret 1999) Rose Croix ayrica pek çok yönü ve mistik islevi ile Kabalizmle içiçedir, bu da hem Yahudilerden hem de konuyu isleyen Tapinak Sovalyelerinden geçmis bir gelenektir. 1623’de Gül Haç örgütü Pariste çok yaygindi ve bazi üyelerinin görünür, bazi üyelerinin de görünmez oldugu ve görünmez olanlarin seytanla isbirligi içinde oldugu dedikodusunu dogurmustur. 1640’larda Avrupa ve Ingiltere’de pek çok Rose Croix örgütü mevcuttu ve Ashmole ve Lilly tarafindan Londra’da 1646’da kurulan bir locanin Hür ve Kabul Edilmis masonlugun, Tapinak Sovalyeleri ile birlikte temeli attigi iddia edilmistir. 17. Yüzyildan sonra Gül Haç örgütü masonluktan daha gizli ve daha ölümcül bir biçimde devam etmis ve bir kola ayrilarak ILLUMINATI’yi olusturmustur. Rose Croix o kadar gizlidir ki, halen sürüp sürmedigi bile resmi olarak bilinmemektedir. Seytana taparlar mi? Bu konuda belirsizdir, ama 20. yüzyilin basinda GOLDEN DAWN (ALTIN GÜNDOGUMU) isimli koyu okkült, kara büyü ve satanizm örgütünü kuran Aleister Crowley’in Rose Croix örgütünden oldugu iddia edilmektedir, ayni zamanda Crowley Hür, Kabul Edilmis Masonlar Locasi’nda Büyük Üstadlik yapmis, Skoç ritinde de 33. derece mason olmustur.

Yaptigim arastirma ve incelemelerden çikardigim sonuç, Rose Croix örgütünün hiç bir zaman yok olmadigidir. Fakat baska örgütler dogurmaya devam etmistir. 16. yüzyildan beri gerek masonlugun, gerekse ILLUMINATI’nin ve Skulls and Bones Society’nin dogusunda etkin rol oynamistir. Ama Hür ve Kabul Edilmis Masonlar resmi ve kanuni bir dernek olmasina karsin, ne ILLUMINATI ne de Rose Croix ortaya çikip kendini gösteren birer dernek degildirler ve masonlugu kendilerine üye çekmek için bir havuz olarak kullanirlar. Yani daireler içiçedir. En içteki dairede ve çelik çekirdekte hangi mistik gizli örgütün yüzyillarca etkili oldugu meçhul kalmistir.

Illuminati

Illuminati 1 Mayis 1776 da Adam Weishaupt tarafindan Bavyera-Almanya’da kurulmustur. Adam Weishaupt Ingolstadt Üniversitesinde hukuk profesörü iken masonik egilimlere merak sarmis ve bir gizli örgüt kurmustur. Ama hükümete karsi bazi hareketler de içeren yayinlari nedeniyle 1786’da polis tarafindan basilmis ve ondan sonra da tamamen yer altina inmistir. Illuminatinin daha sonra çok güçlendigi ve 1833’de Yale Üniversitesinde General William Russel tarafindan Skulls and Bones Society (SBS) olarak kuruldugu rivayet edilmektedir (Marrs 2000; Sutton 1986). Yani bir rivayete göre SBS Illuminatinin ABD’deki devamidir. ILLUMINATI’nin Rose Croix örgütü ile direkt iliskisi oldugu bilinmektedir. Hangi ülkede birlesik çalisirlar, hangi ülkede farklidirlar ve ayrilirlar bilinemez. Bu gizli örgütlerin terör örgütlerinden özde pek bir farki yoktur; terör örgütleri bomba ve silahla terör ve anarsi yaratirlar. ILLUMINATI, SBS, CFR ve benzerleri ise sadece anarsi ve kaosu yani ORDO AB CHAOS’u (kaostan düzen) imza yetkisi, uluslararasi strateji, paranin kontrolü ve mafyanin indirekt kontrolü ile yaratirlar.

Illuminati adini ve üyelerini inanilmaz bir sir gibi saklayan ve ölümcül bir kurulustur. Bugün hemen her ülkede mevcuttur. Özel egitim, tören ve alt kültürlerden gelmeyenler Illuminatiye kabul edilmezler. ABD baskanlarinin pek çogu Illuminati’den ya icazet alirlar ya da üyesidirler. Bu gizli örgüte ihanet edenlerin cezasi kayitsiz sartsiz ölümdür. Illuminatinin NATO ile veya Gladyo gibi yeralti örgütleri ile de iliskisi oldugu sanilmaktadir (Domhoff 1974, 2000; Sutton 1986, 1988, 1990; Marrs 2000; Ross 2000; Marrs 2001) Skulls and Bones Society (Kuru Kafa ve Kemikler Örgütü-SBS)

