Etiket arşivi: analiz

DARBELER DOSYASI /// NACİ KAPTAN : Darbe analizi * Türkiye?deki CIA destekli darbe başarısız, kürese l satranç tahtası altüst oldu


cambell_cia_0_opt.jpg

Darbe analizi * Türkiyedeki CIA destekli darbe başarısız, küresel satranç tahtası altüst oldu

Eric Draitser:

18 Ağustos 2016 Perşembe

Fullere ilave olarak, kötü şöhretli CIA amili ve ABDnin eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz de, ABDde sığınma arayışı içinde olduğu sırada Güleni destekleyen bir mektup yazdı. İlginç bir şekilde Abramowitz aynı zamanda, kendisi gibi neo-conlar olan Eric Edelman ve Blaise Misztal da birlikte Ocak 2014te Washington Post gazetesinde ABDnin Erdoğan hükümetini devirmesini isteyen ateşli bir yazıyı kaleme alanlardan biriydi.

medyanın-işlevi.jpg

Eric Draitser

Global Research / stopimperialism.com

Kısa süre önce Türkiyede gerçekleşen başarısız darbe girişimi, Ortadoğudaki, NATOdaki ve belki de küresel düzeydeki güç dengelerini değiştirme potansiyeli taşıdığından, bir siyasi ve jeopolitik depremdi. Fakat son gelişmelerin sonuçları açık olsa da, 15 Temmuz gecesi 16 Temmuz sabahı gerçekte ne olduğu halen bir düzeyde muamma. Neden Batılı uzmanlar ve gazeteciler bağlantıların çoğunu kurmuyor?

Bu noktada bir kez daha, ABD ve AB hükümetlerine de hakim olan çıkar gruplarının hakim olduğu kontrollü medya aygıtlarına ve onların inanılmaz yanlış bilgilendirme gücüne geliyoruz. Michael Parentinin meşhur bir şekilde yazdığı gibi,

[Medyanın] işi bilgilendirmek değil yanlış bilgilendirmek, demokratik söylemi ilerletmek değil onu etkisizleştirmek ve susturmaktır. Onların görevi, günün olaylarıyla itinayla ilgilendikleri görüntüsünü her şekilde vermek, çok şey söyleyip çok az mana sunmak, pek az besleyiciyle çok kalori kazandırmaktır.

Parentinin iddiasının Türkiyedeki darbe girişiminden daha doğru olduğu bir yer yoktur. Zira medya Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümetinin ABDde yaşayan milyarder Fethullah Gülenin gizli eline dair iddialarına yer verdiyse de, önde gelen medya kuruluşlarından hemen hemen hiçbiri Gülenin ve hareketinin gerçek anlamını ortaya çıkarmak için gerekli araştırmayı yürütmedi. Özellikle de, ve neredeyse büyü yapılmışçasına, Gülenin CIAle uzun zamandır sahip olduğu bağlardan, onun Türk devletinin çeşitli kurumlarına sızmasından kesinlikle bahsedilmiyor; Gülenin liderlik ettiği ve Müslüman (ve de Müslüman olmayan) dünyanın neredeyse her köşesine uzanan finans ağları ve bağlantılar hakkında da hiçbir ciddi araştırma yapılmıyor.

Ve her ne kadar Gülen, ABDdeki pek çok neo-conla birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ona bağlı güçlerin siyasi rakiplerine, laiklere ve diğer Erdoğan karşıtı güçlere karşı süregiden baskıları meşrulaştırmak için darbeyi bizzat kendilerinin sahnelediği anlatısını yaysa da, medya genel olarak Türkiyedeki olayların geniş jeopolitik anlamla bağlantısını kurmadı; oysa bu, olmuş olması muhtemel şeylere bir nebze ışık tutabilirdi. Dahası medya, vazifesini daha da fazla ihmal ederek son derece kritik bir ihtimal olan ABD-NATO istihbaratının dahli ihtimalini büyük ölçüde görmezden geldi.

Bir kılavuz olarak tarih

1953 İran darbesinden 1973 Şili darbesine ve sayısız başka ülke örneğine kadar, CIA ve NATOdaki kuzenleri olan istihbarat örgütleri, geçtiğimiz haftalarda Türkiyede olana benzer pek çok darbenin parçası oldu. Ancak Türkiyedeki 2016 darbe girişimiyle 12 Eylül 1980 tarihli darbe arasındaki çarpıcı benzerliklere dikkat çekmeme gafletine düşmemek gerekir.

1970li yıllar boyunca Türkiye, çoğu Bozkurtlar ve başka gruplar gibi faşist oluşumlara atfedilen büyük bir terörizm ve şiddet kabarmasına tanık oldu. Ancak bugün bu şiddetin önemli bir bölümünün, pek çok uzmanın CIAle bağlantılı bireyler ve ağlar tarafından hazırlandığını ileri sürdüğü provokasyonlar biçimini aldığı biliniyor.

Bu kişilerden belki de en önemlisi, Soğuk Savaş boyunca Etiyopyada, Türkiyede ve başka yerlerde istihbarat koordinatörü olarak on yıllar geçiren Paul Henzeydi. Daniele Ganserin NATOs Secret Armies: Operation GLADIO and Terrorism in Western Europe,[“NATO’nin Gizli Orduları: GLADIO Operasyonu ve Batı Avrupa’da Terörizm”] başlıklı kitabında belirttiği gibi:

Bir sağcı aşırıcı daha ileride mahkemede akla yatkın bir şekilde, 1970lerin katliamlarının ve terörünün [darbe lideri General] Evreni ve orduyu iktidara getirme stratejisi olduğunu savundu: Katliamlar MİTin provokasyonuydu. MİT ve CIAin provokasyonlarıyla 12 Eylül darbesinin zemini hazırlandı. (s. 239)

Fakat elbette bu eylemler boşlukta gerçekleşmedi; olayların gerçekleşmesini kolaylaştıran istihbarat ajanları yerlerini almıştı. Meşhur yazar ve medya eleştirmeni Edward Herman ile kendisine eşlik eden Frank Brodheadin 1986 tarihli The Rise and Fall of the Bulgarian Connection [“Bulgar Bağlantısının Yükselişi ve Düşüşü] isimli kitaplarında söylediği gibi:

Paul Henze uzun CIA kariyerine 1950 yılında Savunma Bakanlığı örtüsü altında dış meseleler danışmanı olarak başladı. İki yıl sonra ise Batı Almanyanın Münih kentindeki Özgür Avrupa Radyosunda (RFE) politika danışmanı olarak sürecek altı yıllık bağlantısını başlattı. 1969 yılı itibariyle Henze, Etiyopyadaki CIA üs şefiydi; 1974-1977 yılları arasında da Türkiyede üs şefliği yaptı. Zbigniew Brzezinski Başkan Jimmy Carter için Ulusal Güvenlik Konseyi takımını topladığı zaman, Henze CIAin Beyaz Saraydaki NSC ofisindeki temsilciliğiyle görevlendirildi.

Henze ve Brzezinski arasındaki yakın bağ düşünüldüğünde, Henzenin temel olarak Brzezinskiyle aynı küresel operasyona, yani Sovyetler Birliğine karşı stratejik kazanım için terörizmin silahlandırılması operasyonuna katıldığını görmek zor değildir. Brzezinski ün kazanmış bir şekilde Afganistanda mücahitlerin yaratılmasına akıl hocalığı yaparken, Henze Türkiyede halihazırda benzer sonuçlar elde etmiş, istikrarsızlaştırma amacı doğrultusunda sağcı güçleri örgütlemişti. Gansler kitabında, anti-terör araştırmacısı ve GLADIO operasyonları uzmanı Selahattin Çelikten bir alıntı yapar. Çelik 1999 yılında şunları yazmıştı:

[ABD Başanı Jimmy Carter] haberi [Türkiye’deki 1980 darbesi haberini] alınca, darbeden kısa süre önce Ankaradan ayrılıp Washingtonda CIAin Türkiye masasında Carterın güvenlik danışanı olan Paul Henzeyi aradı Carter Henzeye onun zaten bildiği şeyi söyledi: Adamların darbe yapmış! Başkan haklıydı. Paul Henze, darbenin ertesi günü Washingtondaki CIA meslektaşlarına muzaffer bir edayla bildirdi: Bizim çocuklar (our boys) başardı!

DEMİR-YUMRUK-İSİMLİ-KİTAPTAN.jpg

Çelik Henzeden açık açık, 12 Eylül 1980 darbesinin başmimarı diye bahsediyordu. Neden böyle dediğini görmek zor değil. 1970lerin başlarından ortalarına kadar sahada bulunan, ardından Washingtonda koordinatör olurken Brzezinski liderliği altında Ulusal Güvenlik Konseyinin Türkiyeden sorumlu kilit kişisi haline gelen Henze açıkça araçsal bir rol oynamıştı. Ganslerin belirttiği gibi, Çelike göre,

Brzezinski Henzenin pozisyonunu destekledi.Ulusal Güvenlik Konseyinde, 1979 yılında Humeyninin iktidara geldiği İrandaki durum hakkında yürütülen bir tartışma esnasında Brzezinski, görüşünüTürkiye için de Brezilya için de askeri hükümet en iyi çözüm olacaktırşeklinde ifade etti.

ABD istihbaratının Soğuk Savaşta nasıl faaliyet yürüttüğüne az da olsa aşina olan hiç kimseye bunlar şaşırtıcı gelmemelidir ama, belki ABD istihbaratı, NATOdaki kuzenleri ve Türk ordusu ile derin devleti arasındaki bağlantıların derinliği zihinde şimşekler çaktıracak bir şeyleri ifade ediyor olabilir. Türkiyeli politikacı ve sosyal aktivist Ertuğrul Kürkçünin 1997 yılında Covert Action Quarterly dergisinde yazdığı gibi:

Türkiye ve ABD ordusu ve istihbarat çevreleri arasındaki yakın bağlar ile ABDnin Türkiyenin askeri işbirliğiyle ilgili kaygıları, Türkiyenin daha geniş demokrasiye giden yolunun önündeki büyük engeller oldu. [Türk siyasetçi ve gazeteci Fikri] Sağlar, ABDnin Türkiye meselelerine ilgisinin resmi NATO ilişkileri ve ticaret bağlarıyla sınırlı olmadığını savunuyor. CIAin o dönemdeki Ankaradaki Türkiye üs şefi Bizim çocuklar bu işi başardı! şeklindeki kötü şöhretli mesaja işaret ediyor. Sağlar CIA de dahil olmak üzere yabancı istihbarat örgütlerinin aşırı sağdan işbirlikçiler seçtiği ve kendi özgün çıkarları için onlardan istifade ettiği değerlendirmesini yapıyor.

Nitekim 1980 darbesinin her şeyden fazla gösterdiği şey, Türk ordusunun ve Bozkurtlar gibi aşırı sağcı faşist terör çetelerinin çeşitli biçimlerde ABD varlıkları niteliği taşıdığı ve ABD istihbaratının parmağının altında olduğudur. Elbette bunların bütünüyle onların varlığı mı, vekil güçleri mi yoksa sadece uzun zamandır birlikte çalışan işbirlikçiler mi olduğu konusunda tartışma yürütülebilir, ancak bu ayrım çok da önemli değildir. Önemli olan şey tarihi kayıtların, Türk ordusu ve derin devleti ile CIA arasındaki gizli anlaşmayı açıkça gösteriyor olmasıdır.

Fakat bütün bunlar eski bir hikaye, değil mi? Şüphesiz bu ağlar ve bağlantılar zaman içinde aşındı ve 1980de olanlar Türkiyenin iç siyaseti ve süregiden iktidar mücadeleleri açısından ancak ikincil bir önem taşıyor. Eh, evet Fakat iyice düşününce, belki de öyle değildir.

Türkiye satranç tahtasında kim kimdir?

Türkiyede kısa süre önce olan şeye dair bir analiz sunmaya çalışırken, Türkiyede iktidar için mücadele eden siyasi kanatların bir düzeyde anlaşılması gerekir. Her ne kadar gruplar arasında sık sık bir çakışma olsa da, bunlar kabaca üç kampa ayrılabilir.

Birinci kanat, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisidir (AKP). Erdoğan ve AKP Müslüman Kardeşlerin ılımlı İslamcı ortamından geldi ve yıllarını laik Türk ordusuna ve devlet düzenine karşı militanca bir mücadeleyle geçirdi. Bir Müslüman Kardeşler lideri olan Dr. Essam el-Eryan,ın 2007 yılında izah ettiği gibi, Müslüman Kardeşler bütün ılımlı İslamcılarla yakın ilişkileri bulunan bir İslami gruptur ve bunların en önde geleni Adalet ve Kalkınma Partisidir.

Bu nokta kritik bir önem taşıyor, zira Erdoğanı ve onun siyasi aygıtını, Ortadoğu ve Kuzey Afrika çapındaki çok daha geniş bir uluslararası ağa bağlıyor. Dahası, Erdoğanın Suriye savaşındaki ve babası 1982 yılında Suriyede Müslüman Kardeşleri ezmiş olan Devlet Başkanı Beşar Esadın devrilmesi konusundaki fanatizmi hakkında ve şimdiki Mısır Cumhurbaşkanı Sisi tarafından devrilmiş olan Müslüman Kardeşler lideri eski cumhurbaşkanı Mursiye olan tereddütsüz desteği hakkında da bir izahat sunuyor.

İkinci kanat, gücü genellikle orduda ve derin devlet unsurlarında bulunan Kemalistlerdir. Bu kanat kendisini, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürkün mirasının bekçileri olarak görüyor. Kemalistlerin ülkedeki büyük kapitalist çıkar gruplarıyla derin bağlantıları ve ABD ve NATO ile uzun bir işbirliği geçmişleri bulunuyor. Daha önce belirtildiği gibi Türk ordusunun CIA ve NATO istihbaratı ile uzun süredir devam eden bağları bulunuyor ve en güvenilir ABD-NATO partnerlerinden biri olarak görülüyor.

Bahsedilmesi gereken üçüncü kanat ise, dünya çapındaki okullar ağının kendisini bölgenin en güçlü bireylerinden biri kıldığı, ancak ağını Pennsylvaniadaki rahat evinden yöneten Gülen kanadıdır. Gülen ağı Türkiyedeki neredeyse her devlet kurumuna sızarak önemli alanlar açtığı gibi, aynı zamanda da ABDde dev bir nüfuza sahip; bu hem ABD istihbaratıyla uzun süredir devam eden ağlar anlamında, hem de belki en az bu kadar önemli olacak şekilde, dev lobicilik ve nüfuz ticareti aygıtı anlamında böyle. Nitekim 2010 yılında Gülen hareketiyle bağları olan 6 büyük Türk-Amerikan federasyonu birleşerek, Washingtonda Türkiye ve Türki halklar meseleleriyle ilgilenen önde gelen lobi kuruluşlarından olan bir kâr amacı gütmeyen kuruluş olan Türk-Amerikan Federasyonları Birliğini (ATAF) kurdu.

Her ne kadar darbe girişimi ordu içindeki unsurlar tarafından gerçekleştirilmiş olsa da, bu unsurların tam olarak hangi kanadı temsil ettiğinin, yahut ikisinin bir bileşimi olup olmadığının açık olmadığı hatırlanmalıdır. Ancak darbede oynamış olabilecekleri potansiyel rolü değerlendirmek için (Hizmet olarak bilinen) Gülen ağının yakın tarihini incelemek faydalı olacaktır.

Noktaları birleştirmek: Türkiyedeki darbe girişiminde Fethullah Gülen ve CIAin parmak izleri mi?

Dünyanın herhangi bir yerinde olan herhangi bir şey için CIA ve ABD-NATO istihbaratına işaret etmek kolay olsa da İmparatorluğun erişim alanı gerçekten de küreseldir somut bağlantıları layıkıyla ortaya koymadan basit bir şekilde ABDnin suç ortaklığı iddiasında bulunmama konusunda dikkatli olunmalıdır. Bu örnekte ise bu iki kat doğrudur. Ancak tam da bu noktada Gülenin önemi gerçekten de kendini ortaya koymaktadır, zira neredeyse bütün önemli devlet kurumlarına sızmış olan, onun geniş kapsamlı bağlantılar, temsilciler ve vekiller ağıdır.

Başarısız darbe girişiminden çok önce, analistler Gülen, Türk devlerine sızma ve CIA arasında bağlantı kuruyordu. Osman Softicin 2014 yılında yazdığı gibi:

Hizmet sempatizanlarının polis, istihbarat, yargı ve savcılıklar gibi en hassas yapılardan bazılarına ustaca sızmaları nedeniyle, bu hareketin çok daha güçlü ve kötü niyetli uluslararası aktörler tarafından ülkenin istikrarsızlaştırılması ve hatta Erdoğan hükümetinin devrilmesi için uygun bir mekanizma işlevi görmüş olması gayet akla yatkındır Gülenin kendisi de, Türkiyeyi istikrarsızlaştırma girişimlerinde uygun bir piyon haline gelmiş olabilir.

Gülenin adamlarının Türkiye devletinin her noktasına sızdığı iddiası yeni bir şey değildir. Nitekim en az yirmi yıldır Gülene ve Hizmet hareketine bu tür suçlamalar yöneltiliyor. Ancak resmi gerçek anlamda tamamlayan şey, ABD istihbaratı ve ABD dış politikasının elit çevreleri ile olan bağdır.

Bu noktada devreye, CIAin Ulusal İstihbarat Konseyinin eski başkan yardımcısı olan ve Gülen hareketiyle olan bağları derinlere giden Graham Fuller giriyor. Fuller geçtiğimiz günlerde Huffington Postta yayınlanan Gülen Hareketi bir tarikat değil Bugün İslamın en umut verici yüzlerinden biri başlıklı bir makalede Güleni savunacak kadar ileri gitti. Fuller bu yazıda, Gülenin ABDye 2006 yılında yaptığı Yeşil Kart başvurusuna destek için bir mektup yazdığını yeterince belgelenmesi nedeniyle başka şansı olmadığından kabul ediyor. Her ne kadar kullandığı retorik Gülene verdiği desteğin niteliğini ve arkasındaki sebebi çarpıtmaya çalışsa da, Fuller Hizmetin ABD çıkarlarıyla aynı çizgide olan ve onun etkisi altında olan, kritik bir NATO müttefikinde etkili bir silah olarak kullanılabilecek bir toplumsal hareketi temsil ettiğini dolaylı olarak ortaya koyuyor.

Fuller, Gülen hareketiyle bağlantısının hasbelkader bir bağlantı olmadığını belirtmiyor, ancak Gülencilerin, aralarında büyük etkinliklerin de olduğu çok sayıda faaliyetine katıldığı biliniyor. Bunların arasında, Gülen ağının önde gelen bir üyesi olan Kemal Öksüzün (namı diğer Kevin Öksüz) yönettiği, ünlü bir Gülenci şemsiye kuruluşu olan Turkuvaz Amerikalılar ve Avrasyalılar Federasyonu tarafından düzenlenen etkinlikler de bulunuyor.

Fullere ilave olarak, kötüşöhretli CIA amili ve ABDnin eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz de, ABDde sığınma arayışı içinde olduğu sıradaGüleni destekleyen bir mektup yazdı. İlginç bir şekilde Abramowitz aynı zamanda, kendisi gibi neo-conlar olan Eric Edelman ve Blaise Misztal da birlikte Ocak 2014te Washington Post gazetesinde ABDnin Erdoğan hükümetini devirmesini isteyen ateşli bir yazıyı kaleme alanlardan biriydi. Evet, çenemizi tırmalatacak derecede enteresan.

O halde, her şeyi ortaya koyup koymadığımıza bir bakalım. Gülen milyarlarca dolarlık bir iş imparatorluğunu ve dünya çapına yayılmış özel okullar ağını yönetiyor. ABD-Türkiye ilişkilerinin yakın tarihi içinde yer almış en kötü şöhretli CIA amillerinden ikisiyle doğrudan bağlantılı. Kılcal damarları Washingtondan Orta Asyaya kadar uzanan bir siyasi lobi ağına sahip. Ha bu arada, eski Türk istihbarat şefi Osman Nuri Gündeşe göre Gülenin Orta Asya ülkeleri Kırgızistan ve Özbekistandaki okullar ağı 1990ların ortalarından sonlara kadar en az 130 CIA ajanı için örtü sağladı.

Şimdi bu denkleme, ABD politika çevreleri içindeki en etkili düşünce kuruluşlarından olan RAND firmasının 2004 tarihli ve Sivil Demokratik İslam: Partnerler, Kaynaklar ve Stratejiler başlıklı ayrıntılı raporunda ABD politikası için sunduğu önerileri ekleyelim:

Önce modernistler desteklenmeli, onlara fikirlerini dillendirmek ve yaymak için geniş bir platform sağlamak yoluyla onların İslam vizyonları gelenekselciler karşısında güçlendirilmelidir. Geliştirilmesi ve kamuoyuna çağdaş İslamın yüzü olarak sunulması gereken onlardır, gelenekselciler değil Sekülerler, duruma göre desteklenmelidir.

Öyle görünüyor ki on yıldan daha uzun süre önce, Gülen ve Erdoğanın halen dost olduğu ve örgütlenmelerinin müttefik olduğu bir dönemde, ABDnin politikası Güleni ve hem onun hem de Erdoğanın temsil ettiği ılımlı İslamcı unsurları ileri sürmekti. Kuvvetle muhtemel olarak Erdoğan ve Gülen arasındaki ayrışma (her ne kadar bu da şüphesiz belli bir rol oynadıysa da) kişisel meseleler ve egolardan ziyade, politika ve sadakatle ilgiliydi.

Başarısız darbe girişiminin jeopolitiği ve stratejisi

Hem teröristlere hem de Suriyenin ülkeden kovduğu ABD vekil güçlerine evsahipliği yapmak da dahil olmak üzere Suriyede ABD emperyalizmine sunduğu takdire şayan hizmete rağmen Erdoğan açıkça Washingtonun planlarını bozdu. Belki de en kötü suçu kısa süre önce, Kasım 2015te bir Rus uçağının düşürülmesi nedeniyle özür dilemesiydi. Ancak elbette resmi Washington politikasını patlatan şey özrün kendisi değil, Türk dış politikasının ABD, NATO ve Avrupadan uzaklaşıp Rusya, Çin ve yeni gelişen Batı dışı güç bloğuna yönelmesiydi. Bu onun ağır günahı oldu. Ve her ne kadar şüphesiz Washington bunun son olmasını sağlama istediyse de, bu ilk de değildi.

Erdoğanın, dev Türk Akımı boru hattı anlaşmasının imzalanması, Çinden füze sistemleri satın alma kararı (Erdoğan daha sonra bundan caydı), Rusyayla kârlı bir nükleer enerji anlaşmasının imzalanması ve daha pek çok başka örnek de dahil olmak üzere, ABDnin hasımlarıyla anlaşmalar yapmak gibi nahoş bir alışkanlığının olduğu hatırlanmalıdır. Kısacası Washington için Erdoğan, en iyi ihtimalle güvenilmez bir müttefik, en kötü ihtimalle de tehlikeli bir siyasi manipülatör olduğunu kanıtlamıştı. Bu yüzden, ABD siyasi elitleri tarafından böyle görülen pek çok başka lider gibi, gitmeliydi. Gülenin ağı da bu noktada işe yarayacaktı.

Başarısız darbe girişimindeki olayların belki de en çarpıcı boyutlarından biri, İncirlikteki NATO üssünün kullanılmasıydı. Los Angeles Timesın belirttiği gibi:

Türk yetkililer, başkaldırının organizatörlerinin, Türkiyede bulunan 2,500 ABD askeri personelinin çoğuna ev sahipliği yapan ve ABD öncülüğündeki koalisyonun komşu Irak ve Suriyede İslam Devleti militan grubunu yenilgiye uğratma amaçlı süregiden hava kampanyası için temel bir üs olan İncirlik Hava Üssündeki subaylardan hayati önemde yardım aldığını söyledi Resmi medya, İncirlikteki en yüksek Türk askeri yetkilisi olan General Bekir Ercan Vanın tutuklandığını aktardı. Van, üste tutuklanan 10 askerden biriydi ve Türk yetkililere göre darbe girişiminin hayati bir unsuru olan, sokaklardaki hükümet destekçilerini yıldırmak üzere kullanılan F-16 savaş uçaklarına hava ikmali sağlama operasyonunun parçasıydı.

Bu bilginin içerimleri hafife alınmamalıdır. Hikayenin Erdoğancılar tarafından, belki Erdoğana sadakatsiz görülen veya laik Kemalistlere fazla sadık görülen üst düzey askeri yetkilileri tasfiye etmek için uydurulmuş olması mümkünse de, hükümetin bu anlatısının doğru olması da akla yatkındır.

Eğer durum böyleyse, bunun açık anlamı İncirlikin darbe operasyonlarının üssü, darbenin arkasındaki askeri gücün ve onların da arkasındaki ABD istihbaratının ve ordusunun mevkisi olduğudur. İncirlikin Ortadoğudaki NATO operasyonlarındaki merkeziliği düşünüldüğünde, bu üssün salt askeri personele evsahipliği yapmakla kalmayıp küresel CIA ağında bir düğüm noktası olduğunu ileri sürmek mantıksız değildir. Nitekim üssün hem Suriye-Irak sahnesinde operasyonlar yürüten insansız uçaklara evsahipliği yaptığı hem de ABDnin olağanüstü icra programının göbeği olduğu dikkate alındığında, İncirlikin çok sayıda önemli CIA varlığına evsahipliği yaptığını söylemeye bile gerek kalmaz.

O halde bu perspektiften bakıldığında İncirlik şüphesiz başarısız darbe girişiminde merkezi bir yerdeydi ve o günden beri Erdoğanın ordu saflarındaki rakiplerini tasfiye etmesinde temel bir konumda yer aldı denilebilir. Dahası üs, uzun zamandan beri Ankara ve Washington arasında bir ihtilaf konusuydu ve Erdoğan hükümeti, üs üzerinde Washingtonun izin vermeye hazırlandığından daha fazla kontrole sahip olmak istiyordu. Pek çok bakımdan İncirlik, Türk siyasetinde ve bölgenin jeopolitiğinde tektonik bir kaymanın bağlantı noktası oldu.

