Etiket arşivi: Musul

IRAK DOSYASI /// MİLLİ ÇÖZÜM DERGİSİ : MUSUL MUAMMASI VE “MASADA OLACAĞIZ” MASALI


KAYNAK : http://www.millicozum.com/mc/ozel-yazilar/musul-muammasi-ve-masada-olacagiz-masali

Unutmayalım, İttihatçı dönme Masonların gaflet ve hıyanetiyle biz Birinci Dünya Savaşı’na büyük bir iştahla katıldık ve o savaşta sadece hezimete uğramadık, büyük bir imparatorluğu da elimizden çıkardık. O sırada İngiltere, Fransa ve Rusya ile savaşmakta olan Almanya, Osmanlı Devleti’nin de yanında yer almasını istemekte, aralarındaki askeri ittifakı da bunu sağlamak amacıyla kullanmaktadır. Alman Generali Liman von Sanders, (İttihatçıların gayri milli duygularıyla) Osmanlı’nın Genelkurmay Başkanı’dır. Gemilerin Karadeniz’e çıkarılması, Rusya’daki hedeflerin dövülmesi bu sebeple zor olmamıştır. Ülkeyi savaşa sokacak karardan Sadrazam Said Halim Paşa’nın haberi olmamıştır. “Hükümet idaresinin başında bulunan sadrazamın herkesten evvel bilmesi gereken devletin hayatıyla ilgili böyle mühim bir meselenin, bir-iki bakanın oyuyla gerçekleşmesinden ve sorumluluk birinci derecede kendisine ait iken yabancı gibi dışarıda bırakılmasından duyduğu tepkiyle, Said Halim Paşa istifaya karar almıştır. Paşa’yı kararından vazgeçirmeye uğraşmış ve başarmışlardır. Paşa, dönüş sebebini, “Memleketi böyle bir felaket içinde bırakıp çekilmeyi vicdanen uygun görmedim” diye açıklayacaktır. Yine görevinde kalacak ve olayın savaşa yol açmaması için çalışacaktır. “Biz tarafsızlığımızı korumak istiyoruz. Bir kaza olmuştur; zarar ve ziyanın tespiti için bir komisyon kurulsun, özür de dileyelim, siz de olayı olmamış kabul ediniz” diye İtilaf devletlerine başvuracak, olayın kaza olduğuna dair bir resmi raporu da başvuruya ekleyip yollayacak, ama beklediği cevabı alamayacaktır.

Son bir gayretle bakanlarını evine çağıran Said Halim Paşa ve onlara “Biz yine de tarafsızlığımızı koruyacağımızı duyuralım ve savaş dışında kalalım” görüşünü açıklayıp: “Turan’ı, Mısır’ı, Trablus’u, Tunus’u, Cezayir’i yeniden alacağımız türlü iddiaları bırakalım; çünkü biliyorsunuz, her milletin 3 devri vardır: Fetihler (fütuhat) devri… Duraklama (tevakkuf) devri… Çöküş (inhitat) devri… İnşallah bizimki çöküş değildir. Tarafsız kalalım, sınırlarımızı koruyalım.” diye uyaracak, ama sözleri dikkate alınmayacaktır. Kendisinin istifaya zorlanmasının ardından (4 Şubat 1917) ülkeyi savaşa sokan üçlü gruptan (diğer ikisi Enver ve Cemal paşalardır) Talat Paşa sadrazam olarak atanacaktır. Ne acıdır ki o dönemin sorumluluğunu taşıyan Mason ve dönme kadro savaş sonrasında ülkeyi terk edip kaçacaktır. Biz sonumuzu getirecek savaşa girince Osmanlı (Yahudi) basını bayram etmeye başlamıştır. “Rus gemilerinin batırıldığına ve limanlarının vurulduğuna dair yapılan açıklama Türk basınında sevinç ve mutluluk yaratmıştır!?” Tanin, “Eski sevgililerimiz zafer ve nusret yine bizimle” diye başlıklar atmakta, İzmir’de çıkan Ahenk, “Osmanlı bahriyesinin kahredici kuvveti”nden, Yunus Nadi de ‘cihad-ı ekber’den dem vurmaktadır. Bugünkü yandaş medya da aynı şeyleri yapmakta, tehlikeleri uyaranları "korkaklıkla" suçlamaktadır.

"Sınırlarımızın değişmemesi gerektiğinin altını çizen sürüyle isim vardır. Ancak sınırlar değişmeyecekse tarih nasıl yazılacaktı? Evinde oturarak sınırlarını genişleten tek bir devlet var mıydı? Etliye sütlüye karışmadan büyük olabilen tek bir başkent var mıydı?… Türkiye küçük kalamayacak kadar büyük bir devlet (sayılırdı…) Sadece bizde bunu görmek (ve fırsatları değerlendirmek) istemeyenler bulunmaktaydı. Tarih yazdığımızı unutup kenarda köşede sessizce oturmamızı isteyen çok kişiye aldanmamak (yani Irak’ın, Suriye’nin kuzeyini topraklarımıza katmak lazımdı). Dünyada biz bilmesek de büyük bir rolümüz vardı. Kürtlerle kucaklaşma ve bütünleşme tamamlanmalıydı. Türkiye bütünlüğünü ve büyüklüğünü koruyarak bunu yapmalıydı. Sonra diğer renkler de bize gelecek (ve teslim olacaktı). Bu bölgenin de, Amerika’nın da, Ortadoğu’nun da, enerji trafiğinin de sağlıklı yürümesi için bunlar şarttı. Bunu bizden başka sağlayacak tek bir seçenek bile kalmamıştı. Bize karşı ellerindeki kozları kullanmak isteseler de Washington’un başka şansı bulunmamaktaydı… Türkiye olmadan kimse buralarda (Ortadoğu’da, İslam coğrafyasında) adım atamazdı… Hep söylediğim gibi bunu bilmek büyük ayrıcalıktı… Gerisi kolaydı, Bölgeyi bize bırakacaklardı, buna mecburlardı… Yoksa kendi kurdukları sistem yıkılırdı… Bizi yıkamadıklarına göre dediğimizi yapmak zorundalardı…"[1]

AKP ve Erdoğan zihniyetinin hem akıl hocası hem tercümanı olan; (aslında ABD ve Yahudi lobilerinin niyetini sunan ve Siyonist projelerini savunan) Ergün Diler gibiler, artık açıkça ve pervasızca: “ABD ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda Suriye ve Irak’ın kuzeyini Türkiye’ye bağlayalım. Siyonizm’in çıkarları ve küresel sömürü sisteminin devamı için kâhyalık yapalım. Ve Tabi biz de bu uşaklık ve jandarmalık payımızı alalım. Türkiye’siz bunu yapmaya kalkışmaları onlara çok pahalıya mal olacaktı… Bu arada kendi halkımıza da ‘Bakın sınırlarımızı genişlettik, büyük devlet haline geldik, Erdoğan sayesinde kendi talihimizi yendik ve tarihin gidişini değiştirdik!’ havaları atıp avutalım!..” çağrıları yapmakta ve tüm yandaş medya da aslında aynı davulu çalmaktaydı. Aynen Osmanlının 1. Dünya Savaşına girmesi için ittihatçı Masonları kışkırtan Yahudi basını gibi davranmaktaydı!?

Aynı mutfaktan beslenen ve aynı pazarlıklar kulağına üflenen İbrahim Karagül de aynı ittihatcı fırsatcılığını savunmaktaydı:

“Mesele özetle şudur: Musul ve Halep ile iki ülkenin kuzeyi, artık Irak ve Suriye’nin denetiminde olmayacaktır. Bu kuşakta, Türkiye’yi devre dışı bırakmak için PKK/PYD ve DAEŞ’le oyun kurulmaktadır. Bu oyun Türkiye’yi hedef almaktadır, bir süre sonra savaş ilanı olarak önümüze çıkacaktır. Öyleyse, kim ne oyun kurarsa kursun Türkiye bu kuşağa hâkim olmalıdır, bölgenin Türkiye’nin denetimine geçmesi lazımdır. Doksan yıl önceki oyunlara bir kez daha kurban olmamalıyız.”[2]

Bunun anlamı, Irak ve Suriye’nin Kuzeyinde bir Kürt–Türk federasyonu kurulmalı, burası gerçekte ABD ve İsrail’in, görünüşte Türkiye’nin güdümüne bırakılmalı; Musul ve Kerkük’ün yeni fatihi (!) Erdoğan Başkanlığa taşınmalı ve artık, Meclis, hükümet, MGK, MİT gibi bütün engel kurumlar devre dışı bırakılıp Türkiye BAŞKAN Bey üzerinden talimatla yönetilmeye başlanmalıdır!?

ABD Başkanı Barack Obama, "Musul operasyonunun zor ve uzun olacağını ama DAEŞ’in mutlaka yenilgiye uğratılacağını" açıklamıştı. Obama, İtalya Başbakanı Matteo Renzi’yle birlikte düzenlediği basın toplantısında Musul’u DAEŞ’ten kurtarmak için Irak ordusunun başlattığı operasyonu büyük bir adım olarak tanımlamış Musul operasyonun uzun ve zor bir mücadele olacağını vurgulamıştı. Bu itiraflar DEAŞ bahanesiyle bölgemizde büyük bir tahribat ve zayiat yaşanacağı şeklinde okunmalıydı. Çünkü Siyonist odakların sekreteri Obama, patronlarının niyetini açığa vurmaktaydı. Bu açıklamanın ardından ABD Savunma Bakanı Ashton Carter’ın IŞİD’e yönelik operasyonlarla ilgili görüşmelerde bulunmak için Türkiye’ye gelme kararı almıştı. Pentagon’dan yapılan açıklamada, “Carter, Irak ve Suriye’deki son gelişmeler de dahil olmak üzere bölgedeki güvenlik sıkıntılarını tartışmak için Türk liderlerle toplantı gerçekleştirecek” ifadeleri kullanılmıştı.

ABD Savunma Bakanı Ash Carter, Türkiye’nin, Musul’un DEAŞ’tan kurtarılması operasyonunda yer alması konusunda prensipte anlaşıldığını açıklamıştı. Carter, Ankara’da Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım ve Savunma Bakanı Fikri Işık ile yaptığı görüşmeler sonrasında kendisiyle seyahat eden gazetecilere, Türkiye’nin, Irak’ın Musul kentinin DEAŞ’tan kurtarılması operasyonuna katılması konusunda prensipte anlaşıldığını doğrulamıştı. Türkiye’nin, Irak’ın kuzeyindeki Musul’un, terör örgütü DEAŞ’tan kurtarılmasında rol alması gerektiğini ifade eden Carter, ancak bu konuyla ilgili son kararın Irak yönetiminin onayını gerektirdiğini hatırlatıp sorumluluğu kukla Irak yönetiminin üzerine atmıştı. "Yaptığımız konuşmalara dayanarak, çok eminim ki bu uygulanabilirlikleri tüm tarafların hassasiyetlerine özen gösterecek şekilde etraflıca ele alabileceğiz" ifadesini kullanan Carter, Türkiye’nin bölgede tarihi bir misyon taşıdığını ve bunun gereği olarak hem Suriye hem de Irak’ta DEAŞ’a karşı mücadelede rol alacağını vurgulamıştı. Evet Türkiye böylece kendi zoruyla koalisyona katılacak ve sonuçlarına katlanacaktı!

“Arap Baharı” tuzağı, BOP’un yeni bir aşamasıydı ve AKP bunların baş figüranıydı. Evet, Suriye’deki felaketi AKP kafası ve Sn. Erdoğan kendi eliyle hazırlamıştı. ABD’nin bölgeye niye el attığı, yanı başımızda ne yapmaya çalıştığı ve bölgede neleri amaçladığı doğru yorumlanmalıydı. ABD ile PKK/PYD ilişkisinin hedefi ve DEAŞ’ın bölgede gördüğü işlevi de anlaşılamadı. Bu da yetmezmiş gibi ABD’nin buraya gelirken yanında getirdiği uyduruk gerekçeler, AKP kafalılarca gerçekmiş gibi millete pazarlandı. Oysa ABD, Türkiye’nin geleceğini şekillendirmeye Suriye’den başlamıştı. Ankara bunun, güney sınırımızda başlayan kuşatma tamamlanma aşamasına geldiğinde ancak farkına vardı. Türkiye PKK, DEAŞ ve FETÖ’nün terör saldırılarından, HDP ve CHP’nin ise körüklediği siyasi kaos ortamından başını kaldırdığında Türkiye’nin kuşatıldığını anladı, ama çok geç kalmıştı. ABD’nin yanı başımızdaki operasyonlarını güle oynaya izlerken kendimizi bir anda varlık ve yokluk mücadelesi içinde bulunmamıza bu kafalar sebep olmuşlardı. Ülkenin siyasi birliği ve toprak bütünlüğü tehlike altındaydı. Fırat Kalkanı operasyonu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi bıçak kemiğe dayandığında ve TSK’nın kararlı tavrıyla yapılmıştı. Evet, Fırat Kalkanı harekâtı olmasaydı ABD, PYD ile Menbiç üzerinden Afrin ile bağlantı kurarak terör koridorunu tamamlayacak ve Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkisini kesmeyi başaracaktı. “Stratejik dostumuz” ABD, terör örgütünü bu ülkeye sınır komşusu yapacak ve Ankara’yı kendi evlatlarını katleden bu örgütü devlet olarak tanımaya zorlayacaktı.

Böylece Türkiye, kendi kazdığı kuyuya düşmekten son anda kurtulmuş durumdaydı. Artık Türkiye, Suriye ve Irak’ta ABD’nin ihtiyaçları için değil, Ülkemizin çıkarları için hareket etmeye başladı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PYD’ye yönelik gerçekleştirdiği etkili operasyona ilk tepkinin Beyaz Saray ve Şam’dan gelmesi aslında bölgede kimin kimle dost, kimin kimle düşman olduğunu da açığa vurmaktaydı" itirafları çok geç kalmış uyarılardı. “Biz sizi çağırmadık, zorla katıldınız, şimdi sonuçlarına katlanınız!” demek için bizi koalisyona sokmalarına rağmen, Milli Savunma Bakanı Fikri Işık, Musul Operasyonu’na Türk hava unsurlarının da katılması yönünde Koalisyon güçleriyle mutabakata vardıklarını açıklamıştı. Başbakan Yıldırım, partisinin grup toplantısında dünyanın yakından takip ettiği Musul operasyonunu değerlendirirken şu açıklamalarda bulunmuşlardı: “Musul’da uzun süredir konuşulan operasyon başlamıştır. Olan biteni yakından takip ediyoruz. Planlarımız, hesaplarımız yapılmıştır. Türkiye’nin aleyhine herhangi bir durum ortaya çıkarsa gereken adım anında atılacak ve misliyle karşılık bulacaktır. "Biz operasyonda da olacağız, masada da olacağız", sözünün arkasındayız.”

Beştepe’de akademik yıl açılışında konuşan Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan ise: "Misak-ı Milli’yi kavrarsak Suriye’deki, Irak’taki sorumluluğumuzun ne olduğunu anlarız. Eğer bugün "Musul üzerinde bizim sorumluluğumuz var, hem masada hem arazide olacağız" diyorsak bunun bir sebebi var. Bunu durup dururken, dostlar alışverişte görsün diye söylemiyoruz. Bütün diplomatik anlaşmalar hepsi sürüyor, diğer yandan da hazırlıklar devam ediyor" diye havalar atmıştı. Erdoğan, "30 bin kişiyle Haşdi Şabi geliyor diyorlar. Geleceği varsa göreceği de var. Musul’da 2 milyon Arap Sünni-Türkmen var. Biz onları Başika’da eğittik. Biz bunları yaparken, Irak merkezi yönetiminden gelen taleple yaptık. Şimdi ne oldu bu Irak merkezi yönetimine? Hava değişti. Şimdi biz Amerikalı dostlarımıza diyoruz. Bizi bu tezgâha getiremezsiniz" sözleriyle aslında mezhebi ve etnik kapışmalara katkı sunacaklarının bile farkında olmadıklarını açığa vurmuşlardı.

Siyonist Generalin itirafları!

ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Yahudi asıllı General Joseph Votel, Türkiye’nin terör örgütü DEAŞ’e karşı yürütülen kampanyada “olağanüstü öneme” sahip olduğunu belirterek, “Türkiye’nin desteği olmadan şu anda Suriye’de yaptıklarımızı yapamazdık” itirafında bulunmuşlardı. ABD’nin Ortadoğu’daki operasyonlarını yürüten CENTCOM’un komutanı General Votel, Musul operasyonlarıyla ilgili harekâtın istenildiği gibi ilerlediğini açıklamıştı. Votel, operasyonun ne zaman sonuçlanacağına dair şu aşamada herhangi bir zaman vermenin güç olacağını vurgulamıştı. Suriye’de çok daha küçük büyüklükteki Münbiç’in alınmasının dahi 71 gün sürdüğünü hatırlatan Votel, DEAŞ’ın Musul’da iki yıldır bulunduğunun ve kenti korumak için hazırlık yaptığının göz önünde bulundurulmasını hatırlatmıştı.

“Türkiye olmadan yapamazdık”

Votel, bir soru üzerine, Türkiye’nin bugüne kadar DEAŞ karşıtı mücadeleye sunduğu “olumlu” katkılara dikkati çekerek: “NATO müttefikimiz olan Türkiye, bu kampanya için olağanüstü bir önem taşımaktadır. Türkiye’nin desteği olmadan şu anda Suriye’de yaptıklarımızı (!) yapamazdık. Üsleri, onlardan aldığımız diğer destekler bizim yaptıklarımız için son derece hayati önem taşımaktadır” itirafında bulunmuşlardı.

Oysa Sn. Cumhurbaşkanı, şimdi aynen İttihatçıların tavrını takınmıştı. Hani “Biz başladı demeden başlamaz” buyurmuşlardı, ama Musul operasyonuna Türkiye’siz başlamışlardı. Hani “İran ile Irak birlik olup Şiilik yapıyor, ABD ise bu ittifaka tam destek veriyor, bu arada Arap Birliği bile bunlardan yana tavır alıyordu!?” Şimdi aynı Amerika’yla suç ortaklığı nasıl yapılırdı? Hani, Musul’daki katliama bulaşmayacaktık! Hem “Eğittiğimiz iki bin kişi operasyona katılacaktı, hem de, “Musul’da katliam yapılıyor” diye yakınacaksınız, bu ne denli tutarlı bir yaklaşımdı? Hem İbadi’ye yüksek perdeden atıp tutmak, hem de Irak Merkezi yönetimi ile yaşanan Başika kampı krizinin ardından bir heyeti uzlaşma görüşmeleri için Irak’a yollamak” nasıl bir kahramanlıktı?

Erbakan Hoca defalarca uyarmıştı

1 Mart tezkeresi, İslam coğrafyasının işgaline zemin hazırlamak için planlanmıştı, ama Erbakan Hoca’nın uyarıları sonucu Meclis’e takılmıştı. Şimdi 15 Temmuz askeri darbe girişiminin sebebi bile bu tezkerenin kuyruk acısıdır. Erbakan Hoca, o yıllarda vekilleri ve halkı çok uyarmıştı. Kamuoyu tezkerenin onaylanmasına karşı çıkmıştı. 2. tezkere bile Meclis’e takılmıştı. Irak’ta 15 yıl içerisinde 2 milyon kişi katliama uğradı bunların 500 bini çocuklardı. 1 Mart tezkeresinin büyük bir algı operasyonu olduğu unutulmamalıdır, dönemin hükümeti tarafından sözde Saddam’ın zulmüne son vermek için Irak krizi konusu masaya yatırıldı ve kasıtlı algı operasyonları yaşandı. 80 bin ABD askeri güneye ağır silahlarla konuşlanacaktı. Tezkere hazırlandı. Meclis’e sunulmadan ABD, İskenderun’a yaklaştı. Dolaylı olarak işgal süreci yaşanmıştı. O süreçte Milli Görüş hareketi ABD askerlerinin ülke sınırlarına girmemesi için büyük bir çaba harcadı. Ülkenin içine sürüklendiği ağır ekonomik bunalım karşısında ABD’den 8 milyar dolar alınmıştı. Erbakan Hoca ‘Irak’ta katledilen bir çocuğun vebali dahi yakanızı bırakmaz’ uyarıları sonucu 1 Mart tezkeresi çıkmamıştı.

Suriye’deki Fırat Kalkanı harekâtında TSK desteği ile Dabık’ın ele geçirildiği ve Özgür Suriye Ordusu’nun El Bab’a yöneldiği bir aşamada aylardır beklenen Musul operasyonun zamanlaması anlamlıydı. Musul’un dört bir yanını kuşatan Irak hükümetinin ve koalisyon güçlerinin bir hattı bilerek açık bırakması da kafa karıştırıcıydı. Bu hattın, kaçmak isteyen DAEŞ’liler için açıldığı, böylece Musul’da zaten güç kaybetmiş örgütün yerleşik güçlerinin iyice dağılmasının amaçlandığı yorumları yapılmıştı. Ancak kaçan DAEŞ’lilerin gidebileceği yerlerin başında Özgür Suriye Ordusu’nun yöneldiği El Bab ile Rakka’nın gelmesi Ankara’ya göre operasyonun zamanlamasını kuşkulu ve kasıtlı hale sokmaktaydı. DAEŞ’in Dabık’tan atılmasının hemen ardından Musul’a yönelik uçuşların ve topçu atışlarının başlamasının, ertesi gün Musul’a varılmasının, yani bu kadar hızlı davranılmasının normal şartlara uygun olmadığı açıktı. İşte bunun nedeninin de Türkiye’nin Suriye’deki etkisini azaltma amaçlı olduğu sırıtmaktaydı. Özetle; Türkiye’nin Suriye’de PYD-PKK planlarını boşa çıkarıp güneye ilerlemesini durdurmanın bir yolunun da DAEŞ’i Musul’dan bu bölgeye çekmek olduğunu söyleyenler haklıydı.

Musul’a düzenlenen harekât ‘Haçlı Seferi’ görüntüsü taşıyor. Çünkü, IŞİD’e karşı düzenlenen harekâtın her tarafında ABD, Fransa ve İngiltere izleri bulunduğu halde, Arap ve Kürt unsurların asker ve polislerinin ön planda olduğu görüntüsü tercih ediliyor ve böylece İslam’a karşı yeni Haçlı İttifakı gizlenmeye çalışılıyor. ABD, Fransa ve İngiltere, havadan ve karadan, uçakları ve tanklarıyla sanki harekâta hiç katılmıyorlarmış gibi yapıyor… TV ekranlarına, gazete manşetlerine de kamyonların üzerinde IŞİD’le savaşmaya giden Iraklı asker ve polislerin görüntüleri yansıtılıyor… Oysa kendi teslim ettikleri Musul’u IŞİD’in elinden kurtarmayı amaçlayan harekâtın hazırlıklarının iki yıldır sürdüğü biliniyor. Yani IŞİD’in Suriye’deki varlığını Irak’a taşıdığı ve Musul’u eline geçirerek bütün dünyanın dikkatini üzerinde topladığı ilk günlerden beri…(bu sözde kurtarma operasyonu hazırlanıyor)… Beklendi beklendi ve birdenbire şimdi (Türkiye El-Bab’ı geri alınca) harekat başlatılıyor!? Acaba “Amaç bu harekât ile IŞİD’i bütünüyle ortadan kaldırmak mı, yoksa bir ‘haydut devlet’ daha ortaya çıkarmak mı?” sorusu halâ kafaları kurcalıyor… ABD, Fransa ve İngiltere öncülüğünde yürütülen harekâtın, Ortadoğu insanının bilinç-altında yerleşik halde duran ‘Haçlı Seferleri’ tarihi arka-planı yüzünden, zaten var olan Batı ürpertisini yeniden canlandırmak için ekranlara sürekli Peşmergeler ve Irak askerleri yansıtılıyor. Üstelik IŞİD yenilse ve bu topraklardan defedilse bile, onun yerini ondan daha vahşi bir başkasının, örneğin IŞİD’ten barbar Şii Haşdi Şabi militanlarının alabileceği hiç gündeme taşınmıyor… “Keşke Türkiye İslâm Dünyası’nı ayaklandıracak bir hamleyle büyük bir cephe oluşturabilse ve sorunun çözümü bu coğrafya içerisinde sağlanabilseydi.” “Doğulu-Batılı güçlerin (yani küfür cephesinin) birleşip yürüttüğü bir savaşla dünya tarihinde daha önce hiç karşılaşılmadığını” ve savaşın bazılarının bekledikleri türden ‘İslâm Dünyası’nın 30 yıl savaşı’ olabileceğinden endişe etmekteyim" diyen Fehmi Koru; "Erbakan’ın projeleri dışında hiçbir huzur ve kurtuluş çaresi kalmamıştır" gerçeğini dile getiremiyordu.

"1 Mart tezkeresi’ (2003) öncesi günlerde, ABD Büyükelçiliği’nde, gazetelerin Ankara temsilcileri olarak bulunuyoruz. Benim ‘Alman soyadlı Amerikalı diplomat’ diye andığım (Yahudi asıllı) büyükelçilik görevlisi o günlerde AKP milletvekillerini yakın takibe almış, tezkerenin kazaya uğramaması için canla başla çalışıyor, ben de onun her hareketini izleyip yazıyorum" diyen Fehmi Koru ABD Büyükelçiliğinin açıkça milletvekili ayarttıklarını ve bundan ne AKP iktidarının ne de kendisinin asla gocunmadığını da ortaya koyuyordu.

"Musul harekâtının, sonunda bir paylaşım kavgasına evrileceği, o civardaki ekonomik değerlerin kurulacak bir masada yer alanlar arasında bölüşüleceği öngörülüyor olmalı ki, en yetkili ağızlar, “Biz de o masada yer alacağız” mesajını veriyor… Kusura bakılmazsa, harekâtın amaçlarının bizler tarafından doğru okunamadığını, beklenen belki 100 ayrı ve hepsi de yakışıksız muhtemel sonuç senaryosu arasında paylaşıma dair birinin bulunmadığını düşünüyorum" tespitleri ise doğruydu. Çünkü bu yöndeki açıklamalar Musul Pastasından pay alma fırsatçılığını yansıtıyordu.

Türkiye’yi Barzani desteğine mecbur ve mahkûm bırakanlar utanmalıydı!

Bağdat ve Ankara arasındaki sorunları su yüzüne çıkartan Başika krizinde Ankara’nın yanında olan ve bize arka çıkan Barzani, son dönemde iki başkent arasında daha dengeli bir siyaset izlemeye başlamıştı. Al Jazeera’ye konuşan bir AKP’li yetkiliye göre de Barzani’nin ‘haklı sebepleri vardı. Barzani ne buyurmuşlardı: “Musul’daki Türk askeri varlığıyla ilgili Ankara ve Bağdat arasında uzlaşı yolu bulunmalıdır. Bağdat’ın rızası olmadan herhangi bir gücün operasyona katılması doğru olmayacaktı!"

ABD, Fransa, İngiltere, Almanya, Musul hareketinin yeni bir Haçlı Seferi olduğu gerçeğini gizlemek için kendileri havadan bombalıyor, ama karada ve ekranda sürekli kahraman Barzani Peşmergelerini ve Şii ağırlıklı Irak askerlerini göstermekteydi. Hatta Peşmergeler arasına PKK teröristleri de girmişti, bunların Kerkük’te fotoğrafları çekilmişti ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu sözde tepki göstermişti. Yetkililerin "Biz mutlaka masada olacağız" çıkışları, "Haçlıların paylaşacağı Musul pastasından biz de pay kapmak istiyoruz" anlamındaydı ve bu gavur talanını meşrulaştırıcı bir mide bulandırıcı yaklaşımdı.

Musul Barzanistan’ın parçası mı yapılacaktı?

Musul için dünyanın beklediği büyük operasyon başlamıştı. Musul’dan gelen haberlere göre ilk hesapta dış kesimindeki köylere hücumlar yapılmıştı. Musul Operasyonuyla ilgili son durumu Amerikan kuklası Irak Başbakanı açıklamış. Operasyonu üç cepheden başladığını vurgulamıştı. Musul’dan gelen haberlere göre IŞİD petrol kuyularını ateşe vermekten sakınmamıştı. Kürt güçleri ise IŞİD’in elindeki köyleri ele geçirmeye başlamıştı. Yani Musul Kürdistan’a, Kürdistan İsrail’e bağlanacaktı.

Ve tabi bütün bunları İslam coğrafyasında Şii-Sünni savaşını başlatmak isteyen Siyonist Batı’nın planladığını anlamamak için ahmak olmak lazımdı.

Tarihin herhangi bir anında, şu sıralarda Musul’daki IŞİD (DAEŞ de deniyor) varlığını sona erdirmek amacıyla girişilen harekâtın bir benzeri yaşanmış mıdır? Yaklaşık 100 bin kişilik bir askeri güç Musul’a saldıracaktır. Bunlar arasında Irak’ın yardımına koşan Arap ülkelerinden ve İran’dan askerler de vardır. Irak’ın kuzeyinden Peşmergeler de merkezi hükümetin çağrısıyla cephede bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli Batı ülkelerinin askerleri ile uçakları, insansız hava araçları, tankları ve ağır silâhları bölgeye yığılmıştır. Washington Post gazetesi, Musul’u IŞİD’ten kurtarma harekâtına katılan Müslüman ülkelerden askerlerin kökenlerini aktardıktan sonra, şu notu da hatırlatmıştır: “Bir de havadan ve karadan ABD-liderliğindeki koalisyonun yakın desteği vardır." Sanki bu saldırıyı Musul’a karşı Müslüman ülkeler yapmaktadır da Amerika sadece destek olmaktadır. Oysa İngiliz gazetesi Daily Mail Batı ülkeleri arasında Musul cephesinde en önde yerini alan İngiltere’nin katkısının hiç de mütevazı olmadığını yazmıştır. Evet tarihte pek çok savaş yaşanmıştır, ancak Musul’u kurtarma amaçlı şu son savaşa kadar, Doğulu-Batılı güçlerin ortak bir düşmana (IŞİD bahanesiyle İslam’a) karşı birleşip yürüttüğü bir savaşla hiç karşılaşılmamıştır.