Baba ve ogul George Bush’un üyesi oldugu SBS, merkezi Connecticut Yale Üniversitesi’nde olan çok gizli bir cemiyettir (Ironhouse 2002; Sutton 1986). Her yil sadece bu örgüte 15 kisi girebilir, ama bu 15 kisi daha sonra ABD’de en kilit noktalara getirilir, ayrica akrabalari ve dostlari da bu elitizmden paylarini alirlar. Sayilari az olmasina ragmen etkileri fazladir ve bir çember içindeki merkez usulüyle çalisirlar, yani bir çemberdeki çesitli noktalarin kontrolü bir SBS üyesinde ise, onlar için sorun çözülmüstür, bu nedenle üyelerini yönetici ve etkin çemberlerin merkezine koyarlar. Tabii ki ILLUMINATI, Rose Croix (Gül Haç), Trilateral Komisyon ve CFR ile ile direkt iliskileri vardir.

Her ikisinin de gizli Rose Croix örgütü ile iliskisi vardir. Alphonso Taft daha sonra ABD baskani ve SBS üyesi olan William Howard Taft’in da babasidir. SBS’nin son 150 yilda 2500’den fazla üyesi olmustur. SBS Yeni Dünya Düzeni’nin temel ideologlarindan biridir (Bohemian Grove ve CFR ile birlikte). Elimizdeki ilk kayitlar Haziran 1882’ye aittir.

Bu gizli cemiyete girebilmek ancak davetle mümkündür ve inisiasyon töreni masonlarinkine çok benzer. Fakat tüm ritüeller ve yapilanlar gizlidir, kimse disariya bilgi sizdiramaz. Inisiasyon törenlerinde denekler çirilçiplak soyunup bir tabuta girerler, bu tabuttan çiktiklarinda yeniden dogmus sayilirlar. Birbirlerini özel tanima yöntemleri vardir. Son yüz yilda SBS üyeleri ABD’de en kilit noktalara gelmislerdir ve özellikle belirli ailelerden seçilen kisiler özenle bu gruba alinir. Bu cemiyete girebilmek için temel özellik WASP olmaktir (White:Beyaz; Anglo Sakson ve Protestan). Baska irka veya geçmise mensup baska dinden olanlar bu yapiya giremez.

SBS ABD’de pek çok kilit noktaya gelmis insanin yer aldigi bir cemiyet olmustur. 6-7 kusak öncesinden Anglo Sakson ve protestan olmasina çok dikkat edilir. SBS’nin temelinde bir çelik çekirdek iç hücre, etrafinda daha büyük bir çember, onun etrafinda da daha dis bir yapilanma vardir. Chapter 322 ismi ile de anilan iç merkezin direkt olarak merkezde olmak kosuluyla Trilateral Komisyon, CFR, Bilderberg, Atlantik Konsül (Bir ’round table’ masonik grubu), Bohemian Grove (veya Bohemian Club), Pilgrem Society, ve SBS’nin dis gölge örgütleri (yani üye almak için havuz olusturduklari yan klüpler vardir) (Marrs 2000; Marrs 2001; Sutton 1986, 1988, 1990).

ABD’ye yerlesen ve pek çok tüketim aracini kontrol altindan tutan ve etkin ailelerden SBS’ye üye verenlerden bazilari sunlardir (çok uzun süredir bu ailelerin mutlaka bir kaç ferdi SBS üyesidir):

Whitney Ailesi ( yerlesim 1635, Watertown, Massachusets), Perkins Ailesi ( yerlesim 1631, Boston Mass.),

Stimson Ailesi (yerlesim 1635, Watertown, Mass.), Taft Ailesi (y. 1679, Braintree, Mass), Wasdworth Ailesi (y. 1632, Newtown, Mass.), Gilman Ailesi (y. 1638, Hingham, Mass.) Payne Ailesi (Standard Petrolün sahibi),

Davison Ailesi (J. P. Morgan ve sirketinin sahibi, her iki dünya savasinda da etkili olmuslar ve büyük paralar kazanmislardir), Pillsburr Ailesi (Un ticareti), Sloane Ailesi (Ticaret ve parekende satisiin dev ismi),

Weyerhauser Ailesi (Kereste ve orman ürünleri tröstü), Harriman Ailesi (Demiryolu Krallari),

Rockefeller Ailesi (Standard petrol, Chase Manhatten Bank ve binlerce sirketin sahibi CFR, Trilateral Komisyon ve Bilderbergin basindaki aile), Lord Ailesi (y. 1635, Cambridge, Mass.), Bundy Ailesi (y. 1635, Boston, Mass.),

Phelps Ailesi (y. 1630 Dorchester, Mass.), Bush aileleri (Baba Bush CIA ve ABD baskani, ogul Bush bu örgütlerin bir entrikasiyla ABD baskanligina getirildi, her ikisi de SBS üyesi).