Son kertede, Türkiyedeki 2016 başarısız darbe girişimi, önümüzdeki yılları ve on yılları etkileyecek kalıcı sonuçlar getirecektir. Türkiye şimdi açık bir şekilde ABD-NATO-AB ekseninden uzaklaşırken, Rusya ve Çinle arasını düzeltmeye çalışacağı gibi, BRICS, Şangay İşbirliği Örgütü, Çinin Tek Kemer Tek Yol stratejisi, Asya Altyapı Yatırım Bankası ve benzerlerinin simgelediği Batı dışı kampta yer almaya çalışacağı da öngörülebilir.

Darbenin başarısızlığı kuşkusuz, Erdoğanı bir partner değil bir hasım olarak gören ABD ve müttefikleri için başarısızlıktır. Kendi adına Erdoğanın yanıt vermesi gereken pek çok suçlu davranışı vardır. Erdoğanın Suriyedeki savaşın körüklenmesinden bugün Türkiyede süregiden tasfiyelere ve keyfi tutuklamalara, laik kurumlara ve insan haklarına yönelik saldırılara kadar olan vukuat kaydı bir mil uzunluğundadır. Ancak elbette suçlu rejimlerle içli dışlı olmak hiçbir zaman Washington için sorun olmamıştır.

Hayır, sorun Erdoğanın oyunu kurallarına göre, yani ABDnin belirlediği kurallara göre oynamamış olmasıydı ve bundan sonra da böyle olmaya devam edecektir. Ve bu ABD destekli darbe girişimi sonrasında Erdoğan yalnızca daha da güçlenecektir. Şüphesiz Washingtondaki stratejik planlamacıları pek çok uykusuz gece bekliyor.

Çev: Selim Sezer / www.medyasafak.net

LİNK : http://medyasafak.net/haber/2089/eric-draitserturkiye-deki-cia-destekli-darbe-basarisiz-kuresel-satr

LİNK :

MOSSAD DOSYASI : MOSSAD’ın sitesinden Türkiye analizi


MOSSAD’ın sitesinden Türkiye analizi

Irak’ın geçen hafta ilk defa Suriye’de bir hava baskını gerçekleştirmesi çok dikkat çekti.

Irak’ın geçen hafta ilk defa Suriye’de bir hava baskını gerçekleştirmesi çok dikkat çekti. İsrail istihbaratı Mossad’a yakınlığı ile bilinen Debka sitesi, bu gelişmeyi “Irak, ABD olmadan IŞİD’i vurdu” şeklinde yorumladığı analizinde ABD’nin dışlanmakta olduğunu öne sürdü. Ankara’dan yapılan bir açıklamada Türkiye’nin Rakka operasyonu için Fransa, İngiltere ve Almanya ile “işbirliğini” planladığı belirtilirken “Amerika’nın ise zikredilmediğini” savunan Debka, Trump Yönetiminin Rakka operasyonunda “Türk ordusunu istemediği” iddiasına da yer verdi.

Debka, Irak hava kuvvetlerinin 24 Şubat’ta Suriye’de “İslam Devleti’ne yönelik ilk bombardıman gerçekleştirdiğine” dikkat çekerek girdiği analizinde Irak Savunma Bakanlığı Sözcüsü General Tahsin İbrahim’in Bağdat baskınının Moskova, Şam ve Tahran ile koordine edildiğini belirttiğinin altını çizdi.

Irak Başbakanı Haydar ibadi’nin de Suriye’deki baskına değinirken ABD’den söz etmediğine de dikkat çeken Debka, Bağdat’tan yapılan açıklamalarında ABD’den bahsedilmemesinin “İslam Devleti ile savaşın geleceği ve Amerika’nın operasyondaki yeri açışından büyük önem taşıdığı” savunuldu.

Debka, Haydar İbadi’nin Musul’un kurtarılması için ABD’nin Irak ve Suriye’deki Komutanı General Stephen Townsend ile birlikte çalışırken diğer cephelerde Rus ve İranlı ortaklarını “kullanarak ikili bir oyun oynayabileceğini” iddia etti.

Analizde Irak’ın Suriye baskınının zamanlanmasını da “talihsiz” olarak niteleyen Debka, bu bağlamda ABD Savunma Bakanı General James Mattis ve Genelkurmay Başkanı General Joseph Dunfond’un Pazartesi günü Başkan Trump’un Pentagon’dan istediği Suriye politikasına ilişkin gözden geçirmeyi sunmaları öngörülürken, Trump’un Salı günü de Kongre’deki dış politikaya ilişkin bir konuşma yapacağını anımsattı.

Debka, Pentagon’un Suriye’deki operasyonlar için daha çok bölgesel askeri gücüne dayanan tavsiyelerde bulunması olasılığına dikkat çektikten sonra IŞİD ile savaşın, Washington’dan uzaklaştığı yönünde başka işaretlerin de olduğunu savunarak “Trump Yönetimi, Rakka’nın IŞİD’ten alınmasına yönelik taarruzda Türk ordusunun herhangi bir rolü üstlenmesine itiraz ettiğini belli etti” iddiasında da bulundu.

Ardından Rakka operasyonuna ilişkin olarak geçen günlerde Ankara’dan gelen bir açıklamaya gönderme yapıldı. Debka, açıklamaya göre Türkiye’nin “Rakka’yı kurtarma operasyonuna, Fransa, İngiltere ve Almanya ile işbirliğiyle liderlik yapmayı planladığını” öne sürerken “Amerika’nın ise hiç zikredilmediğini” savundu.

Odatv.com

TÜRKİYE DOSYASI : FRANSA’NIN SAYGIN GAZETELERİNDEN “LE MONDE”NİN TÜRKİYE ANALİZİ


LE MONDE Türkiye Analizi

Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor.

Bu ülke korkulduğu gibi, ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor. Cumhuriyet boyunca süren "kültürel bölünme". Bu artık iyice keskinleşti.

Şimdi bir yanda ayakkabılarını sokak kapısı önünde çıkaran, kadınları başı örtülü, erkekleri sokağa pijamayla da çıkabilen, erkek çocukları kahveye giden, kız çocukları baskı altında yaşayan, türkü ile arabesk arası bir müzikten zevk alan, futbol izleyen, belki de hiç kitap okumamış, hiç dans etmemiş, hiç karı koca birlikte yemeğe gitmemiş, hiç tiyatro seyretmemiş, iyi eğitim alamamış, dini inançları kuvvetli, kalabalık, bir kitle var.

Diğer yanda ise kolej-kız lisesi yelpazesinde eğitim görmüş, bir düğün salonunda ya da kolej partisinde dans etmiş, sinemaya giden, çok fazla olmasa da kitap okuyan, müzik zevki pop şarkılarla klasik müzik arasında dolaşan, evi nispeten daha zevkli döşenmiş, kızlarının flörtüne göz yuman, kadınları modern görünümlü, şarabın kalitesinden pek anlamasa da kadın erkek bir arada içki içebilen, gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen, kendini birinci gruba kıyasla gelişmiş olarak algılayan, entelektüel düzeyi çok yüksek olmasa da, batı standartlarına yakın bir grup var.

Bu iki grubun yaşam tarzı birbirinden kopuk.

Onların, Batı’daki sınıflar arasında ortak zevk alanları yaratan müzik, resim, heykel tiyatro ve sanat gibi birleştirici kültürel zeminler yok. Yaşamları, zevkleri, inanışları birbirinden çok farklı. Hatta birbirine düşmanca.

Birinci grup Cumhuriyet boyunca horlanmış, aşağılanmış, itilip kakılmış. Şimdi bu grup siyasal olarak örgütlendi. Kalabalıklar. Ve her seçimi kazanacak siyasi bir güçleri var artık. İkinci grup ise azınlıkta. Ve artık bir daha seçim kazanma olanakları yok.

Bu noktada tarihi bir paradoks ortaya çıkıyor. Daha Batılı olan "ikinci grup", Batı’nın siyasi değerlerini kabul ederse, bir daha asla iktidarı ele geçiremeyeceğini bildiği için, git gide Batı’ya ve Batı’nın demokratik değerlerine düşman oluyor. Batı’ya düşman olan birinci kesim ise, iktidarı ancak Batı’nın kriterlerini kabul ederek ele geçirebileceğini bildiği için Batı’yla ilişkileri geliştirmek ve demokrasiyi kabullenmek istiyor. Bu kültürel parçalanmada "ordu" önemli bir role sahip. Eğer birinci grubu desteklerse ve batı’nın demokrasisi burada kabul görürse, ordu da iktidarını kaybedecek. Aslında birinci grubun çocuklarından oluşan ordu, kendi iktidarını sürdürebilmek için, kendisine benzemeyen ikinci grupla işbirliği yapıyor. Bir anlamda kendi köklerine ihanet ediyor.

Bu iki grup, siyasi iktidar için son kez çarpışmak üzere hareketlenmiş gözüküyorlar. Birinci grup ekonomik olarak da güçlü artık, Anadolu’da üretim yapıyor, malınıdiş dünyaya satıyor. Para kazanıyor. Siyasi örgütünü destekliyor. İkinci grup ise parasal olarak da kuvvetli değil artık. Mevcut iktidarın da baskısıyla giderek ekonomik kazançlarını kaybediyor. Dış dünyayla iş yapan, dışarıdan borçlanan büyük burjuvazi, Türkiye’nin ancak demokrasiyle normalleşebileceğine inanan entelektüel kesim, devletin yapısının değişmesi ve dünyayla bütünleşmesi gerektiğini düşünen bir grup bürokrat, birinci grubun destekçileri.

Yargı, ordu, bürokrasinin önemli bir kısmı, ikinci grubun arkasında. Ve bu İkinci grup, siyasetle demokrasiyle, iktidarı elinde tutmasının olasıl olmadığını kavradığından, şimdi siyaset ve demokrasi dışında bir çözümün peşinde.

Cumhurbaşkanı seçimi kavganın keskinliğini ve iki tarafın niyetlerini açıkça ortaya koydu.

Ordu destekli ikinci grup artık seçim de istemiyor.

Peki, darbe olursa ne olur?

Yaşam tarzı Batı’ya daha yakın olan ikinci grup, orduyla birlikte iktidara gelir ve Batı’nın desteğini kaybeder. Avrupa buna kesinlikle karşı çıkar. Amerika her zamanki pragmatizmiyle, Kuzey Irak ve Ortadoğu politikalarını desteklemesi karşılığında darbeyi kabullenebilir. Ama Amerika’nın önünde de ciddi bir engel var. "Demokrasi getireceğim" diye Irak’ı işgal eden bir ülke, dünyaya ve kendi kamuoyuna Türkiye’deki "darbeyi" niye desteklediğini açıklayamaz. Ve Irak faciasından sonra ikinci bir "zorlamayı" gerçekleştirecek gücü yok. İstese de istemese de darbeye karşı çıkacaktır.

Silahını ve parasını Batı’dan alan bir ordu ve ülke, Batı’dan koptuğunda ne yapacak?

Sanırım uzun zamandır bunu düşünüyorlar ve korkarım bunun yanıtını buldular. Türkiye’de darbe olursa, dünya, tarihte bugüne kadar hiç gerçekleşmemiş yeni bir oluşumla karşılaşacak. Türkiye, olası bir darbeden sonra Rusya ve Iranla ortaklık kurmak isteyecek. Silahı, enerjiyi ve parayı bu iki ülkeden alacak. Rusya’yla Iran’ın elindeki doğal gaz, petrol ve nükleer güç Türkiye’yi ayakta tutmaya yeter. Ama Rusya- Türkiye- Iran bloku Dünyanın bütün dengelerini değiştirir. Ortadoğu’nun kontrolünü tümüyle ele geçirir. Avrupa’yı küçük kıtasına hapseder. Kafkasları, Afganistan’ı, Pakistan ‘ı kendi gücüne katar. Müslüman dünyayla yakın bir ilişki kurar. Petrol kaynaklarına egemen olur. Çin’le işbirliği yapabilir.

Bu gelişme Avrupa, Amerika ve Japonya’dan oluşan "Batı"nın, dünyadaki etkinliğini inanılmaz bir biçimde azaltır. Yeni blok asker, enerji ve para acısından çok güçlenir. Böylece, Türkiye’deki çatlama dünyada büyük bir çatlamaya yol açar.

Eğer Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa, bu çatlamadan çıkar…

Türkiye’de yaklaştığı görülen kanlı bir çatışmanın, bütün dünyayı yakması sandığınız kadar uzak bir ihtimal değil.

İLLUMİNATİ DOSYASI : İLLUMİNATİ HAKKINDA KISA BİR ANALİZ


İlluminati nedir ?

1 Mayıs 1776’da Adam Weishaupt ve 4 arkadaşı tarafından kurulduğu iddia edilir. Kurulan bu örgüt aydınlanma çağı olarak da görülüyor. 1785’te Baveryan hükümeti tarafından dağıtılan grubun tüm dökümanları yayınlanmıştır. O tarihten sonraki illuminati topluluğu sürekli gizli kalmıştır.

İlluminatinin amacı, bütün dinleri yıkmak, tek bir Dünya ülkesi kurmaktır. Yani savaşa savaş ile son vermek istemektedir.Bu toplum bu amaca ulaşmak için yapacağı şeyler aklı hayali zorlar.

1874 senesinde tamamen yasaklanması sonucu yok olmaya başlayan örgüt Alman bir filozof olan Hegel’in örgüte katılması ile canlanmıştır. Bu olay örgütün kaderini değiştirmiş ve "İlluminati ne demektir?" sorusunun cevabına yeni bir soluk getirmiştir. Hegel’in katılmasıyla bu sorunun cevabı ve illuminatinin gidişatı ‘Yeni Dünya’ kavramını benimsemek, bunun üzerinde tezler sunmak haline gelmiştir.

lluminati örgütünün günümüzde de olduğu ve uzun vadeli planlar yaparak amaçlarını gerçekleştirmek istedikleri iddia edilmektedir. Tarihteki ABD başkanlarının, günümüzde de güçlü ve önemli isimlerin örgütün üyesi olduğu düşünülmektedir. Bu üyeler sanatçılar, siyasetçiler ve bankacılardan oluşuyor olabilir. Ayrıca, özellikle çocuklara hitap eden çizgi filmlerde büyük etkisi olduğu düşünülen Hollywood sektörünün de örgüt kontolünde işlerini yürüttüğü düşünülmektedir.

Topluluğun kesin varlığı hakkında hala bir bilgi yoktur. Örgütün en temel amacı yeni dünya düzenini kurmaktır. Çoğu kişi inansa da, inanmayan kişi sayısı inanan kişi sayısına göre 2 kat daha fazladır.Araştırmacı ve yazarlara göre tarihte olan önemli olayların arkasında veya oluşum sürecinde İlluminati’nin etkisi büyüktür. Düşünürler, bu olaylar arasında Waterloo Savaşı, Fransız İhtilali, John F. Kennedy suikastı gibi olayların olduğunu iddia etmektedir. Ancak bu düşünceler kanıtlanamamaktadır, bu da İlluminati’nin yapılanması ile ilgilidir.

İluminati ile ilgili iddialardan biri, geçen yüzyıllarda önemli bir güç haline gelen ABD’nin örgütün planlarının hazırlanması ve uygulanma sürecinde olduğunun iddia edilmesidir. Örneğin 1 Amerikan Doları üzerinde bulunan örgütün simgesi veya geçmişte örgüte üye olduğu düşünülen ve örgüte dahil olanlar tarafından yönetildiklerine inanılan ABD başkanlarıdır.

Bir başka iddia ise, üyelerin şeytana tapmasıdır. Bu iddianın doğruluğu ne kadar tartışmaya açık olsa da dinden uzaklaşmak için yapılan çalışmalar olduğu düşünülmektedir. Özellikle gençlere odaklanılan bu noktada, şarkılar, oyunlar, filmler aracılığı ile bilinç altına yerleştirilmek istendiği düşünülmektedir. Buna göre daha önce de belirttiğimiz Hollywood film sektörü de buna odaklı çalışmalar yapmaktadır.

Örgüt, iddia edilen çalışmaların hepsini içeriyorsa oldukça fazla maddi imkana ihtiyaç duymaktadır. Peki bunu nasıl sağlamaktadır? Düşünürlere göre İluminati, bünyesinde bulunan zengin insanlar yardımı ile çalışmalarını sürdürmektedir.

Örgütte üçgenin iç açıları kadar yönetici görevinde üye var. Yani 180.

İlluminati örgütü dünyada yönetici kategorisinde bulunan insanlarla bir şekilde bağlantılı olduğu için hayatımızı bir şekilde kontrol ediyor desek çok da yanılmış olmayız aslında.

Örgüt içinde bulunan üyelerin bilgileri tamamen gizlidir ve kimse tarafından öğrenilememektedir. Her üyenin kod adı bulunmaktadır ve bu şekilde birbirleri ile iletişim halinde kalmaktadırlar. Örneğin, örgütün kurucularından olan Adam Weishaupt’un kod adının ‘Spartacus’ olduğu bilinmektedir.

Peki İlluminati nasıl yürütülmektedir? Çalışmalarını nasıl yapmaktadırlar? Örgüt, her sene toplanmakta ve temel amaçları olan konuları masaya yatırıp tartışmaktadırlar. Peki devamlılığını nasıl sağlıyorlar? Öncelikle oldukça güçlü olmaya özen gösteriyorlar, bu sayede dünyanın geleceğine yön verebiliyorlar. Bunu da ekonomik krizler, terör saldırıları ile sağlamaktadırlar. Esas ilkeleri ‘kaostan kaynaklanan düzen’ olduğu için kurulu düzenleri bozarak, tek devlet, tek din esasına dayanarak dünya düzenini tekrar kurmayı amaçlamaktadırlar.

Tarihe bakılığında İlluminati örgütü ile ilgili ilginç noktalar göze çarpmaktadır. Örgütün üst kademesinde bulunan üyelerin her sene toplanıp, amaçları doğrultusunda konuştukları ve karar aldıkları ortamda ‘Yuvarlak Masa’ adını verdikleri bir konsey oluşturdukları söylenmektedir. İlluminati içinde bulunan üst kademe üyelerinin oluşturduğu alt kadrolar ülkelere yayılmış devlet adamlarından oluşmaktadır ve 1. Dünya Savaşı zamanında bunun etkileri oldukça hissedilmektedir. Savaş sırasında karşıt ülkelerin temsilcileri Yuvarlak Masa’da toplanarak savaşın gidişatını ve sonucunu tartışmışlardır. Savaşın başlama sebebinden, Osmanlı Devleti’nin yıkılışından, savaşın sonuna kadar herşeye hakim olan İlluminati, savaşın sebep olduğu düzensizlikten beslenerek temel amaçlarından olan "tek düzen, tek dünya" mantığını tamamlamış olacaklardı.

İlluminati örgütünün oldukça fazla maddi kaynağa ihtiyaç duyduğunu ve bunu zengin üyelerinden karşılıyor olabileceğinden bahsetmiştik. Örgüt içinde bulunan liderlerin toplam servetinin yüzden fazla bağımsız devletin gayri safi milli hasılasından daha fazla olduğu düşünülmektedir. Araştırmalara göre şu anda ABD’nin bir diğer stratejisi ise enerji kaynaklarına yoğunlaşmak ve onları ele geçirmek yönündedir. Hatta ABD’den Christoper Fettews, Parameter dergisindeki makalesinde şöyle demiştir: Orta Asya ve Hazar Denizi’ni merkez bölge olarak niteleyip, bu bölgenin önemli enerji kaynaklarına sahip olunmuştur. Söz konusu rezervlerin kontrolü için ABD, Rusya, Çin, İran ve Türkiye büyük satranç oyununda rol almaktadırlar. 11 Eylül olayı da bu satranç oyununun hamlelerinden biriydi sadece. Fakat bu olayların suçlusu olarak görülen ABD yönetimi bu planın sadece aracılığını üstlenmiştir. İlluminati’yi asıl yönetenler, üst kademe dediğimiz seçkin üyelerdir. Yazar ve araştırmacıların düşüncelerine göre ise ABD çok uzun süredir bu örgütün etkisi altındadır.

Masonların etkisinde olan, Dünyanın en büyük siyonist örgütü olarak kabul edilen İlluminati’nin bünyesinde ABD’nin tanınmış zengini David Rockefeller olduğu iddia edilmektedir. 91 yaşında olan Rockfeller dünyanın en büyük şirketlerinden olan; Chase Manhattan Bank, Citibank ve Standard Oil, Mobil gibi dünya petrol pazarını elinde tutan dev şirketlerin en büyük hissedarıdır. Şirketlerinin cirosu dünyadaki pek çok devletin yıllık gelirlerinden daha fazla olduğu söylenmektedir. Bu sayede illuminati’ye de yardımda bulunduğu düşünülebilir.

1 Mayıs 1776’da Adam Weishaupt ve 4 arkadaşı tarafından kurulduğu öne sürülür. 1785’te Baveryan hükümeti tarafından dağıtılan grubun tüm dökümanları yayınlanmıştır. O tarihten sonraki illuminati topluluğu sürekli gizli kalmıştır.İlluminatinin amacı, bütün dinleri yıkmak, tek bir Dünya ülkesi kurmaktır.

1874 senesinde tamamen yasaklanması sonucu yok olmaya başlayan örgüt Alman bir filozof olan Hegel’in örgüte katılması ile canlanmıştır. Bu olay örgütün kaderini değiştirmiş ve "İlluminati ne demektir?" sorusunun cevabına yeni bir soluk getirmiştir. Hegel’in katılmasıyla bu sorunun cevabı ve illuminatinin gidişatı ‘Yeni Dünya’ kavramını benimsemek, bunun üzerinde tezler sunmak haline gelmiştir.

lluminati örgütünün günümüzde de olduğu ve uzun vadeli planlar yaparak amaçlarını gerçekleştirmek istedikleri iddia edilmektedir. Tarihteki ABD başkanlarının, günümüzde de güçlü ve önemli isimlerin örgütün üyesi olduğu düşünülmektedir. Bu üyeler sanatçılar, siyasetçiler ve bankacılardan oluşuyor olabilir. Ayrıca, özellikle çocuklara hitap eden çizgi filmlerde büyük etkisi olduğu düşünülen Hollywood sektörünün de örgüt kontolünde işlerini yürüttüğü düşünülmektedir.

Topluluğun kesin varlığı hakkında hala bir bilgi yoktur. Örgütün en temel amacı yeni dünya düzenini kurmaktır. Çoğu kişi inansa da, inanmayan kişi sayısı inanan kişi sayısına göre 2 kat daha fazladır.Araştırmacı ve yazarlara göre tarihte olan önemli olayların arkasında veya oluşum sürecinde İlluminati’nin etkisi büyüktür. Düşünürler, bu olaylar arasında Waterloo Savaşı, Fransız İhtilali, John F. Kennedy suikastı gibi olayların olduğunu iddia etmektedir. Ancak bu düşünceler kanıtlanamamaktadır, bu da İlluminati’nin yapılanması ile ilgilidir.

İluminati ile ilgili iddialardan biri, geçen yüzyıllarda önemli bir güç haline gelen ABD’nin örgütün planlarının hazırlanması ve uygulanma sürecinde olduğunun iddia edilmesidir. Örneğin 1 Amerikan Doları üzerinde bulunan örgütün simgesi veya geçmişte örgüte üye olduğu düşünülen ve örgüte dahil olanlar tarafından yönetildiklerine inanılan ABD başkanlarıdır.

Bir başka iddia ise, üyelerin şeytana tapmasıdır. Bu iddianın doğruluğu ne kadar tartışmaya açık olsa da dinden uzaklaşmak için yapılan çalışmalar olduğu düşünülmektedir. Özellikle gençlere odaklanılan bu noktada, şarkılar, oyunlar, filmler aracılığı ile bilinç altına yerleştirilmek istendiği düşünülmektedir. Buna göre daha önce de belirttiğimiz Hollywood film sektörü de buna odaklı çalışmalar yapmaktadır.

Örgüt, iddia edilen çalışmaların hepsini içeriyorsa oldukça fazla maddi imkana ihtiyaç duymaktadır. Peki bunu nasıl sağlamaktadır? Düşünürlere göre İluminati, bünyesinde bulunan zengin insanlar yardımı ile çalışmalarını sürdürmektedir.

Örgütte üçgenin iç açıları kadar yönetici görevinde üye var. Yani 180.

İlluminati örgütü dünyada yönetici kategorisinde bulunan insanlarla bir şekilde bağlantılı olduğu için hayatımızı bir şekilde kontrol ediyor desek çok da yanılmış olmayız aslında.

Örgüt içinde bulunan üyelerin bilgileri tamamen gizlidir ve kimse tarafından öğrenilememektedir. Her üyenin kod adı bulunmaktadır ve bu şekilde birbirleri ile iletişim halinde kalmaktadırlar. Örneğin, örgütün kurucularından olan Adam Weishaupt’un kod adının ‘Spartacus’ olduğu bilinmektedir.

Peki İlluminati nasıl yürütülmektedir? Çalışmalarını nasıl yapmaktadırlar? Örgüt, her sene toplanmakta ve temel amaçları olan konuları masaya yatırıp tartışmaktadırlar. Peki devamlılığını nasıl sağlıyorlar? Öncelikle oldukça güçlü olmaya özen gösteriyorlar, bu sayede dünyanın geleceğine yön verebiliyorlar. Bunu da ekonomik krizler, terör saldırıları ile sağlamaktadırlar. Esas ilkeleri ‘kaostan kaynaklanan düzen’ olduğu için kurulu düzenleri bozarak, tek devlet, tek din esasına dayanarak dünya düzenini tekrar kurmayı amaçlamaktadırlar.