Hatırlayınız, geçenlerde Amerikan Kongresi 11 Eylül (2001) uğursuz eylemlerini gerçekleştirdiği bilinen 19 gençten 15’inin vatandaşı olduğu Suudi Arabistan’a karşı, 11 Eylül eylemlerinin kurbanları ile mağdurlarının aileleri dava açabilsin diye bir yasa çıkarmıştı. Bu gelişmeler üzerine Suudi krallığı sarsılmıştı. Oysa “ABD gibi 11 Eylül öncesinde de istihbarat ağı çok gelişmiş ve her an bir yerlerden bir saldırı beklemeye alışkın bir ülkede nasıl oldu da farklı istikametlere giden 4 uçak birden yabancı gençler tarafından kaçırılıp o eylemler başarılmıştı?” Bu istihbarat zafiyeti yüzünden ABD yönetimine karşı neden dava açılmamıştı? Evet; Yönetici elitler içerisinde yer alan, bir ara başkan adayı olmuş Senatör Bob Dole’ün en yakınında bulunan avukat Stanley G. Hilton, aralarında 11 Eylül eylemlerinde hayatlarını kaybedenlerden 14’ün ailesi de bulunan 400 kişinin vekâletini alıp George W. Bush ve yönetiminde yer alan ‘savaşçı grup’ aleyhine bir dava açmıştı. Hem de eylemden bir yıl sonra (2002’de) ve 7 milyar dolar tazminat talebiyle başvurmuşlardı. Sonra davayı gören hâkim, birkaç başka ayrıntıyı da zikredip, “Ama bunlara zaten gerek yok, çünkü bizim hukuk sistemimizde Başkan aleyhine dava açılamaz” diye iki yıl sonra ret kararı almıştı. Merak edip “Davayı açan ve o günlerde sıkça muhalif ekranlara çıkıp ‘Eylemlerde Bush yönetiminin parmağı, hiç değilse rızası var’ diye görüş açıklamış avukat Hilton’un başına neler geldiğini de Sn. Koru yazmıştı. Bu avukatı on yıl sonra barodan atmışlardı, bugün avukatlık bile yapamamaktaydı… İyi de bu tespit ve tembihlerle Sn. Koru Siyonizm’in şeytani gücünü ve zulmünü mü vurgulamaktaydı, yoksa "Siyonizm’e ve ABD’ye kafa tutulmaz" uyarısı mı yapmaktaydı?

Arslan Tekin’in "Musul ve Yahudiler" yazısı ve alakasız yaklaşımları!

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, -Bağdat’ın sadece, Şiîlere hizmet veren hükümeti bizi istemediği için- askerî harekete katılamayacağımızı vurgulamaktadır. Zaten onlara bu çıkışlarını da kendileri yaptırmaktadır. ABD, neden kritik coğrafyadaki 79 milyonluk Türkiye’ye "düşmandır"? Neden taş çatlasa, ancak 10 bin militan çıkarabilecek PKK’ya ve PYD’ye sahip çıkmaktadır?

"Millî Görüşçülerin ana (fikir) ekseni; Yahudiler, Siyonizm (ve bunların) dünyaya hâkim olma düşünceleridir. Hatta size Lozan’daki Haham Haim Naum’u da anlatsınlar. İçlerinde, Yeniden Millî Mücadele (Y.M.M.) grubundan gelenler çok daha iyi bilirler. "Yeniden Millî Mücadele" dergilerinin eski sayılarını açın, iki sözlerinden biri Siyonizm’dir, Yahudiliktir. Her taşın altında Yahudiler (aranır). Masonları da hâriç tutmayalım… Masonluğu da kuranlar Yahudilerdir! Bir tarihte "ABD Yahudi imparatorluğu" mealinde yazmıştım. ABD’nin İsrail’i şartsız, peşin desteklemelerinden, ABD’de, İsrail’e karşı hiçbir tenkide tahammül edilmemesinden, tenkide kalkışanların hemen boğulmasından bahsetmiştim. MOSSAD’ın yan sitelerinden biri beni "Siyonist düşmanı" listesine almıştı. Sonra yazdıklarım doğrulandı: Harvard Kennedy School of Government’ın dekanı Stephen Walt ve Chicago Üniversitesi’nden John Mearsheimer, 2006’da yayınladıkları 83 sayfalık raporla ABD’deki İsrail lobisinin gücünü ortaya koydular. Sen misin bizim içyüzümüzü yazan?! Başlarına gelmeyen kalmadı… ABD başkanları seçimleri Yahudilerin sayesinde kazanırlar: ABD’de Yahudiler nüfusu sadece yüzde 2, ama dolar milyarderlerinin oranı %50’dir. Seçim bağışı bütün gruplardan kat kat fazladır.

Yahudilerin ABD seçimlerinde ABD’de 50’nin üzerinde İsrail destekçisi lobi teşkilâtı vardır. En güçlü lobi teşkilatlarından AIPAC’nin eski direktörü Steve Rosen, "Seçilmek isteyen bir ABD’li siyasetçinin İsrail’e karşı söz etmesi siyasi intihar olur" demiştir. İsrail taraftarı değilseniz gazetelerde yazamazsınız. 60 yazara karşı İsrail taraftarı olmayan ancak 3-5 yazardan bahsedilebilir. 3 büyük TV kanalının CEO’su Yahudi’dir. 4 büyük film şirketi Yahudi sermayesinin elindedir. "New York Times" başta olmak üzere ülkenin en büyük yayın grubu yine Yahudilere aittir… Barack Obama, giderayak, Hillary Clinton’a destek için, İsrail’e 38 milyar dolarlık askerî yardımı imzalamıştır" diyerek, güya gerçekleri yazdığını ve Siyonist merkezlerden korkmadığını imaya çalışan ve tabi çaktırmadan Sn. Recep T. Erdoğan Beye yağcılık yapan Yeniçağ yazarı Aslan Tekin; "(yoksa) Türkiye’ye "van minüt"ün bedeli mi ödetilmek isteniyor?" dedikten sonra hiç alakası olmadan ve sıkılmadan "Millî Görüşçülerin, her taşın altında Yahudi arayan yaman "dedektifler"i şu mevzuya bir yönelseler, diyorum"sözleriyle kendi aklınca ve ayarınca Milli Görüşçülerle dalga geçmeye kalkışmıştı. Yahu, madem Siyonizm gerçeğini başından beri bu Milli Görüş camiası ve Erbakan Hocaları gündeme taşıyıp toplumun gözünü açmıştı ve her dedikleri doğru çıkmıştı, şimdi onları hürmetle ve minnetle anmak lazımken bu küçümseyici ve dalga geçici yaklaşımlar ancak o Siyonist merkezlere uşaklık anlamı taşımaz mıydı? Herhalde bu bay yazar, Sn. Erdoğan’ın da Erbakan’a ve Milli Görüş davasına hıyanet karşılığı, o malum ve mel’un odaklarca iktidara taşındığını bilmiyor olamazdı. Yoksa vicdan kararması ve cüzdan kabarması mı insanı bu hallere sokmaktaydı?

Hele bakalım, kuru kahramanlık havaları ve başkanlık rüyaları neye patlayacaktı?

Oysa "Her taşın altında bir Siyonist Yahudi parmağı aramak", Milli Görüşçülerin bir saplantısı değil, bizzat Kur’an’ın bir uyarısıydı. Maide Suresi 82. ayeti kerimesinde şöyle ikaz buyrulmaktaydı: "Andolsun, insanlar içinde, mü’minlere en şiddetli (ve tehlikeli) düşman olarak Yahudileri ve müşrikleri (ve Protestan, Evanjelik gibi Siyonistleşmiş Hıristiyan kesimleri ve sözde Müslüman geçinen işbirlikçileri) bulursun."

İşte bu nedenle, bütün Musevileri değil, Siyonist-şeytani düşünceli Yahudileri, en sinsi ve şiddetli düşman tanımamak, buna göre tedbirler almamak ve dikkatli davranmamak; her şeyden önce Allah’ın ikazını ciddiye almamaktır. Ayette, Yahudilerden sonra zikredilen "müşrik"lerin ise sadece kâfirler ve kitaplı Haçlı zihniyetler olduğunu sanmak da maalesef yaygın bir yanılgıdır. Oysa buradaki "müşrik"lerin, aynı zamanda: Müslüman görünen, takva ehli geçinen, tarikat ve cemaat ehli bilinen, ama Kur’an’ın hükümlerinin ve Resulullah’ın emirlerinin pek çoğunu -lafzen olmasa da kalben, fikren ve fiilen- artık gereksiz ve geçersiz gören, Barbar Batı hukukunu İslam ahkamına tercih eden, hatta açıkça İslam şeriatına karşı olduğunu söyleyen kişi ve kesimleri de kapsamaktadır. Bugün İslam’ı hayatlarının esası değil, aksesuarı olarak gören münafıkların düşmanlığına vurgu yapılmaktadır.

Bahçeli’nin niyetini tartışmak yerine sözlerinin mahiyetini anlamaya çalışılmalıydı!

Devlet Bahçeli "erken seçimden kaçmak için başkanlığın önünü açtı" diyenler vardı. Güya teşkilatları dağınıktı, MHP iç kargaşa yüzünden seçime hazırlanmak için zaman kazanma çabasındaydı. AKP’nin erken genel seçim planladığını görünce derhal başkanlık kartını kullanmaya kalkışmıştı. Güya Bahçeli’nin amacı, başkanlığa giden yolu açarak böylece erken seçimin önünü tıkamaktı. Bazıları ise, Sn. Bahçeli’nin "iktidara tuzak kurduğu" kanaatini taşımaktaydı… Yani başkanlık teklifini Meclis’e getirecek ama sahip çıkmayacak veya referandumda aleyhine çalışacaktı!?

Sn. Bahçeli’nin şu açıklamaları dikkate alınmalı ve gerekenler kesinlikle yapılmalıdır. Bu tarihi uyarılara karşı halâ duyarsız ve tutarsız davrananların zekâveti kısırdır, akıbetleri karanlıktır!

"Bir düşünceye, bir fikre, bir ülküye mutlak yöneliş, ancak ruhuyla bağlanmasını, özüyle kavramasını bilen vasıflı insanların harcıdır. Yaygın ve yerleşmiş bir aşağılık duygusuna kapılanların yegâne işi gerçekleri çarpıtmaktır; çünkü bunların meslekleri saptırmak, mektepleri sahtekârlıktır. Dillerine ve vicdanlarına kilit vurulanların hakikatli bir haysiyet çizgisini savunmaları bir yana, bunu idrak ve ifadeleri bile zordur… Malum ve meşum bir sorunun (Mevcut anayasaya aykırı bulunan ama fiilen uygulanan başkanlık durumunun) demokratik yollarla çözülmesi çağrısında bulundum. Görüyorum ki, her kafadan ayrı ve afaki sesler çıkıyor. “Üslubu beyan, aynıyla insan” (Yani bir insanın konuşma tarzı ve bakış açısı, onun karakter yapısını yansıtır) sözünün muhatabı olan pek çok şahsiyeti ibretle, ilgiyle izliyor, gözlemliyorum. Türkiye bir akıntıya kapılmış sürükleniyor; geliniz bu selin önünü alalım, gerekirse baraj yapalım diyorum; Onlar halâ, evet mi, hayır mı diyeceğimizi soruyorlar. Oysa devlet düğümlendi, sistem tıkandı, rejim krize doğru gidiyor uyarısında bulunuyorum; duymayıp TBMM’de ne yapacağımızı soruşturuyorlar. Şu anda fiili bir dayatma var, bu (anayasa ihlalinin ve) imhanın bir finali olabilir kaygısı taşıyorum; bazıları halâ referanduma evet mi hayır mı diyeceğimizi sorguluyorlar. Ülkenin nefes darlığı çekip kıvrandığını, Türk devletinin hukukla yollarını çatallaştırdığını seslendiriyorum, ne gezer, sanki duvara konuşuyorum.

Geliniz hep beraber geleceği düşünelim, nesilleri güvenceye alalım, uzlaşıp konuşalım; gerekirse millete gidip bu sorunları aşalım diyorum, burun kıvırıyorlar, sırt dönüyorlar. Eline kalem alan sanırsınız alleme! Ekrana çıkan sanırsınız arif ve alim! Bilen de konuşuyor, bilmeyen de. Ama artık deniz bitti. Halâ diyorlar ki yeni ne oldu da Bahçeli farklı bir pozisyon aldı? Hece hece anlatacaktım, vazgeçtim çünkü kara tahta başına geçip tek tek izah etmem lazım… Ağır kazan geç kaynarmış, bizim ne dediğimizi anlamamakta diretenlerin kafalarında bir sorun yoksa niyetlerinde bir bulanıklık var demektir. Çağrımız açıktır: tam bir ittifak, tam bir ittihat, tam bir tesanüt ve tazimle meselelerimizin kilidini açalım, Türkiye’nin kuyusunu kazanları kazıyıp atalım. Devletimizin ve milletimizin ebedi muhafızları olan dökülmüş şehit kanları, yapılmış fedakârlıklar boşa gitmesin, heba olmasın. Yiğit düştüğü yerden kalkar. Kahraman kaldığı noktadan yeniden başlar. Türkiye’nin varlığı bağımsızlığı ve bekası için hep birlikte kalkalım ve başlayalım. Bize de bu yakışır."

Yok eğer, bazılarının iddia ettiği gibi Sn. Bahçeli sadece seçim rüşveti ve kendi konumunu koruma gayreti ile bu gerçekleri hatırlatmış ve Sn. Erdoğan’a başkanlık yolunu açıp yaranmaya çalışmış ise, o takdirde bile kendisine kızmak ve sataşmak boşunadır ve enerji israfıdır; çünkü bu yanlışlarının acı sonuçları yakında kendisini kuşatacaktır.

"Eğer O (Peygamberlik ve dini rehberlik) iddiasında yalancı ise, bu yalanın (bize zararı yok, sonunda ortaya çıkacak) ve kendi aleyhine olacaktır. Ama eğer doğru söylüyorsa (o durumda, inkâr ve itiraz ettiğinizden dolayı) size va’dettiği (musibet ve mahcubiyetlerin) bir kısmı (bile) size dokunacak olsa (böylece pişman ve perişan hale geleceksiniz). Şüphesiz Allah, ölçüyü taşırıp haddini aşan, çok yalancı kimseyi hidayete erdirmezdi" (Mü’min-Gafir: 28) ayeti bu gerçeği ne güzel açıklamaktadır.

[1] Büyük pazarlık, Ergün Diler, Takvim, 22.10.2016

[2] Yeni Şafak – Musul ve Halep’İn Kuzeyi Türkiye’ye devredilmeli – İbrahim Karagül

IRAK DOSYASI /// VİDEO : Murat Bardakçı : MUSUL’U ALIP NE YAPALIM ?


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=Ljsgh_5r-38&feature=em-subs_digest

PANEL DUYURUSU : DAEŞ Sonrası Musul, Musul Sonrası DAEŞ /// 08.11.2016 /// SETA ANKARA


DAEŞ Sonrası Musul, Musul Sonrası DAEŞ

PANEL | 8 KASIM 2016

TARİH: 8 KASIM 2016 SAAT: 14:00 YER: SETA Ankara

LCV ve DETAYLI BİLGİ İÇİN: Rıfat Öncel | 0 312 551 21 17

Moderatör Murat Yeşiltaş, SETA
Konuşmacılar · Ufuk Ulutaş, SETA

· Mesut Özcan, Dışişleri Bakanlığı Diplomasi Akademisi

· Othman Ali, Sakarya Üniversitesi

Hazırlıkları uzun süredir yapılmakta olan Musul’u DEAŞ’tan kurtarma operasyonunun başlaması birçok önemli soruyu da beraberinde getirdi. Musul’un ve Musul operasyonunun nasıl bölgesel hakimiyet ve etki mücadelelerinin kritik bir alanı haline geldiği, DEAŞ sonrası dönemde şehrin siyasi, ekonomik ve sosyolojik ne tür dönüşümler yaşayabileceği ve DEAŞ’ın, Musul’u da kaybetmesiyle ortaya çıkan yeni koşullara karşı hangi taktiksel ve stratejik seçimleri benimseyebileceği bu sorulardan bazılarını teşkil etmektedir. Tüm bu konuların tartışılacağı “DEAŞ Sonrası Musul, Musul Sonrası DEAŞ” paneli SETA Güvenlik Araştırmaları Direktörü Murat Yeşiltaş’ın moderatörlüğünde gerçekleştirilecek olup SETA Dış Politika Direktörü Ufuk Ulutaş, Dışişleri Bakanlığı Diplomasi Akademisi Başkanı Mesut Özcan ve Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü’nden Othman Ali konuşmacı olarak yer alacaklardır.

Panel Türkçe ve İngilizce olacaktır. Simültane çeviri hizmeti sağlanacaktır.

Konuya ilgi duyan herkes panelimize davetlidir.

KAYIT OL

IRAK DOSYASI /// VİDEO : Geçmişten Günümüze MUSUL SORUNU


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=JRsslLWwUac&feature=em-subs_digest

IRAK DOSYASI /// GÜNGÖR YAVUZASLAN : MUSUL ANALİZLERİ


MUSUL KİMİN SAVAŞI?

Pazarlık coğrafyasının son perdesi Musul.Ortadoğu bir analistler çöplüğüdür. Suriye ve Irak hattında terör örgütleri ve legal görünümlü terör uygulayıcılarının sarmalı içinde yok olan bir millet var ortada. Birinci Körfez Savaşı’nda ya da 2003 yılında ikinci defa ABD’nin Irak’a müdahalesinde oluşan şartlarda kaç milyon insan yaşamını yitirdi artık hafızalarda değil.2011 yılında başlayan Suriye savaşından insan ölümü 1 milyona yaklaştı.2014 yılında BOP’da ve Arap Baharında olmayan ilk adı Irak El Kaide’si sonrasında IŞID ve en son DEAŞ olan yapılanma ne kadar uluslar arası bir terör örgütü yapılanması olsa da aysbergin görünmeyen kısmında olanlar üzerine kafa yormak daha gerçekçi olur.

Bugün Musul Savaşı öncesinde beliren şartları ortaya çıkaran yerel, bölgesel ve küresel etkenler ortadan kalkmış değildir. DEAŞ ile yapılan mücadelede Dünya’da karar verici pozisyonda duran AB-D bloğu, RUS-ÇİN ikilisi ile bölgesel güçler Türkiye, İran’ın pozisyonu iyi okunmalıdır. Türkiye, ABD hariç sorunu içinde yaşayan Irak ve Suriye’nin yanı sıra müdahil olan İran ve Rusya ile komşudur. Musul Savaşı’nın Irak içindeki aktörleri merkezi yönetim, bölgesel yönetim, terör yapılanması DEAŞ ve PKK, eski BAASCILAR, aşiretler ve alanda bulunan 16 ülkenin askeri varlığı. Tüm bunları alt alta topladığımızda tablo içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Diğer yandan Arap Baharı’nda fazla sesi çıkmayan İsrail’i alanda yok sayamayız.

Bugün Musul dünyanın en büyük açık hava cezaevidir. DEAŞ 2 milyona yakın insanı kontrol ediyor. Elinde Arap, Kürt, Yezidi, Türkmen binlerce esir insan var.Irak’ın ardından 2014 yılında Suriye’de de birçok bölgeyi ele geçiren örgütün elindeki esir sayısı net olarak bilinemiyor.Musul savaşı ile yoğunlaşılan bölgede 10 ülkeden yüzlerce gazeteci görev yapıyor.Alanda binlerce hem ülke içinden hem de dışarından binlerce aktivis var.BM başta olmak üzere uluslar arası yardım kuruluşlarının hepsi IRAK’ta.

Pazarlıklar coğrafyasından masada sadece Suriye yok.Irak’ın kuzey hattında DEAŞ ile alanı darmadağın eden üst akıl Kürt bölgesine bağımsızlık için yeşil ışık yaktı.Pazarlıkta DEAŞ sonrası Musul merkezi yönetime Kerkük ise bağımsızlık olursa Kürtlere verilecek.Şii Araplar Irak’ta güney bölgesinde Basra havzasındaki petrol zenginliğini alırken, kuzeyde Kürtler Kerkük petrollerine konacaklar.Irak’ın asli unsuru olan Türkmenler ise büyük oranda kuzey bölgesinde kalacak.İran etkisinde bir Bağdat yönetimi, AB-D güdümünde bir Erbil yönetimi.Elbette üst akıl PKK’yı unutamaz.Terör örgütü DEAŞ’la mücadele bahanesi ile legal hale getirilecek.Suriye PYD kantonları benzeri Irak’ta yeni yapının içine Sincar örneğinde olduğu gibi yerleştirilecek.Irak-Suriye hattında kurulaması planlanan yeni Kürt devleti en çok İsrail’in işine yarayacak.Peşmerge gibi savaşçı gücü olan yeni bir müttefik bölgede İsrail’e yeni müttefik olacak.Musul-Kerkük’den başlayan, Rakka-Halep ile devam eden ve Lazkiye hattından Akdeniz’e ulaşan petrol üretim ve sevk bölgesini bekleyecek yapay bir devletçik.Kürtlerin kontrolüne verilecek bu bölge ile Türkiye’nin güneyden Arap Dünyası ve Türkmenlerle fiziki bağıda karadan kesilmiş olacak.

Uzun lafın kısası sözde patron böyle istiyor. Ama Ortadoğu’nun değişmez gerçeği anlaşamazlıktır.Çöl fırtınası sert esiyor ve kum tepelerinin yeri sürekli değişiyor.Ve hala cevap bulunamayan soru MUSUL kimin savaşı?

GÜNGÖR YAVUZASLAN

TARİH : MİSAK-I MİLLİ VE MUSUL SORUNU


MİSAK-I MİLLİ

ATATÜRK’ün çabalarıyla toplanan son Osmanlı Meclisi’nin (Meclis-i Mebusan) en etkili eylemi; 28 Ocak 1920 günü gizli celsede kabul edilerek, 17 Şubat’ta kamuoyuna açıklanan ve İtalya’nın aracılığı ile dünya parlamentolarına gönderilen Misak-ı Milli (Ulusal Ant) kararı olmuştur. Bu kararla; 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesinin imzalandığı günde, Türk Ordusunun denetimi altında bulunan vatan topraklarının bir bütün olduğu ve her ne pahasına olursa olsun bölünmez bütünlüğünün savunulacağı, ulusal iradenin temsilcileri tarafından ant içilerek, dosta/düşmana ilan edilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları Misak-ı Milli ile belirlenmiştir. Ancak, Misak-ı Milli kapsamında olduğu halde Batum; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) İstiklal Savaşımıza desteğini sağlamak için, 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Antlaşması çerçevesinde (özel statüyle) Gürcistan’a bırakılmıştır. Hatay konusu Fransa ile Türkiye arasında tam 15 yıl gerginliğe neden olduktan sonra, ATATÜRK’ ün kesin kararlı tutumu ile 1938 yılında çözüme kavuşturulmuştur. Kuzey Irak konusu ise, o günden bu yana, kördüğüm olmaya devam etmektedir.

KUZEY IRAK SORUNU

Birinci Dünya Savaşında İngilizler, Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirdiler. Ancak, Musul-Kerkük-Süleymaniye hattından daha kuzeye geçemediler. Ekim 1917’de Sina Yarımadasından başlatılan İngiliz taarruzu ise, Araplar’ın Ulusumuza ihanet etmesiyle güç kazanarak, kuzey istikametinde hızla gelişti. 4 ve 8’inci Ordularımız bu taarruzlar karşısında bozguna uğradı . M. Kemal Paşa’nın komutasındaki 7’nci Ordu, 4 ve 8’inci Ordulardan arta kalanları da emrine alarak, İngiliz taarruzunu Halep kuzeyindeki savunma mevziilerinde durdurmaya muvaffak oldu. Bunun ardından 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi (Ateşkes) gereği olarak; Suriye ve Irak Cephesindeki tüm Kuvvetlerimiz Almanların komutasından alınarak, Yıldırım Orduları Grup Komutanı Mustafa Kemal Paşanın emrine verilmiştir. ATATÜRK, çöken Osmanlı İmparatorluğunun enkazı üzerinde kurulacak olan yeni devletimizin (Türkiye Cumhuriyeti’nin) sınırlarını, en karanlık günlerimizde dahi, umudunu hiç sarsmaksızın en ince ayrıntısına kadar belirliyordu. Buna göre; Hatay’dan başlayıp, Halep kuzeyinden geçen savunma hattı (Musul-Kerkük-Süleymaniye Petrol Bölgesini elimizde bulunduracak şekilde) Irak Cephesiyle birleştirilmiş bulunuyordu.

LOZAN ANTLAŞMASI

30 Ağustos’ta Dumlupınar’da kazandığımız Büyük Zafer’in ardından, 11 Ekim 1922 günü işgalci emperyalist devletlerle (İngiltere,Fransa,İtalya) Mudanya’da Ateşkes imzalandıktan sonra, 20 Kasım 1922 tarihinde İsviçre’nin Lozan kentinde barış görüşmelerine başlandı. Ancak, görüşmeler 4 Şubat 1923 tarihinde kesintiye uğradı. Lozan’ın ikinci evresi 23 Nisan’da başladı ve 24 Temmuz 1923 tarihinde Antlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı.Lozan Barış Antlaşması 143 maddelik ana belge ile, 15 ekli belgeden oluşmaktadır. Ne var ki; Musul Sorunu, Hatay Sorunu ve de Boğazlar sorunu Lozan’da istediğimiz şekilde bir çözüme kavuşturulamadığı için, sonraya bırakılmıştır. Bunlardan Musul konusu hariç,diğer ikisi ATATÜRK’ ün sağlığında çözümlenmiştir.

MUSUL SORUNU

İngilizler, dünyanın en kolay petrol çıkarılabilen bölgelerinden birisi olan Musul Vilayetini Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakmamak için, her türlü tertip ve hileye başvurdular. Önce Hakkari’deki Süryani vatandaşlarımızı isyana kışkırttılar; ardından Şubat 1925’ de Şeyh Sait isyanını başlattılar. Bunun üzerine, Fethi Bey’in (Fethi Okyar) başkanlığındaki Hükümet istifa etti. İsmet Paşa (İnönü) yeniden Başbakan oldu… TBMM. Takrir-i Sükun yasasını kabul etti; isyan bölgesinde ve Ankara’da birer İstiklal Mahkemesi kuruldu. İstiklal Mahkemeleri, TBMM’nin yargı yetkisini bizzat kullandığı, olağanüstü Devrim Mahkemeleridir. Üç Milletvekilinden oluşur. İdam dahil, verdiği bütün cezalar (Temyiz edilmeksizin) anında yerine getirilirdi. Şeyh Sait İsyanı 15 Nisan’da tamamen bastırıldı. İsyancılar Diyarbakır İstiklal Mahkemesinde yargılanarak, hak ettikleri cezalara çarptırıldılar…Ancak, Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Musul-Kerkük-Süleymaniye petrol bölgesindeki haklarımızı savunmak üzere Güneydoğu’da konuşlandırılmış olan Silahlı Kuvvetlerimizin düzeni (Şeyh Sait isyanını bastırmak için) bozulduğundan; 5 Haziran 1926 tarihinde Ankara Antlaşmasını imzalayarak, Musul Vilayetini İngiltere’nin mandası olan Irak Yönetimine bırakmak zorunda kalmışızdır.

(*) Şahap Osman ARAS,

Tarihçi Yazar (Ekim 2016 – İZMİR)

YENİ DÜNYA DÜZENİ DOSYASI : Başkanlık, Musul ve Yeni Dünya Düzeni


Bu 3 mesele birbiriyle ilintili ve bir birini şekillendirme konusunda kısacık bir süre sayılabilecek önümüzdeki 1 yıl içinde yeni Dünya Düzenindeki önemli virajlar.

Musul’un DAEŞ’ten temizlenmesi, Kerkük’te başlayan çatışmalar, Halep konusundaki düğüm, PYD/PKK’nın Suriye’deki durumu, Haşdi Şabi üzerinden bölgede kurulmak istenen İngiliz güdümlü Şia egemenliği, vs.vs.vs…

Bu liste uzatılabilir, ama bunların hepsi 15 Temmuzda tokadı ağzının üstüne yiyen FETÖ gibi birer enstrüman, değişken. Her bir mesele özünde ciddi problemler kapsasa da, sonuçlarının bağlı olduğu temelde iki sebep var; Sömürgecilik (Para) ve İslam’ın yükselişi.

Emin olun, Batıyı ikna edersek; Para kazanacaksınız dersek, Hilafetin kurulmasına bile destek olacak çok büyük sermayeler mevcut. Doğru dengede doğru adımlarla ilerlersek, bütün hinterlandın kontrolünü bize vermeye razı olacak egemen güçler de.

Bunlar ekstrem örnekler, bu örnekleri vermemin sebebi durumun zor olduğu ama öldük bittik olmadığı, çünkü karşımızda yekpare bir yapı yok. FETÖ gibi para için her şey “helaldir” şiarında olan bir zümre söz konusu. Ki bu dev paktın kendi içerisinde artık çözülemez sorunları var. Yani sorunların kendisi kadar, çözümleri zor değil.

