Etiket arşivi: SORUN

TARİH : Uluslararası Bir Sınır Sorunu Olarak Şattü’l-Arap Nehri


Uluslararas Bir Snr Sorunu Olarak att’l-Arap Nehri.pdf

TARİH /// Ortadoğu’da Bir İstikrarsızlık Unsuru : Şattü’l-Arap Sorunu


DÖKÜMANI İNDİRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN.

TARİH : Dünden Bugüne Şattü’l-Arap Sorunu


Dnden Bugne att’l-Arap Sorunu.pdf

AMERİKA DOSYASI : “Çırak” Trump’ın Geçiş Dönemi Sorunları ve Türkiye Olarak ABD Sisteminden Öğrenebileceklerimiz


"Çırak" Trump’ın Geçiş Dönemi Sorunları ve Türkiye Olarak ABD Sisteminden Öğrenebileceklerimiz

KAYNAK : http://soyledik.com/tr/makale/3173/cirak-trumpin-gecis-donemi-sorunlari-ve-turkiye-olarak-abd-sisteminden-ogrenebileceklerimiz–sanli-bahadir-koc.html

Trump yönetimi devralmaya sadece dünya görüşü, zihniyet, bilgi, görgü ve siyaset olarak değil ekip olarak da hazır mı?

Yoksa işi acemi bir “çırak” gibi görev başında mı öğrenecek?

Ekibi hazır mı?

Trump’ın 15 bakan adayından henüz sadece 2’si Kongre’den onay alabilmiş durumda.

Yeni Başkan’ın 660 üst düzey pozisyona atama yapması gerekiyor ama bunların sadece 29’unu yapabildi.

Trump’ın zorunluluk nedeniyle Obama tarafından atanmış 50 milli güvenlikle ilgili ve diplomatik üst düzey görevlisini yerinde tutması bekleniyor.

Trump, hazırlıksızlık, amatörlük, beceriksizlik, ciddiyetsizlik, yavaş davranma ve bazı sorunlu personel tercihleri gibi nedenlerle Beyaz Saray’a “tam kadro” giremeyecek.

Bakan adaylarından birini Kongre’nin reddetmesi kimseyi şaşırtmayacak.

Amerikan halkı Washington dışından birini başkan yapmak istiyordu.

Bunun bazı iyi yönleri olabilir ama işte böyle bedelleri de var.

Daha önce devlet tecrübesi olmamış olması Trump için önemli bir handikap.

Washington dışından gelmek bir başkana belki bazı meselelere “taze bir dimağ” ile bakma şansı veriyor olabilir.

Ama işte kadro kurma, program belirleme, bürokrasiyi tanıma ve çalıştırma, değişik kurumlar arasında koordinasyonu sağlamak için tecrübe, görgü, ciddiyet, hazırlık gibi şeylerin önemi var.

Amerikan bürokrasisinde Trump’a karşı malum nedenlerle ciddi bir direnç veya en azından mesafe olabileceğini de hesaba katarsak Trump’ın işi biraz daha zor görünüyor.

Bush’tan Obama’ya geçiş iki tarafın da gayreti ve ciddiyeti nedeniyle sorunsuz gerçekleşmişti.

Obama da ne kadar çekinceleri de olsa Trump ekibine devir için ekibini özel olarak çalıştırdı.

Yüzlerce konuda kısa uzun brifing kağıtları yazıldı, yüzyüze görüşmeler yapıldı, gelebilecek telefonlar beklendi.

Ama anlaşılan Trump tarafı aynı ciddiyeti göstermemiş.

Hazırlanan kağıtların çoğunun okunduğu bile şüpheli.

Çok sayıda pozisyonun boş(alacak) olmasının pratik sonuçları olacaktır.

Kongre’de elenenler de olursa/olunca iş daha da ciddileşebilir.

Trump ekibi hala bakan adayları için gerekli hukuki hazırlıkları tam yapmamış olmakla eleştiriliyor.

Trump’ın görevi devralma sürecinden uzun süre sorumlu olan Vali Christie’nin bu görevi bırakmaış olması yaşanan aksaklıkları bir parça açıklayabilir ama esas nedenin Trump olması daha yüksek ihtimal.

Trump’ın informal, düzensiz, kuralsız, süreçsiz, twittervari yönetim tarzı gerçekten çok sorunlu.

Bu ilk dönemde hem kariyeri, hem kişiliği hem de Kongre’deki oturumlarda gösterdiği performansla puan toplayan Savunma Bakanı emekli general James Mattis öne çıkabilir.

Türkiye’nin de ABD’deki devri-teslim sürecinden yakından çalışarak öğreneceği şeyler olabilir.

Hele Başkanlık sistemine geçilecekse bu neredeyse şart.

Belki bu süreci düzenleyen bir yasa çıkarmak, adayların daha adaylık sürecinde Başkanlık’a hazır olmaları için gereken hazırlıkları yapmalarını (olabildiğince) sağlamak için düzenlemeler yapmak gerek.

Başkanlık meselesinin nasıl sonuçlanacağını söylemek için hala erken ama olursa görevi devraldığı ilk günden hazır olmalı görevi devralacak Başkanlar ve ekipleri.

Yeni başkanlar mevcut politikalar, devlet içi örgütlenmeler/süreçler ve sırlar hakkında sağlıklı, hızlı ve eksisksiz bilgilendirilmiş olmalı.

Değişiklikler kabul edilirse Başkanlık makamı o kadar ciddi yetkilerle donanmış olacak ki “işi görev başında staj yaparak öğrenme” , zaman kaybetme ve hata yapma lüksümüz olmayabilir.

“Başkan olacak adamlar” göreve gelmeden aylar önce ekibini önemli ölçüde kurmuş, seçildiğinde neyle karşılacağı ve ne yapacağı hakkında kafasında ciddi bir resim oluşmuş olmalı.

“Ya bir seçilelim düşünürüz o zaman” denebilecek bir şey değil bu.

“Devlette devamlılık,” “devlet ciddiyeti,” “2500 yıllık devlet geleneğimiz” gibi tumturaklı ifadeleri kullanmayı çok seviyoruz ama bunların içini dolduracak prensipler, kurallar, normlar, alışkanlıkları edinme ve geliştirme konusunda o kadar da başarılı değiliz.

Türkiye’nin Başkanlık sistemine “hem de böyle” geçmesiyle ilgili başka yerlerde bir çok kez ifade ettiğimiz çekince ve itirazlarımız devam ediyor.

Ama olur da bu sisteme geçeceksek o zaman onu da “adam gibi” yapmalıyız.

ABD sistemi kusursuz değil ve sık sık standart altı liderler, suboptimal politikalar ve ciddi başarısızlıklar üretebiliyor.

Ama yine de titiz şekilde etüd ederek ondan öğrenebileceğimiz, esinlenebileceğimiz ve belki de taklit edebileceğimiz çok yönü var.

İSTİHBARAT DOSYASI : TÜRKİYE’DE İSTİHBARAT MEKANİZMALARININ KOORDİNASYON SORUNU


TRKYE’DE STHBARAT MEKANZMALARININ KOORDNASYON SORUNU.pdf

PKK ÖRGÜTÜ DOSYASI /// Kaan Turhan : Sorun : Narko-terör Örgütü PKK ve Aşiretler


131633507337744483.jpg

Kan davası, çocuk gelinler, Kürt sorunu, PKK, terör, ekonomi, bölgelerarası dengesizlik, Güneydoğu Anadolu Projesi, Güneydoğu’ya yatırım… vb. Türkiye’de hemen her gün duyduğumuz, okuduğumuz ‘sorun’lardan! Sorunlaştırılmış, temel olarak da feodalitenin belirlediği bu ‘sorun’lar: algılamadaki coğrafyayı da sorunlaştırmaktadır.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu coğrafyasının, folklorik özelliklerinin farklılığı dışında, bir farklılık varsa: o da aşiret düzeninin, ağalığın, şeyhlik ve seyitlik kurumlarının sürüyor olmasıdır. Yukarıda andığımız: ‘bölgenin sorunları bunlardır’ diye, bize belletilen, yanlışı doğru göstermeye çalışanlar: feodalizmden beslenen otoritelerin dilidir. Andığımız ve dayatılan, bu ‘sorun’lar: feodalizmin sonuçlarıdır. Dolayısıyla, sorun: feodal bataklıktır!

Aşiretlerin egemen olduğu AKP iktidarı, dördüncü yılını doldurmamıştı ki, TBMM Töre ve Namus Cinayetlerini Araştırma Komisyonu’ndaki görüşmelerde; hem CHP, hem AKP, bölge feodallerinin haklılığı ve töre/namus cinayetleriyle, aşiret, şeyh gibi feodalizm artıklığının ilişkisi olmadığını savunabiliyordu. TBMM Töre ve Namus Cinayetlerini Araştırma Komisyonu’nun AKP’li üyeleri, özellikle Doğu ve Anadolu Bölgesi’nde “başlık parası, berdel ve beşik kertmesi”nin yasaklanmasına ilişkin önerileri kabul etmedi. CHP’li Vedat Melik de, AKP’li üyelere destek verdi. TBMM Töre ve Namus Cinayetlerini Araştırma Komisyonu, 3 gün süren çalışmaların ardından raporunu tamamladı. Töre cinayetlerinin nedenlerini araştırmak üzere Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde incelemelerde bulunan aşiret reisleri ve töre mağdurlarıyla bire bir görüşmeler yapan komisyon, CHP’li Canan Arıtman’ın tüm ısrarlarına karşın raporunda “feodal yapı ve aşiret düzeni’ne hiç girmedi.

CHP’li Vedat Melik’in “Töre cinayetleriyle, feodal yapının ne alakası var, böyle bir tetikleme söz konusu değil” sözlerine destek veren AKP’liler, “Bu görüşe katılıyoruz. Bizim parti politikamız da bu yöndedir.[1]” demişlerdi. Hâlbuki töre ve feodal yapı birbirinin sonucu ve birbirinin tamamlayıcısıydı. Ve tetiği feodalizm çekiyordu. “Aşiretçiliğin töre cinayetlerinde hiç sorumluluğu yokmuş gibi göstermeye çalışanlar, geri kalmışlığın eğitimsizliğin, bağnazlığın cehaleti bu tablonun da cinayetleri arttırdığını ısrarla kabul etmiyor. AKP’liler ve destekçileri, Güneydoğu’da dinin ahlakı, geleneklerin feodaliteyi, aşiretçiliğinse töreyi ayakta tuttuğu görmezden geliyor. Töre cinayetleri, cahil bırakılmış, yoksul olduğu için feodal çarka mahkûm edilmiş ve varoşlara sürüklenmiş aileler arasında yaşanıyor. Töre cinayetlerinde tetiği tek kelimeyle feodalite ve onun yarattığı düzenek çekiyor. Aşiretçiliğin töre cinayetlerinin gerekçesi olamayacağını iddia eden AKP’liler, bütün cinayetlerin niçin aşiret mensupları arasında yaşandığı sorusunu yanıtlayamıyor?

Oysa kent yaşamına entegre olan kabile üyelerinin, bireyleşmiş topluluklara dönüştüren sonra bağnaz geleneklere baş kaldırdığı, töresel yaşamdan yavaş yavaş sıyrılmaya çalıştığı çok net bilmiyor. Bu erozyon tabii ki güç kaybına uğradıkları için toplu yaşamı egemen kılmaya çalışanlara ters geliyor. Cinayetlerin çok sık görüldüğü Urfa bölgesi başta olmak üzere, Güneydoğu’da, kentlileşmiş ailelerde töre cinayetlerine hiç rastlanmadığı kasıtlı olarak görülmüyor. Doğuda özgür kadın değil, feodal zinciri kırarak özgürleşmeye çalışan kadınlar öldürülüyor.. Törede tetiği çeken mekanizmanın çok iyi analiz edilmesi halinde, savunmasız kadınların feodal saçmalıklar uğruna nasıl kör bıçaklar altına yatırıldığı da ortaya çıkıyor. Geri kalmışlığın paslı çemberinde yaşamaya zorlanan kadınlar, çağdaş yaşamın en küçük ışığını yakalamaya çalıştıklarında, saçlarından tutularak karanlık dehlizlere sürükleniyor. Bu da yetmiyor, önce aile meclisleri toplanıyor, ardından infaz belgesi ‘feodalitenin yargıtayı’ olarak tanımlanabilecek aşiret meclisine gidiyor.

Oradan her zaman ölüm kararı çıkıyor. Kadınlar bazen etnik ve dini kurumların baskısıyla intihara zorlanıyor, bazen de töre tetikçilerinin insafına terk ediliyor. Buna tabii ki AKP zihniyetinin de feyiz aldığı, inanç geleneğinden beslenen ataerkil yapı karar veriyor. Güneydoğu’da toplumun % 80′in uzaktan ya da yakından bir aşirete mensup olduğu gerçeği ortada olduğu için, töre ya da namus sorgulamalarında her kadının yazgısı aşiret ağalarının bağdaş kurduğu kanlı kilimlerde şekillendiriliyor![2]” TBMM Töre ve Namus Cinayetlerini Araştırma Komisyonu’nunda 2006 yılında böyle bir şey yaşanıyor ve aşiret yapısının, feodalizmin töre, başlık parası gibi kavramlarla ilişkilendirilemeyeceği iddia ediliyordu. Ancak 2004 yılında da Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, doğudaki “aşiret, feodal yapı ve töre üçgenine dayalı” bir rapor hazırlamış ve emsal teşkil edebilecek sonuçlara ulaşmıştır.

Kurum, “Bitlis’te yaşayan ailelerin sosyo-demografik, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel özellikleriyle toplumsal hayatta törenin gücü” konusunda gözleme dayalı raporunda; “seçimlerde oy kullanmada, aile ilişkilerinde (evlenme, kız kaçırma, aile planlaması, eğitim gibi) töre anlayışı geçerliliğini korumaktadır” denilmekteydi. Raporda, bölgedeki üretim ilişkileri, işsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik ve doğurganlık hızının yüksekliğinin büyük ölçüde aileyi etkilediğine, bu yapının da töreyi ve geleneksel anlayışı beslediğine dikkat çekilirken “yörede aşiret, feodal yapı ve töre üçgenine dayalı yapı çözülmedikçe, birçok sorun devam edecektir. Namus merkezli töre suçlarının sürekliliği kaçınılmaz olacaktır” denilmekteydi. Aşirete dayalı töre anlayışının namus olgusuna ‘töre suçu’na yol açacak kadar katı baktığını ve birçok olayın da adliyeye taşınmadan aşiret içinde çözümlendiği vurgulanmıştı[3].