Tarihe bakılığında İlluminati örgütü ile ilgili ilginç noktalar göze çarpmaktadır. Örgütün üst kademesinde bulunan üyelerin her sene toplanıp, amaçları doğrultusunda konuştukları ve karar aldıkları ortamda ‘Yuvarlak Masa’ adını verdikleri bir konsey oluşturdukları söylenmektedir. İlluminati içinde bulunan üst kademe üyelerinin oluşturduğu alt kadrolar ülkelere yayılmış devlet adamlarından oluşmaktadır ve 1. Dünya Savaşı zamanında bunun etkileri oldukça hissedilmektedir. Savaş sırasında karşıt ülkelerin temsilcileri Yuvarlak Masa’da toplanarak savaşın gidişatını ve sonucunu tartışmışlardır. Savaşın başlama sebebinden, Osmanlı Devleti’nin yıkılışından, savaşın sonuna kadar herşeye hakim olan İlluminati, savaşın sebep olduğu düzensizlikten beslenerek temel amaçlarından olan "tek düzen, tek dünya" mantığını tamamlamış olacaklardı.

İlluminati örgütünün oldukça fazla maddi kaynağa ihtiyaç duyduğunu ve bunu zengin üyelerinden karşılıyor olabileceğinden bahsetmiştik. Örgüt içinde bulunan liderlerin toplam servetinin yüzden fazla bağımsız devletin gayri safi milli hasılasından daha fazla olduğu düşünülmektedir. Araştırmalara göre şu anda ABD’nin bir diğer stratejisi ise enerji kaynaklarına yoğunlaşmak ve onları ele geçirmek yönündedir. Hatta ABD’den Christoper Fettews, Parameter dergisindeki makalesinde şöyle demiştir: Orta Asya ve Hazar Denizi’ni merkez bölge olarak niteleyip, bu bölgenin önemli enerji kaynaklarına sahip olunmuştur. Söz konusu rezervlerin kontrolü için ABD, Rusya, Çin, İran ve Türkiye büyük satranç oyununda rol almaktadırlar. 11 Eylül olayı da bu satranç oyununun hamlelerinden biriydi sadece. Fakat bu olayların suçlusu olarak görülen ABD yönetimi bu planın sadece aracılığını üstlenmiştir. İlluminati’yi asıl yönetenler, üst kademe dediğimiz seçkin üyelerdir. Yazar ve araştırmacıların düşüncelerine göre ise ABD çok uzun süredir bu örgütün etkisi altındadır.

Masonların etkisinde olan, Dünyanın en büyük siyonist örgütü olarak kabul edilen İlluminati’nin bünyesinde ABD’nin tanınmış zengini David Rockefeller olduğu iddia edilmektedir. 91 yaşında olan Rockfeller dünyanın en büyük şirketlerinden olan; Chase Manhattan Bank, Citibank ve Standard Oil, Mobil gibi dünya petrol pazarını elinde tutan dev şirketlerin en büyük hissedarıdır. Şirketlerinin cirosu dünyadaki pek çok devletin yıllık gelirlerinden daha fazla olduğu söylenmektedir. Bu sayede illuminati’ye de yardımda bulunduğu düşünülebilir.

SİYASİ DOSYA : İç Politikanın Nabzı /// MEDYADAN ANALİZLER


tbmm.jpg?itok=wzYXpCs_

Hürriyet: Fatih Çekirge: Başkanlık ne getirecek? Muhalefet ne olacak

ARTIK görünen odur ki… Türkiye yeni bir yönetim tarzına doğru hızla gidiyor. AK Parti’nin “başkanlık teklifi”ne MHP’nin “müzakere için olumlu” cevap vermesiyle başkanlık arayışı son aşamaya geliyor. CHP içinden konuştuğum bazı isimler de “başkanlığı müzakere etmek istedikleri”ni söylüyor. Peki ne değişecek? – Elbette sistem değişecek… Siyasetin omurgası değişecek. Başkanlığı kazanan iktidarın ne olacağı belli; Türkiye’yi yönetecek. Peki ya muhalefet? Çok partili muhalefet dönemi ne olacak? – Türkiye’de artık ‘sürekli ve kalıcı muhalefet liderliği’ yolun sonuna geliyor. Muhalefet liderliği artık bürokratik bir kurum olamayacak. Yani her seçimde kaybeden lider dönemi kapanıyor. Daha açık bir deyişle… Halkoyunda kaybedip, delege oyuyla liderliğini sürdüren muhalefet liderliğinin sonudur bu. Nasıl mı? Devamı …

Sabah: Mahmut Övür: Cumhurbaşkanlığı sistemi ve yeni normalleşme

Ankara’da terörle mücadele, ekonomiyi yeniden canlandırma ve dış politikada yeni bakış açılarını devreye sokma çabasıyla, 1930’lardan itibaren tüm partilerin gündeminde olup hayata geçiremedikleri ‘devletin yeniden yapılandırılması’ mücadelesi at başı gidiyor. Türkiye "yeni normali" oluşturmaya çalışıyor. "Yeni normal" siyasi sistemden terörle mücadeleye, dış politikadan eğitim meselesine hayatın her alanını kapsıyor. Bir anlamda Türkiye, "yeni normalleşme" ayarının yapıldığı bir zaman diliminden geçiyor. Bu gerçeği bütün çıplaklığıyla bize 15 Temmuz gösterdi. ‘Yeni normal’i oluşturmak için ilk adımlar atılıyor. Siyasal sistem ve anayasa değişiyor. Ordunun örgütlenmesi baştan sona yenileniyor. Her türlü barışçıl yolun denendiği Kürt meselesi de, buna bağlı olarak terörle mücadele de yeniden ele alınıyor. Hatta AB ve ABD ile ilişkiler de… Devamı …

Yeni Şafak: Ahmet Ulusoy:Dolar artmış neyimize!

Aslında dolar karşısında TL’nin böylesine değer kaybetmesinde iç gelişmelerin de etkisi var. Anayasa referandumu, başkanlık sistemi tartışmaları, Irak ve Suriye’ye ilişkin savaş senaryoları Terör örgütleriyle amansız mücadele, AB ile yaşanan siyası gerginlik (AB’nin yaptırım tehdidi/Türkiye’nin haklı serzenişleri) kurlardaki hareketi (yükselişi) destekleyen başlıca iç politik nedenler olarak belirtilebilir.Dolar kurundan bize ne diyebilsek keşke. Ama diyemiyoruz. Çünkü kamu ve özel sektörün toplamda 420 milyar dolara ulaşan borç stoku var ve kurlardaki artış ciddi bir ek maliyet yüklemektedir. Ayrıca özel sektörün 298 milyar dolara ulaşan dış borcu, dolar artışı karşısında reel sektörün taşıdığı riski göstermesi bakımından çok önemli. Devamı …

Habertürk: Ömer Dinçer:Ekonomide önce güven sorunu çözülmeli

Geçtiğimiz günlerde bir haber ajansıyla röportaj yapan Maliye Bakanı Sayın Naci Ağbal “Problemin farkındayız, ekonomi yavaşlıyor. Hükümet olarak aralarında para politikası, makro ihtiyati tedbirler ve mali politikaların da bulunduğu ihtimal dahilindeki tüm enstrümanları kullanmaya çalışıyoruz. Ekonomiye hız kazandırmak için ek önlemler de almaya devam edeceğiz. Eğer mümkün olursa geçici vergi indirimleri yapılabilir ancak aynı zamanda mali disiplini de dikkate alarak hareket etmek zorundayız” dedi. Daha önceleri Başbakan Yardımcısı Sayın Mehmet Şimşek benzeri imalarda bulunuyordu. Sayın Şimşek de “bu sene büyümede geçici olarak bir sıkıntıyla karşı karşıya olunduğunu” dile getirmişti. Türkiye’nin en temel sorununun tasarruf açığı olduğunu sıkça hatırlatan Şimşek, “büyüme ile orantılı olarak işsizlikte göreceli artış olduğunu, enflasyonda hedeflerin tutturulacağını, ancak dünyaya göre bir miktar yüksek olduğunu” söylüyordu. Devamı …

Cumhuriyet: Özlem Yüzak: Endüstri 4.0… Dünya… Türkiye…

Peki, ya Türkiye? Bir yandan insan hakları, demokratikleşme, basın özgürlüğü gibi alanlarda ortaçağ karanlığına doğru sürüklenen ülkemiz… Ekonomisi düşük büyüme, yüksek enflasyon, ABD Doları karşısında hızla değer kaybeden Türk Lirası kıskacı altındaki ülkemiz… Sanayide yatırımın neredeyse durma noktasına geldiği, işsizliğin alarm verici düzeyde yükseldiği… Evet ama bir şeyler de olmuyor değil. Ali Rıza Ersoy, Türkiye doğru adımlar atarsa Endüstri 4.0 sürecini 30 yılda tamamlar diyor, “Burdur Sanayi Odası bile Endüstri 4.0 eğitimlerine başladı. Bu konuda ciddi bir farkındalık var. Gebze’de Ford Otosan’ın 1500 Ar-Ge çalışanı var ve ilk otonom kamyonunu üretti. Test sürüşlerini yapıyor. Arçelik robot üretimine başlıyor. Kocaeli Belediyesi 4.0 laboratuvarı kurdu.” Ersoy, hükümet cephesinin de Sanayi 4.0’ı sahiplendiğini belirterek “Darbe süreci işleri 4 ay aksattı ama ilkbahar aylarında Türkiye’nin sanayi 4.0 yol haritası açıklanacak. Almanya’dan yol haritası açıklamada 3 yıl geriyiz sadece” diye ekliyor. Devamı …

(SÜREÇ ANALİZ 18 KASIM 2016 TÜRKİYE GÜNDEMİ)

YARGI & ADLİYE DOSYASI : İstismar Önergesinin Çıkmazı /// MEDYAD AN ANALİZLER


istismar_onergesi.jpg?itok=oRHiq57B

Türkiye Gündemi

22 Kasım 2016

Yeni Şafak: Abdullah Muradoğlu: ‘Cinsel istismar’ ve geleneğin istismarı…

Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”nın Meclis’te görüşülmesi sırasında verilen bir önergeyle geçici 1. maddesine eklenen fıkra şiddetli polemiklere sebebiyet verdi. Tasarı, Yasaların ‘cinsel istismar’ olarak tanımladığı suçlardan mahkum edilenlere mağdurla evlenmesi durumunda af getiriyor. Ancak affın kapsamı konusunda kafalarda kuşkular oluştuğu için tasarının enine boyuna ele alınması yönünde beklenti sözkonusu. Üç bin civarında kişiye af getireceği söylenen maddenin tasarıya son anda eklenmesi şık olmadı. Öyle anlaşılıyor ki birkaç bin aileyi sevindirse bile toplumun önemli bir kesimi bu tasarıyı içine sindirebilmiş değil. Kanunların çocuk saydığı yaşlarda gerçekleşen ve çoğun kız tarafı açısından mağduriyet doğuran resmi olmayan evlilikler meselesi uzun bir süredir tartışma konusu. Bu tür evlilikler ister gelenekten, ister cehaletten, isterse başka nedenden kaynaklansın, durum sosyal bir yaraya dönüşmüş ise, bunun çözümlenmesi için önceden geniş bir konsensüs aranmalıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse, Tasarıyı savunanlar ne istediklerini tam olarak anlatabilmiş değiller. Yapılan her açıklama daha fazla kafa karıştırıyor. Aleyhinde veya lehinde, tasarının kapsamıyla ilgili olarak herkes ayrı bir hikâye anlatıyor. Hiçbir hikaye, bir diğerini tutmuyor. Bu mesele de, diğer birçok meselede olduğu gibi, iktidar ve muhalefet arasındaki kısır siyasi çekişmenin unsuru haline geldi. Ana hikâyenin kendisi bu tartışmalar ve polemiklerin yoğunluğu arasında dikkatlerden kaçtı. Devamı için…

Cumhuriyet: Çiğdem Toker: Düşün kız çocuklarının yakasından

“Küçüğün rızası” yetmezmiş gibi, şimdi de “töre” lafı çıktı. “Törelerden kaynaklanan uygulamalarla gündeme getirilmişti. Asla tecavüz suçlarını kapsamamakta, kapsamayacaktır.” Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, dün Bakanlar Kurulu çıkışında böyle dedi. Bizzat partili arkadaşlarının imzaladığı teklifteki “cinsel istismar” ifadesini bile kullanamadı. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın literatüre armağan ettiği “küçüğün rızası”ndan sonra; Kurtulmuş da bu tecavüzcülere affı “töre” kavramıyla izaha kalkıştı. Ne töresi Allah aşkına? Yaşını başını almış “adam”ların, suçu regl dönemine girmek olan küçük kızlara “imam nikâhı” maskesiyle tecavüz etmesine siz töre diyorsunuz diye biz kabul mu edeceğiz?
Tecavüzü bir kadına fiziki güç kullanarak cinsel saldırıyla mı sınırlıyorsunuz? 13-14 yaşındaki kız çocuklarının çaresizliğine töre dediğinizde, yıllara yayılan o fiil tecavüz olmaktan çıkıyor, öyle mi? Sizin kız çocuklarınız, onlara sağladığınız ortam ve koşullar sayesinde böyle bir çaresizliğin iyi ki öznesi değiller. Anladık. Hepinizin tek tek gözünüzden sakındığınız, bazılarınızın bu demeçleri, teklifleri verdiğiniz günün akşamı evde oynadığınız kızlarınız, bu sosyo-ekonomik baskının kurbanı olmadığı için bu kadar rahatsınız. Gördük. Siz, kız çocuklarının biyolojik gelişiminin, onları birer kurbana dönüştürdüğünü kabul etmiyorsunuz. Daha doğrusu bu, kaybetmekten pek çok korktuğunuz iktidarınız için, işinize hiç gelmiyor. Devamı için…

Habertürk: Muharrem Sarıkaya: Ya N.Ç. birisiyle evlenmiş olsaydı!

Meselenin bu noktaya varacağı geliş şeklinden belliydi. Bundan sonrasının nasıl şekilleneceğine ise Meclis Genel Kurulu’nda milletvekillerinin vicdanı karar verecek. Çünkü dün hem hükümet, hem de AK Parti’den gelen açıklamalar, cinsel suç ve istismara ilişkin son dakika düzenlemesinde değişiklik yapılmayacağı yönündeydi. AK Parti Grubu da dün CHP’yi arayarak varsa bir önerileri bunu da görüşmeye hazır olduklarını bildirdi. CHP duruşundan geri adım atmadı ve AK Parti’den önerisini geri çekmesini istedi, MHP de önergeden rahatsızlığını dile getirdi. Şu noktanın altını çizmem gerekir ki… Ortaya çıkan durumdan ne 2005’te Türk Ceza Kanunu reformunun gerçekleşmesine destek veren hukukçular, ne de AK Parti’deki hukukçu milletvekillerinin vicdanı rahat. Öncelikle, meselenin Genel Kurul gündemine Adalet Komisyonu’nda dahi görüşülmeden, hatta bırakın muhalefeti Komisyon’un AK Partili üyelerinin dahi bilgisi olmadan getirilmiş olması anlamlandırılamıyor. Yakın geçmişte muhalefetle yapılan görüşmelerde bir uzlaşı zemini doğmuş iken, AK Parti’ye yakın kadın derneklerinin de sert eleştirisini alan teklifin getirilmesinin gerisindeki amaç sorgulanıyor. Bir de teklifle ilgili eleştirilere verilen cevapların ağırlığından duyulan rahatsızlığın altı çiziliyor. Bütün bu gelişmeler kapsamında şunu söyleyebilirim ki bu teklif bu haliyle devam eder ve değişikliğe uğramazsa AK Parti açısından sıkıntı yaratır. Nedeni de yakın geçmişte toplum vicdanında hâlâ yerini koruyan yaşanmış olaylar. Bunun en iyi örneği, dün Prof. Dr. Adem Sözüer’in de sohbetimizde anımsattığı Mardin’de büyük travma yaratan 13 yaşındaki kız çocuğu N.Ç.’ye aralarında kamu görevlilerinin de bulunduğu 25 kişinin tecavüzü. Devamı için…

T24: Yalçın Doğan: 15 yaşındaki kız: "Bu sapık benim kocam mı?"

Sözünde hiç durmuyor AKP. İki taze örnek. Önce ilki, kısaca. İki yıl önce, o sırada Ahmet Davutoğlu başbakan, halka ve muhalefet partilerine söz veriyor: “Bir daha Torba Yasa Meclis’e gelmeyecek.”AKP “Torba Yasa” diye bir ucube üretiyor ve o torbaya birbiriyle uzak yakın ilgisi olmayan ne varsa, dolduruyor. Bir, üç, beş, o kadar tepki topluyor ki, sonunda Davutoğlu söz veriyor. Ne gezer. Zaten Davutoğlu mu kalmış, kaldı ki, onun zamanında bile, yine aynı “Torba Yasa” şakır şakır işliyor. Herkesi ayağa kaldıran, “kız çocuklara tecavüz eden sapıklara cezayı kaldıran” yasa önerisi, yine bir gece yarısı, yine “Torba Yasanın” arkasına takılarak, Meclis’e geliyor. Söz, möz hikâye. Bu kaçıncı aldatmaca? Şimdi sıra sözünden cayma konusunda ikinci örnekte. İlkine göre, karşılaştırılmaz ölçüde vahim. Önce olayı aktarmak gerek. AKP yeni bir düzenleme getirmek istiyor, buna göre: “-Cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın 16 Kasım 2016 tarihine kadar cinsel istismar suçunda, mağdurla failin evlenmesi durumunda (…) cezanın ertenlenmesine karar verilir.Suça azmettiren veya işlenişine yardım edenler hakkında infazın ertelenmesine karar verilir”. Bu üç, beş cümle içinde birden fazla can alıcı nokta var. Sapıklara evlenme koşuluyla af getiriliyor.“Mağdur” olarak nitelenen kız çocuklarla ilgili, onun hayatı, geleceği, iradesiyle ilgili hiç bir düzenleme yok. Sadece “evlenecek” ve sapık kurtulacak. Ya kız çocuk? Kaderine küsecek. Neden 16 Kasım? Bu açıkça “af”. Dünyanın öteki ucundan Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNİCEF) dahil, düzenlemeyi “af” olarak niteliyor. Devamı için…

SÜREÇ ANALİZ

www.surecanaliz.org

DIŞ POLİTİKA DOSYASI /// Dış Politikada Dönemeç : AB mi ŞİÖ mü ? /// MEDYADAN ANALİZLER


ap-den-3-ulkeye-vize-muafiyeti-karari-1467894512.jpg?itok=w2uA8Bt-

Milliyet: Melih Aşık:AB’den ayrılık !

Avrupa Parlamentosu bugün Türkiye ile üyelik sürecini dondurma kararı alacak. AB üyesi tüm partiler bu konuda anlaşıyor. Karar bağlayıcı olmasa da etkileri büyük olacak ve Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırıp biraz daha Ortadoğu’ya itecek. Onur Öymen geçen yıllar içinde AB’nin hatalarını anlatıyor… “Türkiye’den başka bu kadar uzun süre bekleme odasında tutulan ülke yok. Terörizmle mücadele dahil hiçbir milli meselemizde AB’yi yanımızda göremedik. Ergenekon davasında AB komplocuların yanında yer aldı. Basın özgürlüğündeki tutumları da seçici oldu. Bugün gösterdikleri tepkileri İlhan Selçuk, Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan tutuklandığında göstermediler.” Peki ya Türkiye’nin kabahatleri? Devamı …

Star: Mehmet Metiner: Durmak yok, AB’ye rağmen demokrasi yolunda yürümeye devam!

Avrupa’nın ekseni şayet demokrasi üzerine oturuyorsa söylemek bile gereksiz: Avrupa’nın ekseni kaymış. Avrupa Birliği demokrasiyi odağa alan bir birlik olmadığını giderek göstermeye başladı. Avrupa’nın benmerkezciliği sır değil. Avrupa’nın, o kendinden olmayana üstten bakan kibirli tavrı aslında esas aldığı anlayıştan kaynaklanıyor. Avrupa merkezci anlayış, özü itibariyle demokratik değil. Çünkü Avrupacı yaklaşım, kendini üstün olarak odağa alan bir yaklaşım. Bakmayın siz farklılıklar ve çoğulculuklar üzerinden ahkâm kestiklerine… Gerçekte Avrupacı bakış açısı; kendinden farklı olanı, kendisinin eşiti olarak gören bir anlayış eksenine oturmuyor. Farklılıkları kendi potasında eritmeyi amaçlayan, çok rafine ve totaliter bir bakış açısının “demokrasi”yle sarmalanmış, maskeci bir Avrupa gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Devamı …

Yeni Şafak: Merve Şebnem Oruç: AB çökerken Türkiye ile ilgili oturum yapmak…

1959’da Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) üyelik başvurusu yapması ve bu başvurunun 1963’te kabulüyle başlayan Türkiye-AB ilişkileri bugün yeni bir kırılmanın eşiğinde. 1980 darbesiyle dondurulan AET-Türkiye ilişkileri 1983’te çok partili seçimlerin yapılması sonrası yeniden başlamıştı. İlginçtir, ilişkilerin bugün bir kez daha donma noktasına gelmesinde, Avrupa’nın 15 Temmuz başarısız darbe girişimine karşı takındığı tutumun rolü büyük. 1987’de AB’ye resmen tam üyelik başvurusunda bulunan, 1996’da Gümrük Birliği’ne giren ve 2005 yılında AB’ye tam üyelik müzakerelerine başlayan Türkiye, AB’nin süreci yavaşlatma ve gerekli fasılları açmama yönündeki tavrından uzun süredir rahatsız ve bunu her fırsatta dile getiriyor. Devamı …

Habertürk: Murat Bardakçı: İzzet-i nefsimiz varsa bu Avrupa hayalinden vazgeçmemiz şarttır!

Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği’ne üye olabilmek için seneler önce yaptığımız başvuruyu dün belki bilmemkaçyüzüncü defa yeniden tartışacaktı… Tartışmanın sebebi mâlûm, Türkiye’nin üyelik görüşmeleri askıya alınsın mı, alınmasın mı! Bu yazıyı yazdığım sırada tartışmalar henüz başlamamıştı. Alınacak tavsiye kararı doğrultusundaki oylama ise yarın yapılacak, netice Avrupa’nın daha yüksek makamlarına gidecek ve asıl karar, yani Avrupalı olmaya lâyık görülüp görülmediğimiz o zaman belli olacak… Sizleri bilmem ama ben tâââ çocukluğumdan buyana ciklet gibi uzayan bu konudan hayli sıkıldım… “Avrupalı olacağız, bizi aralarına almaya mecburlar, başka çareleri yok” diye kendi kendimize gelin güvey oluyoruz; onlardan “Dur bakalım acele etme! Bize uygun hâle geldin mi, istediğimiz gibi iyice yontuldun mu? Devamı …

Cumhuriyet: Aslı Aydıntaşbaş: Avrupa, Avrupa duy sesimizi!