Temelde en basit sorunun çözümü için kararlılık ve doğru koordinasyon gerekmektedir. Türkiye son 15 yıldır büyük problemlerini Recep Tayyip Erdoğan’ın özgül ağırlığıyla çözüyor, sahip olduğu kurumsal sistemle değil. Sürekli olarak sorunların çözümü için şahsi kimliğiyle ilerlemek zorunda olan Lider kimliği, çözmesi gereken daha önemli konular varken bırakın bölgeseli mahalli meselelerde bile araçsallaştırılıyor, yıpratılıyor.

Daha vahimi; Ab-u Hayat suyunun olmadığı, haliyle her insanın bir ömrü olduğu gerçekği. 10 yıl sonra ne yapacağız peki? Yeni bir Recep Tayyip Erdoğan’da bulamayacağımız aşikâr.

100 yıldır girdiğimiz kısır döngüden çıkabilmek için tüm şartlar elverişli olmuşken, herkes Suriye’ye, Irak’a, Rusya’ya, Çin’e odaklanmışken, biz sistem kurmak ZORUNDAYIZ. Sürdürülebilir, denetlenebilir, istikrarı olmazsa olmaz sağlayabilen bir sistem. İster adı muhtarlık olsun, ister başkanlık olsun. Kriz zamanında yapılan tüm yatırımlar kriz sonrası mutlaka kazandırır, değişmez gerçek.

Mevcut sistemde 100 yıldır tekrar tekrar gördük. Güçlü bir lider gelse dahi, başarılı olsa dahi; sistem bir süre sonra Lideri bitiriyor, üstüne yaptıklarını ve yaptıklarına bağlı olan her şeyi dağıtıyor, hop tekrar başa.

Sistem değişimi artık Devletin kurumsal beklentisi, bundan dolayıdır ki Devlet Bahçeli destek veriyor, Deniz Baykal CHP’yi üstü kapalı uyarıyor. Bundan dolayıdır ki, ucu İran’a, İngiltere’ye bağlı olan kuklalar “Kanımızın son damlasına kadar” karşı duracağız diyor.

Yani, Türkiye sistemini değiştirmeye yaklaşırsa elimizden geleni ardımıza koymayız diyorlar. Değiştirmezsek, peki? Olacak olan belli. Recep Tayyip Erdoğan insan tabiatı neticesinde vefat ettikten sonra, beceriksiz bir AK Partili seçilecek, medya poh pohlayacak, seçilecek. Her şeyi batıracak, batırdığı için Partinin kredisi bitecek, tüm perspektife zıt birisi gelecek yapılan her şeyi çöpe atacak, yapılan herşeye bağlı olan herşeyi değiştirmeye kalkacak. Tekrar 90’lar, hem de daha küçük bir yüz ölçümüne sahip bir ülke olarak. Allah korusun.

Nihayetinde Türkiye Devlet Aklı bir seçim yaptı, uzun bir süre önce ki bence diğer seçenekler yok olmakla eşdeğerdi. Şimdi bu seçeneğin hakkı ve gereği olan kurumsal, sürdürülebilir ve istikrarlı bir sistem kurmamız gerekiyor.

Sistemi kurabilelim ki, Batı esas ring olan Çin’e gittiğinde bölgede elimiz güçlü olsun, bölgenin hakkını koruyabilelim, güçlü Lider sonrası uykumuz kaçmasın, Türkiye Cumhuriyeti’ne güvenebilelim.

CHP’nin Başkanlık Eksenindeki Kimlik Bunalımı

Bunu yazıp yazmama konusunda çok kararsız olsam da yazmakta fayda olduğu düşüncesindeyim, çünkü kısa bir süre içerisinde köprüden önceki son çıkışı kaçırmış olacağız. Bundan dolayı CHP’nin kurumsal yapısı harekete etkili şekilde geçmeli.

Uzun bir süredir, CHP’nin Parti olarak siyasi aksiyonlarında HDP tadı verdiğini görmek gerçekten üzücü. Demokrasi ve Meclis çatısı altında çözülmesi gereken konular “Kanımızın sondamlası” cümleleriyle militanlaştırılmaya başlandı. Sadece söylemlerdeki antidemokratik yaklaşımlar değil, güdülen siyasete bakıldığında FETÖ’cü, PKK’lı, DHKP-C’lilerin hakları savunuluyor. Bu dar seçmen kitlesi için güdülen bu siyaset, bu kitle nezdinde tutar, doğru. Eğer CHP alacağı maksimum %4-5’lik oyun derdindeyse bir şey diyemem, nihayetinde siyasi bir partidir. Ama bu süreçte, bu söylemler bu örgütlerin elini kuvvetlendirmekte. Daha tehlikeli olan 2.Gezi için sürdürülen toplum mühendisliğinde lokomotif görevi görmeye başlaması. Çok tehlikeli. Gazi Mustafa Kemal’in ilkeleriyle taban tabana zıtlaşan CHP, bölgedeki Şia tehdidinin yükseldiği bir süreçte ara bulucu, yatıştırıcı ve yapıcı rol üstlenmesi gerekmekte. Aynı şekilde sistem değişikliğine doğru yürüyen Türkiye’nin yolunu, seçmen kitlesinin ve partinin yapısına uygun olması için çaba göstermesi gerekirken, bu yaklaşımlar çok tehlikeli. Deniz Baykal’da bir manada aynı eleştiriyi ikinci açıklamasında yapmıştı zira.

Sınır ötemizdeki yeni tiyatro; DAEŞ OUT, Haşdi Şabi IN

Bir zamanlar Irak Merkezi Hükümeti’nin Şii yanlısı Sünni karşıtı politikaları sebebiyle bölgedeki bir çok Sünni grup DAEŞ’e katılarak teröristleşti. Bölgedeki Şii-Sünni gerilimi bölgeden gelen haberlere göre çok ciddi boyutlar almış durumda. Bölgede yaşayan normal, sıradan Sünni insanlar bile bir Şii ile komşu olmaktansa DAEŞ’li ile komşu olmayı tercih edebileceğini söylüyor. Bu kan donduran bir durum, doğurması muhtemel sebeplerden dolayı.

Batı’nın Musul operasyonu üzerinden Şii-Sünni çatışması çıkarmayı planladığını geçen haftaki yazımda belirtmiştim ki bu hafta başındaki gündem maddesi buydu. Batının planı önümüzdeki hafta sahneye konmaya çalışır diye tahmin ediyorum ama Türkiye’nin hamleleri bu oyunu geciktirebilir veya seyrini değiştirebilir.

Musul operasyonunun ne kadar zor olduğunu, şehirden DAEŞ’i çıkarmanın ne kadar zor olduğunu da biliyorsunuzdur. Daha doğrusu bütün medya size bunu öğretmiştir. Aynen Kobani’deki sözde büyük PYD/PKK zaferi gibi. Kobani sonrası legalleşen PYD/PKK terör örgütü gibi, Haşdi Şabi’de Musul’dan DAEŞ’i çıkararak kahramanlaştırılmak isteniyor. Meselenin özü bu.

Türkiye’nin Musul inadının sebebi de budur. Türkiye’nin derdi toprağın ötesinde, bölgede cirit atacak, oradan Yemen’e geçecek, oradan Suudi Arabistan’a geçecek Haşdi Şabi’nin ilerleyişini durdurabilirse durdurmak, en kötü yavaşlatmaktır. Bundan dolayı neye mal olursa olsun, Türkiye Musul’a girmelidir veya Haşdi Şabi’nin girmesini engellemelidir.

Abdulkadir Ünal / Genel Yayın Yönetmeni

IRAK DOSYASI : Musul’u Kim Kimden Kurtarıyor ?


Musul’u Kim Kimden Kurtarıyor?

Birileri Irak ve Suriye’yi yerle bir edip Musul ve Halep’teki hayatı söndürürken bu şehirlere 50-100 km uzaklıkta olan Türkiye’nin istikrar ve güven içerisinde yaşaması mümkün mü?

Herkes Musul’u “kurtarmanın” telaşına düşmüş durumda…

DAEŞ’in Musul’u ve diğer Irak şehirlerini uzun süre kontrol altında tutamayacağı zaten belliydi. Bu durumda baştan beri önemli olan, DAEŞ’ten şehirlerin kurtarılması değil, kimin kurtaracağı meselesiydi.

Aslında ABD gibi aktörler açısından önemli olan bir konu daha vardı: DAEŞ’in ele geçirdiği şehirleri kim kurtaramaz. Washington yönetimi, kendi desteği olmadan DAEŞ’in elindeki şehirlerin kurtarılamayacağını göstermek için uzun süre bu örgütün gelişip güçlenmesine kayıtsız kaldı. Bu dönemde özellikle Kürtler ve Irak yönetimi DAEŞ karşısında önemli yenilgiler yaşadılar. DAEŞ’in Bağdat ve Erbil’in kapılarına dayandığı günleri hatırlayalım. Bağdat ve Erbil gerekli mesajları alınca ABD’nin artık DAEŞ’in tasfiyesi safhasına ağırlık verdiği görülüyor. Suriye’de DAEŞ’ten temizlenen bölgelere PYD’nin yerleşmesi için çaba sarf eden Washington’un, Musul’da DAEŞ sonrası kimin hâkim olacağı konusundaki politikasının ne olduğu net olarak bilinmiyor. Bu konuda Şiilerin ve Kürtlerin çok dikkatli olması gerekiyor. Sünni Arapların zayıf duruma düştüğü konjonktürü kullanarak Musul’a hâkim olma istekleri bütün bölgesel aktörleri çok daha uzun sürecek bir çatışmaya sürükleyebilir.

Musul operasyonunda dışarıda bırakılmaya çalışılan Türkiye’nin ise sınırlarının ötesinde olup bitene ilgisiz kalması düşünülemez. Birileri gelip komşu ülkelerin siyasi yapılarıyla, şehirlerinin dokusuyla hoyrat bir şekilde oynayıp o ülkelerdeki hayatın doğal akışını bozduğunda bunun bedelini ödeyen ülkelerden biri de Türkiye oluyor. ABD’nin bazı müttefikleriyle birlikte 2003 yılında Irak’ı uluslararası hukukun bütün kurallarını ihlal ederek ve yalanlar üzerine işgalinin bütün bölgeyi nasıl bir istikrarsızlığa sürüklediği ortada.

Bu işgalin sonucunda Irak’ın sürüklendiği etnik ve mezhepsel çatışmaların sonucunda bölgede tırmanan radikalizm ve terörden en fazla etkilenen ülkelerin başında Türkiye geliyor. Amerikan işgalinin doğrudan sonucu olarak ortaya çıkan DAEŞ ve dolaylı sonucu olarak bölgede oluşan otorite boşluğunu kullanan PKK Türkiye’de sayısız kanlı eylem gerçekleştirdi. Bu örgütlere karşı mücadele eden Türkiye’nin bu mücadeleyi sadece kendi topraklarında sürdürmesinin başarı şansı olabilir mi?

Birileri Irak ve Suriye’yi yerle bir edip Musul ve Halep’teki hayatı söndürürken bu şehirlere 50-100 km uzaklıkta olan Türkiye’nin istikrar ve güven içerisinde yaşaması mümkün mü? Her iki ülkeden de değişik zamanlarda yaşanan çatışma ve savaşlar yüzünden milyonlarca mülteci Türkiye’ye sığınırken, Ankara’nın bu ülkelerdeki gelişmelere duyarsız kalması ne kadar mümkün olabilir? 60’tan fazla ülke DAEŞ’e karşı mücadele bahanesiyle Irak ve Suriye’de cirit atarken, Türkiye onları seyredip yaşanan gelişmelerin sonuçlarına katlanmayı tercih edebilir mi?

Avrupa Birliği’nin Güvenlik Komiseri Julian King dün yaptığı bir açıklamada “Musul şehrinin koalisyon güçleri tarafından ele geçirilmesi sonrasında şiddet eğilimli DAEŞ savaşçılarının Avrupa’ya geri dönmesinden” duyduğu endişeyi dile getirdi. Avrupalılar Musul operasyonu konusunda bu kadar kendi çıkarlarına odaklanmışken, Ankara’nın sadece Türkiye değil bütün bölge açısından çok olumsuz sonuçlar doğrulabilecek yanlışlar konusunda uyarılarda bulunması neden bazı kesimler tarafından anlaşılmıyor?

Türkiye, açık bir şekilde Musul operasyonunun insani sonuçları konusunda uyarılarda bulunuyor. Şehrin demografik yapısıyla oynanmamasını ve kitlesel mülteci akınına yol açacak tavırlardan uzak durulmasını tavsiye ediyor. Çünkü bu hassasiyetlere dikkat edilmemesinin bedelini en fazla ödeyen ülke Türkiye oluyor. Dünyada en fazla sığınmacı barındıran ülke olarak kapasitesinin sınırına dayanmış olan Türkiye’nin bölgede yeni sığınmacı dalgasına yol açabilecek politikalara karşı çıkması çok doğaldır. Aynı şekilde, Irak ve Suriye’deki istikrarsızlıktan beslenen PKK ve DAEŞ terör örgütlerine karşı mücadele eden Türkiye, bölgede izlenecek zorlama politikalarla bu örgütlerin daha rahat besleneceği şartların hazırlanmasına da karşı çıkıyor.

Ankara’nın Musul’a yönelik ilgisini ve DAEŞ’in bu şehirdeki varlığına karşı yapılan operasyon konusundaki uyarılarını bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

[Türkiye, 19 Ekim 2016]

IRAK DOSYASI /// VİDEO : Türkiye Musulda Ne Hedefliyor & Nevzat Çiçek – Habertürk Manşet – 20 Ekim 2 016 (2 BÖLÜM)


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=85O0ese4YNE&list=TLGClcJIXk1KXuAyMTEwMjAxNg

https://www.youtube.com/watch?v=kV5fFYzQapg&feature=em-subs_digest

IRAK DOSYASI : MUSUL VE KIYAMET SAVAŞLARI


KAYNAK : http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2016/10/musul-ve-kiyamet-savaslari.html?m=1

” Sodom ve Gomora’yı nasıl helak ettiysem medeniyetlerin en güzeli Babil’i de yerle bir edeceğim” – Tevrat

” Babil’e karşı helak edeci bir fırtına yükselteceğim” -Tevrat
Dünya siyasetini anlamak ve algılamak Ortadoğu siyasi dengeleri incelenmeden mümkün olamayacak bir durumdur. Ortadoğu ise Mehdi/Mesih teostratejik bağlamdan bağımsız irdelenemez. Medeniyetlerin kurulduğu, en kadim imparatorlukların var olduğu, bilinen bütün Peygamberlerin çıktığı yegane yer Ortadoğu coğrafyasıdır. Bu denli kadim bir havza biriktirdiği kültürel envanter, doğal zenginlik, konum gibi mühim faktörler sebebiyle etkin devletlerin stratejik planlarında bir şekilde yer bulmuş bunun neticesi taşeron terör örgütleri ile kan ve gözyaşının daim olduğu hak etmediği bir muameleye tabi tutuldu. Dinlerin tebliği ile siyasallaşma sürecinin başlaması eş zamanlı olup özellikle günümüzde Ortadoğu dini metinler eşliğinde şekillenen bir vaziyet aldı. Bunun sebepleri şunlardı;

A) Bilinen bütün Peygamberler ve eski medeniyetler Ortadoğu merkezliydi. Semavi ve paganist dinlerin beşiği coğrafik yapının dini metinler ve efsaneler eşliğinde yeniden yorumlanması oldukça uygun düşüyordu.
B) Liderler ve devletlerin dini argümanlar ile politik yön ve misyon belirlemeleri meşriuyet pekiştirici bir durumdu.
C) Çoğu din tahrif edilmişti ve bu durum yeni tahriflere kapı aralamıştı. Üstelik rasyonel çıkarlara uygun tahrfiler makul bir rant kapısı olurdu.
D) Soğuk Savaş döneminde icat edilen Yeşil Kuşak yani Sovyetler Birliğini din ile çevreleme politikası Ortadoğu’da siyasi dini referansları kuvvetlendirdi.
E) Amerikan siyasetinde icat edilen Yeni Muhafazkar Neo-Con lobi Protestan metinler ve Tevrat ayetlerinden fikirsel olarak besleniyordu. Bu sebeple Ortadoğu siyasi konumunun dini muhteviyat ile değerlendirilmesi bu lobi ile paralel olurdu.

Yazının girişinde Tevrat’tan verilen Babil yani Irak ile alakalı bazı metinler Tevrat’ta Babil ile alakalı onlarca ifadeden yalnızca ikisidir. Buna değinilmesinin sebebi şudur, Ortadoğu İbrani metinlerindeki tanımlara şaşırtıcı derecede benziyor yani Irak, Suriye ve Mısır çözülmeye başlıyordu. Yahudilerin Babil sürgünü ile karşılaştıkları şok bir yana İran üzerinden Zerdüştlük akımından esinlenmeler İbrani mitlerine Davud soyundan Mesih, İbrani metinlerinden Protestan akıma İsa Mesih, Şii inanç sistemi ve üzerinden diğeri İslami ekollere Mehdi beklentisini yerleştirdi. Yani Mehdi ve Mesih’in Ahir Zamanda belirmesi Ortadoğu’da sınır değişiklikleri ile mümkün olacaktı. 1978’de Sovyetleri Afganistan’a sokan lobi aynı yıl Taliban adlı örgütü destekledi. Öyle ki bu örgütten kopan bir kesim yıllar sonra Tevhid ve Cihad örgütü adı altında ortaya çıkacak demografik değişimlere göre ise Işid olarak yeniden organize olacaktı. Bugünlerde sıkça konuşulan Musul operasyonu aylardır Pentagon tarafından planlanan bir stratejiydi. Işid adlı taşeron örgüt Ortadoğu’da sınırların yeniden tasarlanması için oluşturulmuştu öyle ki 6 Tümen askerin tek kurşun dahi atmadan Musul’ü 400 kişilik terörist gruba teslim etmelerinin başka bir açıklaması olamazdı. Işid, Irak’ta bazı bölgelerin zapt edilmesi için kullanıldı. Akabinde bu bölgeleri kurtarmak söylencesiyle ortak operasyon başlatılacak ve neticesinde yeni bir iç savaş başlatılmış olacaktı. Bu oyunun dengelenmesinde Türkiye’nin tutumu ve girişimi oldukça mühimdir. Başından beri Türkiye operasyonda yer almak ısrarını sürdürmüş, dış kamuoyunda gündeme getirmiş ve tepki görmüştü. Türkiye’nin masasında çeşitli planları bulunuyordu. Bu planlar 3 kategoride tasnif edilebilir;

1) Doğrudan Müdahale : Musul’a uluslararası meşruiyet aranmadan doğrudan müdahale eylemiyle Türkiye yaptırımlarla karşılaşacağı gibi zor bir sürece dahil olmuş bulunacaktı. Bu seçenek masada her daim cılız bir plan olarak yer aldı.

2) Barzani Grubunun Çağrısı İle Müdahale : Türkiye’nin güvendiği fakat hayal kırıklığı yaşadığı bir seçenek olarak kaldı. Kamuyounda yıllardır Barzani ailesi ile alakalı yahudi kökenli oldukları yönünde propaganda yapıldı. Esasen Osmanlı Tapu Tahrir kayıtlarında da ödedikleri vergi müslümanların ödediği vergiden daha fazla olan bu grup 1930’larda Irak merkezi yönetimiyle çatışıp üstünlük sağlayabilecek kadar güçlendi.Türkiye ile ilişkileri inişli çıkışlı olan aşiret mensubu Abdüsselam Barzani’nin 1914’te idamından sonra uzun süre yakın temas sağlanamadı. Yeni Ortadoğu konseptinde önemi olan aile, İsrail’in Arap olmayan devletlerle ilişkilerin desteklenmesi stratejisiyle 1963’ten itibaren maddi destek görmeye başladı. 1965’te Marved/Halı operasyonuyla yabancı bir Tümgeneral aracılığı ile modernize askeri eğitim alan grup tamda bu yıl Irak’ın Kuzeyinde Komünist parti üyelerine silahlı saldırı ve sürgünlerle Abd siyasetiyle eşgüdüm içerisinde olduğunu gösterdi. Turgut Özal’ın kürt sorununa çözüm 1992 Kale Harekat Planıyla yakın ilişki sağlanan aşiret, Çekiç Güc’ün Irak’ın Kuzey bölgesine yerleşmesiyle Pkk ile ortak hareket etmeye başladı. Kısa süre evveline değin flu ve mesafeli olan ilişkiler kurulması tasarlanan büyük Kürt Devletinin hamiliği söz konusu olduğunda Barzani’nin pkkyı lanetlemesi ve Irak’ın Kuzeyinden çıkmaya zorlamasıyla yeniden işbirliğine evrildi. Şu anda yaklaşık 200 Bin kişilik peşmerge kuvveti bulunan grup bu militanlara üniformalar ve Harp Okulları tahsis etmek suretiyle ordulaşma sürecini hızlandırdı. Türkiye ile sağlıklı ilişkilerin tesis edildiği dönemde Barzani’nin, Musul’a Türkiye’yi davet etmemesi Merkezi hükümet ile keskin çatışmalara girmekten çekinmesi ile alakalı olabilir. Barzani grubu Sünni Nakşi geleneğinden gelirken Irak Merkezi Ordusunun çoğunluğu şiilerden oluşmaktadır.

3) Sünni Aşiretlerin Çağrısı İle Müdahale : Türkiye, 2002’den beri uygulamaya koyduğu Neo Dinamik politik unsurunu özellikle 2004’den itibaren Ortadoğu ülkeleri ile serbest ticaret anlaşmaları yaparak sürdürdü. Suudi Arabistan ile müttefik olurken Katar’a üs kurma noktasına geldi. Türkiye’nin yeni politik tutumu mezhepçi politika tanımlamasıyla eleştirilirken bu kanımızca doğru olmayan bir tutumdur. Ortadoğu ülkelerin mezhep ağırlıklı bir tutum üzerinden hizipleşme sağladığı bir kulvardır. İç Politik strateji olarak belirlememe kaidesi ile Türkiye’nin Ortadoğu’da bazı sünni gruplar ile yakından ilgilenmesi yadırganacak bir durum değildir. Musul meselesi ile alakalıda sünni aşiretler Irak merkezi hükümetine tepkilerini dile getirdiklerinde aşiretler ile ortak operasyon düzenleme ihtimali en güçlü seçenek olarak belirmiş oldu.

IRAK İRAN ABD VE DEĞİŞEN POLİTİK DENGELER

Irak bir bahane ile işgal edildiğinde iç çatışma başladı. Mozaik yapısı ve demokratik kültürden uzak geçmişi buna oldukça uygun zemin hazırlıyordu. Saddam Hüseyin yakalandığında Şii bir hakime yargılatıldı, bayram sabahı ise kürt cellatlara infaz ettirildi. Saddam ise sünniydi. Yani Irak; Şii, Sünni ve Kürtler arasında pay edilecekti ki öylede oldu. Anayasal bir tanım olmamakla birlikte teamülen Cumhurbaşkanlığı kürtlere, Başbakanlık Şiilere, Meclis Başkanlığı ise Sünnilere verildi. Başbakanlık makamının baskıcı politikaları yüzde 65’i şii olan bu ülkenin iç siyasetine İran’ın müdahilini güçlendirdi ve Irak, İran’ın arka bahçesi durumuna geldi. Abd ile aralarında husumet olduğu ileri sürülen İran kısa süre evvel şaşırtıcı şekilde yıldızı parlayan ülke konumuna yükseldi. Ambargolar gevşetildi, 100 milyar dolardan fazla alacağını tahsis etmeye başladı, petrol gelirleri aylık 30 milyar doları aştı, Batılı şirketlerden tedarikini arttırdı. İktisadi bakımdan da güçlenen İran, Devrim Muhafızlarının dış operasyon birimi Kudüs Gücü aracılığıyla Ortadoğu’da manevra kabiliyetini arttırdı. Musul operasyonu ile alakalı Abd ile anlaşan İran ortak operasyon hususunda da uzlaştı. Kentin sünni ağırlıklı yapısının şii ağırlıklı askerler tarafından kurtarılma(!) operasyonuyla muhtemel bir kıyıma uğraması ve farklı selefi grupların yeni isimlerle sahneye çıkmaları beklenen vakaadır.

TÜRKİYE VE MUSUL OPERASYONU

Musul ile alakalı gündeme gelen konulardan biride bölgedeki Türkmen varlığıdır. Türkmen politikası belirsiz ve Musul konusunda ürkek davranacak bir Türkiye, Ortadoğu’da barınamayacaktır. Musul Misakı Milli içerisindedir fakat Misakı Milli’nin uluslararası zeminde bir geçerliliği yoktur. Bu vesileyle Türkiye adımlarını birazda oldu bittiye getirecek şekilde atmalıdır. 2011 Martında Suriye olayları patlak verdiğinde 2012 yaz dönemine kadar Suriye Türkmenleri anılmadığı gibi muhaliflerin topladığı Ulusal Kongreye Türkmenleri temsilen bir grubun katılması yönünde Türkiye girişimlerde bulunmadı. Bu, Ortadoğu politikası bakımından büyük bir kayıptı. Aynı hata Irak hususunda tekrarlanmamalıdır. Türkiye, Başika’dan ayrılmamalı ve Musul meselesine müdahil olmalıdır. Mesele, toprak almak gibi hamasi bir felsefeyle düşünülmemeli ileriden savunma stratejik konsepti dahilinde değerlendirilmelidir. Musul müdahalesi Irak’ta bambaşka bir iç savaş doğuracaktır ve yeni terör eylemleri Türkiye’ye ithal edilecektir. Türkiye Musul operasyonunda yer bulduğunda 1995 benzeri bir manzarayla karşılaşabilir. 1995’te Irak’a büyük bir harekat başlatan Türkiye, Gazi olayları tertibiyle mesajı almış ve apar topar Irak’tan çekilmek zorunda kalmıştır. 2008 yılında Güneş Harekatıyla Irak’a bir operasyon daha düzenleyen Türkiye yine birtakım zorlamalarla sekizinci günün sonunda operasyonu noktalamıştı. İşte Musul’a müdahalede yer alma benzer tehditleri doğuracaktır. Türkiye içerisinde legal görünümlü illegal örgütlenmelerin geçmişte İrancı, Kck operasyonlarının mahiyetini değiştirmek suretiyle ise birtakım kürtleri hedef aldığı bilinen gerçektir. Bugün ise bu yapı İrancı ve kürtçü gruplar ile ittifak halindedir. Yani terör eylemlerinin şiddet eşiği oldukça farklı ve yüksek olabilir. Bu sebeple güvenlik bürokrasisinde ayıklamalar süratli devam ettirilmeli, komuta kademesi kontrol altında tutulmalı, geçmiş askeri davalarda tasfiye edilmiş kişilere yeni görevler verilmelidir. Unutulmamalıdır ki, Musul meselesiyle gelebilecek siyasi bir başarısızlık ikinci bir askeri kalkışmayıda tetikleyebilir. Türkiye, Rusya ile yakınlaşma sürecini iyi değerlendirmelidir. Yumuşak Güç faaliyetlerine eğilmeli Tika’yı Ortadoğu’da etkin kullanmalı, aşiretler ile ilişkilerini devam ettirmelidir. Musul operasyonuna katılmayacak veya istediği sonucu alamayacak Türkiye’nin hayat alanı oldukça daralacaktır.

SONUÇ

Ortadoğu coğrafyasında imparatorluk geleneğinden gelen iki ülke vardır bunlardan biri Türkiye diğeri ise İran’dır. Coğrafyanın istikbali iki ülkenin tutumlarıyla paraleldir lakin İran anti emperyalist duruş sloganıyla bölgesel hegomonik tavrını arttırmaktadır. Türkiye ülkelerle ilişkilerini devam ettirmek suretiyle, her türlü çıkarınında bizzat takipçisi ve koruyucusu olmalıdır. Silahlı Kuvvetler ve Mit’in Tugay seviyesinde dış operasyon birimi oluşturulmalı, uluslararası yayıncılığa önem vermeli ve nükleer tesislerini oluşturma yoluna gitmelidir. Nükleer caydırıcılığı olacak Türkiye’nin her masada pazarlık kozu yükselir. Öyle ya da böyle Ortadoğu merkezli bir kıyamet savaşı yaşanacak, Kabe’nin kapısına tanklar dayanacaktır. Fakat bunun süreci ve Türkiye’nin bu kaotik olaydan en az kayıpla çıkabilmesi asli olandır. Türkiye için, Bosna İstanbul, Şam Hatay, Musul ise Diyarbakırdır. Fakat bu sloganist bir söylem olmaktan öteye geçemezse vaziyet oldukça olumsuz bir hal alır. Türkiye güvenlik konseptini tam manasıyla güncelleyemedi bu da yetmezmiş gibi 15 Temmuz darbesinin yaşattığı vahşet ortamının acelesiyle birtakım yanlış kararlar verdi. Milli Savunma Üniversitesinin sağlıksız bir yapıyla hayata geçirilmesi gibi. Mgk’nın yeni baştan oluşturulmasından Kırmızı Kitap muhtevasına kadar uzun bir süreç Türkiye’yi beklemektedir. Bir istihbarat uzman memurundan, ordu çavuşuna kadar alt birimlerdeki sınıfların bile en sağlıklı biçimde teşkili güvenlik bel kemiği için zaruridir. Türkiye Musul sebebiyle çıkacak mezhepsel ve etnik çatışmadan da itinayla uzak durmalı ve bu konuları Askeri Stratejik Konseptine dahil etmelidir. İktidar partisinin Ortadoğu’da insiyatif almak isteyen Türkiye stratejisi sivil toplum kanaat önderleri ve ekonomik kuruluşlarcada desteklenmeli topyekün bir birliktelik oluşturulmalıdır. ,

IRAK DOSYASI /// Burhanettin Duran : “Türkiye, Musul’da Olmak Zorunda”


Burhanettin Duran: “Türkiye, Musul’da Olmak Zorunda”

"Türkiye, Musul meselesinde orada olmak zorunda. Irak’ın geleceği Türkiye’yi çok yakından ilgilendiriyor."