Kısacası, aşiretler meşruiyetini kaybetmemişti ve konumlarını gittikçe sağlamlaştırmışlardı. Öyle ki, 3 Kasım 2002 yılında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan çokça destek alan AKP, 2007 seçimlerinde de aday listelerine aşiret bağlantılı kimseleri koymamasına karşın, aşiretlerin büyük çoğunluğu AKP’yi desteklemişti. O dönemde Van’daki aşiretlerin siyasi eğilimleri konusunda, Cumhuriyet Gazetesi’nden Yusuf Ziya Cansever’in anlatımıyla, şunlar belirgindi: Alan Aşireti: Abdurrahman Şeylan liderliğindeki aşiretin büyük bir kısmı korucu. Aşiret, bugüne kadar hiçbir sol partiye oy vermedi. 12 bin 500 seçmenin bulunduğu aşiret, DYP, ANAP, AKP eğilimli. Ezdinan Aşireti: lideri AKP İl Genel Meclis üyesi Salih Özbek. Büyük bölümü korucu olan aşiret mensupları Çatak, Gürpınar ve Van merkezde bulunuyor. 11 bin seçmen, DYP, ANAP, AKP eğilimliydi. Müksi Aşireti: lideri AKP’li Bahçesaray Belediye Başkanı Naci Orhan, Orhan’ın kızı Gülşen Orhan’ın AKP’nin listesinde 5. sırada yer alması nedeniyle 4 bin 500 seçmenin bulunduğu aşiret tercihini AKP’den yana kullanmıştı. Şemsikan Aşireti: Özdemir Yiğit’in liderliğindeki aşirette 30 bin 500 seçmen bulunuyor.

Hiçbir partide aşireti temsil eden aday bulunmaması nedeniyle kararsızların başını çekiyordu. Geçen seçimde AKP’yi destekleyen aşiret, bu seçimde partide yer bulamayınca küskünler listesinde yer almıştı. Şerefor Aşireti: Fazilet Partisi eski milletvekiliyken istifa ederek bağımsız kalan Mustafa Bayram’ın liderliğindeki aşirette 25 bin 500 seçmen bulunuyor. Başkale ve Van merkezde yaşayan aşiret mensupları, DYP, ANAP ve AKP’yi destelemişti. Burukan Aşireti: Nadir Kartal’ın liderliğindeki aşirette 30 bin seçmen bulunuyor. Geçen seçimde AKP’yi destekleyen aşiret mensuplarına bu kez partide yer verilmemesi üzerine desteklerini çekmişlerdi. Aşiretin bu seçimde ağırlıklı olarak bağımsızlara ve CHP’ye oy vermesi bekleniyor. Merzikan Aşireti: 3 bin seçmenin bulunduğu aşiretin liderliğini Eşref Bayar yapıyordu. Aşiret mensupları genellikle bağımsızlar, DYP ve AKP’den yana tercih kullanacaklardı. Kürsini Aşireti: Mustafa Kaçmaz’ın liderliğinde olan ve 22 bin 500 seçmenin bulunduğu aşiret, AKP, DYP ve MHP arasında karar vermeye çalışıyor. Oramar Aşireti: Necdet Buldan liderliğindeki aşirette 8 bin 500 seçmen bulunuyor. Bugüne kadar sağ partilere oy vermeyen aşiret, bu seçimde bağımsız adayları destekleyecekti. Gaydan Aşireti: Bitlis ve Hizan merkezli aşiretin lideri Edip Safter Gaydalı, AKP’nin küskünler listesinde yer alan Gaydalı, CHP’den aday olunca aşiret oyları da bu partiye transfer olmuştu. Pinyanişi Aşireti: Aşiret lideri Mustafa Zeydan’a AKP yer vermeyince 15 bin seçmenin bulunduğu aşiret CHP’yi destekleme kararı aldı. Hakkâri merkezli Diri ve Dostki aşiretleri sol partileri ve bağımsız adayları; Jirki DYP ve MHP’yi, Bitlis Güroymak merkezli Seyda ve Sego aşiretleri Saadet Partisi ve AKP’yi desteleyecekti.[4]”

Farklı bir yorumda da, 22 Temmuz seçimleri öncesi aşiretlerin oy eğilimleri şöyleydi: 22 Temmuz’da yapılan erken seçimlerden önce, aşiretlerin oy yönelimleri şöyle açıklanmaktaydı: “Ensarioğulları: 70′li yıllardan beri Adalet Partisi çizgisinde olan ailenin meclisteki son temsilcisi Salim Ensarioğlu oldu. Bakanlık da yapan Ensarioğlu, 2002 seçimlerinde partisi baraja takılınca meclise giremedi. Değerler: Yıllardır CHP’de politika yapan ailenin reisi Hasan Değer, uzun süre mecliste görev yaptı. Değerler, 2002′de de Mesut Değer’i meclise gönderdi. Uzun yıllar CHP il başkanlığı da yapan Değer, yine değişmez isimlerden gözüküyor. Seyhanlı Aşireti: DYP’nin ağır toplarından Necmettin Cevheri’nin de mensubu olduğu aşiret, 1991′le 1999 yılları arasında mecliste 3 milletvekiliyle temsil edildi. DYP, 2002 seçimlerinde Cevherilere listede yer vermeyince, Sabahattin Cevheri, seçimlere bağımsız girerek kazandı ve daha sonra AKP’ye geçti. Mahmut Kaplan’sa, AKP’den 8. sıra adayı olarak meclise gitti. İzollar: Türkiye’nin en büyük ve en dağınık aşiretlerinden İzolların 30 bin dolayında oyu olduğu belirtiliyor. Zülfikar İzol daha önce Refah ve Fazilet partilerinden milletvekilliği yaptı. Şimdiyse AKP milletvekili. Bucaklar: Bucak ailesi, bu seçimlerde de Demokrat Parti’nin en büyük kozu olacak. Aşiretin en önemli isimlerinden olan DYP eski milletvekillerinden Sedat Bucak, 2002 seçiminde partisinin baraja takılmasıyla milletvekili seçilememişti.[5]”

AKP’ye minnettarlığını, mensuplarının AKP listesinde yer verilmesine karşın, Tayyip Erdoğan’a ve AKP’ye biat eden İzol Aşireti, AKP çatısı altında birleşiyordu: AKP listesinde yer bulamayınca istifa ederek bağımsız adaylığını açıklayan ve “Aşiret ayakta” diyen Milletvekili Zülfikar İzol’a bazı aşiret mensupları tepki göstermişti. Cengiz İzol, şöyle demişti: “Daha önceden de zaten partimiz belli idi. Burada partiden aday adayı olan aşiretimizin üyeleri, adaylık verilmediği halde burada tek vücut nefer olarak çalışacaklar. Bizler, Başbakanımız ve partimizin lideri olan Recep Tayyip Erdoğan’ın fikirlerini benimsiyoruz ve bundan sonra da partide olacağız.” AK Parti’den aday adayı olan Emin İzol ile Serdar İzol ise, aday olmadıkları için partiden ayrılmalarının söz konusu olmadığını bildirdi. Emin İzol, “Halka hizmet için AK Parti çatısı altında çalışmamızı sürdüreceğiz, Herkes bilmelidir ki davamız vekillik davası değildir. Davamız halka hizmet davasıdır ve bu hizmet davasında sonuna kadar AK Parti’nin ve genel başkanımızın emrinde olacağız” demişti. Toplantıya katılan CHP’nin Siverek İlçe Başkanı Zülfikar İzol ise, partisinden istifa edip AK Parti’ye katıldığını açıkladı. AK Parti rozetini takan Zülfikar İzol, “Bizler İzol aşireti olarak AK Parti çatısı altında birleşme kararı aldık. Bundan sonra hepimiz siyasetimizi birlik beraberlik için AK Parti çatısı altında yapacağız.[6]” demişti.

Öte yandan, Şırnak’ta Meman Aşireti’nden ve Tayan Aşireti’nden korucu olanlar; Ergenekon tutuklamalarıyla, TSK’nın itibarsızlaştırmasını da fırsat bilerek, ‘güçlü’ olarak Güneydoğu’da daha birçok aşirete mensup, köy korucusu, batı işbirlikçiliğindeki siyasal partilere yanaşmaktaydı. Şırnak’ın Cizre ilçesinde etkin olan ve geçmişte PKK’yla mücadeleye katılan ancak Şubat 2011′de koruculuğu bırakan Meman aşiretinin BDP saflarına katılma kararı alması, AKP’nin “açılımının” meyvesiydi. BDP’yi destekleme eylemlerine Tayan aşireti lideri ve halen emekli Albay Temizöz’le tutuklu yargılanan Kamil Atak’ın kardeşi Rauf Atak’ın da katılması, “Artık biz de BDP saflarına katılıyoruz ve BDP’nin desteklediği bağımsız adayları biz de destekliyoruz.” demesi bir dönüm noktasını işaret ediyordu. Korucuların teröre karşı dağlarda birlikte çarpıştıkları komutanların Ergenekon operasyonlarıyla hapse atılmasının korucularda yalnızlık duygusu yarattığını, bunun sonucunda da güçlüye yanaşma eğiliminin ortaya çıktığı ifade edilmekteydi.[7] PKK’nın ajansı olan ANF’de yayımlanan kimi haberler de “gücü arayan koruculuk” analizlerine neden olmuştu.

ANF’de yayımlanan kimi haberler şöyleydi: “2.6.2010′da Van’ın çatak ilçesine bağlı Kaçit Köyü’nde, 40 korucu operasyona çıkmayı reddederek silah bıraktı. 15.06.2010′da Uludere’nin Bulakbaşı Köyü’nde, 120 köy korucusu, operasyonlara çıkmak istemediklerini belirterek, toplu halde Merkez Jandarma Karakolu’na başvurdu. 19.06.2010′da Hakkâri’ye bağlı Kırıkdağ Köyü’nde, operasyona gönderilmek istenen 125 köy korucusu, göreve gitmeyeceklerini belirtti. 22.07.2010′da Şırnak’ta 2 ay içinde toplam 168 korucu operasyonlara çıkmama kararı alırken, 100′ün üzerinde korucuysa silah bıraktı.” BDP Şırnak milletvekili Hasip Kaplan da, koruculuğu bırakıp BDP saflarına geçen Ulaş Köyü’nde Meman Aşireti lideri Tahir Güven’in oğlunun düğününe katılmıştı[8].

Güneydoğu’da, bölgenin devletin elinden çıktığını gösteren ve BDP/AKP’nin atlantik ötesiyle kurduğu ittifak gereği, gelecek ‘bağımsız Kürdistan’ yapısında rolüyle güçlünün yanında yer almayı tercih eden feodallerle doluydu.

Örnekler:

Hangi Yoksulluk: Düğünler, Altınlar, Dolarlar…

AKP Hakkâri Milletvekili ve Yüksekova İlçesi’ndeki ‘Pinyanişi Aşireti’nin lideri Mustafa Zeydan’ın oğlu 30 yaşındaki Caner Zeydan’la, Hakkari’li işadamı aynı aşiretten Kemal Tekin’in kızı 21 yaşındaki Dilruba Tekin, 3 gün 3 gece süren düğünle evlendi. Düğüne katılan davetliler, gelin ve damada takı ve para takmak için yarıştı. Geline 18 kilo altın, damada da 250 bin YTL takıldı. Düğün yemeği için, 30 büyük, 60 küçükbaş hayvan kesilirken, 1 ton pirinç, 1 ton salatalık, domates, 10 bin ekmekle 5 bin pet şişe su ikram edildi[9].

Şanlıurfa’nın ünlü aşiretlerinden İzol Aşireti mensubu ziraat mühendisi 27 yaşındaki Rüstem İzol’le, amcasının kızı 25 yaşındaki Ebru İzol’un düğününde dolarlar havada uçuştu[10].

Şanlıurfa’da, Türk aşiretinin reisi kapatılan DEP’in eski milletvekillerinden Ahmet Türk’ün kızı Devran’la İzol aşiretinin reisi Mehmet İzol’un oğlu Mirhan’ın görkemli düğününde havalara atılan dolarlar, valizlerle taşındı[11].

Şanlıurfa’da, Pijan aşireti mensubu 27 yaşındaki Metin Kaya’yla 25 yaşındaki Behiye Günbeyi’nin düğününde dolarlar havada uçuştu, davetliler gelin ve damada takı için sıraya girdi. Şanlıurfa’nın önde gelen aşiretlerinden Pijan aşiretinin reisi işadamı Emin Kaya’nın kardeşi Metin Kaya ve Behiye Gülbeyi’nin düğünü Dedeman Oteli’nde yapıldı. Çiftin düğününe, İzol aşireti reisi AKP Şanlıurfa Milletvekili Zülfikar İzol, Şanlıurfa Valisi Yusuf Yavaşcan, bölgedeki bazı aşiretlerin ileri gelenlerinin de aralarında bulunduğu yaklaşık bin kişi katıldı. Salonda çiftin yakınları tarafından karşılanan davetliler haremlik selamlık oturdular. Davetliler, pistte halay çeken milletvekili İzol’un başına para atmak için hareketlendi. Onlarca kişi İzol’un başına destelerle dolar attı. Cebinde dolar kalmayan vatandaşlar, yerlerden topladıkları dolarları sandığa dolduran görevlilere başvurup, YTL vererek dolar satın aldı. Orkestra görevlisi seyyar döviz bürosu gibi çalıştı.[12]”

Şanlıurfa’da Kapaklı ve Gerger aileleri önceki gece hısım oldu. İşadamı Ali Kapaklı’nın kızı Ayşe’yle Ali Rıza Gerger’in oğlu Serhat Gerger, Harran Oteli’nde düzenlenen düğünle, dünyaevine girdi. Gelinin nikah şahitliğini Vali Yusuf Yavaşcan yaptı. Urfalı geline, 130 bin YTL değerinde örme set takımı, Urfa akıtması, kordon ve hasır bileklik gibi çok özel ziynet eşyası takıldı.[13]”

Mardin’in Kızıltepe ilçesi Haco köyünde Halecan Aşireti’nin ağası olarak bilinen Mahmut Kılıçarslan’ın, Malatya İnönü Üniversitesi öğrencisi oğlu Mustafa Kılıçarslan’la İsveç’te sağlık teknikeri olan Adile Kılıçarslan’ın düğününde, yaklaşık 5 bin kişiye yemek verildi. Davetlilere verilen sac kavurma için 150 koyun kesilip, 5 bin ekmek tüketilirken düğünde geline yaklaşık 4 kilo altın takıldı.[14]”

AKP Hakkari Milletvekili ve Pinyanişi Aşiret reisi Mustafa Zeydan’ın düğününde, geline kilolarca altın, damada milyarlarca lira takı takılıyor. Aynı günlerde Hakkâri Yüksekova’nın DEHAP’lı Belediye Başkanı M. Salih Yıldız’ın oğlunun, 10 bin kişinin katıldığı, 3 gün 3 gece süren düğününde de 77 koyunun kesildiği, yine kilolarca altın takıldığı, paraların zarf içinde sandıkta istif edildiği yazıyordu[15].

Milletvekili Mustafa Bayram’ın Uyuşturucuyla, Dolandırıcılıkla Dansı!