Siz bu yazıyı okuduğunuz saatlerde, Avrupa Parlamentosu Türkiye’yle müzakere sürecini askıya almaya hazırlanıyor olacak. Karar, 11 yıl önce Brüksel’de nefes nefese pazarlıklarla Avrupa Birliği’ne tam üye olmak için müzakerelerin başlangıcını daha dün gibi hatırlayan biz gazeteciler için, son derece üzücü. Kaçınılmaz, anlaşılabilir, ama üzücü. Sadece gazeteciler değil; Abdullah Gül gibi, Deniz Baykal gibi hatta Mesut Yılmaz, Ali Babacan, Emma Bonino ya da Daniel Cohn-Bendit gibi o dönem Türkiye’yi Avrupa’nın eşiğine getirip müzakerelerin başlamasına elbirliğiyle katkı sunan onlarca siyasetçi, diplomat, işadamı, bugün muhtemelen kahrolmuştur. Tırnaklarımızla kazıyarak geldiğimiz yer, bir meçhul uğruna, bir inat uğruna, şahsi bir hesap uğruna feda edildi. Bitti. Hatırlıyorum da, tam 11 yıl önce aynı parlamentoda milletvekilleri ellerinde her dilde “Evet!” yazan pankartlarla, “Evet!”, “Oui!”, “Si!”, “Ja!” diye haykırarak Türkiye’ye kollarını açmışlardı. Bugünse, kapıları kapadılar. Devamı …

Gazete Duvar: Fehim Taştekin: Asya’nın NATO’sunda Türk’ün yeri

Keşke küresel güç dengesinde Türkiye’nin yerini, nostaljik ve fırsatçı savrulmalar olmadan değerlendirebilseydik. BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinin veto tekelini sorgulamak mesela. Buna kim itiraz edebilir? Ya da AB’nin ikiyüzlülüğünü yüzüne vurmak. Buna da eyvallah. Veyahut Türkiye’nin sadece bir bloğa mahkum olmadığını göstermek. Alternatif çıkışı olan bir ülkeye kim ‘Hayır’ diyebilir. Mesele, güçler dengesinde özgün ve bağımsız bir pozisyon alınmasıysa sorun değil. Ama durum başka. Mesele, dış politikanın şahsileştirilmesi ve bir kişinin istikbali için sürüklenmeye açık hale getirilmesidir. Kısa sürede Türkiye’nin NATO ve AB kurumlarındaki yeri tartışılır hale geldi. Şimdi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin AB’ye mahkûm olmadığı ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİO) girebileceği tezini işliyor. Devamı …

(Süreç Analiz, 24 Kasım 2016, Türkiye Gündemi)

EKONOMİ & FİNANS DOSYASI : Ekonomide Dolar Endişesi hakkında med yadan analizler


5985a6d3-bc0a-4153-97b5-2683233e79b2.jpg?itok=NoXqDYp7

Cumhuriyet: Erinç Yeldan:Türkiye’nin dolar ile serüveni

Amerikan Doları’nın TL karşısındaki fiyatı 3.50’ye değin yükseldi. Doların fiyatındaki bu hızlı artışın yaratacağı maliyet baskısı ve ekonomik tahribat karşısında ekonomi idaresinin şu ana değin önermiş olduğu tedbirler, “yastık altındaki dövizlerinizi bozdurun” türünden vatanperverlik duygularının ya da “faizleri düşürmekten başka çare yok” gibi iktisat biliminin temel mantığına aykırı önerilerin ötesine geçemiyor. Döviz kuru, kuşkusuz, bir ekonomideki en önemli makroekonomik fiyatların başında geliyor. Döviz kurunun “dengesinin” ne olduğu ve nasıl oluşacağı soruları yıllardır iktisat dünyasını meşgul etmekte. Tam olarak kesin bir hüküm içermemekle birlikte, dövizin fiyatının uzun dönemde ülkeler arasındaki enflasyon farklarından arındırılmış reel değerinin, “döviz dengesi” olarak algılanabileceği konusunda genel bir görüş birliği olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, iktisat biliminde “satın alma gücü paritesi” diye tanımlanan söz konusu reel döviz fiyatı, Türkiye ekonomisinde döviz piyasalarındaki dengesizliklerin de doğrudan yansımasını vermekte. Devamı…

Habertürk: Abdurrahman Yıldırım:Her AVM’nin dolar kuru farklı

Ancak son dönemlerde ve özellikle 2016’da dövizle kira tahsili önemli değişikliklere uğramış. Turizmin darbe yemesi, terör olaylarının artması ile ticaret giderek durgunlaşınca, kiranın ödendiği dolar veya Euro kuru, gelen talepler değerlendirilerek çoğu alışveriş merkezi tarafından sabitlenmiş. Şu anda cari kurlar üzerinden kira tahsili yapanlar olduğu gibi, doları 3 TL, 2.75 TL hatta 2.40 TL’den sabitleyenler de bulunuyor. Kuru sabitlemeye yanaşmayanlar ise yabancılara ait alışveriş merkezleri. Sektör içindeki payları da yaklaşık dörtte bir düzeyinde. Yabancı sermaye de daha çok fonlardan oluşuyor. Türkiye’deki yöneticileri durumu ana merkezlerine anlatmakta zorlandıklarını belirtiyorlar. Bu fonların en büyüğünün kurda sabitlemeye gitmediği ama zor duruma düşen kiracılarına nakdi yardım yaptığı, bunu da bilançosuna koyduğu ifade ediliyor. Devamı…

T24: Ahmet Talimciler:Kampanya: Döviz bozdurma

Önce dolar kurunda yaşanan gelişmelerin bizi ilgilendirmediğini ileri süren bir ekonomik açıklamalar dinledik. Daha sonra ise yaşanan gelişmeler karşısında başta otomotiv sektöründeki ÖTV düzenlemesi olmak üzere, içki-sigara, benzin-motorin vb. gibi pek çok alanda yeni zamlarla karşı karşıya kaldık. Bunların da yetersiz kalması üzerine bu kez çok daha etkili olacağı düşünülen bir girişim hayata geçirildi: Yastık altındaki dövizlerin bozdurulması. Halkımız hızla bu kampanyaya sahip çıkma yolunda kendince yeni kampanyalar başlattı. Gaziantep’te 10 bin dolar bozdurup makbuzunu getirene 5 bin liralık düğün paketi hediye etmeyi taahhüt eden iş adamından, 2 bin dolar bozdurup makbuzunu getirene mezar taşı verene kadar pek çok örnek medyaya yansıdı. Devamı…

Yeni Şafak: İbrahim Karagül: Her saldırı Türkiye’nin gücünü arttırdı, onlar ise çöküşe sürükleniyor

Türkiye, her saldırıyla kendini biraz daha tamir etti, yeniledi, sağlamlaştırdı. Her saldırı dalgası Türkiye’yi zeminini daha da güçlendirmeye itti. Bu yapıldı, yapılıyor da. 15 Temmuz gibi bir saldırıyı hiçbir Avrupa ülkesi göğüsleyemez, ayakta kalamazdı. Türkiye ayakta kaldıysa, üstelik bunu iyi okuyup açıklarını kapatıyorsa, kendini sağlamlaştırıyorsa bu ülkeye inanmak, güvenmek zorundayız. Bir takım gevezelerin, sorumsuzların, kaygısızların boş laflarınısiyasi analizler olarak görmeyi bırakmalıyız. Onların Türkiye diye bir kaygıları yok, ortak gelecek arzuları yok, hiç olmadı zaten.Dolar üzerinden operasyon yapıyorlarmış, ekonomiyi vuracaklarmış, bizi dolarla döveceklermiş, yeni tür darbe yapacaklarmış… Belki Türkiye’nin zayıf yanı burasıydı ve bu vesile ile şimdi ekonomi alanında kalkanları güçlendirme zamanıdır. Zaten öyle de yapılıyor. Türkiye bu alanda da hazırlıklarını son sürat devam ettiriyor. Devamı …

Karar: Mehmet Ocaktan: Dolar teferruattır yeter ki ekonomi güçlü olsun

Son aylarda fazlaca ekonomi konuşur hale geldik, doğrusu bu beni biraz endişelendiriyor. AK Parti iktidarı döneminde hep ekonomik başarıları konuşmaya alıştığımız için, şu günlerde özellikle doların siyasetle fazlaca içli dışlı hale gelmesi sanki ‘kriz algısı’nı tetikliyor gibi bir hisse kapılıyorum. Oysa dolar küresel piyasalarda zaman zaman yükselir, zaman zaman da düşer. Her yükselişe gereğinden fazla bir anlam yüklemenin, ekonominin rasyonalitesiyle bağdaşmadığı kanaatindeyim. Kaldı ki yapısal anlamda ekonomimizin temelleri sağlamsa, doların çıkışı ya da inişi sadece teferruattan ibarettir. 14 yıllık AK Parti iktidarı döneminde siyasetin imkanlarını daraltan süreçler yaşandı, ekonominin sağlığına yönelik tehditler oluştu. Daha da önemlisi, 2008 yılındaki küresel ekonomik krizin ateşi yüzünden doğal olarak Türkiye’nin üzerinde de kara bulutlar dolaştı. Ancak iktidar bütün bu süreçleri hem demokratik hem de ekonomik reformlarla kazasız belasız atlatmayı başardı. Devamı…

(SÜREÇ ANALİZ 7 ARALIK 2016 TÜRKİYE GÜNDEMİ)

Süreç Analiz

www.surecanaliz.org

SURİYE DOSYASI : Ekonomide Dolar, Politikada Suriye Çıkmazı ile ilgili medya analizleri


dolar-ne-kadar-oldu_bf168.jpg?itok=6j33AS3t

Türkiye Gündemi

5 Aralık 2016

T24: Akdoğan Özkan: Halep düşerken kimlere ne mesaj veriliyor?

Suriye’de hükümeti devirmek için mücadele veren rejim muhalifi cihatçı güçlerin Halep’te tutundukları son cep günbegün daralıyor. Yani, Halep düştü, düşecek! Ülkenin savaş öncesindeki en büyük şehri ve ticaret başkenti olan Halep’in bütünüyle Suriye Arap Ordusu birliklerinin eline geçmesiyle de isyancılar kuzeyde büyük ölçüde İdlip iline (muhafazasına) sıkışmış olacaklar. Dolayısıyla, Rusya’nın Suriye denklemine dahil olmasının ardından sahip oldukları cephelerde sürekli gerileme gösteren cihatçıların mücadelelerini sürdürebilmeleri bu şartlar altında giderek güçleşecek. Muhaliflerin iktidar mücadelesini sürdürecek motivasyonu bulmaları, kendilerini finansal, lojistik, askeri ve ideolojik cephelerden destekleyen dış güçlerin bu desteklerini sürdürebilmelerine, hatta artırabilmelerine bağlı. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye’ye “Esed’in hükümranlığına son vermek için girdik, başka bir şey için değil” şeklindeki sözlerinin bu perspektiften de değerlendirilmesi lazım. Oysa Suriye’de olup bitenleri layıkıyla takip etmeye çalışanların bir kısmı Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerini Ankara’nın hedef ve kırmızı çizgisini Batı’ya net olarak ifade etmek şeklinde yorumladı. Bir kısmı da, bu demecin dıştan çok iç politikaya yönelik sarf edildiği değerlendirmesini yaptı. Devamı için…

Cumhuriyet: Nuray Mert: Ekonomik kriz ve ideolojik yükleme

Şimdilerde söylediklerini duyan da, AK Parti’nin bu zamana kadar küresel kapitalizmle mücadele ede ede bugüne geldiğini sanır. Ekonomi kötüleştikçe, milliyetçi (nasyonel) sosyalist oldular, başı sıkışan böyle yapar. Sanırsınız ki bugüne kadar “bir lokma bir hırka” felsefesinin takipçileriydiler. Sanırsınız ki ekonomik politikaları bugüne kadar para çevirmek üzerine zenginleşme değildi. Sanırsınız ki Körfez’den sıcak para akışı ile durumu idare etmek bunların işi değildi. Sanırsınız ki daha düne kadar “Batılılar paranın kaynağını sorup, insanı parasıyla rezil ediyorlar, biz gelen paranın kaynağını sormayacağız” diye yalvar yakar olanlar bunlar değildi. Sanırsınız ki kendi liderlerinin “adil düzen” hayali ile alay edip ekonomiden anladığı kaba saba piyasacılık olan Özal’ın peşine takılan bunlar değildi. Sanırsınız ki üç arabayı israf sayıp, çocuklarını otobüse bindiriyorlardı. Sanırsınız ki milletin malını özelleştirme diye har vurup harman savurmadılar. İnşaatla zenginleşeceğiz diye, milletin anasına kastedenlere bol keseden ihale dağıtmadılar, yoksul işçilere mezar olan inşaatların, madenlerin sahiplerinden, milletin çocukları adına hesap sordular. Devamı için…

Haber Türk: Serdar Turgut: Erdoğan, Trump ve Suriye

Daha önce de yazdım. Trump 20 Ocak’ta Beyaz Saray’a resmen geçince önüne ilk getirilecek kapsamlı ulusal güvenlik dosyası Suriye olacak. Şu anda devletteki bölgeyle ilgili tüm birimler bu konudaki kapsamlı brifingin kendilerine ait olan bölümlerini yazıyorlar. Yönetimin Türkiye ile ilgili birimlerinden de katkıları isteniyor bu brifinge. Çünkü Türkiye’nin işbirliği olmadan oluşturulacak hiçbir planın tam işlemesinin mümkün olmadığını biliyorlar. Başkan Trump bu brifingde sadece bilgi almakla yetinmeyecek, aynı zamanda yanlışlarla dolu olduğuna inandığı Obama’nın bölge politikasının yerine yeni bir plan da oluşturacak. Birimler olasılıkların neler olabileceğini tek tek çıkarıyorlar. Bunların bazıları Türkiye’nin hiç hoşuna gitmeyecek öneriler olsa da, Türkiye’nin seveceği hatta uzunca süredir savunduğu görüşe çok yakın olanı da var. Şunu vurgulamalıyım. Bütün bunların henüz resmi politikalar olmadığını sadece yeni başkanın önüne getirilecek olasılıklardan ibaret olduğunu unutmayın. Bugün “Kabul edilmesine çok az kaldı” diye yazacağımız bir öneri, o gün geldi- ğinde masaya bile getirilmemiş olabilir veya şu anda hiç düşünülmeyen ama gelişmelere göre zorunlu hale gelen yeni bir öneri de resmen kabul edilebilir. Ancak hazırlanan öneriler arasında Türkiye’nin uzunca bir süredir savunduğu çözüme çok benzeyen bir öneri alternatifi de var. Uçuşa yasak hava sahası oluşturulması önerisine Obama yönetimi destek vermeyince öneri bir türlü hayata geçirilememişti. Rusya, Suriye’de devreye girince Amerika kazayla bir Rus uçağını vururuz korkusuyla bu öneriye daha da uzak durmaya başladı. Devamı için…

Karar: İbrahim Kahveci: Dolar: Almalı mı satmalı mı?

Merkez Bankası 18-25 Kasım haftası finansal verilerine göre, döviz rezervi 101 milyar 278 milyon dolardan 99 milyar 035 milyon dolara geriledi. Peki, Türk Halkı ne yaptı? Bankalardaki yabancı para mevduatları 171 milyar 831 milyon dolardan 507 milyon dolar artışla 172 milyar 338 milyon dolara yükseldi. Fakat detaya baktığımızda bir farklılığı belirtmemiz gerekiyor: Yurtiçinde yerleşiklerin döviz varlıkları 984 milyon dolar artış göstermiş. Ve de bu artışın 653 milyon doları tüzel kişilerin alımından gelmiş. Şirketler dolar almış. Yurtdışı yerleşikler ise 229 milyon dolar ve yurtdışı bankalar 202 milyon dolar olarak toplamda 431 milyon dolar satmışlar. Yerli dolar almış-yabancı satmış… Şimdi gelelim asıl meseleye. Dolar almalı mı; yoksa satmalı mıyız? Ekonomi Bakanı’nın söylemine göre 100 milyar dolarlık Merkez Bankası bile spekülatörlere yem olabiliyorsa, vatandaş ne yapacak? Acaba, Türk Halkına dolar sat tavsiyesinde bulunulurken yem olma durumu hesaba katılıyor mu? Acaba Halkın gücü Merkez Bankasının gücünden daha mı yüksek? Halkın piyasa bilgisi Merkez Bankasının piyasa bilgisinden daha mı iyi? 29 Nisan 2016: Bankalardaki yabancı para mevduatları tam 192 milyar 942 milyon dolardı. 11 Kasım 2016: Bankalardaki yabancı para mevduatları tam 170 milyar 432 milyon dolara gerilemişti. Yani Türk Halkı, büyük kısmı 15 Temmuz sonrası olmak üzere tam 22 milyar 511 milyon dolar dövizini satmış. Ama ucuza… Bu döviz satışından dolayı ise şu an 10,5 milyar Lira zarar etmiş durumdalar. Şimdi bu zarara kim, ne diyecek? Devamı için…

SÜREÇ ANALİZ

www.surecanaliz.org

TERÖR DOSYASI : Beşiktaş’taki Terör Saldırısının Ardından medyad an analizler


besiktas_saldirisi.jpg?itok=WKY28g40

Türkiye Gündemi

12 Aralık 2016

Yeni Şafak: Süleyman Seyfi Öğün: Terör

Teröristler yine yapacaklarını yaptılar. Beşiktaş ile Bursaspor arasında oynanan maçın hemen ardından bombalar patladı.. Ortalık kan gölüne döndü. Büyük çoğunluğu gencecik polisler olan 38 yurttaşımız hayatını kaybetti. Onlarca kişi de yaralandı. Böyle bir zamanda yazı yazmak çok zor.. Kelimelerin hükmünü kaybettiği anlar bu anlar.. Henüz kesin bir açıklama yok; ama bâzı belirtilerden bu işi yapanın PKK olduğu anlaşılıyor. Görünen şu: Terör, bahanesi ne olursa olsun, tek başına hareket etmiyor. Endüstriyel bir dünyâda yaşıyoruz. Bu şu demek: hayatımızda endüstrisi olmayan hemen hemen hiç bir şey kalmadı. Terör bundan muaf değil. Terör güçlü bir endüstri ve bu endüstriye birileri büyük bir yatırım yapıyor. Her terör örgütünün arkasında kapalı, karanlık ve çok katmanlı ilişkilerin mevcut olduğunu biliyoruz. . Modern terörü, bir miktar insanın sözüm ona “kurtuluş” için biraraya geldiği, amatör bir iş olarak görmek çok sığ bir bakışı ifâde ediyor. Herhangi bir terör örgütünün büyümesi ve halk desteği almasını da bir basitlemenin konusu hâline getirmemek gerekiyor. Evet devlet-toplum ilişkilerinin bozuk olduğu yerlerde bu ilişki geçerlidir. Yâni “devlet eziyor, terör örgütü doğuyor ve halk tabanını büyütüyor” denilebilir. Bu sâdece devlet aklının tutulmasıyla açıklanabilir. Devletlerin ahmaklaşması ve terörü tırmandırmaları sık rastlanabilir bir olgudur. Ahmaklaşmalar da bâzen gizli bir aklın varlığına işâret ediyor olabilir. Terörün bir endüstri olduğunu dikkatten kaçırmazsak bu tarz bir devlet ahmaklığının da bu endüstriyi besleyen; yâni ona yatırım yapan bir iş olduğunu anlayabiliriz. Bu tarz süreçler, devletin terörden mağdur olan ve güvenlik endişesine kapılan çok daha büyük çoğunluklar üzerindeki iktidârını kuvvetlendiren etkiler doğurabilir. Devamı için…

Cumhuriyet: Tayfun Atay: Devlet sınıfta kaldıkça terör savaş ilan eder

Terörle mücadeleden “terörle savaş” tabirine “11 Eylül” (2001) hadisesiyle geçildi. İlk resmi kullanımı da sanırım George W. Bush’a borçluyuz. Tabirin vurgusu, küresel kapitalizme aynen onun gibi küresel işleyişe sahip cihatçı tedhiş örgütlerinden gelen tehdit üzerindedir. Ana karakteristik itibarıyla da intihar saldırıları işaretlenir. İstanbul’da Dolmabahçe ve Maçka Parkı’nda art arda vuku bulan dehşet verici iki kanlı terör saldırısı sonrası Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş da Bush gibi konuşmuş. “Türkiye terörle mücadele etmiyor, terörle savaşıyor” diyerek… Terörü bir devlete karşı “savaş gücü” olma noktasına, düzeyine, kapasitesine neyin getirdiğini biraz aşağıda tartışmaya açacağız, ama ona geçmeden terörle savaş nasıl bir savaştır, bunun üzerine bir iki not düşelim. Terörle savaş, konvansiyonel (devletler-arası) olmayan, korkunç asimetrik bir savaştır. Üstelik de gerek insan gücü, gerek teçhizat donanımı, gerekse teknolojik düzey bakımından zayıf olanın (terör örgütü) güçlü olan (devlet) karşısında avantajlı olduğu bir asimetrik savaş… Burada zayıf taraf, güçlü tarafın zaaflarını yakalar, onların üzerine gider, oralardan vurur. Güçlü taraf ise aynı yönde bir imkâna sahip değildir. Çünkü karşısında kendisi gibi gözle görülür, ucu-bucağı belli, çapı-gücü ölçülebilir mahiyette bir hasım yoktur. Evet, belki terör örgütünün kitlesel destek bulduğunu bildiğiniz ya da düşündüğünüz topraklara taarruz edebilirsiniz. Ama buralar birer saldırı hedefi olmaktan öte sizi içerisine çeken bir anafora da dönüşebilir. Hem oradan çıkamazsınız, hem de geride bıraktığınız ve kalbinizi temsil eden yerleri açık birer karşı hedef hâline getirirsiniz. Devamı için…

Haber Türk: Özcan Tikit: Vicdanımıza saldırdılar

Onlar bu ülke, bu millet için, bizler evimizde, işimizde veya eğlencemizde güven içinde olalım diye canlarını verdiler. Türkiye’mizin kalbi İstanbul’umuzun en eşsiz manzarasına bakan muhitinde emniyetimiz için nöbet beklerken ölüme yürüdüler. Farkındasınız değil mi? Kalleşler yaptıkları bu saldırılarla polisimizi hedef alarak bu toprak parçası üzerinde yaşayan her bir neferimizi korkutmaya, sindirmeye ve nihayetinde de esir almaya heves ettiklerini gözler önüne serdiler.“Çevik Kuvvet” ya da “Polise saldırdılar” deyip geçebilir miyiz? Asla, hem de milyon kere asla… Bunun üzerinde durup düşüneceğiz. Milletin adalet duygusu diye bir şey varsa bunun başladığı yerdir polis… O polis, bir toplumu toplum yapan, her bir ferdin yan yana kardeşçe yaşamasını mümkün kılan adaleti ve güveni, kendisine yine bu millet tarafından verilmiş yetki çerçevesinde tesis etmek için olması gereken yer her neresiyse her daim oradadır. Polis bu milletin ta kendisi, vicdanıdır yani. Milletin adaletinin kılıcı polis ve askerdir ve bu hepimizin zihnindeki altın kuraldır adeta. Korkakça ve kalleşçe eylemlerle, polisimize-askerimize saldıranlar, bize bu altın kuralı unutturabileceklerini, bizi bu saldırılarla yıldırabileceklerini sanıyorlarsa fena halde yanılıyorlar. Bu milletin her bir ferdi, polisine ve askerine yapılan her hain eylemin doğrudan kendi canına ve vicdanına yapıldığının farkındadır. Devamı için…

T24: Hakan Aksay: Kapılar tutulmuş, yollar kesilmiş, şehir yenilmiş… Neylersin!..

…Onlarca insan öldürüldü yine. Yüzlerce kişinin gelecekleri, hayalleri, umutları söndürüldü. Her bir insan hayatı, lanet olası siyasi hesapların topundan bin kat değerlidir. Onca ölümün ardından bir an bile empati yapmayı denemeden hemen kolları sıvayıp “Başkanlık olmazsa kaos olur” ve “Başkanlık sistemi gelecek, terör bitecek” diye haykırarak politik kavgalara girişebilmek için nasıl bir yürek sahibi olmalı insan? İçişleri Bakanı "teröristlerden intikam alınacak” dedi dün. Devletin görevi intikam almak mı, yoksa yurttaşlarının can güvenliğini sağlamak mı? Ne demişti Cumhurbaşkanı 8 ay kadar önce: “Biz siyasiler ülkemizde işlenen cinayetlerden sorumluyuz. Çünkü halk size oylarını ‘Benim can ve mal güvenliğimi sağlayacaksın’ diye veriyor.” Kimden gelirse gelsin – PKK, IŞİD, öteki örgütler – tüm terör eylemlerini lanetliyorum. Ama neden 2-3 yıl önce bütün bunlar olmuyordu? “Güzellikle 400 milletvekili verilmemesi” sonrasında, 7 Haziran’ın yok sayılarak 1 Kasım’da tablonun yeniden değiştirilmesinin ardından, neden her bir aşamada daha çok kan dökülüyor? Bir sonraki adım başkanlık ise oraya kadar ve ondan sonra daha ne kadar kayıp vermemiz gerekiyor? Devamı için…

SÜREÇ ANALİZ

www.surecanaliz.org

DIŞ POLİTİKA DOSYASI : Rusya, Suriye ve Türk Dış Politikası üzer ine medyadan analizler


_92860212_rusya-devlet-baskani-putin-basbakan-yildirimi-kremlin-sarayinda-kabul-etti_4447_dhaphoto1.jpg?itok=jHs_fP7D

Cumhuriyet: Ceyda Karan: Halep’in kurtuluşu Ve sonrası

Bugün cihatçı grupların iknasında Başbakan Binali Yıldırım’ın Moskova demeçlerinde doğruladığı üzere Rusya’yla temaslar ve Türkiye’nin üzerinde nüfuzu olduğu gruplara telkinlerinin rolü olduğu açık. Mühim olan sonrası… Hâlâ tek parça bir Suriye olup olmayacağı şüpheli. Savaşın canavarı IŞİD Rakka’da. Ama o, sınırın Irak tarafıyla birlikte uluslararası bilek güreşinin bir unsuru. Şimdi iki odak noktası var: Türkiye ile Rusya arasında nasıl bir pazarlığın olduğunu bilmediğimiz Halep’in kapısı ‘El Bab’. Ve yerel ateşkeslerle çıkartılan militanların doluşturulduğu İdlib. Burada 10 bin kadar Nusra, 10 bin Ahrar militanının başını çektiği gruplarla bir emirlik kurulmuş durumda. Devamı …

Gazete Duvar: Evren Balta:‘Bağımsız’ dış politika?

Dış politika kuşkusuz insanın hayat döngüsü ile karşılaştırabilecek bir mecra değil. Siyasetin hiçbir alanı öyle değil. Ama söz konusu olan bağımsızlık kavramı olduğunda dış politikayı açıklayan belki de en iyi teşbih ergenlik olabilir diye düşündüm. Ergenlik bağımsızlık, otorite, kimlik, çıkar, güç, kapasite gibi dış politikayı da belirleyen bütün temel süreçlerin insanın gündelik hayatını belirlediği bir dönemeç. İnsanın kendi hayatında “tam bağımsızlığın” ne anlama geldiğini (ve hatta gelmediğini) çoğu zaman kafasını duvara vura vura anladığı bir süreç. Ben kendimi bildim bileli Türkiye dış politikasında “tam bağımsızlık” şiarına sahip. Ama çoğu zaman “tam bağımsızlık” mevcut durum kötü gidiyorsa iktidarların her şeyin kendi ellerinde olmadığını söylemek ve kendi dışlarındaki aktörleri suçlamak için kullandıkları kullanışlı bir kavram. Devamı …

Milliyet: Sami Kohen:Suriye politikasında Rus etkisi

Suriye ordusunun kuşatma altındaki Halep’in doğu kesimini muhalif güçlerden geri alması, birkaç bakımdan önem taşıyor. 1) Askeri bakımdan, Suriye ordusunun haftalardan beri süren çetin çatışmalardan sonra, stratejik değeri de yüksek olan bu tarihi kente hâkim olması, Esad rejimi için önemli bir zaferdir. Böylece Beşar Esad 5 yıldır devam eden Suriye iç savaşında ilk kez askeri üstünlüğünü göstermiştir. Esad kendi deyişiyle bu “büyük zafer”in iç savaşın gidişatını değiştireceğine inanıyor. Ancak bunun “savaşın bitmesi için yeterli olmadığı”nı da kabul ediyor. Bunun anlamı, Esad’ın Suriye sorununda “askeri çözüm opsiyonunu” sonuna kadar kullanacağı, dolayısıyla çatışmaların devam edeceğidir. Devamı …

Karar: Garip Dalay:Dış politikada otonomi arayışı

AK Parti döneminde Türkiye dış politikasına damgasını vuran temel özelliklerin başında, uluslararası sistemde stratejik otonomi arayışı bulunmaktadır. Burada bir parantez açacak olursak, tabii ki mevcut sistemde hiçbir güç mutlak bir otonomiye sahip değil. Karşılıklı bağımlılık sadece zayıf ülkeler için değil güçlü devletler için de geçerlidir. Tabii ki farklı oran ve boyutlarda… Öncelikle Türkiye’yi tarihi, coğrafyası ve bütün kimliksel bileşenleriyle uyumlu bir şekilde dünyada konumlandıran bu arayış, AK Parti’nin bütün iktidar dönemlerine rengini çalmıştır. Yani, maksimum veya optimum otonomi arayışı Türkiye dış politikasının temel motivasyonlarının başında gelmektedir. Bu yaklaşım, Türkiye’nin stratejik kimliğini geniş ve pro-aktif bir şekilde tanımlamaya çalışmaktaydı. Tarih, coğrafya, ulusal çıkar, iç-dış politika bütünlüğü veya dengesi, ekonomi-siyaset bütünlüğü veya dengesi, güvenlik-demokrasi dengesi ve benzeri birçok unsur bu siyasetin harcına karılıyordu. Devamı …

Star: Beril Dedeoğlu:Türkiye-Rusya: İkili ilişkileri aşan kritik süreç

Türkiye-Rusya ilişkilerinin önce normalleşmesi ardından da gelişmesi yönünde önemli adımlar atılıyor. İlişkilerin geliştirilmesi konusuna kimsenin itirazının olmadığı anlaşılmakla birlikte, normalleşmenin tümüyle sağlanamadığı söylenebilir. İki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi öncelikle ekonomik ve ticari konuları içeriyor. Rusya, önce Ukrayna ardından Suriye meselesi nedeniyle bir tür ekonomik sıkıştırılmaya maruz kalmış durumda. Ayrıca, savaş içinde doğrudan yer almanın maliyetini de kaldırıyor. Bu koşullara bir de Avrupa’nın ekonomik sorunlarını çözememesiyle ortaya çıkan koşullar ve Trump dalgası eklenince, Rusya’nın yeni çıkışlar araması doğal. Devamı …

(SÜREÇ ANALİZ 9 ARALIK 2016 TÜRKİYE GÜNDEMİ)

DARBELER DOSYASI /// NİHAT ALİ ÖZCAN : Bilgi, analiz ve istihbarat


FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişimini çeşitli yönleriyle tartışmaya devam ediyoruz. Daha uzun süre tartışmaya da devam edeceğiz. Öne çıkan konuların başında istihbaratın rolü ve sorumluluğu geliyor.