SETA Başkanı Burhanettin Duran, Musul’un DEAŞ’tan kurtarılmasına yönelik operasyona ilişkin, "Türkiye, Musul meselesinde orada olmak zorunda. Irak’ın geleceği Türkiye’yi çok yakından ilgilendiriyor." dedi.

Duran, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Musul operasyonunun DEAŞ’a karşı yapılacağını belirterek, Suriye ve Irak’ın DEAŞ denilen terör örgütünden kurtulması gerektiğini söyledi.

Son günlerde yaşanan gerilimin "Musul operasyonunda Türkiye’nin yeri ne olacak?" meselesinden kaynaklandığını aktaran Duran, Irak Başbakanı Haydar el-İbadi’nin söylediklerinin, Türkiye’yi bu masanın dışında bırakma çabası olduğuna dikkati çekti.

Türkiye’nin, Suriye ve Irak’tan, oradaki iç savaşlardan çok etkilendiğine vurgu yapan Duran, şöyle devam etti:

"PKK yönünde, DEAŞ yönünde, oradaki mülteciler meselesi, demografik değişim meselesi, bütün bu sebeplerden dolayı yeni Irak’ın nasıl şekilleneceği konusudur bu. Yani DEAŞ’la ilgili mücadele yapılacak ama DEAŞ’ı kim geriletirse onun yerine kim gelecek? Soru bu. Türkiye diyor ki, ‘Ben bu masada olmalıyım çünkü beni çok yakından ilgilendiriyor, bu ülkemin bekası ve güvenliğimle ilgili.’ Bunun için masada olmak istiyor. Amerika öncesinde Türkiye’nin katılmasına daha sıcak bakarken, şimdi biraz İran tarafında tavır alıyor çünkü Irak hükümeti, İran’ın etkisiyle bunu yapıyor. Bir yere geldi ama müzakere etmeye ve masada olmaya çalışmaktan başka bir şey yok. Türkiye, Musul meselesinde orada olmak zorunda. Irak’ın geleceği Türkiye’yi çok yakından ilgilendiriyor."

PKK’YLA MÜCADELE

Duran, Temmuz 2015’ten itibaren PKK terörünün katlanılamaz hale gelmesiyle "Çözüm Süreci"nin bittiğini anımsattı.

Bu çerçevede PKK ile etkili bir mücadele yürütüldüğünü, örgütün ilk önce buna hendeklerle ve şehir savaşlarıyla karşılık verdiğini belirten Duran, "Fakat bu projesi de tutmayınca bu defa bombalı araçlarla saldırmaya başladı. Biliyorsunuz çok sayıda bombalı araç yüzlerce insanımızın hayatına mal oldu. Bunun da belli ölçülerde istihbari olarak fark edilmesiyle beraber, son günlerde çok sayıda canlı bomba yakalandı. PKK, kendince bu meseleyi bir tür iç savaşa ve intikam meselesine çevirmeye çalışıyor." diye konuştu.

SETA Başkanı Duran, PKK’nın burada "Ben PKK olarak hala Türkiye’nin Güneydoğu ilçelerinde etkiliyim, eylem yapabiliyorum." düşüncesini göstermeye çalıştığını ifade etti.

PKK’nın, Suriye ve Irak’taki varlığının yanı sıra Türkiye’de de bir varlık göstermeye devam etmeye çalıştığını dile getiren Duran, "Ben bunu ayakta kalmasının son çabaları olarak görüyorum. Burada da bir iç savaşı tetikleyebilecek şekilde kitleler arasında bir düşmanlığı ortaya koyabilecek şekilde bunu sağlıyor. Beklenen şey, AK Parti’lilerin HDP’lilere saldırması ve böylelikle Kürtler’e AK Parti’liler tarafından bölgede zulüm ediliyor, onlara saldırılıyor şeklinde bir uluslararası kamuoyu oluşturmak ve içeride PKK’nın dağılan desteğini tekrardan toparlamak, yani Kürt halkı nezdinde PKK’nın biten imajını toparlamaya çalışmak." değerlendirmesinde bulundu

TÜRK AKIMI PROJESİ

Türkiye’nin yaklaşık 1 yıl önce 24 Kasım’da yaşanan hadiseden sonra Rusya ile ilişkileri toparlamaya başladığını aktaran Duran, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Vladimir Putin’le üçüncü kez görüşüyor olmasının bu normalleşmenin ne kadar hızlı gittiğinin göstergesi olduğunu söyledi.

Burhanettin Duran, İstanbul’da düzenlenen 23. Dünya Enerji Kongresi çerçevesinde imzalanan "Türk Akımı Doğalgaz Boru Hattı Projesi Anlaşması"nın Türkiye’nin bir enerji koridoru olması, hatta enerjide bir merkez yükü olma arayışının bir uzantısı olarak ortaya çıktığına dikkati çekerek, sözlerini şöyle tamamladı:

"Rusya açısından baktığımızda Türkiye ile ekonomik anlamdaki entegrasyon, Rusya ekonomisini de rahatlatan bir konumda. Biliyorsunuz, Amerika ve Avrupa ülkelerinin ambargoları sebebiyle Rusya ekonomisinin de ciddi sıkıntıları var. Türkiye ile sadece enerji değil, savunma sanayi anlamında da bir iş birliğinden söz ediliyor. Hatta Suriye’de ateşkese ulaşmayla ilgili bir yakınlaşma, arayış söz konusu. Bölgede Amerika’nın uygulamış olduğu politika sebebiyle güçler arasında konu bazlı ittifaklar, iş birlikleri oluşuyor. Türkiye de Rusya gibi güçlü bir aktörle enerji başta olmak üzere çeşitli alanlarda iş birliklerini geliştirmeye çalışıyor. Dolayısıyla son Erdoğan-Putin görüşmesinin bu anlamda iyi bir ivme kazandığı kanaatindeyim."

[Muhabir: Onur Orhan, Emre Ayvaz]
[Anadolu Ajansı, 15 Ekim 2016]

IRAK DOSYASI : Halep Restleşmesi Musul Ve Yeni Jeopolitik Riskler


Halep Restleşmesi Musul Ve Yeni Jeopolitik Riskler

Türkiye’nin, Suriye’deki politik tercihleri ve askeri angajmanları Irak’taki pozisyonunu; Irak’takiler ise Suriye’deki pozisyonunu güçlendirecek yahut zayıflatacak niteliktedir.

Halep’te ateşkesin sona ermesinden bu yana giderek şiddetini artıran Rus ve rejim güçlerinin saldırıları, Suriye krizini daha da derinleştirecek bir durum ortaya çıkardı. Rusya’nın artan saldırıları karşısında ABD, bilinçli olduğu görüntüsü taşıyacak bir biçimde rejim askerlerini yanlışlıkla bombaladığını duyurdu. Buna mukabil, Rusya ve rejim güçleri tarafından düzenlenen hava saldırısında insani yardım konvoyları vuruldu. Hâlihazırda Rusya, rejimle birlikte Halep’e yönelik sürdürdüğü bombalı saldırılarının yoğunluğunu artırarak; hem kendisinin hem rejimin pozisyonunu tahkim etmeye çalışıyor. Söz konusu gelişmeleri takiben ABD, Rusya ile Suriye krizinin çözümü için oluşturulan diplomatik diyalog zeminini sona erdirdiğini deklare etti. Dahası ABD; Obama Yönetimi’nin muğlak, etkisiz ve nihayetinde başarısız kılınmış Suriye politikasının, yeni bir tezahürü şeklinde yorumlanabilecek askeri seçenekleri tekrardan gündeme getirerek rejimi hedef alabileceği imasında bulundu. Bu mesaj üzerine Kremlin, rejime yönelik muhtemel bir ikinci askeri saldırıyı, kendilerine yapılmış sayacaklarını beyan etti. Görüleceği üzere, Halep hattında yeniden belirginleşen ABD-Rusya çatışması, son haftalarda Suriye krizine yeni bir boyut kazandırdı. Böylece uzun zamandan beri Beyaz Saray-Kremlin arasında görünüşte ortaya çıkan uzlaşı ve diplomatik zemin, kaybolmak suretiyle yerini karşılıklı restleşmeye bıraktı.

Kuşkusuz büyük güçlerin, bu noktaya evirilmesine yol açan birçok sebepten bahsedilebilir. Ancak taraflar arasındaki temel sorumluluğu artık birçok kişi ABD’ye yüklüyor. Birincisi; elbette ki Obama’nın, ABD’nin Suriye krizindeki stratejik üstünlüğünün ve diplomatik inisiyatifinin her geçen gün güç kaybetmesine sebep olan tercihleriydi. Dışişleri Bakanı Kerry’nin geçtiğimiz günlerde medyaya sızan konuşmasında; Suriye’ye yönelik askeri müdahale konusunda yönetimde nasıl yalnız kaldığını söylemesi, Obama’nın retorikten öte geçemeyen Suriye politikasının ispatı niteliğindeydi. İkincisi; ilk nedenin doğrudan ve doğal bir sonucu olarak tezahür etti. Zira Obama inisiyatifi kaybettikçe Suriye krizi derinleşti ve çeşitlendi; çeşitlendikçe, iç ve dış aktörler arasında “aşırı-yerelleşmiş” (hyper-localized) bir iç savaş hali ortaya çıktı. Böylelikle ABD, Suriye krizindeki stratejik üstünlüğünü Rusya’ya devretti. Üçüncüsü ise; Suriye’yi ‘stratejik öncelik’ düzeyinde sınıflandırmamasından kaynaklı olarak Obama, haliyle krizle birlikte patlak veren terör, DAEŞ, mülteci krizi vb. sonuçlara odaklanmak zorunda kaldı. 2014 yılını müteakip Obama, birincil önceliğini ‘DAEŞ ile mücadele’ olarak belirledi. Oysa DAEŞ’i merkeze alan Suriye stratejisi; Rusya’nın askeri varlığını konsolide etmesini, İran’ın sahaya daha fazla müdahil olmasını, keza rejimin de muhalifler karşısında daha güçlü tutunmasını sağladı. Nitekim Obama’nın DAEŞ önceliği, ABD’nin bölgesel müttefiklerinin tanımlanmış güvenlik önceliklerini de ikinci plana atmasına neden oldu. Kaldı ki ABD, başlangıçta onlarla birlikte gözüktükleri tablonun çok uzağına, başka bir resmin içine kendini yerleştirdi. Ancak stratejisini yerelleştirdikçe süreci istediği gibi yönetemedi ve Suriye krizindeki büyük resmi giderek okuyamaz hale geldi. Böylece ABD, Rusya’yı Suriye krizinin çözümünde temel aktör; kendisini ise, Rusya’nın giderek artan askeri angajmanları karşısında bunu dengelemeye çalışan bir aktör konumunda buldu.

TÜRKİYE’NİN POLİTİKASI NET

Mevzubahis stratejinin bölgesel ve yerel aktörler tarafında birbiriyle çakışan bir sonuç üretmesi; ABD’yi, Rusya ve rejim karşısında güvenilmez bir aktöre dönüştürürken, aynı zamanda yalnızlaştırdı. Bu etkisiz politikanın, hesaba katılmayan beklenmedik bir sonucu daha oldu. ABD’nin, DAEŞ’le mücadeleyi Suriye krizinin bir çıktısı olarak görmek yerine tekil bir sorun şeklinde ele alması üzerine zuhur eden karmaşa ve güvensizlik ortamı; yerel aktörlerin DAEŞ’e karşı müstakil stratejiler ve askeri önlemler geliştirmesiyle neticelendi. Böylece Suriye krizi boyunca, kendi jeopolitik gerçekliklerini sahaya yansıtmaya çalışan birçok devlet ve devlet-dışı aktör belirdi. Mevcut aşamada, giderek Guernica’ya dönen bir Halep ile DAEŞ’le mücadelede sonu belli olmayan bölgesel bir parçalanmayla yükselişe geçen bir tansiyon söz konusu. Bu tansiyonun, yarattığı jeopolitik basıncı en çok hisseden ülkelerin başında ise Türkiye geliyor.

Türkiye’nin, Suriye ve Irak bağlamında gerek taktik ve gerekse stratejik düzeyde karşı karşıya olduğu çok önemli zorluklar mevcuttur. Bunların içerisinde en kritik ve hassas olanı; Türkiye’nin, Suriye ve Irak’ta izlediği müstakil stratejiyle ilgilidir. Zira Türkiye’nin DAEŞ’e karşı yürüttüğü operasyonun temposu ve genel politikalarıyla kavga halinde olan birçok aktör söz konusudur. Aslında, Türkiye’nin stratejik düzeyde Suriye ve Irak krizlerinden doğan istikrarsız ve parçalanmış yakın kuşağına yönelik politikası gayet nettir: DAEŞ’ten kurtulmak; etnik ve mezhepsel çatışmanın önüne geçmek; Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak. Ne var ki, Türkiye’nin bu üç amacını gerçekleştirebilmesi için hem Suriye’de hem de Irak’ta eş zamanlı ve kademeli bir strateji izlemesi gerekiyor. Diğer bir anlatımla Türkiye’nin, Suriye’deki politik tercihleri ile askeri angajmanları Irak’taki pozisyonunu; Irak’takiler ise, Suriye’deki pozisyonunu güçlendirecek yahut zayıflatacak niteliktedir. Tüm bunlardan daha önemlisi ise Türkiye’nin, bu politikalarını baskılayan ‘iki büyük güç’ ile belli ölçülerde müşterek çalışabileceği bir diyalog zemini tesis etmek zorunda kalmasıdır.

İKİ BAŞİKA KRİZİ

Mevzuyu makro perspektiften yorumladığımızda, ABD ve Rusya’nın öncelikleriyle Türkiye’nin öncelikleri arasında var olan makas giderek açılıyor. Zaten bu iki aktörün arasındaki çatışma, Türkiye’nin her iki sahadaki politikasını doğrudan etkisi altına alıyor. Somutlaştırma noktasında; geçtiğimiz son bir yıl içerisinde yaşadığımız iki Başika krizi örnek verilebilir. İlk Başika krizi, Rus uçağının düşürülmesinin hemen akabinde yaşanırken; ikincisi, ABD ile uzlaşmazlıkların arttığı bir döneme tekabül etti. Krizlerin yaşanmasının arkasında muhtelif sebepler yatmakla birlikte, Türkiye’nin bu iki ülkeyle yaşadığı gerginliğin, sahadaki planlarını ve hedeflerini doğrudan etkileme kapasitesine sahip olduğu aşikârdır. Öncelikle, Irak iç siyasetindeki dengeler ve bu dengelere Türkiye’yi hedef alarak nüfuz etmeye çalışan diğer bölgesel aktörler (İran gibi), bu krizin çeşitlenmesine ve ivme kazanmasına yol açıyor. Hâlihazırda Suriye’de sürdürdüğü askeri operasyona ilaveten Türkiye’nin; DAEŞ’e karşı Musul’da düzenlenecek operasyonda birtakım şartlar ileri sürerek aktif rol almak istemesi, Ankara’nın yukarıda zikredilen öncelikleri arasında ince bir denge kurması zaruretini ortaya koyuyor. Daha açık ve gerçekçi bir tabirle, stratejik hedefleri taktiksel düzeyde sahaya yansıtmak öngörüldüğü gibi kolay gerçekleşmiyor. Zaten yerel aktörler ile küresel aktörler arasında Türkiye’nin, etkin ve sorunsuz işleyen bir şekilde varlık göstermesi birçok engelle karşı karşıyadır. Tüm bu gelişme ve gerekçelere, yapısal ölçüde engel teşkil eden birkaç faktör daha ilave edilmelidir:

Türkiye’nin Suriye ve Irak konusunda müstakil ve otonom bir strateji izlemesini istemeyen ABD-Rusya ikilisi, Ankara’ya sınırlandırılmış bir rol biçiyor.

Suriye meselesinde Ankara’nın, Kremlin’den farklı bir duruş sergilemesi; elbet Ankara’yı yakın tehditler ile orta vadeli tehditler arasında bir seçim yapmaya zorluyor. Bu bağlamda, örneğin Türkiye’nin El-Bab’ı ele geçirerek DAEŞ’i Rakka’ya çekilmeye zorlaması; Halep üzerinde, Rusya ile Türkiye’yi karşı karşıya getirme riski barındırıyor.

ABD’nin stratejisi ile Türkiye’nin izlediği strateji arasındaki farklılaşmalar, Ankara-Washington hattındaki gerginliği daha fazla tırmandırıyor.

Bölgesel aktörler arasındaki önceliklerin farklılaşması; bütün aktörlerin müstakil strateji izlemesine yol açarak, esasında DAEŞ karşıtı yerel aktörlerin etkinliğini azaltıyor.

Stratejisini sahaya taktiksel düzeyde yansıtmaya çalışan Türkiye, ikincil yerel aktörler aracılığıyla yerel ölçekte güç projeksiyonu uygulama konusunda zorluk yaşıyor.

Bir bütün olarak tüm bu kısıtlamaların, Türkiye’nin gerek Suriye ve gerekse Irak’ta DAEŞ’e yönelik benimsediği politikasında ciddi engeller ortaya çıkarabilir. Bu da, Ankara’ya stratejisini yeniden formüle etme noktasında yoğun bir baskı yaratabilir.

IRAK’LA ANLAŞMAK MÜMKÜN MÜ?

Bu durumun en iyi izlenebileceği örnek Musul ve Başika meselesi olacak gibi. Türkiye’nin aslında Musul operasyonuna yönelik pozisyonu oldukça açık: Musul operasyonu sırasında ve sonrasında Irak’ta zaten bozulmuş demografik dengenin Musul’da benzerinin yaşanmasına engel olmak ve Musul’u DAEŞ sonrasındaki geleceğe istikrarlı ve güvenli bir şekilde taşımak. Yani DAEŞ öncesi statükonun yeniden kurulması Türkiye’nin en önemli önceliklerinin başında geliyor. Çünkü bu hedefi hali hazırdaki politikaları nedeniyle ABD’nin ve Irak hükümetinin kendi başına bile bozma ihtimali çok yüksek.

Bu nedenle, Türkiye’nin Irak merkezi hükümeti ile Başika ve Musul konusunda uzlaşması, ABD’yi ikna etmesi ve en önemlisi de kendi stratejisinin işlerlik kazanmasını sağlayacak yerel ortaklarını etkin bir şekilde mobilize etmesi gerekiyor. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’nin müstakil görünen stratejini ortaklaştırması bunu yaparken de stratejisini Musul merkezli değil Irak merkezli bir çizgiye taşıması gerekiyor. Peki, bu mümkün olabilir mi? İste asıl sorun da burada başlıyor.

İlk sorun, Irak iç siyasetinde yaşanan istikrarsızlık ve güç mücadelesinin Musul operasyonunda Türkiye’nin varlığını etkileyecek bir boyuta taşınabiliyor olması. Irak siyasetinde Şii aktörler arasındaki mücadele ve Maliki’nin Haşdi Şabi üzerinden gücünü konsolide etmesi hem Başbakan Abadi’yi etkisizleştiriyor hem de DAEŞ’e karşı mücadelede mezhepsel çatışmayı körükleyecek yeni dinamikler ortaya çıkarıyor. Öte yandan 2017 Vilayet seçimleri ve 2018’deki parlamento seçimleri birlikte düşünüldüğünde, Haşdi Şabi ekseninde oluşan yeni siyasi askeri blokun Irak siyaseti içinde bir ağırlık merkezine dönüşmek istemesi Musul operasyonunu yerel aktörler arasında daha fazla çekişmeli bir konu haline dönüştürmüş durumda. İkinci sorun ise ABD’nin Türkiye’nin varlığına ilişkin muğlak tavrı. Nitekim Başika krizinin yeniden çıkmasının arkasında Irak içi siyasi çekişmenin yanı sıra ABD’nin rolünün olduğunu da düşünmekte fayda var. Öte yandan ABD’nin Türkiye’nin müstakil bir strateji izliyor olmasının önüne geçmeye çalışacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Üçüncü zorluk ise, Türkiye’nin Başika üzerinden eğittiği birliklerin Musul’un kurtarılmasında askeri olarak ne kadar etkili olacağı sorunu. Askeri olarak Musul operasyonunun uzun süreceği ve zor olacağına yönelik beklenti hayli yüksek. Özellikle Musul merkezinin ele geçirecek kuvvetin kim olacağı bu bakımdan son derece önemli. Türkiye’nin, Haşdi Şabi’nin Musul merkezine ve Telafer’e girmemesi gerektiğine yönelik itirazı da mezhepsel gerginliğin tırmanma ihtimali.

Daha birçok dengeyi birlikte düşünmek lazım. Bu nedenle, Musul üzerinden Türkiye’nin yeniden düzenlemeye çalıştığı dış politika ajandasını riske etmemesi için diyalog merkezli bir yol takip etmesi son derece önemli. Son olarak hem Al-Bab operasyonu hem de Musul operasyonuna dair Türkiye’deki tartışmalarda politik mesajın askeri hedefin önüne geçmemesi için azami dikkat göstermek gerekiyor.

[Star Açık Görüş, 9 Ekim 2016]

IRAK DOSYASI : ‘Türkiye Musul’da Denklem Dışı Bırakılmak İsteniyor’


‘Türkiye Musul’da Denklem Dışı Bırakılmak İsteniyor’

“Irak’ta Musul operasyonu yaklaşırken daha önce Suriye’de denendiği gibi Türkiye bir şekilde denklem dışında bırakılmaya çalışılıyor.”

SETA Dış Politika Araştırmacısı Can Acun, Türk askerlerinin Musul’un yakınlarındaki Başika Kampında olmasının bazı kesimleri rahatsız ettiğini belirterek, "Türkiye bir şekilde denklem dışında bırakılmaya çalışılıyor ancak Türkiye net bir şekilde özellikle de 15 Temmuz sonrasında bölgenin kaderinin kendisi aleyhine şekillenmesine seyirci kalmayacağını tüm muhataplarına gösterdi." dedi.

Acun, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Fırat Kalkanı Harekatı’nda Türkiye’nin çok kısa bir sürede tüm beklentilerin ötesinde büyük bir başarı sağladığını söyledi.

Harekat kapsamında Cerablus ve kırsal alanı ile Azez-Cerablus hattının DAEŞ’den temizlendiğini anımsatan Acun, Sacır nehrinin kuzeyine ilerlemek isteyen SDG/YPG güçlerinin de bozguna uğratılarak Münbic’e doğru süpürüldüğünü ifade etti.

Acun, harekatın üçüncü aşamasının Dabık-Savran hattına odaklanmış olduğunu aktararak, şöyle konuştu:

"DAEŞ’in teo-politik açından adeta başkenti olan Dabık’ın içinde bulunduğu cebin alınması Bab’a yönelik hamle açısından askeri bir gereklilik arz ediyor. Ancak harekat ilk merhalelerindeki momentuma sahip değil. Burada özellikle DAEŞ’in çok sert bir direniş göstermesi, bölgede güçlü savunma hatları oluşturması, el yapımı patlayıcılar ve bubi tuzaklarıyla harekatı yavaşlatmaya çalıştığını görüyoruz. DAEŞ bölgede asimetrik-hibrid savaş taktikleriyle tutunma gayreti içerisinde. Yine ABD ordusunun ‘Soylu Mızrak’ adıyla cephe hattında bayrak göstererek harekata müdahil olma çabası Suriyeli muhalif unsurlar, Özgür Suriye Ordusu ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) arasındaki insicamı bozarak, bazı grupların Fırat Kalkanı’ndan ayrılmasına neden oldu. ABD harekata kerhen destek verirken, uluslararası koalisyonun da yeterli hava desteği sağlamadığı görülüyor. SDG/YPG’nin Menbic operasyonu sırasında günde 30-40 sorti yapan koalisyon, Fırat Kalkanı kapsamında ancak birkaç saldırı gerçekleştiriyor."

Fırat Kalkanı Harekatı’na katılan Suriyeli muhalif grupların askeri yetersizliğinin operasyonun yavaşlamasına neden olduğunu vurgulayan Acun, grupların TSK’nın desteğini almadan DAEŞ’e karşı direnç gösteremediğini dile getirdi.

Acun, Bab’a doğru ilerleyen harekatta TSK’nın her geçen gün daha fazla kendisini gösterme ihtiyacının hissedildiğini ifade ederek, Türkiye’nin bölgeyi DAEŞ ve PKK terör örgütlerinden temizleyerek güvenli bölge oluşturma arzusunda olduğunu hatırlattı.

"Cerablus bir model olmuş durumda"

Fırat Kalkanı operasyonu sonrası terör örgütlerinden temizlenen Cerablus’a alt yapı çalışması yapıldığını elektrik, su ve gıda teminin gerçekleştirildiğini anlatan Acun, "Gelinen aşamada Cerablus bir model olmuş durumda. DAEŞ’ten temizlendikten sonra yaşamın tekrardan başladığını, elektrik, su, gıda temini gibi alt yapısına tekrar kavuşan Cerablus’a Suriyelilerin adeta akın ettiklerini görüyoruz." dedi.

Can Acun, ABD’nin, PKK ve onun Suriye uzantısıyla ilgili eylem ve söylemlerini sürekli değiştirdiğini aktararak, sözlerini şöyle sürdürdü:

"ABD, PYD’nin PKK’nın Suriye örgütlenmesi olduğunu çok iyi bilmesine rağmen bir terör örgütüne yıllardır yatırım yapıyor. ABD’nin PYD’ye verdiği mevcut askeri desteği göz önüne aldığımızda bu yapının kantonları birleştirerek bölgede bir kuşak oluşturmasını ve elinde bulundurduğu bölgeleri en azından federatif bir düzlemde yönetmesini tercih ettiğini görüyoruz."

"Türk askerinden bazı kesimler rahatsız"

Türk askerlerinin Irak’ın Musul kentinde olmasının bazı kesimleri rahatsız ettiğini vurgulayan Acun, şunları kaydetti:

"Irak’ta Musul operasyonu yaklaşırken daha önce Suriye’de denendiği gibi Türkiye bir şekilde denklem dışında bırakılmaya çalışıyor ancak Türkiye net bir şekilde özellikle de 15 Temmuz sonrasında bölgenin kaderinin kendisi aleyhine şekillenmesine seyirci kalmayacağını tüm muhataplarına gösterdi. Musul konusunda Türkiye’nin önemli hassasiyetleri var. Burada baskı altında kalacak DAEŞ unsurlarının Rakka ve Bab’a doğru gelmesini istemiyor. DAEŞ’e karşı harekete geçen uluslararası koalisyonun Türkiye’nin yürüttüğü Fırat Kalkanı Harekatı ile koordineli bir şekilde hareket etmesini istiyor."

[Muhabir: Eşber Ayaydın]

[Anadolu Ajansı, 7 Ekim 2016]

ARAŞTIRMA DOSYASI /// ARMAĞAN KULOĞLU : RAKKA VE MUSUL’A EL MECB UR


Arma%25C4%259Fan%2BKulo%25C4%259Flu.PNG

Armağan KULOĞLU

08 Ekim 2016 Cumartesi 00:00

Fırat Kalkanı Operasyonu’nun, bölgenin IŞİD’den temizlenene kadar devam edeceği ifade edilmektedir. Ancak bu harekâtın hedefi ve bundan sonra yapılacak operasyonların amacı, bölgenin IŞİD’den temizlenmesinin çok ötesindedir.

sa%25C4%259Fa%2Bparmak.pngFırat Kalkanı’nın hedefi

SA%25C4%259EA%2BMAV%25C4%25B0%2BOK-1.pngBu harekâtın hedefi, "95×45 km.lik bir alanı kontrol ederek buradaki IŞİD tehdidini yok etmek ve bu sahayı güvenli bir bölge haline getirerek güvenliği sürekli kılmak ve mültecilerin de bu bölgede yaşamasına imkân sağlamak" şeklinde açıklanmıştır.

Ancak bu harekâtın hedefinin, IŞİD tehdidinin ötesinde, PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde oluşturduğu kantonların, Fırat Kalkanı’yla arasına girmek suretiyle kuzeyde bir Kürt oluşumunun gerçekleşmesini önlemek olduğu da bir gerçektir. Ayrıca PYD’yi, Türkiye’nin Kırmızı Çizgi olarak ilan etmesine rağmen işgal ettiği Menbic bölgesinden çekilmeye de zorlamaktır.
SA%25C4%259EA%2BMAV%25C4%25B0%2BOK-1.pngKonu bölgenin IŞİD’den temizlenmesi olduğunda taraflar itiraz etmemektedir. Üstüne üslük göstermelik de olsa koalisyon tarafından da desteklenmektedir. Ancak PYD söz konusu olduğunda en başta ABD’den itiraz gelmektedir. Bu nedenle işi uzatmadan askeri gücümüzü artırarak harekâtın süratle sonuçlandırılmasına ihtiyaç vardır. Menbic konusunda da Türkiye itibarını korumalıdır.

sa%25C4%259Fa%2Bparmak.pngRakka operasyonundaki anlaşmazlık

SA%25C4%259EA%2BMAV%25C4%25B0%2BOK-1.png Türkiye, Rakka’nın IŞİD’den temizlenmesi maksadıyla yapılacak operasyonu, PYD’nin katılmaması şartıyla destekleyeceğini, hatta ÖSO’yla Fırat Kalkanı’nda yaptığı iş birliğini Rakka’da da gerçekleştirebileceğini beyan etmiştir. Ancak ABD’nin bu konuda itirazı vardır. PYD’yi kendi müttefiki ve kara gücü olarak gördüğünden ondan vazgeçememektedir.