24 Mart 2001 akşamı İstanbul Üsküdar’da bir sitedeki apartman dairesinde çok ilginç bir buluşma gerçekleşti. Van milletvekili Mustafa Bayram, kendisini demir tüccarı olarak tanıtan bir kişiye Pablo Picasso’nun ‘palyaço’, ‘çıplak kadın’ tablolarını 10 milyon dolara satmak üzere İstanbul’daydı. O akşam yapılan pazarlık sonucunda iki tablo için 3 milyon dolara el sıkışıldı ve aşağı inildi. ‘demir tüccarı’ görünümündeki kişiler İstanbul Mali Polisi’ydi. Aşağı inilir inilmez polis kimliklerini gösterip, ‘eller yukarı’ dediklerinde Mustafa Bayram’da en ufak bir telaş gözlemlenmedi. ‘siz polisseniz, ben de devletin milletvekiliyim. Dokunulmazlığım var. Bana hiçbir şey yapamazsınız’ dedi. Bu Mustafa Bayram, öyle biriydi ki; alıcı görünümündeki Malatya polisine eroin satmak isterken, 2 Temmuz günü yakalanan oğlu Hamit Bayram’ı, adamlarıyla birlikte polis merkezine baskın yaparak kaçıran Mustafa Bayram, tutuklanıp cezaevine gönderildikten sonra 30 milyar TL kefaretle serbest bırakıldı…

İran’la sınır noktaları olması nedeniyle, Afganistan’dan gelen uyuşturucunun Türkiye’ye giriş noktası olan Yüksekova ve Başkale’deyse iki aile ön plana çıkıyor. Bunlardan birincisi Başkale’deki Ertuşi aşiretlerinden olan ‘Topal Mustafa’ lakaplı Mustafa Bayram, diğeri Hakkâri’deki Cindi aşiretinden olan Tilki Selim lakaplı Selim Işık’tı. Narkotik polisindeki kayıtlara göre, lise mezunu olan Mustafa Bayram’ın uyuşturucu vukuatı, 1979 yılına kadar uzanıyordu. Bir yıl sonra, Halil Havar’ın da adının karıştığı yeni bir uyuşturucu olayında tutuklanıyor. 1987′de İstanbul’da bir daha tutuklanıyor. Serbest kaldıktan sonra yeni bir olaya adı karışıyor, bu sefer firar ediyordu.

1994′te Başkale’de yakalanan 63 kilo eroin olayında oğlu Levent Bayram tutuklanırken, o yine firar ediyordu. Bu sırada Bayram’ın imdadına 1995 milletvekili seçimleri yetişiyor. Soyadını ‘Bayrak’ olarak gösterip, ANAP’tan milletvekili adayı oluyordu. Adaylıklara itiraz süresi dolduktan sonra, Resmi Gazete’de bu kez soyadı doğru olarak yer alıyordu. Böylece milletvekili seçilerek, ‘dokunulmazlık’ zırhına bürünüyor. 1999 seçimlerinde bu sefer bağımsız milletvekili olarak yeniden meclise geliyordu. Mustafa Bayram, tıpkı Ömer Lütfi Topal, Urfi Çetinkaya ve Mehmet Ali Yaprak gibi öteki büyük uyuşturucu patronlarına benzer şekilde bugüne kadar defalarca uyuşturucudan dolayı tutuklanmasına rağmen hiç ceza almamış olmasıdır. Her defasında olayı bir yakını üstlenerek, Bayram’ın ceza alması önlenmiş. İstanbul Narkotik Polisi’nin yaptığı birçok uyuşturucu operasyonunda ‘Cumhur Yakut’ diye bir isim ön plana çıkıyor. Yakut’un isminin karıştığı uyuşturucu operasyonları ‘tonluk’ rakamları çoktan aşmış durumda. Mustafa Bayram’ın damadı Diyarbakır Liceli ve İstanbul Taksim’deki Yakut Oteli’nin sahibiydi, Cumhur Yakut. Mustafa Bayram ayrıca, “ANAP’tan milletvekili seçildikten sonra Refah Partisi’ne geçmişti.

Ardından da bu transferin karşılığında ilk seçimlerde Refah Partisi’nin yerine kurulan Fazilet Partisi’nden birinci sıra adayı olmuş ve ikinci kez milletvekili seçilmişti. Bu dönemde hakkında çıkan iddialar nedeniyle Fazilet Partisi’nden istifa ederek bağımsız kalmış, dokunulmazlık dosyası kaldırılarak hakkındaki tarihi eser kaçakçılığı, adliye basıp adam öldürmek de dahil olmak üzere pek çok suçlamadan dolayı yargılanmaya başlamıştı. Ama yargılanması hiçbir zaman tamamlanamadı. İlginç bir biçimde dosyalar kayboldu, adliye binaları yandı. Sonuçta, Bayram Van’daki varlığını sürdürdü.. AKP’nin Van Belediye Başkanı Burhan Yenigün de Mustafa Bayram’ın uzaktan akrabası, Şerefen Aşiretinin bir kolundan, aşiretin desteği doğal olarak Yenigün’e gitti. Aşiret desteğiyle alınan seçimlerden sonra AKP’nin bu sonucu, ‘etnik temelli siyaset kaybetmiştir’ diye sunması da hayli ilginçtir. Etnik ağırlık gitmiş, bölgenin bunca yıl geri kalmışlığının en temel nedeni olan aşiret bağlantılı siyaset anlayışı tekrar geri dönmüştür. Ve Van Milletvekili Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, bu ‘başarıyı’ bürokratlarla makamında verdiği bir partiyle kutlamıştır.[16]”

Dolan Aşiretinin Ölüm Oyunu!

Diyarbakır’ın Hazro ilçesinin DEHAP’lı Belediye Başkanı Hamit Ergin, Dolan ailesiyle sorunlar nedeniyle yaklaşık 4 aydır makamına, can güvenliğinin olmadığını söyleyerek, gidememişti. 21 Mart 2005 günü kendisi ve ailesinin bulunduğu kahvehanede silahlı saldırıya uğradıklarını anlatan Ergin, yaklaşık 1 saat süren çatışma sonunda; Dolan ailesinden Mehmet Karakaş’ın öldüğünü, kendisi, kardeşi Azad Ergin ve dayısının oğlu Veysi Daşkesen’in yaralandığını söyledi. Olaydan sonra ailesine ait 11 evin Dolan aşiretince yakıldığını belirtmiş ve kardeşi Azad Ergin’in tutuklanmasına karşın, korucu Dolan aşiretinden hiç kimse tutuklanmamıştı. Ergin şunları söylemişti: “Türkiye bir hukuk devleti, yasalarla yönetiliyor, kolluk kuvvetleri var. Bu devlet kendi belediye başkanını bir aşiretten koruyamayacak kadar aciz olmamalı.[17]”

[1]Emine Kaplan, Töre Komisyonu’nda Başlık Parasının Kaldırılması Kabul Edilmedi, Cumhuriyet, 11.02.2006

[2]Mehmet Faraç, AKP’nin ‘Ağa’ Korkusu, Cumhuriyet, 16.02.2006

[3]Cumhuriyet, 12.07.2004

[4]Yusuf Ziya Cansever, Aşiretler Kararsız, Cumhuriyet, 14.06.2007

[5]Aşiretler Hangi Partiyi Destekliyor?, Haber 7, 07.06.2007

[6]İzol Aşiretinde AKP Çatlağı!, Vatan Gazetesi, 13.04.2011

[7]Aydınlık, 11.05.2011

[8]Mehmet Faraç, Gücü Arayan Koruculuk!.., Aydınlık, 12.05.2011

[9]Milliyet, 22.08.2005

[10]Milliyet, 12.11.2007

[11]Radikal, 15.02.2000

[12]Vatan, 05.02.2008

[13]Güneş, 14.10.2008

[14]Cumhuriyet, 14.01.2003

[15]Sabah, 12.07.2004

[16]Birgün, 11.08.2004

[17]Gökçe Uygun, Başkan İlçesine Gidemiyor, Cumhuriyet, 28.07.2005

İLK KURŞUN

AMERİKA DOSYASI : Trump’ın İslamla Sorunlu Danışmanı


19flynn-master768.jpg?itok=Htm1Kro4

Seçilmiş başkan Donald Trump’ın ulusal güvenlikten sorumlu danışman olarak seçtiği Korgeneral Michael Flynn ile zaman geçirmiş herhangi birisi, onun, konu neredeyse takıntılı olduğu “Radikal İslami terörizm” konusuna geldiğinde ne kadar dobra olduğunu bilir.

Twitter’de, Birleşik Devletler’de İslami hukukun yayıldığını yazarak, “Müslümanlardan duyulan korku MAKUL” dedi ve İslam’ın dinden ziyade bir siyasi ideoloji olduğunu ileri sürdü. Ağustos ayında piyasaya sürülen radikal İslam ile ilgili “Field of Fight (Savaş Meydanı)” kitabını yazan Flynn, kitabında Birleşik Devletler’in “bir dünya savaşı içinde olduğunu, ancak çok az Amerikalının bu durumun farkında olduğunu” yazdı.

Emekli bir askeri yetkili ve tescilli Demokrat olan 57 yaşındaki General Flynn, Başkan Trump’ın yurt dışında bir krizle karşılaştığında dönüp danışacağı kişi olacak. Ukrayna’da yeni bir katliamda, bir Rus Birleşik Devletler’e siber saldırı düzenlediğinde ya da Haiti’yi vuran bir kasırga anında, ulusal güvenlik danışmanının, kontrolü elinde tutarak ve arabuluculuk yaparak, başkana, Birleşik Devletler’in bu tür durumlara nasıl cevap vermesi gerektiği konusunda ölçülü ve önyargısız bir yol gösterici olması bekleniyor.

Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi İstihbarat Daimi Seçilmiş Komitesi’nin Demokratlar adına en tepedeki ismi olan Californiya temsilcisi Adam Schiff, “ Son birkaç yıldır, bu beklenen vasıfların General Flynn’de çok kolayca bulunamayacağını” söyledi.

General Flynn, bir zamanlar kendi jenerasyonunun en saygı duyulan askeri yetkilileri arasında sayılıyordu. Askeriyeye 33 yılını vermiş olan Flynn, askeri istihbarat alanında rütbeleri birer birer atlarken, açıksözlülüğü ve alışılmadık (geleneksel olmayan) görüşleriyle tanındı.

Irak’taki Özel Harekat birliklerini denetleme amaçlı yaptığı turda ve Afganistan’da askeri istihbarat yürütme sırasında, gösterişli ünvanını daha da güçlendirmiş göründü. Her iki savaşta da, terörist ağları ortaya çıkarma konusunda oldukça iyi olduğunu kanıtladı.

Ancak General Flynn’in kariyeri, Başkan Obama tarafından 2012’de Savunma İstihbarat Örgütü’nün (DIA) başına geçeceği söylendiğinde gün yüzüne çıktı. Ulusal güvenlik direktörü James Clapper, Lynn büyümekte olan örgütün yapısını değiştirmek isterken emrindekileri tartışma içinde bırakınca ve bu durum üstlerini telaşlandırınca, görevden azledildi.

General Flynn, yönetimin İslamcı militanların geri çekilmekte olduğuna ilişkin, ve aslında doğru olan, çizgisini reddettiği gerekçesiyle görevden zorla alındığını belirtti.

Emekliliğinden bu yana yaptığı konuşmalarda ve yazılarında, General Flynn, İslam konusunda anaakımdan oldukça farklılaşıyor ve İslamcı militanların Birleşik Devletler’in varlığına yönelik bir tehlike oluşturduğu konusunda ısrar ediyor.

Müslümanlardan kormak MAKUL: lütfen bunu başkalarına da aktarın: gerçek hiçbir sorudan korkmaz … https://t.co/NLIfKFD9lU

— General Flynn (@GenFlynn) 27 Şubat , 2016 (Twitter iletisi)

General Flynn, Trump’ta kendi düşüncelerini duymaya istekli bir kişilik buldu. Trump’ın seçim kampanyasını en başından ve yüksek sesle destekledi, ve her ikisi de birbirinin düşüncelerini teşvik etti(güçlendirdi).

Flynn bir Washington elitine, düşmanın adını, “radikal İslami terörizmi” çok korkakça dile getirdiği için sert çıktı. Bazı noktalarda sınırı aşarak İslamofobiye varacak yorumlar yapmaya devam etti. Hillary Clinton’a yönelik, “onu içeri tık” şeklindeki kaba iğnelemesi, emeklilik sonrası dahi siyaset dışında kalmayı bir görev bilen birçok eski meslektaşlarının tepkisini çekti.

General Flynn seçimden bu yana birkaç basın açıklaması yaptı. Kasım ayında verdiği bir röportajda, askeriyeye katıldığı dönemki vatanseverce görev bilincine benzer şekilde Trump kampanyasına katıldığı yönündeki eleştirilere sert çıktı.

Bu iki adamın birçok ortak noktası var. İkisi de Twitter’e düşkün, ve kendilerini, başarıları elitlerin saygısını kazanamayan yabancılar olarak görüyorlar.

WikiLeaks: Bill Clinton Beyaz İşçi Sınıfının Umutsuz olduğunu söylüyor – Bu durum içinde olan birçok arkadaşım var. @realDonaldTrump için OY VERİN https://t.co/Q4pOlw54HY

— General Flynn (@GenFlynn) 7 Kasım 2016 (Twitter iletisi)

Trump için bu, Kraliçe ailesinden bir çocuğa karşı Manhattan’dan bir züppe durumu. Flynn içinse, Flynn’in mezun olduğu okul olan Rhode Island Askeri Yedek Subay Yetiştirme Programına karşı Harp Akademisi’nden üstün başarılı olma durumu.

Bir röportajda söylediğine göre, Rhode Island’den –kesinlikle alt orta sınıftan — İrlandalı Katolik bir ailenin dokuz çocuğundan birisi. Asker olan babası, emeklilik sonrası banka memurluğundan bankanın başkan yardımcılığına kadar terfi etti. Annesi 69 yaşında hukuk diploması aldı. Kardeşi Charlie ise şu anda askeriyede üst düzey bir general.

Şimdilerde partide baskın kanadı oluşturan katı Cumhuriyetçiler arasında, Flynn, Obama yönetiminin ‘ihanetine’ karşı cesur karşı duruşuyla kült bir figür olarak görülmeye başlandı.

Flynn’in olumlu görüşleri, birçokları Trump’a karşı olan Cumhuriyetçi ulusal güvenlik müesses nizam ya da yeni ve eski askeri yetkililer arasında kabul görmüyor. Onlar, Trump’ın, İslamcı militan meselesinden daha fazlasıyla karşı karşıya kalacağı Beyaz Saray’ın ihtiyacı olan dünya görüşüne ve yapıya sahip olmadığını söylüyorlar.

Çok yaman, ciddi ve kurnaz radikal İslamcılarla karşı karşıyayız. Kazandığımızda savaş mağduru olabiliriz. Eğer kaybedersek, hiçbir şeyimiz kalmaz.

— General Flynn (@GenFlynn) 16 Kasım, 2015 (Twitter iletisi)

Bu gruplar/kişiler, aynı zamanda Flynn’in, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i İslamcı militanlara savaşta müttefik olarak görmesinden ve onunla çalışma isteğine sahip olmasından çekiniyorlar. Geçtiğimiz yıl, Kremlin tarafından fonlanan ‘Russia Today’ televizyonunun düzenlediği gösterişli yemeğe katılan ve burada konuşmak için ücret alan Flynn, Putin’in yanına oturmuştu.

General Flynn’in kesin kanı oluşmasa da bazı şeyleri söyleme alışkanlığı var. (Ek A: İslami hukuk/kurallar Birleşik Devletler’de yayılıyor). Savunma İstihbarat Ajansı’nda emrinde çalışanlar, bunlara ‘Flynn gerçekleri’ diyor.

Askeriyeyi terkettikten sonra kurduğu danışmanlık şirketi, Flynn Intel Grup, için de potansiyel çıkar çatışmaları yarattığı yönünde endişeler mevcut. Şirketin Orta Doğulu ülkelerle ticari bağları var ve Türk hükümeti için lobi faaliyeti yaptığı görünüyor.