SBS toplumdaki hemen her yapiya girmistir. Bunlarin içinde Beyaz Saray, Yüce Divan, Medya, Is ve Endüstri, Federal Banka sistemi, Kanun yapici kurullar, Mahkemeler vb vardir. SBS’nin temel ideolojisi Anglo Sakson ve Protestan beyazlarin dünyadaki hakimiyetini saglamaktir, ideolojisi oldukça fasistir ve her iki dünya savasinda da bu cemiyet çok önemli roller oynamistir. Bohemian Grove ve CFR ile birlikte Skulls and Bones Society Yeni Dünya Düzeni’nin yaraticisidir (Marrs 2000; Marrs 2001; Sutton 1986, 1988, 1990; Ironhouse 2002).

Bohemian Grove (Bohemian Klübü)

Bohemian Grove (BG) ayni Skulls and Bones Society gibi gizli amaçlar ve yöntemler için 1880’lerde Kaliforniya’da kurulmus bir cemiyettir. Üyeleri, törenleri, ritüelleri ve ne yaptiklari çok gizli tutulur. Merkezdeki çiftlik ayni anda yüzlerce kisinin hafta sonu toplantilarina katilabilecegi niteliktedir. ABD’nin hemen her eyaletinde tapinaklari vardir. Sembolleri BAYKUS’tur. Ritüellerde baykusa hitap edilir ve bir fetis olarak baykus motifi kullanilir. Bohemian Grove’a üye olanlar baska masonik klüplere de üye olduklari için bu rituellere ve sembolizme alisiktirlar.

1970’li yillarda en kilit noktadaki ve zengin 1000 civarinda üyesi olan Bohemian Grove üyelerinin ünlülerinden bazilari sunlardi (Domhoff 1974):

Dwight David Eisenhower (ABD baskani), Herman Wouk, Robert Kennedy (ABD Baskan adayi), Johson (ABD Baskani), Richard Nixon (ABD Baskani), Gerald Ford (ABD Baskani), Ronald Reagen (ABD Baskani), Bill Clinton (ABD Baskani), Nelson Rockefeller, David Rockefeller, Henry Kissenger,Edgar Kaiser (Kaiser Industries baskani), Henry Morgan ( J.P. Morgan Sirketi), Charles Morgan (J.P. Morgan Sirketi), Neil Armstrong (aydan döndükten sonra katilmistir), Hoover Enstitüsünün bazi ileri gelenleri, Wernhern Von Braun (Alman roket ve uzay bilimcisi), David Sarnoff (Isadami), Senator Robert Taft (Taft ailesinin SBS ile yakin ilgisini hatirlayiniz!), Lucius Clay, American Express, Standard Brands, Int. Investment Corporation baskani, Earl Warren (Yüce Divan üyesi), Kalifornia valisi Goodwin Knight, Kalifornia valisi Pat Brown, Baskan Herbert C. Hoover (1913’te klube katilmistir), Rudolph Peterson ( Bank of Amerikanin eski baskani), Melvin Laird (eski Savunma Bakani), William Rogers (Eski CIA baglantili Devlet Bakanligi sekreteri), Francis Baer (United California bank eski baskani), Stephen D. Bechtel: J.P. Morgan sirketi direktörü, Gilbert Humprey(: National Steel, General Electric, Texaco, National City Bank of Cleveland, Sun Life Insurance direktörü, Lewis Lapham): Mobil Oil, Heinz, TriContinental Corp. Baskani), Edmund Littlefield): Wels Fargo Bank, Hewlett-Packard, General Electric eski baskanlarindan), Leonard McCollum ( Morgan Trust, Capital National Bank eski baskani)

Dikkat ederseniz Bohemian Grove hem çok zengin hem de en kilit noktalardaki elitlerin olusturdugu daha üst ve çok daha gizli bir seçkin klübüdür (Daha detayli listeler ilerideki çalismamizda yayimlanacaktir, yer tutmamasi açisinda sadece bazi kritik görevlerdeki kisileri verdik). Dikkat edilirse en fazla ABD baskani üyesi olan klüp Bohemian Grove’dur. ABD’de kaldigim 7 yil boyunca her gittigim kütüphanede ve kitapçida bu klüple ilgili bilgi aradim. Bu konuda sadece William Domhoff’un yazdigi bir kitap ile bir kaç makale geçti elime. Düsünün 1000’e yakin ABD eliti sürekli bir hafta sonu California’da veya diger eyaletlerdeki çiftiklerde toplanip kadinli, erkekli törenler yapiyorlar ve gizli ritüeller uygulaniyor, inisiasyon törenleri yapiliyor; insanlar komik komik kiliklara veya durumlara giriyor çesitli dramalar ve roller oynuyorlar. Bunlara bir sürü hizmetçi hizmet ediyor, bir sürü polis bunlari koruyor, bir sürü kisi bu klübe geliyor ve bu klüp 1880’den beri var. ABD’de elime geçen pek çok kütüphanenin veritabaninda bu klübe ait bilgi aradim, ama çok sinirli bilgiye ulasabildim. Halbuki masonlukla ilgili kitaplar heryerde satiliyordu. Benzer sekilde Skulls and Bones Society (SBS) konusunda da elime geçebilen kitap sayisi bir avuçtur. SBS de Bohemian Grove gibi çok gizli bir örgüttür.