SA%25C4%259EA%2BMAV%25C4%25B0%2BOK-1.png Türkiye bu harekâta katılmazsa, Rakka’nın da PYD tarafından kontrol edilmesine seyirci kalacak, bölgede var olan etkinliği azalacak, katılırsa da, PKK’nın Suriye kolunu teşkil eden ve kendisine de tehdit olan bir terör örgütüyle birlikte hareket etme çıkmazına girecektir. ABD ise bu harekât için de PYD’den vazgeçememektedir. Türkiye de bunu kabul etmemektedir.

SA%25C4%259EA%2BMAV%25C4%25B0%2BOK-1.png Bu durumda ABD tarafından, IŞİD operasyonuna PYD’nin değil, içinde YPG de olan Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) katılacağı, hatta SDG’nin içinde YPG’ye yer verilmeyeceği ifade edilerek bir ara çözüm bulmaya çalışılmaktadır. Fakat başta Menbic konusu olmak üzere, diğer konularda olduğu gibi ABD’ye inanmak mümkün değildir.Hatta ABD, Türkiye’nin Suriye içlerinde daha fazla ilerleyerek etkinliğini artırmasını da istememektedir. Ancak Türkiye’nin de bu operasyonda yer alması zorunludur.
sa%25C4%259Fa%2Bparmak.pngMusul harekâtı çıkmazı
SA%25C4%259EA%2BMAV%25C4%25B0%2BOK-1.pngTürkiye’nin Musul operasyonunda yer alması da kaçınılmazdır. Bu konuya da isteklidir. Ancak Peşmerge, Türkiye’nin harekâta katılmasını istememektedir. Barzani, Musul’u IŞİD’den, ABD’nin ve koalisyonun desteğiyle temizleyerek bu bölgeyi kendi yönetiminin sınırları içine dahil etme niyetindedir. Kerkük’te referanduma başvuracak olan Kürt yönetimi, daha geniş bir coğrafyada egemenlik kurma düşüncesinde olduğundan, Türkiye’yi Musul’dan uzak tutarak burayı da Kerkük’e benzetmeye çalışmaktadır.
SA%25C4%259EA%2BMAV%25C4%25B0%2BOK-1.pngIrak yönetiminin TSK’yı Başika’da istememesinin sebebi de, ABD-Rusya anlaşmazlığı ve ABD’nin Türkiye’yi Suriye içlerinde daha fazla ilerlemesini ve bölgede fazla etkinlik kazanmasını istememesinin sonucudur. ABD, Türkiye’ye karşı Irak’ı kullanmaktadır.
SA%25C4%259EA%2BMAV%25C4%25B0%2BOK-1.pngTürkiye’nin, Musul operasyonuna katılma isteğinden vazgeçmemesi gerekir.

sa%25C4%259Fa%2Bparmak.pngAdım adım "Büyük Kürdistan"

SA%25C4%259EA%2BMAV%25C4%25B0%2BOK-1.pngGüney bölgemizde oynanan oyunun esası, sözde Büyük Kürdistan’dır. Barzani yönetiminin de, Suriye’deki Kürt oluşumunun da, bunun içindeki PYD’nin de, bunlara destek veren, başta ABD, küresel güçlerin de amacı budur.

SA%25C4%259EA%2BMAV%25C4%25B0%2BOK-1.pngSuriye ve Irak’taki tehdit, IŞİD’in çok ötesinde Kürdistan’dır. Suriye’nin ve Irak’ın siyasi bütünlük içinde toprak bütünlüğü bu tehdidi önler. Bu nedenle Türkiye’nin, geç kalınmış olsa da, ABD’nin tutumunu da dikkate alarak, Suriye için, Rusya ve Suriye yönetimiyle iş birliğinde bulunması, buna İran’ı da dahil etmesi kendi menfaatinedir.Diğer konularda olduğu gibi inadı bırakarak, bunda da ivedi bir "U" dönüşe ihtiyaç vardır.

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ sitesinden 08.10.2016 tarihinde yazdırılmıştır.


Llink : https://kemaladal.blogspot.com.tr/2016/10/rakka-ve-musula-el-mecbur.html

TARİH : OSMANLI DEVRİNDE MUSUL’UN İDARΠYAPISI


Musul, Dicle nehrinin batı (sağ) sahilinde kadim Ninive’nin (Ninova) karşısındadır. 36°-350 kuzey enlemleri ile 40°-430 doğu boylamları arasında yer almaktadır.[1] Türkiye sınırından (Silopi) kuş uçuşu 110 km’dir.

Şehrin kuruluş tarihi M.Ö. 1080’li yıllara dayanmaktadır. Musul ve çevresi tarih boyunca pek çok devletin hakimiyetine geçmiştir. Bölge, XI. yüzyılın ikinci yarısından sonra Türklerin nüfuzuna geçmiştir.

Bölge, 1260-1366 yılları arasında İlhanlılar; 1366-1410 arasında Celayirliler; 1410-1463 döneminde Karakoyunlular; 1463-1508 yıllarında Akkoyunlular ve 1508-1517 devresinde Safeviler idaresinde kalmıştır.[2] Bıyıklı Mehmed Paşa, Cizre hakimi Bedir Bey’in de desteğiyle Musul’u 1517 Nisan ayı içerisinde, Safevi beylerinden Ahmed Bey Afşar’ın elinden alarak Osmanlı topraklarına katmıştır.[3] Musul’un da yer aldığı Kuzey Irak’ta, bir kısım yerlerin idaresi ve muhafazası için görevlendirilen bazı Türk ve Kürt beylerinin isyanı, bölgenin Osmanlı-İran arasında zaman zaman el değiştirmesine yol açmıştır. Bölgenin tamamen Türk hâkimiyetine alınması amacıyla 1534 tarihinde Kanuni Sultan Süleyman “Irakeyn Seferi”ni düzenlemiştir.

Vezir-i azam İbrahim Paşa İran üzerine serdar tayin edilerek bölgeye gönderilmiştir. Bu ordu 1534 yılı mayıs ayı ortalarında Halep’ten Diyarbekir’e hareket etmiştir. Maksadı Musul ve Bağdat’a sarkıp oraları yeniden fethederek Safevi nüfuzuna geçen beyleri yola getirmekti.[4] Fakat baş defterdar İskender Çelebi’nin teşvikiyle ordu Tebriz’e yönelerek ikinci kez burayı zaptetmiştir (13 Temmuz 1534).

Tebriz’in fethini müteakip Osmanlı ordusu güneye inmiş, arkasından bizzat Kanuni’nin kumandasındaki diğer kuvvetlerle birleşerek ileri harekata devam etmiştir. Bağdat muhafızı Tekeli Han, Osmanlı kuvvetleri gelmeden evvel Bağdat’ı terk etmiş olduğundan şehir zapt edilerek Bağdat kalesi de mukavemetsiz ele geçirilmiştir (Aralık 1534).[5]

Osmanlılardan önce uzun süre siyasi istikrarsızlıklar yüzünden çok zarar görmüş olan Musul ve havalisi Osmanlı fethini müteakip oluşturulan sağlam bir idare sayesinde ticari ve zirai bakımlardan gelişmeğe başlamıştır. Bununla beraber, zaman zaman bölge valilerinin baş kaldırmaları ve aşiretlerin ayaklanmaları huzur bozucu hadiseler olarak sık sık ortaya çıkmıştır.[6] Osmanlı hükümdarları bu durumu düzeltmek için yumuşak davranmak, kan dökmemek, şiddet kullanmamak ve korkutmamak yolunu tutmuşlardır. Şehir halkını bazı nüfuzlu eşrafı kullanmakla kontrol altına almayı en uygun yol olarak seçen Osmanlıların bu politikaları sonucu, durum düzelmiştir. Ayrıca İranlıların Musul’daki kötü izlerini yok etmek için bölgeye büyük alimler ve ehl-i vukuf devlet adamlarının gönderilmesine itina edilmiştir.[7]

Bağdat ümerasından olan Bekir Subaşı, 1623 yılında isyan ederek Bağdat valisi Yusuf Paşa’yı öldürtmüş ve padişaha bir ariza yazarak Bağdat valiliğini istemiştir. Bunun üzerine vezir-i azam Mere Hüseyin Paşa, bu mühim valiliği Diyarbekir’den azledilmiş olan Süleyman Paşa’ya vermiştir. Süleyman Paşa, Ali adında bir adamını Bağdat valiliğini almak üzere mütesellim ünvânı ile göndermişse de Ali Ağa Bağdat’a girememiştir.[8] O sırada Diyarbekir valisi olan Hafız Ahmed Paşa, asinin üzerine yürümek emriyle serdar tayin olmuş ve Bekir Subaşı Osmanlı ordusunun geldiğini haber alınca Şah Abbas’a haber göndererek kendisini Osmanlıların elinden kurtarması halinde Bağdat’ı Şah’a teslim edeceğini vaat etmiştir. Ancak Bekir Subaşı diğer yandan Hafız Ahmet Paşa’ya bir adamını göndererek Bağdat beylerbeyliğinin kendisine verilmesi şartıyla, şehri İranlılara karşı müştereken müdafaaya hazır olduğunu bildirince, bu isteği kabul edilerek Bağdat beylerbeyliğinin kendisine verildiğine dair irade çıkmıştır.[9] Bu durum karşısında Şah Abbas, Bağdat’ı muhasara etmiştir. Bekir Paşa (Önce subaşı) çetin bir mukavemet göstermiş fakat oğlu Derviş Mehmet’in ihaneti üzerine Bağdat 1623’de (1033) İranlıların eline geçmiştir.[10]

Şah Abbas Bağdat’ı aldıktan sonra, kumandanlarından Karçakay Han’ı bir kısım kuvvetlerle Musul ve Kerkük üzerine göndermiş, bunun üzerine Kerkük Valisi Bostan Paşa, şehri müdafaa edemeyeceğini görüp Diyarbekir’e çekilmiş, Musul valisi Çerkez Ahmet Paşa ise elindeki mahdut kuvvetlerle birkaç gün müdafaada bulunmuş, fakat Kerkük gibi Musul da İran hâkimiyetine geçmiştir.[11]

İranlılar Musul valiliğine Kasım Han’ı tayin etmişlerdir. Ancak, Diyarbekir’den Bağdat üzerine yürüyen Hafız Ahmed Paşa’nın ordusundaki 500 kişilik öncü kuvvetine kumanda eden Sipahi Küçük Ahmed, Musul önünde görülünce, Kasım Han şehri terk edip Bağdat’a çekilmiş[12] bilahare Şah Abbas’ın karşı mukavelesi üzerine burası tekrar İranlıların eline geçmiştir (1624). Üstelik bu suretle başlayan Safevi ileri harekatı daha kuzeye doğru genişletilerek, İran’ın hudutları Mardin yakınlarına kadar ulaşacaktır.[13]

Bununla beraber İranlılar Musul’u hâkimiyetlerinde uzun süre tutamamışlardır. Zira, IV. Murad 1625 yılında vezir-i azam ve serdar-ı ekrem Hafız Ahmed Paşa kumandasında bir kısım Osmanlı kuvvetlerini Musul üzerine sevk etmiş ve bu ordu Diyarbekir civarında iken, altın köprü denilen mevkide 10000 kadar Şii’nin toplandığı haberi geldi. Karaman Beylerbeyi Çerkez Hasan kumandasında 4000 kişilik öncü kuvvet bunları Kerkük’e kadar kovalayarak, Kerkük de dahil bu bölgeyi İranlılardan temizlediler.[14] Kerkük’ün Safevilerden alınmasından sonra, Bağdat da muhasara edilmiş fakat yedi aylık bir bekleme sonucunda erzak kıyafetsizliği sebebiyle muhasara kaldırılmıştır.

1629 (1039) yılında İran seferine memur edilen serdar-ı ekrem Hüsrev Paşa önce Diyarbekir ve sonra Musul’a vardı. Bu sırada başlayan şiddetli yağışlar Şattülarap ve diğer nehirlerin taşmasına yol açmış ve Bağdat sahrasını baştan başa sular kaplamıştır. Bu durumda sular çekilinceye kadar Musul’da beklemek zorunluluğu doğduğundan, yaklaşık 70 gün Musul’da kalınmıştır.[15] Bu süre zarfında Musul’da kuvvetli bir kale yaptırılmış ve Bağdat’ın kuşatılması için getirilen toplar ve öteki malzemeler bu kaleye yerleştirilmiştir.[16]

28 Ocak 1630’da havaların açılması üzerine Osmanlı kuvvetleri Bağdat’a doğru ilerlemelerine devam etmişlerdir. 9 Kasım 1630’da (3 Rebbiülahir 1040) Bağdat muhasara altına alınmış, fakat yapılan hücumlardan bir netice alınamayarak 16 Kasım 1630’da muhasara kaldırılmıştır. Hüsrev Paşa emrindeki kuvvetlerle 1630 (1040)’da Musul’a ulaşmış ve burada istirahata çekilmiştir. Hüsrev Paşa Musul’da bulunduğu esnada kaleleri tahkim ettirmiştir.[17]

IV. Murad Osmanlı-İran arasındaki, Bağdat etrafındaki mücadeleyi bitirmek için 1638 yılında Bağdat seferini düzenlemiştir. İstanbul’dan hareket eden Osmanlı ordusu 8 Ekim 1638’de (29 Cemaziyelevvel 1048) Musul’a varmıştır.[18]

Musul’da on gün kalındıktan sonra, tekrar Bağdat üzerine yürünmüş ve 25 Aralık 1638 (18 Şaban 1048) cumartesi günü Bağdat alınmıştır.

Ocak ayı ortalarına doğru Bağdat’tan Diyarbekir’e doğru hareket eden IV. Murad 27 Ocak 1639’da (22 Ramazan 1048) Musul’a varmış[19] ve burada bir gün kalındıktan sonra İstanbul’a hareket etmiştir.

Bağdat seferinden sonra İran’la 1639’da Kasr-ı Şirin antlaşması yapılmış ve bu havalide genel bir istikrar sağlanmıştır. Bölge her ne kadar daha sonraki yüzyıllarda, zaman zaman Osmanlı-İran mücadele sahası olmuşsa da, Kasr-ı Şirin antlaşmasından sonraki süreçte bir huzur ortamı tesis edilmiştir.

A. Musul Şehri

I. Şehrin Konumu ve Genel Görünüşü

Musul şehri, Asurluların başkenti Ninova’nın hemen karşısında, dicle nehrinin batı yakasında kurulmuştur. Şehrin alanı 2916 km2 yüzeyi kaplamakta olup, biraz engebelidir. Bu engebelerin bir kısmı tabii iken, diğer kısmı ise tarihî süreç içerisinde yıkılan bina harabelerinden oluşmuştur.[20]

Şehrin etrafı boydan boya surlarla çevrilmiş ve 10.000 metre civarında bir muhiti kaplamıştır.[21] Surların kapladığı alan çok geniş olduğu için, içindeki alan ancak kısmen dolmuştur. Şehrin kuzeybatısında, İmadi kapısı ile Sincar kapısı arasındaki bölgenin doğu kısımları tamamen boş kalmıştır. Hatta, Herzfeld’in 1907-1908’de Musul’da araştırma yaptığı tarihte bile şehrin bahsettiğimiz kısmı henüz dolmamıştır.[22] Aslında, XVIII. Yüzyıl sonuna dek sürekli İran tehdidinin var olması, şehir sakinlerini surların dışına çıkmaktan caydıran önemli bir faktör olmuştur. Musul şehrinde nüfusun yoğunlaştığı alan, güneydoğuda başlıca ticaret akışının hareket noktaları olan Bâbü’t-Top ve Bâbü’s-Saray kapılarının bulunduğu bölgeler olmuştur. Hatta bu bölgede surların dışına doğru az da olsa bir gelişmenin olduğunu görmekteyiz[23] (Kroki-I).

1. Şehrin Mahalleleri

Şehirlerin mahallelere bölünmesi eski bir örgütlenme şeklidir. Osmanlı şehirleri de mahalleler halinde gelişmiştir. Osmanlıda mahalle; aynı mescitte ibadet eden cemaatin aileleri ile birlikte ikâmet ettikleri şehir kesimidir. Aynı mahallede oturan fertler birbirlerini tanıyan, bir ölçüde birbirlerinin davranışlarından sorumlu ve sosyal dayanışma içinde olan kişilerdir.[24]

Mahalleler aynı zamanda şehrin temel idarî birimleridir. Zira, vergilerin intizamlı ve adil bir şekilde toplanması, düzenin ve güvenliğin korunması, mahalleler bazında daha kolay sağlanmaktadır.[25]

Osmanlıda şehirlerin mahalle sayısı, kentin büyüklüğüne göre değişirdi. XVI. yüzyılda Musul şehrinin mahalle sayısı 20 ile 27 arasında değişmektedir. Nitekim, 1523 tarihinde 20 olan mahalle sayısı 1540 tarihinde 27’ye yükselmiştir. 1558-1575 tahrirlerinde ise 25 mahalle kaydı zikredilmiştir. Bu durum ise, 1540’ta kayıtlı olan mahallelerden dördünün iki mahalle halinde birleştirilmesinden kaynaklanmaktadır.

Bu mahallelerin dinî bakımdan dağılımı ise şu şekilde idi; 1523 tarihinde mevcut 20 mahallenin 17’si Müslim, 3’ü ise gayrimüslimdir. Gayrimüslim mahallelerden 2’si Hıristiyanlara, 1’i de Yahudilere aittir.

1540’ta Müslüman mahalle sayısı 6 adet artarak 23’e yükselmiştir. Bu 6 mahalleden 4’ü yeni kurulan mahalle olup, 2’si ise daha önce mevcut olan Bâbü’l-Irak mahallesinin müstakil üç mahalleye ayrılmış olmasından meydana gelmiştir. Bu tarihte Hıristiyan mahallelerinin sayısı 3’e yükselmiş, Yahudi mahalle sayısında ise herhangi bir değişiklik olmamıştır.

1558-1575 tarihlerinde Müslüman mahalle sayısı 21’e düşmüştür. Bu ise 4 mahallenin birleştirilip 2 mahalleye dönüştürülmesinden kaynaklanmaktadır. 1558-1575 tarihlerinde Hıristiyan ve Yahudi mahalle sayısında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Yalnız, 1575 tahririnde Bâbü’i-Irak-2 mahallesine 6 Hıristiyan hânenin yerleşmiş olduğunu görmekteyiz.

2. Şehrin Tahmini Nüfusu

Musul şehrinin XVI. yüzyıldaki nüfusunu, mevcut dört tahrir (sayım) defterindeki veriler sayesinde tespit edebilmekteyiz. XVII. ve daha sonraki yüzyılların nüfusunu tespit etmede şu aşamada elimizde herhangi bir vesika bulunmamaktadır. Belki bu yüzyılların nüfus miktarını, XVI. yüzyıl nüfusunun artış oranını alarak hesaplamak mümkün olabilecektir. Ancak, şimdilik sadece Musul şehrinin XVI. yüzyıldaki nüfusunu tespit etmekle yetiniyoruz.

Şehrin nüfusunu tespit ederken, Müslüman nüfusu vergiye tâbi olanlar ve muaflar olmak üzere iki gurupta ele aldık. Vergiye tâbi nüfus, tahrir defterlerinde verilen hâne sayılarının 726 katsayısı ile çarpılıp, mücerredlerin (bekâr) eklenmesi ile bulunmuştur (Hâne x 7 + Mücerred).

Muafları da yine iki gurupta ele aldık; medrese, câmi, zaviye, vakıf görevlileri, sadât, muaf, pir-i fâni, a’mâ, ma’lul, şeyh vs. gibi vergi dışı olanları “müteferrik” başlığı altında toplayarak her birini bir hâne sayıp, 7 rakamı ile çarparak nüfuslarını belirleme yoluna gittik. “Askerî Sınıf” başlığı altında ise, sancağın birinci derecedeki idarecileri ile kale görevlilerinin toplamını yine 7 katsayısı ile çarparak nüfuslarını belirleme çalıştık.

Gayrimüslim nüfus da, hâne sayısının 7 katsayısı ile çarpılarak mücerredlerin ilave edilmesi ile tespit edilmeye çalışılmıştır (Hâne x 7 + Mücerred).

Şehrin nüfusunu belirlemede 7 katsayısını esas almamızda iki kaynak belirleyici oldu. Bunlardan birisi XIX. yüzyılın ilk yarısında Musul’u ziyaret eden bir seyyahın verdiği bilgiler, diğeri ise XIX. yüzyılın sonlarına doğru yazılmış olan Musul Vilâyeti Salnâmesindeki kayıtlardır.

1817 tarihinde Musul’a uğrayan seyyah William Heude, Musul’un nüfusundan bahsederken her hânede 6 ile 7 kişinin barındığını ifade eder.[26] Yine, Hicri 1308 (1890) tarihli Musul Vilayeti Salnâmesindeki kayıtlar da bu doğrultudadır; “Musul şehrinin 30 mahallesinde 9000 hâneyi hâvi 60000 nüfus muhtevidir…”.[27] Salnâmede verilen nüfusu hâne sayısına böldüğümüzde her hâne başına 6-7 kişi düşmektedir.

Birbirini teyid eden bu kaynaklardaki rakamlar, nüfus hesaplamalarında hâne birimini 7 kişi olarak kabul etmemizi intac etmiştir.

Bu metodla tespit ettiğimiz Musul şehrinin nüfusu tablo-1 ve nüfusun Müslim ve gayrimüslimlere göre oranı da grafik-l’deki gibidir.

Tablo-I’de görüldüğü gibi, tespit ettiğimiz hâne, mücerred ve muaf sayılarından hareketle 7 katsayısına göre bulduğumuz şehir nüfusu 1523’te 15160 kişi, 1540’ta 17013 kişi, 1558’de 19678 kişi ve 1575 tarihinde ise 22403 kişidir.

1523 tarihinde şehrin 15160 kişilik nüfusunun 11231’i müslümanlardan oluşurken, 3929’u ise gayrimüslimlerden oluşmaktaydı. Bunların birbirlerine oranı ise; %74 Müslim, %26 gayrimüslim şeklindedir (bkz. grafik-I).

Şehrin nüfusu 1523-1540 tarihleri arasında %12’lik bir artışla 17013 kişiye yükselmiştir (bkz. tablo-1). 17013 kişinin 11553 kişisi Müslim iken, 5460 kişisi de gayrimüslimdir. Dolayısıyla, bir önceki tahrire oranla Müslüman nüfus %3 nispetinde artmışken, gayrimüslimlerde bu oran %39’dur. Gayrimüslim nüfusun bu yüksek artışı şehirdeki Müslim-gayrimüslim nüfus oranlarının, Müslümanlar için %68 ve gayrimüslimler için %32 olarak değişmesine yol açmıştır (bkz. grafik-I).

Musul şehrinin nüfusu 1540-1558 döneminde %517’lik bir artışla 19678 kişiye yükselmiştir. Bunların 14099 kişisi müslüman olup, toplam şehir nüfusuna nispetleri %72’dir. Gayrimüslimler ise toplam 5579 kişidir. Bunların toplam şehir nüfusuna oranı da %28’dir (bkz. grafik-I). 1540-1558 döneminde Müslim nüfus %24 nispetinde artış göstermişken, gayrimüslimlerde bu oran ancak %2 olmuştur.

1558-1575 tarihleri arasında, hem Müslüman nüfusta hem de gayrimüslim nüfusta, daha önceki dönemlere oranla, %12 oranında bir artış olmuştur. Zira, bu dönemde şehrin toplam nüfusu 22403 kişiye yükselmiştir. Bu 22403 kişinin 15662 kişisi müslim, 6742 kişisi gayrimüslimdir. 1575 tarihinde toplam şehir nüfusunun %71’ini müslümanlar, %29’unu ise gayrimüslimler teşkil etmektedir (bkz. grafik-I).

B. Musul’un İdari Statüsü

Yukarıda da kısaca ifade ettiğimiz gibi, Musul 1517 tarihinde Osmanlı hâkimiyeti altına alındıktan sonra sancak statüsü ile Diyarbekir eyaletine bağlanmıştır. 1586 yılında eyalete tahvil edilinceye kadar bu idari yapısı devam etmiştir. Bu süre zarfında ekonomik ve siyasi şartlar ile devletin genel politikası doğrultusunda Bağdat, Şehrizul ve Diyarbekir eyaletlerine bağlanmıştır.

I. Musul Sancağı

1. Coğrafî Konumu

Musul Sancağı Cezire’nin (Mezopotamya) kuzeydoğu bölümünde, Dicle nehrinin her iki yakasında yer almaktadır.

Hudutları, doğuda Şehr-i Zur eyaleti; kuzeydoğuda Van eyaleti; kuzeybatıda Diyarbekir eyaleti; batıda Sincar Sancağı, güneybatıda Zur Sancağı ve güneyde Bağdat eyaleti ile mahduttur.

Sancak dahilindeki arazinin büyük ekseriyeti engebelidir. Özellikle, kuzey ve doğu cihetleri dağlıktır. Dicle’nin batısında, Sincar ile Musul arasındaki arazi ise düzdür. Sadece Sincar dağı ile Afrin tepesi mevcuttur.[28] Kuzeyde Van eyaleti hududu ve doğuda İran hududu boyunca birtakım dağlar mevcut olup, bir kısmının kolları dicle nehrinin yakınlarına kadar uzanır. Bu dağların belli başlıları; Maklub, Ba’şika,[29] Zaho, Butma, Zilvâr, Birman, Kandil, Karakoç, Cebel-i Hamrin, Cebel-i Ali ve Köşk dağlarıdır.[30] Zikredilen dağların çoğunluğu taşlık ve çıplaktır. Eteklerinde ve yaylalarında mer’alar mevcut ise de buralarda da pek orman mevcut olmayıp,[31] yalnızca meşe vb. gibi ağaçlara tesadüf edilmektedir.[32]

Musul Sancağındaki yerleşim ve ziraat alanları dicle nehri boyunca ve diclenin doğusundaki arazide yoğunlaşmıştır. Her ne kadar diclenin kuzey ve doğu kesimleri dağlık ise de, mümbit ve mahsuldar araziler de gene bu bölgelerde bulunmaktadır.[33] Dicle’nin batı ve güney-batısındaki araziler ise kıraç olduğu için iskân ve ziraata pek elverişli değildir.[34]

Sancağın en önemli suyu Dicle nehridir. Musul’un Kuzeybatısından güneydoğusuna doğru akan nehir boyunca birçok yerleşim alanları ve ziraat sahaları mevcuttur. Diğer önemli akarsular ise; Büyük Zap, Küçük Zap, Husur ve Gazar nehirleridir[35] (bkz. Harita-I).

2. İdarî Durumu (1523-1586)

Musul, 1517’de Bıyıklı Mehmed Paşa tarafından Osmanlı hâkimiyetine katıldıktan sonra Diyarbekir eyâletine bağlanmıştır. Yavuz Sultan Selim döneminde Anadolu’nun Güneydoğusunda bulunan yerler Osmanlı hâkimiyetine alındıktan sonra, merkezi Amid olmak üzere Diyarbekir eyaleti kurulmuş ve bölgede 1518 (924) tarihinde bir tahrir (sayım) yapılmıştır. Bu tahrire göre Diyarbekir vilayeti 12 sancaktan müteşekkildir.[36] Ancak, 1518 tahririnde Musul ile ilgili kayıtlar veya kısımlar mevcut değildir. Fakat, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde 9772 numarada kayıtlı ve 1522 (926) tarihli defterdeki bilgilere nazaran, Musul, Diyarbekir eyaletine bağlı bir sancak statüsündedir.[37] 1522,[38] 1523[39] ve 1526-27[40] tarihli kayıtlardan Musul sancağının Diyarbekir eyaletine bağlı olduğu görülmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, fethedildikten sonra sancak olarak Diyarbekir eyaletine bağlanan Musul’un bu statüsü 1534 yılına kadar devam etmiştir. 1534 yılında Bağdat fethedilip aynı isimle eyalete tahvil edildikten sonra ise Bağdat eyaletine bağlanmıştır.[41] 1558,[42] 1559-60[43] ve 1563[44] yılları arasında halen Bağdat eyaletine bağlı olan Musul sancağı, 1563-1566 yılları arasında Şehrizul eyaletine bağlanmışsa da, yine 1566’da tekrar Bağdat eyaletine bağlanmıştır.[45]

1534 yılında Diyarbekir eyaletinden ayrılıp Bağdat eyaletine bağlanan Musul Sancağının bu statüsü, 1563-1566 dönemi dışında devam etmiş ve 1571’de tekrar Şehrizul eyaletine bağlanmıştır.[46] Ancak, kısa bir süre sonra tekrar Bağdad eyaletine bağlandığını görmekteyiz. Zira 1573’te Musul Sancağı Bağdat eyaletine bağlıdır.[47] Musul’un bu statüsü 1586’da eyalete dönüştürülünceye kadar devam etmiştir.

3. Musul Sancağının İdârî Taksimatı (1523-1575)

Osmanlı idarî düzeninde en üst birim olan eyaletler birkaç sancaktan müteşekkil iken, sancaklar da birden fazla nahiyeden oluşmakta idi. Nahiye kavramı ise cihet, yön, taraf, bölge ve vilâyet manalarında kullanılmasının yanı sıra; bir sancağa bağlı bulunan köylerin idarî ve coğrafî sınırlarla muayyen bölgelere taksim edilmesi sonucu oluşan en küçük idarî ünite manasında da kullanılmaktadır.[48]

Musul sancağında da nahiye, coğrafi farklılıkların belirlediği muayyen bir bölgeyi ifade için kullanıldığı gibi; idarî manada ise söz konusu bölgelerdeki köy ve mezrealar grubunu ifade etmektedir. Nitekim, Musul sancağı nahiyelerinden Musul ve Ayn-Sayna nahiyelerinin belli bir merkezinin (nefs) bulunmasına karşılık, Acuz ve Deyr-Maklub nahiyelerinin ise belli bir merkezi bulunmayıp, muayyen bir coğrafi bölgeyi ihtiva ediyordu.