Maryland eyaletinden Demokrat Senatör Elijah Cummings, yeni seçilmiş başkan yardımcısı Mike Pence’e, General Flynn’in görünürdeki çekişmeleri hakkında daha fazla bilgi almak ve onun neden Trump’ın istihbarat brifinglerinde bulunmasına izin verdiğini sormak için mektup yazdı.

Çeviren (Tam Metin): Cemal Taşpınar

(NYT,MATTHEW ROSENBERGNOV,Ex-General and Critic of Islam to Help Guide Trump in White House, 18 Kasm 2016)

İSRAİL DOSYASI /// Sorunları da Başarıları Kadar Büyük Bir Ekonomi : İsrail


Sorunları da Başarıları Kadar Büyük Bir Ekonomi : İsrail

Yahudiler dünya nüfusunun binde ikisini oluşturuyorlar (dünyada yaklaşık 14 milyon Yahudi olduğu düşünülmekte), yani her bin kişiden sadece ikisi Yahudi. Sayıca bu kadar az olmalarına rağmen, dünya satranç şampiyonlarının %54’ü, Nobel Fizik ödülü alanların %27’si, Nobel Tıp ödülü alanların %31’i, en iyi sekiz üniversiteden oluşan (Brown, Columbia, Cornell, Dartmouth College, Harvard, Pennsylvaina, Princeton ve Yale Universitesi) Ivy Lig olarak adlandırılan üniversite öğrencilerinin %26’sı, Oscar ödülü sahibi yönetmenlerin %37’si, Pulitzer ödülü kazananların %51’i Yahudi. Bu istatistikleri çoğaltmak mümkün. Bu başarıları sıraladıktan sonra belki de bir çok kişinin aklına gelecek ilk şey, Yahudilerin dünyada önemli yerlerde bulundukları ve birbirlerini destekledikleri şeklinde olacaktır. Bazı noktalarda bu argümanın doğruluk payı olabilir ancak birilerinin desteğiyle dünya satranç şampiyonu olamazsınız, veya sadece birileri tarafından gözetilerek fizik veya tıp nobel ödülü alamazsınız. Yahudilerin başarılarını ilk önce çalışkanlıklarında aramak gerekiyor, çünkü diğer nedenler bu başarıları açıklamakta çok yetersiz kalıyor. Yahudilerin bu kadar çalışkan ve başarılı olduklarını ifade ettikten sonra insan doğal olarak bu insanların ülkesini merak ediyor.

Sıcak ve kuru bir iklime, 22.272 km2 yüz ölüçümüne, yaş ortalaması 29 olan yaklaşık 7.3 milyon nüfusa sahip bir ortadoğu ülkesi İsrail. Nüfusun %76.4’ü Yahudilerden ve yaklaşık %20’si Arap’lardan oluşuyor. İsrail’de yaşayan Yahudi nüfusun %67.1’i İsrail, %22.6’sı Avrupa/Amerika, %5.6’sı Afrika ve %4.2’si Asya doğumlu.

İsrail’in 1948’yılında kurulmuş olmasına rağmen geçen 60 yıllık süreçte ekonomik olarak çok önemli bir ilerleme kaydettiğini görüyoruz. Bugün gelişmiş ülkeler kategorisinde ve dünyanın ileri teknoloji üreten sayılı ülkeler arasında yer almakta. 2008 yılı sonunda yaklaşık 204 milyar dolar GSYH sahip İsrail’de kişi başına yıllık gelir yaklaşık 28 bin dolardır. 2009 yılında 41.8 milyar dolar ihracat, 46.9 milyar dolar ithalat gerçekleştiren Dış ticaretin ülke gruplarına bakıldığında ihracatın %33’ü ABD’ye %29’u ise AB’ye yapılmaktadır. İthalat kompozisyonunda ise %37 ile AB ilk sırada gelmekte, AB’nin ardından %21 ile Asya ve %13 ile ABD gelmektedir. İsrail, tablodan da görüleceği üzere küresel krizden ticaret kanalı ile önemli ölçüde etkilenmiştir. Dış ticarette en önemli ortakları olan ABD ve AB’nin küresel krizi derinden yaşaması İsrail’in de küresel krizden etkilenmesine neden olmuştur. 2009 yılında İsrail’in imalata sanayi ihracatı 34.6 milyar dolar olurken, elmas ihracatı 5.8 milyar dolardır. İmalat sanayi ihracatının yaklaşık yarısı yüksek teknolojili ürünlerden oluşmaktadır. Kriz döneminde yüksek teknoloji ihracatında çok fazla gerileme yaşanmamış, bu durum İsrail’İn krizden etkilenme derecesini azaltmıştır. İsrail hem tarımsal alan hem de su sıkıntısı çekmesine rağmen tarımda önemli bir ülke olmayı başarabilmiştir. Şu an tarımsal olarak kendi kendine yetebilirken, önemli miktarda tarımsal ürün ihracatı yapabilmektedir. 2009 yılında 1.2 milyar dolarlık tarım ihracatı gerçekleştirmiştir.

İsrail’in son birkaç yıldır diğer ülkelere görece yapılan değerlendirmelerde pozisyon kaybettiği görülüyor. Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanan insani kalkınma endeksinde 2005 yılında 23. sırada iken 2007 yılında 4 basamak gerileyerek 27. sıraya düşmüştür. World Economic Forum (WEF) tarafından yayınlanan Global Rekabetçilik Endeksi’nde 2008 yılında 23. sırada iken 2009 yılında 4 basamak gerileyerek 27. sırada yer almıştır. WEF’in raporuna göre İsrail’in son yıllardaki görece pozisyonun gerilemesinde eğitim sistemi değerlendirmelerinin çok düşük olması geliyor. Nitekim eğitim değerlendirmelerinde 2006 yılında 15. sırada iken 2009 yılında 65.liğe gerilemiştir. Eğitim sisteminin kalitesinde 98. sırada bulunan İsrail, matematik ve bilim eğitimi kalitesinde 103. sırada yer alıyor. İsrail’in mühendislik ve bilim alanında sahip olduğu araştırmacı ve bilim adamı kapasitesi bir hayli yüksek olmasına rağmen eğitim kalitesinin bu denli kötü derecelendirilmesi daha detaylı analizleri gerektiriyor. Sebeplerden bazıları arasında eğitime yapılan harcamaların düşük olması ve eğitim sisteminde bir birliğin olmaması gösterilmektedir.

İsrail’in ekonomik başarısını daha ileri götürebilmesinin önünde bazı engeller bulunmakta. Bu engellerin ilki ve en önemlisi elbetteki İsrail’in bölge ülkeleri olan sorunları. Filistin meselesi etrafında şekillenen ilişkiler, İsrail’in bölgesinde yalnızlaşmasına, komşuları ile ticari ilişkiler geliştirememesine aynı zamanda ülkenin enerjisinin bu sorunlar etrafında harcanmasına neden olmakta. İsrail bölgesinde izlediği politikalar nedeni ile sadece komşu ülkelerle değil, aynı zamanda dünyadaki birçok ülke ile de sorun yaşamakta ve şirketleri protestolarla karşı karşıya kalmakta. Bu durumun bir yönüyle İsrail’in önündeki en büyük engeli oluştururken, diğer yönüyle İsrail toplumunu sürekli uyanık tutarak askeri alandan başlamak üzere teknolojiye yatırım yapmaya ve güçlü olmaya ittiğini, Yahudi toplumu arasındaki dayanışmayı artırarak positif dışsallık yarattığını da eklemek gerek.

Bölgede yaşanan siyasi gelişmelerin kamu kesiminde savunma harcamaları yoluyla önemli bir yük getirdiği görülmekte. Aşağıdaki tablo yıllar itibari ile devlet harcamalarını gösteriyor. Tablodan da görüldüğü üzere harcamalardan en büyük payı sosyal koruma ve ardından savunma harcamaları almaktadır. Harcamaların gelirlerden daha fazla olması kamu kesiminin sürekli bütçe açığı vermesine ve dolayısıyla kamu borç yükünün hızla artmasına neden olmakta. 2008 yılı sonunda kamu kesimi borç stoku GSYH’nın %80’ninden daha fazla. Borcun önemli bir kısmını iç borç oluştururken dış borç GSYH’nın yaklaşık %20’si kadar. 2009 ve 2010 yıllarında beklenen bütçe açıkları, borç yükünün daha da artabileceğine işaret etmektedir.

İsrail’in bir diğer önemli problemi nüfusun yaklaşık %20’ini oluşturan Arap nüfusunun entegrasyonunda yaşanan sorunlardır. Kimilerince Arap azınlığın entegrasyon problemi İsrail devleti için hayati önem taşırken, Yahudi toplumunun genel kanısının aksi yönde olduğu iddia edilmekte. Bu sorunun çözümü uzun zamandır İsrail’in ajandasında yer almasına rağmen henüz önemli bir ilerleme elde edilemediği görülmekte. İki toplum arasında böyle bir entegrasyon probleminin olmasının birçok nedeni bulunuyor. İsrail’in bir Yahudi devleti olduğu algısının yaygın olması nedeni ile yahudi olmayanların sistemden dışlanması söz konusu. Diğer yandan Filistin meselesi Arap nüfus ile Yahudi nüfus arasındaki entegrasyonun önünde çok önemli bir engel olarak durmakta. Ayrıca hükümetler tarafından bu ayrımın ortadan kaldırılması için kararlı bir politikanın yürütülmemiş olmaması, Arap toplumunda güvensizliğe neden olmakta ve olası entegrasyon çabalarının önünü tıkamakta. Ayrıca Arap toplumu arasında İsrail’in varlığının bölgedeki kötülüklerin temel kaynağı olarak görülmesi, entegrasyon çalışmalarının, Arap-Filistin kimliğinin yok edilmesine yönelik çalışmalar olarak algılanmasına neden olabilmekte. Daha başka birçok nedene bağlanabilecek bu entegrasyon sorunu, Yahudi nüfus ve Arap nüfusu arasında ekonomi, eğitim, karar süreçlerinde söz sahibi olmak gibi bir çok hayati alanda uçurumların oluşmasına neden olmakta. Son yıllarda İsrail’in Ürdün ve Filistin ile aşırı güç kullanarak giriştiği savaş, Arap nüfus ile Yahudi nüfus arasındaki ayrımı daha da şiddetlendirmiş ve Arap nüfusunu daha fazla yabancılaştırmıştır. Nitekim 2006-2007 yıllardında Arap organizasyonlar tarafından hazırlanan ve “Vizyon Belgeleri (Vision Documents)” olarak adlandırılan belgeler iki toplum arasındaki ayrımın ne denli şiddetli olduğunu göstermektedir.

Reut Enstütüsü’nün yaptığı çalışmaya göre Arap nüfusun İsrail GSYH’ya katkısı sadece %8 düzeyinde. Bu durum yıllık 18-20 milyar dolar kayıp anlamına geliyor. Ulusal Sigorta Enstitüsü’nün 2008 yılı yoksulluk raporunda Arap azınlık ile Yahudi nüfusu arasındaki fark açıkça ortaya çıkıyor. 2008 yılında Yahudi ailelerin %15.3’ü yoksulluk sınırı altında gelir elde ederken bu oran Arap ailelerinde %49.4 düzeyinde. Yoksul aileler içerisinde Arap ailelerin oranı %33.8. Transfer ve vergiler sonrası yahudi ailelerin yoksulluk oranı yaklaşık %46 azalırken, yoksul arap ailelerin oranı sadece %12-13 azalmış.

İstihdam oranlarına bakıldığında da Yahudiler arasında istihdam oranı 2008 yılında %66.2 ike Araplar arasında istihdam edilenlerin oranı sadece %40.3. Yoksul kişi oranı ise Yahudiler’de %16.4 iken Araplarda %53.1.

Daha mikro düzeyde bakıldığında İsrail’in karşı karşıya olduğu engellerden bir diğeri kamu sektörünün, özel sektörün hızına ve dinamik yapısına ayak uyduramamasıdır. Kamu sektörü ekonomi içerisinde önemli bir yer tutuyor. 2006 rakamları ile kamu sektörünün GSYH içindeki payı %45 düzeyinde. Kişibaşına hayata geçirilen yüksek teknoloji şirketleri sıralamasında İsrail dünya ülkeleri arasındsa ilk sıralarda gelmekte. Özel sektörün innovasyon kapasitesi çok yüksek olmasına rağmen, iş yapma sürecinin önündeki bürokratik ve sistemsel engellerin çokluğu iş yapma süreçlerini olumsuz olarak etkilemekte ve yenilikçi fikirlerin önemli bir kısmının başka ülkelerde ürüne dönüştürülmesine neden olmakta. Regulasyonların şirketlere getirdiği yükün fazlalığı yanında devlet yönetiminin şeffaflığındaki problemler, altyapının yeterli düzeyde olmaması da özel sektörün iş yapma kabiliyetlerini önemli ölçüde etkimekte. Ayrıca kamuda rüşvet ve yolsuzluğun yaygın olması iş verimliliğini olumsuz yönde etkiliyor.

İsrail’in yaşadığı bir diğer problem ise düşük işgücü katılımı oranıdır. Eksik istihdam sadece ekonomik büyümeyi değil aynı zamanda gelir eşitsizliğini bozan, beşeri sermaye oluşumu yavaşlatan bir durum. 2009 sonu itibari ile işsizlik yaklaşık %8 iken çalışma yaşındaki nüfusun yaklaşık %44’ü işgücüne katılmamakta. Çalışma yaşındaki yaklaşık 2.5 milyon insan işgücüne katılmamakta ve vergi ve transfer yükü işgücüne katılan yaklaşık 3.5 milyon kişi üzrine binmekte. Ultra-Ortodox ve Arap nüfusun işgününe katılımı çok düşük bir seviyede kalmaktadır. Ultra-Ortadox yahudilerin sadece yarısı çalışırken, çalışan kişilerde genelde niteliksiz işlerde istihdam edilmekte.

İsrail’in ekonomik olarak bir sıçrama gerçekleştirebilmesi için yukarıda bahsettiğimiz problemlerin yanında altyapı yetersizliği, gelir eşitsizliği, hizmetler sektöründe verimliliğin düşük olması, yüksek teknoloji sektöründe yoğunlaşma olurken istihdam kapasitesi daha yüksek olan geleneksel orta ve düşük teknolojili sektörlerin verimsizliği artmaktadır. İsrail bu gibi sorunlarını çözmek durumundadır. Bu problemlerin çözülebilmesi için kamu, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere ülke olarak problemlere odaklanmaları ve enerjilerini bu noktaya harcamaları gerekiyor. Ancak İsrail’in bölgedeki mevcut politikalarına devam etmesi ve kendini sürekli tehdit altında hissetmesi bu sorunlarına odaklanmasını imkânsız hale getiriyor. Dolayısıyla İsrail’in artık barıştan yana bir tavır alarak bölge ülkeleri ile işbirliğine hız vermesi hem bölge halkları hem de kendisi için çok daha müreffeh bir gelecek anlamına geliyor.