Disiplinin dışından bakanlar için olup bitenler hayret verici olabilir. Ancak tarihin tozlu raflarında göz göre göre gerçekleşmiş binlerce istihbarat fiyaskosu bulabilirsiniz. İkinci Dünya Savaşı’nda Japonların Pearl Harbor baskınından Mossad’ın karizmasını çizdirdiği 1973 Arap İsrail savaşına, CIA’nın öngöremediği İran İslam Devrimi’nden 11 Eylül saldırısına kadar…

15 Temmuz darbe girişiminin meşhur “istihbarat” hikâyesini artık herkes biliyor. Bir pilot binbaşı, aynı gün, MİT nizamiyesine gider. Bir süre kapıda bekletildikten sonra ilgililerle görüşür. Onlara kendisinin o akşam, helikopteri ile MİT karargâhına yapılacak baskında görevli olduğunu söyler.

Bu “altın” değerindeki “bilgi”, doğru analiz edilip, tam zamanlı ve kaliteli bir “istihbarata” dönüştürülemedi ve sonunda işler kontrolden çıktı. Hareketin sadece ve sadece “Hakan Fidan’ı” hedef alacağı biçiminde üretilen istihbarat, milleti, Cumhurbaşkanı’nı, hükümeti ve diğer karar alıcıları “stratejik sürprizlerden” koruyamadı.

Bu noktada üç farklı sorun olduğu anlaşılıyor. İlki, o tarihe kadar ülkenin tüm istihbarat örgütlerinin gelişmelerden haberdar olamamaları. Bu, yazının konusu değil. İkinci sorun hatalı “analiz” yapılması. Üçüncü konu ise müşterinin, Genelkurmay’ın, reaksiyonunuyla ilgili. Özellikle istihbarat alındıktan sonra eksik değerlendirilmesi, doğru kullanılmaması ve basiretli davranılmamasından söz ediyoruz.

Kitap, böyle sorunlu bir tablonun ortaya çıkış nedenlerini listelemiş. Elbette kötü bir niyet yoksa diye işe başlamış. Eğer gelişmeleri bizim hadiseye uyarlayacak olursak, kitap ilk önce ideolojik önyargılara işaret ediyor. “Yok canım, bunlar böylesine karmaşık bir işi planlayıp yapamazlar, darbe bana çok mantıklı gelmiyor” yaklaşımı.

İkincisi, insan zihninin genelde “aşırı rahatsızlık verici” analizlerden kaçınma temayülünün olması. Özellikle de cuma günleri mesai bitimine yakın.

Üçüncü neden, “dar bakışlılık” olarak tarif ediliyor. Hayat normal devam ederken, Hakan Fidan’ı hedef alan bir hareketin ikinci, üçüncü safhasının ne olabileceğinin, olamayacağının sorgulanmaması buna iyi bir örnek olabilir.

Dördüncü neden, statükoya dair güçlü önyargı. FETÖ geçmişte de denedi, 7 Şubat 2012’de, ama başaramadı. Şimdi de “bize” bir şey olmaz.

Beşincisi, olgunlaşmış tartışmalardan önce, hızlı ve kalıplaşmış bir “fikre sahip olmak”. Bunun nedeni çoğunlukla, profesyonel analist yerine “sıralı” amirlerin analiz yapmasıdır. Özellikle de “aferin” almak için.

İstihbaratçıların üstesinden gelmesi gereken en önemli konu, “karar alıcıların beğenmedikleri istihbaratı kabul edememe” sorununun nasıl çözüleceğidir. İstihbarat disiplininde de “Cassandra Sendromu” olarak tarif edilen bu hal, önemli bir konudur. Kötü haberin ileteni olmak “bürokraside” iyi bir fikir değildir. Nitekim eski Mısır’da, firavunun kötü haber getirenleri öldürmesinin olumsuz etkilerini bugün de tüm sektörlerde görmek mümkündür.

Buraya kadar “analiz” hatalarından, başarısızlığından söz ettik. Kitap istihbaratı kullananların hatalarından, yetersizliklerinden de söz ediyor. İstihbaratı akıl süzgecinden geçirmeyen, yanlış okuyan, hatalı tepki veren karar alıcılar gibi. Tıpkı 15 Temmuz’da Genelkurmay Başkanlığı’nın içine düştüğü durumu gibi.

İstihbaratı bilim, sanat ve kurumsal kültürün bileşkesi olarak gören ülkeler, işin daha iyi yapılması için hatalardan ders çıkartırlar. Gazetelere göre, MİT yeniden yapılandırılmış. İstihbarat’ın gizli devlet faaliyeti olması nedeniyle değişimin boyut ve içeriğine vakıf olmamız mümkün değil. Temennimiz, iç istihbaratta da “analizin” profesyonel bir iş, “analiz bölümünün” istihbarat üretiminin vazgeçilmez parçası olduğu fikri kabul görmüş ve çözümü basit, sonuçları ağır soruna tedbir alınmıştır.

IRAK DOSYASI /// GÜNGÖR YAVUZASLAN : MUSUL ANALİZLERİ


MUSUL KİMİN SAVAŞI?

Pazarlık coğrafyasının son perdesi Musul.Ortadoğu bir analistler çöplüğüdür. Suriye ve Irak hattında terör örgütleri ve legal görünümlü terör uygulayıcılarının sarmalı içinde yok olan bir millet var ortada. Birinci Körfez Savaşı’nda ya da 2003 yılında ikinci defa ABD’nin Irak’a müdahalesinde oluşan şartlarda kaç milyon insan yaşamını yitirdi artık hafızalarda değil.2011 yılında başlayan Suriye savaşından insan ölümü 1 milyona yaklaştı.2014 yılında BOP’da ve Arap Baharında olmayan ilk adı Irak El Kaide’si sonrasında IŞID ve en son DEAŞ olan yapılanma ne kadar uluslar arası bir terör örgütü yapılanması olsa da aysbergin görünmeyen kısmında olanlar üzerine kafa yormak daha gerçekçi olur.

Bugün Musul Savaşı öncesinde beliren şartları ortaya çıkaran yerel, bölgesel ve küresel etkenler ortadan kalkmış değildir. DEAŞ ile yapılan mücadelede Dünya’da karar verici pozisyonda duran AB-D bloğu, RUS-ÇİN ikilisi ile bölgesel güçler Türkiye, İran’ın pozisyonu iyi okunmalıdır. Türkiye, ABD hariç sorunu içinde yaşayan Irak ve Suriye’nin yanı sıra müdahil olan İran ve Rusya ile komşudur. Musul Savaşı’nın Irak içindeki aktörleri merkezi yönetim, bölgesel yönetim, terör yapılanması DEAŞ ve PKK, eski BAASCILAR, aşiretler ve alanda bulunan 16 ülkenin askeri varlığı. Tüm bunları alt alta topladığımızda tablo içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Diğer yandan Arap Baharı’nda fazla sesi çıkmayan İsrail’i alanda yok sayamayız.

Bugün Musul dünyanın en büyük açık hava cezaevidir. DEAŞ 2 milyona yakın insanı kontrol ediyor. Elinde Arap, Kürt, Yezidi, Türkmen binlerce esir insan var.Irak’ın ardından 2014 yılında Suriye’de de birçok bölgeyi ele geçiren örgütün elindeki esir sayısı net olarak bilinemiyor.Musul savaşı ile yoğunlaşılan bölgede 10 ülkeden yüzlerce gazeteci görev yapıyor.Alanda binlerce hem ülke içinden hem de dışarından binlerce aktivis var.BM başta olmak üzere uluslar arası yardım kuruluşlarının hepsi IRAK’ta.

Pazarlıklar coğrafyasından masada sadece Suriye yok.Irak’ın kuzey hattında DEAŞ ile alanı darmadağın eden üst akıl Kürt bölgesine bağımsızlık için yeşil ışık yaktı.Pazarlıkta DEAŞ sonrası Musul merkezi yönetime Kerkük ise bağımsızlık olursa Kürtlere verilecek.Şii Araplar Irak’ta güney bölgesinde Basra havzasındaki petrol zenginliğini alırken, kuzeyde Kürtler Kerkük petrollerine konacaklar.Irak’ın asli unsuru olan Türkmenler ise büyük oranda kuzey bölgesinde kalacak.İran etkisinde bir Bağdat yönetimi, AB-D güdümünde bir Erbil yönetimi.Elbette üst akıl PKK’yı unutamaz.Terör örgütü DEAŞ’la mücadele bahanesi ile legal hale getirilecek.Suriye PYD kantonları benzeri Irak’ta yeni yapının içine Sincar örneğinde olduğu gibi yerleştirilecek.Irak-Suriye hattında kurulaması planlanan yeni Kürt devleti en çok İsrail’in işine yarayacak.Peşmerge gibi savaşçı gücü olan yeni bir müttefik bölgede İsrail’e yeni müttefik olacak.Musul-Kerkük’den başlayan, Rakka-Halep ile devam eden ve Lazkiye hattından Akdeniz’e ulaşan petrol üretim ve sevk bölgesini bekleyecek yapay bir devletçik.Kürtlerin kontrolüne verilecek bu bölge ile Türkiye’nin güneyden Arap Dünyası ve Türkmenlerle fiziki bağıda karadan kesilmiş olacak.

Uzun lafın kısası sözde patron böyle istiyor. Ama Ortadoğu’nun değişmez gerçeği anlaşamazlıktır.Çöl fırtınası sert esiyor ve kum tepelerinin yeri sürekli değişiyor.Ve hala cevap bulunamayan soru MUSUL kimin savaşı?

GÜNGÖR YAVUZASLAN

AK PARTİ DOSYASI : İsviçreli yazarın Recep Tayyip Erdoğan analizi


İsviçre’de köşe yazarlığı yapan Gerd Höhler, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Musul kararlılığına dair bir yazı kaleme aldı.

İsviçre’de yayın yapan Aargauer Zeitung gazetesinin yazarı Gerd Höhler, terör örgütü DEAŞ’a karşı başlatılan operasyondan sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın izlediği politikayı değerlendirdi.

MİSAKI MİLLİ KARARLILIĞI

Konuyu; köşesinde geniş bir kapsamda irdeleyen Höhler, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Misakı Milli vurgusuna dikkat çekerek Musul‘un önemine sürekli vurgu yaptığını söyledi.

Misakı Milli’yi “I.Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin kurtuluş mücadelesinin manifestosuydu. Buna göre Musul, Batı Trakya ve Suriye’deki Halep ili Türkiye’ye ait.” sözleriyle tanımlayan Gerd Höhler, Erdoğan’ın geniş bir coğrafyaya sahip çıktığını söyledi.

TÜRKİYE’NİN SINIRLARI GENİŞLER Mİ

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın B ve C planlarına da değinen İsviçreli yazar, yazısında “Erdoğan Türkiye’nin sınırlarını genişletmeyi mi hedefliyor? Türkiye’nin Musul harekatına katılımının engellenmesi durumunda B ve C planının varlığı iması bu yönde yorumlanabilir.

“ERDOĞAN YENİ GERÇEKLER OLUŞTURDU”

Erdoğan kuzey Suriye’ye Türk askerlerini göndererek yeni gerçekler oluşturdu. Erdoğan’ın cumartesi günkü ifadesine göre 5 bin kilometrekarelik “terörden arındırılmış” bölge vasıtasıyla, Türkiye’nin bölgede süresiz varolmasını amaçlıyor.”” ifadelerine yer verdi.

AK PARTİ DOSYASI : BAŞBAKANIN BALKON KONUŞMASININ ANALİZİ


AKP Genel Başkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bir seçim zaferinden sonra bir balkon konuşması daha yaptı. Yine birlikten, beraberlikten, barıştan, kardeşlikten, özgürlükten söz etti. Yine herkese teşekkür ederek, herkesi kucakladı! Bir anlamda bir önceki balkon konuşmasını yineledi. Ancak Başbakan’ın bu seferki balkon konuşmasının satır aralarında çok başka bir mesaj vardı.

Başbakan’ın, balkon konuşmasındaki bazı sözleri; Başbakan’ın artık kendisini sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başbakanı olarak değil de Yeni Osmanlı’nın bir padişahı olarak gördüğünü göstermektedir.

Şu sözler balkondaki Başbakan’a ait:

“…Gözlerini Türkiye’ye çevirmiş, gelen haberleri büyük bir heyecanla takip eden, Şam, Kahire, Tunus, Saraybosna, Lefkoşe’yi dost ve kardeş ülkeleri muhabbetle selamlıyorum

….İzmir kadar, Şam kazanmıştır, Diyarbakır kadar Ramallah, Nablus, Cenin, Kudüs, Gazze kazanmıştır.

İyi de neden?

Neden,Şam, Kahire, Tunus, Saraybosna gözlerini Türkiye’ye çevirip AKP’nin zafer haberlerini beklesin?

Neden, AKP’nin seçimi kazanmasıyla Şam, Ramallah, Nablus, Cenin, Küdüs, Gazze kazansın!

Evet AKP, üç dönem üst üste, üstelik her seferinde oylarını arttırarak seçim kazanmıştır. Gerçekten de bu büyük bir başarıdır. Ve bu başarının mimarının bu başarısıyla övünmesi de son derece doğaldır. Ama sonuçta bu seçim başarısı “uluslararası bir başarı” değil “ulusal” bir başarıdır. Bu seçim, Türkiye’nin seçimidir ve AKP’ye de sadece “Türkiye Cumhuriyeti” vatandaşları oy vermiştir. AKP, ne Şam’dan ne Kahire’den, ne Tunus’tan, ne Ramallah’tan, ne Nablus’tan, ne Saraybosna’dan, ne de Cenin, Küdüs ve Gazze’den oy almış değildir. Çünkü buralar, Misak-ı Milli sınırları dahilinde Türkiye Cumhuriyeti içinde değildir! Ama Sayın Başbakan, kendisini bu Arap-İslam şehirlerinden de oy almış gibi, buraların da lideri olarak görmektedir.

Yoksa Sayın Başbakan, Misak-ı Milli sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini mi unutmuştur?

Hiç sanmıyorum!

Sayın Başbakan artık kendisini Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, bir Amerikan ütopyası olan Yeni Osmanlı’nın yeni lideri olarak görmektedir: O artık Saraybosna’dan Gazze’ye uzanan İslam coğrafyasına hükmeden Yeni Osmanlı’nın yeni lideridir!… Bilindiği gibi Eski Osmanlı da bu coğrafyaya hükmetmişti!..

Balkondaki Başbakan’ın sözlerinin satır aralarında Yeni Osmanlıcılığın yönetim biçimi olarak düşünülen “federasyona” yinelik de ipuçları vardır.

Bugün benim Türk kardeşim, Kürt kardeşim, Zaza, Laz, Romen, Gürcü tüm kardeşlerim 74 milyon kardeşim kazanmıştır… “ diyerek, her zaman yaptığı gibi bir kere daha Türkiye Cumhuriyeti’ndeki “etnik unsurları” teker teker sayıp ortaya döken Sayın Başbakan, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesi olan, Atatürk’ün, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımını da bir kere daha tartışmaya açmıştır.

Balkon konuşmasında, Bugün benim Türk kardeşim, Kürt kardeşim, Zaza, Laz, Romen, Gürcü tüm kardeşlerim 74 milyon kardeşim kazanmıştır.” diyen Başbakan, bu dili daha önce Diyarbakır, Şemdinli, ve Samsun konuşmalarında da kullanmıştır. Sosyolog Orhan Türkdoğan’ın belirttiği gibi, Başbakan, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki “etnik unsurları tek tek sıralayarak Türkleri “öteki” konumuna getirmektedir. Bu durum etnik bölünmeyi arttıracağı gibi iç ve dış güçlere karşı vatanın bağımsızlığını korumaya çalışan güçlerin ulusal dirençlerini de kıracaktır.[1]

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, Türkiye’deki bütün “alt kimlikleri” Türklük potasında birleştirmiştir. Atatürk’ün Cumhuriyeti kurarken, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımıyla sağladığı “birlik beraberlik” ve bu birlik ve beraberlik üzerine oturttuğu “üniter yapı”yı dağıtmak için Cumhuriyetin kuruluş felsefesindeki bu “Türk milleti” tanımını alt üst etmek gerekmektedir. Cumhuriyetin kuruluş felsefesine göre bir “bilinç” olan Türklük; Cumhuriyetin kuruluş felsefesine karşı olanlarca “etnisite/ırk” olarak adlandırılmaktadır. Böylece “Türklük” de bir “alt kimlik” durumuna getirilmek istenmektedir. Bu “etnik kimlik siyaseti” fedarasyona giden yolun en belirgin kilometre taşlarından biridir. Yeniden Osmanlı’ya dönüş için Cumhuriyetin kuruluş felsefesindeki “Türklük bilinci” tanımından “Türk ırkı” tanımına geçilmesi zorunludur. “Türklük” herkesi kavrayan “bir “bilinç” olmaktan çıkarılıp sadece bir “etnik unsuru” ifade etmek için kullanılmaya başlandığında çözülme de başlayacaktır.Bilindiği gibi Osmanlı’da bir “Türklük bilinci” yoktur; Osmanlı’da Türklük “dışlanmış” bir alt kimliktir.[2] Osmanlı’ya dönüş sürecinde bugün de yapılmak istenen budur.

Balkondaki Başbakan’ın seçim zaferini, Ortadoğu’dan Balkanlara “bütün Müslümanların zaferi” olarak adlandırması ve “etnik unsurlar” vurgusu yapması, “üniter” Türkiye Cumhuriyeti’nin yerini “federal” Yeni Osmanlı’ya bırakmak üzere olduğunun en belirgin işaretlerinden biridir.

Peki ama bugüne nasıl gelinmiştir?

Bu sorunun yanıtını vermeden önce, balkondaki Başbakan’ın Adnan Menderes’e ve Turgut Özal’a neden gönderme yaptığını; “Merhum Turgut Özal’ın hayalleri, özlemleri, artık yerini bulmuştur” diyen Başbakan’ın, aslında ne demek istediğini iyi analiz etmek gerekir.

Neydi Özal’ın hayali?

Hemen söyleyelim:

Türk-Kürt Federasyonu ve Yeni Osmanlı’ydı![3]

Şimdi gelin tarihe kısa bir yolculuk yapalım:

İstanbul Devleti

Türkiye’nin “idam fermanı” Sevr Antlaşması’na (10 Ağustos 1920) göre İstanbul, başında “kukla” bir Padişah’ın bulunduğu “kısmen bağımsız” bir bölge olacaktır.

Ancak Müttefik Devletler, bu anlaşma imzalanmadan önce İstanbul’un geleceği ile ilgili çok gizli planlar yapmıştır. Örneğin, İngiliz arşivlerinde CAB/23/35 numarayla kayıtlı bir belgeye göre İngilizler, “İstanbul’un ayrı bir devlet olarak yeniden yapılanmasını” düşünmüştür, ama sonradan bu düşünceden vazgeçmiştir. Bu belgeye göre Paris’te, İngiliz Başbakanı Lloyd George’un otel odasında yapılan ve aralarında Dışişleri Bakanı Earl Curzon, Bonar Law, Lord Birkenhead ve Hindistan’taki İngiliz yönetiminin Dışişleri bakanı E. S. Montagu’nun da olduğu bir grup, Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarından çıkarılması ihtimaline karşı bir “proje” üreterek İstanbul’un ayrı bir devlet olmasını tartışmıştır.

Belgeye göre İstanbul Devleti’nin Osmanlı Devleti’nden tamamen, Müttefik Devletlerden ise kısmen bağımsız olması kararlaştırılmıştı. İstanbul’un Müttefiklerden bağımsız olduğu konular sadece finans, adalet ve jandarma olacaktı.

Bu belgede öngörülenler sadece bir fikir olarak tartışılmıştır. Hatta aynı toplantıda bu fikrin pek gerçekçi olmadığı düşünülmüş olmalı ki sonuç olarak Başbakan Llyod George Hindistan’daki İngiliz yönetimi Dışişleri Bakanı’ndan, Sevr Anlaşması öncesi hazırlanan taslağın, Padişah’ın ve Osmanlı hükümetinin İstanbul’da kalması ihtimaline göre düzenlenmesini istemiştir.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin Orta Doğu’yu, sınırları cetvelle çizilen küçük devletlere bölüp yönetme arzusuna İstanbul’u da katması, Müttefiklerin İstanbul’u ve boğazları uluslararası bir komisyonun aracılığıyla yönetme arzusu, hepimizin bildiği bir şeydir; fakat İstanbul’un “ayrı bir devlet” olarak yeniden yapılandırılması fikrinin İngiltere tarafından başbakanlık seviyesinde tartışılmış olması pek bilinen bir şey değildir. Hele yeni devletin sınırları, yönetimi, savunması vb. gibi konuların bu kadar detaylı bir şekilde tartışılması çok dikkat çekicidir.[4]

I. Dünya Savaşı sonlarında, 1920’de İngiltere’nin “böl” ve “yönet” stratejisi çerçevesinde kurmayı planladığı “İstanbul Devleti”, II. Dünya Savaşı sonlarında 1946’da ABD’nin “Tek Dünya Devleti” stratejisi çerçevesinde kurmayı planladığı “İstanbul Federe Devleti” olarak karşımıza çıkmıştır.

Tek Dünya Devleti ve Federasyonculuk

William C. Bullitt, ABD’nin 1946’dan sonraki Soğuk Savaş stratejisini “Yalnızca Sovyetleri yıkmak için değil aynı zamanda Amerika önderliğinde Tek Dünya Devleti kurmak için geliştirilmiş bir strateji” olarak tanımlamıştır.

Bu bağlamda ABD tarafından kurulan “Avrupa Birliği” gibi, yine ABD tarafından bir “Ortadoğu Federasyonu” kurulmak istenmiştir. Osmanlı örneğine dayalı olarak kurulmak istenen “Ortadoğu Federasyonu” da yalnıza Sovyetler Birliği’ni yıkmak için değil, aynı zamanda “Tek Dünya Devleti” kurmak için gerekli görülmüştür.[5]

1946’da Bullitt’in ifade ettiği, “Amerika’ya bağlı ve dine dayalı bölgesel federasyonlar” kurma stratejisi bugün de sürdürülmektedir.

Soğuk Savaş döneminde kurulacak federasyonlar (Avrupa Federasyonu,Ortadoğu Federasyonu, Asya Federasyonu) Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra “Tek Dünya Devleti” çatısı altında birleştirilmek üzere planlanmıştır.

Cengiz Özakıncı’nın dediği gibi, “Tek Dünya Devleti kurulmasına ilişkin tek bir strateji yoktur ki, ulus devletleri önce etnik, dinsel ve mezhepsel devletçiklere bölerek bölgesel federasyonlar içinde eritip Tek Dünya Devleti’ne bağlamayı öngörmemiş olsun.”[6]

Tek Dünya Devleti’ne giden yolda önce Avrupa Birliği kurulmuş, sonra Sovyetler Birliği yıkılmıştır, ama Ortadoğu veya Yakındoğu Federasyonu hala kurulabilmiş değildir. Bu nedenle ABD bugün canla başla Ortadoğu-Yakındoğu Federasyonu’nu kurmak için çalışmaktadır. Ortadoğu Federasyonu’nun tarihsel dayanak noktası yüzyıllarca Ortadoğu’yu yöneten Osmanlı’dır. Bu esinlenmeden dolayı Ortadoğu Federasyonu’na giden yolda “Yeni Osmanlıcılık” akımından yararlanılmaktadır. Bu planın harekat üssü de coğrafi ve kültürel olarak Osmanlı mirası üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti ve Ortadoğu’daki devletlerdir. Ortadoğu Federasyonu’nu kurmak için her şeyden önce “yeniden Osmanlılaşmaya”, yeniden Osmanlılaşmak için de “Türk Ulus Devleti”nden kurtulmaya ihtiyaç vardır. İşte, 1946’da başlayan, 12 Eylül 1980’den sonra hızlanarak devam eden “Karşı Devrimi” bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bütün amaç, yüzyılın başında Atatürk’ün kurduğu “bağımsız, çağdaş ve laik” Türk Ulus Devleti’ni yeniden Osmanlı’ya dönüştürmektir. 1950’den itibaren Türkiye’yi yöneten veya Türk siyasetinde etkili olan nerdeyse bütün liderler; Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş, Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan, bu dönüşümün “zoraki” veya “gönüllü” aktörleridir. Anlayacağınız, son altmış yılda Türkiye’yi yöneten bütün bu liderlerin birer “Osmanlı sevicisi” olması kuru bir tesadüf değildir!