Tahrir defterlerinde veya Timar-Zeamet Tevcih defterlerinde sipahilerin tasarruf ettikleri köy ve mezralar kaydedilirken mutlaka hangi nahiyeye bağlı oldukları açıklanmaktadır. Bu yüzden vergi birimi olarak itibar edildikleri ve timar-zeamet tevcihlerinde esas alındıkları görülmektedir.

3.1. 1523 Tahririne Göre İdarî Taksimat

1523 tarihli tahrire nazaran Musul sancağı iki nahiyeden müteşekkil olup, bunlar Musul ve Ayn- Safna nahiyeleredir.

3.1.1. Musul Nahiyesi

Sancağın merkez nahiyesidir. 1523’te mevcut 108 köyün 91’i Musul nahiyesine bağlıdır. Dolayısıyla geniş bir alanı muhtevidir.

3.1.2. Ayn-Safna Nahiyesi

Merkez nahiyesinin doğusunda yer almakta olup, küçük bir nahiyedir. Sancağın toplam 108 köyünden 17’si bu nahiyenin sınırları dahilindedir.

3.2. 1540, 1558 ve 1575 Tahrirlerine Göre İdari Taksimat

1540 tarihinde Musul sancağı, 1523 tahririne kıyasla bazı değişikliklere tabi tutulmuştur. Zira, 1540 tarihinde Musul Sancağı’na iki yeni nahiye daha ilave edilerek nahiye sayısı dörde yükseltilmiştir. 1558 ve 1575 tarihlerinde de nahiye sayısı dörttür. İhdas edilen yeni nahiyeler; Deyr- Maklub ve Acuz’dur. Böylece Musul Sancağı 1540-1575 tarihleri arasında; Musul, Ayn-Safna, Deyr- Maklub ve Acuz nahiyelerinden oluşmakta idi (bkz. harita-II).

3.2.1. Musul Nahiyesi

Musul sancağının en geniş nahiyesidir. 1540’ta 89, 1558’de 101 ve 1575 tarihinde 106 köyden müteşekkildir.

3.2.2. Ayn-Safna Nahiyesi

Bu nahiye 1523 tarihinde 17 köyden müteşekkil iken, daha sonraki tarihlerde bağlı köy sayısının düştüğünü görmekteyiz. Nitekim, 1540’ta 7, 1558’de 13 ve 1575’te ise 9 köyden oluşan bir nahiyedir.

3.2.3. Deyr-Maklub Nahiyesi

Bu nahiyenin kaydı ilk kez 1540 tarihli tahrirde geçmektedir. Belli bir merkezi (nefsi) yoktur. Deyr-Maklub nahiyesi 1540’ta 29, 1558’de 25 ve 1575’te 17 köyden oluşmaktadır.Diğer yandan, bu nahiyeye bağlı köylerin tasarrufu İmadiye hâkimi Sultan Hüseyin Bey’e verilmiş ve daha sonraki tarihlerde Hüseyin Bey’in oğulları tarafından tasarruf edilmiştir.[49]

3.2.4. Acuz Nahiyesi

Acuz, 1523 tarihinde “karye” olarak kaydedilmiştir. Fakat, Acuz karyesinde meskun nüfus yoktur. 1540 tarihinde 8 ve 1558’de 7 köyden müteşekkil bir nahiye konumundadır. Bu tarihlerde de “Nefs-i Acuz”’da meskun nüfus bulunmamaktadır. 1575 tarihinde Acuz nahiyesi, Eski Musul sancağına, Eski Musul Sancağı ise Diyarbekir eyaletine bağlanmıştır.[50]

II. Musul eyaleti (1586-1639)

1. İdârî Durumu

Musul, 1517-1586 yılları arasında sancak statüsünde idare edilmiş, 1586 tarihinde ise eyalete tahvil edilmiştir. Zira, 1586 tarihli mühimme kayıtlarında “Kızılbaş üzerine Bağdad Beylerbeyisi Süleyman Serdar tayin edilmiş olmağla, Şehrizul Beylerbeyisi aşiretleri, Musul Beylerbeyisi… kuvvetleriyle serdar emrine verilmiş olmağla.” ifadesi ile “Bağdad Beylerbeyisi Süleyman Kızılbaş üzerine serdar tayin edilmiş olmağla, kendi kuvvetleriyle ve hemen iltihak etmesine dair Musul Beylerbeyisi Ahmed’e hüküm”, şeklinde geçen ifadelere bakılırsa, 1586 (994) tarihinde Musul’un eyalet olduğu hükmüne varmamız gerekmektedir.[51]

Musul’un 1586 yılında, sancaktan eyalete dönüştürüldüğünü gösteren bir diğer kaynağımız da Kepeci, 262 no’da kayıtlı Atama Defteri’dir. Bu deftere göre Musul, eyalet olmadan önce Bağdat’ın bir sancağıdır. Ancak, Bağdat eyaleti sancakları listesinde kaydedilmişken, müstakil eyalete dönüştürüldüğü şerhi düşülmüştür.[52] Aynı defterin diğer kısımlarında Musul “Eyalet-i Musul” başlığı altında kaydedilmiştir. Eyaletin beylerbeyliğine ise Canpuladoğlu Hüseyin Bey getirilmiştir (30 Ağustos 1587/26 Ramazan 995).[53] Defterdeki bir şerhde, Canpulatoğlu Hüseyin Bey’den önceki beylerbeyi’nin Melek Ahmed olduğunun[54] tasrih edilmesi, aynı bilginin Tarih-i Selânikî’de mevcut olması[55] ve bu bilgilerin 1586 tarihli Mühimme kaydı ile örtüşmesi,[56] Musul Sancağı’nın 1586 yılında eyalete dönüştürülmüş olduğunu açıkça beyan etmektedir.

Osmanlı idarî düzeninin en üst birimi olan eyaletler bir nevi sancak konfederasyonudur. Sancaklar da alt birim olarak nahiyelerden müteşekkildir. Musul, 1586’da eyalete dönüştürüldükten sonra acaba kaç sancağı ve bu sancaklara bağlı kaç nahiyesi mevcuttu? Her nahiyeyi oluşturan köylerin sayısı ne idi?

Elimizdeki kaynak ve belgelerden bu soruların tamamına cevap bulamıyoruz. Daha doğrusu, Musul eyaletinin değişik tarihlerdeki sancak sayısını ve bu sancakların isimlerini tespit etmekle beraber, bahse konu sancakların kaç nahiyesinin bulunduğu ve bu nahiyelerin bünyesindeki köyleri tespit etmek, şimdilik, mümkün olmadı.

2. İdari Taksimatı

2.1. 1587 Tarihindeki İdari Taksimat

Musul eyaletinin ilk idarî taksimatını gösteren kaynağımız 1587 tarihlidir. Buna göre Musul Eyaleti şu sancaklardan müteşekkildir:[57]

1. Musul (Paşa) Sancağı

2. Erbil Sancağı

3. Nusaybin Sancağı

4. Sincar Sancağı

5. Bacvân Sancağı

6. Ağca Kal’a Sancağı

7. Zaho Sancağı

8. Eski Musul Sancağı

Görüldüğü gibi 1587 yılında Musul eyaleti Paşa sancağı ile beraber sekiz sancaktan oluşmuştur. Aslında, Musul eyaleti sancak listesine Tikrit sancağını da ilave etmemiz gerekmektedir. Zira, 262 no’lu defterde Tikrit sancağının da Bağdat eyaletinden ayrıldığı şerhi düşülmüş olmasına rağmen[58] hangi eyalete bağlandığı belirtilmemiştir. Fakat, Nisan 1592 tarihli bir mühimme kaydından Tikrit Sancağının da Musul eyaletine bağlanmış olduğunu görmekteyiz.[59] Keza, daha sonraki sancak listelerinde de Tikrit sancağı Musul eyaletine merbuttur (bkz. harita-III).

Öte yandan 1587-1588 tarihli bir mühimme kaydında Diyarbekir Beylerbeyliğine yazılan bir hükümde şu bilgiler bulunmaktadır; “Diyarbekir Beylerbeyine hüküm; Musul Beylerbeyisi mektub gönderub, elyevm Sincar, Eski Musul, Ağca Kal’a, Nusaybin, Zaho Sancakları Musul Beylerbeyliğine ilhak olunmuşsa da mezkur sancakların icmal ve mufassal defterleri Musul’a gönderilmediği bildirilmekte, mezkur sancakların icmal ve mufassal defterlerinin bir keseye konup, üzeri mühürlenüp… gönderilmesi…”.[60]

Bu mühimme kaydında, yukarıda verdiğimiz listede mevcut olan Erbil ve Bacvân sancakları geçmemektedir. Çünkü, Erbil sancağı 1588’de Şehrizul eyaletine bağlanmış[61] ve 1590 yılına kadar bu statüsü devam etmiştir. 1590’da ise tekrar Musul eyaletine bağlanmıştır.[62] Bacvân (Bacvânlu) sancağının ise bu tarihteki idari durumu hakkında bir kayda rastlamadık. Daha sonraki yıllarda musul eyaletinin bir sancağı konumunda olduğu dikkate alınırsa, 1588 tarihli mühimme kaydında yer almamasının, icmal veya mufassal defterlerinin Musul’a gönderilmiş olmasından kaynaklandığını tahmin ediyoruz.

2.2. 1609 Tarihindeki İdari Taksimat

XVII. yüzyılın başlarında Musul eyaleti 6 sancaktan müteşekkildir. Aynî Ali Efendi’nin I. Ahmed’in veziri Murad Paşa’ya 1609 (1018-1019)’da sunduğu risalesine[63] göre Musul eyaleti şu sancaklardan oluşuyordu:[64]

1. Musul (Paşa) Sancağı

2. Bacvânlı Sancağı

3. Tikrit Sancağı

4. Eski Musul Sancağı

5. Horun (Hârun) Sancağı

6. Bâne Sancağı

1587 listesi ile 1609 listesini mukayese ettiğimiz vakit, XVII. yüzyıl başlarında Musul eyaletini oluşturan sancakların önemli bir değişikliğe tabi tutulduğu görülmektedir. Zira, 1587’de Musul eyaletine bağlı olan Erbil, Nusaybin, Sincar, Ağca Kal’a ve Zaho Sancaklarının 1609’da Musul eyaletinden ifraz edilmiş, buna mukabil 1587 listesinde bulunmayan Bâne ve Hârun (Horun) adlı iki yeni sancak eyalete dahil edilmiştir.

2.3. 1631-32 Yıllarındaki İdari Taksimat

Musul eyaletinin 1631-1632 (1041) tarihlerindeki idarî taksimatını Koçi Bey risalesinden öğrenmekteyiz.[65] Buna göre Musul eyaletini teşkil eden sancaklar aşağıdaki gibidir:

1. Musul (Paşa) Sancağı

2. Bacvânlı Sancağı

3. Tikrit Sancağı

4. Eski Musul Sancağı

5. Horun (Hârun) Sancağı

Bu listedeki sancaklar, 1609 tarihli sancaklarla aynı olup herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Bu da XVII. yüzyılın başlarından ortalarına kadar, Musul eyaletinde belli bir istikrar ve sükunetin mevcut olduğunu bize göstermektedir.

2.4. 1632-41 Yıllarını Muhtevi İdari Taksimat

Musul eyaletinin idarî taksimatını gösteren bir diğer kaynağımız da Başbakanlık Osmanlı Arşivi Kâmil Kepeci Tasnifinde bulunan ve 1632-1641 tarihleri arasındaki idarî yapıyı gösteren Sancak Tevcih Defteri’dir.[66] Buna göre Musul eyaletinin idarî taksimatı şöyledir:

1. Musul (Paşa) Sancağı

2. Bâcvânlû Sancağı

3. Eski Musul Sancağı

4. Keşşâf Sancağı

5. Tikrit Sancağı

6. Hârun Sancağı

7. Zâho Sancağı

Bu defterlerdeki bilgiler ile Koçi Bey risalesindeki bilgileri mukayese ettiğimizde, eyalete bağlı sancaklarda bazı değişikliklerin olduğunu görmekteyiz. Zira, 266 no’lu Sancak Tevcih Defteri’ndeki kayıtlara göre Musul eyaletine Keşşâf ve Zâho sancakları dahil edilmiş, Koçi Bey risalesinde yer alan Bâne sancağı ise eyaletten ayrılmıştır.

2.5. 1648 Tarihindeki İdari Taksimat

Cihânnümâ adlı eserini 1648 (1058)’de yazan[67] Kâtib Çelebi, Musul eyaletinin 6 sancaktan müteşekkil olduğunu yazar.[68] Buna göre Musul eyaleti sancakları şunlardır:

1. Musul (Paşa) Sancağı

2. Eski Musul Sancağı

3. Bâcvânlu Sancağı

4. Tikrit Sancağı

5. Kara Dasni Sancağı

Kâtib Çelebi’nin verdiği sancak listesi ile 266 no’lu Sancak Tevcih Defterindeki listeyi mukayese ettiğimiz vakit, Keşşaf ve Zaho sancaklarının Musul eyaletinden ifraz edildiğini ve Kara Dasni adiyle yeni bir sancak teşkil edildiğini görmekteyiz. Aslında, Kara Dasni Sancağı, Dasni taifesini (aşiretini) ifade için kullanılan bir tâbirdir. Sancak tâbiri başlangıçta belli bir coğrafî bölgeyi ifade etmiyordu. Ancak, XVI. yüzyıldan itibaren belli bir coğrafî ve idarî bölgeyi ifade eder bir mana kazanmıştır. Bununla birlikte, XVI. yüzyılda da Liva-i Müsellem, Liva-i Piyade, Liva-i Çingane ve Liva-i Voynuğan gibi belirli zümreleri ifade için kullanılmaya devam etmiştir.[69] Burada dikkate değer husus, XVII. yüzyılın ortalarında bile sancak tâbiri’nin halen belli zümreleri ifade etmek için kullanılmaya devam etmiş olmasıdır.

2.6. 1653 Tarihindeki İdari Taksimat

1653 tarihinde Musul eyaletinin idarî taksimatını gösteren kaynağımız ise Sofyalı Ali Çavuş kanunnâmesidir.[70] Bu kanunnâmeye göre Musul eyaleti şu 5 sancaktan müteşekkildir:

  • Musul (Paşa) Sancağı
  • Kerkük Sancağı
  • Tikrit Sancağı
  • Bâcvânlık (Bâcvânlû)
  • Huden (Hârun)-Bâne

Bu sancaklar ile Kâtib Çelebi’nin verdiği listedeki sancaklar mukayese edildiği zaman, XVII. yüzyılın ortalarında Musul eyaletini oluşturan sancakların pek değişmediği görülür. Ancak, 1648 listesinde yer alan Kara Dasni sancağı 1653 listesinde yer almamakta, buna mukabil 1653’te Kerkük, yeni bir sancak olarak Musul eyaletine dahil edilmiştir.

Yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız Musul eyaletinin 1586-1653 tarihleri arasındaki idarî taksimatında sancak sayısı 5 ile 8 arasında değişmiştir. İlk idarî taksimatta (1587) yer alan Erbil, Nusaybin, Sincar ve Ağca Kal’a sancakları, daha sonraki taksimatların hiçbirinde bulunmamaktadır. Zâho sancağı sadece 1587 ve 1631-1632 idarî taksimatlarında mevcuttur. Keşşâf sancağı ise yalnızca 1632-1641 tarihleri arasındaki taksimatı gösteren listede yer almaktadır. Nihayet, 1653 idarî taksimatında Kerkük sancağının da bulunması, Musul eyaletinin XVII. yüzyılın ikinci yarısından sonra İran sınırına doğru genişletildiğini göstermektedir.

Öyle görünüyor ki, 1578-1590 yılları arasında vuku bulan Osmanlı-İran harpleri, bu bölgede bulunan eyaletlerin idarî taksimatlarının belirlenmesinde etkili olmuştur. Nitekim, 1587 tarihinde Musul eyaletine merbut 4 sancağın, 1609-1653 yılları arasındaki taksimatları gösteren listelerin hiçbirinde yer almaması, ayrıca 1609, 1631-32, 1632-1641 ve 1653 tarihlerinde Musul eyaletine bağlı sancakların pek fazla değişmemiş olması da bu fikrimizi teyit eder mahiyettedir. Bahse konu tarihler arasındaki Osmanlı-İran harpleri serhadlerdeki eyaletlerin idarî taksimatlarında daha büyük değişimlere yol açmıştır. Mesela, Van eyaletine bağlı sancak sayısı 1558-1585 yılları arasında 13 ile 32 arasında değişmişken, 1609-1653 tarihleri arasında ise 14 ile 18 arasında değişmiştir.[71] Bu da İran’la yapılan harplerin durulması ile bölgede bulunan eyaletlerin idarî taksimatlarının da belli bir istikrara kavuştuğunu göstermektedir.

Nihayet, Van-Basra serhaddinde bulunan aşiret reisi ümeranın daimi rekabetleri ve kararsızlıkları (bazen Osmanlı’yı bazen İran’ı metbu tanımaları) da[72] bölgedeki idarî taksimatın değişmesinde rol oynamıştır denilebilir.

Sonuç

Musul şehrinin kuruluş tarihi M.Ö. 1080’li yıllara dayanmaktadır. Musul ve çevresi tarihi süreç içerisinde birçok devletin hakimiyetinde bulunmuş, 11. yüzyılın ikinci yarısından sonra da Türklerin nüfuzuna geçmiştir. Musul ve çevresindeki Türk hakimiyeti yaklaşık 900 yıl sürmüştür.

Şehrin üzerine kurulduğu alan 2916 km2’lik bir yüzeyi kaplamakta olup, etrafı boydan boya surlarla çevrilmiştir. Bu surların kapladığı alan ise 10000 metre civarındadır.

XVI. yüzyılda şehrin mahalle sayısı 20 ile 27 arasında değişmektedir. Bu mahallelerde yaşayan nüfus miktarı ise 1523’te 15160 kişi, 1540’ta 17013 kişi, 1558’de 19678 kişi ve 1575 tarihinde ise 22403 kişidir. Bu nüfusun %70’i Müslim, %30’u ise gayrimüslimdir.

İdari bakımdan 1517-1586 yılları arasındaki 69 yıllık dönemde sancak statüsündedir. Bunun 17 yılı Diyarbekir eyaletine, 47 yılı Bağdat eyaletine ve 5 yılı Şehrizul eyaletine bağlı olarak sürdürülmüştür.

1523 tarihinde sancağa bağlı 2 Nahiye, 108 köy ve 95 mezra mevcuttur. 1540’ta nahiye sayısı 4, köy sayısı 133 ve mezra sayısı 198’dir.

Sancağın 1558 yılındaki nahiye sayısı 4, köy sayısı 146, mezra sayısı 348 iken; bu rakamlar 1575 tarihinde 4 nahiye, 132 köy ve 352 mezra şeklindedir.

1520-1586 arasında görev yapmış olan 30 sancakbeyi tesbit edilmiştir. Bunlar genellikle bölgeyi iyi tanıyan kimselerdir. Görev süreleri ortalama 2 yıldır. Ücret tutarları ise, atanan kişinin kıdem ve istihkak durumuna göre 200000 akça ile 561664 akça arasında değişmektedir.

Musul 1586-1653 döneminde eyalet statüsündedir. Bu devrede eyalete bağlı sancak sayısı 5 ile 8 arasında değişmektedir. Bu sancakların nahiye, köy ve mezraa sayılarını tesbit etme imkanımız olmadı.

1586-1653 tarihleri arasındaki 67 yıllık sürede Beylerbeyi olarak görev yapan 51 kişinin ismini tesbit ettik. Bunlar da genellikle bölgeyi iyi tanıyan kişilerdir. Ancak, görev süreleri sancakbeylerine oranla daha kısa olup, ortalama 1 yıl 2 aydır. Bu durum, herhangi bir beylerbeyinin bu yörede fazla kök salmasını, bölgenin siyasi ve ekonomik güçleriyle özdeşleşmesini önlemek düşüncesinden kaynaklanmış olmalıdır.

Musul beylerbeylerine tevcih edilen gelir tutarı ise 449450 akça ile 713452 akça arasında değişmektedir.

Musul’un eyalet statüsü ile yönetilmesi-1850/1878 yılları arasında mutasarrıflık olarak Bağdat’a bağlı olması hariç tutulursa-1918’de Osmanlı hakimiyetinden çıkışına kadar devam etmiştir.

Yrd. Doç. Dr. Ahmet GÜNDÜZ

Mustafa Kemal Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 579-588

TARİH : OSMANLI DEVRİNDE MUSUL’UN İDARΠYAPISI


Musul, Dicle nehrinin batı (sağ) sahilinde kadim Ninive’nin (Ninova) karşısındadır. 36°-350 kuzey enlemleri ile 40°-430 doğu boylamları arasında yer almaktadır.[1] Türkiye sınırından (Silopi) kuş uçuşu 110 km’dir.

Şehrin kuruluş tarihi M.Ö. 1080’li yıllara dayanmaktadır. Musul ve çevresi tarih boyunca pek çok devletin hakimiyetine geçmiştir. Bölge, XI. yüzyılın ikinci yarısından sonra Türklerin nüfuzuna geçmiştir.

Bölge, 1260-1366 yılları arasında İlhanlılar; 1366-1410 arasında Celayirliler; 1410-1463 döneminde Karakoyunlular; 1463-1508 yıllarında Akkoyunlular ve 1508-1517 devresinde Safeviler idaresinde kalmıştır.[2] Bıyıklı Mehmed Paşa, Cizre hakimi Bedir Bey’in de desteğiyle Musul’u 1517 Nisan ayı içerisinde, Safevi beylerinden Ahmed Bey Afşar’ın elinden alarak Osmanlı topraklarına katmıştır.[3] Musul’un da yer aldığı Kuzey Irak’ta, bir kısım yerlerin idaresi ve muhafazası için görevlendirilen bazı Türk ve Kürt beylerinin isyanı, bölgenin Osmanlı-İran arasında zaman zaman el değiştirmesine yol açmıştır. Bölgenin tamamen Türk hâkimiyetine alınması amacıyla 1534 tarihinde Kanuni Sultan Süleyman “Irakeyn Seferi”ni düzenlemiştir.

Vezir-i azam İbrahim Paşa İran üzerine serdar tayin edilerek bölgeye gönderilmiştir. Bu ordu 1534 yılı mayıs ayı ortalarında Halep’ten Diyarbekir’e hareket etmiştir. Maksadı Musul ve Bağdat’a sarkıp oraları yeniden fethederek Safevi nüfuzuna geçen beyleri yola getirmekti.[4] Fakat baş defterdar İskender Çelebi’nin teşvikiyle ordu Tebriz’e yönelerek ikinci kez burayı zaptetmiştir (13 Temmuz 1534).

Tebriz’in fethini müteakip Osmanlı ordusu güneye inmiş, arkasından bizzat Kanuni’nin kumandasındaki diğer kuvvetlerle birleşerek ileri harekata devam etmiştir. Bağdat muhafızı Tekeli Han, Osmanlı kuvvetleri gelmeden evvel Bağdat’ı terk etmiş olduğundan şehir zapt edilerek Bağdat kalesi de mukavemetsiz ele geçirilmiştir (Aralık 1534).[5]

Osmanlılardan önce uzun süre siyasi istikrarsızlıklar yüzünden çok zarar görmüş olan Musul ve havalisi Osmanlı fethini müteakip oluşturulan sağlam bir idare sayesinde ticari ve zirai bakımlardan gelişmeğe başlamıştır. Bununla beraber, zaman zaman bölge valilerinin baş kaldırmaları ve aşiretlerin ayaklanmaları huzur bozucu hadiseler olarak sık sık ortaya çıkmıştır.[6] Osmanlı hükümdarları bu durumu düzeltmek için yumuşak davranmak, kan dökmemek, şiddet kullanmamak ve korkutmamak yolunu tutmuşlardır. Şehir halkını bazı nüfuzlu eşrafı kullanmakla kontrol altına almayı en uygun yol olarak seçen Osmanlıların bu politikaları sonucu, durum düzelmiştir. Ayrıca İranlıların Musul’daki kötü izlerini yok etmek için bölgeye büyük alimler ve ehl-i vukuf devlet adamlarının gönderilmesine itina edilmiştir.[7]

Bağdat ümerasından olan Bekir Subaşı, 1623 yılında isyan ederek Bağdat valisi Yusuf Paşa’yı öldürtmüş ve padişaha bir ariza yazarak Bağdat valiliğini istemiştir. Bunun üzerine vezir-i azam Mere Hüseyin Paşa, bu mühim valiliği Diyarbekir’den azledilmiş olan Süleyman Paşa’ya vermiştir. Süleyman Paşa, Ali adında bir adamını Bağdat valiliğini almak üzere mütesellim ünvânı ile göndermişse de Ali Ağa Bağdat’a girememiştir.[8] O sırada Diyarbekir valisi olan Hafız Ahmed Paşa, asinin üzerine yürümek emriyle serdar tayin olmuş ve Bekir Subaşı Osmanlı ordusunun geldiğini haber alınca Şah Abbas’a haber göndererek kendisini Osmanlıların elinden kurtarması halinde Bağdat’ı Şah’a teslim edeceğini vaat etmiştir. Ancak Bekir Subaşı diğer yandan Hafız Ahmet Paşa’ya bir adamını göndererek Bağdat beylerbeyliğinin kendisine verilmesi şartıyla, şehri İranlılara karşı müştereken müdafaaya hazır olduğunu bildirince, bu isteği kabul edilerek Bağdat beylerbeyliğinin kendisine verildiğine dair irade çıkmıştır.[9] Bu durum karşısında Şah Abbas, Bağdat’ı muhasara etmiştir. Bekir Paşa (Önce subaşı) çetin bir mukavemet göstermiş fakat oğlu Derviş Mehmet’in ihaneti üzerine Bağdat 1623’de (1033) İranlıların eline geçmiştir.[10]

Şah Abbas Bağdat’ı aldıktan sonra, kumandanlarından Karçakay Han’ı bir kısım kuvvetlerle Musul ve Kerkük üzerine göndermiş, bunun üzerine Kerkük Valisi Bostan Paşa, şehri müdafaa edemeyeceğini görüp Diyarbekir’e çekilmiş, Musul valisi Çerkez Ahmet Paşa ise elindeki mahdut kuvvetlerle birkaç gün müdafaada bulunmuş, fakat Kerkük gibi Musul da İran hâkimiyetine geçmiştir.[11]

İranlılar Musul valiliğine Kasım Han’ı tayin etmişlerdir. Ancak, Diyarbekir’den Bağdat üzerine yürüyen Hafız Ahmed Paşa’nın ordusundaki 500 kişilik öncü kuvvetine kumanda eden Sipahi Küçük Ahmed, Musul önünde görülünce, Kasım Han şehri terk edip Bağdat’a çekilmiş[12] bilahare Şah Abbas’ın karşı mukavelesi üzerine burası tekrar İranlıların eline geçmiştir (1624). Üstelik bu suretle başlayan Safevi ileri harekatı daha kuzeye doğru genişletilerek, İran’ın hudutları Mardin yakınlarına kadar ulaşacaktır.[13]

Bununla beraber İranlılar Musul’u hâkimiyetlerinde uzun süre tutamamışlardır. Zira, IV. Murad 1625 yılında vezir-i azam ve serdar-ı ekrem Hafız Ahmed Paşa kumandasında bir kısım Osmanlı kuvvetlerini Musul üzerine sevk etmiş ve bu ordu Diyarbekir civarında iken, altın köprü denilen mevkide 10000 kadar Şii’nin toplandığı haberi geldi. Karaman Beylerbeyi Çerkez Hasan kumandasında 4000 kişilik öncü kuvvet bunları Kerkük’e kadar kovalayarak, Kerkük de dahil bu bölgeyi İranlılardan temizlediler.[14] Kerkük’ün Safevilerden alınmasından sonra, Bağdat da muhasara edilmiş fakat yedi aylık bir bekleme sonucunda erzak kıyafetsizliği sebebiyle muhasara kaldırılmıştır.

1629 (1039) yılında İran seferine memur edilen serdar-ı ekrem Hüsrev Paşa önce Diyarbekir ve sonra Musul’a vardı. Bu sırada başlayan şiddetli yağışlar Şattülarap ve diğer nehirlerin taşmasına yol açmış ve Bağdat sahrasını baştan başa sular kaplamıştır. Bu durumda sular çekilinceye kadar Musul’da beklemek zorunluluğu doğduğundan, yaklaşık 70 gün Musul’da kalınmıştır.[15] Bu süre zarfında Musul’da kuvvetli bir kale yaptırılmış ve Bağdat’ın kuşatılması için getirilen toplar ve öteki malzemeler bu kaleye yerleştirilmiştir.[16]

28 Ocak 1630’da havaların açılması üzerine Osmanlı kuvvetleri Bağdat’a doğru ilerlemelerine devam etmişlerdir. 9 Kasım 1630’da (3 Rebbiülahir 1040) Bağdat muhasara altına alınmış, fakat yapılan hücumlardan bir netice alınamayarak 16 Kasım 1630’da muhasara kaldırılmıştır. Hüsrev Paşa emrindeki kuvvetlerle 1630 (1040)’da Musul’a ulaşmış ve burada istirahata çekilmiştir. Hüsrev Paşa Musul’da bulunduğu esnada kaleleri tahkim ettirmiştir.[17]

IV. Murad Osmanlı-İran arasındaki, Bağdat etrafındaki mücadeleyi bitirmek için 1638 yılında Bağdat seferini düzenlemiştir. İstanbul’dan hareket eden Osmanlı ordusu 8 Ekim 1638’de (29 Cemaziyelevvel 1048) Musul’a varmıştır.[18]

Musul’da on gün kalındıktan sonra, tekrar Bağdat üzerine yürünmüş ve 25 Aralık 1638 (18 Şaban 1048) cumartesi günü Bağdat alınmıştır.