(Ekopolitik Gündem, Hüseyin Kaya, Mart-Nisan 2010)

DÜNYADAN ÇEVİRİLER : Mülteci sorunu üzerine – Noam Chomsky


Bazı ülkelerde, gerçek bir mülteci sorunu var. Lübnan’da, örneğin, nüfusun %25’i Suriye’den gelen mültecilerden oluşuyor, ve tabii Filistin ve Irak’tan gelen bir mülteci selinden. Diğer yoksul ve ihtilaf içindeki bölge ülkeleri de büyük sayılarda mültecileri içine almış durumda, bunlar arasında örneğin Ürdün var, ve kolektif çöküşü öncesindeki Suriye. Mülteci krizi içinde olan ülkeler bunun yaratılmasında sorumluluk sahibi değillerdi. Mülteci üretmek çoğunlukla zengin ve kuvvetli olanların, şu anda rahatlıkla misafir edebilecekleri bu yükün altında inleyen sefil kurbanları almayanların sorumluluğunda.

Yalnızca Birleşik Krallık ve ABD’nin Irak işgali, yaklaşık 4 milyon insanı yerinden etti, bu insanların neredeyse yarısı komşu ülkelere gitti. Iraklılar zengin ve güçlü olanların ülkelerini 10 yıl önce darmadağın ettiği ve ülkeyi sekter bir çatışmayla ülkeyi parçalara bölen balyozlarıyla darmadağın etmelerinden bu yana ülkeden kaçmayı sürdürüyorlar .

Avrupa’nın Afrika’daki rolünüyse baştan ele almaya gerek dahi yok, daha fazla mültecinin kaynağı olarak orası, şimdi Fransız, İngiliz ve ABD’nin Libya’ya ortak bombardımanıyla birlikte ülke aslında yok olmuş ve savaş halindeki militanların elinde. Yahut insanların terör ve çaresizlikten kaçıp, şimdi Meksikalı ticaret paktı kurbanlarının da katıldığı, tahmin edilebileceği üzere Meksika tarımını yok eden, ve Meksikalıların mücadele demediği sübvanse edilmiş ABD holdingleriyle bezeli ABD’nin Orta Amerika’daki durumuna bir bakalım.

Güçlü ve zengin ABD’nin Meksika’ya yönelik ABD kurbanlarını sınırlarından uzak tutmak için ortaya koyduğu tepkiye ve onları kontrollerden kaçınmaları halinde merhametsizce geri yollamalarına… Güçlü ve zengin Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye rüşvet verip baskı yaparak bin bir zorlukla hayatta kalmış zavallı insanları sınırlarından uzak tutmasını ve ölümcül kamplara onları hapsetmelerini istemelerine.

Elbette yurttaşlar arasında övünülesi istisnalar var. Ama ülkelerin reaksiyonları, ahlaki bir rezalet, onların insanları hayatlarını korumak adına kaçmalarına neden olan koşulların ortaya çıkışındaki paylarını yoksaysanız dahi.

Ama bu utanç yeni bir duygu değil. Yalnızca ABD’ye bile bakabiliriz, dünyanın en ayrıcalıklı ve güçlü ülkesine, sınırsız avantajlarıyla üstelik. Tarihinin önemli bir kısmı boyunca ABD Avrupalı mültecilere ev sahipliği yaptı, şiddetle yok edilen ulusların hayatlarını sürdürecekleri topraklarda yerleşmelerine aracılık etti. Bu 1924’teki göç yasasının da değişimine yol açtı. Yasa özellikle de İtalyanları ve Yahudileri hariç tutmayı amaçlıyordu. Onların kaderlerine takılıp kalmaya gerek yok. Savaştan sonra bile, toplama kamplarından kurtarılan birçok insanın ülkeye girişi engellendi. Bugünse Romanlar Fransa’dan Doğu Avrupa’daki korkunç koşullara sürgün ediliyor, soykırım kurbanlarının torunları olarak, tabii bu kimsenin umurunda değil.

Bu utanç derin ve kalıcı. Kesinlikle bunu sona erdirmemizin ve düzgün bir medeniyet seviyesi tutturmamızın vakti geldi.

IRAK DOSYASI /// VİDEO : Geçmişten Günümüze MUSUL SORUNU


VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=JRsslLWwUac&feature=em-subs_digest

GÜVENLİK DOSYASI : ‘Flightradar24’ Bir Güvenlik Sorunu mu ?


‘Flightradar24’ Bir Güvenlik Sorunu mu?

Sitesindeki açıklamada: ‘Dünya genelindeki uçakların gerçek zamanlı bilgilerini sağlayan küresel uçuş takip sistem hizmeti’ olarak tanımlanan ‘Flightradar24’, sadece bilgisayarda değil, tüm akıllı telefonlarda da kullanılabilir bir uygulama. Son aylarda ülkemizde oldukça dikkat çeken programın günlük izlediği uçak sayısı 150 bini aşarken, 1.5 milyondan fazla ziyaretçi sayısına ve toplamda 30 milyon indirme oranına sahip. Dünya çapındaki tüm internet kullanıcılarına gerçek zamanlı uçak takip sistemi sunan ve sadece uçuş numarası girilerek gerekli bilgiyi veren uygulamanın son birkaç yıldır resmi uçaklar sebebiyle sorgulanması da şu soruyu akıllara getiriyor: Ulus-devletlerin yeni dünyadaki dönüşümü teknolojik yeniliklerle şekillenecek mi? Basit gibi görünen bir uçak takip sistemi bile ülkelerin egemenlik alanları ve bu yenilikleri ele alış tarzı ve mücadele etme yöntemleriyle ilgili bize bir fikir verir. Bu bağlamda izleme sisteminin, esas olarak uçaklardan yayın yapan sinyaller ve bunun yanı sıra ABD Federal Havacılık İdaresi’nin sağladığı verilerden de yararlandığını belirtmek gerekiyor.

Her ne kadar ülkemizde büyük yankı uyandıran ‘resmi uçak takibi’ bile yapabiliyorsa da ‘Flightradar24’ sitesinin ulaşamadığı daha pek çok bölge var. Ziyaretçi sayısını artırmaya çalışan uygulama, son olarak Afrika kıtası için 100 alıcı göndermişti. Dünyanın en çok indirilen ve ziyaret edilen uçak takip uygulaması olan ‘Flightradar24’ e kaybolan Malezya uçağı için başlatılan trafik kontrolü aramalarında başvurulmuş ancak esas araştırılan yer okyanus üzeri olduğundan, bir sonuca ulaşılamamıştı. Esasında genel olarak okyanus üzerindeki yolcu uçağını radarla izleme gibi bir sistem bulunmuyor. Çünkü, modern uçak yönetim sistemleri navigasyon için GPS kullanır. Ancak, bu uçaklara nerede bulunduklarını söyler; trafik kontrolörüne değil. Bu tıpkı çölün ortasındayken hangi noktada bulunduğunuzu söyleyen ama kapsama alanı dışında olduğu için ‘telefonumu bul’ uygulamasını başlatamayan iPhone’a sahip olmak gibi bir şeydir. Peki bu kadar handikapı olan bir uygulama devletler için tehdit arz edebilir mi? Eğer takip edilen sadece yolcu uçakları değilse: Evet.

2014- Japonya Başbakanı’nın Uçağının İzlenmesi
Eylül 2014’te Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin resmi uçağının rotasının Flightradar24’de paylaşıldığı duyurulmuştu. Yurtdışı seyahatindeki tüm detayların herkese açık bir uygulamada yer alması da haliyle bir ‘güvenlik açığı’ olarak tanımlandı ve Savunma Bakanlığı tarafından hızlıca önlem alındı.

Genelde bu tarz güvenlik sorunlarını açıklamayı tercih etmeyen bakanlık ise bunun resmi uçuşları doğrudan etkileyecek kadar güvenlik sorunu olarak görmediklerini ancak devlete dair saklı tutulan bilgilerin halka açık bir şekilde paylaşılmasının tercihe sunulmayacak kadar önemli olduğunu ifade etmişti.

Kritik Altyapı Olarak ‘Havacılık’
Ulaştırma hizmetleri içerisinde yer alan havacılık; uçaklar, trafik kontrol sistemleri, havaalanları ve helikopter sahalarını kapsıyor. Resmi uçaklar ve taşıdıkları devlet adamları için bir diğer tehdit unsuru da içinde bulunduğu aracın sistemine sızılmış olmasıdır.

‘Bilgi ve Haberleşme Teknolojisi (ICT)’ sistemleri dahilindeki havacılık endüstrisi, karşılıklı bağımlılığın artmasıyla birlikte siber tehditlerin hedefi haline gelmiştir. Havacılık altyapı ağlarına sızılması günümüz için çok uzak bir konu olmamakla birlikte tehdit analizi ve tehdit sonrası alınacak önlemlerle bilgi paylaşımı ve standart bir siber uygulama düzenlemesi sayesinde en aza indirgenebilmektedir.

Günümüz- Bizdeki Durum Nasıl?
Flightradar24 gibi çok sayıda insana ulaşan uçak izleme uygulamalarının yolcu uçakları dışında ülke liderlerinin resmi uçaklarını izlemesi, Japonya örneğinde olduğu gibi hayati olarak değil prensip olarak ele alınmış olsa bile ülkemizde ciddi bir güvenlik problemi olarak algılanmalı. Hem uçak takip sistemlerine karşı hem de ağ içindeki sızmalara karşı bir önlem alınıp alınmadığı ise henüz kesinleşmiş değil.

Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın yayımladığı 2016-2019 Milli Siber Güvenlik Stratejisi Eylem Planı’na göre Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü, Siber Olaylara Müdahale Ekibi’nin (SOME) kurulduğu alanlardan biri olacak. Ancak, yayımlanan genelgede yazıldığı gibi kritik altyapı olarak kabul edilen sektörlerden biri olan ulaştırma içerisindeki havacılığın siber güvenliği için ne tür önlemler alınacak ve resmi uçakların rotaları, rahatça izlenebilen ve paylaşım yapabilen bir alan olarak mı kalacak hep birlikte göreceğiz.

Kaynakça

1. https://www.flightradar24.com/about
2. http://www.scmp.com/news/asia/article/1585379/shinzo-abes-plane-location-posted-flightradar-24-website-and-app
3. Dan Virgillito, “Cyber Threat Analysis For The Aviation Industry”
4. Jordan Golson, “Why We Don’t Need Real Time Fight-Tracking?”
5. Scott Mccartney, “How To Find A Route Your Plane Is Taking?”
6. 2016-2019 Ulusal Siber Güvenlik Stratejisi: http://www.udhb.gov.tr/doc/siberg/2016-2019guvenlik.pdf

TARİH : MİSAK-I MİLLİ VE MUSUL SORUNU


MİSAK-I MİLLİ

ATATÜRK’ün çabalarıyla toplanan son Osmanlı Meclisi’nin (Meclis-i Mebusan) en etkili eylemi; 28 Ocak 1920 günü gizli celsede kabul edilerek, 17 Şubat’ta kamuoyuna açıklanan ve İtalya’nın aracılığı ile dünya parlamentolarına gönderilen Misak-ı Milli (Ulusal Ant) kararı olmuştur. Bu kararla; 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesinin imzalandığı günde, Türk Ordusunun denetimi altında bulunan vatan topraklarının bir bütün olduğu ve her ne pahasına olursa olsun bölünmez bütünlüğünün savunulacağı, ulusal iradenin temsilcileri tarafından ant içilerek, dosta/düşmana ilan edilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları Misak-ı Milli ile belirlenmiştir. Ancak, Misak-ı Milli kapsamında olduğu halde Batum; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) İstiklal Savaşımıza desteğini sağlamak için, 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Antlaşması çerçevesinde (özel statüyle) Gürcistan’a bırakılmıştır. Hatay konusu Fransa ile Türkiye arasında tam 15 yıl gerginliğe neden olduktan sonra, ATATÜRK’ ün kesin kararlı tutumu ile 1938 yılında çözüme kavuşturulmuştur. Kuzey Irak konusu ise, o günden bu yana, kördüğüm olmaya devam etmektedir.

KUZEY IRAK SORUNU

Birinci Dünya Savaşında İngilizler, Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirdiler. Ancak, Musul-Kerkük-Süleymaniye hattından daha kuzeye geçemediler. Ekim 1917’de Sina Yarımadasından başlatılan İngiliz taarruzu ise, Araplar’ın Ulusumuza ihanet etmesiyle güç kazanarak, kuzey istikametinde hızla gelişti. 4 ve 8’inci Ordularımız bu taarruzlar karşısında bozguna uğradı . M. Kemal Paşa’nın komutasındaki 7’nci Ordu, 4 ve 8’inci Ordulardan arta kalanları da emrine alarak, İngiliz taarruzunu Halep kuzeyindeki savunma mevziilerinde durdurmaya muvaffak oldu. Bunun ardından 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi (Ateşkes) gereği olarak; Suriye ve Irak Cephesindeki tüm Kuvvetlerimiz Almanların komutasından alınarak, Yıldırım Orduları Grup Komutanı Mustafa Kemal Paşanın emrine verilmiştir. ATATÜRK, çöken Osmanlı İmparatorluğunun enkazı üzerinde kurulacak olan yeni devletimizin (Türkiye Cumhuriyeti’nin) sınırlarını, en karanlık günlerimizde dahi, umudunu hiç sarsmaksızın en ince ayrıntısına kadar belirliyordu. Buna göre; Hatay’dan başlayıp, Halep kuzeyinden geçen savunma hattı (Musul-Kerkük-Süleymaniye Petrol Bölgesini elimizde bulunduracak şekilde) Irak Cephesiyle birleştirilmiş bulunuyordu.

LOZAN ANTLAŞMASI

30 Ağustos’ta Dumlupınar’da kazandığımız Büyük Zafer’in ardından, 11 Ekim 1922 günü işgalci emperyalist devletlerle (İngiltere,Fransa,İtalya) Mudanya’da Ateşkes imzalandıktan sonra, 20 Kasım 1922 tarihinde İsviçre’nin Lozan kentinde barış görüşmelerine başlandı. Ancak, görüşmeler 4 Şubat 1923 tarihinde kesintiye uğradı. Lozan’ın ikinci evresi 23 Nisan’da başladı ve 24 Temmuz 1923 tarihinde Antlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı.Lozan Barış Antlaşması 143 maddelik ana belge ile, 15 ekli belgeden oluşmaktadır. Ne var ki; Musul Sorunu, Hatay Sorunu ve de Boğazlar sorunu Lozan’da istediğimiz şekilde bir çözüme kavuşturulamadığı için, sonraya bırakılmıştır. Bunlardan Musul konusu hariç,diğer ikisi ATATÜRK’ ün sağlığında çözümlenmiştir.