Bu örgütleri ABD’de sordugum hiç bir Amerikali bilmiyordu. Üstelik bu kitapta diger örgütlerle ilgili listeleri yayinlayan kitaplar veri tabanlarindan çikarilmisti, elimdeki kitaplarin çoguna direkt yazarlarina ulasarak eristim. Neden ve nasil saglanir bu gizlilik bunu anlamaya imkan yok! Bu gizliligin tek hedefi olabilir, törenlerde ve toplantilarda çok ciddi bazi kararlarin alinmasi. Örnegin atom bombasi projesinin kararinin verildigi yerin, siklotronu ilk kurgulayan Prof. Ernest O. Lawrence’a bu kararin verdirildigi yer olan Bohemian Grove’dur (Nuel Pharr Davis, Lawrence and Oppenheimer, New York: Simon and Schuster, 1968). Vietnam’a savas açilmasi kararinin verildigi yer de Bohemian Grove’dur. Kaliforniya’daki çiftlikte bazi zamanlarda ciddi güvenlik önlemli toplantilar yapilir. Çiftlik San Fransisco’nun 65 mil kuzeyindedir 300-500 kisiyi barindirabilecek ve anayoldan ulasilamayacak, ancak bilenlerin helikopterle veya arazi araçlari ile gidebilecekleri bir alanda tüm çevre yerlesim merkezlerinden uzaktadir ve çok yogun koruma altindadir. Bu ana merkezin haricinde baska sehirlerde de merkezleri vardir. Bohemian Grove üyeleri belirli araliklarla toplanip klasik ritüelik törenlerini yaparlar. Törenleri bir rahip ile bir rahibe yönetir. Törenlerde genellikle allogerik ve yukarida tanimini yaptigimiz sembolik dramalar oynanir, fakat törenlerle ilgili yazilanlar da çok sinirlidir.

Bohemian Grove’un merkezinin bu kadar izole olmasina karsin, Bohemian Grove SBS, Pilgrem Society, Rotary Club gibi masonik cemiyetlerle iç içedirler. Bir söylentiye göre BG’dan icazet alamayan bir istihbarat örgütünün basina getirilemez, baskan seçilemez; devletle ilgili pek çok önemli karar buradaki toplantilarda verilir. Üyeleri yukarida saydigimiz gibi en kilit noktalardaki kisilerden olusur; örnegin 1991 de BG’da olup da ayni zamanda önemli sirketlerde yönetici olanlarin sayisi söyleydi: Bank of America 7 direktör, Pacific Gas and Electric 5 director, AT-T 4 direktör, First Interstate Bank 4 direktör, McKesson Corporation 4 direktör, Ford Motors 4 direktör, General Motors 3 direktör, Pacific Bell Telephone 3 direktör. Ayrica pek çok istihbarat örgütünün baskanlari veya üst düzey yöneticileri de BG veya SBS üyesidir. BG, SBS ile birlikte 1880’ilerden beri Yeni Dünya Düzeni’nin ideologudur ve bu cemiyetlerdeki kisilerin çogu ise Bilderberg, Trilateral Komisyon ve CFR’da yer alirlar. 1974’teki Domhof’un kitabinda belirtildigi üzere Bohemian Grove’a üye olan azinlik, ABD’deki o tarihteki tüm mallarin yaklasik yüzde 30-40’ina, özel sektörün tüm servetinin yaklasik yüzde 70-80’nine sahipti.

CFR, Trilateral Komisyon ve Bilderberg örgütleri

Diger masonik örgütlerin iç çatisi ve yapisi altinda CFR, Trilateral Komisyon ve Bilderberg günümüzün BÜYÜK AGABEYI haline gelmistir.