Ocak ayı ortalarına doğru Bağdat’tan Diyarbekir’e doğru hareket eden IV. Murad 27 Ocak 1639’da (22 Ramazan 1048) Musul’a varmış[19] ve burada bir gün kalındıktan sonra İstanbul’a hareket etmiştir.

Bağdat seferinden sonra İran’la 1639’da Kasr-ı Şirin antlaşması yapılmış ve bu havalide genel bir istikrar sağlanmıştır. Bölge her ne kadar daha sonraki yüzyıllarda, zaman zaman Osmanlı-İran mücadele sahası olmuşsa da, Kasr-ı Şirin antlaşmasından sonraki süreçte bir huzur ortamı tesis edilmiştir.

A. Musul Şehri

I. Şehrin Konumu ve Genel Görünüşü

Musul şehri, Asurluların başkenti Ninova’nın hemen karşısında, dicle nehrinin batı yakasında kurulmuştur. Şehrin alanı 2916 km2 yüzeyi kaplamakta olup, biraz engebelidir. Bu engebelerin bir kısmı tabii iken, diğer kısmı ise tarihî süreç içerisinde yıkılan bina harabelerinden oluşmuştur.[20]

Şehrin etrafı boydan boya surlarla çevrilmiş ve 10.000 metre civarında bir muhiti kaplamıştır.[21] Surların kapladığı alan çok geniş olduğu için, içindeki alan ancak kısmen dolmuştur. Şehrin kuzeybatısında, İmadi kapısı ile Sincar kapısı arasındaki bölgenin doğu kısımları tamamen boş kalmıştır. Hatta, Herzfeld’in 1907-1908’de Musul’da araştırma yaptığı tarihte bile şehrin bahsettiğimiz kısmı henüz dolmamıştır.[22] Aslında, XVIII. Yüzyıl sonuna dek sürekli İran tehdidinin var olması, şehir sakinlerini surların dışına çıkmaktan caydıran önemli bir faktör olmuştur. Musul şehrinde nüfusun yoğunlaştığı alan, güneydoğuda başlıca ticaret akışının hareket noktaları olan Bâbü’t-Top ve Bâbü’s-Saray kapılarının bulunduğu bölgeler olmuştur. Hatta bu bölgede surların dışına doğru az da olsa bir gelişmenin olduğunu görmekteyiz[23] (Kroki-I).

1. Şehrin Mahalleleri

Şehirlerin mahallelere bölünmesi eski bir örgütlenme şeklidir. Osmanlı şehirleri de mahalleler halinde gelişmiştir. Osmanlıda mahalle; aynı mescitte ibadet eden cemaatin aileleri ile birlikte ikâmet ettikleri şehir kesimidir. Aynı mahallede oturan fertler birbirlerini tanıyan, bir ölçüde birbirlerinin davranışlarından sorumlu ve sosyal dayanışma içinde olan kişilerdir.[24]

Mahalleler aynı zamanda şehrin temel idarî birimleridir. Zira, vergilerin intizamlı ve adil bir şekilde toplanması, düzenin ve güvenliğin korunması, mahalleler bazında daha kolay sağlanmaktadır.[25]

Osmanlıda şehirlerin mahalle sayısı, kentin büyüklüğüne göre değişirdi. XVI. yüzyılda Musul şehrinin mahalle sayısı 20 ile 27 arasında değişmektedir. Nitekim, 1523 tarihinde 20 olan mahalle sayısı 1540 tarihinde 27’ye yükselmiştir. 1558-1575 tahrirlerinde ise 25 mahalle kaydı zikredilmiştir. Bu durum ise, 1540’ta kayıtlı olan mahallelerden dördünün iki mahalle halinde birleştirilmesinden kaynaklanmaktadır.

Bu mahallelerin dinî bakımdan dağılımı ise şu şekilde idi; 1523 tarihinde mevcut 20 mahallenin 17’si Müslim, 3’ü ise gayrimüslimdir. Gayrimüslim mahallelerden 2’si Hıristiyanlara, 1’i de Yahudilere aittir.

1540’ta Müslüman mahalle sayısı 6 adet artarak 23’e yükselmiştir. Bu 6 mahalleden 4’ü yeni kurulan mahalle olup, 2’si ise daha önce mevcut olan Bâbü’l-Irak mahallesinin müstakil üç mahalleye ayrılmış olmasından meydana gelmiştir. Bu tarihte Hıristiyan mahallelerinin sayısı 3’e yükselmiş, Yahudi mahalle sayısında ise herhangi bir değişiklik olmamıştır.

1558-1575 tarihlerinde Müslüman mahalle sayısı 21’e düşmüştür. Bu ise 4 mahallenin birleştirilip 2 mahalleye dönüştürülmesinden kaynaklanmaktadır. 1558-1575 tarihlerinde Hıristiyan ve Yahudi mahalle sayısında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Yalnız, 1575 tahririnde Bâbü’i-Irak-2 mahallesine 6 Hıristiyan hânenin yerleşmiş olduğunu görmekteyiz.

2. Şehrin Tahmini Nüfusu

Musul şehrinin XVI. yüzyıldaki nüfusunu, mevcut dört tahrir (sayım) defterindeki veriler sayesinde tespit edebilmekteyiz. XVII. ve daha sonraki yüzyılların nüfusunu tespit etmede şu aşamada elimizde herhangi bir vesika bulunmamaktadır. Belki bu yüzyılların nüfus miktarını, XVI. yüzyıl nüfusunun artış oranını alarak hesaplamak mümkün olabilecektir. Ancak, şimdilik sadece Musul şehrinin XVI. yüzyıldaki nüfusunu tespit etmekle yetiniyoruz.

Şehrin nüfusunu tespit ederken, Müslüman nüfusu vergiye tâbi olanlar ve muaflar olmak üzere iki gurupta ele aldık. Vergiye tâbi nüfus, tahrir defterlerinde verilen hâne sayılarının 726 katsayısı ile çarpılıp, mücerredlerin (bekâr) eklenmesi ile bulunmuştur (Hâne x 7 + Mücerred).

Muafları da yine iki gurupta ele aldık; medrese, câmi, zaviye, vakıf görevlileri, sadât, muaf, pir-i fâni, a’mâ, ma’lul, şeyh vs. gibi vergi dışı olanları “müteferrik” başlığı altında toplayarak her birini bir hâne sayıp, 7 rakamı ile çarparak nüfuslarını belirleme yoluna gittik. “Askerî Sınıf” başlığı altında ise, sancağın birinci derecedeki idarecileri ile kale görevlilerinin toplamını yine 7 katsayısı ile çarparak nüfuslarını belirleme çalıştık.

Gayrimüslim nüfus da, hâne sayısının 7 katsayısı ile çarpılarak mücerredlerin ilave edilmesi ile tespit edilmeye çalışılmıştır (Hâne x 7 + Mücerred).

Şehrin nüfusunu belirlemede 7 katsayısını esas almamızda iki kaynak belirleyici oldu. Bunlardan birisi XIX. yüzyılın ilk yarısında Musul’u ziyaret eden bir seyyahın verdiği bilgiler, diğeri ise XIX. yüzyılın sonlarına doğru yazılmış olan Musul Vilâyeti Salnâmesindeki kayıtlardır.

1817 tarihinde Musul’a uğrayan seyyah William Heude, Musul’un nüfusundan bahsederken her hânede 6 ile 7 kişinin barındığını ifade eder.[26] Yine, Hicri 1308 (1890) tarihli Musul Vilayeti Salnâmesindeki kayıtlar da bu doğrultudadır; “Musul şehrinin 30 mahallesinde 9000 hâneyi hâvi 60000 nüfus muhtevidir…”.[27] Salnâmede verilen nüfusu hâne sayısına böldüğümüzde her hâne başına 6-7 kişi düşmektedir.

Birbirini teyid eden bu kaynaklardaki rakamlar, nüfus hesaplamalarında hâne birimini 7 kişi olarak kabul etmemizi intac etmiştir.

Bu metodla tespit ettiğimiz Musul şehrinin nüfusu tablo-1 ve nüfusun Müslim ve gayrimüslimlere göre oranı da grafik-l’deki gibidir.

Tablo-I’de görüldüğü gibi, tespit ettiğimiz hâne, mücerred ve muaf sayılarından hareketle 7 katsayısına göre bulduğumuz şehir nüfusu 1523’te 15160 kişi, 1540’ta 17013 kişi, 1558’de 19678 kişi ve 1575 tarihinde ise 22403 kişidir.

1523 tarihinde şehrin 15160 kişilik nüfusunun 11231’i müslümanlardan oluşurken, 3929’u ise gayrimüslimlerden oluşmaktaydı. Bunların birbirlerine oranı ise; %74 Müslim, %26 gayrimüslim şeklindedir (bkz. grafik-I).

Şehrin nüfusu 1523-1540 tarihleri arasında %12’lik bir artışla 17013 kişiye yükselmiştir (bkz. tablo-1). 17013 kişinin 11553 kişisi Müslim iken, 5460 kişisi de gayrimüslimdir. Dolayısıyla, bir önceki tahrire oranla Müslüman nüfus %3 nispetinde artmışken, gayrimüslimlerde bu oran %39’dur. Gayrimüslim nüfusun bu yüksek artışı şehirdeki Müslim-gayrimüslim nüfus oranlarının, Müslümanlar için %68 ve gayrimüslimler için %32 olarak değişmesine yol açmıştır (bkz. grafik-I).

Musul şehrinin nüfusu 1540-1558 döneminde %517’lik bir artışla 19678 kişiye yükselmiştir. Bunların 14099 kişisi müslüman olup, toplam şehir nüfusuna nispetleri %72’dir. Gayrimüslimler ise toplam 5579 kişidir. Bunların toplam şehir nüfusuna oranı da %28’dir (bkz. grafik-I). 1540-1558 döneminde Müslim nüfus %24 nispetinde artış göstermişken, gayrimüslimlerde bu oran ancak %2 olmuştur.

1558-1575 tarihleri arasında, hem Müslüman nüfusta hem de gayrimüslim nüfusta, daha önceki dönemlere oranla, %12 oranında bir artış olmuştur. Zira, bu dönemde şehrin toplam nüfusu 22403 kişiye yükselmiştir. Bu 22403 kişinin 15662 kişisi müslim, 6742 kişisi gayrimüslimdir. 1575 tarihinde toplam şehir nüfusunun %71’ini müslümanlar, %29’unu ise gayrimüslimler teşkil etmektedir (bkz. grafik-I).

B. Musul’un İdari Statüsü

Yukarıda da kısaca ifade ettiğimiz gibi, Musul 1517 tarihinde Osmanlı hâkimiyeti altına alındıktan sonra sancak statüsü ile Diyarbekir eyaletine bağlanmıştır. 1586 yılında eyalete tahvil edilinceye kadar bu idari yapısı devam etmiştir. Bu süre zarfında ekonomik ve siyasi şartlar ile devletin genel politikası doğrultusunda Bağdat, Şehrizul ve Diyarbekir eyaletlerine bağlanmıştır.

I. Musul Sancağı

1. Coğrafî Konumu

Musul Sancağı Cezire’nin (Mezopotamya) kuzeydoğu bölümünde, Dicle nehrinin her iki yakasında yer almaktadır.

Hudutları, doğuda Şehr-i Zur eyaleti; kuzeydoğuda Van eyaleti; kuzeybatıda Diyarbekir eyaleti; batıda Sincar Sancağı, güneybatıda Zur Sancağı ve güneyde Bağdat eyaleti ile mahduttur.

Sancak dahilindeki arazinin büyük ekseriyeti engebelidir. Özellikle, kuzey ve doğu cihetleri dağlıktır. Dicle’nin batısında, Sincar ile Musul arasındaki arazi ise düzdür. Sadece Sincar dağı ile Afrin tepesi mevcuttur.[28] Kuzeyde Van eyaleti hududu ve doğuda İran hududu boyunca birtakım dağlar mevcut olup, bir kısmının kolları dicle nehrinin yakınlarına kadar uzanır. Bu dağların belli başlıları; Maklub, Ba’şika,[29] Zaho, Butma, Zilvâr, Birman, Kandil, Karakoç, Cebel-i Hamrin, Cebel-i Ali ve Köşk dağlarıdır.[30] Zikredilen dağların çoğunluğu taşlık ve çıplaktır. Eteklerinde ve yaylalarında mer’alar mevcut ise de buralarda da pek orman mevcut olmayıp,[31] yalnızca meşe vb. gibi ağaçlara tesadüf edilmektedir.[32]

Musul Sancağındaki yerleşim ve ziraat alanları dicle nehri boyunca ve diclenin doğusundaki arazide yoğunlaşmıştır. Her ne kadar diclenin kuzey ve doğu kesimleri dağlık ise de, mümbit ve mahsuldar araziler de gene bu bölgelerde bulunmaktadır.[33] Dicle’nin batı ve güney-batısındaki araziler ise kıraç olduğu için iskân ve ziraata pek elverişli değildir.[34]

Sancağın en önemli suyu Dicle nehridir. Musul’un Kuzeybatısından güneydoğusuna doğru akan nehir boyunca birçok yerleşim alanları ve ziraat sahaları mevcuttur. Diğer önemli akarsular ise; Büyük Zap, Küçük Zap, Husur ve Gazar nehirleridir[35] (bkz. Harita-I).

2. İdarî Durumu (1523-1586)

Musul, 1517’de Bıyıklı Mehmed Paşa tarafından Osmanlı hâkimiyetine katıldıktan sonra Diyarbekir eyâletine bağlanmıştır. Yavuz Sultan Selim döneminde Anadolu’nun Güneydoğusunda bulunan yerler Osmanlı hâkimiyetine alındıktan sonra, merkezi Amid olmak üzere Diyarbekir eyaleti kurulmuş ve bölgede 1518 (924) tarihinde bir tahrir (sayım) yapılmıştır. Bu tahrire göre Diyarbekir vilayeti 12 sancaktan müteşekkildir.[36] Ancak, 1518 tahririnde Musul ile ilgili kayıtlar veya kısımlar mevcut değildir. Fakat, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde 9772 numarada kayıtlı ve 1522 (926) tarihli defterdeki bilgilere nazaran, Musul, Diyarbekir eyaletine bağlı bir sancak statüsündedir.[37] 1522,[38] 1523[39] ve 1526-27[40] tarihli kayıtlardan Musul sancağının Diyarbekir eyaletine bağlı olduğu görülmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, fethedildikten sonra sancak olarak Diyarbekir eyaletine bağlanan Musul’un bu statüsü 1534 yılına kadar devam etmiştir. 1534 yılında Bağdat fethedilip aynı isimle eyalete tahvil edildikten sonra ise Bağdat eyaletine bağlanmıştır.[41] 1558,[42] 1559-60[43] ve 1563[44] yılları arasında halen Bağdat eyaletine bağlı olan Musul sancağı, 1563-1566 yılları arasında Şehrizul eyaletine bağlanmışsa da, yine 1566’da tekrar Bağdat eyaletine bağlanmıştır.[45]

1534 yılında Diyarbekir eyaletinden ayrılıp Bağdat eyaletine bağlanan Musul Sancağının bu statüsü, 1563-1566 dönemi dışında devam etmiş ve 1571’de tekrar Şehrizul eyaletine bağlanmıştır.[46] Ancak, kısa bir süre sonra tekrar Bağdad eyaletine bağlandığını görmekteyiz. Zira 1573’te Musul Sancağı Bağdat eyaletine bağlıdır.[47] Musul’un bu statüsü 1586’da eyalete dönüştürülünceye kadar devam etmiştir.

3. Musul Sancağının İdârî Taksimatı (1523-1575)

Osmanlı idarî düzeninde en üst birim olan eyaletler birkaç sancaktan müteşekkil iken, sancaklar da birden fazla nahiyeden oluşmakta idi. Nahiye kavramı ise cihet, yön, taraf, bölge ve vilâyet manalarında kullanılmasının yanı sıra; bir sancağa bağlı bulunan köylerin idarî ve coğrafî sınırlarla muayyen bölgelere taksim edilmesi sonucu oluşan en küçük idarî ünite manasında da kullanılmaktadır.[48]

Musul sancağında da nahiye, coğrafi farklılıkların belirlediği muayyen bir bölgeyi ifade için kullanıldığı gibi; idarî manada ise söz konusu bölgelerdeki köy ve mezrealar grubunu ifade etmektedir. Nitekim, Musul sancağı nahiyelerinden Musul ve Ayn-Sayna nahiyelerinin belli bir merkezinin (nefs) bulunmasına karşılık, Acuz ve Deyr-Maklub nahiyelerinin ise belli bir merkezi bulunmayıp, muayyen bir coğrafi bölgeyi ihtiva ediyordu.

Tahrir defterlerinde veya Timar-Zeamet Tevcih defterlerinde sipahilerin tasarruf ettikleri köy ve mezralar kaydedilirken mutlaka hangi nahiyeye bağlı oldukları açıklanmaktadır. Bu yüzden vergi birimi olarak itibar edildikleri ve timar-zeamet tevcihlerinde esas alındıkları görülmektedir.

3.1. 1523 Tahririne Göre İdarî Taksimat

1523 tarihli tahrire nazaran Musul sancağı iki nahiyeden müteşekkil olup, bunlar Musul ve Ayn- Safna nahiyeleredir.

3.1.1. Musul Nahiyesi

Sancağın merkez nahiyesidir. 1523’te mevcut 108 köyün 91’i Musul nahiyesine bağlıdır. Dolayısıyla geniş bir alanı muhtevidir.

3.1.2. Ayn-Safna Nahiyesi

Merkez nahiyesinin doğusunda yer almakta olup, küçük bir nahiyedir. Sancağın toplam 108 köyünden 17’si bu nahiyenin sınırları dahilindedir.

3.2. 1540, 1558 ve 1575 Tahrirlerine Göre İdari Taksimat

1540 tarihinde Musul sancağı, 1523 tahririne kıyasla bazı değişikliklere tabi tutulmuştur. Zira, 1540 tarihinde Musul Sancağı’na iki yeni nahiye daha ilave edilerek nahiye sayısı dörde yükseltilmiştir. 1558 ve 1575 tarihlerinde de nahiye sayısı dörttür. İhdas edilen yeni nahiyeler; Deyr- Maklub ve Acuz’dur. Böylece Musul Sancağı 1540-1575 tarihleri arasında; Musul, Ayn-Safna, Deyr- Maklub ve Acuz nahiyelerinden oluşmakta idi (bkz. harita-II).

3.2.1. Musul Nahiyesi

Musul sancağının en geniş nahiyesidir. 1540’ta 89, 1558’de 101 ve 1575 tarihinde 106 köyden müteşekkildir.

3.2.2. Ayn-Safna Nahiyesi

Bu nahiye 1523 tarihinde 17 köyden müteşekkil iken, daha sonraki tarihlerde bağlı köy sayısının düştüğünü görmekteyiz. Nitekim, 1540’ta 7, 1558’de 13 ve 1575’te ise 9 köyden oluşan bir nahiyedir.

3.2.3. Deyr-Maklub Nahiyesi

Bu nahiyenin kaydı ilk kez 1540 tarihli tahrirde geçmektedir. Belli bir merkezi (nefsi) yoktur. Deyr-Maklub nahiyesi 1540’ta 29, 1558’de 25 ve 1575’te 17 köyden oluşmaktadır.Diğer yandan, bu nahiyeye bağlı köylerin tasarrufu İmadiye hâkimi Sultan Hüseyin Bey’e verilmiş ve daha sonraki tarihlerde Hüseyin Bey’in oğulları tarafından tasarruf edilmiştir.[49]

3.2.4. Acuz Nahiyesi

Acuz, 1523 tarihinde “karye” olarak kaydedilmiştir. Fakat, Acuz karyesinde meskun nüfus yoktur. 1540 tarihinde 8 ve 1558’de 7 köyden müteşekkil bir nahiye konumundadır. Bu tarihlerde de “Nefs-i Acuz”’da meskun nüfus bulunmamaktadır. 1575 tarihinde Acuz nahiyesi, Eski Musul sancağına, Eski Musul Sancağı ise Diyarbekir eyaletine bağlanmıştır.[50]

II. Musul eyaleti (1586-1639)

1. İdârî Durumu

Musul, 1517-1586 yılları arasında sancak statüsünde idare edilmiş, 1586 tarihinde ise eyalete tahvil edilmiştir. Zira, 1586 tarihli mühimme kayıtlarında “Kızılbaş üzerine Bağdad Beylerbeyisi Süleyman Serdar tayin edilmiş olmağla, Şehrizul Beylerbeyisi aşiretleri, Musul Beylerbeyisi… kuvvetleriyle serdar emrine verilmiş olmağla.” ifadesi ile “Bağdad Beylerbeyisi Süleyman Kızılbaş üzerine serdar tayin edilmiş olmağla, kendi kuvvetleriyle ve hemen iltihak etmesine dair Musul Beylerbeyisi Ahmed’e hüküm”, şeklinde geçen ifadelere bakılırsa, 1586 (994) tarihinde Musul’un eyalet olduğu hükmüne varmamız gerekmektedir.[51]

Musul’un 1586 yılında, sancaktan eyalete dönüştürüldüğünü gösteren bir diğer kaynağımız da Kepeci, 262 no’da kayıtlı Atama Defteri’dir. Bu deftere göre Musul, eyalet olmadan önce Bağdat’ın bir sancağıdır. Ancak, Bağdat eyaleti sancakları listesinde kaydedilmişken, müstakil eyalete dönüştürüldüğü şerhi düşülmüştür.[52] Aynı defterin diğer kısımlarında Musul “Eyalet-i Musul” başlığı altında kaydedilmiştir. Eyaletin beylerbeyliğine ise Canpuladoğlu Hüseyin Bey getirilmiştir (30 Ağustos 1587/26 Ramazan 995).[53] Defterdeki bir şerhde, Canpulatoğlu Hüseyin Bey’den önceki beylerbeyi’nin Melek Ahmed olduğunun[54] tasrih edilmesi, aynı bilginin Tarih-i Selânikî’de mevcut olması[55] ve bu bilgilerin 1586 tarihli Mühimme kaydı ile örtüşmesi,[56] Musul Sancağı’nın 1586 yılında eyalete dönüştürülmüş olduğunu açıkça beyan etmektedir.

Osmanlı idarî düzeninin en üst birimi olan eyaletler bir nevi sancak konfederasyonudur. Sancaklar da alt birim olarak nahiyelerden müteşekkildir. Musul, 1586’da eyalete dönüştürüldükten sonra acaba kaç sancağı ve bu sancaklara bağlı kaç nahiyesi mevcuttu? Her nahiyeyi oluşturan köylerin sayısı ne idi?

Elimizdeki kaynak ve belgelerden bu soruların tamamına cevap bulamıyoruz. Daha doğrusu, Musul eyaletinin değişik tarihlerdeki sancak sayısını ve bu sancakların isimlerini tespit etmekle beraber, bahse konu sancakların kaç nahiyesinin bulunduğu ve bu nahiyelerin bünyesindeki köyleri tespit etmek, şimdilik, mümkün olmadı.

2. İdari Taksimatı

2.1. 1587 Tarihindeki İdari Taksimat

Musul eyaletinin ilk idarî taksimatını gösteren kaynağımız 1587 tarihlidir. Buna göre Musul Eyaleti şu sancaklardan müteşekkildir:[57]

1. Musul (Paşa) Sancağı

2. Erbil Sancağı

3. Nusaybin Sancağı

4. Sincar Sancağı

5. Bacvân Sancağı

6. Ağca Kal’a Sancağı

7. Zaho Sancağı

8. Eski Musul Sancağı

Görüldüğü gibi 1587 yılında Musul eyaleti Paşa sancağı ile beraber sekiz sancaktan oluşmuştur. Aslında, Musul eyaleti sancak listesine Tikrit sancağını da ilave etmemiz gerekmektedir. Zira, 262 no’lu defterde Tikrit sancağının da Bağdat eyaletinden ayrıldığı şerhi düşülmüş olmasına rağmen[58] hangi eyalete bağlandığı belirtilmemiştir. Fakat, Nisan 1592 tarihli bir mühimme kaydından Tikrit Sancağının da Musul eyaletine bağlanmış olduğunu görmekteyiz.[59] Keza, daha sonraki sancak listelerinde de Tikrit sancağı Musul eyaletine merbuttur (bkz. harita-III).

Öte yandan 1587-1588 tarihli bir mühimme kaydında Diyarbekir Beylerbeyliğine yazılan bir hükümde şu bilgiler bulunmaktadır; “Diyarbekir Beylerbeyine hüküm; Musul Beylerbeyisi mektub gönderub, elyevm Sincar, Eski Musul, Ağca Kal’a, Nusaybin, Zaho Sancakları Musul Beylerbeyliğine ilhak olunmuşsa da mezkur sancakların icmal ve mufassal defterleri Musul’a gönderilmediği bildirilmekte, mezkur sancakların icmal ve mufassal defterlerinin bir keseye konup, üzeri mühürlenüp… gönderilmesi…”.[60]

Bu mühimme kaydında, yukarıda verdiğimiz listede mevcut olan Erbil ve Bacvân sancakları geçmemektedir. Çünkü, Erbil sancağı 1588’de Şehrizul eyaletine bağlanmış[61] ve 1590 yılına kadar bu statüsü devam etmiştir. 1590’da ise tekrar Musul eyaletine bağlanmıştır.[62] Bacvân (Bacvânlu) sancağının ise bu tarihteki idari durumu hakkında bir kayda rastlamadık. Daha sonraki yıllarda musul eyaletinin bir sancağı konumunda olduğu dikkate alınırsa, 1588 tarihli mühimme kaydında yer almamasının, icmal veya mufassal defterlerinin Musul’a gönderilmiş olmasından kaynaklandığını tahmin ediyoruz.

2.2. 1609 Tarihindeki İdari Taksimat

XVII. yüzyılın başlarında Musul eyaleti 6 sancaktan müteşekkildir. Aynî Ali Efendi’nin I. Ahmed’in veziri Murad Paşa’ya 1609 (1018-1019)’da sunduğu risalesine[63] göre Musul eyaleti şu sancaklardan oluşuyordu:[64]

1. Musul (Paşa) Sancağı

2. Bacvânlı Sancağı

3. Tikrit Sancağı

4. Eski Musul Sancağı

5. Horun (Hârun) Sancağı

6. Bâne Sancağı

1587 listesi ile 1609 listesini mukayese ettiğimiz vakit, XVII. yüzyıl başlarında Musul eyaletini oluşturan sancakların önemli bir değişikliğe tabi tutulduğu görülmektedir. Zira, 1587’de Musul eyaletine bağlı olan Erbil, Nusaybin, Sincar, Ağca Kal’a ve Zaho Sancaklarının 1609’da Musul eyaletinden ifraz edilmiş, buna mukabil 1587 listesinde bulunmayan Bâne ve Hârun (Horun) adlı iki yeni sancak eyalete dahil edilmiştir.

2.3. 1631-32 Yıllarındaki İdari Taksimat

Musul eyaletinin 1631-1632 (1041) tarihlerindeki idarî taksimatını Koçi Bey risalesinden öğrenmekteyiz.[65] Buna göre Musul eyaletini teşkil eden sancaklar aşağıdaki gibidir:

1. Musul (Paşa) Sancağı

2. Bacvânlı Sancağı

3. Tikrit Sancağı

4. Eski Musul Sancağı

5. Horun (Hârun) Sancağı

Bu listedeki sancaklar, 1609 tarihli sancaklarla aynı olup herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Bu da XVII. yüzyılın başlarından ortalarına kadar, Musul eyaletinde belli bir istikrar ve sükunetin mevcut olduğunu bize göstermektedir.

2.4. 1632-41 Yıllarını Muhtevi İdari Taksimat

Musul eyaletinin idarî taksimatını gösteren bir diğer kaynağımız da Başbakanlık Osmanlı Arşivi Kâmil Kepeci Tasnifinde bulunan ve 1632-1641 tarihleri arasındaki idarî yapıyı gösteren Sancak Tevcih Defteri’dir.[66] Buna göre Musul eyaletinin idarî taksimatı şöyledir:

1. Musul (Paşa) Sancağı

2. Bâcvânlû Sancağı

3. Eski Musul Sancağı

4. Keşşâf Sancağı

5. Tikrit Sancağı

6. Hârun Sancağı

7. Zâho Sancağı

Bu defterlerdeki bilgiler ile Koçi Bey risalesindeki bilgileri mukayese ettiğimizde, eyalete bağlı sancaklarda bazı değişikliklerin olduğunu görmekteyiz. Zira, 266 no’lu Sancak Tevcih Defteri’ndeki kayıtlara göre Musul eyaletine Keşşâf ve Zâho sancakları dahil edilmiş, Koçi Bey risalesinde yer alan Bâne sancağı ise eyaletten ayrılmıştır.