MUSUL SORUNU

İngilizler, dünyanın en kolay petrol çıkarılabilen bölgelerinden birisi olan Musul Vilayetini Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakmamak için, her türlü tertip ve hileye başvurdular. Önce Hakkari’deki Süryani vatandaşlarımızı isyana kışkırttılar; ardından Şubat 1925’ de Şeyh Sait isyanını başlattılar. Bunun üzerine, Fethi Bey’in (Fethi Okyar) başkanlığındaki Hükümet istifa etti. İsmet Paşa (İnönü) yeniden Başbakan oldu… TBMM. Takrir-i Sükun yasasını kabul etti; isyan bölgesinde ve Ankara’da birer İstiklal Mahkemesi kuruldu. İstiklal Mahkemeleri, TBMM’nin yargı yetkisini bizzat kullandığı, olağanüstü Devrim Mahkemeleridir. Üç Milletvekilinden oluşur. İdam dahil, verdiği bütün cezalar (Temyiz edilmeksizin) anında yerine getirilirdi. Şeyh Sait İsyanı 15 Nisan’da tamamen bastırıldı. İsyancılar Diyarbakır İstiklal Mahkemesinde yargılanarak, hak ettikleri cezalara çarptırıldılar…Ancak, Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Musul-Kerkük-Süleymaniye petrol bölgesindeki haklarımızı savunmak üzere Güneydoğu’da konuşlandırılmış olan Silahlı Kuvvetlerimizin düzeni (Şeyh Sait isyanını bastırmak için) bozulduğundan; 5 Haziran 1926 tarihinde Ankara Antlaşmasını imzalayarak, Musul Vilayetini İngiltere’nin mandası olan Irak Yönetimine bırakmak zorunda kalmışızdır.

(*) Şahap Osman ARAS,

Tarihçi Yazar (Ekim 2016 – İZMİR)

IRAK DOSYASI /// Musul Operasyonu : Türkiye’nin Öncelikleri, Sorunlar ve Kalıcı Çözüm Yolları


Musul Operasyonu – Trkiye’nin ncelikleri, Sorunlar ve Kalc zm Yollar.pdf

IRAK DOSYASI /// Musul Operasyonu : Türkiye’nin Öncelikleri, Sorunlar ve Kalıcı Çözüm Yolları


musul

musul-operasyonu-turkiyenin-oncelikleri-sorunlar-ve-kalici-cozum-yollari

GÖÇMEN DOSYASI : Yeni “Kavimler Göçü” ve Mülteci Sorunu


Yeni “Kavimler Göçü” ve Mülteci Sorunu

Avrupa ülkeleri mülteci akınını kesmek için her geçen gün yeni tedbirler alıp sınırlarındaki duvarları ve dikenli telleri yükseltmesine rağmen “Kavimler Göçü”ne engel olamıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen pazartesi yaptığı bir konuşmada yeni bir “Kavimler Göçü”nü tetikleyen sorunlara işaret ederek “bu sorunları şimdiden çözüp insanlara bulundukları yerlerde güvenli ve huzurlu bir hayat umudu veremezsek taşlar yerinden oynadığında kimsenin kimseyi şikâyet etmeye hakkı yoktur” ifadeleriyle bütün dünya ülkelerini uyardı.

Savaşlar, iç karışıklıklar ve dış müdahaleler ile onların yol açtığı kitlesel yoksulluk ve açlık dünyada çok büyük bir göç hareketliliği ve mülteci dalgasına yol açıyor. Çatışmalardan ve açlıktan kaçan milyonlarca insan kendini daha güvende hissedebileceği siyasi açıdan istikrarlı ve ekonomik refah düzeyi yüksek ülkelere ulaşmaya ve oralarda mülteci statüsüyle yaşama hakkı elde etmeye çalışıyor.

Arzuladıkları ülkeye ulaşmak için çok tehlikeli yolculukları göze alan bu insanların her yıl binlercesi yollarda hayatını kaybediyor. Bazen Libya ile İtalya arasında, bazen Türkiye ile Yunanistan arasında teknelerinin ya da botlarının batması sonucu ölüyorlar, bazense Cezayir ya da Libya çöllerini geçerken o zorlu yolculukta hayalleriyle birlikte hayatlarını da yitiriyorlar. Kimi zaman insan kaçakçıları tarafından bütün ümitleri çalınıp yol ortasında terk ediliyorlar, kimi zamansa organ mafyasının ya da fuhuş çetelerinin elinde hayatları kararıyor. Bütün bu tehlikeleri atlatıp ulaştıkları zengin ülkelerde ise kendilerini ırkçı saldırılar, aşağılanma ve artık esir kamplarına benzemeye başlayan mülteci kamplarındaki “tutsak” hayatı bekliyor. Almanya’da “kayıp” olduğu açıklanan 9000 civarındaki Suriyeli çocuk mültecinin durumu da mültecileri gitmeye çalıştıkları ülkelerde nelerin beklediği konusunda bir fikir veriyor.

2016 yılının ilk sekiz ayında Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken Akdeniz’de boğularak hayatını kaybeden mültecilerin sayısı 3000 rakamını geçiyor. Bu kadar kişi hayatını kaybederken aynı dönemde Avrupa’ya ulaşanların sayısının da 300 bini bulduğu tahmin ediliyor. Avrupa ülkeleri mülteci akınını kesmek için her geçen gün yeni tedbirler alıp sınırlarındaki duvarları ve dikenli telleri yükseltmesine rağmen bu “Kavimler Göçü”ne engel olamıyor. Avrupa Birliği’nin aldığı bu tedbirler mülteci akınına engel olamıyor, ancak daha fazla mültecinin ölmesine yol açıyor. Bütün zenginliğine rağmen mültecilerin hayata tutunmasına katkı sağlamak konusunda isteksiz olan AB ülkeleri, Ankara üzerine yaptıkları baskı sonucu Türkiye’den yakın olan Yunan adalarına yönelik mülteci akınını büyük ölçüde durdurmayı başardılar. Bu yolun kapanması üzerine mültecilerin çok daha tehlikeli olan Libya-İtalya rotasına yönelmesi can kayıplarını büyük oranda artırdı.

Peki, Akdeniz’deki mülteci ölümlerinin artması Avrupa Birliği’nde nasıl yankı buluyor?

Şüphesiz bu ölümlere üzülen ve son bulması için kendi hükümetlerine baskı yapan çok sayıda Avrupalı var. Ancak AfD (Almanya), Front National (Fransa), UKIP (İngiltere), Özgürlük Partisi (Hollanda) ve FPÖ (Avusturya) gibi yabancı düşmanı partilerin her geçen gün oylarını artırması gösteriyor ki, Avrupa bu mülteci dramının önlenmesine yönelik adım atamayacak. Bu ırkçı partilere karşı argümanlar geliştirmek yerine, kendileri de mülteci ve yabancı karşıtı söylemlerde onlarla yarışmaya çalışan Avrupa’nın yerleşik partileri, mültecilerin Avrupa’ya ulaşamadan Akdeniz’de boğulmalarından rahatsız değil gibiler.

Avrupa’ya ulaşamayan değil de ulaşan mültecilerin halkın çoğunluğunda yol açtığı tepki nedeniyle, oy tabanlarını eritip iktidar koltuklarını kaybetmelerine yol açacağından endişe ettikleri için sınır kontrollerini daha fazla artırıp mültecileri daha tehlikeli yollara zorlama konusunda kararlı görünüyorlar. İçeride halklarına, kendi ülkelerinde yaşama imkânları kalmadığı için topraklarını terk etmek zorunda kalan mültecilere yardım etmenin hem insanlık gereği hem de uluslararası hukuktan doğan bir yükümlülük olduğunu anlatamadıkları sürece bu sorunu aşamayacaklar. Duvarları yükseltip dikenli telleri daha da keskinleştirerek mültecileri Avrupa’dan uzak tutmaya çalışacaklar.

Türkiye gibi, mültecileri “insan” olarak görüp onlara “insanca” davranma yolunu seçebilecekler mi? Sahip oldukları refahı “paylaşarak” daha iyi koruyabileceklerini, duvarları yükselterek “Kavimler Göçü”ne engel olamayacaklarını anlayabilecekler mi?

[Türkiye, 5 Ekim 2016]

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER DOSYASI : Birleşmiş Milletler Sorunu !


Birleşmiş Milletler Sorunu!

Gerçekleşmesi çok zor olan köklü bir reform yapılana kadar bütün devletlerin, BM ve onun temsil ettiği uluslararası hukuka değil kendi güçlerine güvenmeleri gerekiyor.

New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun yıllık toplantıları başladı. Her yıl eylül ayında çok sayıda ülkeden üst düzey politikacıların katıldığı Genel Kurul toplantılarında dünyanın önemli sorunları konuşuluyor.

Peki, Genel Kurul’da bu sorunların konuşulması bir anlam ifade ediyor mu?

Bu soruya cevap vermeden önce BM’nin hangi amaçla kurulduğuna biraz değinelim…

1945 yılında, dünya sorunlarına barışçı çözümler üretilmesi amacıyla kuruldu BM. İkinci Dünya Savaşı gibi, doğrudan ve dolaylı olarak 80 milyon civarında insanın ölümüne yol açmış bir felaketin yeniden yaşanmamasıydı amaçlarından biri. BM aracılığıyla dünya devletlerinin savaşmaları engellenecek ve insan haklarının korunması sağlanacaktı. Devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmasının önüne geçilecek ve uluslararası hukuka aykırı hareket eden devletlere ancak BM kararıyla müdahale edilecekti.

Bütün bu amaçlara ulaşılması için, BM Anlaşması’nın yanında onun öncülük ettiği sayısız uluslararası hukuk belgesi imzalandı. Üye devletler imzaladıkları uluslararası sözleşmelerle, birbirlerinin egemenliklerine saygı göstereceklerini, insan haklarının korunması için çalışacaklarını ve uluslararası hukuka aykırı kuvvet kullanmaktan kaçınacaklarını taahhüt ettiler. Bu taahhütleri yerine getirmeyecek devletleri uluslararası hukuka uygun davranmaya zorlamak için BM bünyesinde Uluslararası Adalet Divanı ve gerektiğinde kuvvet kullanma kararı verebilecek olan Güvenlik Konseyi kuruldu.

Peki, alınan bütün bu kararlara rağmen neden dünyada milyonlarca insan savaşlarda hayatını kaybediyor, on milyonlarca insan mülteci durumunda ve ağır insan hakları ihlalleri yaşanıyor?

BM’nin kurulması ve sonrasında uluslararası hukukun geliştirilmesi çerçevesinde imzalanan anlaşmalar neden o zamana kadar geçerli olan “güç politikasının” yerine “hukuku” hâkim kılamadı?

Bu sorulara cevap verebilmek için, BM sistemini kuran devletlerin gerçek niyetlerine bir göz atmak gerekir.

İkinci Dünya Savaşı’nın galibi olan ABD, Sovyet Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin BM’yi kurarken aslında yeni savaşların çıkmasının engellenmesinden çok, savaşla birlikte elde ettikleri kazanımları kalıcı kılmaya odaklanmışlardı. BM sisteminin en etkili yaptırım organı olarak tasarlanan Güvenlik Konseyi’ndeki karar mekanizmasını düzenlerken kendileri için uygun gördükleri veto mekanizması aslında “hukukun” değil de “gücün” hâkim olmasını istediklerinin açık bir göstergesi olmuştur.

Bu veto mekanizması sayesinde kendilerini garanti altına almışlar, dünyanın herhangi bir köşesindeki saldırganlıklarına karşı Güvenlik Konseyi’nin harekete geçmesini engellemişler ve kendi çıkarları aleyhine herhangi bir müdahale ya da başka yaptırım kararının alınmasına izin vermemişlerdir. Ancak bu şekilde kilitledikleri yaptırım mekanizması yüzünden dünya barışının korunması konusunda gerçekten etkili olabilecek olan BM’nin ölü doğmasına yol açmışlardır.

Uluslararası hukuku en fazla ihlal eden bu veto hakkına sahip ülkelerin, dünya barışı yerine kendi çıkarlarının korunmasına odaklanan bu tutumları BM döneminde yaşanan savaşların, kitlesel ölümlerin ve mülteci sorunlarının temel sebebini oluşturuyor. Bu hastalıklı yapısı nedeniyle BM, altı yıldır süren ve 600 binden fazla insanın ölümüne, 10 milyondan fazla insanın mülteci durumuna düşmesine yol açan Suriye Savaşı’na müdahale edemiyor. Tıpkı Irak, Bosna, Yemen, Libya, Gazze savaşları ve benzerlerine müdahale edemediği gibi.

İsrail’in Gazze saldırılarında kasıtlı olarak vurduğu içi mülteci dolu BM bayraklı binaları bile koruyamayan, Esad ve Rus uçaklarının Suriye’de vurduğu BM bayraklı yardım konvoylarını bile korumaktan aciz olan Birleşmiş Milletler ne işe yarar?

Ancak veto hakkına sahip beş daimi üyesinin keyfine göre hareket eden Birleşmiş Milletler için köklü bir reformun zamanı geçeli çok oldu. Gerçekleşmesi çok zor olan böyle bir reform yapılana kadar ise bütün devletlerin, BM ve onun temsil ettiği uluslararası hukuka değil kendi güçlerine güvenmeleri gerekiyor.

[Türkiye, 21 Eylül 2016]

NÜKLEER DOSYASI : Geçmişten Günümüze Nükleer Silahlanma Sorunu


NPDI Gelişmeleri

Geçmişten Günümüze Çözüm Önerileri ve Gelişmeleri ile Nükleer Silahlanma Sorunu

Nükleer silah kullanımı fikri 1930’lu yıllara dayanmaktadır. Madde atomlarının parçalanması ya da atomların birleştirilmesi ile ortaya çıkan enerjinin kuvvetli bir yıkım gücü yaratması, bu gücün silahlarda kullanılması fikrini akla getirmiştir. Nükleer silah kavramı bu şekilde ortaya çıkmış ve günümüze kadar süregelmiştir. Günümüzde hali hazırda nükleer silah bulunduran ülkeler vardır.

İkinci Dünya Savaşı itibariyle ülkeler bu silah kullanımını güç unsuru olarak görmüş, adeta yarışa girmişlerdir. Özellikle ABD, İkinci Dünya Savaşı esnasında bu gücünü ortaya koyma çabasındaydı. Nitekim nükleer silah ilk defa ABD tarafından kullanıldı. ABD, İkinci Dünya Savaşının seyrini değiştirmek amacıyla Kanada ve İngiltere ile birlikte Manhattan adıyla bir proje başlattı. Amacı atom bombası üretmek olan bu proje, amacına ulaştı ve 1945 tarihinde ‘Trinity’ adıyla bir nükleer deneme gerçekleştirdi. Bu patlama 19 bin ton patlayıcı seviyesinde, hafife alınmayacak bir patlamaydı. İkinci Dünya Savaşı devam ederken ABD savaşı sonlandırma ve Japonya’ ya silah bıraktırma isteği ile 6 ve 9 Ağustos 1946 tarihlerinde Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde çok büyük bir nükleer patlama gerçekleştirdi. Binlerce insanın hayatını kaybettiği bu patlama, nükleer silah kullanımı konusunda tartışmalara yol açsa da, sırasıyla 1949 tarihinde Sovyet, 1957 tarihinde İngiltere, 1961 tarihinde Fransa, 1964 ve 1967 tarihlerinde Çin tarafından nükleer denemeleri başlamış ve yıllar boyunca devam etmiştir.