CFR (Council on Foreign Relations-Dis Iliskiler Konseyi)

Clinton, Antony Lake, Al Gore, George Bush, Warren Christopher, Colin Powell, Les Aspin , James Woolsey (CIA direktörü) gibi isimlerin CFR (Council on Foreign Relations-Dis Iliskiler Konseyi) isimli bir komisyona kayitli olmalari herhalde okuyucuyu bunca bilgiden sonra sasirtmaz. Ama dünyadaki en ciddi karar mercilerine gelenlerin bagli olduklari bir örgüt olmasi herhalde dogal karsilanabilir, üstelik bunlarin bazilari BILDERBERG veya Skulls and Bones Society üyesidirler. Yani hiç kimse hak ettigi ve olmasi gerektigi için bir pozisyonda degildir Yeni Dünya Düzeninde. Ipleri ne kadar iyi oynatabildigi, ne kadar sir tuttugu ve bu örgütlere ne kadar bagli oldugu önemlidir onlar için.

Globalizasyon ideolojisinin Bohemian Grove ve Skulls and Bones Society gibi masonik örgütlerden daha az gizli bir bransi olan CFR 21 Temmuz 1921’de New York’ta kurulmustur (Ross 2000; Marrs 2000). Zaten yüzyillardir ülkü piramiti, Süleyman mabedi, tek hükümetli dünya, Sionun ogullarinin vaad edilmis birlesik kralligi, evrensel kardeslik gibi fikirleri savunan gizli cemiyetlerin bu ideolojisini ilk harekete resmi olarak geçiren kurulus CFR’dir. Globalizmin gizlilikten çikip dünyaya ilani CFR’in kurulusu ile baslamistir. 1917’de Baskan Wilson savas sonrasinda yüze yakin elit adamini toplamis ve global baris (!) planlari yapmislar ve Wilson ‘in bilinen on dört nokta teorisini 8 Ocak 1918’de kongreye sunmuslardir. Bu plan özünde tüm ekonomik sinirlari kaldirmayi amaçlayan ve ABD sermayesini tüm dünyaya hakim kilmaya yarayan bir plandi. Ama 1919’da Paris Baris Görüsmelerindeki Versailles anlasmasi Almanya’ya agir kosullar koymustu. 30 Mayis 1919’da Paris’in Majestic otelinde toplanan Ingiliz ve Amerikan delegeleri bir ‘Uluslararasi Iliskiler Enstitüsü’ kurmaya karar verdiler. Bunun adi daha sonradan Ingiltere’de ‘Royal Institute of International Affairs’ oldu. 21 Temmuz 1921’de de ABD’de CFR gizli kosullar altinda kuruldu, 1945’e kadar merkezi New York’taki Prat House oldu (Halen merkezi burasidir: The Harold Pratt House, 58 East 68th Street , New York , NY 10021 ). Bu bina Rockefeller tarafindan bagislanmisti. CFR üyelerinin büyük çogunlugu New York ve Washington D.C. ‘de yasayan elitlerden olusuyordu. Daha ziyade New York ve Washington , D.C. ‘de yasayan elitlerden olusan CFR’in bugün finans, komünikasyon, akademi, istihbarat, teknoloji alanlarda en etkin konumlarda bulunan 3300 üyesi mevcuttur. Bu sayi bir zamanlar 1600 ile sinirliydi. Özellikle tüm CIA, DIA, DEA ve baska istihbarat sefleri bu örgütün de elemanidir ve CFR’in ilkelerinden disari çikamazlar. Ilk üyeler arasinda New York senatörü Colonel House, Devlet Bakanligi Sekreteri John Foster Dulles, CIA’da uzun süre çalismis Allen Dulles, kurucu baskan milyoner John W. Dawis ( J. P. Morgan’in finansörlerinden) vardi. CFR için ilk para John D. Rockefeller, Bernard Baruch, Jacob Schiff, Otto Kahn, Paul Warburg gibi milyonerlerden geldi. Bugün CFR için finans su kuruluslardan gelir: Xerox, General Motors, Bristol-Myers-Squip, Texaco, Alman Marshal Fund, McKnight Vakfi, Ford Vakfi, Andrew Mellon Vakfi, Rockefeller kardesler vakfi, Starr Vakfi vb. CFR yönetim üyeleri bugün dünyadaki her ise burnunu sokan ve ekonomik kontrolü amaçlayan kurum, vakif, enstitü ve gizli örgüt ile içiçedir.