1965’te ABD, Süleyman Demirel aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştığı, ancak ordunun sert tepkisiyle uygulayamadığı “Türk-Kürt Federasyonu Projesini” daha sonra CIA belgelerinde, “gelmiş geçmiş en Amerikancı Türk devlet adamı” olarak adlandırılan Turgut Özal gündeme getirmiştir. Özal’ın, ABD desteğiyle 1991’deki I. Körfez Savaşı sırasında Irak’a girip oradaki Kürt bölgelerini işgal ederek Türkiye topraklarına katıp, Türk Ulus Devleti’ni “Türk-Kürt Federasyonu”na dönüştürme planı, Genelkurmay Başkanı Torumtay’ın sert tepkisiyle karşılaşmış ve bu nedenle doğan kiriz, 3 Aralık 1990’da Genelkurmay Başkanı’nın istifasıyla sonuçlanmıştır.[7]

ABD Başkanı George Bush’la çok sıkı işbirliği içinde ABD politikalarını uygulayan Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 1991 yılında Aktüel dergisine verdiği bir demeçte Kürtlerle federasyona gidilmesi gerektiğini söyleyerek “inşallah bir gün valilerini de seçerler, bu iş biter” demiştir[8].

1993’te Özal’ın ölümünden sonra “Osmanlıcı”, “eyaletçi”, “federasyoncu” ve “ulus devlet karşıtı” söylemlerin bayraktarlığını Refah Partisi Genelbaşkanı Necmettin Erbakan yapmaya başlamıştır.

Ağustos 1993’te Turgut Özal, Aydın Menderes, Recep Tayyip Erdoğan, Mehmet Altan, Yalçın Küçük, Abdurrahman Dilipak’ın görüşlerine yer veren “İkinci Cumhuriyet Tartışmaları” adlı bir kitap yayınlanmıştır.[9]

Bu kitapta Erbakan’ın Refah Partisi kurmaylarından Recep Tayyip Erdoğan’ın şu görüşlerine yer verilmiştir:

Soru: ‘Bu değişim süreci içerisinde eğer ülkede yaşayan bazı grup insanlar milli yapı içerisinde kalmak istemezlerse ne olacak?’

Tayyip Erdoğan: ‘Onun kararını yine halk verecek’

Soru: ‘Örneğin Kürtler, biz ayrı yaşamak istiyoruz, diyebilirler’.

Tayyip Erdoğan: ‘Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir’.

Soru: ‘Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse..’

Tayyip Erdoğan: ‘Ona orada sınır tayin edemem. Eyaletler tarzı bir sistem içinde olabilir, diyorum”[10]

Görülen odur ki, bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 1993’te söylediklerini 12 Haziran 2011 genel seçimlerinin ardından hayata geçirmenin hesaplarını yapmaktadır.

Amerika, 12 Eylül’den sonra nasıl Osmanlıcı politikaların bayraktarlığını yapan Turgut Özal’ı ve partisini desteklemişse, Özal’ın ölümünden sonra da Osmanlıcı politikanın bayraktarlığını üstlenen Refah Partisi’ni desteklemişti. 1993’te Özal’ın ölümünden sonra ABD’nin Refah Partisi’ni iktidara taşıyacağı, 35 emekli Amerikancı generalin topluca Refah Partisi’ne üye olmalarından belliydi. Refah Partisi’nin 1987, 1991 ve 1995 seçimlerinde aldığı oy oranlarına bakıldığında bu yükselişin Özal’ın partisinden Erbakan’ın partisine geçişlerle doğru orantılı olarak gerçekleştiği görülecektir.”[11]

Necmettin Erbakan’dan sonra bayrağı Erbakan’ın kadrolarından yetişen Recep Tayyip Erdoğan devralmıştır.

Menderes’in Demirel’in, Özal’ın ve Erbakan’ın “genetik mirasçısı” olan Erdoğan, ABD desteği doğrultusunda 2002 genel seçimlerinden önce AKP’yi kurarak “okyanus ötesinden esen sert bir rüzgarla” Türkiye’de iktidara gelmiştir.

Erdoğan da öncülleri gibi “Osmanlıcı”,“eyaletçi”, “federasyoncu” bir “siyasetçi tipi” olarak ABD planlarını uygulamaya devam etmiştir.

12 Haziran 2011 seçimleri öncesinde eski başbakanlardan ve cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel ile AKP Genelbaşkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, iki ayrı kutupmuş gibi, sert sözlerle birbirlerini eleştirmiştir. Ancak aslında her ikisi de aynı yolun yolcusudur.

Haziran 1996’da Habitat II Toplantısının açılış başkanı olan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Butros Gali, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i kürsüye, “Türkiye Federal Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” olarak çağırmıştır. Şaşırtıcı bir şekilde Demirel bu “unvanın” yanlış olduğunu belirtmemiş, hiçbir düzeltme yapmamıştır.

Butros Gali konuşmasında, “insanlığın ve kentlerin geleceğine yöne vermesi gereken ‘İstanbul Ruhu’nun adil, güvenli, yaşanabilir kasabalar ve şehirler yaratabilmek için hükümetlerle devlet dışı sivil kesimler arasında işbirliği ve dostluk anlamına geldiğini” vurgulayıp “İstanbul Federe Devleti” değimini kullanmıştı. O toplantıda bu değime de ses çıkartan olmamıştı. Gali konuşmasında ayrıca, “Dünya, 200 devletli olmaktan 2000 devletli olmaya gidiyor” demişti.

Aslında Butros Gali’nin konuşmasının arasına serpiştirdiği bütün bu ifadeler, 1987 UNESCO toplantısında alınan, “ulus devletleri”, etnik ve dinsel küçük şehir devletçiklerine bölmeye yol açacak kararların adım adım uygulanmasından başka bir şey değildi.[12]

İstanbul Başkentli Yakındoğu Federasyonu

1994 yılına gelindiğinde Türk basınında bir taraftan “İstanbul Merkezli Bizans Devleti” tartışılırken, diğer taraftan “İstanbul Başkentli Yakındoğu Federasyonu” tartışılmaya başlanmıştır.

Esguire Dergisi’nin 1 Şubat 1994 tarihli sayısında ortaya atılan “İstanbul Merkezli Yakındoğu Federasyonu”, “bir entelektüel ütopya” alt başlığıyla “aydınların tatlı düşü” olarak kamuoyuna sunulmuştur.

Cengiz Özakıncı’nın yerinde tespitiyle, “Sanki Mete Tunçay, Cengiz Çandar gibi aydınlar bunu kendi kendilerine düşünüp akıl etmişler ve bu içtenlikli düşüncelerini toplumla paylaşıyorlardı.” Oysa ki her şey daha önce başkaları tarafından düşünülmüş ve planlanmıştı. Nitekim Genelkurmay ATASE Başkanlığı’nın 10 Mart 1981 tarihli “Özel Askeri Rapor Denemesi”nde “Türk-Yunan Federasyonu” anlatılmıştı.[13]

Fotoğraflar, Cengiz Özakıncı’nın “Yeni Osmanlı Tuzağı” kitabından alınmıştır.

1 Şubat 1994 tarihli Esquaire dergisinde yayınlanan “Yakındoğu Federasyonu” görüşünün ve 12 Eylül’ün ATASE damgalı “Türk-Yunan Federasyonu” tasarısının kaynağı Robert D. Kaplan’ın kısa süre önce The New York Times Magazin’de yayımlanan, “Türkiye Balkanlar ve Ortadoğu Birleşiyor” adlı makalesidir. Robert D. Kaplan’ın yazısının çevirisi 28 Şubat 1994 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.

Yahudi kökenli Amerikalı gazeteci yazar Robert D. Kaplan yazısında şöyle demiştir:

Tarih Bölge Uzmanları tarafından belirlenen yanlış sınırları yeniden şekillendiriyor… Türkiye, Balkanlar ve Ortadoğu olarak adlandırılan yer, tek bir bölge olarak ortaya çıkıyor. Avrupalılar burayı her zaman ‘Büyük Yakındoğu’ olarak tanımlıyor… Türkler yaklaşık 850 yıl İslam dünyasının liderliğini yürüttü… Bütün Arap devletleri, Yugoslavya gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü izleyen kaos karşısında… Büyük İsrail, Akdeniz’de Batı Şeria ve Gazze’yi kendine çekecek bölgesel bir ekonomik mıknatıs olarak ortaya çıkacak.”

Türk-Kürt Federasyonu ve Yeni Osmanlıcılık

ABD, Türkiye’ye, bir taraftan Osmanlı coğrafyasını kapsayan alanda “İstanbul Merkezli Yakındoğu Federasyonu” önerirken, diğer yandan “Türk-Kürt Federasyonu” önermiştir.[14]

Turgut Özal öldükten sonra Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel, 30 yıl önce 1965’te Başbakan olur olmaz ABD tarafından kendisine dayatılan “Türk-Kürt Federasyonu” kurma önerisini 30 yıl sonra Cumhurbaşkanı olunca yeniden masasında bulmuştur. Öneri, bu kez ABD Hava Kuvvetleri’nin RAND araştırma kuruluşunca sunulmuştu. Raporun savunucusu uzun yıllar CIA Türkiye masası şefliği yapan Paul Henze’ydi.

Demirel’in “Türk-Kürt Federasyonu” raporuna herhangi bir rapor vermemesi üzerine Henze, ”gizli” damgalı bu ABD raporunu Aktüel dergisine sızdırıp kamuoyunda tartışılmasını sağlamak istemiştir. Nitekim rapor, 15 Haziran 1994 tarihinde Aktüel dergisinde “Türkiye’yi Feodalizm Büyütecek” başlığıyla yayımlanmıştır. Bunun üzerine Demirel de, “Batı Sevr’i istiyor!” diye demeçler vermeye başlamıştır. [15]

ABD, “Türk-Kürt Federasyonu” ve “Yakındoğu Federasyonu” projelerinden hiç vazgeçmemiştir. Bu projeleri hayata geçirmek için de Yeni Osmanlıcılık akımına sarılmıştır.

Aslında, “Yeni Osmanlıcılık” söylemi Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçirilmesi için bir maskedir.

Amerikalı Yahudi Yazar Noam Chomsky, “yeniden Osmanlı” hazırlıklarının yıllar öncesinden başladığının belirtenlerden biridir. 90’lı yılların başında Türkçeye tercüme edilen kitabında şu önerilerde bulunmuştur: "Orta Doğu’da ulusallık ve ulusal kimlik yok edilmeli. Bunun için de Orta Doğu Osmanlılaştırılmalıdır. Böylece bölgede Batı çıkarlarına karşı çıkacak ulusal güç ve direnç kalmayacak, sistemin çarkları rahatlıkla işleyecektir. ABD için en tehlikeli düşman ve tehdit Bağımsızlık tehdidi. Asla hoş görülemez."

İsrail yönetimi derinden etkileyen Kudüs Federal Araştırmalar Enstitüsü Başkanı Daniel Elazar da Osmanlı’ya dönüşün ateşli taraftarlarındandı. Büyük Ortadoğu Projesi’nin bu şekilde hayata geçirileceğini düşünen Elazar, 1990’lı yılların sonlarında uluslar arası platformlarda şu görüşleri dile getirmişti: “Orta Doğu için ulus-devletler değil, etnik-dinsel cemaatlerin doğal örgütlenme biçimleri belirleyici. Bunun için ’Osmanlı millet sistemi’ mümkün bir model…”

Abdullah Gül, Refah Partisi milletvekili olduğu dönemde, 19 Aralık 1992’de Türkiye Gönüllü Kültür Teşekkülleri 3’üncü İstişare Toplantısı’nda yaptığı konuşmada “Osmanlı” vurgusu yapmıştı. Gül, şunları söylemişti: "İkinci cumhuriyet, yeni Osmanlıcılık kavramlarının ve bu tartışmaların ortaya gelmesini ben çok sağlıklı olarak görüyorum ve geleceğe çok ümitle bakıyorum!"

1996 yılında CIA görevlisi ve CFR üyesi Samuel Huntington, “Türkiye İslamın lideri olmalı!” diye demeçler vermiş,

1997 yılında CIA ajanı Paul Henze, “Atatürkçülük öldü; Nakşiler, Nurcular ilericidir!” diye demeçler vermiş,

1998 yılında CIA’nın eski Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller, “Kemalizm’e son; Osmanlı’yla övünün, Fethullahçı olun!” diye demeçler vermiş…[16]

1999 ortalarında, Türkiye’nin ilk fotoğraf kuruluşlarından olan Abdullah Biraderler’in ve bir asır öncesinin diğer fotoğrafçılarının çektiği Ortadoğu manzaraları, Eylül ayında İstanbul’da Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde sergilenmişti. "Osmanlı İdaresi Altında" adını taşıyan serginin en ilginç tarafı ise resimlerin İstanbul’a 700. yıl kutlamaları programı çerçevesinde İsrail’den gelmiş olmasıydı. İsrail’in İstanbul’daki kültür ataşesi olan Zali de Toledo’nın hazırlıklarını aylar öncesinden başlattığı sergiye adına uygun bir kuruluş da sponsor olmuştu: Osmanlı Bankası…

1999 Temmuz’unda Prof. Dr. Şinasi Tekin, Harvard Üniversitesi’ne bağlı olarak Ayvalık’ın Cunda Adası’nda "Yoğun Osmanlıca Yaz Okulu" açmıştır. Harvard’ı Türkiye’ye getiren Profesör Tekin, Ayvalık’ın Cunda Adası’nda satın aldığı eski bir Rum evini de okula çevirmiş ve okulu Amerikan Eğitim Bakanlığı’na ve Türkiye’de YÖK’e onaylatıp faaliyete geçirmiştir

2000’lere doğru atılan bütün bu adımlar, Yeni Osmanlıcılık akımını kullanarak Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmek için atılmış adımlardı.

2002’den itibaren Lozan yerine Sevr’i gündeme getiren ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin “eşbaşkanı” olmakla övünen AKP iktidarı, “istinaf mahkemeleri”, “kalkınma ajansları” gibi adımlarla “eyaletleşmeye” giden yolun taşlarını döşemeye başlamıştır.

AKP ve Yeni Osmanlıcılık

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 1992’de, eski paşa Büyükanıt 2008’de ve Başbakan Erdoğan 2010 yılında, “Osmanlı modelini” övmüştü. ABD elçisi Edelman da göreve geldiğinde "Yeni Osmanlı" brifingi düzenlemişti.

AKP bir yandan komşularla "sıfır sorun" sloganıyla bölge ülkelerine “şirin” gözükmek için her yol denerken, diğer yandan yasalar çıkararak “üniter devletin” sonu anlamına gelen Büyük Ortadoğu Projesi’nin önünü açmıştır.

Türkiye yeni bir sürece doğru hızla ilerlemektedir: Bir yandan, “Kürt açılımı” adı altında başlatılan tartışmalarla “üniter yapı” ve “ulus devlet” aşındırılırken, "Türk kimliği" vurgusu “anti demokratik” bulunup, “çok kimliklilik” ve “mozaik” söylemi ön plana çıkartılmakta; diğer yandan ise komşularla “sıfır sorun” adı altında sınırlar kaldırılmaktadır; Türkiye sınırlarını tanımayan Ermenistan’la protokoller imzalanmaktadır. ABD tarafından çizilen, Türkiye’nin de bazı kısımlarını içine alan Sevr ve Büyük Ortadoğu Projesi haritaları yeniden elden ele dolaşmaktadır. Bu yaşananlara paralel olarak, her geçen gün artan biçimde Osmanlı, “asr-ı saadet dönemi” olarak parlatılmaktadır. Televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde “tarihimiz” diye “vıcık vıcık Osmanlı seviciliği” yapılmaktadır.

Bu gelişmeler yaşanırken Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Amerikan Washington Post gazetesine “Osmanlı”yla ilgili düşüncelerini aktarmıştır. Gazetenin yazarı Jackson Diehl, 2011’de Washington’da görüştüğü Davutoğlu’nun kendisine “Türkiye’nin eski Osmanlı ülkeleri üzerinde liderliğini yeniden kurma hayalinden” bahsettiğini yazmıştır. Diehl, Davutoğlu’nun kendisine, "İngiltere eski sömürgeleriyle bir milletler topluluğu halinde, neden Türkiye eski Osmanlı topraklarında, Balkanlarda, Orta Doğu ve Orta Asya’da yeniden liderlik kurmasın?" dediğini belirtmiştir.

Bilindiği gibi Davutoğlu, 2010 yılında AKP’nin Kızıcahamam toplantısında da benzer sözleri söylemişti. Bakan Ahmet Davutoğlu şöyle konuşmuştu: "Osmanlı’dan kalan bir mirasımız var. ’Yeni Osmanlı’ diyorlar. Evet, Yeni Osmanlı’yız. Bölgemizdeki ülkelerle ilgilenmek zorundayız."

İktidara geldiği 2002’den bu yana “ulus devletin” yapısını dönüştüren değişikliklere imza atan AKP, Kalkınma Ajansları, İl Özel İdareleri, Maden, Mahalli İdareler, Petrol, Kamu Yönetimi, İstinaf Mahkemeleri gibi yasalarla, Türkiye’yi AB ve ABD’nin dayattığı eyalet sistemine, başka bir ifadeyle Büyük Ortadoğu Projesi’nin altyapısı olan "Osmanlı modeline" sürüklemektedir.[17]

Büyük Ortadoğu Projesi’nin temelindeki "Yeni Osmanlıcılık" söylemleri AKP iktidarınca sık sık gündeme getirilmiştir. AKP kurmaylı sıkça, “Osmanlı düzeninin ülkemiz için hayırlı olacağı” şeklinde açıklamalarda bulunmuşlardır.

Türkler Yeni Osmanlıcılıktan söz eder de Amerikalılar durur mu!

Gittiği bütün ülkeleri karıştıran ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman, 2003 Ekim ayında göreve başlar başlamaz, “Yeni Osmanlı Brifingi” verdirtmişti. 10 gazeteci ve 3 tarihçinin katıldığı brifingi elçilik basın müsteşarı Joseph Hullington ve Kuzey Irak’taki Kürt parlamentosunun fikir babası Nicholas Kass vermişti. ABD’deki Wisconsin Üniversitesi Osmanlı Tarihi Bölüm Başkanı Kemal Karpat’ın da katıldığı toplantıda Irak’ın ve Ortadoğu’nun geleceği tartışılmıştı. Bu brifingin ardından yazılar kaleme alan bazı yazarların Osmanlıya olan özlemlerini dile getirmeleri dikkat çekmişti.

Başbakan Erdoğan’ın 2005 yılı sonlarında ABD’ye yaptığı ziyaret de “Yeni Osmanlı” söylemlerinin hız kazanmasına neden olmuştu. Erdoğan ve ABD Başkanı George Bush, Beyaz Saray Oval Ofis’te bir saat ikili bir görüşme yapmıştı. ABD Başkanı Bush, Başbakan Erdoğan’a, sömürgeleştirme planı olan Büyük Ortadoğu Projesi’ne verdiği güçlü destek dolayısıyla teşekkür etmişti. Bush, ’Türkiye’nin demokrasisi, Orta Doğu’daki insanlar için önemli bir örnek. Ben de Erdoğan’a bu yöndeki liderliği için teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca Başbakan’a Türkiye’nin Afganistan’daki liderlik rolü dolayısıyla da teşekkür ediyorum’ diye konuşmuştu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise ziyaretin ardından yaptığı açıklamada Bush’la. Büyük Ortadoğu Projesi’ni ele aldıklarını, Kıbrıs, Irak, Afganistan, İsrail ve Filistin konularını da görüştüklerini açıklamıştı.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Mayıs 2008’de Osmanlı modeline övgüler yağdırmıştı. Harp Akademileri Komutanlığı’nda düzenlenen sempozyumun açılış konuşmasını yapan dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, bir gazetecinin, "İlk defa konuşmanızda Osmanlı dönemine atıf yaptınız" sözleri üzerine, bunun doğru olduğunu, Osmanlı egemenliği sırasında Orta Doğu’da mezhepler arasında çatışma olmadığını vurgulamıştı. Bir başka gazetecinin, "Türkiye için Osmanlı modelini önerenler var" sözleri üzerine Büyükanıt, "Benim, asla ve asla Türkiye Cumhuriyeti dışında bir model hayalimden geçmez. Ben tarihi bir gerçeği söylüyorum" demişti.

2007 yılında, yeni Anayasa çalışması yapan Prof. Dr. Ergün Özbudun, Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esaslarının değiştirilmesini talep eden bir Anayasa taslağı hazırlamıştı. Budun taslağında, Cumhuriyetin temelini oluşturan Atatürk ilke ve İnkılaplarının, Anayasa’dan çıkartılmasını istemişti. Bu çalışmayla Osmanlı benzeri bir sisteme geçilmesi öngörmüştü. Bunun ardından da AKP’li Zafer Üskül, “Atatürk inkılaplarının Anayasadan çıkarılmasını” istemişti.

Başbakan Erdoğan, 2010 yılı Ramazan ayında gazete ve TV kanallarının genel yayın yönetmenlerine Dolmabahçe’de verdiği iftar yemeğinde, Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı’nın güçlü, ayakları yere basan dönemlerini hedef göstermişti. Yemeğin ardından yaptığı açıklamada “Yeni Osmanlıcılık” özlemini dile getiren Erdoğan "Bizim şu anda üniter yapımızı çok güçlü kılmamız lazım. Ama şimdi şöyle bir Osmanlı’ya baktığımız zaman, Osmanlı bu noktada çok rahattı. Çünkü ayakları yere zaten sağlam basmıştı. Ondan sonra pergelin bir ucu her tarafa rahatlıkla dönebiliyordu. Bu noktadaydı. Şimdi bizim Türkiye Cumhuriyetimizi o noktaya getirmemiz lazım" demişti.

Böylece, 2000’lere girilirken Türkiye ABD ve yerli işbirlikçilerince adım adım Atatürk’ten, Atatürk’ün “bağımsızlık ve çağdaşlık” anlayışından ve Türkiye’nin harcı durumundaki “ulus devlet” modelinden gittikçe uzaklaştırılmaya başlanmıştır. Atatürk’ü, ulus devleti, Türklük kavramını ve orduyu eleştirmek, etnik unsurları sıralayarak, cemaatleri ve cemaat liderlerini övmek “demokratlığın” olmazsa olmaz şartları haline gelmiştir.

Dini referanslar gösteren, etnik ayrımcılığı körükleyen partiler “demokrat”; Atatürk’e ve Cumhuriyetin kuruluş felsefesine sahip çıkan partiler “darbeci” ve “anti demokrat” olarak adlandırılmıştır.

Bugün bir taraftan “din istismarı” ve “Osmanlı seviciliği” yapılırken, diğer taraftan “laiklik eleştirileri” ve “Cumhuriyet düşmanlığı” yapılmaktadır.

“İstanbul Devleti”, “Ortadoğu, Yakındoğu Federasyonu”, “Türk-Kürt Federasyonu”, “Büyük Ortadoğu Projesi” hayallerini gördüren “Yeni Osmanlı” artık kurulma noktasına gelmiştir.

12 Haziran 2011 seçimleri sonrasında AKP Genelbaşkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “balkon konuşması”, bana balkondaki padişahın “Yeni Osmanlı”nın kuruluşunu müjdelemesi gibi geldi! Ama "istemezük!"…

Sinan Meydan

Odatv.com

Dipnotlar

[1] Orhan Türkdoğan, Türk Toplumunun Kültürel Dinamikleri, İstanbul, 2007, s.43,44.

[2] Ayrıntılar için bkz. Türkdoğan, age.

[3] Türkdoğan, age, s.29 vd.

[4] Doç. Dr. Hakan Özoğlu, “İstanbul Devleti Kurulacaktı”, Star gazetesi, 17 Kasım 2010..

[5] Cengiz Özakıncı, Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni Osmanlı Tuzağı, İstanbul, 2005, s.243, 244

[6] age, s.245.

[7] age, s.246,247.

[8] age, s.247

[9] Metin Sever-Cem Dizdar, İkinci Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları, Ağustos 1993.

[10] Özakıncı, age, s. 249.

[11] age, s.249,250

[12] age, s.253,254

[13] age, s.254.

[14] age, s.260

[15] age, s.261,262.

[16] Ayrıntılar için bkz, Özakınıcı, age, s. 262-266.

[17] İL ÖZEL İDARELERİ YASASI: Federal sistemin uygulandığı ABD, Kanada, İsviçre, Belçika gibi ülkelerden örnek alınarak hazırlanan yasayla, yerel yönetimler, daha da geniş imkan ve yetkilere kavuşturulmuştur. Böylece şehir devletçikleri olma yolunda ilk adım atılmıştır. MADEN YASASI: 89. Hükümet eliyle değiştirilen yasa ile kamu çıkarlarını bir yana atıp, madenciler, daha doğrusu madenci yabancı şirketler için kolaylaştırıcı düzenlemeler getirmiştir. KALKINMA AJANSLARI: Avrupa’nın, Osmanlı’ya dayattığı federalizm, AKP tarafından ’Kalkınma Ajansları’ adı altında önceki gün resmen uygulamaya konulmuştur. Türkiye, 26 bölgeye bölünmüştür. Bölgeler sözde yatırımlar için yabancı ülkelerle bile Ankara’yı pas geçerek direkt temasa geçebilecektir. Böylece Ankara’nın başkentliği sözde kalacak. İSTİNAF MAHKEMELERİ: Eyalet sistemini yerleştirmek için atılan en önemli adımlardan birisidir. Cumhuriyet’in kuruluşunda şeri mahkemelerle birlikte kaldırılan ve Eyalet sistemine özgü bir yapı olan bölge (istinaf) mahkemeleri kurulmaya devam edilecektir. YABANCIYA TOPRAK SATIŞI: Yine başta tapu kanunu olmak üzere bir dizi yasada değişiklikler yapılarak yabancı özel ve tüzel kişilerin mülk edinmelerinin önü açılmıştır. İÇ GÜVENLİK REFORMU: AB’nin istediği projeye göre Emniyet, Jandarma ve Sahil Güvenlik, yeni kurulacak ’İç Güvenlik Müsteşarlığı’na bağlanacak. Böylece TSK etkisizleştirilirken, jandarma da sivilleşecektir. Sınır güvenliğini sağlama görevi Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan alınarak, İçişleri Bakanlığı sorumluluğuna verilecektir… Yeniçağ Gazetesi, 7 Eylül 2007.