1960‘lı ve 1980‘li yıllar silahlanma çalışmalarının en yoğun yaşandığı dönemdi. Büyük güçler arasında yaşanan bu yarış aslında bütün dünyayı etkileyecek bir tehlikeydi. Bu nedenle; 1965 yılında, nükleer silah bulunduran ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin tarafından silahlanmayı sınırlandırabilmek adına çabalar başladı. Bu beş ülke yeni güvenlik denetim kurma konusunda önemli yollar kat etti. Özellikle ABD ve Sovyetler Birliği arasında büyüyen silahlanma yarışı, bu yarışa bir son vermek amacıyla iki devlet arasında anlaşma yapma yoluna gidilmesine yol açmıştır. ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki gerginliği azaltma görüşmeleri 1969 yılından itibaren başlamış ve Salt Anlaşmalarını oluşturmuştur. Bu anlaşmalardan ilki ‘Salt I Görüşmeleri’ iki buçuk yıl sürmüştür. 16 maddeden oluşan Salt I füzeler konusunu kapsamaktadır. Bu anlaşmanın ikinci evresi olan ‘Salt-2’ 1972’de Cenevre’de başlayıp 18 Haziran 1979’da imzalanmıştır. Salt-1 görüşmelerinin devamı niteliğinde olan bu anlaşmada füzelere ek olarak stratejik uçaklar da konu alınmıştır. Ancak bu sırada Sovyetler tarafından gerçekleştirilen Afganistan işgali bu anlaşmanın yürürlüğe giremeden sonlanmasına sebep olmuştur.

En çok katılım sağlanan ve başarıya ulaşan antlaşma ‘Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT)’dır. 1 Temmuz 1968 ‘de başta ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği katılımıyla elli ülke tarafından imzalanmıştır. 5 Mart 1970 ‘de ise bu üç ülke dahil olmak üzere kırk ülke tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Bu antlaşmanın temel prensipleri nükleer silahların yayılmasının önlenmesi, nükleer enerjinin barış için kullanılmasının teşviki idi. Fakat Rusya’nın Kırım işgali gibi güçlü devlet krizleri, bu süreci yavaşlattı.

2009 yılında ABD başkanı Barack Obama Prag’da nükleer sıfır politikasını anlatan bir konuşma yaparak silahsızlanma konusu ile ilgili ABD hassasiyetini yansıtmıştır. Bu konuşmanın ardından ‘NPT gözden geçirme konferansı’ gerçekleştirilmiş ve barışa engel konular tartışılmıştır. 2010 yılında bu konferans sonucu 12 ülkenin katılımıyla NPDI kurulmuştur. Bu girişim; NPT gözden geçirme konferansında elde edilen analizleri ileriye götürme ve silahlanmanın yayılmasını önleme gündemini ilerletme amacı taşımaktadır. NPDI (Nükleer Yayılmanın Önlenmesi ve Silahsızlanma Girişimi), yıllardır silahsızlanmaya tam olarak ikna edilemeyen bazı güçlerin engellediği barışçıl nükleer enerji kullanımına yeniden bir umut niteliğindedir.

NPDI Gelişmeleri

2012 yılında NPDI üyesi ülkeler Ahmet Davutoğlu ev sahipliğinde İstanbul’da bir araya geldi. 10 ülkenin katılımında gerçekleşen bu toplantıda Davutoğlu; Türkiye olarak silahsızlanma konusunda sorumluluğun bilincinde olunduğunu yansıtmış, insanlığı nükleer tehditten kurtarmak için bütün devletlerin uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiğini vurgulamıştır. Yapılan bu toplantının ikincisi New York da gerçekleşmiştir. New York toplantısında ise katılımcı ülkeler tarafından (Türkiye, Almanya, Avustralya, Hollanda, Japonya, Kanada, Meksika, Polonya, Şili, Birleşik Arap Emirlikleri) ortak bir bildiri yayınlandı. Bu bildiriden bir kesit şu şekildedir; “Bakanlar, nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya hedefi etrafında birleşen ve kuruluşundan bu yana geçen iki yıllık süre içinde ortaya koyduğu somut işbirliği önerileriyle nükleer silahsızlanma ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesi alanında etkin bir oluşum olarak kendini kanıtlayan NPDI’ın bu alandaki çabalarını önümüzdeki dönemde de aktif bir biçimde sürdürmesini kararlaştırmışlardır’’.

2015 yılında NPT gözden geçirme konferansı tekrar toplanmış ve konferans sonrası katılımcılar beklentilerinin oldukça yüksek olduğunu bildirmiştir. Ayrıca bu yıl NPT kuruluşunun 45. Yılı olması sebebi ile de önem arz etmekteydi.

2016 yılı Ocak ayında ortak bir bildiri yayınlanmış ve Kuzey Kore nükleer denemesi kınanmıştır.

Sonuç

Özetle; nükleer enerjinin kötüye kullanılması sorunu bütün dünyayı ilgilendiren ciddi bir tehlike haline gelmiştir. Bu tehlikenin yayılmasını önlemek için bazı devletler çalışmalarını sürdürse de, çıkar ve güç çatışmalarının olduğu bir dünyada bu fikrin tamamen ortadan kalkması beklenilemez.

Tuğçe ACU

1. http://www.icanw.org/

2. http://www.kgm.gov.tr/

3. http://www.aljazeera.com.tr/

4. Prof. Dr. Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY “NPT’nin Belirsiz Geleceği: NPDI çare olabilir mi? http://www.bilgesam.org/

Geçmişten Günümüze Nükleer Silahlanma Sorunu yazısı ilk önce TUİÇ Akademi üzerinde ortaya çıktı.

EGE ADALARI SORUNU DOSYASI /// Metin Aydoğan : EGE SORUNU, YUNANİSTAN VE AKP


Karasuları, Hava Sahası, Kıta Sahanlığı, ada işgalleri ve Yunan Adalarının Silahlandırılması’ndan oluşan Ege “sorunu”, özgünlüğü olan bir konular bütünüdür. Yunanistan, arkasına aldığı uluslararası desteğe dayanarak; Ege konusunu dilediği gibi yorumluyor, kararlar alıyor ve aldığı kararları uyguluyor. Türkiye’deki yetersiz yönetimi bir fırsat olarak görüyor ve arkasına aldığı uluslararası destekle Türkiye’ye karşı siyasi üstünlük sağladığına inanıyor. Ada işgal ediyor, karasularını 12 mile çıkarıyor ve bunları Türkiye’ye kabul ettiriyor. Yakın gelecekte, kıta sahanlığı konusunu gündeme getirmeye hazırlanıyor.

Ege Sorunu Nedir

Ege sorunu, coğrafi konumunun özgünlüğü nedeniyle, uluslararası anlaşmaların genel kurallarıyla çözülmesi mümkün olmayan ulusal bir sorundur. Dikkatlice ele alınacak ve kazanılmış haklardan ödün verilemeyecek bir konudur.

Ege’nin karmaşık sorunları, daha doğrusu Yunanistan’ın karıştırıp sorun durumuna getirdiği Ege konusu, iki ülkenin anlaşmasıyla çözülebilecek nitelikte bir sorundur. Ancak, Yunanistan 19.yüzyıldan beri takındığı tavrı sürdürmekte ve Ege’yi kendi mülkü sayan geleneksel anlayışıyla, hareket etmektedir. Bugün zayıf gördüğü Türkiye’yi yok sayıyor; Girit, Selanik ve Kıbrıs’ta yürüttüğü politikanın benzerini, 21.yüzyılda Ege’de uyguluyor.

Karasuları ve Lozan

Ege konusunda ortak bir yaklaşım, Lozan Anlaşması’yla sağlanmıştı. Ancak, daha sonra, Lozan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığıyla ilgili diğer tüm konularda olduğu gibi, Ege tartışma konusu yapılmıştır. Brüksel ya da Washington’da ileri sürülen görüşlerin ve oluşturulan politikaların ortak noktası Lozan’a karşıtlıktır. Batı’nın politika üreticileri ve uygulayıcıları, Lozan’ı “özel bir dönemin” kabul edilmez ürünü olarak ele almışlar ve sürekli olarak yürürlükten kaldırmak istemişlerdir. Ege sorunu bu tutumun açık örneklerinden biridir.

Lozan’ın imzalandığı 1923 yılında, Türk ve Yunan karasuları (Karasuları: Bir devletin sahip olduğu deniz kıyıları boyunca egemenliği altında tuttuğu belli genişlikte su şeridi) 3 mildi.

Kısa Geçmiş

Yunanistan karasularını 1936 yılında kimseye sormadan ve görüşmeden 6 mile çıkardı.1936, savaşın yaklaştığı ve Hitler Almanyası’yla birlikte hareket eden İtalya’nın, Ege adalarının tümünü işgale hazırlandığı yıllardı. Ankara-Atina ilişkileri en iyi dönemiydi ve Türkiye İtalya’nın saldırgan tutumuna tepki duyuyordu. O günlerde 6 mil Türkiye için bir olumsuzluk oluşturmuyordu.

Yunanistan, savaştan sonra kararını değiştirmedi. Türkiye, bu tutuma karşı 1945-1960 arasındaki CHP ve DP dönemlerinde herhangi bir yanıt vermedi. 27 Mayıs’ın getirdiği ulusalcı hava sonucunda ancak 1964’de yanıt verilebildi ve karasuları 6 mile çıkarıldı.

Yunanistan, istemlerini tırmandırmayı bırakmadı ve 12 Eylül Darbesi’nden sonra 12 milden söz etmeğe başladı. Avrupa Birliği’ne girdikten sonra, sözlerini somut isteme dönüştürdü ve konuyu Avrupa Birliği’nin sorunu durumuna getirdi. Uzun yıllar uğraşıp hiçbir Cumhuriyet hükümetine kabul ettiremediği ve Türkiye’nin savaş nedeni saydığı 12 mil konusunu sonunda AKP yönetimine kabul ettirdi. Hükümet, Türkiye’nin ödünle sonuçlanan hemen her dış ilişkisinde adı geçen, Ferudun Sinirlioğlu başkanlığındaki bir kurul aracılığıyla Yunanistan’la anlaştı. Anlaşma koşulları açıklanmadı ama basın, Yunanistan’ın 12 mil isteminin kabul edildiğini yazdı.

Karasuları 6 mil iken, Ege Denizi’nin yüzde 48,85’i açık deniz, yüzde 43,68’i Yunan karasuları ve yüzde 7,47’si ise Türk karasularından oluşuyordu.1 Bundan sonra Ege’de Türkiye’nin karasuları herhalde kalmayacaktır. Çünkü Yunanistan, her adanın kendi kıta sahasının olmasını istemektedir. Olasıdır ki, AKP ilerde bunu da kabul edecektir.

12 Mil Sorunu

16 Kasım 1944’te yürürlüğe giren BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 3.Maddesi, genel bir yaklaşım olarak ülkelere karasularını 12 mile dek genişletme yetkisi vermiştir. Yunanistan bu maddeyi ileri sürerek karasularını 12 mile çıkarmak istemektedir. Oysa, bu isteğin yerine getirilmesi, Ege Denizi’nin özgün yapısı nedeniyle olanaksızdır.

Türkiye ve Yunanistan Okyanus’a kıyısı olan iki ülke değildir. Anadolu’ya neredeyse dayanmış olan Ege adalarının tümüne sahip Yunanistan, karasularını 12 mile çıkardığında, Ege Denizi’nde açık deniz alanı hemen hemen kalmayacak ve Ege Denizi’nin tümü Yunanistan’ın olacaktır.

Türk Deniz Kuvvetleri’nin uluslararası sular aracılığıyla Ege’den Akdeniz’e çıkışı olanaksız duruma gelecek, Hava Kuvvetleri Ege üzerindeki hava sahasında tatbikat yapamayacaktır.

BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, açık denizlere yönelik olarak 12 mil yetkisi vermektedir ancak aynı sözleşmenin 300.Maddesi, “Bu hakkın istismar edilemeyeceğini” söylemektedir.2 Yunanistan’ın bugünkü tutumu, 300.Maddeye gösterilebilecek en iyi örnektir.

Yunanistan, karasularını 12 mile çıkarırken, Ege Denizi’nin tümünü kendi malıymış gibi görmekte ve Doğu kıyılarındaki Türkiye’yi adeta yok saymaktadır. Dayanaksız isteklerine gerekçe oluşturmaya çalışırken ileri sürdüğü; “Karasularını azami genişletme yetkisi kıyı devletinin egemenlik yetkisine girer” savı bunun en açık kanıtıdır. Oysa karşı kıyıda bir Türkiye vardır ve Türkiye’nin de egemenlik hakları bulunmaktadır. Yunanistan, Türkiye’nin en yaşamsal egemenlik hakkını bile yok sayabilmekte, Türkiye’yi yöneten insanlar da bunu kabul etmektedir.

Ege’nin Tümü

Yunanistan’ın Ege konusundaki “ihtiraslı” istekleri deniz yüzeyi ve altındaki su hacmiyle sınırlı değildir. Yunanistan, kendisini bir “takımada devleti” sayarak, deniz tabanını, onun altındaki varlıkları ve deniz üstündeki hava sahasını da denetimi altına alarak Ege’nin tümüne sahip olmak istemektedir.

Yunanistan’ın hava sahası (fır hattı) konusundaki tutum ve davranışları, akıl ve hukuk dışı aykırılıklar içermektedir. Uluslararası hukuk, her ulusun hava sahasını o ulusun kara suları ile sınırlamaktadır. Yunanistan, bu kurala uzun yıllar uymamış, karasuları 6 mil olmasına karşın, hava sahasının 10 mil olduğunu iddia etmişti. Şimdi, karasularını 12 mile çıkararak hava sahasını daha da genişlemiştir. Artık, uluslararası hava sahasında uçan Türk uçakları, 12 mil sınırı içine giremeyecektir. Yunanistan bu tür uçuşları hava sahasının ihlali saymaktadır.

Ege konusunda araştırmalar yapan Burak Rende, kıta sahanlığı ve karasuları konusunda şunları söylemektedir: “Türk anakarasının doğal uzantısı üzerinde bulunan adaların kıta sahanlığı ve kara suları olduğunu iddia eden Yunanistan tüm Ege’nin deniz yüzeyini, deniz tabanı ve onun toprak altını, ayrıca hava sahasını (fır hattı) denetim altına alarak tüm Ege’ye sahip olmak istemektedir… Karasuları 12 mile çıkarsa Türkiye’de denize bile giremeyeceğiz”.3

Kıta Sahanlığı:

Yunanistan son dönemlerde arttırdığı istek ve yarattığı sorunlara Kıta sahanlığı konusunu da ekledi. Diğer tüm konularda olduğu gibi bu konuda da haklı değildi. Ne taraf ülke olarak Türkiye’nin kabul edeceği uygulanabilir bir öneriye, ne de hukuksal dayanaklara sahipti. AB’ye girdikten sonra yoğunlaştırdığı Türkiye karşıtı politikaya Kıta Sahanlığı konusunu, “yeni” bir sorun olarak eklemişti.

1958 Cenevre Sözleşmesi, Kıta Sahanlığı kavramını: “Kıyılara bitişik ancak karasularının dışında kalan deniz yatağı ve onun toprak altında oluşan deniz alanı” olarak tanımlamıştı. Kıta sahanlığı, uluslararası hukuka göre, kara ülkelerinin doğal uzantılarıydı ve sınırları; uygulanabilir sözleşme hükümlerinin bulunmaması durumunda, ülkeler arası eşitlik ilkesine dayanılarak belirleniyordu.4

Ege Denizi, benzeri olmayan ilginç bir yapıya sahiptir. Bu nedenle yapılmış tanımlara tam olarak uyum göstermemektedir. Ege Kıta sahanlığının yarısından çoğu Anadolu Yarımadası’nın doğal uzantısı içinde kalmaktadır. Kıta sahanlığı, uluslararası kararların da ortaya koyduğu gibi anakaralarla ilgili bir sorundur. Ege, yarı kapalı bir deniz konumundadır. İki yanı başka ülkelere ait yarı kapalı bir denizde, adaların kendi kıta sahanlıklarına sahip olması gibi bir savın; geçerli ve haklı olması olanaklı değildir.