CFR Ikinci Dünya Savasi’nda çok önemli bir rol oynamistir. Yayinladigi Foreign Affairs isimli dergi ile de çalismalarini tüm dünyaya duyurur. CFR her ne kadar gizli olmayan bir görünüme sahip olsa da, bu gerçek degildir. CFR, SBS, Bilderberg gibi çok gizli bir örgüttür. Her yil hazine sekreteri, CIA veya NSA yöneticileri ile çok gizli, halka açik olmayan toplantilar yapar. Normal kosullarda CFR’in anayasaya bile aykiri oldugu iddia edilmisse de bunu yargilayacak olan Anayasa Mahkemesi veya Yüce Divan üyelerinin büyük çogunlugu da CFR üyesidir. J.P. Morgan ve Rockefeller gibi devler CFR’ye büyük paralar yatirirlar, ama isadamlarina devletin güvenlik sirlari hakkinda brifing verilmesini kimse anlayamaz ve anlatmakla bitip tükenmeyen Amerikan demokrasisinin neresine koyacagini bilemez. Bu demokrasi ise neden hiç bir sey halka ve basina açiklanmamaktadir? Orasi da pek anlasilamaz. Gerçi basina açiklansa da farketmez, çünkü CFR tüm medyayi kontrol eder. 1988’den beri 14 devlet bakani, 14 hazine bakani, 11 Savunma bakani ve bir sürü federal büroya ait görevli CFR üyeleri arasindan seçilmistir. Özel sirketlerin devletin bu kadar içine girmesi nasil demokrasi ve hukuk sistemi ile bagdasir bunu J.P. Morgan’a ve Rockefeller’a sormak gerekir tabii. Dullestan beri her CIA direktörü, örnegin Richard Helms, William Colby, George Bush, William Webster, James Woolsey, John Deutsch, ve William Casey hep CFR üyeleri arasindan seçilmislerdir.

Ne isi vardir Rockfeller’in kurdugu bir konsülde halkin ulusal güvenligini korumakla görevli onca insanin? Hukuk ülkesi ve demokrasinin besigi oldugu iddia edilen Amerika’nin bu gerçeklerini Amerikalilarin çogu bilmez, onlar kredi karti borçlarini ve ev taksitlerini ödeyip, evde patlamis misir yiyerek biralarini içerler. ABD’li pek çok yazar CIA’in Amerika ve Amerikan halki için degil, CFR’in dostlari ve gizli iliskide oldugu dernekleri için bilgi topladigini dile getirmisler, ama komünistlikle suçlanmislardir.

CFR bu isadamlarinin istedigi kisileri hep yükseltmis en üst ve dokunulmaz noktalara getirmistir. Bunun en güzel örnegi siradan bir akademisyen olan ve David Rockefeller ile tanistiktan sonra sansi açilan Henry Kissenger olmustur. Clinton döneminde de tüm devlet yetkilileri CFR üyeleri arasindan görevlendirilmis neredeyse yurt disina yollanan büyükelçilerin yarisi CFR içinden seçilmistir. Baskanlarin seçiminde de ayni yol izlenmektedir, seçmenler bir CFR üyesi ile öteki arasinda tercih yapmak zorunda birakilmaktadirlar, zaten Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti birbirinden çok farkli degildir ki! CFR’in gizli raporlarindan ve konferanslarindan birinde söyle denilmektedir (Ross 2000):

"Silahsizlanma, Amerika’nin bagimsizligi ve bu bagimsizligin tek dünya hükümetine dönüsmesi CFR’nin 1551 üyesinin yüzde 95’ine 1975’te açiklanmistir. CFR’nin üyelerin yüzde 75’ine açiklanmamis ve yazilmamis iki amaci daha vardir. Bu olusumun hedefleri size biraz garip gelebilir, bunlari biraz tartisalim.

"Bu inancimizin temelinde yatan, monopolistik kapitalizmin dünyanin her yerindeki farkli para birimlerini, banka sistemlerini kredi ve üretim sistemlerini, temel kaynaklarini tek hükümetle kontrol edilebilir hale getirmek ve aydinlatilmis dünya sistemindeki üstünlügümüzü kendi dünya ordumuzla temin etmektir."

Kendi kurdugu dünya ordusu ile tüm dünyadaki kaynaklari ve para sistemini kontrol edip, tüm kaynaklara el koyacakmis. CFR’in amaci buymus! Skulls and Bones Society’nin 1880’lerdeki fasist ideolojisinin bir devamidir bu! Bu mentalite bugün Ortadoguyu bir ordu indirerek kontrol altina almak istemektedir.

CFR’in gizli bir organizasyon olmadigini söyleyenlere de CFR’in 1992 yillik raporundan bir cümle ile yanit verelim. Sayfa 21: "Tüm toplantilardaki konusmalar ve açiklamalar bu toplantilar disinda kimseye açiklanamaz!" (Ross 2000). Ayni raporun, 122, 169, 174, 175 ve 176 inci sayfalarinda da bu gizlilik sürekli tekrarlanmakta ve gizlilik bozulup da medya veya birisine bir bilgi sizdirilirsa nasil cezalandirilacagi ima ediliyor. Daha önceki masonik ilkelerin tümünün uygulandigi bir örgütlenmedir CFR. Ayrica CFR’in ve gizliliginin ve fasist ideolojilerinin ABD anayasina aykiri oldugu defalarca zikredilmistir.