KÜRESEL ÖRGÜTLER & SERVİSLER DOSYASI : Dünya Sistemleri Analizi, Bir Giriş


Dnya Sistemleri Analizi, Bir Giri.pdf

RUSYA DOSYASI : Rusya’nın Ortadoğu Politikasının Analizi


Rusya’nın Ortadoğu Politikasının Analizi

Rusya Kuzey Avrupa, Doğu Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya ve Uzakdoğu gibi altı çok önemli jeopolitik bölge ile çevrelenmiş dev bir ülkedir. Rusya apayrı, kendine özgü kültürü, toplumsal yapısı, federal yapısı ve idari bölünüşü olan, coğrafi konum avantajları ile dezavantajlarını birlikte taşıyan sıra dışı bir ülkedir. Dünyanın en büyük federal devleti, en büyük Ortodoks ve en büyük Slav ülkesi unvanlarını da taşımaktadır. Doğu Avrupa’nın çoğunu kaplayan Slav halkları Avrupa’nın en kalabalık soyudur. Slav halklarının konuştukları dil, Batı dillerine (İtalyanca, İspanyolca, Fransızca) göre birbirine daha yakındır. Bir Slovak köylü başka herhangi bir Slav köylüyle sohbet edebilir, sözcük dağarcıkları ve gramerleri birbirine bu kadar yakındır. Rusya’da Rusların dışında 100’den fazla halk ve milliyet bulunmaktadır. Bunlardan Tatarlar, Ukraynalılar, Ermeniler, Azerbaycanlılar, Kazaklar, Yahudiler ve Almanlar, sayıları bakımından diğerlerinden daha fazladır. Rusların yarısı ateisttir. İnananların büyük bir kısmı Ortodoks’tur. İslam, Katoliklik, Yahudilik ve Budizm, Rusya’da yaşayan insanların mensubu oldukları diğer dinlerdendir. (Ağır, 2015: 28). 2002 yılı verilerine göre ülkede 145 milyon insan yaşamaktadır.(turkey.mid.ru, 2016)

Rusya, tarihin her döneminde dünya siyasetinde önemli bir ülke olagelmiş olup, bugün de yüzölçümü, coğrafi konumu, doğal kaynakları, savunma sanayisinin gelişmiş olması, nükleer gücü ve BM (Birleşmiş Milletler) Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olması gibi nedenlerle dünyanın en önemli ülkelerinden birisidir. (Ağır ve Baharçiçek, 2015: 46)

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra mirasçısı Rusya Federasyonu kendisini bambaşka bir ortamda bulmuştur. Rusya’nın güney sınırlarında altısı Müslüman olmak üzere birçok yeni devlet ortaya çıkmıştır. Bölgede Komünistlerin yıllarca bastırdığı İslamiyet yeniden canlanmaya başlamıştır. Başta İran olmak üzere Ortadoğu’daki radikal İslamcıların bu bölgeye akın edeceğinden korkan Moskova, Ortadoğu politikasında İran’a öncelik tanımıştır. Ticari ilişkiler, Çeçenistan meselesi, Tacikistan’daki iç savaş, Hazar Havzası’ndaki enerji kaynakları için Rusya ile ABD arasında verilen mücadelede İran’ın rolü gibi etkenler, İran’ı Moskova açısından değerli kılmıştır. Sovyet sonrasında Rusya’nın Ortadoğu’da yakından ilgilendiği bir başka önemli mesele ise Arap-İsrail sorunu olmuştur. SSCB döneminde İsrail karşıtı bir Arap Birliği’nin kurulmasını destekleyen ve bu ülkeyle ilişkilerini sınırlı tutan Moskova’nın, bugün için bölgedeki en önemli ticari ortağı İsrail’dir. Sovyetler döneminde Ortadoğu, Sovyetlerle ABD arasındaki mücadele alanlarından biriydi. Sovyetlerin yıkılmasından sonra da aslında bu mücadelenin devam ettiğini görüyoruz.

Hatta Moskova sanki Ortadoğu’yu ABD’nin Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) politikasına misilleme aracı olarak kullanmaktadır. Nitekim Rusya’nın Suriye’ye silah satması, HAMAS liderlerini Moskova’da ağırlaması, İran’ı uluslararası arenada desteklemesi gibi tüm adımlar ABD’yi tedirgin etmektedir. Rusya’nın bu politikasının en önemli amaçları ise kendi etkisini artırmanın yanı sıra, bölgedeki ABD etkisini kırmak, bölge ülkelerine sattığı askerî teknolojiden gelir elde etmek, dünya enerji piyasalarına hâkim olmak ve Rusya’nın dünyada tekrar söz sahibi olduğunu göstermek şeklinde özetlenebilir. (Kemaloğlu,2012:7) Rusya Başbakanı Vladimir Putin, Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün’e son yıllarda ziyaretlerde bulundu. Bu ziyaretler sonrasında Rusya bölgede üç büyük hedefi gerçekleştirmek için ciddi adımlar atacağını gösterdi. Bu hedeflerden ilki, Rusya’nın yeniden bir süper güç olduğunu Amerikan etkisinde olan Ortadoğu’ya göstermekti. İkinci hedef bölgedeki ekonomik potansiyeli kullanarak Rusya’nın petrol-dışı ekonomisini geliştirmek ve üçüncü hedef ise, Çeçen direnişine karşı Arap, Türk ve İran desteğini azaltmaktı. (SDE, 2010: 93)

RUSYA’NIN ORTADOĞU POLİTİKASI

1. Rusya-Irak İlişkileri

Orta Doğu’yu petrol faktörünü göz ardı ederek açıklamak mümkün değildir. Petrol, siyasi ve ekonomik çatışmaları belirleyen tek öğe olmamakla beraber: tüm aktörlerin ve unsurların dolaylı ya da dolaysız petrolle etkileşime girdiği, ya da girmek durumunda kaldığı bir gerçektir. Bununla beraber, Orta Doğu’yu sadece petrol ve petrole bağlı bir güç ve paylaşım savaşı olarak ele alan yaklaşımlar, bu coğrafyanın tarihsel zenginliğini, hatta kaotik heterojenliğini, göz ardı ettikleri oranda yetersiz kalırlar. Benzer bir şekilde Orta Doğu’nun yakın tarihselliğini petrolü göz ardı ederek inceleyen çalışmalar, yerinde olmayan saptamalara neden olabilirler. O halde, Orta Doğu analizleri hangi unsura odaklanırlarsa odaklansınlar, bir şekilde petrolle ve bu coğrafyanın kültürel doku çeşitliliğiyle etkileşmek durumundadırlar. (Bilgin,2007:20)

Irak’ın bir devlet olarak ortaya çıkışı Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri arasındaki bir dizi gizli anlaşmaya ve petrolün paylaşımına dayanmaktadır.(Aydın, vd.,2007:59) Bugün Irak Ortadoğu’da yer alan stratejik mevkisiyle, sahip olduğu petrol rezervleri ile Körfez’in önemli ülkeleri arasındadır. RusyaIrak ilişkiler baktığımızda ise Orta Çağlarda başlayan ilişkilerden de söz edebiliriz. O zamanlar tüccarlar Volga ticaret yolunu ve Hazar Denizini kullanarak birbirleriyle ticaret yapmışlardır.

Modern tarihi dönemde baktığımızda ise üçüncü dünya ülkelerinde gelişen bağımsızlık harekâtları ve özellikle Arap milliyetçiliği Moskova’nın iyice dikkatini çekmiştir. Irak Arap ülkeleri içerinde Sovyet sınırına en yakın olan devlettir ve herhangi bir Rus genişlemesi durumunda Arap ülkeleri içerisinde Irak’ın kendisi açık tehdit alanıdır. Rus-Irak ilişkilerinin seyri genel olarak bir çizgide ilerlememiştir. Irak’ın ilk olarak İran’ı (1980-1988) daha sonra da Kuveyt’i işgal etme girişimleri (1990) iki ülke arasındaki ilişkiyi iyice bozmuştur. Gelişen olaylar sonucunda ABD Irak’a müdahale etmiş ve Rusya bunu engelleyememiş ve bölge hâkimiyetini ABD’ye bırakmak zorunda kalmıştır. Yeltsin döneminde ilişkiler iyileşmeye başlamış ve Rusya Irak’a yaptırdığı ambargoları kaldırılmıştır. Bunun temel sebeplerinden bir tanesi de iki ülke arasında ki ticari gelişmeler ve diğeri de Batı Kurna’da ki petrollerin işletilmesi için ön anlaşma yapan Rus şirketi Lukoyl‘in baskıları olmuştur.

Irak-ABD ilişkilerine sıcak bakmayan Rusya 11 Eylül saldırıları sonrası gelişen Rus-ABD ilişkilerinin bozulmaması için ses çıkartmamıştır zaten ses çıkartacak kadar da güçlü değildir. ABD’nin ikinci kez Irak’ı işgal etmesi Rus-Irak ekonomik ilişkilerini iyice zarara uğratmış Rusya 1997-2006 yılları arasında Irak’ın 40 milyar dolarlık borç bölümünü silmiştir ve Rusya tarafları arabulucu görevini üstlenerek müzakere masasına oturmalarını istemişse de zamanın Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani Rusya’ya sıcak bakmamıştır. Sebebini de Rusya’nın Saddam Hüseyin’i desteklemesi olarak görülmüştür.

Saddam’dan sonra Rusya’nın en büyük amaçları arasında Irak’ta petrol işletmesi vardır ve bunu Batı Kurna’da ikinci petrol işletme hakkını alarak amacına ulaşmıştır. Bir diğer Rus enerji devi Gazprom ise Türk petrol şirketi TPAO, Güney Kore petrol şirketi Korea Gas ve Malezya Petronas ile birlikte Bağdat’ın 160 kilometre güneydoğusunda bulunan Bedra petrol bölgesinde ihale kazanmıştır. Bu bölgede 109 milyon varil petrol rezervinin bulunduğu tespit edilmiştir. Günlük 80 bin varil petrol üretimi gerçekleştirecek konsorsiyum her varil için 5,5 dolar kazanacaktır. İhaleyi kazanan şirketlerin söz konusu petrol yatağından (Batı Kurna-2 ile kıyasla) daha fazla kâr etmesi ise buradaki şartların daha ağır olması ve güvensiz bir bölge olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim diğer bölgelere kıyasla Bedra petrol bölgesine yabancılar tarafından gösterilen ilgi daha düşüktü. Ayrıca Irak Rusya’dan silah almayı hazır olduklarını dile getirmiştir ve bunun da temel amacı ABD pazarına alternatif pazarlar bulmak olarak söylenebilir. (Kemaloğlu,2012:9)

2. Rusya-Suudi Arabistan İlişkileri

Suudi Arabistan Arap yarım adasındaki en büyük ve en güçlü devlettir. Aynı zamanda hızla gelişen bir ülkedir. Suudi Arabistan yaklaşık 25,7 Milyon kişilik nüfusu ile Arap yarımadasının ortasında 2,150 Milyon Km2 alanı kaplayan bir ülkedir. Bu çok geniş alanın önemli bir bölümü (655 000 Km2 ’si) boş bölge (Rub Al-Khali -Sessizliğin Kerpici) olarak tanımlanan Fransa veya Texas’tan büyük bir çöldür.(SaSad, 2011: 2) Rusya ile Suudi Arabistan ilişkilerine baktığımızda ise şunlara değinmek gerekmektedir. Rusya ve Suudi Arabistan dünyadaki en fazla petrol ve gaz rezervlerine sahip iki ülkedir. İki devlet arasındaki ilişkiler son zamanlarda askeri ve teknolojik konularında gelişmiştir burada dikkate edilmesi gereken nokta Suudi Arabistan’ın ABD’ye alternatif olarak askeri anlaşmalar yapmasıdır. Sovyetler Birliği ilk Suudi Arabistan devleti tanıyan ülke idi. Sovyetler zamanında ilişkiler iki ülke arasında yok denecek kadar azdır, ama Sovyet Birliği’nden sonra kurulan Rusya Federasyonu ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler gelişmiştir. Suudi Kral Abdullah 2003 yılında Rusya Federasyonunu ziyaret etmiş ve taraflar enerji alanında anlaşma imzalamışlardır. Ayrıca Rusya başkanı Vladimir Putin Suudi Krallığını 11.12.2007 yılında ziyaret eden ilk Rus liderdir. Bu ziyaret bölgesel güvenlik sorunları, enerji, ticaret, bilimsel ortaklık gibi alanlarda her iki devlet içinde bir fırsattı. Putin ziyareti sırasında her iki devletin petrol ve doğalgaz alanında birbirlerinin rakibi değil aksine birbirlerinin ortağı olduğunu söylemiştir. 2008’de ki Gürcistan-Rusya krizinden sonra Kral Abdullah Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlık isteğini anladığını dile getirmiş fakat her iki bölgeyi de daha uluslararası alanda tanımamıştır. Suriye iç savaşından sonra da ilişkiler gerilmeye devam etmiştir. Rusya Suriye’de var olan rejimi yani Esad’ı desteklerken Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi devletlerin yanında yer alarak sivilleri desteklemektedir. (Kemaloğlu, 2012: 13)

3. Rusya-İsrail İlişkileri

İsrail devleti Ortadoğu’da Asya ve Afrika kıtalarının kesiştiği yerde bulunan bir ülkedir. Batısında Akdeniz, Kuzeyinde Lübnan ve Suriye, doğusunda Ürdün, Güneyinde ise Mısır, Filistin ve Kızıldeniz ile çevrilidir. 1917 Balfour deklarasyonun da İsrail devletinin kurulacağı açıklanmasına rağmen 14 Mayıs 1948’de, İsrail bağımsızlığını ilan etti. (Halm, 2008:35)

Rusya çeşitli konularda İsrail’e ihtiyaç duymaktadır. Özellikle Eski Sovyet devletleri hariç en çok Rusçanın konuşulduğu yer İsrail devletidir. İsrail’in kurulması ile birlikte Eski Sovyetlerden Yahudi olan çoğu kişi İsrail devletine göç etmiş ve yerleşmiştir. Bu göç dalgasından sonra bu insanlar iki ülkede turizmin ve kültürlerin gelişimini önemli oranda etkilemiştir. Aynı zamanda göç eden kişiler arasında mühendislerin bulunması Rusya’nın İsrail ile özellikle askeri projeler geliştirmesini tetiklemiştir. Günümüzde aynı zamanda İsrail devleti bölgede Rusya’nın en büyük ticari ortağıdır. İsrail de Rusya ile iyi ilişkiler geliştirmek istemektedir. Bunun sebeplerinden birincisi Rusya’nın özellikle Suriye ve İran’a silah satışlarını azaltmasıdır. İkinci sebep ise ticari ilişkilerin gelişimi İsrail içinde çok önemlidir.

Rusya ile İsrail ilişkileri son yıllarda stabil bir istikamette gitmemektedir. 1967’de ilişkiler kesilmiş ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ilişkiler tekrar başlamıştır. Benyamin Netanyahu’nun 1996 yılında seçimleri kazanmasıyla birlikte İsrail ile Rusya ilişkileri gelişmiş, zor durumda olan Rus ekonomisine İsrail devleti Rusya’ya 50 milyon dolarlık kredi açmış ve Rus gazına ilgi duymuştur. Ancak Rusya’nın İran’a nükleer füze satmasıyla ilişkiler tekrar bozulmuştur. Vladimir Putin döneminde de inişli çıkışlı ilişkiler devam etmektedir. Rusya’nın Çeçenistan politikasını destekleyen İsrail Rus-İsrail ilişkilerini olumlu etkilemiştir. Ayrıca Putin Yeltsin’den farklı olarak İsrail’in Filistin politikasında her iki devleti de eleştirmiştir ve sorunun çözümü için de ortak noktanın ancak müzakere ile olabileceğini dile getirmiştir. 26-29 Nisan 2005 tarihleri arasında Ortadoğu’yu ziyaret eden devlet başkanı Putin ziyaretleri sırasında İsrail’i de ziyaret etmiştir. İsrailli yetkililer bu ziyareti tarihi olarak nitelemektedirler ve bunun gerekçesi de İlk defa bir Rusya devlet başkanının İsrail’i ziyaret etmesidir.

İsrail ilişkilerin iyiye gideceğini düşüncesinde iken Putin’in Ağlama Duvarı ziyareti sırasında Kipa takmayı reddetmesi ilişkileri olumsuz etkilemiş hatta diplomatik krizden dönülmüştür. Ziyaret sonrasında en önemli verim her iki devlet içinde ticari anlaşmalar olmuştur. Putin 2012’de İsrail’i tekrar ziyaret etmiştir. İsrail devleti yetkilileri Rusya’nın İran ve Suriye ile olan iyi ilişkilerden memnun olmadığını Putin’e söylemişlerdir ve bu devletlere silah satışı yapılmamasını istemişlerdir. Putin’de sorunun çözümünü diplomatik yollarda olduğunu söylemiştir. Bu ziyaretin en büyük karları tekrar ticari anlaşmaların yanında askeri alanda da yapılan anlaşmalar olmuştur.

Rusya İsrail ilişkilerini olumsuz yapan bir diğer olgu ise Rusya’nın Hamas’a karşı düşünceleridir. Hamas yetkililerini Moskova’da ağırlayan Rusya İsrail devletini kırmıştır. Batı Rusya’nın Hamas’a karşı olan tutumunu batı karşıtı olarak tanımlasa da Rusya, İsrail ile Filistin arasındaki ilişkilerin düzelmesi için Hamas’ın ve İsrail’in diplomatik yollarla uzlaşması gerektiğini dile getirmiştir. Rusya Hamas’a karşı olan tutumu ile Ortadoğuda etkisini arttırmakta ve Arap devletlerin sempatisini de kazanmak istemektedir. (Kemaloğlu, 2012: 13)

4. Rusya-İran İlişkileri

Rusya’nın Ortadoğu politikasında dikkati en çok çeken İran ile olan ilişkileridir. SSCB’nin çökmesinin ardından Rusya Federasyonu’nun sınırlarında birçok Müslüman devlet ortaya çıkmıştır. Bu da başta İran olmak üzere Ortadoğu’daki “radikal İslamcıların” bu bölgeye akın edeceğinden korkan Moskova’nın, Ortadoğu politikasında İran’a öncelik vermesine neden olmuştur. Ayrıca SSCB’nin çöküşü de İran için komünizmi ideolojik tehdit olmaktan çıkarmış ve böylece, İran-Rusya ilişkileri karşılıklı çıkar ilişkisi temelinde şekillenmeye başlamıştır. Ticari ilişkiler, Çeçenistan meselesi, Tacikistan’daki iç savaş, Hazar havzasındaki enerji kaynakları için Rusya ile ABD arasında verilen mücadelede İran’ın rolü gibi etkenler de, İran’ın Rusya için Ortadoğu’da en önemli ülke konumuna gelmesini sağlamıştır.

Rusya-İran ilişkilerinin temelinde Rusya açısında öncelikli olarak iki önemli faktör bulunmaktadır. Bunlardan ilki, İran’ın Rusya için önemli bir silah pazarı olması durumudur. İran’ın ABD ve Batı’nın silah ambargosu ile karşı karşıya kalmasını kendisi için bir fırsat durumuna getiren Rusya İran’ı kendisinin birinci silah pazarı yapmıştır. Zaten ABD’yi de Rusya’nın Ortadoğu politikasında en fazla rahatsız eden konu Ortadoğu’nun Rusya’nın en büyük silah pazarı olmasıdır. İkinci olarak İran’ın çok stratejik bir önemi olduğunu söyleyebiliriz. Bu, İran’ın bölgede ABD karşıtı duruşuna bir destek mahiyetinde ortaya çıkmaktadır. Rusya ABD karşıtı söylem geliştiren İran ile işbirliği yaparak aslında ABD’ye söylemek isteyip de söyleyemediği bazı şeyleri ifade etmek istemektedir.

XX. yüzyılın sonunda İran ile Rusya arasındaki siyasi münasebetler de her iki tarafın çıkarlarını gözetmiştir. Rusya’nın askerî teknoloji ve nükleer teknoloji konusundaki desteğine karşın, İran Rusya’nın Çeçenistan politikasını fazla eleştirmemiştir. Tacikistan ile Afganistan’daki savaşlar sırasında Rusya ile İran ortak hareket etmiş, her iki ülke de Tacikistan’da iç savaşın sona ermesini istemiş ve Afganistan’da da Taliban’ın ülkeyi ele geçirmesini engellemeye gayret etmişlerdir. Yine her iki ülke, Azerbaycan’ın güçlenmesine ve bölgedeki enerji hatların kontrolünün kendi ellerinde toplanması için Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı projesine olumsuz yaklaşmışlardır. Rusya’nın İran ile ilişkilerinde dikkati en çok çeken ise kuşkusuz nükleer enerji konusunda iki ülkenin yapmış olduğu işbirliğidir. SSCB zamanında 1989 yılında dile getirilen nükleer alanda işbirliği anlaşması SSCB’nin çökmesi sonucu ortaya çıkan gelişmelerden dolayı ertelenmiş, nihayetinde 1995 yılında imzalanmıştır.

Rusya, Batı’nın İran’ın nükleer enerji konusundaki kaygılarına rağmen bu ülke ile işbirliği içerisinde İran’ın “Buşehr” kentinde nükleer santral inşa etmişlerdir. Aslında Rusya’da nükleer enerji konusunda İran’ın bir noktadan sonra kendi başına hareket edebilecek aşamaya gelmesini istememektedir. Fakat ABD ile pazarlıkta elinde güçlü bir koz bulundurmak adına bu şekilde hareket etmektedir. Bununla birlikte son zamanlarda İran’ın perde arkasında ABD ile nükleer enerji konusunda pazarlık masasına oturduğu iddiası Rusya’nın yeniden düşünmesini gerektirmiştir.

Rusya her ne olursa İran’ın nükleer çalışmaları konusunda Batı’nın bunu savaşla denetim altına alma fikrine sıcak bakmamaktadır. Rusya İran’ın nükleer çalışmaları hakkında yürütülen “spekülasyonların” barışçıl şekilde çözüme kavuşturulması yönünde tavır takınmaktadır. Diğer taraftan her ne kadar İran’daki nükleer santrali Ruslar inşa etseler de Rusya da aynen Batı gibi İran’ın nükleer silahlanmasını istememektedir. Ancak Batı’dan farklı olarak Rus yetkililer, İran’ın herhangi bir başka ülkenin olduğu gibi barışçıl amaçlarla nükleer program geliştirme hakkına sahip olduğu görüşündedirler. Buna ilaveten Rusya, İran’ın nükleer programı sorununun yalnızca diplomatik yollarla çözülebileceğinin üzerinde durmaktadır. Bütün bunlardan dolayı Rusya, kendi çıkarlarını da göz önünde bulundurarak İran’ı uluslararası arenada desteklemeye devam etmekte ve İran’a herhangi bir müdahale yapılmasına karşı çıkmaktadır. Rus diplomatlar, uygulanan ambargoların da sorunu çözmeyeceği, sadece daha fazla körükleyeceği görüşündedirler.

Diğer taraftan Rusya, İran ve Hazar’a kıyıdaş diğer ülkelerin Hazar’ın statüsü ve Hazar’daki yeraltı zenginliklerinin kullanımı konusunda bir anlaşmaya varamamaları, Rusya ile İran arasındaki ilişkilerin gelişimini yavaşlatmıştır. Yine Birinci Çeçenistan Savaşı, Rusya ile İran arasındaki ilişkileri etkilememişse de, Vladimir Putin’in daha başbakan iken başlattığı II. Çeçenistan Savaşı, ilişkilere gölge düşürmüştür. Bunda İran’ın o tarihlerde İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) başkanlık etmesinin de etkisi büyük olmuştur. İran, bir taraftan nükleer istasyon inşa eden ve askerî teknoloji ihtiyaçlarını karşılayan Rusya ile ilişkilerine önem verirken, diğer taraftan da İslam dünyasının en önemli kuruluşu olan İKÖ’nün başkanı olarak Rusya’nın Çeçenistan politikasına sessiz kalamamıştır. Neticede İran, Rusya’yı Çeçenistan politikası yüzünden eleştirmiş, ancak eleştiri dozunu iyi ayarlamıştır. Moskova ise teşekkürü bekletmemiş ve İran’da ikinci nükleer santral inşa etmeye hazır olduğunu bildirmişti. Bugüne gelinen noktada Rusya adeta İran ile Batı dünyasında arabulucu hâline gelmiş ve sorunun barışçıl yollarla çözülmesi konusunda çeşitli çözüm önerilerinde bulunmuştur. Bu önerilerinden biri, İran’ın uranyum zenginleştirme işlemini Rus topraklarında yapması şeklindeydi. Ancak, Rusya’nın bu planı işe yaramamıştır.1 Bilindiği gibi Batılı ülkeler, İran’ın uranyum zenginleştirmeyi durdurmasını istemektedirler. İranlı yetkililer ise kendi tezlerini savunmaya devam etse de Batı, ekonomik ambargoları azalttığı ve Tahran’daki nükleer reaktörün ihtiyaç duyduğu yakıtı karşıladığı takdirde yüzde 20 oranından fazla bir oranda uranyum zenginleştirmemeyi taahhüt edeceklerini dile getirmektedirler. Buna benzer açıklamayı İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad da yapmıştı.