2.5. 1648 Tarihindeki İdari Taksimat

Cihânnümâ adlı eserini 1648 (1058)’de yazan[67] Kâtib Çelebi, Musul eyaletinin 6 sancaktan müteşekkil olduğunu yazar.[68] Buna göre Musul eyaleti sancakları şunlardır:

1. Musul (Paşa) Sancağı

2. Eski Musul Sancağı

3. Bâcvânlu Sancağı

4. Tikrit Sancağı

5. Kara Dasni Sancağı

Kâtib Çelebi’nin verdiği sancak listesi ile 266 no’lu Sancak Tevcih Defterindeki listeyi mukayese ettiğimiz vakit, Keşşaf ve Zaho sancaklarının Musul eyaletinden ifraz edildiğini ve Kara Dasni adiyle yeni bir sancak teşkil edildiğini görmekteyiz. Aslında, Kara Dasni Sancağı, Dasni taifesini (aşiretini) ifade için kullanılan bir tâbirdir. Sancak tâbiri başlangıçta belli bir coğrafî bölgeyi ifade etmiyordu. Ancak, XVI. yüzyıldan itibaren belli bir coğrafî ve idarî bölgeyi ifade eder bir mana kazanmıştır. Bununla birlikte, XVI. yüzyılda da Liva-i Müsellem, Liva-i Piyade, Liva-i Çingane ve Liva-i Voynuğan gibi belirli zümreleri ifade için kullanılmaya devam etmiştir.[69] Burada dikkate değer husus, XVII. yüzyılın ortalarında bile sancak tâbiri’nin halen belli zümreleri ifade etmek için kullanılmaya devam etmiş olmasıdır.

2.6. 1653 Tarihindeki İdari Taksimat

1653 tarihinde Musul eyaletinin idarî taksimatını gösteren kaynağımız ise Sofyalı Ali Çavuş kanunnâmesidir.[70] Bu kanunnâmeye göre Musul eyaleti şu 5 sancaktan müteşekkildir:

  • Musul (Paşa) Sancağı
  • Kerkük Sancağı
  • Tikrit Sancağı
  • Bâcvânlık (Bâcvânlû)
  • Huden (Hârun)-Bâne

Bu sancaklar ile Kâtib Çelebi’nin verdiği listedeki sancaklar mukayese edildiği zaman, XVII. yüzyılın ortalarında Musul eyaletini oluşturan sancakların pek değişmediği görülür. Ancak, 1648 listesinde yer alan Kara Dasni sancağı 1653 listesinde yer almamakta, buna mukabil 1653’te Kerkük, yeni bir sancak olarak Musul eyaletine dahil edilmiştir.

Yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız Musul eyaletinin 1586-1653 tarihleri arasındaki idarî taksimatında sancak sayısı 5 ile 8 arasında değişmiştir. İlk idarî taksimatta (1587) yer alan Erbil, Nusaybin, Sincar ve Ağca Kal’a sancakları, daha sonraki taksimatların hiçbirinde bulunmamaktadır. Zâho sancağı sadece 1587 ve 1631-1632 idarî taksimatlarında mevcuttur. Keşşâf sancağı ise yalnızca 1632-1641 tarihleri arasındaki taksimatı gösteren listede yer almaktadır. Nihayet, 1653 idarî taksimatında Kerkük sancağının da bulunması, Musul eyaletinin XVII. yüzyılın ikinci yarısından sonra İran sınırına doğru genişletildiğini göstermektedir.

Öyle görünüyor ki, 1578-1590 yılları arasında vuku bulan Osmanlı-İran harpleri, bu bölgede bulunan eyaletlerin idarî taksimatlarının belirlenmesinde etkili olmuştur. Nitekim, 1587 tarihinde Musul eyaletine merbut 4 sancağın, 1609-1653 yılları arasındaki taksimatları gösteren listelerin hiçbirinde yer almaması, ayrıca 1609, 1631-32, 1632-1641 ve 1653 tarihlerinde Musul eyaletine bağlı sancakların pek fazla değişmemiş olması da bu fikrimizi teyit eder mahiyettedir. Bahse konu tarihler arasındaki Osmanlı-İran harpleri serhadlerdeki eyaletlerin idarî taksimatlarında daha büyük değişimlere yol açmıştır. Mesela, Van eyaletine bağlı sancak sayısı 1558-1585 yılları arasında 13 ile 32 arasında değişmişken, 1609-1653 tarihleri arasında ise 14 ile 18 arasında değişmiştir.[71] Bu da İran’la yapılan harplerin durulması ile bölgede bulunan eyaletlerin idarî taksimatlarının da belli bir istikrara kavuştuğunu göstermektedir.

Nihayet, Van-Basra serhaddinde bulunan aşiret reisi ümeranın daimi rekabetleri ve kararsızlıkları (bazen Osmanlı’yı bazen İran’ı metbu tanımaları) da[72] bölgedeki idarî taksimatın değişmesinde rol oynamıştır denilebilir.

Sonuç

Musul şehrinin kuruluş tarihi M.Ö. 1080’li yıllara dayanmaktadır. Musul ve çevresi tarihi süreç içerisinde birçok devletin hakimiyetinde bulunmuş, 11. yüzyılın ikinci yarısından sonra da Türklerin nüfuzuna geçmiştir. Musul ve çevresindeki Türk hakimiyeti yaklaşık 900 yıl sürmüştür.

Şehrin üzerine kurulduğu alan 2916 km2’lik bir yüzeyi kaplamakta olup, etrafı boydan boya surlarla çevrilmiştir. Bu surların kapladığı alan ise 10000 metre civarındadır.

XVI. yüzyılda şehrin mahalle sayısı 20 ile 27 arasında değişmektedir. Bu mahallelerde yaşayan nüfus miktarı ise 1523’te 15160 kişi, 1540’ta 17013 kişi, 1558’de 19678 kişi ve 1575 tarihinde ise 22403 kişidir. Bu nüfusun %70’i Müslim, %30’u ise gayrimüslimdir.

İdari bakımdan 1517-1586 yılları arasındaki 69 yıllık dönemde sancak statüsündedir. Bunun 17 yılı Diyarbekir eyaletine, 47 yılı Bağdat eyaletine ve 5 yılı Şehrizul eyaletine bağlı olarak sürdürülmüştür.

1523 tarihinde sancağa bağlı 2 Nahiye, 108 köy ve 95 mezra mevcuttur. 1540’ta nahiye sayısı 4, köy sayısı 133 ve mezra sayısı 198’dir.

Sancağın 1558 yılındaki nahiye sayısı 4, köy sayısı 146, mezra sayısı 348 iken; bu rakamlar 1575 tarihinde 4 nahiye, 132 köy ve 352 mezra şeklindedir.

1520-1586 arasında görev yapmış olan 30 sancakbeyi tesbit edilmiştir. Bunlar genellikle bölgeyi iyi tanıyan kimselerdir. Görev süreleri ortalama 2 yıldır. Ücret tutarları ise, atanan kişinin kıdem ve istihkak durumuna göre 200000 akça ile 561664 akça arasında değişmektedir.

Musul 1586-1653 döneminde eyalet statüsündedir. Bu devrede eyalete bağlı sancak sayısı 5 ile 8 arasında değişmektedir. Bu sancakların nahiye, köy ve mezraa sayılarını tesbit etme imkanımız olmadı.

1586-1653 tarihleri arasındaki 67 yıllık sürede Beylerbeyi olarak görev yapan 51 kişinin ismini tesbit ettik. Bunlar da genellikle bölgeyi iyi tanıyan kişilerdir. Ancak, görev süreleri sancakbeylerine oranla daha kısa olup, ortalama 1 yıl 2 aydır. Bu durum, herhangi bir beylerbeyinin bu yörede fazla kök salmasını, bölgenin siyasi ve ekonomik güçleriyle özdeşleşmesini önlemek düşüncesinden kaynaklanmış olmalıdır.

Musul beylerbeylerine tevcih edilen gelir tutarı ise 449450 akça ile 713452 akça arasında değişmektedir.

Musul’un eyalet statüsü ile yönetilmesi-1850/1878 yılları arasında mutasarrıflık olarak Bağdat’a bağlı olması hariç tutulursa-1918’de Osmanlı hakimiyetinden çıkışına kadar devam etmiştir.

Yrd. Doç. Dr. Ahmet GÜNDÜZ

Mustafa Kemal Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 579-588

ARAŞTIRMA DOSYASI : Internal NSA Newsletter Exposes How ALL NSA Employees Should Observe Ramadan


Background

On June 26, 2014, I read the following by Hendrick Simoes of Stars & Stripes Magazine:

“U.S. personnel accustomed to drinking their coffee on the drive to work will have to put that habit on hold for about a month. It’s one of a few lifestyle changes Americans will have to make during the holy month of Ramadan.” (Click above link for full article)

I was intrigued by this, and how government agencies may react to this holiday, and if they were instructed to do anything different. After nearly two years, I finally received a response to my FOIA request to the National Security Agency (NSA) and their observance of Ramadan.

The documents obtained were of a June 19, 2015, internal NSA Newsletter entitled, “The Daily Enterprise.” The headline reads, “Reflecting on Ramadan” and outlined instructions for how all NSA employees were to respect and observe Ramadan.

Simply put by this NSA newsletter:

“Ramadan is the ninth month of the Islamic year– the month in which the Quran, Islam’s holy book, was revealed by God.

During this time, Muslim people around the world fast from sunrise to sunset for the entire month. This requires that they abstain from drinking, eating and intimacy during those hours each day. Since fasting is one of the five Pillars of Islam, Muslims around the world take the month of Ramadan very seriously. For Muslims, fasting is the required way of worshiping prescribed in the Quran.

Before we take a more detailed look at how Ramadan is observed, let’s first take note of some of the ways that Ramadan
will manifest itself here at NSA.”

Here are some excerpts of the newsletter, as sent to all NSA personnel:

  • To start, throughout the month of Ramadan, please be mindfu I that the person working right next to you could be observing Ramadan. As an Equal Opportunity Employer, NSAI CSS has a significant number of Muslim employees.
  • Because they will be fasting from both food and beverages during daylight hours , most Muslims will be thirsty, hungry, and sleep-deprived at some point during this strenuous month. As a result, managers may see some behavioral changes and an increase in time-off requests throughout th is timeframe. The majority of Muslims will ask for time off during the last 10 days of Ramadan and the first 3 days of the following month (the Eid ai-Fitr celebration). While everyone working at NSA is professional and adheres to high standards, if a Muslim employee seems to have a little less patience or endurance during the month of Ramadan, this may be a temporary effect of the daily fasting.
  • Everyone knows it is summer, which means that most offices will be planning their annual picnic/ morale-building activity (MBA) during this time. To be inclusive and to ensure maximum employee participation– since most Muslims wi ll be fasting during this month — please refrain from planning these types of MBA events during Ramadan.

To see more of this newsletter, it is published below.

Declassified Documents

pdf.gifDownload the .pdf [4 Pages, 0.6MB]

IŞİD ÖRGÜTÜ DOSYASI : Musul’u IŞİD’ten Kurtarma Operasyonu


KAYNAK : Stratejik Düşünce Enstitüsü

2014 yılının Haziran ayında IŞİD’in kontrolüne geçen ve yaklaşık iki yıldır IŞİD’in elinde olan Irak’ın ikinci büyük kenti olan Musul’u kurtarmak için nihayet beklenen operasyonun başladığı haberi Mart 2016’da geldi. Musul’u IŞİD’ten kurtarmak için uzun süredir hazırlıkların yapıldığı ve 2015 yaz aylarında söz konusu kurtarma operasyonunun başlayacağı zaman zaman gündemi meşgul etti. Fakat Mart 2016 tarihine kadar değişik nedenlerden dolayı operasyonun ertelendiğine şahit olundu. Hem Suriye’de yaşananlar ve buna bağlı bölgedeki bazı gelişmelerin etkisi ve Irak içindeki önemli gruplar arasındaki siyasi yaklaşım farklılıkları operasyonun gecikmesinin nedenlerinden sayılabilir.

Irak ordusundan yapılan açıklamaya göre yaklaşık olarak iki milyon kişinin yaşadığı Musul’u kurtarma operasyonuna “Fetih” adı verildiği görülmektedir. Uzun süre Musul’u IŞİD’in elinden geri almak için yürütülecek operasyonda kimlerin ne oranda yer alacağı tartışıldı. Fakat operasyonun başlaması operasyonun içinde kimlerin olacağını da ortaya çıkarmış oldu. IŞİD karşıtı koalisyonun hava desteğinin yanında Irak ordusu ve peşmerge güçlerinin Musul’u kurtarma operasyonunda ana aktörler olacağı görüldü. Yerel kaynaklara göre, operasyona ABD öncülüğündeki güçler hava desteği sağlamaktadırlar. Irak ordusu ve peşmerge ise Musul’un etrafındaki belli bölgelerde IŞİD’e karşı operasyonlarına devam etmektedirler. Fakat zorlu ve karmaşık bir operasyonun ne kadar süreceğinin kestirilmesinin zor olduğu dillendirilmektedir. Operasyonun başlamasıyla IŞİD’in bazı yerleri terk etmek zorunda olduğu ve bazı yerlerin IŞİD’ten kurtarıldığı haberleri geldi. Her ne kadar operasyonda bazı köylerin alındığı haberleri gelse de sahada ilerlemenin önünde ciddi engellerin olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim birkaç köyün IŞİD’ten alınmasından sonra hava şartları ileri sürülerek operasyona ara verildiği haberleri gelmeye başladı. Hiçbir direnç göstermeden tüm askeri mühimmatı bırakarak ve arkasına bakmadan Musul’u IŞİD’e terk eden Irak merkezi kuvvetlerinin Musul’u IŞİD’ten geri almak için ne derece mücadele edeceğini zaman gösterecektir. Operasyon başlayalı yaklaşık üç hafta oldu ve bu geçen süre içinde ancak üç köy IŞİD’in elinden alınabildi. Bu durumdan da anlaşılacağı üzere Musul’u IŞİD’ten almak öyle kâğıt üzerindeki planlarda olduğu gibi kolay gözükmemektedir. Musul’u IŞİD’ten kurtarma noktasında ciddi engellerin olduğu anlaşılmaktadır.

Operasyondan Sonuç Almak İçin Olması Gerekenler

Musul’u IŞİD’ten geri almak için önemli bazı gerekliliklerin yerine getirilmesi zorunlu görünmektedir. Bunların başında ve olmazsa olmaz şart Irak’ta Sünnilere makul, kabul edilebilir bir gelecek perspektifinin sunulmasıdır. Aksi takdirde, Musul’da büyük bir yıkımla karşı karşıya kalınabilir. Musul başta olmak üzere Irak’ta Sünni nüfusun yaşadığı yerlerin hızla IŞİD’in eline geçmesinde 2005 ve 2010 seçimlerinden sonra Irak Başbakanı olan Nuri Maliki’nin Sünnilere karşı yürüttüğü dışlayıcı politikaların etkisinin olduğu bilinmektedir. Maliki politikalarından rahatsız olan Sünni grupların IŞİD’e direnmediği görüldü. Aradan geçen yaklaşık iki yılda IŞİD’in uygulamaları da Sünni halkı rahatsız etti. Fakat Sünni halkı Maliki politikaları ve IŞİD’in arasında sıkıştırmamak lazım. Aksi takdirde Irak toprakları kolay kolay istikrar ve barış yüzü görmeyecek gibi gözükmektedir. Bu yüzden, başta Musul olmak üzere Irak topraklarının IŞİD’ten temizlenebilmesi için Sünnilere onurlu çıkış sağlayacak net bir çıkış stratejisinin sunulması önem taşımaktadır. Fakat ilgili taraflardan yapılan açıklamalara bakıldığında maalesef Sünnilere makul bir gelecek perspektifinin sunulmadığı anlaşılmaktadır. Bu durum, Musul’un kurtarılması ve sonrası için kafalarda ciddi soru işaretlerinin oluşmasına neden olmaktadır. İşin daha da kötü tarafı söz konusu kaygıları giderecek ciddi bir çabanın olmadığı da görülmektedir.

İkinci olarak, Iraklı belli başlı grupların, bölgenin önemli ülkelerinin ve operasyonun bir şekilde içinde yer alan küresel güçlerin ne düşündüğü de önemlidir. Çünkü olumlu sonuç almak için söz konusu aktörler arasındaki uyum hayati derecede önem taşımaktadır. Peki, var mı böyle bir uyum? Maalesef böyle bir uyumun varlığını iddia etmek çok zor görünmektedir. İlgili her aktör Musul’un IŞİD’in elinden geri alınması konusunda hemfikir olduğu görülmekte olsa da Musul operasyonunda hangi aktörün nasıl, ne oranda görev alacağı ve operasyon sonrası neler olacağı konusunda aynı düşünceleri paylaştıklarını söylemek oldukça zordur. Bu yüzden, operasyon noktasında ilgili aktörler arasında önemli koordinasyon eksikliklerinin olabileceğini görmek zor olmasa gerek. Örneklendirecek olursak; peşmergeler Musul operasyonunda yer alsalar da Musul kent merkezine girmek istememekteler. Kürtlere ait olan Musul çevresindeki köyleri almaya öncelik vermekteler. Kuvvetle muhtemel söz konusu bölgeleri ele geçirdikten sonra kendileri açısından operasyonun bittiğini ilan etmekten çekinmeyeceklerdir. Sünniler Musul operasyonunda Haşdi Şaabi olarak adlandırılan Şii milisleri Musul operasyonunda görmek istememekteler. Onun için Irak ordusu operasyonun ana omurgasını oluşturuyor görüntüsü verilmeye çalışılmaktadır. Şunu da akılda tutmakta fayda vardır; Haşdi Şaabi gibi Şii milislerin Musul operasyonuna katılacak olmaları işi daha da çıkmaza sokacaktır. Çünkü Sünniler bu durumda tamamen devre dışı kalacaktır. Görüldüğü gibi, Musul’u IŞİD’ten kurtarmak öyle çok kolay gözükmemektedir. İlgili aktörlerin ajandaları bu kadar farklı olduğu sürece biz daha Musul’u çok konuşuyor olacağız.

PKK’nın Rol Çalma Girişimleri

Musul konusunda PKK’nın da yer almak istediği anlaşılmaktadır. Suriye’de pozisyonunu güçlendirmek için Ayn el Arap/Kobani’de siyasal strateji üreten PKK/PYD/YPG’nin Musul üzerinden de Irak’ta kazanımlar peşinde olduğu anlaşılmaktadır. Musul’un IŞİD’ten temizlenmesi operasyonunda yer almak için can attığı görülmektedir. Musul üzerinden bir alan kazanma ve meşruiyet peşinde olduğu anlaşılmaktadır. PKK çok istese de ve bazı ilgili ülkeler bunu arzu etseler de Türkiye’nin sert tepkisiyle karşılaşacaklardır. Aynı zamanda, Bölgesel Kürt Yönetimi yetkilileri ve Sünnilerinde bu işe karşı çıktığı görülmektedir. Nitekim Bölgesel Kürt Yönetimi hükümet sözcüsü Sefin Dizayi Musul’u kurtarma operasyonunda yer almak isteyen PKK hakkında “Musul Irak’ın önemli ve büyük bir kentidir. PKK dışarıdan gelmiştir. Musul’u kurtaracak güç Irak ordusu, peşmerge ve ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon güçleridir” demiştir. PKK bölgedeki karışık durumdan yararlanmaya çalışsa başta Türkiye olmak üzere ilgili bölgesel aktörlerin karşı çıkmasından dolayı Musul operasyonunda rol çalmasına müsaade edilmeyecektir.

Sonuç

Öyle anlaşılıyor ki, Musul ve bölgeyle ilgili aktörlerin çokluğu ve bu söz konusu aktörlerin Musul, Irak ve bölge için farklı planlarının olmasından dolayı Musul konusu çok kolay çözülemeyecektir. Musul sadece Musul anlamına gelmemektedir. Musul, başta Irak ve Suriye olmak üzere bölgeyi ilgilendirmektedir. Musul ve bölge konusunda net bir gelecek perspektifi sunulmadığı sürece gelecek için iyimser olmak maalesef zor gözükmektedir.

TARİH : MUSUL VE KERKÜK MİSAK-İ MİLLİ SINIRLARINDAYDI


Misakı_Milli.pdf

MUSUL VE KERKÜK MİSAK.pdf

IRAK DOSYASI : Dikkat ! Musul’da Büyük Savaş Geliyor…


Musul üzerinde yeni oyun!

BÜYÜK SAVAŞ KAPIDA

Şu sıralarda Musul bölgesine büyük bir askeri yığınak yapılıyor…

Irka merkezi hükümetinin askerleri geliyor, Barzani peşmergeleri geliyor, ABD özel kuvvetleri orada ve NesturiAsuri-Keldani-Yezidilerden oluşan güçler de oraya yığılıyor…

Ve PKK terör örgütünün militanları orada, YPG/PYD orada…

Bu büyük savaşın sözde amacı, Musul’u IŞİD terör örgütününden kurtarmak şeklinde söyleniyor ancak bu doğru değil!

Musul üzerinde yeni bir oyun oynanıyor ve bu oyunu görebilmek için Musul tarihine bakmak gerekiyor…

Yıl 1924…

Nesturiler, Türkiye Cumhuriyeti’ne isyan ettiler.

İsyan bölgesi Hakkari idi…

İsyanın sonuçlarına bakmadan önce, şimdi biraz geriye gidelim…

1918’de Doğu’dan kaçarak Irak kuzeyine geçen Nesturiler, İngilizler tarafından Bağdat’ın kuzeyinde Baquba kampına yerleştirildiler. 10.000 kadar Ermeni Van’dan, 30.000 kadar Nesturi de Urumiye bölgesinden getirilmişti. Birlikte aynı kampta kalıyorlardı. Sayıları yaklaşık 40.000 idi.

Musul ve bölgesi fiilen İngiliz işgali altında olduğundan, o tarihlerde İngilizler Ermeni-Nesturi kartını hiç kullanmamıştı. Bölgeyi Şeyh Mahmud Berzenci eliyle idare ettiklerinden dolayı, İngilizlerin bu süreçte oynayabileceği bir Kürt kartı da yoktu. İngilizlerin asıl hedefi Musul’u korumaktı; Nesturi-Ermeni-Keldani gibi unsurlardan istifade ile Musul bölgesini Türk askerine karşı korumak.

Nesturilerin amacı ise hem Kuzey Irak coğrafyasında hem de eski yerleşim yerleri olan Hakkari’de yeni bir devlet kurmaktı. Bu niyetleri İngiliz Sir A. Wilson tarafından şöyle dile getirilmişti;

‘Türklerin elinden eski topraklarını geri alabilmek için, Nesturiler savaşa hazırdırlar’.

1919’da geliştirilen İngiliz planlarına Ermeni ve Nesturilerle birlikte bu kez Kürtler de dahil edildiler. Bu plan, ‘Rus hakimiyet bölgesi ile İngiliz hakimiyet bölgesi arasında tampon bir devlet oluşturmak’ düşüncesine dayanıyordu. İngilizlerin Kafkaslarla Musul arasına bir Ermeni ve bir Kürt devletinin kurmak, Kürtleri de ‘Kuzey-Güney’ şeklinde ikiye ayırıp araya bir Nesturi devletinin koymak şeklinde bir tasarıları vardı. İngilizler nasıl ki Yahudilere bir İsrail devleti söz vermiş ve bu söze bağlı olarak Arjantin, Uganda gibi ülkelerde bir yer arayışına girmiş ise, Nesturilere de söz vermişler, onlar için de bir ‘yurt’ arayışı başlatmışlardı. Önce Nesturilerin çıkış yerleri dikkate alınarak İran’ın Urumiye bölgesinde ‘bir Asur devleti’ düşünüldü. Ama Kürt-Nesturi çatışmasından endişe duyularak bundan vazgeçildi. Ardından, Nesturilere Kanada’da bir toprak verip, orada bir Nesturi devleti kurulması teklif edildi. Bu uygundu ama son çare olarak düşünülmeli, denilerek yine vazgeçildi. Irak’ta, Duhok’un bir kasabası olan İmadiye’de ayrı bir devlet fikri ortaya atıldı. Bunu gerçekleştirebilmek için Kürtlerin oradan çıkartılması gerekecekti, çatışma riski çoktu, bu yüzden bu da uygun görülmedi. Sonuçta, Nesturilerin eski yerlerine dönmelerine karar verildi yani Hakkari ve Urumiye bölgesine.

Nesturiler, Osmanlı yönetiminde yaşadıkları dönemde hem İngiliz hem Ruslarla işbirliği yaparak Osmanlı’ya karşı savaşmışlardı, sonra ayrılarak Osmanlı’ya karşı cephe açmışlardı ve şimdi de o topraklara geri dönmek istiyorlardı…

1919’da Nesturiler de tıpkı Şerif Paşa ve Ermeni Bogos Paşa gibi, Paris Barış Konferansı’na müdahil olarak katıldılar. Urumiye’de Kilise Misyonerlik Kuruluşu tarafından eğitilmiş bir din adamı olan Abraham Yohannan, Nasturi-Keldani ve Süryanilerin temsilcisi sıfatıyla oradaydı. Yanında Urumiye’den gelen Nesturi temsilcileri de vardı.

Hepsinin ortak hedefi şuydu; şimdilik otonom, fakat daha sonra bağımsız olacak bir Asur-Keldani devletinin kurulması.

Bu devletin sınırları dahi çizilmişti; ‘Musul, Urumiye, Diyarbakır, Urfa dahil, batıda Fırat, kuzeyde Van Gölünün güneyindeki dağlar(Başkale-Gürpınar-Çatak’ı tarif ediyor), doğuda Türkiye-İran sınırındaki dağlar(Dalamper-Zagros dağlarını yani üçlü sınırı tarif ediyor), güneyde Dicle ve Fırat’ı kesen hat içinde kalan topraklar’.

Bu tanıma bakıldığında, bugünkü PKK terör örgütünün siyasi hedefinde olan Türkiye topraklarıyla birebir örtüştüğü dikkati çekiyor.

1920’ye gelindiğinde, İngilizlerin Nesturilere teklifi şu oldu; Musul-Akra istikametinden Hakkari’ye ulaşmak, burada Hakkarili ve Urumiyeli Nesturilerden bir Asur Milleti oluşturmak ve bu milleti, Amerika ve Tebriz’de yaşayan Nesturilerle desteklemek yani Hakkari’de bir Asur Devleti kurmak…

Fikir güzeldi, hemen işe koyuldular. Ağa Petros liderliğinde yaklaşık 4.000 kişilik bir Nesturi silahlı kuvveti kurdular. İngilizler de yol göstermek için, bu kuvvete birkaç subay görevlendirdiler. Akra istikametinden Hakkari’ye doğru yola çıktılar.

Ama Akra’da hiç beklenmedikleri bir durumla karşılaştılar; Zibari ve Surçi Kürt aşiretleri bu Nesturilere karşı şiddetli bir direniş göstermişti. Nesturiler ağır bir kayıpla gerisin geriye Musul’a dönmek zorunda kaldılar. Ama bu arada bu Asur devleti projesine bel bağlamış olan Hakkari Nesturileri çevredeki Kürt köylerine girmiş, yakıp yıkmış, yağmalamıştı; bu önlenemedi.

Yine 1920’de, San Remo Konferansı’nda konu üzerinde görüşmeler başlatıldı ve bölgedeki Hıristiyan ve Kürt unsurlar yeniden ele alındı. Lord Curzon, İngiltere’nin görüşlerini şöyle açıklıyordu;

‘Bağımsız bir Kürdistan kurulduğunda Hıristiyan nüfus da göz önüne alınmalı, bu insanların sayıları 100.000 civarındadır. Yeniden eski yerlerine yerleştirilmeli. Türkler tarafından yerlerinden edilen bu insanlar şu anda Baquba’da İngiliz denetimindedir. Yeniden yerleştirilmeleri imzalanacak antlaşmada(Sevr’i kastediyor) da yer almalıdır.

Türk-İran sınırında yeni bir düzenleme yapılabilir. Bu insanların kötü kaderleri Ermenilere benziyor. Bunlar adına sorumluluk almaktan çekinmemeli… Keldanilerin ve Asurilerin korunmaları güvencededir’. Lord Curzon’un bu görüşleri, önceden bilinen İngiliz siyasetinin bir sonucuydu; Doğu Anadolu’da bir Ermeni-Kürt devleti, Kürt devleti iki parçalı ve parçalar arasında ayrı bir Nesturi devleti…

İşte 1918-1924 arasında Musul ve Türkiye üzerindeki İngiliz projesi buydu…

1924’te, başta söylediğimiz gibi Nesturiler Hakkari’de isyan çıkardılar, isyan bastırıldı, Nesturiler Irak’a kaçtı ama Musul, Milletler Cemiyeti eliyle İngilizlere bırakıldı(Kesin karar 1925 Şeyh Said isyanı sonra verilecektir)…

Şimdi, 2014 yılında IŞİD(Irak-Şam İslam Devleti terör örgütü)’in varlığı ve eylemlerine bakıldığında, referandumla kaderini tayin etmesi gereken Musul ve Kerkük’ün, İngiliz-ABD-İsrail oyunlarıyla bir oldu-bittiye getirilmek istendiği de görülebilir yani asıl hedef yine Musul ve Kerkük’tür, IŞİD ise bunun bir aracıdır.

Yakında Musul’a büyük bir askeri harekat yapılacak ve büyük bir savaş çıkacak…

Musul üzerinde şimdi ne oyun oynanacağını görmek için, işte bu anlatılan tarihi geçmişe iyi bakmalı ve bu ışığın altında Musul bölgesinde nasıl bir devlet yapısının oluşturulmak istendiği tarihin bu penceresinden iyi görülmeli…

Türkiye buna karşı yeni siyaset ortaya koymalıdır.

BİLGETÜRK

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.