IMF ve Dünya bankasi da CFR’in tamamen etkisi ve yönetimi altindadir (Ross 2000; Sklar 1980). Geri kalmis ülkeleri fakirlestirmek ve ekonomilerini yoketmek yolunda IMF, CFR’in emirleri dogrultusunda çalismaktadir.

Bilderberg gizli örgütü

CFR’in temel globalizasyon planlari daha kuruldugu günden beri bilinmekteydi. Ama CFR ABD içinde tam bir kontrol saglamak ve tek jandarmali kapitalizmi Avrupa’ya yaymak ve sosyalizm ve komünizm ile mücadele etmek zorunda idi. Eski CFR baskani ve Rockefeller’in Chase Manhatten Bankasi baskani olan John McCloy OSS (Office of Strategic Services) isimli istihbarat örgütünün (Bill Donovan tarafindan 1941-1942’de kurulmustur) kurulmasini ve CFR ile karsilikli iletisim içinde çalismasini sagladi. 1947’de OSS, CIA’ya (Central Intelligence Agency’e) dönüstürüldü. 1947 Ulusal Güvenlik Kanunu ile de gerek sivil gerekse kriminal yasalara karsi korunan bir örgüt haline getirildi. Yani CIA, anayasaya ragmen ulusal güvenlik adina her türlü suçu isleyebilen bir örgüt yapisina kavustu. 1950’de General Walter Bedel Smith CIA baskani oldugu zaman, CFR’den aldigi emir üzerine Avrupa’da etkin bir örgüt kurulmasini istedi. Daha sonra CIA ve Ulusal Güvenlik Konseyine konan bu semsiye daha da güçlendirildi ve 1982’de Reagan tarafindan Executive Order 12333 (Etkin Yasa 12333) devreye sokuldu (Montalvo 2000).

Bilderberg, CFR ve öteki örgütlerin Avrupa ayagini ve etkinligini teskil etmek için CIA tarafindan Hollanda’da Oosterbeek sehrinde Bilderberg otelinde 1954 de kurulmustur. Dünyanin yönetimi ve globalizasyon konusunda her yil farkli ülkelerde toplantilar yapar (Ross 2000; Marrs 2000). Toplantilar son derece gizli kosullarda ve özel ortamlarda yapilir. Katilanlar bu konuda hiç bir bilgi vermezler. Spotlight isimli bir dergileri de vardir. Liberty Lobby Inc, 300 Independence Ave., SE , Washington D.C. 20003 adresinden yayin yapar.

Bilderberg örgütünün Avrupa adresi: Maja-Banck Polderman, Bilderberg Meetings, Amstel 216, 1017 AJ, Amsterdam, Hollanda. Bilderbergin ABD adresi ise Charles W. Muller, American Friends of Bilderberg, Inc. 477 Madison Ave., 6th Floor, New York, NY 10022.

Bilderbergin kuruculari arasinda Hollanda prensi Bernhard ve Polonyali sosyolog Dr. Joseph Hieronim Retinger de vardir, Retinger Bilderbergin babasi olarak bilinir. Bilderbergin kurulusunda ABD istihbarat örgütlerinin, özellikle CIA’in rolü oldugu çok iyi bilinmektedir. Prens Bernhard ise eski bir NAZI SS üyesidir, 1937 de Hollanda prensesi ile evlenmistir, ama Nazilerle olan yakin baglari çok iyi bilinmektedir (Marrs 2000). ABD’li gizli örgüt ve CFR üyelerinin bazilari da Bilderberg üyesidir. Retinger ABD’ye CFR baskanlarindan Averell Harriman tarafindan getirilmistir. David ve Nelson Rockefeller, John Foster Dulles ve CIA direktörü Walter Smith ile görüstükten sonra CIA güdümünde bu gizli örgütü olusturmustur. Bilderbergin olusmasinda etkili diger isimlerden birisi de Baskan Eisenhover’in psikolojik savas danismani C.D. Jacksondir.

Bilderberg, merkezi Hollanda olmak ve içine Ingiliz kraliyet ailesini de dahil etmek üzere CFR’nin Avrupa ayagini olusturdu. Önemli isadamlari, politikacilar, bankerler, medya sahipleri, askeri kilit isimler ve istihbarat örgütlerinin üst sinifi ile iliski kurup onlari üye yaptilar ve her yil gizli toplantilar düzenlemeye basladilar. 1991’de Bilderberg baskani Ingiliz Lord Peter Carrington idi. Carrington NATO genel sekreteri, kabine üyesi, CFR’nin Ingiliz kurulusu olan Royal Institute of International Affairs’in baskani idi. Kendisi Rothschild banka imparatorlugu ile hem evlilik, hem is baglantilarina sahipti.