İranlı yetkililerin bu yöndeki tutumları, görüşmeler açısından “başarı” olarak kabul edilmektedir. Zira taraflar 15 ay aradan sonra görüşmeleri yeniden başlatmış ve karşılıklı geri adımları bile görüşmeye başlamışlardır. Söz konusu görüşmelerin en çok da Rusya’nın işine yaradığını söyleyebiliriz. Moskova, Ortadoğu da dâhil olmak üzere uluslararası sorunların çözümünde Rusya’nın önemli rol oynadığını göstermiştir. Son olarak Rusya’nın bundan sonraki süreçte de İran’ı desteklemeye ve onu çeşitli ambargolardan korumaya devam edeceğini söyleyebiliriz. Bu desteği yukarıda değindiğimiz Rusya’nın bölgeye yönelik amaç ve siyasetiyle açıklayabileceğimiz gibi uluslararası dengeler ve ABD’nin yayılmacılık siyasetine karşı Rusya’nın almaya çalıştığı tedbirlerle de izah edebiliriz. İran’da iktidar değişimi ve özellikle de ABD yanlısı siyasetçilerin iktidara gelmesi, Rusya’nın çıkarına değildir. Rusya ile İran arasında büyük sorunlar olmadığı gibi, MoskovaTahran ittifakı, Ortadoğu’da ABD’nin yayılmacılığına, Güney Kafkasya’da da Azerbaycan-TürkiyeGürcistan ittifakına karşı Rusya’nın gücünü arttırmaktadır. İran’a yapılan askerî müdahale, bölgenin tamamen ABD’nin etkisi altına girdiği anlamına gelecek ve Rusya’nın sadece Ortadoğu’daki değil, Kafkasya’daki konumuna da zarar verecek, Rusya’nın dört bir taraftan çember altına alınma anlamına gelecektir. (Kemaloğlu,2012:7)

5. Rusya-Suriye İlişkileri

Suriye hiç kuşkusuz içinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyası ve Akdeniz’e açılan bir liman olması sebebiyle geçmişten günümüze büyük devletlerin ilgisine konu olmuştur. Suriye, Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı kontrolüne girmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra itilaf devletlerinin SykesPicot Anlaşması’nı imzalamaları neticesinde Ortadoğu paylaşılmış ve Suriye Fransız işgal alanına dönüştürülmüştür. 1920 tarihinde ise Suriye ve Lübnan’da Fransız manda yönetimi kurulmuş: Şam Devleti, Halep Devleti, Nusayri merkezli Alavi Devleti, Dürzi merkezli Cebel-i Duruz Emirliği, Lübnan Devleti ve sonradan Türkiye’ye katılacak olan Hatay Cumhuriyeti olmak üzere altı yapılı yönetim oluşmuştur. 1943 seçimlerinde manda yönetimine karşı olan Şükrü el Kuvvetli, Suriye’nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Fransa, II. Dünya Savaşı sonrasında Suriye’den geri çekilmiş ve bu devlet, 1946’da BM’ye katılarak Suriye Cumhuriyeti adını almıştır. (Sarıkaya,2015:1)

Rusya’nın bölgede çok yönlü işbirliği geliştirdiği bir başka ülke de Suriye’dir. Sovyetler Birliği, Suriye bağımsızlığına yeni kavuşmuş fakat henüz işgal altındayken, 1944 yılında bu ülke ile diplomatik ilişkilerini başlatmıştır. 1950’lerden itibaren Suriye’nin Sosyalist eğilimleri artınca Sovyetler Birliği’nin bölgedeki en önemli ortağı haline gelmiştir. 1970’te Hafız Esad Suriye devlet başkanlığına gelince ilk ziyaretini Moskova’ya gerçekleştirmiştir. Mısır da Nasır’ın ölümü ardından yerine gelen Enver Sedat’ın ABD’ye yakınlaşması Suriye’nin bölgedeki önemini artırmıştır.

Hafız Esad’ın ölümünün ardından devlet başkanlığına oğul Beşar Esad’ın gelmesi ve Rusya’da aynı yıl Putin’in seçimle devlet başkanlığına gelmesinin ardından iki ülke ilişkileri adım adım ısınmaya başlamıştır. Suriye’nin Rusya’ya yakınlaşmasında ABD’nin 11 Eylül 2001 sonrası Ortadoğu’da sert bir politik tavır sergilemesi ve İsrail’in kararlı işgal politikalarını desteklemesi karşısında düştüğü yalnızlık önemli faktörlerdendir.

Rusya’nın ABD ve AB’nin aksine Suriye’nin İsrail ile olan anlaşmazlık konularında dengeli bir tutum sergilemesi ve Suriye’nin bölge için önemli olduğunu vurgulaması da önemlidir. Tüm bu sebeplerden dolayı Suriye, ABD’ye karşı güçlü bir uluslararası aktör olarak dengeleyici unsur olarak değerlendirmek düşüncesiyle Rusya’ya yaklaşmıştır. Daha Vladimir Putin’in ilk devlet başkanlığı döneminde Rusya’nın tekrar toparlanmasıyla birlikte Moskova’nın bölgeye ilgisi ve bölgedeki etkisi artmıştır. Bu süreçte Rusya’nın Ortadoğu politikasının en önemli amaçları, kendi etkisini artırmanın yanı sıra, bölgedeki ABD etkisini kırmak, bölge ülkelerine sattığı askerî teknolojiden gelir elde etmek, dünya enerji piyasalarına hâkim olmak ve Rusya’nın dünyada tekrar söz sahibi olduğunu göstermek şeklinde özetlenebilir. Bu amaçları hayata geçirme konusunda Rusya’nın yakın zamana kadar başarılı olduğunu da söylemek mümkündür. Rusya’nın bu başarısında Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında izlediği siyaset ve bölgedeki sorunlarla ilgili tutumu etkili olmuştur. Bu politikasıyla Moskova kısa zamanda Ortadoğu ülkelerinin de güvenini kazanmış ve bölgede etkisini artırmıştır. Aynen SSCB zamanında olduğu gibi Rusya’nın bölgedeki rejimleri destekleyerek, Ortadoğu ülkelerine silah satarak, bazı ülkelerin daha SSCB zamanından kalan borçlarını silerek ve özellikle enerji alanında olmak üzere önemli ekonomi projeleri hayata geçirerek, XXI. yüzyılın başında tekrar bölgede önemli güç hâline gelmişti. Ancak “Arap Baharı”, Rusya’nın Ortadoğu’nun politikasını doğrudan etkilemiş ve Rusya’yı da zor durumda bırakmıştır. Son dönemde Ortadoğu’da patlak veren olayların, başlangıçta Moskova’nın bölgedeki varlığına zarar vermeyeceği, hatta bölgenin kısa bir süre istikrarsız kalmasının Rusya’nın işine yarayacağı düşünülüyordu. Zira Ortadoğu’nun daha fazla istikrarsızlaşması ve buna paralel olarak enerji kaynaklarının fiyatlarının artması, Rusya’nın kısa vadede işine yarayan gelişmelerdi. Ayrıca bu husus bir kez daha enerji alanında Rusya’ya alternatif olarak gösterilen Ortadoğu ülkelerinin “güvenilirliğinin” sorgulanmasına neden olmuştur. Ancak Arap Baharının gittikçe genişlemesi ve uzaması, Rusya’nın Ortadoğu politikasına da zarar vermiştir. Suriye’de yönetimin değişimi, Rusya’nın bu ülkedeki ve genel olarak bölgedeki bütün varlığını tehdit etmektedir. Rusya’nın uluslararası arenada Beşir Esad’a destek vermesinin asıl nedenini de bu hususlarla açıklamak mümkündür.

Diğer taraftan Suriye’den sonra başta İran olmak üzere baharın başka ülkelerde de yayılma, hatta Rusya’nın arka bahçesi olarak adlandırılan Kafkasya ile Orta Asya’da da benzer senaryoların uygulanma tehlikesi mevcuttur. Dolayısıyla Rusya, Beşir Esad yönetimini desteklemeye devam edecektir. Hiç şüphesiz Suriye ve bütün Ortadoğu’daki olaylar, Rusya’nın ABD ve genel olarak Batı ülkeleri ile münasebetlerini olumsuz etkilemekte ve bizlere Soğuk Savaş dönemini hatırlatmaktadırlar. Amerikan ve Rus devlet adamlarının birbirlerine karşı sert açıklama ve suçlamalarda bulunmaları, alışık bir durumdur ve bu tür davranışlar, münasebetlerin genel seyrini etkilememekte ve zarar vermemektedir. ABD ile Rusya, aralarında sorunlar yaşadıkları dönemde dahi karşılıklı oturup karşılıklı tavizlerde bulunabilmekte, ortak kararlar alabilmektedirler. Rusya’nın ABD’nin Irak müdahalesine ses çıkarmaması ve 11 Eylül olayı sonrasında yanında yer alması, ABD’nin Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü üyeliğine yeşil ışık yakması, Rus yetkililerinin Lenin’in memleketi olan Ulyanovsk’u NATO’ya “transit üs” olarak kullanması için izin vermeleri, tarafların silahsızlanma vs konularda devamlı görüşmelerde bulunmaları vs. yukarıdaki tezimize örnek teşkil etmektedir. (Kemaloğlu, 2012:14)

SONUÇ

Rusya Federasyonu, geniş toprakları, zengin enerji kaynakları, coğrafi konumu, tarihi ve kültürel birikimi ve bir döneme damgasını vurmuş olan SSCB’nin mirasçısı olması gibi nedenlerle dünyanın siyasi ve ekonomik bakımdan önemli ülkelerinden birisidir. Günümüzde özellikle devlet başkanı Vladimir Putin’in aktif siyaset içinde önemli bir siyasi figür ve karizmatik bir lider oluşu Rusya Federasyonu’nun etkilemektedir. Putin’in sık sık eski imparatorluğu getireceğiz deyişi toplum nezdinde kabul edilen bir yaklaşım ve Rus halkının Putin’e desteği içinde önemli bir siyasal söylemdir.

Rusya’nın Sovyetler döneminde olduğu gibi günümüzde de Ortadoğu üzerine temel politikalar güttüğünü yukarıdaki yazılarda gördük. İsrail devleti ile ilişkilerin Sovyet dönemine göre seyir değiştiği ve günümüz Rusya Federasyonun da İsrail’in Rusya için bölgede en önemli ticari ülke olduğu söyledik, ancak Rusya’nın Arap ülkelerine silah satışları ve Suriye gibi bir devletle müttefik oluşu İsrail devletini endişelendiren önemli olgulardır. Rusya’nın Suriye politikasında Arap Baharının etkilerini görmek çok kolaydır. Rusya ülkede bulunan hava ve deniz üssünü kaybetmek istemezken aynı zamanda birlikte hareket ettiği Beşar Esad iktidarının güçten düşmesini istememektedir. Silah satışını ve bölgede önemli bir jeopolitik yapıya sahip olan Suriye’yi kaybetmek Rusya’nın karizmasını zedeleyecektir. Rusya’nın İran ile ilişkilerine baktığımızda ise Ortadoğu bölgesinde bulunan Rusya’nın ikinci müttefik ülkesi olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle nükleer, petrol ve silah teknolojisi gibi konularda çeşitli anlaşmaları vardır. Suudi Arabistan ile ilişkilerin Suudi Arabistan’ın ABD ile bir çok noktada hareket etmesi sonucu çok iyi olduğunu söylemeye engel olduğu söylenebilir. Ancak son yıllarda Rusya özellikle silah konusunda ve petrol konusunda Suudi Arabistan’la ortak çıkarlar bulmaya çalışmakta ve kendine bir pazar alanı yaratmaya çalışmaktadır. Son olarak Irak ile ilişkilerin ise Sovyetler döneminde iyi olmamasına rağmen günümüzde özellikle ekonomik çıkar peşinde olan petrol şirketlerinin yoğun dayatmaları sayesinde ekonomik olarak ilişkilerin geçmişe nazaran iyi olduğu söylenebilir.

Aziz Ersoy

Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler

http://akademikperspektif.com/

Makalenin aslı dosya(pdf) halinde sunulmuştur:

Rusya’nın-Ortadoğu-Politikasının-Analizi-Akademik-Perspektif

İSRAİL DOSYASI /// Bir Analiz : Türkiye – İsrail Mutabakatı


Her şeyden önce bu mutabakatın yapılmasını gerektirecek tarihsel arka plandan bahsetmek gerekir. Bu bağlamda neler olduğunu kısa bir şekilde hatırlamak gerekirse;

  • 2010 yılında sivil toplum örgütleri vasıtasıyla organize edilen Gazze’ye yardım filosu Akdeniz’de uluslararası sularda İsrail Savunma Kuvvetleri’nin yaptığı uluslararası hukuka aykırı müdahale ile durdurulmuş ve bu müdahalede 9 aktivist İsrailli askerler tarafından öldürülmüştür. Hatırlanacağı üzere vefat edenlerden 8’i Türk vatandaşı birisi ise Türk asıllı ABD vatandaşıdır. Askeri harekat sonucu ağır yaralanan bir Türk vatandaşı ise daha sonradan hayatını kaybetmiş ve böylece hayatını kaybedenlerin sayısı 10’a yükselmiştir.

Bu vahim olayın akabinde gerçekleşen olaylar ise şöyle seyretmiştir;

  • Türkiye Cumhuriyeti saldırıyı derhal sert bir dille eleştirmiştir. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan yaptığı ilk açıklamada “ Bu saldırı gerekçesi ne olursa olsun uluslararası hukuka aykırı bir devlet terörüdür” olarak olayı yorumlamıştır
  • Türkiye Tel Aviv Büyükelçisini ülkeye derhal geri çağırmış ve İsrail’den derhal özür dilemesini, hayatlarını kaybedenlerin yakınlarına tazminat ödemesini ve Gazze’de ki ablukayı kaldırmasını istemiştir.
  • İsrail’in yapıcı bir adım atmaması üzerine ise Türkiye, İsrail ile olan ilişkilerini en düşük seviyeye indirmiştir.

Mavi Marmara saldırısı üzerine biri İsrail tarafından diğeri Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından olmak üzere iki soruşturma açılmıştır. İsrail Ordusu Soruşturma Komisyonu’nun olayın yaşanmasından iki ay sonrasında açıklanan raporunda müdahale “kısmen başarısız” olarak değerlendirilmiştir. BM tarafından yayınlanan raporda ise İsrail Ordusu’nun uluslararası hukuku ihlal ettiğinin altı çizilirken İsrail askerlerinin yaptığı müdahalede orantısız güç kullandığı, insanlık dışı muamele ve kasti acı çektirmeye yönelik eylemlerde bulundukları vurgulanmıştır.

2013 yılında ABD Başkanı Barack Hussein Obama’nın Ortadoğu turu dahilinde İsrail’i ziyaretinin ardından İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu mevkidaşı dönemin başbakanı R.Tayyip Erdoğan’ı telefonla arayıp resmi özür dilemiş ve Türkiye’nin 3 yıl öncesinde şart koştuğu üzere hayatını kaybedenlerin ailelerine de tazminat ödemeyi kabul ettiğini bildirmiştir.

2013 yılından 2016 yılına değin karşılıklı müzakereler aracılığı ile Türkiye – İsrail ilişkilerini normalleştirecek adımlar görüşülmeye devam etmiş ve 27 Haziran 2016 tarihinde iki ülkenin başbakanlarının yaptığı açıklamalar bu karşılıklı görüşmelerin iki ülkeyi ortak bir tabanda birleştirecek şekilde noktalandığını ifade etmiştir. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin ilişkileri normalleştirebilmek için 2010 yılında öne sürdüğü resmi özür dileme şartı 2013 yılında İsrail başbakanı tarafından yerine getirilmiş, 2016 yılında ise hayatını kaybedenlerin yakınlarına 20 milyon Amerikan doları tutarında tazminat ödenmesi karara bağlandığı açıklanmıştır. Fakat şartlardan üçüncüsü olan Gazze ablukasının kaldırılması anlaşıldığı üzere iki tarafın bu konu üzerinde karşılıklı taviz vermesi ile bir orta noktada çözümlenmiştir. Bu bağlamda Gazze ablukası kaldırılmamış ancak Türkiye lehine esnetilmiştir. Buna istinaden Türkiye Gazze’ye insani yardım götürme konusunda ayrıcalıklı bir statü elde etmiş ancak aynı zamanda da İsrail’in Gazze’ye yönelik uyguladığı ablukayı bir anlamda resmi olarak tanımış veya başka bir deyiş ile İsrail’in Gazze üzerinde uyguladığı yaptırımlardaki siyasi otoritesini kabul etmiştir.

Diğer bir yandan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun 27 Haziran açıklamalarında dikkati çeken iki hususun da altını çizmek gerekmektedir. Bunlardan birincisi; “Bu anlaşma Türkiye’den İsrail’i hedef alan herhangi bir terörist eylemi engelleyecektir” açıklamasıdır. Bu bağlamda daha önceki yıllarda İsrail’in Türkiye’den Hamas liderlerini ağırlamamasını talep ettiğini hatırlamak gerekir. Başka bir açıdan bakılırsa İsrail bu güne değin Hamas ile doğrudan bir temasa girmemiştir. Buna istinaden, anlaşma metni henüz açıklanmış olmasa da, konuya ilişkin uzmanlar Türkiye’nin, İsrail ile Hamas arasında bir arabuluculuk pozisyonu alma sözü vermiş olabilme ihtimalinden bahsetmektedirler.

Açıklamalarda dikkati çeken bir başka husus ise doğalgaz meselesidir. Bilindiği üzere Rusya Federasyonu ile yaşanan düşen uçak krizi ve akabinde Rusya’nın Türk Akımı projesini askıya alması Türkiye’yi enerji bağımlılığında alternatifler arama yoluna itmiştir. Bu bağlamda İsrail doğalgazı güçlü bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır. Anlaşmanın yapılacağının haberinin yayılmasını takiben Rusya enerji devi GAZPROM’un “Türk Akımı için her zaman olduğu gibi bugün de diyaloğa açığız” açıklamasını da bu bilgiler ışığında değerlendirmek gerekmektedir.

Sonuç olarak Türkiye tarihsel bağları ve insani yardım konusundaki hassasiyeti bağlamında Gazze’ye altyapı ve hastane yatırımları gerçekleştirecek ayrıca 10bin tonu aşan bir insani yardımı Başbakan Binali Yıldırım’ın aktardığı üzere önümüzdeki cuma mersin limanından kalkacak bir gemi ile ulaştıracaktır. Bölge istikrarı için en önemli ülkelerin başında gelen iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in ilişkilerini normalleştirmesi siyasi kriz ve çatışmalarla çalkalanan Ortadoğu’nun da normalleşmesi adına atılmış önemli bir adımdır. Bu bağlamda Ortadoğu’nun hak ettiği istikrara ulaşmasına bir adım daha yaklaştıran bu gelişme gelecekte de siyasi krizleri aşmak isteyen ülkelerin incelemek isteyebileceği önemli bir örnek teşkil edecektir.

FETÖ ÖRGÜTÜ DOSYASI /// ABD Medyasında Gülen Analizi : Çok Tehlikeli !


Fethullah Gülen’in iadesine dair tartışma sürerken, Amerikan gazetesi Washington Times’da dikkat çekici bir makale yayımlandı.

Ankara’yla Washington arasında teröristbaşı Fethullah Gülen’in iadesine dair tartışma sürerken, Amerikan gazetesi Washington Times’da dikkat çekici bir makale yayımlandı. Makalede, Fethullah Gülen bir ‘radikal’ olarak nitelendi. Gülen’in hem ABD hem Türkiye için çok tehlikeli olduğu belirtilen makalede FBI göreve çağrıldı.

Washington Post gazetesinde yayımlanan ‘Ilımlılık radikal bir gündemi maskelerse‘ başlıklı makale, ABD’nin en prestijli eğitim kurumlarından Columbia Üniversitesi’nin hukuk fakültesinde güvenlik ve istihbarat dersleri veren Abraham R. Wagner tarafından kaleme alındı.

‘PARASININ KAYNAĞI MEÇHUL’

Wagner, teröristbaşı Gülen’in ‘hem ABD’yi hem Türkiye’yi şeriat devletine dönüştürmek istediğini‘ yazdı: “Türkiyeli Müslüman bir din adamı olan Gülen sadece ilkokul mezunu ve gizemli bir kişi. Gazeteduvar’ın çevirisine göre, Wikileaks belgelerinde tarafından sızdırılan bazı belgelerinde ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından, daha kötü niyetli ve radikal gündemini ılımlı mesajıyla gizleyen bir ‘radikal İslamcı’ olarak niteleniyor. 25 milyar dolar serveti bulunduğu söyleniyor ama kimse bu büyük serveti nasıl edindiğini bilmiyor. En öne çıkan mesajı, ABD Dışişleri’nin de perspektifinin aksine, hoşgörü ve çok kültürlülük. Fakat daha dikkatli incelendiğinde, ABD ve Türkiye’yi şeriat devletlerine dönüştürmek isteyen gerçek bir İslamcı olduğu ortaya çıkıyor.”

‘AMERİKALI ÇOCUKLAR MÜRİTLERDEN DERS ALIYOR’

Wagner makalesinde, ABD’deki FETÖ okullarının vergi mükellefleri sayesinde milyonlarca dolar kazandığına ve bu okullara, hem eyalet düzeyinde hem de FBI tarafından soruşturma açıldığına dikkat çekti. Wagner, teröristbaşı Gülen’in bu okullarda ders vermek üzere müritlerini Türkiye’den ABD’ye getirdiğini yazdı. Wagner, “Bu müritler, kaliteli ve sertifikalı Amerikalı öğretmenlerin yerine ABD’ye getiriliyor.

‘FBI SORUŞTURMAYI GENİŞLETSİN’

Gülen okullarını ‘medreselerden farksız olduğunu‘ ve ‘çocukları modern Türkiye’nin ideallerinden uzaklaştırdığını‘ yazan Wagner, FBI’a ‘Amerikalı çocuklara ders veren genç Türkiyeli erkeklerle‘ ilgili soruşturmayı genişletme ve derinleştirme çağrısı yaptı. Wagner, bu soruşturmayla hem Gülen’in ‘radikal bir İslamcı’ olduğunun, hem de Türkiye’deki darbe girişiminin arkasında da bu hareketin bulunduğunun ifşa edileceğini yazdı

PKK ÖRGÜTÜ DOSYASI /// SAADET ORUÇ : Washington Post’tan PKK bildirisi gibi analiz


SAADET ORUÇ

Washington Post gazetesinde son dönemlerde yayınlanan Türkiye ile ilgili haberlerdeki jargon dikkat çekici… PKK için tek bir satırında dahi “terör örgütü” ifadesi kullanılmazken, teröristler için neredeyse “çiçek çocukları” demedikleri kalmış sadece.

Washington Post’ta yayınlanan bir haberde kullanılan, “Türk hükümeti, uzun zamandan beridir farklı bir kültüre sahip olan ve başka bir dil konuşan Kürtleri, Türk devletinin saflığı için bir tehdit olarak görmektedir.” cümlesi eğer bilgisizlikten değilse kötü niyetten başka bir nedenle açıklanamaz. Devlet televizyonu bu iktidar döneminde alınan bir kararla Kürtçe yayın yapan bir kanala sahipken, Kürtçenin önünde herhangi bir engel bulunmazken, dahası teşvik edilirken, devletin Kürtleri bir tehdit olarak gördüğünü belirtmek insafsızlıktan başka birşey değildir. Türk devleti, Kürtleri değil, çoğunluğu Kürtçe bile konuşmayan PKK’nın silahlı çetelerini terörist olarak nitelemektedir ve bu niteleme Washington Post’un yayınlandığı ABD tarafından da pay
laşılmaktadır.

Türkiye’nin terörle mücadelesinde de, Washington Post’un ilgili makalesinde iddia edildiği gibi, oyunun kurallarını değiştirecek hiçbir gelişme yaşanmamıştır. Washington Post’un kendisine terörle mücadele konusunda yanlış bilgiler veren kaynaklarını gözden geçirmesi isabetli olacaktır kanısındayım. Aksi takdirde karanlık bir algı operasyonunun bir parçası olarak görüldüklerini bilmelerinde fayda var diye düşünmekteyim.

Batı’nın seçim ayarlı siyasi buhran çıkmazı

Kasım ayındaki ABD Başkanlık seçimleri, Fransa’da 2017 yılında yapılacak olan başkanlık seçimleri ve Almanya’da yaklaşan seçimler… İngiltere’nin AB için tamam mı, devam mı oylaması…

Batı dünyasının bu dört ağır topu, seçim hesaplarının uluslararası politikada belirleyici hale geldiği bir türbülanstan geçiyor. Koltuğunu bir bilinmezliğe devretmeye hazırlanan Başkan Barack Obama, oldukça kötü bir skorla görev süresini tamamlıyor. Obama’nın süper güce liderlik ettiği dönemde dünya, Suriye’de, Gazze’de yapılan zulümlere seyirci kaldı. Suriye’de kameraların önünde denebilecek bir açıklıkta kimyasal silah kullanıldı ve bu zulme imza atan Beşar Esad, “batının İslam korkusu” dışında hiçbir nedenle açıklanamayacak şekilde ödüllendirildi. Mısır’da halkın seçtiği lider olan Muhammed Mursi darbeyle indirildi. Yine tek açıklaması “batının İslam korkusu” idi.

Milyonlarca göçmen evlerinden kaçarken, iç denizlerin azgın sularına kurban oldu. Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük krizini yaşadı. Afrika ülkelerindeki açlık daha da büyüdü, kaynakların paylaşımındaki dengesizlik uçurum boyutunda ilerlemeye devam etti.

Rusya, dengeleri sarsacak şekilde Batı üstünlüğüne itirazlarını dile getirdi. Obama, “Aman Ali Rıza Bey, ağzımızın tadı bozulmasın” modunda sessiz kaldı.

Zulümler, savaşlar, haksızlıklar Obama döneminde tırmanışa geçti…

Fransa’da sosyalist iktidar döneminde maruz kalınan terör saldırıları bahanesiyle özgürlükler tırpanlandı. Yeni seçim sürecine kimlik tartışmaları üzerinden girileceği açıkça ifade edilerek göçmen ve İslam karşıtlığının zemini meşru kılındı. Bizzat yöneticiler eliyle…

Almanya, göçmen kriziyle başa çıkmak amacıyla önyargılarını kısa süreliğine rafa kaldırmış gibi görünüyor ama Neo-Nazilerin saldırıları da tırmanışa geçti.

Ne Euro sistemine, ne de ortak vize sistemi Schengen bölgesine dahil olan Londra da, Avrupa Birliği’nden anlaşmalı boşanma yolunda adım adım ilerliyor…

Konjonktürel bir çıkmaz değil elbette sözkonusu olan… Zeminleri sağlam değil…

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji

Fight "Gang Stalking"

Expose illegal stalking by corrupt law enforcement personnel

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

WordPress.com News

The latest news on WordPress.com and the WordPress community.