Uluslararası Hukuk

Adalet Divanı’nın, 1969 Kuzey Denizi, 1982 Tunus–Libya, 1974 ABD–Kanada, 1977 İngiltere–Fransa Davalarında aldığı kararlar ve BM Deniz Hukuku Sözleşmesi; konuya yaklaşım biçimini ve çözüm yöntemlerinin dış çerçevesini açık bir biçimde belirlemiştir.

Uluslararası hukukun geçerli kuralları ve Türkiye’nin bu kurallara dayanan meşru hakları, herkesin anlayabileceği bir biçimde ortada dururken; Avrupa Parlamentosu, 17 Eylül 1998’de şöyle bir karar alabilmektedir: “Avrupa Parlamentosu, Türkiye’den; Ege’deki, özellikle Kardak Adası’na ve kıta sahanlığı sınırlarının belirlenmesine ilişkin olarak, farklılıkların giderilmesi çalışmalarında uluslararası hukuk ilkelerine saygı göstermesini istemektedir”5

Türkiye’nin Tutumu

Türkiye, Kıta Sahanlığı konusunun gündeme getirildiği ilk günden beri, uluslararası hukukun geçerli kurallarına uygun olarak davranmış ve Yunan adalarının varlığını da dikkate alarak soruna eşitlik ilkesi çerçevesinde çözüm getirilmesini savunmuştur.

Ancak Yunanistan, Türkiye’nin bu olumlu yaklaşımına karşın, hukuk dışı bir yaklaşımla, Anadolu’ya yakın Yunan adalarına da Kıta sahanlığı tanınması gerektiğini ileri sürmekte ve bu yolla Türkiye’nin Kıta sahanlığının 6 millik dar bir kıyı şeridiyle sınırlanmasını istemektedir.

Yunanistan bu garip isteğini, 1978 yılında konuyu, kendi isteklerini yansıtan biçimiyle Uluslararası Adalet Divanına götürmüş ancak Divan, Türkiye’nin o günlerdeki kararlı tavrının da etkisiyle; “Savaşa neden olabileceği” gerekçesiyle “yetersizlik” kararı vermişti.6

Olasıdır ki AKP yönetimi bu konuda da ödün verecek, Doğu Akdeniz’de İsrail’e kaptırdığı Münhasır Ekonomik Bölgesi gibi, Ege Denizi’nin de denizaltı ve üstü varsıllığını Yunanistan’a kaptıracaktır.

Güçsüzlüğün Bedeli

Yunanistan, Türkiye’nin bugün, ulusal birlik ve bilinçten uzak, dış etkilere açık ve güçsüz bir duruma düştüğüne inanmaktadır. Bu nedenle, en kabul edilmez istekleri bile olağan hak istemi gibi ileri sürebilmekte ve bilinçli bir biçimde Türkiye’nin üzerine gelmektedir. Türk adalarını işgal etmiş, 12 mili kabul ettirmiştir. Lahey kararına karşın kıta sahanlığı konusunu, ısrarla yeniden gündeme getirmektedir. Öyle görünmektedir ki, istekleri Kurtuluş Savaşı öncesinde olduğu gibi bitmeyecek ve sürekli yükselecektir.

Gelecek yeni istem, Ege Denizi’nin deniz, deniz altı ve deniz üstü varlıklarıyla Türkiye ve Yunanistan arasında; sınırların belirlenmesi, yani paylaşılması sorunudur. Bu sorunun çözümü, denize kıyısı olan ülkelerin anakara uzantılarından oluşan kıta sahasının belirlenmesinden geçmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, güçlü olması gereken bir dönemde, ne yazık ki en güçsüz dönemini yaşamaktadır.

DİPNOTLAR

1. “Sorunun Kaynağı” Burak Rende, 15.01.1997, http://www.türk–yunan. gen.tr

2. a.g.y.

3. a.g.y.

4. “Büyük Larousse” Gelişim Yayınları, sf.6734

5. Europan Parliament, Resulution on the Commission Reports on developments in relations with Turkey Since the entry into force of the Customs Union (COM (96) 0491–C4 0605/96 and COM (98) 0147–C4–0217/98), 17.09.1998, ak. Türk–İş, “Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor” sf.12

6. “Türk Yunan İlişkileri: Sorunlar Argümanlar”, Ank., sf.14, ak.Burak Rende a.g.y.

KAMPANYA : Bodrum’un “SU” sorunu artık çözülsün…


KAMPANYAYA KATILMAK İÇİN BURAYA TIKLAYIN.

Bilindiği üzere Bodrum yarımadasında yıllardır su yoktu. Devlet olaya el attı ve 4-5 sene önce DSİ Bodruma büyük bir hat ile suyu getirdi. Ancak maalesef yerel belediye eline hazır getirilen suyu dağıtmaktan aciz.

Bitez ve Gümbet tarafında sürekli sular kesiliyor, şu an 4 gündür sular kesik ve defalarca Muğla Belediyesi Muski departmanını aramamıza rağmen bir türlü çözüm üretilmiyor. DSİ’nin getirdiği su yetmiyor desek Bodrum’un diğer bölgelerinde sorun yok gibi, demek ki gelen su yeterli.

Ancak yıllardır bir türlü bu bölgede bir düzen oturtulamadı, sürekli sağda solda boru patlıyor, her boru patladığında da hem tonlarca su israf oluyor hemde biz halk günlerce susuz kalıyoruz. Artık bir çözüm üretilmesini istiyoruz…

BALKANLAR DOSYASI /// Devam Eden Sorun : Makedonya-Yunanistan İs im Anlaşmazlığı


Makedonya Cumhuriyeti, eski Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ni meydana getiren altı federe cumhuriyetten en hassası olmasına rağmen, eski Yugoslavya bünyesinden ayrılma sürecini sorunsuz tamamlayan tek ülkeydi. Makedonya’da 8 Eylül 1991 tarihinde yapılan referandumdan, yüzde 95,4 gibi yüksek bir oranla, bağımsızlığa “Evet” kararı çıktı. Parlamento’nun 17 Eylül 1991 tarihinde aldığı kararla, “Makedonya Cumhuriyeti” isimli yeni bir devletin kurulduğunu tüm dünyaya ilan etti. Komşuları ise farklı farklı nedenlerle ilk dönemde Makedonya Cumhuriyeti’ni tanımadılar. Sebebi ise Makedonya’nın, Yunanistan ile isim; Bulgaristan ile dil; Sırbistan ile sınır ve haleflik ve Arnavutluk ile bu ülkedeki Arnavutların talepleri sebebiyle anlaşmazlıkları bulunuyordu.

Makedonya, kendisini tanımayan komşularının birçoğuyla ilerleyen yıllarda iletişim kurmayı başardı. Ancak güneydeki komşusu Yunanistan, bağımsızlığını ilan ettiği günden beri Makedonya Cumhuriyeti’ni anayasal ismiyle tanımayı reddetti. Yunanistan’ın, Makedonya Cumhuriyeti’nin bayrağı, anayasası ve adı hakkındaki yaklaşımı, bu ülkenin diğer ülkeler ve İMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve NATO gibi uluslararası kurumlarca tanınmasını birkaç yıl geciktirdi.

İlk olarak basit ve sembolik bir isim meselesinden ibaret gibi görünen bu tanımama kararı, çok daha köklü ve tarihi bir anlaşmazlığı temsil ediyor. İki ülke arasındaki temel mesele; Makedonya’nın ismi, anayasası, bayrağı ve parasındaki simgelerden ziyade, Makedon ulusunun varlığıdır. Bu meselenin kökeni ise milattan önce dördüncü yüzyıla kadar uzanıyor.

Yunanistan’a göre, “Slav kavimleri Balkan yarımadasına altıncı ve yedinci yüzyıllarda geldiklerine göre, bugünkü Makedonlar, eski Makedonlardan gelmiyorlar. Bu sebeple bugünkü Makedonların, Makedon ve Makedonya isimlendirmelerini kullanma hakları yok.” Ayrıca; “Üç bin yıldan beri Yunanistan’ın bir parçası olan Makedonya’nın, Büyük İskender’e kadar uzanan bir Helen geçmişi bulunuyor. Antik Çağdaki Makedonlar, Yunanca konuşan ve Yunan kültürüne sahip Kuzey Yunanistan halkıdır.” deniyor. Bu görüşlere karşılık Makedonlar da, “milattan önce 700 ve 800’lü yıllarda Ege Makedonya’sında ortaya çıkan Makedonlar, Yunanca konuşmadıkları gibi, Yunan kültürünün de bir parçası değildir.” tezini savunuyor. Ayrıca Üsküp yönetimine göre, “Bugün, Vardar Makedonya’sında yaşayan ve tarihin etkileri sebebiyle Slav Makedoncası konuşan halkın önemli bir kısmı ile Ege Makedonyası’nda yaşayan ve aynı etkiler sebebiyle Yunanca konuşan halkın bir kısmı Antik Çağdaki Makedon Krallığı halkına mensup Makedonlardır.”

Bu görüşler doğrultusunda, Makedon ve Yunanlıların birbirinden farklı tezleri olduğu görülüyor. Bu tezlerden hangisinin doğru olduğu, tarihi gerçekliklere bakılarak, rahatlıkla tespit edilebilir. Ancak bir devletin isim ve sınırlarını binlerce yıl önce yaşanmış olaylara göre belirlemek ne kadar doğru bir yaklaşım, tartışılır. Bu yaklaşımdan yola çıkacak olursak, Yunanlıların, Helenlerden gelip gelmediğini sorgulayan birçok çalışmaya da rastlanabilir. Ayrıca, Yunanistan’ın, “Greece” veya “Grece” ismini bir Boiotia kavminden aldığını hatırlatmakta fayda var. Günümüzde bu kavmin mensuplarından kimsenin hayatta olmayışı, Yunanlıların, Makedonlar gibi isim tartışmalarıyla mücadele etmek zorunda kalmamaları adına büyük bir şanstır.

1995 yılında Makedonya ile Yunanistan arasında yapılan anlaşma gereği, Yunanistan’ın Makedonya Cumhuriyeti’nin uluslararası anlaşmalarda ve üyeliklerde “Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya” ismi ile kabul edildiğinde veto etmeyeceğini belirtmesine rağmen yapılan bu anlaşmaya uymayarak konu Uluslararası Adalet Divanı’na taşınmıştır. Lahey’de verilen karar Yunanistan’da büyük şok yaratmış ve Makedonya Cumhuriyeti’nin haklılığı konusunda karara varmıştır. Verilen bu karar Makedonya için çok büyük öneme sahiptir. Çünkü bu kararın Avrupa Birliği ve NATO’ya yapılacak başvurularda göz önünde bulundurulması gerekiyor. Fakat günümüzde Makedonya’nın üyeliğini engelleyen temel neden olarak Yunanistan ile yaşanan isim anlaşmazlığı maalesef ki önemini korumaktadır. Makedonya’nın içine düştüğü bu çıkmazın farkında olan Yunanistan, özellikle 2007 yılının ikinci yarısından itibaren, isim meselesini bu ülkenin olası NATO ve AB üyeliklerinde koz olarak kullanarak çözmek için güçlü bir kampanya yürütüyor. Aynı zamanda Makedonya, AB’ye aday ülke statüsü aldığı Aralık 2005’den beri, Brüksel ile üyelik müzakerelerini başlatma tarihi bekliyor. Hem AB, hem de NATO üyesi olan Yunanistan ise, kuzey komşusu ile arasındaki isim anlaşmazlığı çözülmediği takdirde, Nisan 2008’de Bükreş’te yapılan NATO zirvesinde olduğu gibi, bu ülkenin NATO ve AB üyeliğini engellemekle tehdit ediyor. Ayrıca Yunan ve Makedon kamuoyu ve partileri isim sorununda son derece katı bir tutum izlemekteler. Bununla birlikte 2011 yılında başlayan Yunanistan’daki borç krizinin isim anlaşmazlığında Atina’nın elini zayıflattığı görülüyor. Makedonya-Yunanistan arasındaki isim meselesinin iki ülke arasındaki müzakerelerden ziyade, önde gelen AB ve NATO üyesi devletlerin etkisiyle aşılması bekleniyor.

Mevcut duruma bakıldığında, Makedonya’nın NATO ittifakı ve Avrupa Birliği’ne üyeliğinin, yalnızca bu ülke için değil, tüm bölgenin genel istikrarı için son derece önemli olduğu anlaşılıyor. Eğer Yunanistan’ın bu isim istismarı engellenmezse, Atina’nın veya başka bir başkentin farklı adımlar atması da mümkün hale gelebilir. NATO üyesi bir ülkenin, bir başka ülkenin katılımını sadece adını beğenmediği için engellemeye çalışması ve karar mekanizmalarını sekteye uğratması, gelecek adına soru işaretlerinin oluşmasına sebep olmaktadır.

Bahsi geçen isim sorunuyla ilgili Birleşmiş Milletler arabulucusu tarafından bazı çözüm önerileri sunulmuştur. Sunulan çözüm önerileri sorunun ortadan kaldırılması için çok önemli olmasına rağmen Yunanistan tarafından reddedilmiştir. Bugün Balkanlardaki barışı sağlama ve sürdürme konusunda kilit ülke konumunda olan Makedonya’nın Yunanistan’la olan bu isim sorununu çözmesiyle geleceğe daha güvenle bakılabilecektir. Makedonya’da oluşacak huzur ortamı hem balkanları hem de Avrupa ve dünyayı rahatlatacaktır.

Balkan Araştırmaları Merkezi Stajyeri

Merve AYAZAKÇA

  • Balkanlar El Kitabı, Cilt I-II, KaraM-Vadi Yayınları, Ankara, Mart 2007.
  • Balkanlar, Hugh Poulton, Sarmal Yayınevi, İstanbul, Nisan 1993.
  • Makedonya Sorunu Dünden Bugüne, ASAM Yayınları, Ankara, 2002.
  • Osmanlı Devleti’nin Makedonya Meselesi, Süleyman Kani İrtem, Temel Yayınları, İstanbul, 1999.
  • Tarihin İzinde Balkanlar ve ABD, Öncü Kitap, Yusuf Küpeli, Ankara, Nisan 2000.
  • Makedonya-Yunanistan isim kavgası: Buzdağının görünen kısmı, Can Karpat, AIA Türkiye ve Balkanlar Masası, Şubat 2006.
  • Seçim Sonrası Makedonya, Süleyman Baki, Temmuz 2008
  • Makedonya’nın Makroekonomik Durumu ve AB Üyeliği Açısından Bir İnceleme, Esfer Ali, Kasım 2006.
  • Makedonya Ekonomisinde Sirtaki, TÜRKSAM, Esfer Ali, Mart 2008.
  • Makedonya ile İlgili İsim Anlaşmazlığını Çözmenin Zamanı Geldi, Zoran Nikolovski, Southeast European Times, Kasım 2008.
  • Yunanistan’ın Makedonya büyükelçisi geri çağrıldı, Southeast European Times, Temmuz 2007
YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.