CFR’nin resmi olmadan uluslararasi düzeyine tasinmis bir sekli olan Bilderberg yine Ingiliz ve ABD CFR’lerini finanse edilen kisiler ve CIA’in örtülü ödenegi tarafindan destekleniyordu. Bilderberg diger bir kardes grup olan Trilateral Komisyona çok benzemektedir. Bunlarda her ne kadar daha önce bahsedilen masonik ritueller yoksa da zaten bu gruplarin çoguna katilanlar bahsedilen masonik gizli örgütlenmelerin içinde de olan insanlardir. Her yil yapilan çok gizli ortamdaki toplantilari hem CIA, hem de o ülkenin istihbarat örgütü kontrol eder. Türkiye’de son 50 yildir basa geçen ünlü politikacilarin çogunlugu Bilderberg üyesidir, halen bu gizli Bilderberg üyeleri Türkiye’nin etkin yönetiminde rol almaktadirlar. Türkiyedeki toplantilar su ana dek 18-20 Eylül 1959’da Yesilköy-Istanbulda, 25-27 Nisan 1975’de (Çesme’de Hotel Altin Yunus’da) yapilmistir. 2001’deki toplanti ise Isveç’de gerçeklesmistir.

Trilateral Komisyon

Trilateral Komisyon (Trilateral Commission, TC) ABD’de yesertilen Yeni Dünya Düzenini tüm dünyaya yani Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonyaya daha iyi yayabilmek için olusturulmus ve 1973’te David Rockefeller, Henry Kissenger ve Zbigniew Brzezinski tarafindan kurulmus gizli bir örgüttür (Sklar 1980; Robertson 1991; Ross 2000; Marrs 2000). Brzezinski 1973-1976 arasinda baskanligini yapmistir. CRF’nin Atlantik ötesi ülkelerde CIA tarafindan örgütledigi bir kurulus oldugu bilinmektedir. Adresi: 345 Street, East 46th Street, Suite 711, New York, NY 10017 dir.

1994’teki bir TC bildirisine göre Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’dan 325 kilit noktadaki isim TC’ye üyedir. Sistem CFR’da oldugu gibi islemektedir. Ama bu ABD’nin ve globalizasyonun tüm dünyaya yayilmasi için Amerikan-Nazizminin yeni bir oyunu sahneye koymasindan ibarettir. Buradaki hedef yine ekonomik sinirlarin kaldirilmasi ve politik, ekonomik, askeri, politik ciddi noktalardaki kisilerin kontrol altina alinmasidir. CFR anayasasindaki ilkeler TC’da da geçerlidir.

Her ne kadar adresi yeri, üyeleri belli ise de Trilateral Komisyonun yaptigi aktivitelerin ardinda gizli amaçlar, ABD’li istihbarat örgütleri ve NATO’nun gizli özel savas örgütleri vardir. ABD baskanlarinin ve Avrupa, Amerika ve Japonya’daki yönetici kadrolarin çogu TC üyesidir. Tüm dünyada TC, Bilderberg ve CFR birbirinin içine girmislerdir ve her üçünün de üyesi olan 50 kisi vardir (daha önce sunuldu). Örnegin Bill Clinton, Brent Scowcroft (Ulusal Güvenlik Konseyi), John Mark Deutsch (CIA direktörü), Robert Strange McNamara (Savunma Bakanligi Sekreteri), Henry Kissenger, Walter Fritz Mondale ( Japonya Büyükelçisi), Benjamin Nye (Hazine sekreteri) gibi dokunulmazligi olan isimler her üç teskilatin da üyesidirler.

Burada temel olarak anlatilmak istenen 19. yüzyilda bazi gizli cemiyetler, zengin aileler tarafindan yaratilan bir ideolojinin nasil önce ABD’de CFR olarak kök salip, sonra nasil Bilderberg ve Trilateral komisyon sayesinde her ülkenin iç yapisini ve politikasini, endüstrisini, medyasini ve sosyal yapisini kontrol ettigidir. Amerikan derin Devleti ve Dünya Gizli Hükümetine karsi tüm Amerikalilar ve Avrupalilar bilinçsizdirler, çünkü 45 yil boyunca totaliter bir komünizm gelecek korkusu ile uyutulmuslardir.

Sonuç ve Türkiye bu gizli örgütlerin neresinde?

Türkiye’de de bu gizli örgütlerin çok büyük etkinligi vardir ve 1948’lerden sonra Türkiye’yi hiç bir zaman bu ülkeyi kuran Kemalist ulusalci ve vatansever ideoloji yönetmemistir, Türkiye 1948’den sonra bize Bati tarafindan biçilen Türk-Islam Sentezci ve ülkeyi emperyalizme teslime eden kadrolara teslim edilmiştir.

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.